VAKIF

 

Bİr malın satılmamak kaydıyla hayır işi­ne bırakılmasını ifade eden bir terimdir, îslâm hukukçuları bir terim olarak vakıfı: "Menfaati ibadullaha ait olmak üzere bir ayn'ı Allah'ın mülkü hükmünde olarak tem­lik ve temellükten ile'1-ebed habs etmekdir" şeklinde tanımlamışlardır. Bu tanıma göre, insanların faydalanmaları için bir malın Al­lah'ın mülkü hükmünde düşünülerek ebedî olarak alım, satım, rehin, hibe, vasiyet, mi­ras gibi temlik ve temellük ile sonuçlanacak her türlü hukukî tasarrufun dışına çıkararak bir tarafa tahsis edilmesine vakıf denilmek­tedir.

Vakıf, kurumlaşmış bir yardım anlayışı­nı ifade eder. Bu nedenle konuyu iyi kavra­yabilmek için îslâm dininin yardım anlayı­şı, hatta eski toplumlardaki yardım kuruluş­ları üzerinde durmak gerekir.

İslâm inancına göre kâinatta her şey fani olup yalnız Allah bakidir. Mutlak hakim O'dur. Mülk Onundur. Allah bütün varlığı kuşattığı için O'nu seven yaratıklarını; in­sanları, hayvanları, bitkileri hatta cansız varlıkları da sever. Bu sevgi Allah'ın canlı­lara bağışladığı hayatı kutsal kılmıştır. Bu da "maldan sevgiye kadar" pek çok şeyde fedakârlık gerektirir, işte bu duygularladır ki: "insanların en hayırlısı insanlara yararlı olan malın en hayırlısı Allah yolunda har­canan (vakfedilen), vakfın en hayırlısı da halkın en çok ihtiyaç duyduğu şeyi karşıla­yandır" anlayışına ulaşılmıştır.

Kuranda doğrudan doğruya "vakıf te­rimi kullanılmamıştır. Ne var ki, vakfın, ko­nusunu meydana getiren sadaka, in'am, it'am, ihsan, ödünç verme, yararlı iş yapma, hayır işleme, yoksul, düşkün ve yetimleri gözetme, köle ve esirleri hürriyetlerine ka­vuşturma, yoksul ve misafirleri yedirip ba­rındırma, yeni müslüman olanları İslâm'a ısındırma, ibadet yerleri yapma, topluma yararlı eserler İnşa ve ihya etme, ilim mües­seseleri kurma, sağlık ve temizlik hizmetle­rini yürütme, yurt savunması İçin harcama­da bulunma gibi konularda varit olan ayet ve hadisler bu kurumun doğmasına sebep olmuştur. Böylece vakıf tatbikatı Hz. Pey­gamber devrinde başlamış ve zamanla İslâm medeniyetinin en önemli kuruluşla­rından biri haline gelmiştir.

Bir hadiste: "İnsan ölünce üç şeyden baş­ka ameli sona erer. Devam eden sadaka (sa-daka-i câriye), faydalanılan ilim ve kendisi-' ne dua eden hayırlı evlât" denilmektedir. Bu hadiste geçen "sadaka-i câriye" sözü İslâm hukukçuları tarafından "vakıf olarak yorumlanmıştır. Diğer taraftan "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe eremezsi­niz" ayetinin gelişinden sonra Ebu Talha adındaki bir şahabının Resulullah (s.)'a ge­lerek "Beyraha" adındaki çok sevdiği bah­çesini Allah rızası için hayra tahsis etmek istediğini bildirmesi ve Hz. Peygamber (s.)'nin ona, bu bahçeyi akrabalarına tahsis etmesi tavsiyesinde bulunması; Hz. Ömer (r.a.)'nin Hayber ganimetinden hissesine düşen "Semğ" adındaki araziyi yine Hz. Muhammed (s.)'in tavsiyesi ile "aslı satıl­mamak, bağışlanmamak, mirasla intikal et­memek şartıyla fakirlere, yakın hısımları­na, miskinlere, yolda kalanlara, Allah yo­lunda cihad edenlere ve azadlık antlaşması yapmış kölelere tasadduk (vakf)" etmiş ol­ması; Hz. Ali (r.a.)'nin Yenbu'daki bir ara­zisini ve çeşmesini; Hz. Osman (r.a.)fm Rûme kuyusunu vakfetmeleri, vakfın dinî temellerini oluşturmaktadır.

Bu delillerden hareketle Hanefî, Şafiî, Maliki, Hanbelî, Zahirî, Zeydî ve Caferi mezheplerine mensup İslâm hukukçuları­nın çoğunluğu (cumhur-i fukaha) vakfı caiz görmüş ve teşvik etmişlerdir. Buna rağmen hukukçular arasında ufak tefek görüş ayrı­lıkları da bulunmaktadır.

Dört Halife devrinde başlayan ve Emevi-ler devrinde gelişen fetihlerden sonra müs-lümanların büyük bir iktisadî refaha kavuş­tukları biliniyor. Bu durum Abbasiler dev­rinde de gelişerek devam etti. Müslümanla­rın zenginliği, yukarıda kısaca temas ettiği­miz İslâm'ın yardım anlayışı ile birleşince vakıflarda büyük bir artış görüldü. Yüzbin-lerce insanın yararlandığı ve hemen her alanda hizmet veren vakıflar ortaya çıktı. Bu gelişmelere paralel olarak İslâm hukuk­çularının vakıf konusu ile yakından ilgilen­meleri, vakıf hukukunun ortaya çıkmasına sebep oldu. Böylece daha hicrî 3. yüzyıl gi­bi erken bir devirde Ebubekir Ahmed b. Amr el-Hassaf (Ö. 261)'ın Ahkâm&'l-Evk-3fı gibi vakıflarla ilgili müstakil eserler ya­zılmaya başlandı. Aynca vakıf konusu hu­kuk kitaplarında ayn bir bahis olarak ince­lendi. Zamanla İslâm dünyasında vakıflarla ilgili yüzlerce eser ortaya çıktı.

Bütün bunlara rağmen vakıflardaki asıl büyük gelişme Selçuklular ve Osmanlılar devrinde yaşandı. Bu devirde yardımlar in­sanları aşarak hayvanlara kadar götürüldü. Çok ve çeşitli hizmet alanları düşünülerek binlerce vakıf kuruldu. Bu cümleden olarak camiler, mescitler, namazgahlar, mektep­ler, medreseler, kütüphaneler, tekkeler, za­viyeler, darülacezeler, hastahane ve imaret­ler, kervansaraylar, hanlar, hamamlar, çeş­me ve sebiller, su yolları, yollar, köprüler, deniz fenerleri, limanlar, kale ve istihkâm­lar, spor saha ve tesisleri, mesireler gibi va­kıf müesseseleri yapıldı. Bu sayılanların dı­şında dul kadınlar ve kimsesiz çocuklar için bakımevleri açmak, öksüz çoculara süt an­ne tutmak, bayramlarda çocukları sevindir­mek için top atmak, halkın alış-verişte kandınlmaması için çarşı ve pazar yerlerine öl­çü ve tartı aletleri koymak, evlâtlıkların, kö­le ve cariyelerin sahipleri tarafından ezilip hırpalanmamaları için kırdıkları eşyayı taz­min etmek, yoksul kızlara çeyiz hazırlamak ve düğünlerini yapmak, hapishanelerdeki mahkumlara çeşitli yardımlarda bulunmak, çalışamayan yaşlı ve sakat meslek ve sanat erbabı için yardım fonları kurmak, halka faydalı olan kitapları yazdırmak ve parasız dağıtmak, kışın et fiyatlarının artmaması için tedbirler almak, ıslah edilmiş koyunha-neter kurmak, hatim, mevlid, aşır, Buhari okutmak, yemek yedirmek, fukaraya odun, kömür almak, halka sıcak günlerde soğuk su ve şerbet dağıtmak, bunları soğutmak için kâr temin etmek, çocuklar için mesire yerleri (oyun bahçeleri) yapmak, çocuklara kitap almak, yetimlere aylık bağlamak, as­keri donatmak, donanmaya yardım etmek, kışın geçit vermez dağ başlarına, vadilere sığınak yapmak, yollarda halkı rahatsız eden, üstelik sağlığa zararlı olan pislik ve balgam gibi şeylerin üstünü külle kapat­mak, kış aylarında kuşları, hasta ve garip leylekleri beslemek ve tedavi etmek, sahip­siz kedi ve köpekleri doyurmak.., gibi son derece değişik konularda kurulan vakıflara rastlamak da mümkün olmaktadır.

Osmanlılar döneminde devlet, vatanda­şın canım ve malını korumak, asayişi sağla­mak, sınırları korumak, devlet düzenini sağlamakla mükellefti. Günümüzün mo­dern devlet anlayışında devlet görevlerin­den sayılan eğitim, sağlık, bayındırlık, di­yanet, sosyal yardım hizmetleri ise devlet görevleri arasında görülmüyor ve bütün bu hizmetler, şahısların kurduğu vakıflar tara­fından yürütülüyordu. Tabiatıyla bu vakıf kurumlara, gelir getiren zengin akarlar bağ­lanıyordu.

Kanuni devrinin ünlü tarihçisi ve devlet adamı Lütfı Paşa, Asaf-Nâme adındaki ese­rinde, ideal bir devlet adamının gelirlerinin üçte birini harcamasını, üçte birini tasarruf etmesini, üçte birini de hayır işlerine yatır­ması gerektiğini yazmaktadır. XVIII. yüz­yılda İstanbul'da bulunan ve Türk toplum hayatını çok yakından tanıyan tarihçi d'Ohsson, Türk insanının hayırseverliğinin nedenini îslâm dininde görerek şöyle de­miştir: "Kur'an, Türkleri dünyanın bütün milletlerinin en hayır ve insan severi haline getirmiştir." d'Ohsson'dan sonra Türki­ye'ye gelen yabancıların da benzer düşün­celere sahip olmaları, uzun yüzyıllar bo­yunca bu yardımseverlik anlayışında bir de­ğişikliğin olmadığını göstermektedir. Hatta vakıfların çokluğu zaman zaman bazı prob­lemlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Fatih devrinde vakıflar o kadar çoğalmıştı ki, bu yüzden devlet gelirlerinde ciddi azal­malar görülmüş ve Sultan, çıkardığı bir hatt-ı hümayunla bazı vakıfları İlga etmek zorunda kalmıştı. Devlet hazinesini zor du­ruma sokan bu vakıf bolluğu, XVH. yüzyıl­da da kendini hissettirir. Öyle ki, Koçi Bey, Sultan IV. Murad'a sunduğu meşhur lâyiha­sında bu konu üzerinde ısrarla durmak gere­ğini duymuştur.

Vakfın XVIII. yüzyıl Türk toplum haya­tındaki etkilerini belirlemek için yapılan bir araştırmada, bu yüzyılda vakıf gelirlerinin neredeyse devlet gelirlerinin yansına eşit olduğu ortaya konulmuştur. Bu gelirlerin %37.75'i din alanına, %28.16'sı eğitim ve Öğretime, % 10.5 Ti sosyal hizmetlere, %6.50'si askerî harcamalara aynim işti.

İslâm dininin eğitim ve öğretime verdiği değer, daha ilk müsîüman Türk devletleri zamanında bu alanda yoğun çalışmalann yapılmasına neden olmuştu. Selçuklular devrinde ise bu konu daha ciddi bir şekilde ele alındı. Alparslan ve Melikşah'a vezirlik yapmış olan devlet adamı Nİzamülmülk'ün büyük masraflarla kurdurduğu Nizamiye medreseleri, fonksiyonu ve etkileri ile haklı bir şöhrete kavuştu. Bu medreseler örnek alınarak hemen bütün Anadolu şehir ve ka­sabalarında medreseler inşa edildi. Osman­lılar döneminde de, daha ilk sultanlardan itibaren, aynı gelenek sürdürüldü. Medre­seler, sıbyan mektepleri (ilkokullar), tıp medreseleri, Daru'l-Hadisler ve Daru'l-Kurralar, kütüphaneler yapıldı. Eğitim ve öğretim kurumlannın sayısı binleri buldu. Üstelik bunlann hemen hepsi yatılı okullar olarak düzenlenmişti ve bu ilim yuvalann-da devrin meşhur ilim, fen ve sanat adamlan yetişti.

Günümüzde olduğu gibi o devirde de eğitim hizmetlerinin yürütülmesi için yal­nızca bina yapmak yeterli değildi. Başta müderrisler (öğretmenler) olmak üzere, medreselerde görevli asistanlar ve hizmet­lilerin maaşları, öğrencilerin harçlıkları, ki­tap ve kırtasiye giderleri, iaşeleri ve binala­rın her türlü bakım ve tamiri için paraya ihti­yaç vardı. Bu para, gelirleri bu eğitim ve öğ­retim kurumlarına vakfedilen han, hamam, dükkan, ev, değirmen, çiftlik gibi akarlarla sağlanıyor ve hayırseverler binalarla birlik­te bu gelir kaynaklarını da vakfediyorlar­dı.

Vakıfların Anadolu'nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasına da büyük ölçüde etkisi ol­muştur. Anadolu'nun fethi ve Osmanlı dev­letinin kuruluşu sırasında ele geçirilen şe­hirlerde devlet adamları ve hayırsever zen­ginler derhal imar faaliyeti başlatıyor ve kı­sa zamanda bu şehirlerde camiler, medrese­ler, hanlar, hamamlar, yollar, köprüler, imaretler, tekkeler, hastaneler v.s. yapılı­yordu. Bunlara zengin gelir kaynaklan da bağlanınca kalabalık bir "mürtezika" (va­kıfların gelirlerinden yararlanan kişiler) zümresi, hatta tâ Orta Asya'dan gelen Türk göçmenler bu şehirlere yerleşiyorlardı. Böylece bu vakıf kuruluşları sayesinde şe­hirlerin fiziki çehresi hızla değişiyor, artan Türk nüfusu ile Türkleşme ve islâmlaşma sağlanıyordu. Osmanlılar bir iskân ve kolo-nizasyon metodu olarak da vakıflara baş­vurmuşlardı. Kurulan tekkeler bazan yeni köylerin çekirdeğini oluşturabiliyordu. Lâle Devri'nde Damat İbrahim Paşa, doğ­duğu köy olan "Muşkara"yı büyütmek ve güzelleştirmek için köyünde pek çok eser yaptırdı. Gerçekten de Muşkara kısa za­manda büyüdü, bir şehir oldu ve köyün eski adı değiştirilerek "yeni şehir" anlamında "Nevşehir" denildi. Nevşehir, vakıfların Türk şehir hayatında oynadığı rol için güzel bir örnektir.

Şehirlerimiz 1856 yılına kadar belediye teşkilatından mahrumdu. Vakfiyeler ince­lendiğinde, bu tarihten önce su, ulaşım, ay­dınlatma, temizlik, asayiş gibi belediye hiz­metlerinin hep vakıflar tarafından gerçek­leştirildiği görülür.

Su kanalları, su kemerleri, maksemeler, çeşmeler, sebiller, kuyular, hamamlar ta­mamen vakıf kuruluşlardı. Fakirlerin para­sız yıkandıktan hamamlar mevcuttu. Sebil­lerde buzlu su, hatta şerbet dağıtılırdı. Yol, kaldırım ve köprü yapımını vakıflar sağlı­yordu. Bazı hayır sahipleri kurduktan va­kıflarla "kandilciler" tutuyor, yine vakıf ge­liri ile kandil ve yağ alarak sokakları aydın­latıyorlardı. Sokakların temizlenmesi ve umumi helalar için vakıflar kurulmuştu. Bekçi ücretleri vakıflardan ödeniyordu. Vakıf hastahanelerde her din ve ırktan insan tedavi ediliyor, gerekirse ücretsiz ilaç veri­liyor, doktor temin ediliyordu. İmaretlerde yoksullara, yolcu ve misafirlere her gün bir veya iki öğün yemek yediriliyordu. d'Ohs-son'a göre istanbul imaretlerinde her gün parasız yemek yiyenlerin sayısı 30 bin idi. Böylece vakıflar bir yandan binlerce görev­liye maaş ödüyor, öte yandan yüzbinlerce insana hizmet götürüyordu. Böylece vakıf­lar yolu ile gelir dağılımındaki dengesizlik­ler asgariye indirilirken, yine aynı sebebe bağlı olarak ortaya çıkabilecek sosyal patla­maların da önü alınmış oluyordu.

Vakıflann ülke ticaretine ve ekonomik hayatın gelişmesine de olumlu etkileri ol­muştu. Hemen bütün şehirlerde vakıf tica­ret hanları vardı. Şehirler arası yollar, önemli stratejik mevkilere kervansaraylar yaptırılarak sürekli işler halde tutulmuş, böylece yolcu ve tacirlere yol güvenliği ve konaklama imkânı sağlanmıştı. Kervansa­rayların vakfiyelerinden buralara yerli, ya­bancı, erkek, kadın, hür, köle, müslim, gayr-i müslim herkesin kabul edildiğini; yolculara yiyecek, ilâç hatta ayakkabı sağ­landığını, hayvanlara bakıldığını anlıyo­ruz. Ücretsiz hizmet sunan kervansaraylar, banilerinin vakfı olan gelirleri ile bu fonksi­yonlarını yüzyılar boyu sürdürmüşlerdi.

Bütün bu sayılanların dışında vakıfların kültür hayatına da önemli etkileri olmuştur. Başta büyük sanat değeri olan mimarî âbi­deler olmak üzere, hat, taş, ağaç ve maden işçiliği, tezhip, çini, kitap, cilt, ebru gibi de­ğişik sanat dallarında ibda edilmiş vakıf şa­heserleri; şehirleri, kütüphane ve müzeleri doldurmaktadır. Vakfiyelerin dil, kültür, la-rih, hukuk ve iktisat tarihi, sosyoloji hatla folklor açısından taşıdığı önem ise ayrıca hatırlanması gereken bir konudur.

Osman ÇETİN Bk. İnfak Kardeşlik, Yardımlaşma