Arapça kökenli olup,
bütün varlıkların maliki, yaşatıp terbiye ve idare edeni, yani Rabbi olması
hasebiyle Allah'ın bir 'emr'i,
ya da Emr'inden bir
'emr'idir ki, his ve hareket yönleriyle cismanî, ilim, irade, basiret ve kalb
yönüyle manevî hayatın esası, kaynağı ve kökenidir.
Grekçede
"ruh" anlamına gelen "psuk-he" kelimesi "psukhâ"
fiilinden türetilmiş olup, "solumak" ve "liflemek"
demektir. Kavram olarak terimi Aristotales kullanmış, ondan sonra düşünce ve
bilim disiplinlerinin değişik alanlarında yerleşmiştir. Psychique,
psychiatrie, psyehisme, psychologie, psychopathie gibi. Felsefe tarihi ve
felsefe öğretileri bakımından Sir William Hamillon, terimin birçok dillerde
karşılığını belirterek hemen bütününde ruh deyiminin aynı İnanç kaynağından
doğduğunu savunmuştur. Grekçe'de ruh terimini karşılayan kelimenin nefs ve
hava olduğu anlamına gelmesi gibi, Lâtincede ruh demek olan
"spiritus"un da solumak mastarından lürcüldiği bilinmektedir. Ayrıca
latince ruh anlamına gelen "anima" ve "animus" kelimeleri
de uyutulmak demektir. Bu kelime Grekçe'de "anemos" şeklinde olup
rüzgar ve hava karşılığındadır. İngilizce'de "soul", Almanca'da
"seele" kelimeleri, gotik dilinde "fırtına" demek olan
"saivala" kökünden gelmektedir. Eski İngilizce'deki "ghost"
kelimesi İncil metinlerinde genel olarak ruh karşılığında kullanılmaktaydı.
Almanca'da "geisı" kelimesi de aynı anlamdadır. Her iki kelimenin
"gas" (gaz) ve "geshfden türetildiği ve bunların da hava olduğu
bilinmektedir. İbranice'deki "nefes" ve "ruh" kelimeleri
soluk almak anlamına gelen fiilden türetilmiştir. Sanskritce'deki
"atma" ruh anlamına geldiği gibi, rüzgâr ve hava anlamlarını da
kapsar. Grekçe'deki "atmos" kelimesinin Arapça'da ruh, rih, rayiha,
rahat vb. türetmelerde ilk anlamlannda rüzgâr ve hava demekür.
Tarih boyunca 'ruh'
konusunda çok çeşitli şeyler yazılıp söylenmiş, çok görüşler ortaya atılmış,
fakat özellikle marksistler ve bazı maddeciler dışında 'ruh'u inkâr eden pek
çıkmamıştır. Marksistlerin 'ruh' konusundaki yanlışlıklarının temelinde yatan
faktörlerden biri de, ruh'u veya ruhçuluğu, her somut olanı zihne veya salt
düşünceye irca eden îdealizm'le özdeş görmelerinde yatıyor olsa gerektir.
Bilinen felsefe
tarihinde ilk ruhçu anlayış, bir başka deyişle, ruh'a Öncelik tanıyan anlayışa
eski Çin, Hind, Mısır ve Yunan düşünce çevrelerinde rastlandığı söylenir. Pozitif
araştırmaya dayalı tarih anlayışı açısından bu belki doğru olmakla birlikte,
ruh'un ilk insandan bu yana konuşulduğu, üzerinde düşünülüp kafa yorulduğu,
ruh'un ve felsefî bir sistem olmamakla birlikte ruhçulu-ğun ilk peygamber olan
ilk insanla birlikte var olduğu, herhalde ispatı da, inkârı da bilimsel açıdan
bile mümkün olmayan bir vakıadır. Çünkü, pozitivist tarih ve bilim anlayışını
bir yana bırakıp, belki daha doğru bir deyişle, poziüvist tavrı bir inkâr değil,
reel olanı görebilme olarak değerlendirip, insana ve tarihe bu açıdan
baktığımızda, insanın değişmeyen 'araştırıcı, öğrenmeğe yöneli-ci, sorup
soruşturucu, kendini, çevresini ve Yaratıcısı'nı tanıma meraklısı fıtrat ve
ka-rekteri' her zaman kendini ortaya koyacaktır. "Ben neyim, kimim, neden
ve niçin varım, vazifem nedir, nereye gidiyorum?" so rularıni ilk insanın
da bugünkü insan gibi sormadığını kimse iddia ve ispat edebilecek bir delile
sahip değildir.
Dil araştırmacıları ve
antropologların ortaya koyduklarına bakıldığında, tarihin ilk devirlerinde
insanın ruh hakkındaki bilgisinin çok fazla olmamasına rağmen, ölüm konusunda
duyduğu endişe onu düşünmeye sevketmiş olmalıdır. Yani ölen bir insanda veya
varlıkta, yok olan şeyin ne olduğu sorusunu sormaktan kendisini alamamıştır.
Sözgelimi ölen İnsanda ilk göze çarpan değişikliğin soluk alıp vermenin
durması, dolayısıyla İnsan ncfcsiylc hava, havayla da ruh arasında bir İlgi
kurulması bu bakımdan dikkat çekicidir. Nitekim Antik felsefede Milct'li Anaksimcnes,
evrenin asli ilkesi (arkhe) olarak havayı ileri sürmüştür. Düşüncesini
açıklamak için de, insan vücuduyla evren arasında benzetme yapmıştır.
İnsandaki hayatın ve canlılığın sağlanmasında nefes, hava nasıl temel ise,
evrenin oluşmasında da aynı şekilde havanın esas olması gerekliğini
savunmuştur. Fakat, bilinen doktriner felsefe tarihinde eski Çin, Hind ve
Mısır dışında 'ruh' konusuna önce Pisagor mektebinde rastlıyoruz. Aslen
İyonya'lı olup, Kroton kentinde gizli bir felsefe kurarak, Öğrencilerine
'insan bilgisinin tümünü kuşatan' anlamında 'matemata', yani din, töre ve
siyaset dersi veren Pisagor, matematik kavramlardan kalkarak varlık, oluş ve
Kâinat hakkında açıklamalarda bulunuyor ve ruhun varlığına, ebedîliğine ve
başka bedenlere girdikten sonra ölümden sonra da devam ettiğine (tenasüh)
inanıyordu. Daha sonra, bir bakıma onun görüşlerinin sistematik ifadesi
olarak, Hrİstiyan ilâhiyatçılardan Erigena, Kâinat'ın asıl varlığının 'ruh'
olduğuna şöyle delil getirmiş tir:
"Noktanın uzayı (mekânı)
duyularla değil, akılla kavranan bir uzaydır. Bu yüzden nokta cismanî değildir
ve doğruların başlangıcıdır. Bir doğru cismanî değildir ve yüzeylerin
başlangıcıdır; bu yüzey de cismanî değildir ve hacimliliğin başlangıcıdır.
Hacimlilik maddenin kemalidir. Bu yüzden, madde gerçekten cismanî olmayan niteliklerin
bir bileşimidir; bütün maddî şey-İeri kuran içeren biçimdir ve biçim de cismanî
değildir."
Pisagor'dan sonra,
ruhçu anlayışa felsefi temel kazandıran Platon, ruhu maddeden tamamen ayrı bir
cevher, "ten kafesinde mahpus can kuşu", asıl üstün alemdeki müstakil
varlık olarak kabul etmiştir. Bu ünlü Yunan filozofuna göre, gerçek ölümsüzlüğe
ulaşmak 'ruh' yoluyla mümkün olup, pratikte ise bu, delikanlılarda çeşitli
erdemler ve üstün yetiler meydana giter-mekle gerçekleşir. Platon'da, gerçek
güzellik 'kendiliğinden güzel'e varmada ve bir bakıma 'ruh güzelliği'ne
ulaşmadadır. Bu bakımdan, san'atı bir 'mîmesis' (taklit) olarak yapan
san'atçılar görüntüleri resmeden kopyecilerden ibarettir; hakikî varlıktan habersiz
olan böyleleri belki tiyatro ve koro merakı içinde ve güzel seslere, güzel renklere,
güzel biçimlere, kısaca güzelliğin belirdiği, yansıdığı her şeye hayrandırlar
ama, güzelin kendini görüp sevmeye ve ona ulaşmaya asla düşünceleri yetişemez.
Maddeyi varlıktan
yoksun gören ve İdeler dünyasıyla görünüş veya duyulur dünyayı birleştirerek
Platon'dan ayrılan yeni Platonculuk adlı iskenderiye okulunun kumcusu
Plotinus'un panteist metafiziğinde yine ruh belli bir önceliğe sahiptir. Bu metafizik
'Bir'le başlar ve bu 'Bir'in ışıması olan Nous'la devam edip, ruh'a ulaşır.
No-us'un kendi içinde tezahürü, tecellisi veya ışıması (emanation) yoluyla
meydana getirdiği bir kopyası olan Ruh da kendi içinde 'evren ruhu' ve 'ferdi
ruhlar' diye ikiye ayrılır. Ferdi ruhlar, Bir'e ulaşmak ve maddeden
kurtulmak
isteğindedir; bunun yolu ise vecd (extase) dir. Ruh'un dünyada tanıdığı ve ruha
yakın olan her şey güzel, ruhun uzaklaştığı her şeyse çirkindir. İdrak de
Ruh'un bir tezahürüdür ve duyulur dünyada biçim sahibi olan her şey, Ruh'tan ve
ruh aracılığıyla No us'tan doğar.
Rönesans sonrası Batı
düşüncesinde İlk kez Decartes, düalist bir anlayış getirmiş ve ruh-beden
paralelliği içinde sübjektif ruh-çuluğu savunurken, Leibniz, monadlardaki
müşahedeci ve monist (tekçi) ruhçuluğu ileri sürmüştür. Baü'da Mutlak
Ruhçuluğun temsilcilerinden olan Ravaisson, Kâinatı bülün bir ruhtan ve (abiat
kanunları denilen tekrarlan da ruhun alışkanlıklarından ibaret sayar.
Kâinat'ta cereyan eden
tüm hadiselerin altında yalan ve yanlışlıkla 'tabiat kanunları1 diye
adlandırılan İlâhî yasalar vardır; bir bakıma pozitif bilimlerin de mekanik düzlemde
temelini oluşturan bu yasaların varlığıdır ki, Kâinat'a ve hadiselere 'varlık'
kazandırmaktadır. Söz gelimi, üreme, büyüme, genleşme, foto-sentez olayı,
donma ve erime, buharlaşma, gezegenlerin hareketleri, mevsimlerin maydana
gelmesi, doğma ve ölme vb. hep belli 'İlâhî yasalar' çerçevesinde cereyan
eder; işte bu yasalar itibarî (nominal) olmayıp, hariçte vücud sahibi olsalardı,
'ruh' olacaklardı. O halde, Ruh, varlık aleminde ışıktan, ateşlen, topraktan,
esîr maddesinden ve hattâ rüzgârdan yaratılmış nuranî, maddî-nuranî ve kesif
canlıların vü cud sebebi veya asıl vücudu, onlara varlık kazandıran, ama
onlarla sonlu ve onlara bağlı değil, hayatın, hareketin, idrakin ve her türlü
duygu ve duyuların kaynağı, tasavvur, düşünce ve iradenin merkezi, ölümsüz ve
Yaratıcı'nın doğrudan Kendi'ne bağladığı özdür, cevherdir. Konunun daha iyi
anlaşılması için, Nefs konusunda verilen misal burada da verilebilir:
Belli bir konuda
yazılmış ve bütün bir anlam ifade eden bir yazıyı ele aldığımızda, yazının
anlamı veya muhtevası 'ruh'tur. Bu ruh 'harflerle dışlaştığmda, kendi içinde
bütün bir 'mana* ifade eden kelimelere bölünür ve bu kelimeler cümleleri,
cümleler paragrafları, paragraflar da bütün yazıyı oluşturur. Kâinatı böyle
bir 'yazı' veya 'kitap' olarak düşündüğümüzde, onun küllî bir ruhu ve varlığı
olduğunu, Kâinat'ın bir gün ölecek büyük bir 'hayvan' (canlı) olduğunu
kavrayabiliriz. Nasıl bir yazıdaki herbir kelimenin aslı, taşıdığı mana ise ve
bu mana olmadığı sürece, o kelimenin de olması mümkün değilse, aynı şekilde her
varlığın aslı, daha doğrusu asıl vücudu ruhudur. Kelimenin harflerle dışta
görünmesi, cisim veya şekil giymesi örneği, her bir ruh da duyulur dünyada
maddenin kendine has şekliyle birleşir, "ete kemiğe bürünür" ve
ortaya çıkar. Bir yazıyı veya kitabı yok ettiğimizde, bir kelimeyi
sildiğimizde nasıl 'mana' ortadan kalkmaz ve yok olmazsa, aynı şekilde cismin,
ruhun mahiyetiyle dışta görünmesine sebep olan cesedin yok olmasıyla da 'ruh'
ve dolayısıyle o varlığın kendisi yok olmaz. Bu nedenle, varlıklar
cesetleriyle, dıştaki görünümleriyle sonlu, yani ölümlüyseler de, asıllanyla,
yani ruhlanyla bakidirler, Ölümsüzdürler.
Varlıkta 'madde' asıl
olmadığından, 'vü cud' asla maddeyle sınırlı ve maddeyle mü-sahhar değildir.
Madde ancak bir manâ ile kaimdir ki, o manâ hayattır, ruhtur. Hem, madde
hizmetçidir, manevî hakikatin kemale ermesinde basit bir vasıtadır. Madde hakim
değil, mahkûmdur, bir esasın hükmüne bağlı olup, o esasın gösterdiği yollarla
hareket eder; bu esas ise ruhtur. Hem madde asıl ve esas değildir, tersine
yarılmaya, erimeye, değişmeye, yırtılıp parçalanmaya, uzalıp kısalmaya hazır
bir kabuktur, köpüktür ve surettir. Maddenin küçülüp incelmesi nisbetinde
ruhun ve hayatın eserleri artar; maddeden uzaklaşıldıkça, maddî hayatta
soyutlandıkça ruh, şiddet ve yorgunluk kazanır ve kendine has alemlerle uykuda
veya uyanıkken temasa geçebilir. Duyan, gören, hisseden, yaşayan, idrak eden
ve bilen 'ruh' olduğundan ve ruh başta ve sonda maddeyle, cescdlc sınırlı ve
mahkûm bulunmadığından ve ruhlar ile bir bakıma serbestçe hareket
edebildiklerinden kendilerine has şekilde birbirleriyle buluşup haberleşebilirler
ve görüşebilirler; hatta, Kur'an'da da ifade edildiği üzere bir takım ruhlar
'temessül' edip, yani herhangi bir varlığın şeklini alıp duyulur dünyada
görünebilirler.
Ruh; "ten
kafesinde mahbus" iken, îra-de'nin kötü yönde kullanılması sonucu kirlenir,
kararır ve bir bakıma manen ölür; eğer irade seçimini daima iyi yönde, Allah'ın
yolu istikametinde yaparsa, o zaman Ruh hep temiz, parlak ve şeffaf kalır. Bu
şekilde, 'iyi ruhlar' dereceleri, paklık ve şeffaflıkları nisbetinde Allah'la,
meleklerle, ruhanîler ve daha başka iyi ruhlarla Allah'ın izni ve kudretiyle
değişik biçimlerde temasa geçebilirken, kirlenmiş, tamamen sınır tanımaz
dünyevî arzuların, ifrat veya tefrit halindeki 'şehvet, gazap ve akıl'
kuvvetlerinin emrine girmiş ve bunun sonucunda 'habisleşmiş' ruhlarla da
şeytanlar rahatça temas kurar ve böylece insanlardan da şeytanlar meydana
gelir. Bugün özellikle Batı dünyasında Transendantal meditasyon (aşkın
düşünme)' gibi bir takım yöntemlerle yapılan 'nıh çağırma' girişimleri, bir
bakıma şeytanlaş-mış insanların cin şeytanlanyla bir çeşit temasından ibaret
olsa gerektir.
Ruh, daha çok insan,
hayvan, cin ve melek gibi canlı, hı ekelli, his ve idrak sahibi varlıklar için
söz konusu olup, bitkilerde ve cemadatta (camid/katı-cansız varlıklarda) haricî
vücudu olmayan ruh, daha doğru bir deyişle, ruh yerine Allah'ın bir veya birkaç
ismi ya da bu isim(lcr) in vücud verdiği 'yasa1 hakimdir ki, bir bakıma
"Fıtrat' da diyebileceğimiz bu 'yasa'yla o varlık, Rabbini, Yaratanı'nı
tanır ve fıtrat diliyle O'na ibadet eder, duada bulunur, O'nu teşbih eder ve
O'na hamd eder.
İnsan, doğumundan
itibaren besinlerle bedenen gelişirken, ilim ve iman yoluyla da manen tekamül
eder; hayat, bir bakıma bu tekâmül için insanın tabi tutulduğu irade sınavından
ibarettir. Ruh, bir yandan bedene 'can' katarken, bir yandan da ilim ve iman
yoluyla irade'nin Allah'ın istediği doğrultuda kullanılması ve bu maksatla
verilen mücadelenin getirdiği terbiyeyle sahibine en üstün faziletleri, gerçek
saadeti, en kısa deyişle, 'gerçek hayat'ı kazandırır. Bu bakımdan, basiretin,
ilmin, imanın, salih amelin, terbiyenin ve faziletlerin merkezi olarak ruh;
Vahy ve Kukanla özdeştir, belki başka ve daha doğru bir deyişle Vahy ve Kur'an,
'ruh' olarak da isimlendirilebilir. Nitekim, bizzat Kur'an'da, kendisinin bir
'ruh1 olduğu anılmakta (42: 52), bazen de rasullere inen kudsî ruh ve 'emin
ruh'tan, bazen de kıyamet günü meleklerle birlikte gelecek belirli •Ruh'lan
söz edilmektedir (16:102,26: 195, 78: 38). Bu yönüyle, insana gerçek 'manevî'
hayatı kazandırması açısından Kur'an ve Vahy bir 'ruh' olduğu gibi (8: 24),
nebilere
inen ve onlan
destekleyen bir Ruh'un varlığını da herhalde kabul etmek gerekir. Ayrıca,
Allah'ın her yarattığı tam olarak güzel ve vücud her bakımdan hayır, dolayısıyle
varlıklar yaraülış noktasında güzel olduklarından hayatın merkezini
oluşturması ve her şey bir anda 'Allah'ın "ol" emriyle olu-verdiği
için varlıkların ve hadiselerin Allah'ın emrinden birer "kelime' olması
açısından, Ruh Allah'ın 'emr'idir veya emrinden bir 'emir'dir.
Ruhban, rehbet'ten
rahibin çoğulu bir kelimedir. Rchbet, acı ve ızdırap duyup büyük bir korkuya
kapılarak çekinmek, anlamındadır. Bir anlamı da zühd ve riyazette normal
sınırlan aşmaktır.
İlk hıristiyanlar, et
yememek, süresiz oruç tutmak, boyunlarına zincir vurmak, kendilerini iğdiş edip
erkeklikten düşürmek suretiyle nefislerine eziyet eder ve bu yolla ancak
Allah'ın rızasının sağlanacağını Öne sürerlerdi. Düşünüşe göre nefsi, eziyet,
sabır ve tahammül ile itaate alıştırmak için nefsin arzularına, istek ve
tutkularına karşı savaşmak, hatla ihtiyaçlarını kökten yok etmekten başka çare
yoktur. Çünkü hıristiyanlar gözünde nefis, fıtratı gereği günahkar
olduğundan, kişi ancak bu şekilde ilahi rızayı kazanabilir. Yine hıristiyanlara
göre Hz. Yahya ve Hz. İsa zühd ve çilenin en iyi örneklerini koymuş seçkin
peygamberlerdir. Ancak onlan da geçmek gerekir. Bunun için öncelikle din
büyükleri, azizler ve önderler her biri birer rahib olmak zorundadır.
Hz. Yahya ve Hz.
isa'nın, tanımı bu kadar abartılmış bir zühd hayatı yaşadığı kuşkuludur.
Nitekim Abdullah bin Mcs'ud kanalıyla gelen bir rivayete göre Hz. Muham-mcd
(s.) ruhbanlığın tarihi menşeini şöyle açıklamaktadır:
"Bizden öncekiler
yetmiş bir fırkaya bölündü; içlerinden üçü kurtuluş buldu, diğerleri helak
oldu gitti. Bu üç fırkadan biri zorba yönetimin (müluk) zorba güçleriyle karşı
karşıya geldi ve Allah'ın dini ile Meryem oğlu İsa'nın dini üzerine onlarla
savaşa tutuştu, melikler onları katlettiler. İkinci fırkanın zorba güçlerle
savaşacak gücü yoktu. Onlar kendi kavimleri içinde insanları sözlü tebliğle
Allah'ın dinine çağırma yolunu tuttular, fakat melikler onları da kılıçtan
geçirdi, hatta bıçaklarla biçti. Üçüncü fırkanın İse ne meliklerle silahlı
mücadeleye girişecek güçleri vardı, ne de kavimleri içinde kalıp onlara
tebliğde bulunmaya. Bunlar çöllere ve dağlara çekilerek oralarda terehhüb
eltiler."
Bu hadis
Hıristiyanlığın ilk yüzyıllarında Hıristiyanlarla Romalılar arasında cereyan
eden kanlı çatışmalarla, mücadelelerle uygunluk içindedir. Gerçekten ilk üçyüz
yılında hıristiyanlar büyük acılar çektiler, kılıçtan geçirildiler, diri diri
ateşte yakıldılar. İlk büyük manastır ve ibadethanelerin, çile-hane ve küçük
kiliselerin ıssız yerlerde, dağ başlarında olması gerçeği de bunu doğrulamaktadır.
Bütün bunlar bize gösteriyor ki Hıristiyanlıkta ruhbanlığı ortaya çıkarıp
kurumlaştıran gerçek amiller, dini amir hükümler veya peygamberlerin öngörmesi
değil, doğrudan tarihi değişme ve zorlayıcı şartlardır. Oysa Kur'an açıkça,
ruhbanlığı kurumlaştıran, din adamlığı sınıfını ortaya çıkaran hıristiyanları
kastederek: "Onlar ruhbanlığı türettiler, biz ise onlara bunu emretmem iş
tik." (Hadid, 27) demektedir.
Ruhbanlık ve din adamı
sınıfı olgusunun bu dinde Sn. Paul'un Hıristiyanlığı temel değişikliğe
uğratmasından sonra daha da pekiştiğini söyleyebiliriz. Aziz Paul, Hz. İsa'nın
tebliğinden Hz. Musa'nın şeriatını adeta ayıklayarak Hıristiyanlığa bugünkü
şeklini veren Önemli bir kişidir. Oysa Hz. İsa yeni bir şeriat getirmemiş, Hz.
Musa'nın şeriatını devam ettirmişti. Aziz Paul, Hz. Musa'nın şeriatını, dünyaya
ilişkin temel hüküm ve kurallarını bu dinden ayıklayınca geriye sadece mistik,
manevi, ahlaki ve ter-biyevi karekterde bir din telakkisi kaldı. Öyle ki dünya
ile ilgili hiç bir temel hüküm ve ilke koyamayacak duruma gelen Hıristiyanlık,
sonunda Sn. August'un diliyle "Tanrıyı sev ve istediğini yap"
türünden hiç bir ilahi dinin asla kabul edemeyeceği muhar-ref ve çarpık bir
içerik kazanmış oldu.
Kuşkusuz bir kurum
olarak ruhbanlık Hıristiyanlık tarihinde Önemli bir yer tutar, halta onunla
özdeştir, denebilir. Sonraları gelişen dini doktrine göre ruhban sınıfı kutsanmış
din Önderlerini temsil eder ve bunlar lâyuhtî (hala etmez, yanılmaz) kabul
edilir. Bütün dini tasarruf ve karar hakkı ruhban sınıfının elindedir. Öyle ki
rahipler ve papazlar, gerektiğinde açık dini bir hükmü değiştirme yetkisine
sahiptirler. Günah affetmek, kimi insanları günahkar ilan etmek, yeni dini
yükümlülükler ve vergiler koymak, dine yeni ibadet şekillerini eklemek, cennet
veya cehenneme insan göndermek, ahiretıe arazi satmak, İtaatle kusur gösterenleri
engizisyon mahkemelerine verip aforoz etmek, dinden çıkarmak, hatla insanları
diri diri ateşte yakmak vb., daha nice karar ve uygulama..
Genel ve otantik dini
tanıma göre ruhban sınıfı, kendini ilahlık ve rablık makamına yükseltmiş
insanlardan oluşur. Kur'an buna şöyle değinir: "Onlar Allah'ı bırakıp
bilginlerini ve rahiplerini rabler edindiler ve Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa
onlar, tek olan bir ilah'a ibadet etmekten başkasıyla emro-lunmamıslardı"
(Tevbe, 31). Bu ayeti işittiği zaman İslami öğretiyi araştırmakta olan Adiy
bin Hatern, Hz. Peygamber'e gelerek şöyle demişti: "Bu ayet, bizi,
bilginlerimizi ve rahiplerimizi rabler edinmekle suçluyor. Bunun gerçek anlamı
nedir? Çünkü biz onları kendimize rabler edinmeyiz." Bunun üzerine Hz.
Peygambcr'in verdiği cevap şudur: "Siz onların haram kıldıklarını haram,
helal kıldıklarım helal sayıp öylece kabul etmiyor muydunuz?" Adiy:
"-Evet" deyince, Hz. Peygamber: "İşte sizin onları kendinize
rabler edinmenizin anlamı budur." diye buyurdu.
Yukarıda saydığımız
bir takım dini tasarruflar yanında onlar, ahbar ve rahiplerini Allah'a oğul
isnat etmek, kanun ve hüküm koyma yetkisini din adamlarına devretmek ve
Allah'ın indirdiklerine aykırı şeyler söylemelerine ses çıkarmamakla rabler
mevkiine çıkarmışlardı. Yahudi ve hıristi yanların gözünde, anların din
adamları ne yapıyor idiyse, bunu tanrısal bir hak ve güçle yapıyorlardı ve
onlar asla yanılmıyordu (layuh-ti). Bir rivayete göre Rcbi1, Adiy bin Ha-tem'e
şunu sorar: "Rablık îsrailoğullannda nasıldı?" Adiy şöyle açıklar:
"Çoğunlukla Allah'ın kitabında açıktan açığa hahamların, rahiplerin (din
adamları) söylediklerine aykırı şeyler olurdu. Buna rağmen İsrailo-ğullan
Allah'ın kitabını bırakır, din adamlarının sözlerine sarılırlardı."
Belki ruhbanlık niyet
ve düşünce olarak, hakim yönelimin zulüm ve baskısından, dünyanın insanı
aldatan çekici güzelliklerinden kaçınmak için tasarlanmış iyi bir yoldu. Ancak
bizzat din adamlarının kendileri buna riayet etmediler (Hadid, 27), aksine
insanları dîn maskesini takarak aldattılar, mallarını yediler, kendileri
dünyaya değer verilmemesi gerektiği yolunda öğütler verirken dünyaya tutkuyla,
hırsla sarıldılar (Tevbe, 34).
Ruhbanlık kurumu ve
yaşayış tarzı temelde insan fıtratına, gerçeğine aykırı olduğundan, hiç bir
zaman gerçek amaçları doğrultusunda bir gelişme göstermedi, tam aksine hep
dejenerasyon, çöküntü ve yüzkt-zartıcı bir kimlik kazandı. Kadını aşağılayan bir
kurum olarak rahiplik, kadın ve insanın cinselliğine ilişkin değer
yargılarının çoğunu, içinde gelişme gösterdiği Roma toplumundan hareketle
kazanmıştı.. Ro-ma'da öylesine yaygın ve etkili bir ahlaki Çöküntü vardı ki,
sonunda din adamları bütün bunların kadından ve evlilikten kaynaklandığı
görüşüne kapıldılar ve gerçek kurtuluşun ancak evlenmeyip ebedi olarak kadından
uzak duran insanlar için mümkün olabileceğini savunmaya başladılar. Fakat insan
gerçeğini, fıtri eğilimlerini hesaba katmayan bu düşünce, uzun zaman geçmeden
ilk olumsuz etkilerini bizzat rahipler arasında gösterdi ve sözgelimi papazlar
Hördingcn genelevine açıkça gitmeye başladı. 1472 yılında Belediye Meclisi
aldığı bir kararla papazların ancak bütün gece genelevinde kalmamalarını sağlayabildi.
Baron Zimcn, Choring adlı eserinde rahibe manasüriarınm içine düştükleri
ahlaki çöküntünün, nasıl genelevlerinden daha beter skandallara sahne
olduklarını anlatır.
Hıristiyanlığın
uğradığı ikinci köklü değişim Roma devlcü tarafından resmi din kabul
edilmesiyle başlar. Roma devletinin yıkılıp derebeylik sisteminin teşekkül
etmesi Katolik kilisesini birden bire Ön plana geçirdi ve kilise, dolayısıyla
ruhban sınıfı bütün hayatı sıkı bir biçimde kontrol etmeye başladı. Dinî
hayattan kültüre, sanattan ekonomiye, siyasetten uluslararası ilişkilere
varıncaya kadar kilise tek belirleyici amil, en güçlü karar merkezi haline
geldi. Feodalite dönemi boyunca din adamları sınıfının feodal beylerle,
senyörlerie ittifak içinde yaşadıklarını ve her birinin bir feodal bey gibi
hareket ettiklerini görüyoruz. Bilimsel hayatı, ticareti ve sosyal ilişkileri
derinden etkileyen ruhban sınıfının bu hakimiyeti 1789 yılında gerçekleşen
Fransız Burjuva devrimine kadar sürdü. Bu larihten sonra kilise fiilen etkisini
kaybetti. Bu tarihe gelinceye kadar özellikle Katolik kilisesinin sıradan
insana, krallara, bilim adamlarına ve sanatçılara çektirdikleri bütün Orta-Çağ
Avrupa tarihini doldurur.
Ruhbanlık ve din
adamlığı sınıfı bağlamında İslam'daki duruma da kısaca göz atmakta yarar var.
Önce şu gözlemde bulunuyoruz. Din adamlığı ve çileci hayat tarzı yalnızca
Hıristiyanlığa özgü değil, belki en aşın ve kurumlaşmış biçimi bu dinde gözleniyor;
ancak kimi İşraki mistikler ve Hindu öğretilerde de buna benzer olgular var. Dinine
sımsıkı bağlı insanlar arasında her zaman varolagelen bu eğilime göre, bedenin
arzularına, nefsin istek ve tutkularına karşı köklü bir şekilde karşı
çıkılmadıkça bireysel kurtuluş sağlanamaz, gerçek olgunluğa ulaşılamaz.
Sözgelimi Tibet'te Budist rahipler her türlü dokunulmazlıklara ve ayrıcalıklara
sahip kutsal bir sınıf olarak geçimlerini toplumun diğer bireylerine yüklemeyi
dini bir telakki haline getirmişlerdi ve bir ara toplumun % 6O'ı din adamları
olan Lamalar'dan oluşmuştu. Bu ve benzerleri rahipler, din adamları, nefse
eziyet etmeyi ruhi gelişmenin Ön şartı saymış, benliği inkarı erdem olarak
tanımlamışlardı.
Hatta benzer eğilimler
daha Hz. Peygamber zamanında ashab arasında da görülmeye başlamıştı. Hz.
Peygamber (s.) sahabelerinden bazılarının gündüzleri oruç tutup geceleri hiç
uyumadan sürekli ibadet etmek, et ve yağ yemeyip kadınlara yaklaşmamak yolunda
yemin ettiklerini öğrendiğinde, on-lan bu tür uygulamalardan menetmiş ve irad
ettiği bir hutbede şunları söylemişti: "Bana böyle şeyler emredilmiş
değil, nefsinizin de sizin üzerinizde hakkı var. Bu yüzden oruç da tutun,
yiyin de; geceleri ibadet ettiğiniz gibi uyuyun. Ben bazı günler oruç tutarım,
bazı günler tutmam. Et yerim, yağ da yerim. Benim sünnetimi beğenmeyen benden
değildir."
Hz. Peygamber bir
başka hadisinde şöyle buyurmuştun "-Bazı insanlara ne oluyor ki,
kadınları, güzel yiyecekleri, uykuyu ve dünyanın daha başka temiz nimetlerini
kendilerine haram ediyorlar? Ben size rahip olmayı öğretmedim. Benim öğrettiğim
yaşama tarzı ne kadınlardan uzaklaşmaya, ne et yememeye izin verir, ne de
dünyadan el etek çekmeye, islam, nefsinizi disiplin altına almak için orucu ve
zühtden elde edilecek yararlar için de cihadı öngörmüştür. Siz Allah'a ibadet
edin ve hiçbir şeyi ortak koşmayın. Haccınızı ve umrenizi yapın, zekatı verin
ve Ramazan ayında oruç tutun. Sizden önce helak olan insanlar kendilerine göre
bir zühd yolu tuttukları için helak oldular, böyle yapakları için de Allah
aynı şeyi kendilerine emretti. Şu anda namastırlar-da gördükleriniz aynı
türdendirler."
Hadis kaynaklarında
benzer rivayetlere sık sık ratlamak mümkün. Nitekim bundan hareketle genel bir
kural olarak "İslam'da ruhbanlık yoktur" diye buyurulmuştur. Bir
başka hadisle şöyle denmiştir "Cihada sanlın, çünkü bu, İslamiyet'teki
ruhbanlıktır." (Ahmed bin Hanbel, 3, 82.) Veya "Bize ruhbanlık faiz
kılınmadı." (Daremi, Nikah, 3.)
Islamiyette
ruhbanlığın ve din adamları sınıfının olmayışı Kur'an ve Sünnet bağlamında
insanı özgürleştiren Önemli bîr olaydır. Çünkü herkes temel ilkeleri gözeterek
Kur'an'ın ve Sünnet'in manevi, fıkhi yorumunu yapabilir, siyasal katılımda
bulunur. Din adamları bir kurum içinde teşekkül etmiş dinlerde ve toplumlarda
kaçınılmaz olarak katı bir teokratik yönetim vardır ve din adamları Allah İle
kul arasına girerek toplumu yönetme hakkının, dini yorumlama yetkisinin sadece
kendilerine ait olduğunu öne sürerler. İslam dini, daha bir çok kurum gibi
ruhbanlığı ve genel olarak din adamları sınıfını da ortadan kaldırmıştır.
Ali BULAÇ