SOSYAL ADALET

 

Toplumu oluşturan sosyal sınıflar ara­sındaki iktisadi dengesizliklerin giderilme­si, iktisaden zayıf durumda bulunan sosyal sınıfların, diğer sosyal sınıflara karşı korun­ması olarak tanımlanabilecek olan sosyal adalet; özellikle emeği ile çalışanların, ya­şadıkları toplum içinde, insan haysiyetine yaraşır bir asgari hayat standardına kavuş­malarım sağlayacak şekilde yaratılan milli hasıladan pay almalarını garanti altına al­maya yönelik uygulamalar bütünü olarak da tarif edilmektedir.

Kalkınmanın külfetlerine katlanma ve nimetlerinden faydalanma konusunda sos­yal sınıflar arasında sağlanacak dengeye de sosyal adalet denilmektedir. Bütün bu tarif­ler, sosyal adalet kavramını, maddi refah unsurlarının sosyal sınıflar arasında dengeli şekilde dağılımı ile yakından ilgili bir kav­ram olarak ortaya çıkarmaktadır. Bu refah unsurlarının ortak özelliği ise, insan hayatı­nı kolaylaştırıcı özellikte olmalarıdır.

Bütün bir toplumu oluşturan fertlerin or­tak çalışması ile yaratılan hasılanın bölüşü­mü ile ilgili meseleler, her dönemde ve her toplumda büyük önem taşıyan meseleler olarak gündemde kalmıştır. Toplum hayatı­nın sürekliliğinin ve huzurunun, yukarıdaki anlamıyla sosyal adaletin sağlanmasına bağlı olması, her dönemde meseleyi birinci plana çıkarmıştır. Sosyal adaletin yokluğu dengeyi bozduğu için, toplumu oluşturan sosyal sınıflar arasında mücadelelere yol açmakta, istikran ve sürekliliği kesintiye uğratmaktadır.

19. yüzyıl, özellikle batılı ülkelerdeki görünümü ile, bütün insanlık tarihinde meydana gelen değişmelerden daha fazlasının, çok kısa bir dönemde ortaya çıktığı bir yüzyıl olarak bilinmektedir. Üretim yapı­sından sosyal yapıya ve düşünce yapısına kadar uzanan temel ve köklü değişiklikler, eski toplum yapısını, büyük çatırtılarla or­tadan kaldırmış, yerine daha hareketli ve çalkantılar içinde daha huzursuz bir toplum yapısını getirmiştir. Daha önce, doğuştan gelen statülerle kast esasına dayanan bir toplumsal yapı varken, yerini Üretim araçla­rının mülkiyetine sahip olmanın şekillen­dirdiği ikili bir yapı almıştır. Fransız ihtila­linin getirdiği hürriyet, adalet ve eşitlik prensipleri uygulama alanı bulamamış, bir yanda bütün Üretim araçlarının sahibi olan az sayıdaki sermaye sahipleri, diğer yanda ise emeğini satmaktan başka hiçbir gelir kaynağı olmayan geniş toplum kesimleri, emek sahipleri yer almıştır. Gelir dağılımının son derece adaletsiz oldu­ğu, işçilerin uzun sürelerle hiçbir sosyal gü­venlik garantisi olmaksızın, asgari geçim haddinden çalıştırıldığı 19. yüzyıl Avrupa-sında, toplum hayatının huzurlu ve sürekli olması da beklenemezdi. Nitekim, çalışan kesimin, kendi içinde bulundukları çok kö­tü şartları değiştirebilecek tek gücün; yal­nızca birlikte hareket etmekle kazanabile­ceğinin farkına varması, örgütsüz ve dağı­nık şekilde başlayan sokak hareketlerini be­lirli bir felsefesi olan daha geniş kapsamlı ve örgütlü hareketler haline getirmiştir. Sosyalist hareketlerin işçi hareketlerini yönlendirdiği bu dönemde, devletler, ser­maye sahiplerinin de isteği doğrultusunda bu hareketleri zorla ve yasaklarla engelle­meye çalışmışlar, bu tür bir yaklaşım da gi­derek huzursuzsuzluğu ve çatışmaları artır­mıştır. Çatışmaların bir süre sonra devletle­rin siyasi iktidarlarını değiştirmeye yönelik

bir nitelik kazanması, siyasi İktidarları bu hareketleri önlemede başka metodlara baş­vurmaya yöneltmiştir. Dİni ve insani duy-gulardaki gelişmeler, kültürel ve askeri se-bebler gibi faktörlerin de etkisi ile sanayi­leşmiş ülkeler, yaraülan hasıladan daha faz­lasını çalışanlara aktaracak tedbirleri, sos­yal politika uygulamalarını başlatmışlardır. Bir yandan işçilerin kendilerinin kurmuş olduğu sendika ve kooperatif gibi teşkilat­lar, diğer yandan siyasi iktidarların yasal düzenlemeleri ve oluşturdukları müessese­ler, yaratılan hasılanın bölüşümünü, çalışan geniş toplum kesimleri lehine değiştirmiş­tir. Bu tür bir politikanın en yaygın olduğu dönem ise ikinci Dünya Savaşı sonrasıdır ve petrol bunalımına kadar kesintisiz olarak devam ettirilmiştir.

Bugün, ister muhafazakâr, ister liberal, isterse sosyal demokrat bir iktidar olsun, bütün hükümetler sosyal politika ağırlıklı bir program lakip etmek ve kalkınmanın ni-meüerinden faydalanmada vatandaşları arasında daha fazla eşitlik sağlamak zorun­dadır. Bu zorunluluk, refahın yaygınlaştı­rılması ve sosyal adaletin sağlanmasının, günümüz toplumlarındaki Önemini de ayrı­ca vurgulamakladır.

Bugün sosyal adalet, yalnızca işçi statü­sünde çalışanların durumlarının iyileştiril­mesi ile ilgili bir kavram olarak görülme­mektedir. İk ti saden zayıf olan herkesin, ik-tisaden güçlü olanlara karşı korunmasını amaçlayan her türlü politika, sosyal adalet hedefine ulaşmada araç olarak kabul edil­mektedir. Sabit gelirli tüketicilerin büyük üretici firmalara karşı korunması, vergi yü­künün dar gelirlilerden yüksek gelirlilere doğru kaydırılması, küçük üreticilerin bü­yük üreticiler karşısında korunması ve sosyal sınıfların teşkilinde geçişli bir yapıya imkân hazırlamak üzere eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerinin verilmesi gi­bi uygulamalar sosyal adalet hedefine hiz­met etmektedir.

Çok yaygın olmamakla beraber, sosyal adalet kavramına siyasal bir muhteva ka­zandırmak isteyen yaklaşımlar da vardır. Bu yaklaşıma göre sosyal adalet, kişilerde kültürel ve siyasal bakımdan zayıflıklar do­ğuran olumsuz faktörlerin giderilmesi anla­mını taşımaktadır. Bu anlayışa göre maddi refah alanında sağlanacak sosyal adalet, si­yasal açıdan sosyal adalet sağlanmadan gerçekleşemez. Nitekim, toplum içinde ya­şayan bütün fertlerin insan olmak sıfatıyla sahip bulundukları her türlü hak ve hürri­yetlerinin sağlanması, eşit şartlar altında milli gelirden pay alma emniyeti anlamına gelen sosyal adaleti sağlar denilmektedir. Bu tür geniş anlamlı bir yaklaşım doğru ol­makla beraber, kavramı, doğduğu dönem ve şartlardaki muhtevası ile sınırlamak, maddî refah unsurlarının dengeli dağılımı olarak daha isabetli olacaktır.

Sosyal adalet kavramı iJe ilgili ikinci hu­sus, adalet kavramı ile eşitlik kavramı ara­sındaki ilişkidir. Bir çok yerde, adalet kav­ramı eşitlik kavramı ile aynı anlamda telaf­fuz edilir. Eşitlik ve adalet kavramları bir­birleri ile yakından ilgilidir, ancak kesinlik­le aynı anlamlarda kullanılamazlar. Hele, eşitlik, mutlak eşitlik olarak kullanılıyor ve toplum içinde mevcut olan farklılıklar ret ediliyorsa çok yanlış anlamda kullanılıyor demektir. Adalet kavramı, toplumu oluştu­ran fertlerin, kapasite farklarından dolayı, eşit durumda olmadıklarını, bu farklılıkla­rın yaratılan hasılanın miktarına tesir ettiği­ni, dolayısı İle bölüşümü söz konusu olduğu

zamanda eşitlikten öte, kişisel farklılıkların dikkate alınması gerektiğini vurgulamakta­dır. Çalışanla çalışmayanı, tembel İle çalış­kanı aynı kefeye koyan bir eşitlik kavramı, kesinlikle adalet kavramı ile uyuşmaz.

Adalet duygusu vicdanlarda kurulur. Sosyal adalelin olduğu durumu da, toplumu oluşturan fertlerin ortak vicdanlarını temsil eden "kamu vicdanı" belirler. Kamu vicda­nı da yere, topluma ve zamana göre değişen bir kavramdır. Mutlak manada bir adalet kavramından ve sağlanmasından bahsedi­lemez. Zamana ve mekâna göre değişen ka­mu vicdanı bu dengeyi sağlar. Bir dönem­de, sosyal adaleti sağlayan durum, diğer dö­nemde çok dengesiz bir durum olarak yo­rumlanabilir, insanlık tarihi sürekli olarak bu dengeyi, vicdanları rahatsız etmeyecek bir şekilde kurma mücadelesi halinde geç­mektedir. Burada önemli olan bir husus da, kamu vicdanının tam anlamıyla tecelli et­mesine imkân verecek bir ortamın olup ol­madığıdır. Kamu vicdanının teşekkül ede­mediği ortamlarda bu unsurun adaleti sağ­lama fonksiyonundan bahsedilemez.

Kamu vicdanının sosyal adaleti sağlama konusunda oynadığı rolü bir örnekle açıkla­mak gerekirse, asgari ücretin tesbili mese­lesinden hareket edilebilir. Asgari ücretin lesbiti, somut verilerden hareketle yapılır görülmektedir. Esas anlamı ile asgari ücret, bir toplumun fertlerinin, kendi içinden biri­ne layık gördüğü hayat standardı anlamına gelmektedir. Belirlenen miktar ne olursa, olsun, o miktara kamu vicdanından onu de­ğiştirecek bir baskı gelmiyorsa, ya toplu­mun adalet duygusu tatmin olmuştur, ya da rahatsızlığını belirtecek, vicdanının gerçek ölçüsünü yansıtma imkânlarından mah­rumdur. Asgari ücretin, belirlendikten sonra, belli bir dönem sonunda yeniden değer­lendirilme taleplerinin ortaya çıkması, di­ğer faktörlerin de tesiriyle kamu vicdanın-daki adalet duygusunun değiştiğinin gös­tergesi olmaktadır.

 

îslâmda Sosyal Adalet

 

Sosyal adalet, tslâmî anlayışın önemli bir yönünü oluşturmaktadır, islâmiyet'in sosyal adalet felsefesini ortaya koyabilmek için, temel Islâmî anlayıştan bahsetmek ge­rekir.

İslâm, insan hayatının bütün yönlerini, birbiri ile bağlantılı şekilde ele alır. Bütün­cü bir anlayış içinde ferdin nefsi, diğer fert­ler, toplum ve devletle olan İlişkilerini dü­zenlemiştir. Bu çerçevede İslâmiyet, mut­lak, dengeli ve uyum halindeki bir birlik ile, kişi ve toplumlar arasında umumi tekâfüle imkân veren bir sosyal adaleti gerçekleştir­mek ister. İnsanın fıtratından kaynaklanan ana unsurlara dikkat eder ve onun güç ve ka-biliyctindcki farklılıkları dikkate alır. Bir yandan kişinin hırs ve arzularının toplum aleyhine azgınlaşmasını, diğer yandan da toplumun kişinin fıtrat ve kabiliyetleri aley­hine gelişmesini zulüm olarak görerek ada­let ile çelişen durumları ortadan kaldırır.

İslâmiyet'e göre hayat, yardımlaşma esasına göre teşekkül eder. Toplumun ve ferdin, bütün kabiliyet ve gayretlerini ser­best bırakacak ortam sağlanmalıdır. İslâm'ın hayata bakış açısının genişliği, ik­tisadi değerler dışındaki değerleri de gözö-nünde bulunduran bir adaletin gerçekleşti­rilmesine imkân sağlar. İslâm'ın insana ba­kışı, sosyal adaleti, insanı ve insanî hayatın bütün esaslarını kapsayıcı bir adalet haline getirmiştir. İslâm'ın sosyal adalet için belir­lediği üç esas;

- Mutlak vicdan hürriyeti,

- Mükemmel insanı eşitlik,

- Sağlam sosyal dayanışma, olarak belir­lenmiştir.

Bu esaslar üzerinde sağlam bir sosyal adaleti teşekkül ettiren İslâmiyet, mutlak adaleti ortaya koyarken, rızıklann farklı ol­masını, insanların bir kısmının rızkının di­ğerlerinden daha bol olmasını kabul etmiş­tir. Herkesin fırsat eşitliğinin sağlandığı bir ortamda, gayret ve kabiliyet farklılaşması, bazı fertlerin daha fazla nzık elde etmesine yol açacaktır, islâmiyet, zenginliğe sınır ge­tirmemiş, fakat, dünya hayatının geçici ol­duğu görüşünden hareketle esas mülkün Allah'a ait olduğunu belirtmiştir. Bu anla­yış, fertleri sahip oldukları zenginliği, israf etmeksizin kendileri ve toplum menfaatleri lehine kullandırmaya zorlamaktadır, islâm'ın beş şartından biri olan zekât, mües­sese olarak, maddi anlamda sosyal adaleti sağlamaya yönelik en önemli müessese ol­makladır. Zekât, bir yandan aşın zenginliği törpülemekte, diğer yandan da belirli sosyal grupların fakirlik çizgisinin altında kalma­sını önlemektedir. Zekat, sahip olduğu özellikleri ile, modem vergileme prensiple­ri ile ulaşılmak istenen hedeflere varılması­na imkân sağlayan bir müessesedir.

islâmiyet, insanın maddi ve manevi ha­yatını birlikte ele aldığının bir göstergesini de sosyal yardımlar konusunda vermekte­dir. Sosyal dayanışma vazgeçilmez bir ahlâk kaidesi olarak kabul edilmiş, ferdin nefsi terbiyesinde sosyal yardımlaşmaya büyük yer verilmiştir. îslâmiyet'de veren insan tipine büyük önem verilmiş, sahip ol­duğu varlıktan paylaşan insan davranışı teşvik edilmiştir.

Yusuf ALPER