PARLAMENTER SİSTEM

 

Batı dillerinde kullanılan Latince köken­li "parlamento" kelimesi, Türkçe'deki

"meclis" ve "divan" kelimelerinin karşılığı­dır ve bîr konuda karara varmak üzere gö­rüşme yapan kurul anlamına gelmektedir. Hukuk ve siyasi bilimlerde ise parlamento, "halkı temsil etmek üzere, halk tarafından seçilen üyelerden meydana gelen, kanun yapan ve devletin Önemli işlerine karar ve­ren siyasi kurul" demektir. Buna göre, dev­let yönetiminde görev alan bir kurulun par­lamento olabilmesi için, halk tarafından se­çilmiş olması, kanun yapma ve önemli siya­si kararlar alma yetkisinin bulunması ge­rekmektedir. Önemli siyasi kararlar alması­na rağmen, üyeleri halk tarafından seçilme­diği için Osmanlı döneminin "divan-ı hü­mayun "lan ve "şura-yı saltanat"lan parla­mento sayılamaz. Devlet işlerinin görüşül­düğü her kurul parlamento olmadığı gibi, parlamentosu bulunan her ülkenin hükümet şekli de "parlamenter sistem" değildir. Temsili demokrasiyi benimseyen her ülke­de bir parlamento vardır. Fakat bu ülkelerin hükümet şekilleri, "parlamenter hükümet" olabileceği gibi, "başkanlık hükümeti" ve­ya "meclis hükümeti" de olabilir. Bu neden­le, temsili demokrasiyi benimseyen her ül­kenin bir parlamentosu vardır, fakat parla­mentosu olan her devletin hükümet şekli "parlamenter sistem" olmayabilir.

Parlamenter sistem, oldukça uzun sayı­labilecek bir gelişim sonucunda 18. yüzyıl­da İngiltere'de doğmuş ve 19. yüzyılda di­ğer batı ülkelerinde benimsenmiştir. Ba-tı'da bu yıllarda halkın seçtiği parlamento­lar karşısında mutlak monarşilerin geriledi­ği görülmektedir. Gerileyen monarşilerle güçlenen parlamentoların belli noktalarda uyuşmaları, parlamenter sistemi doğur­muştur. Doğuş itibariyle parlamenter sis­tem "Liberal" ve "seçkinci" temellere dayanmaktadır. Liberaldir, çünkü mutlak

krallıkların yıkılması ve siyasi Özgürlükle­rin kabul edilmesine dayanır. Seçkincidir, çünkü ilk parlamentolarda temsil edilebil­mek, belli miktarda servet sahibi olmayı ge­rektirmektedir. Ancak parlamenter siste­min kuruluşunun, tüm ülkelerde aynı aşa­malarda gerçekleştirildiği söylenemeyece­ği gibi, günümüzde de tek tip bir parlamen-tarizmden söz edilemez.

Parlamenter sistemin ortaya çıkması, krala ait yasama yetkisinin seçimle oluşan bir parlamentoya geçmesi, yani yasama ve yürütme kuvvetlerinin ayrılması şeklinde olmuştur. Bu nedenle parlamenter sistem de, başkanlık sistemi gibi yasama ile yürüt­me kuvvetlerinin ayrılığı prensibine daya­nır. Ancak, parlamenter sistemin benimse­diği ayrılık, başkanlık sistemindeki gibi ke­sin bir ayrılık olmayıp, hukuki eşitlik, karşı­lıklı işbirliği ve etkileşmeye dayanan bir ay­rılıktır. Bu özelliğinden dolayı parlamenter sisteme, "kuvvetlerin işbirliği sistemi" de denilmektedir. Parlamento ile hükümet ara­sındaki işbirliği, önemli devlet kararlarının alınmasında açıkça görülür. Örneğin, ka­nunların yapılmasında, yasama (parlamen­to) ve yürütme (hükümet) organlarının ayrı ayn görev ve yetkileri vardır. Parlamento, kanunları görüşerek kabul eder, hükümet ise kanunları hazırlar, teklif eder ve kabul edildikten sonra da yayınlar. Halbuki, baş­kanlık sisteminde yürütme (hükümet)nin kanun teklif etme yetkisi yoktur. Parlamen­ter rejimde yasama ve yürütmenin birbirle­rini karşılıklı olarak etkilemeleri de önemli­dir. Yürütmenin "başbakan" ve "devlet baş­kanı" olmak üzere iki başı vardır. Bunlar­dan devlet başkam (genellikle cumhurbaş­kanı) parlamento tarafından seçilir. Esas

önemlisi, parlamento, hükümetin faaliyet­lerini kontrol eder ve gerektiğinde onun si­yasi sorumluluğunu belirler. Buna karşılık yürütme, meclisin feshedilmesini talep ede­rek yasama organı üzerinde etkili olmakta­dır.

Parlamenter hükümet sistemini, temsili demokrasinin öteki uygulamalarından ayı­ran başlıca özelliklerin, "iki başlı yürütme", "bağımsız ve sorumsuz devlet başkanlığı", "parlamentoya karşı sorumlu kabine", "uyumlu ve birlik içinde çalışan bir bakan­lar kurulu", "yürütme organının yasamayı feshcdebilmesi" olduğu söylenebilir.

Parlamenter sistemde yürütme organı­nın, devlet başkanı ve başbakan olmak üze­re iki başı vardır. Bunlardan devlet başkanı, adından da anlaşılacağı üzere, devleti de temsil eden kişi olarak, yürütmenin sorum­suz başıdır. Başbakan ise, bakanlarla birlik­te kollektif bir organ olup, yürütmenin so­rumlu kanadını oluşturmaktadır. Baş­bakan, dar anlamda "hükümet", ya da "ka­bine" olarak da adlandırılan bakanlar kuru­lunun başıdır. Parlamenter sistemi benim­semiş olan Fransa'da yürütme organı, "ba­kanlar kurulu" ve "kabine kurulu" olmak üzere iki kademelidir. Bunlardan bakanlar kurulu devlet başkanının, kabine kurulu da başbakanın başkanlığında toplanmaktadır. Ülkemizde ve parlamenter sistemi benim­semiş olan pek çok ülkede, bakanlar kurulu genellikle tek kademeli bir organdır ve ku­ral olarak başbakanın başkanlığında faali­yetlerini yürütmektedir. Parlamenter sis­temde, devlet başkanı bir yandan yürütme organını temsil ederken, diğer yandan dev­letin birliğinin ve ülkenin bütünlüğünün sembolüdür. Günümüzde başbakanlar ka­bineyi yöneten ve parlamento önünde hükümetin sorumluluğunu tek başına yükle­nen makamlardır. Başlangıçta bu kadar güçlü olmayan başbakanların, kabinede yer alan öteki bakanlardan bir üstünlükleri yok­tu. Zaman içerisinde güçlenen başbakan, kabineyi yönlendiren ve hükümetin izleye­ceği politikaları tayin eden güçlü bir siyasi kişilik kazandı. Günümüz anayasalarında diğer bakanlara göre güçlü bir statü kazan­mış olan başbakan, gerekirse cumhurbaşka­nından parlamentoyu feshetmesini veya hükümetle ters düşen bir bakanı görevden almasını isteyebiimektedir.

Parlamenter sistemde, yasama organı (parlamento) halk tarafından seçildiği için, hukuken devletin en güçlü siyasi organıdır. Yürütme organının, bu güçlü meclis karşı­sında onunla eşit hukuki ve siyasi koşullar­da çalışabilmesi için, yürütmenin başı olan devlet başkanının bağımsız ve sorumsuz ol­ması kabul edilmiştir. Parlamenter sistemin klasik temsilcisi olan İngiltere, Belçika, İs­veç ve Norveç gibi monarşilerde, devlet başkanlarının meclis karşısındaki bağım­sızlığı, siyasi sistemin zorunlu gereği ola­rak kendiliğinden sağlanmıştır. Devlet baş­kanının parlamento tarafından seçildiği ül­kelerde ise, bu bağımsızlık tehlikeye düş­mektedir. Devlet başkanının parlamento ta­rafından seçildiği ülkelerde devlet başkanı­nın tehlikeye düşen bağımsızlığını kurtara­bilmek için, onun sorumsuz olması gerekti­ği düşüncesi ağırlık kazanmıştır. Parlamen­to tarafından seçilen devlet başkanlarının sorumsuzluğu ilkesi geniş bir kabul gör­mektedir. Ancak Cumhurbaşkanlarının so­rumsuzluğu monarşilerde olduğu kadar sı­nırsız değildir. Parlamenter sistemde, dev­let başkanının siyasi yönden sorumsuzlu­ğunun temelinde, yürütme organına devamlılık kazandırmak ve parlamento ile hü­kümet arasında ortaya çıkabilecek uyuş­mazlıklarda hakem rolü oynamasını sağla­mak düşüncesi yatmaktadır. Devlet başka­nının sahip olduğu bu güçlü statü ve sorum­suzluk, onun tarafsızlığını da gerektirmek­tedir. Devlet başkanı bir partinin mensubu olmayıp, tarafsız ve parülerüstü bir kişiliğe sahiptir; siyasi partilerden birini tutamaz, ya da hükümete muhalefet eder nitelikte be­yanatlar veremez.

Temsili demokraside, egemenliği millet adına kullanan yasama organı (meclis), tüm devlet organlarını ve bu arada hükümeti de millet adına kontrol eder. Meclis yapmış ol­duğu kontrollerde, hükümet yerine kararlar alamaz. Ama, hükümetin yapmış olduğu her işin ve almış olduğu her kararın millet yararına olup olmadığını millet adına gö-zcücr. Hükümetin, ya da bakanlardan biri­nin millet yararına uygun olmayan işlemiy­le karşılaşınca müdahalede bulunur. Bu tür kontrol ve müdahaleler sonucunda varsa bakanların sorumluluğu ortaya çıkarılabi­lir. Bakanların sorumluluklarını "adli so­rumluluk" ve "siyasi sorumluluk" olmak üzere ikiye ayırmak mümkündür. Adli so­rumluluk, bakanların o ülkenin vatandaşları olarak diğer vatandaşlar gibi uymaları gere­ken kurallara uymamalarından doğan cezai ve hukuki sorumluluktur. Bu tür sorumlu­luklar bakımından bakanların vatandaşlar­dan farkı yoktur. Hukuki ve cezai sorumlu­luk kanuna aykırı bir davranıştan doğar ve bunun bir mahkeme kararı ile tesbit edilme­si gerekir. Siyasi sorumluluk ise, bakanla­rın meclisin güvenini yitirmelerinden do­ğan sorumluluktur ve parlamenter sistemde önemli olan bu tür sorumluluktur. Meclisin güvenini kaybeden bakan, bakanlar, ya da

bütünü ile hükümet istifa etmiş sayılarak görevden çekilir. Siyasi sorumlulukta ka­nuna aykırı bir davranış aranmayıp, her ne sebeple olursa olsun parlamentonun güven­sizliğini belirtmesi yeterlidir. Parlamento­ların daha önce güvenoyu alan bir hüküme-le güvensizlik oyu vermesi, genellikle bir gensoru önergesinden sonra oylama yapıl­ması şeklinde ortaya çıkar. Hükümet üyesi olarak siyasi bir kişilik, bakan olarak da bir idari faaliyet ve hizmet alanının en üst yö­neticisi olan bakanların siyasi sorumluluk­ları, kendilerinin almış oldukları kararlar­dan doğacağı gibi, hükümetin almış olduğu kararlardan da doğabilir. Kendi kararların­dan doğan sorumluluğa "kişisel sorumlu­luk", hükümetin almış olduğu kararlardan doğan sorumluluğa ise "kollektif sorumlu­luk" adı verilmektedir. Kişisel sorumluluk, hükümetin genel siyaseti ile ilgili olmayan bir konuda, bakanın tek başına almış oldu­ğu kararlardan doğan sorumluluktur. Bir bakanın, bakanlar kurulunda bakanlığı ile ilgili olarak alınan kararları yanlış uygula­masından, ya da maiyetinde çalışanlara yanlış talimat vermesinden doğan sorumlu­luklar böyledir. Bakanın tutum ve davranış­larından memnun olmayan parlamento, bir gensoru Önergesi vererek denetlendiği ba­kanı görevden çekilmek zorunda bırakabi­lir. Kollektif, ya da ortak sorumluluk ise, hükümetin genel politikasının yürütülme­sinden, meclisin güvenini almış bir hükü­met politikasının yanlış uygulanmasından ya da hiç uygulanmamasından doğan so­rumluluktur.

Böyle bir yanlış uygulama veya hiç uy­gulamama, sadece bir ya da birkaç bakanlı­ğı ilgilendirse bile, müeyyidesi geneldir; kusuru bulunmayan bakanlar da arkadaştan

ile beraber meclise karşı sorumlu olurlar. Uygulanan politikalarda, ortak sorumlulu­ğu benimsemeyen bakanın istifa etmesi ge­rekir. Aksi halde uygulanan politikayı be­nimsemiş sayılır ve kabinede alınan tüm ka­rarlardan diğer üyeler gibi sorumlu olur.

Kısaca "hükümet" adını da verdiğimiz "bakanlar kurulu", ya da "kabine", parla­menter sistemde başbakanın yönetiminde çalışan ve kendisine özgü hukuki statüsü bulunan bağımsız bir kuruldur. Kabine üye­leri başbakan tarafından seçilir ve devlet başkanı tarafından atanır. Devlet idaresini ilgilendiren iç ve dış önemli kararların çoğu kabine tarafından alınır ve uygulanır. Üye­lerinin meclise karşı sorumluluğu olduğun­dan, kabine birlik halinde çalışmak zorun­dadır. Kabinenin birliği, hükümetin benim­semiş olduğu genel yönetim politikasının yürütülmesinde, bakanlıkların karşılıklı olarak yardımlaşması ve uyum içerisinde çalışması demektir. Kabinenin uyum içe­risinde çalışması, her şeyden önce bakanla­rın aynı siyasî görüş, anlayış ve ideallere bağlı olmalarını gerektirir. Demokrasilerde müşterek siyasi görüş ve ideallere bağlılık, müşterek bir parti bünyesinde toplanmak şeklinde kendini gösterir. Siyasi partilerden birinin tek başına çoğunluğu sağlayarak kurmuş olduğu hükümet daha istikrarlı ol­maktadır. Bu nedenledir ki, iki parti siste­mini benimseyen ülkelerde, kabine üyeleri­nin tümü çoğunluk partisine mensup oldu­ğundan, hükümetler uyumlu, istikrarlı ve uzun ömürlüdür. Buna karşılık çok partili sistemi benimseyen ülkelerde, genellikle partilerden hiç birisi mecliste çoğunluğu sağlayamadığı için, iki ya da daha fazla par­tinin bir araya gelmesiyle koalisyon hükü­metleri kurulmaktadır. Farklı görüşlerden

oluşan böyle bir kabine daha demokratik ol­makla beraber, kısa ömürlü olduğundan si­yasi istikrarsızlık doğurabilmektedir. İster tek parti çoğunluğuna, isterse birden fazla partinin oluşturduğu çoğunluğa dayanmış olsun, parlamenter sistemde kabinenin te­mel özelliği, ayni görüş ve politikaları be­nimseyenlerin oluşturduğu uyumlu çalışan bir kurul olmasıdır, 8u kurulu başbakan temsil eder. Her ne şekilde olursa olsun baş­bakanın çekilmesi, bütün halinde kabinenin çekilmesi sonucunu doğurur. Bu nedenle her bakanın ayrı ayrı kişisel sorumluluğu olmasına rağmen, başbakanın bireysel so­rumluluğu yoktur; lamamen kendi tutum ve davranışlarından doğan bireysel sorumlu­luk bile sonuçlan itibariyle ortak sorumlu­luk niteliğindedir.

Parlamenter hükümet sisteminde, yasa­ma ve yürütme arasındaki ayrılığın eşitlik ilkesine dayanması, bu iki kuvvet arasında­ki İlişkilerde bir denklik bulunmasını gerektirmektedir. Yürütme organı (hükü­met), yasama organı (meclis)na karşı so­rumludur; onun güvenini taşıdığı sürece iş başında kalır. Güvenini kaybedince görev­den çekilmesi gerekir. Parlamentonun hü­kümet karşısında sahip olduğu bu yetkilerin dengelenebilmesi için, yürütme organına parlamentoyu feshetme yetkisi verilmiştir. Parlamenter sistemlerde, yürütme organı­nın başı devlet başkanıdır. Parlamentoyu feshetme yetkisi de genellikle devlet başka­nına verilmiştir. Devlet başkanlarının bu yetkilerini, kendi istedikleri zaman mı, yoksa bir organın isteği üzerine mi kullana­cakları tartışmalıdır. Uygulamada devlet başkanlarının, başka bir makamın talebi ol­maksızın kendi başlarına parlamentoyu fes­hettikleri görülmüştür. II. Abdülhamid'in I.

Meşrutiyet Meclis-i Mcbusanı'nı feshetme­si böyle olmuştur. 19. yüzyılın ortalarına kadar İngiltere'de kral, bir başka makamın talebi olmaksızın kendi başına parlamento­yu fcshedcbi İm iştir. Ancak günümüzde bir başka organın talebi olmaksızın devlet baş­kanının kendi isteği üzerine parlamentoyu feshedebileceği görüşü artık taraftar bul­mamaktadır. Günümüzde, parlamentonun fesh'i talebi genellikle kabinenin başı olan başbakandan gelmekte, devlet başkanı bu talebi, yerinde bulursa parlamentoyu fes­hetmektedir. 1982 Anayasası'nın 116. mad­desine göre, "Başbakanın güvensizlik oyu ile düşürülmeden istifa etmesi üzerine kırk-beş gün içinde veya yeni seçilen Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde başkanlık divanı seçiminden sonra yine kırkbeş gün içinde Bakanlar Kurulu'nun kurulmaması halle­rinde de Cumhurbaşkanı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı'na danışarak seçim­lerin yenilenmesine karar verir." Devlet başkanının fesih yetkisi, yürütme organının korunmasına yönelik bir tedbirdir. Böyle­ce, parlamentonun herşeye hakim olması ve parlamenter sistemin meclis hükümeti sis­temine dönüşmesi önlenmektedir.

Parlamenter sistemde yasama ile yürüt­me arasında ortaya çıkacak bîr uyuşmazlık­ta, parlamentonun vereceği bir güvensizlik karan İle hükümeti düşürcbilmcsinc karşı­lık olarak, hükümete de parlamentoyu fes­hederek erken seçime gitme imkanı sağlan­mıştır. Parlamentonun feshi ve seçimlerin yenilenmesi halinde, parlamenterlerden bir kısmının yeniden seçilmeme ihtimali bu­lunduğundan, hükümete güvensizlik oyu verirken ihtiyatlı davranmaları gerekecek­tir. Bu uygulama daha çok, klasik îngİIiz sisteminin ve onun etkisinde kalan siyasi rejimlerin özelliklerindendir. Bu özellikler, parlamenter sistemin uygulandığı ülkenin sosyal, ekonomik ve siyasi koşullarına, Özellikle siyasi partilerin sayısı, disiplinli olup olmaması ve benimsenen seçim siste­mine göre, değişiklikler göstermektedir. Klasik parlamenter sistemlerin yasama ve yürütme organları arasındaki denklik bo­zulmaktadır. Günümüzde uygulanan parla­menter sistemlerin çoğunda yürütme üstün durumdadır ve bu üstünlük genellikle baş­bakanları daha güçlü bir konuma yükselt­miştir.

Türk yönetim tarihinde kurul halinde toplanarak karar alan siyasi organlara her dönemde rastlanır. Divan, şura, ya da kurul­tay adı verilen bu organlar zamanla bağım­sızlık kazanarak, üyeleri halk tarafından se­çilen bir parlamentoya dönüşememiştir. Türkiye'nin günümüzdeki anlamda ilk par­lamentosu 1876 Anayasası ite kurulmuştur. 1876 Anayasası'nda padişah, hem hüküme­te karşı, hem de devletin siyasi hayatına yeni girmiş olan parlamentoya karşı üstün­lüğünü korumuştur. Gerçi parlamentonun her iki meclisinin ve bakanlar kurulunun kanun teklif etme yetkisi vardır. Ama tek­liflerin görüşmeye alınması ve görüşülüp kabul edilen kanunların yürürlüğe girmesi, padişahın onayına bağlıdır. Vekiller heyeti (bakanlar kurulu) doğrudan padişaha bağlı­dır. Sadrazam ve vekiller padişahın iradesi ile göreve getirilir, yine onun iradesi ile gö­revden uzaklaştırılırlar. Bakanlar kurulu­nun göreve gelirken parlamentodan güven oyu alması, görev sırasında da denetlenme­si ve güvensizlik oyu ile düşürülmesi söz konusu değildir. Parlamenter sistemin en Önemli özelliği, yasama yetkisinin seçimle oluşan bir parlamentoya ait olması ve hükümetin parlamentoya karşı sorumlu olması­dır. 1876 Anayasası'nda, yasa önerilerinin görüşülmesi padişahın uygun bulmasına bağlı olduğu gibi, hükümet de sadece padi­şaha karşı sorumludur. Padişahın bu kadar güçlü olması, gelişmiş parlamenter sistem­lerde görülen "sembolik devlet başkanlığı" ile bağdaşır nitelikte değildir.

1876 Anayasası'nda 1909'da yapılan de­ğişikliklerle padişahtan izin almaksızın ya­sa teklif etme hakkı elde eden meclis güçle­nerek, padişahtan bağımsız kişilik kazandı. Artık yasama faaliyetleri padişahın isteğine göre değil, seçilmiş temsilcilerin iradesine uygun olarak yerine getirilecekti. Gerçi devletin başı olan padişah aynı zamanda yürütmenin de başıydı, fakat padişahın yet­kilerinin İçeriği azaltılarak yürütme görevi hükümetin eline geçmişti. Hükümet ise doğrudan padişaha bağlı olmayıp, meclisin güvenini alarak göreve başlıyor ve görev sı­rasında sadece meclise karşı sorumlu olu­yordu. 1909 değişiklikleri, parlamentoyu gerçek anlamda bir yasama organı haline getirdiği, yürütme yetkilerini padişahtan alarak, parlamentonun denetiminde çalışan bir hükümete devrettiği için, siyasi rejim önemli ölçülerde parlamenter nitelik ka­zanmıştır. Parlamenter sistemin bir gereği olarak da yasama ve yürütme organları ara­sında karşılıklı denge sağlanmıştır. 1921 Anayasası'nda, "hakimiyet yetkisinin ka­yıtsız ve şartsız millete ait olduğu ve bu yet­kinin millet adına Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kullanılacağı" belirtili­yordu. Millet iradesini temsil eden en üstün organ olarak meclis, "yasama", "yürütme" ve "yargı" yetkisini elinde toplamıştı. Mec­lis kanunları yapıyor, kendi üyeleri arasın­dan seçtiği vekiller heyeti eliyle yürütme yetkisini kullanıyor, meclis başkanı ayni zamanda vekiller heyetine de başkanlık edi­yordu. Kuvvetler birliği ve meclis hüküme­ti sisteminin gereği olarak, yasama organı­nın üstünlüğü açıkça kabul edilmiştir. An­cak dikkati çeken nokta yetkilerin meclis­ten çok meclis başkanında, yani hem yasa­manın, hem de yürütmenin başı olan kişide toplanmış olmasıdır. Meclis başkanının bu kadar fazla yetkilerle donatılmasının mec­lis hükümeti sisteminden çok, uygulanmak istenen şeflik sisteminin bir gereği olduğu söylenebilir.

1924 Anayasası'nda yürütme organı, ya­sama organından belli Ölçülerde ayrılmış, fakat bağımsız bir organ niteliğini kazan­masını sağlayacak yetkilerle donatılma-mıştir. Bu nedenle kurulan siyasi rejimin "meclis hükümeti sistemi" ile "parlamenter sistem "in bir karışımı olduğu kabul edilir. Yasama ve yürütme yetkilerinin parlamen­toda toplanması, egemenlik yetkisinin mil­let adına meclis tarafından kullanılması "meclis hükümeti sistemî"ne; yürütme yet­kisinin cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu tarafmdn kullanılması, meclisin hükümeti denetleyip gerektiğinde düşürebilmesi ise "parlameter sistem "e yaklaşan özellikler­dir. Buna rağmen, 1924 Anayasası döne­minde, Önceleri parlamento yürütmeye kar­şı daha üstündür. Demokrat Parü'nin mecli­se hakim olmasından sonra bu güç ve üstün­lük yürütmeye geçmiştir.

1961'den önceki Türk anayasa geleneği­nin temel özelliği, anayasanın yapılışı sıra­sında dünyanın her yerinde aranan "denge" konusu bir yana bırakılarak, bütüncül bir egemenlik anlayışı ile parlamentonun ulu­sal egemenliğin tek ve hakim temsilcisi sa-yılmasıdır. Bu durum ulusal iradenin parla-

mento çoğunluğu ile karışmasına, daha doğrusu iktidar çoğunluğunun kendisini ulusal iradeyle bütünleştirmesine yol aç­mıştır. 1924 Anayasası'na göre parlamento, "miletin yegane ve hakiki temsilcisi" olarak egemenlik hakkını milet adına kullanan tek organdır. 1961 Anayasası'nı hazırlayanlar, 1924 Anayasası'nm bütüncül egemenlik anlayışına tepki olarak, genci oyla gelen ve meclis çoğunluğuna dayanan iktidarın gü­cünü çoğulcu ve özgürlükçü bir toplum an­layışı ile sınırlama yoluna gittiler. Böylece parlamento, egemenliği millet adına kulla­nan tek organ olmaktan çıkarılarak, Milli Güvenlik Kurulu, Anayasa Mahkemesi, Üniversiteler, TRT, DPT ve benzeri organ­larla egemenliği anayasada gösterilen esas­lara uygun olarak kullanan organlardan biri durumuna getirildi.

Nasıl ki 1961 Anayasası, meclis çoğun­luğunun kendisini ulusal irade ile bütünleş­tirerek, azınlıkta kalanları ezmesine bir tep­ki ise, 1982 Anayasası da meclisi ve hükü­meti güçsüzleşürerek devlet otoritesinin sarsılmasına tepkidir. Bu nedenle 1982 Anayasası, her şeyden önce devlet otorite­sini amaçlayan ve bu otoriteyi sağlayacak olan yürütme organını güçlendiren bir ana­yasadır. Danışma Meclisi Anayasa Komis-yonu'nun gerekçesinde yürütmenin güçlen­dirilmesinin nedenleri açıklanmıştın "1961 Anayasası yürütmeyi bütün faaliyetlerinde yasamaya bağlı bir kuvvet olarak düzenle­mişti. Halbuki, modern devletin yürütme kuvveti, onun beyni, hareket gücünün kay­naklandığı motorudur. Bu nedenle, 1961 Anayasası'nda olduğunun aksine yürütme, yasamaya tabi bir organ olmaktan çıkarıla­rak, her iki kuvvetin devlet faaliyetinde eşitlik içinde işbirliği yapmalarını öngören

parlamenter sistem bütün gerekleriyle uy­gulamaya konulmuştur. Yürütme 1961 Anayasası'nda olduğu gibi bir "görev" ol­maktan çıkarılmış ve gerekli yetkilerle do­natılarak, kanunların kendisine verdiği gö­revleri yerine getiren bir kuvvet olarak dü­zenlenmiştir. Türk siyasi rejiminin, klasik parlamenter sistemle bağdaştırılamayacak yönü ise, yürütmenin sorumsuz kanadım oluşturan cumhurbaşkanının gereğinden başka yetkilerle donatılmasıdır.

Şükrü KARATEPE