RÖNESANS

 

Rönesans, kelime olarak "yeniden do­ğuş" anlamına gelmekle birlikte, zamanla ve günümüzde belli bir alanda değil birçok alanlarda gerçekleşen, yenilenerek meyda­na gelen doğuşu veya oluşumu ifade etmek­tedir. Gerçekten Rönesans kelimesi belli bir tarihte ve belli alanda farklı düşünme ve davranışı anlatırken, XVIII ve XIX. yüzyıl­larda daha kapsamlı tanımlamalara konu olacaktır. Yine Rönesans önceleri Ortaçağ Hıristiyan dünya görüşü ve özellikle Sko­lastik düşüncenin muhteva, yöntem ve nite­liğine temelde karşıt bir düşünce, sanat ve yöntem biçimini ifade ederken sonradan bu tutumun kabul edilmeyerek yeniden (anım-lanması yapılacaktır.

Rönesans, ortaya çıkması ve etki mey­dana getirmesi bakımından yaklaşık XIV. yüzyıldan başlayıp XVII. yüzyılın başına kadar devam eden bir süreyi kapsamakta­dır. Önceleri sanat ve edebiyat alanında başladığı kabul edilen Rönesans, bu alana ait yeni bir hareket veya akım gibi değerlen-dirilmişse de, sonraki yüzyıllarda özellikle uygarlık (civilisation) teriminin bilimsel ve disiplin kimliği kazanmasına eş olarak bir düşünce, külLür ve uygarlık sistemi muhte­vası kazanacaktır. Bu bağlamda Röne­sans'ın kaynaklan ve bunlara dayalı olarak oluşturulan uygarlık sistemi, aynı zamanda dünya görüşü niteliğinde algılanacaktır.

Bunun içindir ki, Rönesans'ın kaynaklan tarihi gelişimi ve geçirdiği değişmeler gü­nümüzde bile önemini koruyarak yeni tar­tışmalara kaynaklık edebilmektedir. Mic-hlet gibi tarihçilerin, Jacob Burckhardt gi­bi kültür ve sanat tarihi araştırmacılarının, Rönesansın bir uygarlık sistemi, dolayısıy­la bir dünya görüşü çerçevesine oturtulma-sındaki önemli kalkılan Özellikle belirtil­melidir.

Rönesansın oluşumunda Hümaniz-ma'nm hazırlayıcı ve belirleyici etkisi ke­sindir. Bunun içindir ki Hümanizma'nın XIV. yüzyılın sonunda kendini duyurmaya başlayan etkisiyle XV. yüzyılda belirgin hale gelen muhtevası Rönesansın hazırlık dönemi olarak nitelendirilmiştir. Gerçek Hümanizma'nın yöntemi, konulan, hedef­leri ve özü Rönesansta da genişleyerek sür­müştür, denebilir. Hatta Hümanizma gide­rek Rönesansın vazgeçilmez bir unsuru, te­mel bir niteliği şeklini de kazanacaktır. Öy­le ki, Rönesans düşüncesi Avrupa'nın çeşit­li bölgelerinde farklılaşan nitelikler kaza­nırken, Hümanizma tersine ortak bir bilince dönüşecektir ve XX. yüzyılda bile Batı uy­garlığının, biçimsel de olsa devamlı savun­duğu bir ilke boyutunda tanımlanacaktır.

Kısacası Hümanizma'nın muhteva ve ni­teliği dikkate alınmadan, en azından belli bir döneme kadar Rönesans'ın özü açıklıkla kavranamaz. Aynca Batı kültür tarihinde ikinci bir Rönesans gerçekleştirilmemiş ol­masına rağmen, Hümanizma'nın kapsamı­nın sınırları genişletilerek ve nitelikleri değişik alanlara uygulanarak yeni hüma-nizmalar ortaya konulmaya çalışmıştır. Özetle Hümanizma, dolayısıyla Rönesans kavramları üzerinde zaman zaman açılan tartışmalar, bu kavramların özünün kesinlikle sınırlandırıcı tanımlamalara kavuştu­rulamadığını, tartışma dönemlerine göre görece bir içerik taşıdığına işaret sayılmalı­dır. Böyleyken Hümanizma ve Rönesans olgularının belirgin ve genel kabul görmüş niteliklerinin bulunduğunu belirtmek ge­rekmektedir.

Rönesans terimi bu bakımdan biri dar, Öteki geniş iki anlamda tanımlamayı zorun­lu kılmaktadır. Dar anlamında Rönesans "Antik çağ üzerindeki incelemelerin yeni­lenmesi, yeniden doğması" olarak tanım­lanmaktadır. Görüldüğü gibi bu tanım açık olmadığı gibi, maksadı da tam olarak ortaya koymaktan uzaktır. Eğer bu tanımla yetini-lecek olursa Orta Çağ Skolastik düşüncesi, hatta İlk çağın son dönem düşünceleri, me­sela İskenderiye okulu düşüncesi de Röne-sansın kapsamı içinde mütalaa edilmelidir. İslam düşüncesi de belli bir dönemde Antik Çağ üzerinde durmuş ve önemli görüş ve anlayışların ortaya konulmasını gerçekleş­tirmiştir. Dolayısıyla Rönesans ile ilişkilen-dirilmesi yoluna gidilmelidir. Oysa böyle bir akıl yürütme doğru olmadığı gibi amaca da uygun düşmez. Gerçi İslam düşüncesi, Rönesans'ın oluşmasında Önemli bir etkide bulunmuştur, ancak bu etki bütünüyle farklı düzlemde incelemeye konu edilebilir ve mutlaka edilmelidir de. Öte yandan, Batı Orta Çağ Skolastik düşüncesi hiçbir zaman Antik Çağ felsefesinden uzak kalmamıştır. O halde Rönesans'ı dar anlamında tanımla­mak yeterli olmamaktadır.

Geniş anlamda Rönesans ilk çağ ile orta çağ kültürel birikiminin yeni bir biçimde oluşturulması ve yeni bir insan anlayış ve yorumunun tarih alanına çıkmasıdır. Bu an­lamda Rönesans, Orta Çağ ve yeni çağlar arasında gerçekleştirilen ilişki nedeniyle bir geçiş dönemi olma özelliğini de dışa vurmaktadır. Gerçekten Rönesans dönemi orta çağın belirli özelliklerine karşı oluşan tepkiyle birlikte yeni çağın yönünü gösterir. Ancak orta çağdan bütünüyle de koptuğu söylenemez. Aynı şekilde yeni çağın özel­liklerini, en azından Öz halinde barındır­makla birlikte hazırlayıcı bir ortam olma ni­teliği taşır. Bu bakımdan Rönesans dönemi kendine Özgü dünya görüşleri, değerler sis­temi, bunlara dayalı kurumlan olan iki dün­yadan birinin sönmesini, çözülmesini, öte­kinin ise doğuşunu ve kuruluşunu bir kesiş­me noktası gibi yansıtır. Nitekim Orta Ça­ğın düşüncenin belli alanlarında etkisi sü­rerken, aynı zamanda Orta Çağa tepkilerin ve oluştuğu ve açıkça ortaya çıktığı görülür. Ayrıca Rönesans bir geçiş dönemi olmak bakımından canlı, coşkulu, insanın, eşyanın ve dünyanın yeniden tanınması, bilinmesi ve keşfi hususunda alabildiğine bir merakı ve heyecanı kapsar.

Rönesansın bir geçiş dönemi olma özel­liği, onu mekan, ortam ve şartlar yönüyle Avrupa düşünce tarihi içinde özel bir konu­ma yerleştirmeyi gerekli kılmaktadır. Rö­nesansın mekan veya ortamı Latin-Cerman İnsan, toplum ve ülkelerin sınırlandır ve gerçekleşmesi de bu ortamda oluşmuştur. Sözgelimi Doğu Roma, yani Bizans ve onun kültürel mirasına sahip olma duru­munda bulunan Slav toplumları Rönesans kültürünün oluşmasında etkili olmadıkları gibi, ancak çok sonraları bu kültürü almaya çalışacaklardır.

Burada tarihçilerin ısrarla naklettikleri bir olguya dikkat çekmek gerekmektedir. O da, Rönesans'ın İtalya'da ortaya çıkmasında önemli bir nedenin, Türklerin 1453'te İstan­bul'u fethetmeleriyle, Bizans devletinde yaşayan düşünür, bilim adamı ve sanatçıların italya'ya göçetmeleridir. Bu göç nedeniyle Rönesans dönemi arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğu söylenmek istemektedir. Fakat burada, üzerinde düşünüldüğünde temel çe­lişkiler hemen ortaya çıkmaktadır. Eğer Bi­zans devleti, Türklerin 1453'te İstanbul'u fethetmelerinden önce, düşünce, bilim ve sanat alanında güçlüyse, kültürel birikim canlı ve yetkin bir scviyedeyse, bunun etki-sinin güçlü bir şekilde kendini duyurması gerekirdi. Oysa Bizans Devleti, değil İstan­bul'un felhi sırasında, çok öncelerden beri kültürel bakımdan belli bir özellikte gözük­memektedir. Yani yeni bir dönemi hazırla­yıcı, başlatıcı bir kültürel birikimin varlı­ğından söz etmek zordur. Kaldı ki Batıya, İlalya'ya göç eden Bizanslıların düşünür ve bilim adamı olmaktan çok belli seviyede Hıristiyan teologu oldukları düşünülmeli­dir. Trabzonlu Basilius Bessarion (1403-1472) ile hocası Gemistos Georgios Plet-hon Bizanslı teologlar içinde Önde gelenler­dir. Temel çalışmaları Platon ve Yeni Pla-tonculuk ile Aristotelesçiliğın Hristiyan inancıyla bağdaştırılmasıdır. Ayrıca Bessa-rion'un İstanbul'un fethinden önce Roma'ya gittiği de bu arada belirtilmelidir. Fakat Bi­zanslı teolog ve bilginlerin, İtalya'da uyan­maya başlayan Antik Çağ hayranlığının ih­tiyaç duyduğu yunanca metinleri sağlama­ları ve yunancanın öğrenilmesinde önemli katkılarının bulunmaları dikkate alınmalı­dır. Sadece bunların Rönesansı hazırlamış olduğu şüphesiz söylenemez. Bessarion'un Floransa'da kurduğu Platon Akademisi'nı de bu çerçevede görmek gerekir. Çünkü başta ttalya olmak üzere, Avrupa'nın bazı ülkelerinde bilimi, sanatı ve düşünceyi des­tekleme ve koruma merkezleri zaten oluşmaya başlamıştı. Demek ki, Türklerin is­tanbul'u fethetmeleriylc göç eden Bizanslı düşünür ve bilginlerin Avrupa'da Rönesan­sı hazırladıkları iddiası pek gerçekçi değil­dir. Üstelik Doğu Hıristiyanlığı, bu arada Bessarion da Roma Katolik Hristiyanli-ğı'yla birleşmeyi hiçbir zaman istememiş­lerdir. Bu İddia Türklerin ve Müslümanla­rın bilim ve düşüncenin değerini takdir et­mekten uzak kaldıklarının dolaylı yoldan ifade edilmesi maksadını taşır görünmekte­dir. Bu bakımdan da gerçekle ilintisinin bu­lunduğu kabul edilemez.

Öle yandan Rönesans'ın başlangıç tarihi de, tarihçilerin ileri sürdükleri gibi belli bir tarihi olaya dayandırılamaz. Bu düşünce ta­rihinin, belli bir düşünce etkinliğinin ortaya çıkışı ve bitişinin tarih biliminin öngördüğü kıstasla açıklamasının yanıltıcı olmasıyla ilgilidir. Bu bakımdan Rönesans İtalya'da belli bir mesafe katcünişken, Kuzey ülkele­rinde, özelle Fransa'da, Almanya veya Hol­landa'da henüz başlamıştır. Aynı şekilde Rönesans'ın çeşitli sanat, bilim, yaşayış tarzları gibi alanlarda etkisini duyurması da değişik zamanlarda gerçekleşmiştir. Söz­gelimi sanat ve bilim alanında ortaya çıkan gelişmeler etkili olurken, ekonomik ve po­litik alanlarda henüz etkili olmaya başlaya­bilmiştir.

Bu açıklamalar gözönüne alındığında Rönesans'ın hazırlayıcı nedenlerinin XIII-XIV. yüzyıllarda oluştuğu söylenebilir. Bu noktada İslam düşünce ve biliminin etkisi sözkonusu edilmelidir. Gerçekten Ortaçağ skolastik düşüncesinin mahiyet ve yönte­minden farklı bir etkinin ancak Rönesansı hazırlayabileceği, bu etkinin de ancak İs­lam düşünce birikiminden kaynaklanabile­ceği doğal olarak ileri sürülebilir. Bunu biHm alanında gözlemleme* mümkün olduğu gibi, teorik düşünce ve felsefe konularının kapsamının genişlemeye başlamasıyla be­lirtmek de mümkündür. Çünkü İslam dü­şüncesi Skolastisizmi kendi içinde kapsam ve yöntemi açısından sararken, Rönesans ile yeniden anlaşılmaya başlanacak Avrupa kültürünün asli kaynağı olan Antik kültü­rün yeniden keşfini ve yorumunu da getire­bilecektir. Skolastisizmin son dönemi, yani sönüş dönemi filozoflarında ve onların ko­nulan ele alış tarzlarında bu durumu gör­mek mümkündür. Nitekim Rönesans düşü­nür ve düşüncesinin çelişkili niteliği burada bir ipucu verebilir gözükmektedir.

Bundan önce hazırlayıcı olarak Nomina­lizmi anmak yerinde olur. Nominalizmde tümellerin (külli, universalia) değil de, tek tek şeylerin gerçek olduklarını, dolayısıyla tek tek varlıkların bir gerçekliği söz konusu olduğundan, bilginin kaynağı da deney ol­mak gerekir. Bilginin kaynağı deney kabul edildiğinde ise, ne Tanrı'yı, ne ruhu, ne de evreni sadece akılla açıklamak mümkün olamaz. Aynı şekilde Tann, ruhun varlığı, evrenin yedi günde yaratılmış olduğu gibi inanç esaslarını da dinin, yani Hristiyanlı-ğın doğmalarına dayandırmak ve isbat edil­melerine çalışmaksızın bir inanç olgusu olarak benimsemek gerekmektedir. Böyle­ce Rönesans düşüncesinin doğuşuna doğru önemli bir adım Nominalizm tarafından atılmış olmaktadır. (Bkz. Nominalizm).

Rönesans düşüncesinin oluşumunda Skolastik felsefeye karşı başlatılan tepkinin hedefi, bu felsefeyle özdeş kabul edilen Aristoteles ve Aristotelisçilik olacaktır. Gerçi Skolastik felsefenin oluşumunda Pla­ton ve yeni platonculuğun etkisi bulunmak­la birlikte, skolastiğin yükselme ve sistemlere dönmesinde Aristotalcs klavuz rolü oy­nayacaktır. Fakat bu dönem Aristotales fel­sefesi gerçek Aristoteles'in düşüncelerine dayanmıyordu. Gerçek Aristoteles'in ve eserlerinin tanınması ancak XII. ve XIII. yüzyılda Müslüman düşünürlerin, özetle Farabi, İbni Sina, İbni Rüşd vb. lanıtma ve yorumlarıyla yeniden keşfedilmeye başla­nacaktır. Buna rağmen Aristotales felsefesi adı altında Platon ve Yeni Platoncu unsurlar belli oranda etkili olabileceklerdir ki, Röne­sans'ta bu etkiyi bir süre izlemek mümkün­dür. Arİstolclesçi skolastiğin dogmatik an­layışına karşı Plalon'un adı etrafında yeni bir akım belirmeye başladı. Cosimo Medi-ci'nin sarayına 1438'dc, Platon'un coşku de­recesinde hayranı olan ve bütünüyle Doğu Hristiyanliğinin zihniyetini taşıyan Geor-gios Gemistos Plethon (1355-1450) gelerek bir Plathon Akademisi kurmaya Cosimo Mcdici'yi ikna eder. Cosimo'dan sonra Me-dici ailesinin temsil eden Lorenzo Medici ve Juliano Medici dönemlerinde Floran-sa'da sözkonusu Akademi etkinlik sağla­maya başlar. Platonculann bir toplanma mekanı olan Akademi sadece İtalya'da de­ğil, bütün Avrupa'nın bilim çevrelerine Pla­ton üzerine ortaya çıkan incelemeleri yay­gınlaştırmaya başlar. Plclhon'un öğrencile­ri arasında, Özellikle Trabzonlu kordinol Basilius Bessarion (1403-1472), Akademi­nin müdürü, Platon ve Plotinus'un eserleri­nin laünceye çevrilmesinde başarılı olan Marsilius Ficinus vardır. Fakat bunlarda Yeni Platonculuğa karşı aşın bir düşkünlük de sözkonusuydu. Bu tutum Picodella Mi-randola (1463-1494)'da, Alman hümanisti Reuchlin (1544-1522) ve Nctlesheim'li Ag-rippa'da daha yoğun görülmekle birlikte ay­nıca Yahudi kabbalacilığından gelen unsurkırla da karıştırılmıştı.

Bunun yanında İtalya'da Padua Üniver-sitcsi'ndeki Aristotclcsçilcr, bu platoncula-rın etkilerinden kendilerini alıkoymuyor­lar. Öyle ki, Aristotelesçi skolastik yorum­cuları küçümsüyorlar, eski Yunanlı yorum­cuları örnek almaya çalışıyorlar.

Skolastiklerin aksine Aristoteles'in Me­tafizik ve Fizik'i yerine bilgi teorisini ve Özellikle de psikolojisini, ruh öğretisini tar­tışıyorlar. Hatta Aristotelesçiler başlıca iki gruba ayrılıyorlar: İbni Rüşdçülcr ve Afro-disiash İskcndcrciler, İbni Rüşdçüler, İbni Rüşd ile Aristoteles'in panteist yorumuna eğilim gösterirlerken, İskenderciler daha çok natüralist yorumuna yöneliyorlar. Fa­kat her iki grub ruhun ferdi ölümsüzlüğünü reddederken, İbni Rüşdçüler ruhun akleden kısmının ölümden sonra küllü evren ruhuna döneceğini ve böylece ölümsüz olduğunu savunuyorlar. İskendcrci yorumu, Engizis­yonun kararıyla yakılan "Tractatus de im-mortalitate animae: Ruhun ölümsüzlüğü hakkında" ki eseriyle en başarılı şekilde temsil eden Petrus Pomponatius (Pictro Pomponazzi, 1462-1524)'dur. O ferdi ru­hun ölümsüzlüğünün inkar edilmesinin hiç­bir zaman ahlakî tehlikeye düşürmeyeceği­ni, tersine gelecektesi Ödül ve cezalandır­mayı dikkate almadan iyiliğin iyilik olarak yapılmasını sağlayacağını ileri sürer. Başka eserlerinde Pomponalius mucize anlayışını ve irade özgürlüğü sorununu tartışır. Porta (Ölümü: 1555), Scaliger (1484-1558), Fer-rare ve Padua'da profesörlük yapan Cre-monini (1552-1631), Padua'da profesör olan ZabareHa (1533-1589), ruh konusunda olduğu gibi Pomponatius'un "liberal" Aris-totelesçilİğini XVI. yüzyılı boyunca sürdü­receklerdir.

Öte yandan Napoli'de Acadcmia Telesi-ana veya Coscnlina isimli okulun kurucusu Coscnza'h Bernardino Tclesio (1508-1588) ve (dil ve edebiyat) hem Paracel-sus'un ve Cardanus'un gizli bilimiyle yetiş­miş olanlar, kozmolojik görüşlerinde Ionia ekolünün doğa felsefesine yaklaşırlar. Tc-lesio'nun etkisini Giordono Bruno ve Fran-çis Bacon taşıyacaklardır.

Böylece İtalya'da Antik kültüre karşı uyanan ilgi ve araştırıcı zihniyet yeniden Aristoteles'i, Plotonu, Parmcnidcs ve Em-pedoklcisi güncelleştirirken, Kuzey ülkele­rinde, özellikle Fransa ve Almanya'da, Michcl de Monlaignc (1533-1592), Picrrc Charron (1541-1603), François Sanchcz (Ölümü: 1632), Lamothe-Levager (1586-1672), Pyrrhonizmi, Kuşkuculuğu, Justus Lipius (1547-1606) ve Kaspar Schoppc (1576-1649), Ciccro ve Seneka aracılığıyla Stao felsefesini, Pierre Gassendi (1592-1655) atomculuğu yenilemeye girişecek­lerdir. Özellikle Lorenzo VaJIa (1408-1457)'nin önderliğinde Skolastiğin biçim ve anlatım tarzına karşı ciddi ve küçümse­yici bir akım oluştu. Bu akım işlenmiş bir-dil, kavramcılık yerine objenin, gelerek ye­rine de bağımsız eleştirinin konulmasına çaba gösterecektir. Nitekim Valla'mn İncil çeviri ve araştırması Yeni Çağ reformunun önemli unsurlarından biri olacaktır.

Bütün bu gelişmeler Antik kültürün ye­niden keşfiyle birlikte yeni bir insan, anla­yışında odaklaşacak oradan tabiatın yeni bir bakış açısı ve yöntemle incelenmesine yönelecek, bilimlerin yöntem açısından ve araştırma bakımından kurulmasını sağla­yacak, toplum, siyaset ve devlet olgularının tartışılmasında yeni görüşlerin oluşmasını hazırlayacaktır. Keza din ve ahlak alanındada yoğun tartışmalar bütün bu gelişmelerle bağlantılı olarak gündeme gelecektir. Bu arada açık denizlere yönelmek başta olmak üzere dünyanın dön bir yanma yelken açan gemiler yeni keşiflere neden olurken, eko­nomik alanda da Avrupa'nın hızlı bir geliş­me döneminin kapısını aralıyacakUr.

Antik kültürün yeniden özümlcnmesiy-1c Rönesansta ortaya çıkan ilk sorun "insan sorunu" olmuştur ki, bunu Hümanizm ola­rak tanımlıyoruz. HaVla Rönesans dönemin­de oluşmaya başlayan dünya görüşünün ilk ve birinci derecede önemle dayandığı temel Hümanizma'dir. Skolastiğin bütünüyle karşıtı bir şekilde Hümanizma kilise dışın­da bulunan kültür adamlarınca oluşturuldu. Yunan-Roma düşünür, bilgin, edebiyat ve sanatçılarından ilham alarak yeni bir insan prototipini tanımlamaya çalışanlar, Özetle Danle, Pctrarca, Boccaccio'nun önderliğin­de Gianozza Monetti, Leonardo Bruni, Marcilius, Ficinus, Picodella Mirandola, Lorenzo Valla, Coluccio Salutati'de temsil­cilerini buldu. Erasmus, Montaigne, Tho-mas Moree, François Rabelais, Miguel de Cervantes, Christopher Marlovve vb. Hu-manizma'yı çeşitli alanlarda yaygınlaştırıp tartıştılar. Orta çağ Skolastiğinin fert olarak insanı tanımayan anlayışına karşılık Röne­sans ferdi temel olarak insan anlayışını bu doğrultuda konumlandırmak istiyordu. Fert olarak insan, skolastikte olduğu gibi, ilk günahın kefaretini ödemek, pahasına eş­yadan, dünyadan, evrenden ve hatta kendi kendisinden soğutlanmıyor, tersine bunlar ile kurulması gerekli ilişkiyi yüceltiyordu. Dolayısıyla eşyayla, dünyayla ve insanın kendi kendisiyle kurduğu bu yüce ilişki ay­nı zamanda onu da yüceltecekti. Çünkü in­san tek yanlı algılanmış bir arınmayla ruhsal ve ahlakî yücelmesini gerçekleştirmez. Onun için beden ile ruh ilişkisinde sağlana­cak denge her ikisinin de değerli oldukları­nın bilincine varmayı şart koşmaktadır. Gerçeklen Rönesans sanatında olsun, ede­biyatta olsun, bilim ve felsefede olsun insan bedenini mükemmel ölçüler, görkemli tas­virler doğal ve tutkunlu duyguların aydın­lattığı ve yücelttiği bir varlık şeklinde orta­ya konur. İnsanın istekleri, tutkuları, sko­lastiğin aksine, baskı altına alınıp engellen­me yoluna gidilmeyerek doğal ve özgür bir biçimde dışa yansıtılmaya ve etkinliği vur­gulanmaya çalışır. Böylece yeni bir insan, yeni bir değerler sistemi, farklı bir ahlâk ve evren anlayışı Hümanizmanın oluşumunu tamamlar. Bu insan, ferdiyetçi olduğu gibi, akılcı ve yaşama sevinciyle doludur. (Bk. Hümanizma)

Rönesans Hümanizmasımn getirdiği anlayış, insanın doğayı ve evreni yeni bir gözle görmesine yol açar. Gerçekten Hü­manist yazarların ortak Özelliği, amaçladık­ları bu yeni insanın doğaya karşı tutuklu yö­nelmesinde kendini gösterir. Bu da doğa felsefesi ve doğa bilimlerinin gelişmesinde temel oluşturur.

Rönesansta doğa felsefesi ve bilimleri, doğanın, nesnelerin, evrenin ve bunlarla ilişkili olayların anlaşılmasında ve yorum­lanmasında bütünüyle karşıt bir dünya gö­rüşünü ileri sürme imkanı verecektir. Orta çağ skolastiğinde doğa, kutsal olmayan, de­ğer bakımından aşağı olan bir alandır. Onun için insanın doğal yapısı ve özellikleri or­tadan kaldırılmak istendiği gibi, genel ola­rak da doğa aşağı ve hor görülen, insanlık dramının geçtiği bir sahne olarak algılan­mıştır. Bu anlayışın temelinde Aristoteles fiziği ve Ptolcmaios kosmolojisiyle Kutsal

Kitabın öngördüğü bazı doğmalar ve Gale-nos'un tıb bilgisi vardı. Aristotelesin fizik veya doğa görüşünde gökyüzü cisimleriyle yeryüzü cisimlerinin Öz bakımdan ayrılığı sözkonusudur. Gökyüzü sonsuz yeryüzü sonlu bir dünyadır; birincisinde hareket de sonsuz ve daire şeklinde, ikincisinde hare­ket sonlu ve doğru çizgi şeklindedir. Aristo­teles'in fiziğini kozmolojisine temel alan Ptolemaios'a göre dünya hareketsiz olup güneş, ay vb. gibi gök cisimleri dünyanın etrafında dönerler. Ayrıca her gök cisminin hareketi kendine göredir, dolayısıyla evren­de sayısız dünyalar vardır. Orta çağ skolas­tiği Aristoteles-Ptolemaios görüşüne dinsel bir kimlik kazandırarak Kutsal Kitab'a uy­gun yorumlarla desteklemiştir. Hatta top­lumsal yapının, yani Feodalitenin varlığını da bu anlayışa dayanarak değişmez ve kut­sal ilan edecektir.

Rönesans doğayı, sırlarla dolu ve araştı­rılarak bu sırlarının keşfedilmesi gereken bir dünya kabul eder. Doğanın bilgisini elde edilmesi, sırların keşfedilmesi insanı güçlü kılacağı gibi, aynı zamanda bilgelik derece­sine de yükselecektir. Aynca, doğa, tek bir esas gücün oluşturduğu canlı, dinamik bir birliğin ifadesidir ve sonsuzdur. Sonsuz olan doğa, sonsuz olan Tanrıyla Özdeş hal­de kavranılmaya çalışılacaktır. Ficino ve Mirandola, insandaki sonsuzluk duygusu­nu, insan ruhunun ölümsüzlüğüne delil gös­terirken bu görüşten hareket ediyorlardı. Doğanın ve evnenin sonsuzluğu ve birliğini Giordano Bruno, Kopernikus değişik yönlerden ifade etmeye çalışırlar. Fakat on­dan önce doğayı, skolastikten farklı bir şe­kilde yorumlayan Alman filozofu Nicolaus Cusanus başlayacaktır. Bir geçiş dönemi düşünürü olan Cusanus skolastik mistisizmiyle Rönesansın yeni doğa bilgisi ve matematiğin ilk başlangıçlarını birleştirir. Ona göre Tanrı ile doğa aynı şey değildir, çünkü Tanrı'da karşıtlar birleşmişken, do­ğada zaman ve mekan içinde ayrılmışlardır. Doğa, Tann'da tam bir birlik halinde birleş­miş olanın bir evrimidir. Böylece Cusanus doğa konusunda "evrenin ilerleyen bir ev­rim süreci olduğu" düşüncesiyle hareket kavramını ortaya atar. Sonsuzluk kavramı da sonsuz değişmeler ile algılanacaktır ki, bu bilginin göreceli olduğu sonucuna ula­şır, Ayrıca Cusanus gök ve yer arasındaki yapı ayrılığının ortadan kaldırılmakta, bun­lar için aynı kanunların ve şartların hüküm sürdüğünü ve doğanın dinamik bir birlik ol­duğunu ileri sürecek, en azından Rönesan­sın bu konuda ortak bir ilkesine işaret ede­cektir. Doğanın dinamik birliğinin araştırıl­ması, ana-kuvvetlcrinin bulunmasına, bu da doğaya hakim olunmasını gerektirecek­tir. Fakat doğaya hakim olma, ilk zaman­larda sihir yoluyla elde edilmeye çalışacak­tır. Büyük evren (makrokosmos)'in araştı­rılması ve bilgisinin elde edilmesi, küçük evren (mikrokosmos) yani insanın da araş­tırılması ve tanınması demektir.

Bu anlayışı, özel adı Thcophrastus Bom-bastus von Hohenheim (1493-1541) olan Paracelsus'da görmek olasıdır. Ona göre doğa biliminin temeli tiptir. Çünkü insan bedenindeki doğa güçlerini öğrenen hekim, aynısını "Büyük doğa"da bulur. Felsefe de doğa bilgisinden başka bir şey değildir, an­cak bu doğa kitaplardan değil, bizzat canlı doğadaki varlıkların, yani doğanın incelen­mesiyle gerçekleşir. En yüksek bilim olarak tıb, felsefe, astronomi ve teoloji gibi üç te­mel üzerinde kurulur. Her varlıkta içkin olarak bulunan "Archeus" özel ruh ya da

hayat ilkesinin desteklenmesi ve kötü ruh­lardan korunması gerekir. Ayrıca Tanrısal ruh (Vulcanus) olarak nitelenen bir kuvve­tin bütün olarak evrene yayıldığını Parace-lius ileri sürer. İşte önemli olan her şeyin Archeus'unu bilmektir ki, bunu da en iyi he­kim olan kimse yapabilir. Paraceisus'un gö­rüşlerini Hollandalı Johnn Baptist von Hel-mont geliştirecektir. Nettesheimli Agrip-pa'yı da bu arada zikretmek gerekir.

Doğanın tanınması alanında, özellikle deneyci yöntemi de geliştiren Bernardino Telesio'nun Rönesans bilimi ve yönteminin gelişmesinde ayrıca önemi vardır. Doğa an­cak özgür bir şekilde ve sırf deneye dayana­rak araştırılırsa anlaşılabilir. Milanolu Car-dano ve Francesko Patrizzi de Telesio'nun görüşlerini paylaşırlar.

Bu temeller üzerinde yükselen Rönesan-sın doğa felsefe ve bilim anlayışı Kaperni-laus'ta güneş-merkezli monist evren görü­şünde tam ifadesini bulurken, Tycho Brahe, Kepler, Newton gibi doğa bilimcileri ve astronomlarda sistem haline dönüştürüle­rek yeni çağa getirilir. Doğa bilimleri ala­nında yöntem konusunda da Ceonordo da-Vinci, Galilei Galileo ve Francis Bacon da bütünlüğünü sağlar.

Rönesans'ın devlet, siyaset ve hukuk alanında yeni görüşlerin oluşmasını başta Niccolo Macchiavelli olmak üzere Fransız Jean Bodin, Hollandalı Hugo Grotius (Hu-go de Groot), Alman Johannes Althusius, tngiliz Thomas More, italyan Tommaso Campanella hazırlayacaklardır.

// Principe (Hükümdar) adlı ünlü eserin­de Macchiavelli "kuvvet"e dayanan ulusal devlet düşüncesini tartışır. Devlet bir ulusa dayanmıyorsa, yeter gücü de elde etmiş, do­layısıyla kiliseye (Katolik Kilise'sine) bağlı

olması gerekmez. Keza hukuku da kilisenin otoritesinden anndırmalıdır. Devletin ba­şında bulunan kimsenin biricik amacı dev­leti yaşatması ve gücünü arttırması olmalı­dır. Bu amacı gerçekleştirmede, hertürlü araç meşrudur ve din, ahlâk ve hukuk da devlete bağlı olmalıdır, gerektiğinde bunlar da bir alet olarak kullanılabilmelidir. Dev­letler hukuku, uluslararası hukuk kuralları­nın bağlayıcı özelliği Macchiavelli'nin

 anlaşyışında yer bulamazlar.

Six Livres de la republique (Devletin Al­tı Kitabı) yazarı Jean Bodin hükümdarlık (Monarchie) üzerinde durur ve aristokra­siyle demokrasinin iyi yönlerinin karışı­mıyla ortaya çıkacak olan mutlak monarşi­nin en ideal devlet biçimi olduğunu ileri sü­rer. Bu devlet biçiminde vicdan özgürlüğü Önemli bir yer tutar. Toplumun huzurunu amaç bilen bu devlette gücü sınırsız olan hükümdar, ahlâk ve doğal hukuk kuralla­rıyla sınırlıdır ve ancak Tann'ya karşı so­rumludur. Devletin belirleyici özelliği ise hakimiyet (sourerainete)'dir; bölünmez, başkasına devredilemez ve sınırlandırıla­maz.

Grotius De iure belli et pacis (Savaş ve Banş Hukuku Üzerine) adlı eserinde, Stoa felsefesinden gelen pozitif hukuk (ius çivi­le) iîe doğal hukuk (ius naturale) arasında ayrım yaparak, doğal hukuklar devletin te­meli kabul eder. Doğal hukukun kaynağı insan aklıdır ve pozitif hukukun üstünde, onun ideali olmak bakımından bağlayıcı mahiyettedir. Grotius'un bu anlayışı son­raki yüzyıllarda ve Fransız Devrimi dönemi yasalarında etkili olacaktır.

Halkın yüceliği görüşünü ileri süren Jo­hannes Althusius "halk egemenliği düşün­cesini demokratik devlet anlayışının temeli olacak şekilde hazırlar.

îdeal devlet görüşünü Utopia adlı ese­rinde roman tarzıyla anlatan Thomas More ise, bir anlamda sosyalist devlet anlayışının temelini atar. Ancak, bu ideal devlet Pla-ton'un "Devlet" adlı diyalogunun etkisini taşır ve ahlakilik ilkesine dayanır. Campa-nella'nın Civitas Solis (Güneş Devleti) de aynı bağlamda değerlendirilir.Francis Ba-con'ın Nova Atlantis (Yeni Atlantis)i ütopik bir eser olmakla birlikte, devleti bilimsel verilere göre tanımlamayı amaçlar. Bu ve benzer görüşler, Rönesans'ın yeni devlet ta­nımını temellcndirmek isterlerken, toplum­daki üstün otoritesinin tek bir kişinin uhde­sini, monarkın hakimiyetini, kralın veya prensin konumunu ve yetkilerini tartışmaya başlamışlardır. Onun için bu düşünürler Monarchomach'lar, karşıtlarına da anti-monarchomachlar olarak nitelendirilirler.

Monarchomach'ların savundukları gö­rüşler, Machiavell'nin devleti hükümdar ile özdeşleştiren anlayışını aşar niteliktedir. Gerçekten bunlar monarkın sınırsız yetki­lerle donatılmış bir "efendi" olmadığını, bir görevli olduğunu, hakimiyete sahip olan ise halk olduğunu; monarkın belli yetkilerle devleti yönetmek üzere halk tarafından gö­revlendirildiğini, yetkinin kaynak ve sınırı­nı da halkın iradesinden doğduğunu ileri sü­rerler. Yetkinin kötüye kullanılması, sınırın aşılması durumunda, halkın "ayaklanma­sı", yani isyan hakkı doğar. Özellikle İngi­liz aydınlanmasının önderi durumunda olan Locke'da temellendirilen "Direnme Hak­kının kaynağı Monarchomach'ta kadar git­mektedir. Althusius'un önemi burada orta­ya çıkmaktadı. Fransız filozofu Jean-Jacqu-es Rousseau'nun devlet, insan hak ve özgür­lüğü "Genel irade", en iyi yönetim biçimi

konularında ileri süreceği görüşlerini Alt­husius'un görüşleriyle bağlantısı bu bakım­dan önemlidir. Doğal olarak Bodin ile Alt-husuis'un hakimiyet kavramına ve fonksi­yonlarına verdikleri anlam da karşıt tezler olmaktadır.

Rönesans'ın din ve ahlâk konusundaki anlayışı da skolastikten farklı olduğu gibi, bizzat Hristiyanlığın yorumlanmasında, Hristiyan Etik'inin yeniden açıklanmasında farklılık gösterecektir. Din, kilisenin otori­tesi gözönüne alınarak kavranan ve yaşanan bir olgu olmaktan çıkartılacak, bizzat fert­lerin kutsal metinleri anlamaları ve yorum­lamaları gerçek dini yaşantı bakımından tercih edilecektir. Aynca kilise ve ruhbanın dinin esaslarını Tann'yla kui arasında akta­ran bir görev üstlenip üstlenmiyeceği soru­nu yoğun bir şekilde tatışılacaktır. Reform hareketi bu bakımdan Rönesans'ın din ala­nına yansıması şeklinde görülebilir. (Bk. Reform) Rönesans'ın dini kavrayışı da akıl ilkesine bağlıdır. Tann'yı, vahyi, peygam­berliği, semavi belli bir dinin anlayışına gö­re değil, insanın doğasına yani aklına göre tanımlanmaya çalışılır. Bu din anlayışının temeli stoa felsefesine kadar gider ve "do­ğal din" ya da "akıl dinî" şeklinde nitelendi­rilir. Bu din "akim ışiğı"yla kavranan, "ak­lın ışığı"yla ulaşılandır. Bu konuda Jean Bodin ile İngiliz Hcrbert of Cherbury (1581-1648)'nin belirleyici yerleri vardır. Bodin Coüogium Heptapl omares (Yedile­rin Konuşması) adlı eserinde, farklı din­lerden olan yedi kişinin tartışması sonucun­da her bir dinin ancak bir göreve doğru ol­duğunu, kurtuluş ve mutluluğun ancak akıl ve doğa yasası aracılığıyla gerçekleştiğini ileri sürer. Dolayısıyla pagan dinlerin de, vahiy kaynaklı dinlerin de dogmalarına gerek yoktur, insanda doğal olarak bulunan "tek din" buna yeterlidir. Çünkü bütün in­sanlarda bir Tanrı'ya, ahlaki bilince, Özgür­lüğe, Ölümsüzlüğe ve öte dünyada hesaba çekilmeye inanç vardır. Cherbury ise de Veritate (Hakikat Üzerine) adlı eserinde "doğal din" anlayışını temellendirmek ve açıklamak ister. Akıl din alanında yetkili ve bağımsız olduğuna göre vahiy de aklın öl­çüsüne uymalıdır. Her dinin temelinde beş doğru bulunur: En yüce bir varlık, bir Tann vardır; bu varlığa tapmalıdır; bu tapmanın ezası, erdemi gerçekleştiren bir dindarlık­tır, günah ve suçun cezası pişmanlıkla Ödenmelidir, öte dünyada bir ödül ve ceza­nın olacağı beklenmelidir. Bunlara aykırı emirler ve yasaklar hurafe sayılmalıdır. Cherbury'e göre tarihi dinler insandaki bu doğal dini zedelemiş, asliyeüni ahrif et­mişlerdir.

RÖnesansın resim, heykel ve mimarlık, hatta şehircüik alanlarında getirdiği ruh, us-lüb ve anlayış da dayanılan yeni insan anla­yışının bu alanlarda bir yansımasıdır.

Ahlâk bakımından Rönesans, akılcı, in­sanın bedensel istek ve tutkularını yargıla­mayan, hemen her ferdin ahlaki bilincini te­mel alan bir Etik'in oluşturulmasına çalışır. Rönesans döneminde tek bir ahlâk felsefe­sinden değil, birçok ahlak öğretilerine açık ahlâk felsefelerinden söz etmek yerinde olur.

İsmail KILLIOĞLU