SİMYA

 

Genellikle modem kimyanın atası sayı­lan ve bir yanıyla sanat (pratik bir teknik), diğer yanıyla ise manevi bîr tür psikoterapi-yi içeren geleneksel bilimlerin başlıcalann-dan biri. Simya bilimi 'herşeyin herşeyde bulunduğu1 ilkesine dayanır. Yani tabiatta varolan herşey birbirinin içine girmiş (teda­hül etmiş) olup bu nedenle nesnelerin özü başka bir nesneye dönüştürülebilmektedir.

Simyanın tarihi, tarih-öncesi devirlere kadar uzanırsa da, yazılı metinleri ve ünlü üstadlanyla bir disiplin olarak ortaya çıkışı hemen hemen aynı dönemlerde, Hristiyan-Iıktan hemen önce İskenderiye ve Çin'de ol­muştur.

İslâm dünyasında, tıpkı diğer geleneksel dünyalarda olduğu gibi, akli ve nakli ilimle­rin yan ısı ra, gizli (hafi) ve esrarlı (garib) ilimler de ortaya çıkmış ve yüzyıllar boyun­ca işlenmiş ve geliştirilmiştir. Bozulmamış şekilleriyle bu ilimler kâinattaki gizli güç­leri ve bu güçleri kullanma vasıtalarını ko­nu edinirler. Bu bilimlerden Ortaçağ Latin dünyası ve İslâm dünyasında en yaygın olanı -her ne kadar kökleri Helen, Çin, Mısır, Babil ve iran'a kadar gitmekteyse de- simya idi.

Simyadan söz etmek, "filozof taşı" şek­linde sembolize edilen manevi bir faktörün etkisiyle, nesnelerin cevherinde değişiklik meydana getirmek demektir. Ama aynı za­manda simya, yalnız dış dünyadaki isimle­rin değil, bu ilmi uygulayan kişinin nefsinin de simyevî işlemler sırasında daha üst var­lık düzeylerine yükselmesini ifade eder. Simya maddi alemle, Özellikle maden ve minerallerle ilgili görünse de, aynı zaman­da sembolik olarak nefsin arıtılması süre ciyle de ilgilidir.

Kimyanın tarihi simyadan ayn düşünü-lemezse de, o kimyanın 'ilkel' bir şekli ol­maktan uzaktır. Hatta Jung ve talebelerinin yorumladığı gibi, salt psikolojik bir ilim de değildir. O, hem kozmosu (makrokozmos), hem de nefsi (mikrokozmos) içeren ve tabi­atın kutsal bir belde olduğu görüşü üzerinde temellenmiş bir ilimdir. Sözkonusu kutsal tabiatın maden ve mineralleri oluşturan sü­reçleri, simyacı tarafından kendi nefsinde faaliyet halinde olan ruh'un gücüyle hızlan­dırılır; böylece nefsin bütün maddi bağla­rından nihai kurtuluşu sağlanır ve sonuçla tabiat güçlerinin bozucu tesirlerine karşı koyan yegâne maden olan altına dönüşür.

Gerek altın, gerekse kemale ulaşmış in­san ruhu, başka her şeyi kanununa boyun eğdiren oluş ve bozuluş (kevn ve fesad) ale­minde bozulmaktan bağışık hale gelir.

Cabir ibn Hayyan ile en yüksek noktası­na çıkan İslâm simyası, tıpkı Latin dünya­sında olduğu gibi, kelamcı ve fılozoflarca tartışıldı. Madenlerin başka bir nesneye dö n üşmesine inanmasalar da, filozof, bilgin ve hekimlerin çoğu simyanın bakış açısını benimsemişlerdir. İslâm filozofları içinde Meşşailer (Peripatetikler) simyayı redde­derken, tşrakiler onu kabul ettiler. İbn Sina değersiz madenlerin altına dönüştürülmesi tezine karşı çıkmasına karşın Şifa 'da Öne sürdüğü madenlerin oluşumu teorisi, Cabir ibn Hayyan'ın ve diğer simyacıların kükürt-civa teorisinin tamamen aynıdır.

İslâm simyasının daha sonra yetişen ön­de gelen şahsiyetleri arasında Zekeriyya el-Razi, İbn Vahşiyye, tbn Miskeveyh, Şem-seddin el-Buni (12. yüzyıl), İznikli Ali Bey (15. yüzyıl), Mir Findiriski (16. yüzyıl) ad­lan sayılabilir. Simya, günümüzde rağbet edilen bir ilim olmaktan çıkmış olmasına karşın, İran vb. yerlerdeki bazı tarikat çev­relerinde şeyhler tarafından nadir de olsa uygulanmaya devam etmektedir. Tabii da­ha çok manevi tekâmül yolunu aydınlatan sembolik bir ilim dalı olarak.

(SBA) Bk. Kimya