A |
1928 senesinde alınan Türk alfabesinin "a"
harfi, Osmanlıcadaki elif ve ayın harflerine yakın bir ses verir. |
A |
Nida edatı olup, kelimenin sonuna gelir "ey" mânası verir.
Aynı veya farklı iki kelime arasına gelirse, sözün mânasını kuvvetlendirir.
"rengârenk, lebaleb" gibi. |
AB |
f. Su. * Mc : Yağmur. * Letâfet, güzellik. * İtibar. * Irz, nâmus.
* Vakar. * Cilâ. *Keskinlik. |
AB-I ÂBİSTENÎ |
Nebatların beslenip büyümesi için zaruri olan su ve yağmur. * Gebeliğe
sebep olan su, meni. |
AB-I ADÂLET |
Doğruluğun ve adaletin feyz ve bereketi. |
AB-I BÂDE-RENG |
Kanlı göz yaşı. |
AB-I BESTE |
Buz. * Mc : Billur, sırça. |
AB-I CİĞER |
Ciğer suyu. * Göz yaşı. |
AB-I ÇEŞM |
Göz yaşı. |
AB-I DEHÂN |
Ağız suyu, salya. |
AB-I HAYAT |
Kan. Ebedî hayata sebep olan hayat suyu (diye tâbir edilen) bu
kelime, edebiyatta : "çok güzel ifâde, lâtif söz, parlaklık, letâfet"
mânalarında geçer. * Tas : Aşk-ı hakiki, aşk-ı ilâhi, ilm-i ledün, mârifetullah'tan
kinayedir. Âb-ı Hızır, âb-ı hayvan, âb-ı beka gibi isimlerle de söylenir. |
AB-I HUFTE |
Durgun su. * Buz. * Billur. * Kınında bulunan kılınç. |
AB-I HURDENÎ |
İçme suyu. İçilir su. |
AB-I KEVSER |
Kevser âb-ı hayatı. Kevser letâfeti. |
AB-I LEZİZ |
Leziz, tatlı su. |
AB-I MUSAFFÂ |
Temizlenmiş, tasfiye edilmiş su. Saf su. |
AB-I REVAN |
Akar su. * Kalpteki ferahlık. |
AB-I RÛY |
Yüz suyu, şeref, haysiyet, nâmus. |
AB-I ŞOR |
Acı su. * Göz yaşı. |
AB-I YAH |
Buzlu, soğuk su. |
AB-I ZEN |
f. Küçük havuz. * Su birikintisi. * Yumuşak, lâtif sözlerle hatır
alan ve bu manâda emir. (Bak : Avzen) |
AB |
Kusur, ayıp, noksanlık. |
ABA' |
Kaba, ahmak kişi. |
A'BA |
Ağırlıklar, yükler, mes'uliyetler. * Sandık. |
ABA |
Ekseriyetle yünden yapılmış, bol giyimli bir libas, elbise. (Peygamber
Efendimiz de (A.S.M.) bu libası giyerlerdi.) |
ÂBÂ |
(Eb. C.) Babalar, pederler. * Mc : Mürşidler, ileri gelenler. |
ÂBÂ VE ECDÂD |
Analar, babalar, dedeler. |
AB'AB |
Taze civanlık. * İbrişim halı. * Dağ tekesi. * Yumuşak yünden yapılan
kisve. |
ÂBAB |
Otu bol olan yerler, çayırlar, otlaklar, mer'alar. |
ABAB |
(Abb) Suyu nefes almadan içmek. * Işık, nur, ziyâ. |
AB'ÂB |
Uzun boylu kimse. * Güzel huylu ve sabırlı adam. |
ABAD |
Ebedler. Sonsuz gelecek zamanlar. |
ABAD |
f. Mâmur, şen. * Çok dolu. |
A'BAD |
Köleler. |
ABADAN |
f. Mâmur, şen. İmâr edilmiş. |
ABADÎ |
Bayındırlık, mâmurluk, şenlik. * İmar edilmiş olan. * Hindistan'ın
Devlet-âbad şehrinde ipekden yapılmış bir yazı kağıdı. |
ABÂDİLE |
Abdullah isimliler. |
ABÂDİLE-İ SEB'A |
Meşhur olan yedi Abdullah isimli sahabe-i kiram (R.A.) (Abdullah
İbn-i Abbas, Abdullah İbn-i Ömer, Abdullah İbn-i Mes'ud, Abdullah İbn-i
Ravâha, Abdullah İbn-i Selam, Abdullah bin Amr bin As, Abdullah bin ebi
Evfâ (R.A.) (Asr-ı saadette Abdullah ismiyle anılan ikiyüz yirmi sahabe-i
kiram hazerâtı vardı.) |
ABAJUR |
Fr. Lamba siperi. |
ABAK |
İcab etmek. Lâzım olmak. * Yapışmak. |
ABAKİYE |
Lâzım olmak. * Yapışmak. * Zahmet. |
ÂBAL |
Develer. |
ABAL |
Dağ kili. |
ABALET |
Ağırlık. |
ABA |
Kule. |
ABAM |
şişman kimse. |
ABA-PUŞ |
f. Aba giyen, derviş. * Fakir. |
ÂBAR |
(Bi'r. C.) Kuyular. Su kuyuları. * f. Hesap defteri. |
ABAT |
Koltuk altları. |
ABB |
Işık, nur, ziya. * Güzelleşme. |
ABBAS |
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmın amcalarındandır ve Mekke'nin
fethinde Müslüman olmuştur. * Arslan, gazanfer. |
ABBASÎ |
Resul-i Ekrem'in (A. S.M.) amcası Hz. Abbas'ın neslinden gelen
veya aynı sülâleden gelenlerin kurdukları devlete mensup olan. |
AB-BERİN |
f. Akarsu ve şelâle kenarlarında suyun tazyikle akmasından meydana
gelen içi oyuk kovuk. |
AB-CAME |
f. Su kabı. |
AB-ÇERA |
f. Kahvaltı. |
ABD |
Kul, köle, Allah'ın kulu. Mahluk, insan. Hizmetçi. (Hür'ün zıddı).
"Abd kelimesi Allah'ın bazı isimleriyle birleştirilerek erkek isimleri
meydana getirilir. Abdullah (Allah'ın kulu). Abdulbâki (Ebedi olan Allah'ın
kulu) gibi. Bu isimleri taşıyan insanlar buna lâyık olmaya çalışmalıdırlar." |
ABDAL |
t. Safdil, ahmak, bön. * Afganistan'da yaşıyan bir Türk kavminin
adı, bu kavimden olan kimse. * Anadoludaki bazı göçebelerin adı ve bunlardan
olan kimse. * Derviş, ermiş, kalender. Kendini Allah'a adamış. Ona teslim
olmuş, bu yolda çile çekmiş kimse. (Bak : Ebdal) |
ABDAN |
(Ab. dan) Bahçe kovası, bahçe sulamaya mahsus süzgeçli kova. *
Sidik kesesi, mesane. |
ABDAR |
f. Parlak. * Sağlam vücudlu. * Su veren hizmetçi. * Mc : Ter u tâze,
tap taze. |
AB-DEST |
f. Namaz ve sair dini ibadetler için usulüne uygun olarak, el,
ağız, burun, yüz, dirseklere kadar kolları ve topuk kemiği üzerine kadar
ayakları üçer defa yıkamak ve kulaklara, başa ve enseye meshetmektir. *
Azarlama, paylama. |
ABDESTAN |
f. Su ibriği, abdest ibriği. |
ABDEST-HANE |
f. Ayak yolu, helâ. * Abdest alacak yer. |
ABDİYET |
Kulluk. * Kul olduğunu bilerek dininde, emredildiği üzere ibâdet
ve itaatte bulunmak. |
ABDULAZİZ |
32. Osmanlı Padişahıdır. Hilâfeti (Hi: 1277-1293) seneleri arasındadır.
Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından bilek damarları kesilerek şehid edilmiştir. |
ABDULHAMİD LL |
(mi: 1842-1918) 34' üncü Osmanlı Padişâhıdır. 33 yıl saltanatta
kalmış olan bu şefkatli Sultan,İslâmiyete son derece bağlı idi. Yüksek bir
siyaset adamı ve devlet işlerini bizzat takibeden bir zattı. Memlekette
bolluk ve refahı te'min için çalıştı. (R.Aleyh) |
ABDULKADİR |
Allah'ın kulu. |
ABDULKADİR-İ GEYLANÎ |
(Bak: Geylânî) |
ABDULKAHİR-İ CÜRCANÎ |
(Bak: Cürcanî) |
ABDULLAH |
Allah'ın kulu. * Bu isim Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın
mübarek ve şerefli isimlerindendir. Çünkü, Allah'a itaat ve ibadette, kulluk
yapmada devamlı ve en ileride olup bütün ömürlerinde Cenab-ı Hakka maddi
manevi bütün hâlâtında itaatttan ayrılmamıştır (A.S.M.). Hem muhterem babasının
adı da Abdullah'tır. |
ABDULLAH İBN-İ ABBAS (R.A) |
Ashab-ı Kiram'ın fakih ve müctehidlerindendir. Resul-i Ekrem'in
(A.S.M.) amcasının oğludur. Ashâb-ı Kirâm arasında mümtaz bir mevki'e hâizdir.
Sahih-i Buhari'de mezkûr olduğu üzere Resul-i Ekrem (A.S.M.), Abdullah hakkında
: "İlâhi onu dinde fakih kıl ve kitabını ona öğret!" diye dua
buyurmuştu. Bu âli duaya mazhariyetinden dolayı zamanın en bilgin şahsiyeti
olmuştu. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) hadislerini ezberlemekte, tefsir, hadis,
fıkıh ve ferâiz gibi yüksek ilimlerde eşsizdir. Hz. Ömer ve Osman'ın (Radiyallahü
anhüma) hilâfetleri zamanında müftülük vazifesini ifâ ediyordu. Kur'anın
tefsirindeki müstesna kudretinden dolayı Habr-ül-ümme, Tercemân-ül-Kur'an,
Sultan-ül-Müfessirin gibi yüksek lâkablarla Ashab ve Tabiin arasında şöhret
buldu. 1640 hadis rivâyet etmiştir. Hicretin 68. yılında 70 yaşında olduğu
hâlde Tâif'de ebedî hayata kavuşmuştur. (R.A.) |
ABDULLAH İBN-İ ÖMER |
Bi'setten bir yıl önce doğdu. Hicri yetmişüç tarihinde Haccâc-ı
Zalim'in emri ile şehid edildi (R.A.) Sahabe-i Kirâmın ileri gelenlerinden
ve Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâmın çok bağlılarından ve dâima onun
ahlâkını yaşamağa çalışanlardandı. Hz. Ömer Radıyallahü Anh'ın oğlu idi.
Hilâfet ve Valilik işlerine hiç karışmadı. Müttaki, cömert, kanaat sahibi,
halim bir zat olup kendini dünyaya bağlaması ihtimali olan bir malı olsa
derhal onu sadaka verir veya hediye ederdi. (R.A.) |
ABDULLAH İBN-İ ZÜBEYR |
Ebu Bekir-i Sıddık'ın kızı Esma'nın oğludur. Muhacirlerden ilk
doğan çocuk olup cesaret, şecaat, ibadet ve takvası ile meşhurdur. Zübeyr
ibn-i Avvam'ın oğludur. Yezid'in saltanatını kabul etmedi ve Mekke'de dokuz
sene halifelik yaptı. 73 yaşında şehid edildi. (R.A.) |
ABDURRAHMAN BİN AVF |
Aşere-i mübeşşereden ve çok fedakar olan Sahabelerdendir. İlk müslüman
olan sekiz kişiden birisidir. Bütün ihya-yı din için olan muharebelerde
çok fedakârlıkta bulunmuş, birisinde yirmibir yerinden yaralanmıştı. Bir
gazada oniki dişini birden kaybetmişti. Medine'ye ve Habeşistan'a hicret
edenlerdendi. Çok zengin idi. Bir defa otuz köleyi birden azad etmişti.
Hicri 31 tarihinde 71 yaşında vefat etti. |
ABE' |
Kıymet. Ehemmiyet. Meta'. |
ABE |
İşaret, alamet. * Cemaat, topluluk. |
ABECE |
Ahmak kimse. |
ABED |
Hayâ etmek. Arlanmak. * Hışım etmek, kızmak. * Uyuz hastalığı. |
ABEDE |
(ÎÂbid. C.) İbadet edenler. Âbidler. Tapanlar. |
ABEDE-İ ESNAM |
f.
Puta tapanlar. Putperestler. Heykele baş eğenler. |
ÂBEK |
Sulu, su dolu olan şeyler. * Çıban. * Civa. (Hg). |
ABEKET |
(C.: Abekât) Tâne, az şey. * Tuluk içinde kalan yağ bakiyyesi.
* Ekmek parçası. * Yılan başı dedikleri ufacık akça boncuk. |
A'BEL |
Ak, beyaz. * Ağaç yaprağının dökülmesi. |
ABEL |
(C.: Abâl) Yassı ve
enli yaprak. |
A'BEL |
(C: A'bile) Çok sert taş ki, kırmızı, beyaz veya siyah renkli olur.
* Taşlık dağ. |
AB-ENDAM |
f. Güzellik. Güzel endam. |
AB-ENDAZ |
Su mühendisi. |
ABERASYON |
Fr. Sapma. |
ABERAT |
(Abre. C.) Göz yaşları. |
ABES |
Davarın kuyruğunda kuruyup kalan bevl ve ters. |
ABES |
Oyuncak kabilinden faydasız ve boş amel. Lüzumsuz ve gayesiz iş.
Tesadüfi. (Bak: Gaye) |
ABESE |
(Abs. den) Çehresini çattı, sureti kerih oldu (meâlinde). |
ABESE SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'de sekseninci surenin ismi olup, Mekke-i Mükerreme'de
nazil olmuştur. Saliha Suresi, Sefere Suresi de denilir. |
ABESE İRCA |
Mantık ve matematikte bir isbat şeklidir. Bir hükmün doğruluğunu
isbat için, bu hükmü inkâr eden diğer hükmün yanlışlığı isbatlanır. Meselâ:
Allah'ın varlığının inkâr edilmesinin imkânsızlığını veya abesiyetini göstermek,
Allah'ın varlığını isbat yollarından biridir. Bu, "Abese irca"
yolu ile isbat şeklidir. |
ABESİYAT |
(Abes. C.) Faydasız ve boş şeyler. |
ABESİYYUN |
Kâinatın ve hâdiselerin başı boş, faydasız ve gayesiz, kendi kendine,
Haliksız olduğuna inanmak isteyen bâtıl yoldaki felsefeciler. Zamanımızda
Ekzistansializm "Varoluşculuk" adı altında yeniden ortaya çıkan
bir varlık ve hayat felsefesidir. İki kola ayrılmıştır. Bunlardan uluhiyeti
inkâr edenler, hayatın, varlığın ve insanın var oluşunu abes ve gayesiz
sayan ehl-i dalâlet fırkalarından biridir. Hristiyanlık dünyasında bunlara
karşı çıkan ikinci kısım ise: Allah'a inanılmazsa herşeyin abes olacağını,
bu sebeple Allah'a inanmanın zaruriliğini müdafaa etmektedirler.(Kâinatı
abes ve gayesiz itikat eden felâsife-i abesiyyun gibi kendilerini başıboş,
hikmetsiz, gayesiz, vazifesiz, Haliksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri
kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya kadar hikmetlerle müzeyyen
ve gayelerle müsmirdir. Ve mevcudat, zerrelerden güneşlere kadar vazifelerle
muvazzaftır. Ve evamir-i İlahiyyeye müsahharlardır.S.) |
ABEY-SERAN |
Fesliğen. * Şiddetli emir. Şer ve mekruh nesne. * Bir dikenli ağaç. |
AB-GAH |
Fr. Havuz, küçük göl, su biriken yer. * Tıb : Karnın kaburga kemikleri
kıkırdağı ve kısa kaburgalar altında olan kısmı. Böğür. |
AB-GİNE |
Fr. Billur. * Ayna. * Kılınç. * Göz yaşı. * Şişe, sürahi, kadeh. |
AB-GİR |
f. Suyun biriktiği yer, havuz. * Dokumacılıkta kullanılan fırça. |
AB-HANE |
f. Abdest bozacak yer. Helâ, tuvalet. |
ABHER |
Nergis çiçeği, * Dolu kap. |
AB-HURDE |
f. Su içen. |
ABIK |
Sebebsiz olarak sahibi yanından kaçan köle.* Civa. (Hg) |
ABÎ |
f. Ayva. * Suda yaşayan ve suda meydana gelen. * Çok mâvi. |
ABÎ |
Kurban payı. |
ABÎ |
Çekinen. * Tiksinen. * Sakınan. * Nazlanan. |
ABİD |
İbadet eden. Zâhid. Çok ibadet eden. * Köle. |
ABÎD |
Kullar. Köleler. |
ABİD |
f. Kıvılcım. |
ABİDANE |
f. Kul olarak, ibâdet edene yakışır surette. |
ABİDAT-I İSLÂMİYE |
İslâm medeniyeti anıtları. |
ABİDE |
Uzun müddet dillerde destan olup kalan beliye ve dâhiye. * Bir
milletin târihinde büyük bir değeri hâiz olan vak'a. * Fesahat ve belâgatı
dolayısıyle benzeri söylenemeyen şiir. * Tarihte yüksek ve hâkim bir mevkide
olan vak'aları veya büyükleri yaşatmak için yapılan bina. * Azametiyle,
güzelliğiyle insanı hayrete uğratan mebani. (Süleymaniye ve Ayasofya câmileri
gibi.) Uzun müddet yaşıyan edebî, ilmi, sinai eserler. * Geçmiş devirlerden
kalma tarihi veya bedii kıymeti olan binalar, kaleler ve harabeleri. * Dikilmiş
sütunlar ve bunların üzerindeki resimler, nakışlar, yazılar. * Abidenin
arapçadaki manası bizdekinden başkadır: Kendisinden nefretle, haşyetle bahsolunan,
uzun müddet dillerde destan olup kalan dâhiye ve beliyyeye denir. (Türk
İslâm Ansiklopedisi) |
ABİDE |
İbâdet eden kadın. (Abide-i zâhide gibi) |
A'BİDE |
(Abd. C.) Köleler. Abid. |
ABİDEVÎ |
Abide gibi. Abideyi andıran, âbideye benzeyen şekilde. |
ABİL |
Koyun, at ve deve gibi hayvanlara iyi bakan. * Çayırda otlayarak
suya muhtaç olmayan hayvan. |
ABİLE |
f. Su üzerindeki kabarcık. * Sivilce. Çıban. |
ABİR |
(Ubur'dan) Bir yerden geçen, giden yolcu. Geçen. * Hz. İbrâhimin
(A.S.) dedelerinden birisinin adı. |
ABİS |
Asık suratlı, ekşi yüzlü kimse. * Arslan. |
ABİS |
Alaycı, saygısız. |
ABİS |
Denizlerdeki dokuzbin metreyi geçen derinlikler. |
ABÎSE |
(C: Abayis) Tarhana. |
ABİST |
f. Gebe, hâmile. |
ABİSTEN |
f. Gizli, gizleme. * Gebe. * Dişilik. |
ABİSTENÎ |
f. Hâmilelik, gebelik. |
ABİŞHOR |
f. Hayvan sulama yeri. * İçme kabı. * Dinlenmek için kısa bir duraklama,
teneffüs. * Günlük yiyecek. |
ABİŞTGÂH |
f. Gizlenecek yer, gizli yer. |
ABİY |
Kısmet, nasib, |
ABİYE |
Örtü ile yüzünü örten, utangaç kız veya kadın. |
ABKAME |
f. Anadolunun bazı doğu illerinde ve Bağdat'da yapılan, turşu veya
salataya benzer bir çeşit yiyecek maddesi. * Ekşi hamurdan pişirilerek sirkeye
konulan ve turşu olarak kullanılan bir gıda maddesi. |
ABKARÎ |
Mutlaka kusuru olmayan. Kâmil. * Bir kavmin seyyid ve şerifi, efendisi.
Beşer san'atı olmayan. * Çok güzellik. * Bir nevi döşek.(Abkari: Esasen
abkar'e mensub demektir. Ebu Suud ve sair tefsirlerin beyanına göre Abkar:
Arabın zu'münce bir Cin beldesinin ismidir ki, Arablar acib gördükleri her
şeyi ona nisbetle tavsif ederek abkarî derler. Mu'cem-ül Büldan'da şu tafsil
mezkûrdur: Abkar; dolu, yani buluttan inen donmuş sudur. Ve demişlerdir
ki, cinnin sâkin olduğu bir arzdır. Meselde: "Keennehüm cinn-i abkar:
sanki abkar cinni gibi" denilir...Bazıları da demiştir ki: Abkarinin
aslı; vasfına hırs ile rağbet olunan her şeye sıfattır. Bunun da esası;
çünkü Abkar'da döşeme ve saire nakışları yapılırdı. Onun için her iyi şey
Abkar'a nisbet edilirdi.) |
AB-KEND |
f. Havuz, dere, su geçidi. |
AB-KEŞ |
f. Delikli kevgir. * Su çeken, sucu, saka. * Kadeh sunucu. |
AB-KUR |
f. Lâğım çukuru. Pisliğin aktığı yol ve delik. |
ABL |
Kalın, büyük nesne. *
Bükmek. |
ABLA' |
Ak nesne. * Beyaz taş. |
ABLİSE |
f. Tarlaya tohum atan, ekinci. |
ABLUKA |
İtl. Etrafını sarıp hâriçle alâkasını kesme. Bahren muhasara, denizden
kuşatma. |
ABLUKAYI BOZMAK |
Muhasara hattını yarıp geçmek. |
ABLUKAYI KALDIRMAK |
Muhasarayı bırakmak. |
AB-NAK |
f. Sulu, ıslak, nemli. |
ABONE |
Fr. Gazete ve dergi gibi yayınlara peşin para vererek muayyen bir
zaman için müşteri olan kimse. |
ABONMAN |
Fr. Bir imalâtçı ile müşteri arasında düzenli satın alma için yapılan
anlaşma. |
ABORDA |
İtl. Deniz teknelerinin rıhtıma, iskeleye veya başka bir tekneye
yanlamasına yanaşması. |
ABR |
Rüya tabir etmek. Düş yormak. * Yaş akıtmak. Sudan veya başka yerden
geçmek. * Söylemeden bir şeyi düşünmek. |
ABRA |
Bir değiş-tokuşta üste verilen şey. * Teraziyi ayarlamak için hafif
gelen kefesine konulan ağırlık. |
ABRAN |
Ağlayan, ağlayıcı. |
AB-RANE |
f. Su borularına ve su yollarına bakan mühendis. |
ABRAŞ |
Alaca benekli at. * Klorofil azlığından dolayı açık renkte lekeleri
olan bitki yaprağı. |
ABRE |
Göz yaşı. |
ABS |
Karıştırmak,
halt. * Güneşte keş kurutmak. |
ABS |
Kurumak, katılaşmak. |
ABS |
(Ubus)
Huzursuzluktan yüz ekşitmek, çehreyi çatmak. |
ABSAL |
f. Bahçe, koru, park. |
AB-SÜVAR |
f. Su üstünde yüzen. * Sudaki kabarcık. |
ABŞ |
Salâh. * Hüsn. İbâdet. * Gaflet. |
AB-ŞAR |
f. Şelâle, su akarken çıkardığı ses, şırıltı. |
AB-ŞİNAS |
f. Sudan anlıyan. * Gemi kılavuzu. |
ABT |
Deveyi ve koyunu hastalanmadan sağ iken boğazlamak. * Kazılmamış
yeri kazmak. * Yarmak. |
ABT |
Yalan, Şübhe uyandırıcı hareket. |
ABU |
f. Nilüfer çiçeği. |
ABUS |
Çatık çehreli. asık yüzlü. Yüzü ekşi. |
ABV |
Yüzün güzel olması. Nizamlı oluş. (Bak: Ta'biye) |
AB-VEND |
f. Maşrapa, bardak, su kabı. |
AB-YAR |
f. Sulayan. * Mc: Bereketlendiren, feyizlendiren. |
AB-YARÎ |
f. (Asıl mânâsı sulama ise de, lisanımızda yalnız mecazi mânâsiyle
bazı eski nesir yazarları tarafından kullanılmıştır). Yardım, itimat. |
AB-YÂRÎ-İ HİMMET |
Korumak için yapılan yardım, himmet yardımı. |
AB-YÂRÎ-İ HİMMETİNİZLE |
Himmetiniz yardımıyle, himmetiniz sayesinde. |
AB-ZEN |
f. Küçük havuz. * Banyo. |
AC |
Fildişi. * Dolu kap. |
AC'AC |
Çağırış. |
ACAC |
Toz. * Tütün. * Bulut. * Duman. |
AC'ACE |
Uzun uzun çağırmak. |
ACAFET |
Zayıflık. Çelimsizlik. |
ACAİB |
(Acib. C.) Şaşırtacak ve hayret verici şeyler. |
ACÂİB-İ SEB'A-İ ÂLEM |
Dünyanın yedi tane şaşılacak, acaib şeyi. (Çin seddi bunlardan
biridir.) |
ACAİBAT |
Normale zıt şeyler. Acâib şeyler. |
ACAİZ |
(Acuze. C.) Kocakarılar. İhtiyar kadınlar. |
ACAK |
f. Toprak. |
ACAL |
(Ecel. C.) Eceller. Ölümler, vâdeler. |
ACALİT |
Yoğurt. |
A'CAM |
(Acem. C.) Acemler. İranlılar. * Arab olmayanlar. |
ACAM |
(Ecme. C.) Meşelik, kamışlık, ağaçlıklar. |
ACAN |
f. Polis: Emniyet mensubu |
ACAR |
(Ecr. C.) Sevaplar, ücretler, mükâfatlar. * Kiralar. |
ACASA |
Deve sürüsü. |
ACB |
Kuyruk sokumu. "Us'us" denilen küçük kemik. Her şeyin
kuyruk dibi ve nihâyeti. Fâtiha-i hilkat olan küçük kemik.Acb-üz zeneb diye
Hadis-i Şerifte ismi geçen ve insanın kuyruk sokumundaki en küçük kemik.(Kur'ân-ı
Kerim'de "Sure: 30. âyet: 27" Yani: "Sizin haşirde iâdeniz,
dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay, daha rahattır." Nasıl
ki bir taburun askerleri istirahat için dağılsa, sonra bir boru ile çağrılsa,
kolay bir surette tabur bayrağı altında toplanmaları, yeniden bir tabur
teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır. Öyle de bir bedende birbiri ile
imtizaç ile ünsiyet ve münasebet peydâ eden zerrat-ı esasiyye, Hz. İsrâfil'in
(A.S.) suru ile Hâlik-ı Zülcelâlin emrine "Lebbeyk" demeleri ve
toplanmaları aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem bütün
zerrelerin toplanmaları belki lâzım değil. Nüveler ve tohumlar hükmünde
olan ve hadisde "Acb-üz zeneb" tâbir edilen ecza-i esasiyye ve
zerrât-ı asliyye ikinci neş'e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakim
beden-i insanîyi onların üstünde bina eder. S.)(Arkadaş! Zâhire nazaran,
haşirde, ecza-yı asliye ile ecza-yı zâide birlikte iade edilir. Evet, cünüb
iken tırnakların, saçların kesilmesi mekruh ve bedenden ayrılan herbir cüz'ün
bir yere gömülmesi sünnet olduğu ona işarettir. Fakat tahkike göre, nebatatın
tohumları gibi "Acb-üz-zeneb" tâbir edilen bir kısım zerreler,
insanın tohumu hükmünde olup, haşirde o zerreler üzerine beden-i insanî
neşvü nema ile teşekkül eder. İ.İ.) |
ACC |
Yüksek sesle haykırma, * Gürültü çıkarma. Deveyi döğme. |
ACC(E) |
Kalabalık. |
ACCAC |
Fırtınalı, rüzgârlı. * Gürültülü. |
ACEB |
Taaccüb, şaşma, hayret. * Garib, hoş, lâtif ve nâdir-ül vücud olduğundan
bir şey için inkâr ve istiğrab etme hâli. |
A'CEB |
Çok acâyib. Pek tuhaf olan. |
A'CEB-ÜL ACÂİB |
Çok acib ve gülünç olan. |
ACED |
Kuru üzüm. |
A'CEF |
İnce, zayıf. |
A'CEL |
Daha acele, en çabuk. * Acele eden kişi. |
ACELE |
Çabuk, çabukluk. Bir işi çabuk yapmaya ve çabuk bitirmeye çalışma,
ivedilik. |
ACEM |
İranlı. Yabancı. * Arapça konuşmayanlar. Arab olmayanlar. * Çekirdek. |
ACEMÂNE |
f. Acemlere yakışır suret. Yabancı gibi. |
ACEMCEME |
(C: Acemcemât) Kuvvetli, muhkem deve. |
ACEME |
(C: Acemât) Çekirdek. * Çekirdekten biten hurma ağacı. * Sert ve
sağlam taş. |
A'CEMÎ |
Aceme mensub. * Arapçayı iyi konuşmayan. Dilsiz. * Beceriksiz. |
ACEMÎ |
Tecrübesiz. * Yabancı. * Yeni. Mübtedi. |
ACEMİSTAN |
f. İran ülkesi. |
ACEMİYAN |
f. (Acemi. C.) İranlılar. Acemler. * Acemiler, tecrübesizler. |
ACENTE |
(Acenta) ing. Bir vapur şirketinin her iskeledeki memuru. * Bir
şirket veya idarenin diğer memleketteki vekili. * Memur veya vekilin memuriyeti
ve idarehanesi. |
A'CEZ |
En âciz. Çok kudretsiz. * Mak'adı etli ve yumru olan. |
ACEZE |
(Âciz. C) Âcizler. * Düşkünler, zayıflar. |
ACÎB |
Şaşılan ve hayret uyandıran şey. Benzeri görülmeyen. Garib. Taaccüb
olunan şey. |
ACİB |
Hayret veren. Şaşılacak şey. |
ACÎBE |
Alışılmış surette olmayan. Çok hârika. Acib ve garip, hayret verici,
şaşılacak şey. |
ACİBE-İ HİLKAT |
Her zaman yaratılan şekilden farklı olarak yaratılmış olan. (Meselâ:
Normalinden çok fazla büyük cüsseli veya üç ayaklı olmak gibi) |
ACİC |
Sesi yükseltmek. |
ACİL |
Sonraya bırakılmış. Bir vâdeye bağlı. * Ahiret. |
ÂCİL |
Aceleci. * Acele eden. Hemen. * Derhal. Peşin. * Çabuk. * Fık:
Dünya. |
ÂCİLANE |
f. Acele edene ait. Acele olarak. * şimdiki zamana ait. |
ÂCİLEN |
Vakit gelince yapılmak üzere. Bir vâdeye veya bir şarta bağlı bulunarak. |
ÂCİLEN |
Acele olarak. Serian, derhal, müstâcelen. |
ACİN |
Rengi ve tadı değişmiş pis su. |
ACİN |
Yoğurma, hamur tutma. |
ACİNÎ |
Hamur gibi yoğurulmuş, macun kıvamında. |
ACİNİYET |
Mâcun halinde olma. Hamur gibi yoğurulmuş olma. |
ACİR |
Elindekini başkasına kiralayan. Kiraya veren. |
ACİŞ |
f. Üşüme, soğuktan üşüme. |
ACİYY(E) |
(c: Acâyâ) Anası öldüğünden, başka kimsenin sütüyle beslenen çocuk.
* Anası sütünü vermeyip yemeği öğrettiği çocuk. |
ÂCİZ |
Beceriksiz. Eli ermez. Kabiliyetsiz. Gücü yetmez olan. |
ÂCİZÂN |
(Âciz.
C.) Âcizler, beceriksizler, zayıflar, güçsüzler. |
ÂCİZÂNE |
f. Âciz olarak. Beceriksizce. Tevâzu ile. (Alçak gönüllülük ifâdesi
için söylenir) "Allah'a karşı kusurlarını bilen bir mü'min âcizâne
ancak Allah'tan rahmet diler." |
ÂCİZİYYET |
Acizlik, beceriksizlik, kabiliyetsizlik. * Fakirlik, tevâzu. |
ACLED |
Yoğurt. |
ACLEZ |
Kavi, sağlam nesne. |
ACM |
(C: Ucum) Beş yaşına girmemiş deve. * Kuyruk dibi. * Isırmak. |
ACMÎ |
İnce fikirli. Akıllı, anlayışlı. |
ACN |
Yoğurma. Ma'cun kıvamına getirme. |
A'CUBE |
(Bak : U'cube) |
ACUL |
Çok acele eden sabırsız. |
ACULÂNE |
Acele edene yakışır suretde. |
ACULİYET |
Acelecilik. Sabırsızlık. |
ACUR |
Kabakgillerden bir hıyar cinsi. Üstü hafif olukludur. Bazıları
tüylüce olur. |
ACUZ(E) |
Çok
yaşlı kadın. Kocakarı. * Kılıç. * Şarap. * Sırtlan. |
ACUZE-İ ŞEMTA |
Saçı ağarmış kocakarı. |
ACÜR |
Yoğunluk, semizlik, besililik. * Yoğun. * Her nesnenin hacmi ve
cüssesi olmak. |
ACÜR |
Kuyruk. |
ACÜR |
Kerpiç, tuğla, kiremit. |
ACÜRÎ |
Kiremitçi, tuğlacı. |
ACÜS |
Almak, kabzetmek. * Gecenin sonu. |
ACÜZ |
(C.: Acâz) her nesnenin dibi, kökü ve sonu. * Yay kabzası. |
ACV |
Çocuğa süt içirmek. |
ACVE(T) |
Medine-i Münevvere hurmalarından bir çeşit, iyi hurma. |
ACZ |
Beceriksizlik. İktidarsızlık. Kuvvetsizlik. Güçsüzlük. Yapamamak.
* Zarardan korunmak gücünün olmaması. * Bir şeyin geri tarafı. (İnsandaki
kusur sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacına da nihayet yoktur. İnsana
tevdi edilen açlık ile nimetlerin lezzetleri tebârüz ettiği gibi: İnsandaki
kusur, kemalat-ı Sübhâniyye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr,
gına-i rahmetin derecesine bir mikyastır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyâsına
bir mizandır. İnsandaki tenevvü-ü hâcat, envâ-ı niam ve ihsanatına bir merdivendir.
Öyle ise fıtratından gaye ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergah-ı izzetine kusurlarını
"Estağfirullah" ve "Sübhânallah" ile ilan etmektir.
M.N.) |
ACZA' |
Dübürü büyük kadın. * Kumdan yığılmış yüksek tepe. |
ACZ-ALUD |
f. Âcizlik, kuvvetsizlik, güçsüzlük. |
ACZE |
(C.: Acâyiz) Her nesnenin sonu. * Kadın dübürü. |
ACZ-MENDÎ |
f. Âcizlik, iktidarsızlık. Fakr. |
AÇALYA |
yun. Fundagillerden, güzel çiçekli bir bitki ve çiçeği. |
AÇAR |
f. İştah açmaya yarayan turşu v.s. * İnişli yokuşlu yer. * Karıştırılmış,
birleştirilmiş. |
AÇI |
(Bak: Zâviye) |
AÇKI |
Cilâ, perdah, lostra. |
AÇKICI |
Cilâ ve perdah veren sanatkâr. |
AD |
İsim, nam, şöhret, şan, itibar, haysiyet. |
ÂD |
(Âdet. C) Âdetler. |
ÂD |
Hz. Hud Peygambere (A.S.) isyan ettiklerinden gazab-ı İlâhiyyeye uğrayan
ve helâk olan, Yemen tarafında yaşamış bir kavmin adı.(Şirk ve küfür cinayeti,
kâinatın bütün kemalâtına ve ulvi hukuklarına ve kudsi hakikatlarına bir
tecavüz olduğu cihetledir ki, ehl-i şirk ve küfre karşı kâinat kızıyor ve
semavat ve arz hiddet ediyor ve onların mahvına anâsır ittifak edip, kavm-i
Nuh (Aleyhisselam) ve Âd ve Semud ve Fir'avun gibi ehl-i şirki boğuyor,
gark ediyor. $ âyetinin sırriyle cehennem dahi ehl-i şirk ve küfre öyle
kızıyor ve kızışıyor ki, parçalanmak derecesine geliyor. ş.) |
ADA |
Gr : Kendinden sonra gelen ismi cerreder. Harf-i cerr'dir. "...den
başka, ...den gayrı" mânasına gelir. (Bak: Mâadâ) |
ADA |
Etrafı su ile çevrili kara parçası. * Etrafı yollarla çevrili arsa
ve binalar takımı. |
A'DA |
(Adüv. C.) Düşmanlar. |
A'DA |
En zâlim, en çok düşmanlık eden. |
ÂDÂB |
(Edeb kelimesinin çoğuludur.) Usul, yol, yordam, davranış kaideleri,
terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba
uymayanlara edepsiz denir."Edipler edepli olmalı" yani yazarlar,
edebiyatçılar dine, ahlâka ve terbiyeye uymalı. Aksi halde edebiyatçı adına
lâyık olamazlar, edepsiz olurlar.(Sünnet-i Seniyyenin meratibi var. Bir
kısmı vâciptir, terkedilmez. O kısım, Şeriat-ı Garrâ'da tafsilâtiyle beyan
edilmiş. Onlar muhkemattır. Hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da,
nevâfil nevindendir. Nevâfil kısmı da iki kısımdır. Bir kısım, ibadete tâbi
Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi Şeriat kitablarında beyan edilmiş.
Onların tağyiri bid'attır. Diğer kısmı, "âdâb" tabir ediliyor
ki, Siyer-i Seniyye kitablarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid'a denilemez.
Fakat âdâb-ı Nebevi'ye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakiki
edebden istifade etmemektir. Bu kısım ise (örf ve âdât), muamelât-ı fıtriyede
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tevâtürle malum olan harekâtına ittiba
etmektir. Meselâ: Söylemek âdâbını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak
gibi hâlâtın âdâbının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taalluk eden
çok Sünnet-i Seniyyeler var. Bu nevi Sünnetlere "âdâb" tabir edilir.
Fakat o âdâba ittiba eden, âdâtını ibadete çevirir. O âdâbdan mühim bir
feyz alır. En küçük bir âdâbın mürââtı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı
tahattur ettiriyor; kalbe bir nur veriyor. Sünnet-i Seniyyenin içinde en
mühimi İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taalluk eden Sünnetlerdir.
Şeâir, âdeta hukuk-u umumiye nev'inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin
yapmasıyle o cemiyet umumen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum
cemaat mes'ul olur. Bu nevi şeâire riya giremez ve ilân edilir. Nâfile nev'inden
de olsa, şahsî farzlardan daha ehemmiyetlidir. Sünnet-i Seniyye, edebdir.
Hiçbir mes'elesi yoktur ki, altında bir nur, bir edeb bulunmasın! Resul-i
Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: $ Yâni : "Rabbim bana edebi,
güzel bir surette ihsan etmiş, edeblendirmiş." Evet Siyer-i Nebeviyyeye
dikkat eden ve Sünnet-i Seniyyeyi bilen, kat'iyyen anlar ki: Edebin envâını,
Cenab-ı Hak, Habibinde cem'etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyyesini terkeden,
edebi terkeder. L.) |
ÂDÂB-I MİLLİYE |
Millete ait edep ve terbiyeler. |
ÂDÂB-I MUAŞERET |
Beraber yaşayışta, hoş ve İslâmca yaşama ve geçinme usulleri. Peygamberin
(A.S.M.) sünnetine uygun olan hareket. İnsanlara karşı edebli olma, insanca
ve İslâmca yaşama âdâbı. Adâba dair sünnet-i peygamberiyeye uymak.(... İki
cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: Dostlarına
karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muâmele etmektir.
M.) |
ÂDÂB-I UMUMİYE |
Umumi ahlâk kaideleri. |
ÂDÂB U ERKÂN |
Edebler, kaideler ve rükünler. Ahlâk ve terbiye kaideleri. |
A'DAD |
(Adud ve Adad. C.) Bazular. Kollar. * Havuzun çevre kenarına konan
taş. |
A'DAD |
İnce ve kısa kollu adam. |
A'DAD |
(Aded. C.) Adetler. Sayılar. |
ADAHİ |
(Udhiye. C.) Kurbanlar. |
ADAHİK |
(Udhuke. C.) Şakalar, gülünç şeyler. |
ADAK |
Nezredilen şey. (Bak: Nezr) |
ADAKK |
İnce, dakik. |
ADAL |
Gümüşü az olan para. |
A'DAL |
(İdl. C.) Eşitler, denkler, müsaviler. |
ADALAT |
(Adale. C.) Adaleler. |
ADALE |
Tıb: Bedenin hareketini icra eden ve birbirinden, ince bir perde
ile ayrılan sinirli et kısımlarından her biri. Hepsine birden et (Lahm)
tâbir edilir. |
ADALET |
Zulüm etmemek. Herkese hakkını vermek ve lâyık olduğu muâmeleyi
yapmak. Mahkeme. Hak kanunlarına uygunluk. Haksızları terbiye etmek. İnsaf.
Mâdelet. Dâd. Cenab-ı Hakk'ın emrini emrettiği şekilde tatbik etmek. Suçluya
Allah'ın emrini icra etmek.(Adâlet iki şıktır. Biri mübet, diğeri menfidir.
Müsbet ise; hak sahibine hakkını vermektir. Şu kısım adâlet; bu dünyada
bedahet derecesinde ihâtası vardır. Çünkü her şeyin istidat lisaniyle ve
ihtiyac-ı fıtrî lisaniyle ve ıztırar lisaniyle Fâtır-ı Zülcelâl'den istediği
bütün matlubatını ve vücut ve hayatına lâzım olan bütün hukukunu mahsus
mizanlarla, muayyen ölçülerle bilmüşahede veriyor. Demek adâletin şu kısmı,
vücut ve hayat derecesinde kat'i vardır. İkinci kısım menfidir ki: Haksızları
terbiye etmektir. Yâni, haksızların hakkını, tâzib ve tecziye ile veriyor.
Şu şık ise; çendan tamamiyle şu dünyada tezahür etmiyor. Fakat, o hakikatın
vücudunu ihsas edecek bir surette hadsiz işarat ve emarat vardır. Ezcümle:
Kavm-i Âd ve Semud'dan tut, tâ şu zamanın mütemerrid kavimlerine kadar gelen
sille-i te'dib ve tâziyâne-i ta'zib, gayet âli bir adâletin hükümran olduğunu
hads-i kat'i ile gösteriyor. S.) (Bak: Fâtih Sultan Mehmed) |
ADÂLET-İ İLÂHİYE |
Allah'ın adaleti. |
ADÂLET-İ İZAFİYE |
İzafi adalet veya adâlet-i nisbiye de denir. Küll'ün selâmeti için,
cüz'ü feda eden adalet usulüdür.(Cemaat için ferdin hakkını nazara almaz,
"ehvenüş-şer" diye bir nevi adalet-i izâfiyeyi yapmağa çalışır.
Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise "adalet-i izafiye"ye gidilmez,
gidilse zulümdür. M.) |
ADÂLET-İ MAHZA |
Adaletin tam hakikisi, tam adalet. (Adâlet-i mahza ile adalet-i
izafiyenin izahı şudur ki: $ âyetin mâna-yı işarisi ile : Bir mâsumun hakkı,
bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir fert dahi umumun selâmeti için feda
edilemez. Cenab-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak, haktır. Küçüğüne büyüğüne
bakılmaz. Küçük büyük için iptal edilemez. Bir cemaatin selâmeti için bir
ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet nâmına, rızası
ile olsa o başka meseledir. M.)(... Adâlet-i İlâhiyenin tam mânâsı ile tecelli
etmesi için haşre ve Mahkeme-i Kübrâ'ya lüzum vardır ki, biri cezasını,
diğeri mükâfatını görsün. İ.İ.) |
ADALETKÂR |
f. Adaletli, insaflı, adalet sahibi. |
ADÂLETKÂRANE |
f. Adâletlice. Adalet sahibine yakışır şekilde, insaflı ve haklı
surette. |
ADALETPENAH |
f. Adâletli. |
ADALL |
Çok sapık, çok dalâlette. |
ADAM |
İnsan. * Erkek kişi. * Birinin tarafını tutan kimse. * İyi ve terbiyeli
yetişmiş insan. |
ADAMET |
Ahmaklık, akılsızlık. |
ADAN |
Deniz kenarı. |
ADAPTASYON |
Fr. Tatbik etme işi. Bir şeyin bir başkasına göre ayarlanması.
Bir canlının, yaşadığı muhite uyması işi. * Yabancı dilde yazılmış bir eseri
yerli adlar ile ve yerli hayata uydurarak çevirme. |
ADAPTE |
Fr. Adaptasyonu yapılmış, tamamlanmış. |
ADARR |
En zararlı. |
A'DAS |
(Ades. C.) Mercimekler. |
ÂDAT |
Âdetler. (Bak: Âdet) |
ADAVET |
Husumet, düşmanlık. Kin. buğz. Garaz.(Adâvet ve muhabbet, nur ve
zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mâna-yı hakikisinde olarak beraber cem olmazlar.
Eğer muhabbet, kendi esbabının rüçhaniyetine göre bir kalbde hakiki bulunsa,
o vakit adâvet mecazi olur; acımak suretine inkılâb eder. Evet mümin, kardeşini
sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakkümle değil, belki
lütufla ıslahına çalışır. Onun için nass-ı hadis ile: "Üç günden fazla,
mü'min mü'mine küsüp kat-ı mükâleme etmeyecek." Eğer esbâb-ı adâvet
galebe çalıp, adâvet, hakikatıyla bir kalbde bulunsa; o vakit muhabbet mecâzi
olur; tasannu ve temelluk suretine girer. M.) |
ADAY |
(Bak: Namzed) |
ADB |
Kılıç. * Kesmek. * Sövmek.* Yardımcı. |
ADCEM |
Eğri burunlu. |
ÂDD |
Kuvvet, salâbet. |
ADD |
Hesablamak. Saymak. Sayılmak. İtibar etmek. |
ADDAR |
Denizci, gemici taifesi. |
ADDETMEK |
Saymak. İtibar etmek. İttihaz etmek. |
ÂDE |
Âdet kelimesinin arabca terkiblerdeki kısalmış şekli. Meselâ: Harikulâde,
alelâde, fevkalâde. |
A'DEB |
Erkeklerden arkadaşı ve yardımcısı olmayan. * Bir boynuzu kırık
hayvan. |
ADED |
Sayı. Tane. Rakam. Miktar. |
ADEDEN |
Sayı bakımından, sayıca. |
ADEDÎ |
(Adediye) Adede yani miktar ve rakama, sayıya mensub. |
A'DEL |
(Adil. den) Adâletli, çok doğru. |
ÂDEM |
İnsan. İlk insan ve ilk peygamber (A.S.)Allah ilk insan olarak
Âdem'i, sonra eşi Havva'yı yaratmıştır. Bugünkü insanlar onlardan türeyip
çoğalmıştır. Bazı dine tâbi olmıyanlar, insanın maymun soyundan bir hayvandan
türediğini iddia ederler. Bu iddia kasıtlıdır, çünki ilmî isbatı yapılamamıştır.
Lâboratuarlarda küçük canlılar üzerinde yapılan çalışmalar göstermiştir
ki, canlının genetik yapısında meydana gelen değişiklik sonucu türeyen yeni
canlı, ana-babasından daha mükemmel değil; dejenere olmuş, soysuzlaşmış,
bozuk bir şekil almıştır. İnsan ise en mükemmel mahluktur. Kaldı ki bu güne
kadar bir canlının değişip başka bir canlı haline geldiğini kimse görmemiştir.
Bugünkü maymunlar da hâlâ insan olmamışlardır. Bugünün psikoloji ve felsefi
antropolojisi insanın mahiyetçe, özce hayvandan farklı olduğunu kabul etmiştir.
$ Yani: Cenâb-ı Hak, Âdem'i (A.S.) bütün kemalâtın mebadisini tazammun eden
âli bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlinin tohumlarına mezraa olarak
yüksek bir istidat ile halketmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvi bir vicdan
ve ihatalı on duygu ile teçhiz etmiştir; ve bu üç meziyet sayesinde, bütün
hakaik-ı eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmayı kendisine öğretmiştir.
Âdem'i halketti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra
esmâyı tâlim etti ve hilâfete namzed kıldı. Sonra vakta ki Âdem'i melâikeye
tercih etmekle rüchan mes'elesinde ve hilâfet istihkakında ilm-i esmâ ile
mümtaz kıldı. İ.İ.)(Hz. Âdem'in (A.S.) Cennet'ten ihracı ve bir kısım beni-âdemin
Cehennem'e idhali ne hikmete mebnidir?Elcevap: Hikmeti, tavziftir... Öyle
bir vazife ile me'mur edilerek gönderilmiştir ki, bütün terakkkiyat-ı mâneviye-i
beşeriyenin ve bütün istidâdât-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mâhiyet-i
insaniyenin bütün Esmâ-i İlâhiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin
netayicindendir. Eğer Hz. Adem Cennette kalsaydı; melek gibi makamı sâbit
kalırdı, istidâdât-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki yeknesak makam sâhibi
olan melâikeler çoktur, o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i
İlâhiye, nihayetsiz makamatı kat' edecek olan insanın istidadına muvafık
bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melâikelerin aksine olarak mukteza-yı
fıtratları olan mâlum günahla Cennet'ten ihraç edildi. Demek Hazret-i Adem'in
Cennet'ten ihracı, ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi; küffarın da
Cehennem'e idhalleri haktır ve adâlettir. M.) (Bak: Terakkiyat) |
ADEM |
Yokluk, olmama, bulunmama. * Fakirlik. (Vücudun zıddı)(Bir zaman
-küçüklüğümde- hayalimden sordum: "Sana bir milyon sene ömür ve dünya
saltanatı verilmesini, fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi istersin?
Yoksa, bâki, fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?" dedim.
Baktım ikincisini arzulayıp birincisinden "Âh!" çekti. "Cehennem
de olsa beka isterim." dedi. R.N.)(Eğer sen dalâlette boğulup çıkamıyorsan;
yine cehennemin vücudu bin derece idam-ı ebediden hayırlıdır. Ve kâfirlere
de bir nevi merhamettir. Çünkü insan, hattâ yavrulu hayvanat dahi, akrabasının
ve evlâdının ve ahbabının lezzetleriyle ve saadetleriyle lezzetlenir, bir
cihette mes'ud olur. Şu halde, sen ey mülhid, dalâletin itibariyle ya idam-ı
ebedi ile ademe düşeceksin veya cehenneme gireceksin! Şerr-i mahz olan adem
ise, senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mes'ud
olduğun umum akraba ve asl ve neslin, seninle beraber idam olmasından, binler
derece cehennemden ziyâde senin ruhunu ve kalbini ve mâhiyet-i insaniyeni
yandırır. Çünkü cehennem olmazsa cennet de olmaz; herşey senin küfrün ile
ademe düşer. Eğer sen cehenneme girsen, vücud dâiresinde kalsan, senin sevdiklerin
ve akrabaların ya cennette mes'ud veya vücud dâirelerinde bir cihette merhametlere
mazhar olurlar. Demek, herhalde cehennemin vücuduna taraftar olmak sana
lâzımdır. Cehennem aleyhinde bulunmak ademe taraftar olmaktır ki; hadsiz
dostlarının saadetlerinin hiç olmasına taraftarlıktır. Evet cehennem ise,
hayr-ı mahz olan dâire-i vücudun Hakim-i zülcelâlinin hakimâne ve âdilâne
bir hapishâne vazifesini gören dehşetli ve celâlli bir mevcud ülkesidir.
Hapishâne vazifesini de görmekle beraber, başka pek çok vazifeleri var.
Ve pek çok hikmetleri ve âlem-i bekâya âit hizmetleri var. Ve zebâni gibi
pek çok zihayatın celâldarâne meskenleridir. Ş.) |
ADEM-ÂBÂD |
f. Yokluk. Yokluk alemi. |
ADEM-İ ABESİYYET |
Abes olmayış. Faydasız ve boş olmamak. |
ADEM-İ BASİRET |
Basiretsizlik, görüşsüzlük. |
ADEM-İ DİKKAT |
Dikkatsizlik. |
ADEM-İ EMNİYET |
Emniyetsizlik. Güvensizlik. |
ADEM-İ HÂRİCÎ |
İlm-i İlâhide mevcud olup, maddi vücudu olmayan.(Adem-i mutlak zaten
yoktur; çünkü bir ilm-i muhit var. Hem daire-i ilm-i İlâhînin harici yok
ki, bir şey ona atılsın. Dâire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i hâricidir
ve vücud-u ilmiye perde olmuş bir ünvandır. Hatta bu mevcudat-ı ilmiyeye
bazı ehl-i tahkik "A'yan-ı sâbite" tabir etmişler. Öyle ise, fenaya
gitmek, muvakkaten haricî libasını çıkarıp, vücud-u mâneviye ve ilmîye girmektir.
Yani, hâlik ve fani olanlar, vücud-u hâricîyi bırakıp; mâhiyetleri bir vücud-u
mânevi giyer, dâire-i kudretten çıkıp dâire-i ilme girer. M.) |
ADEM-İ İHTİLÂF |
Birlik. Beraberlik. Uyuşma. Anlaşma. |
ADEM-İ İKTİDAR |
İktidarsızlık. Güçsüzlük. Kuvvetsizlikten gelen hastalık. |
ADEM-İ İMKÂN |
İmkânsızlık. Mümkün olmayış. |
ADEM-İ İNKÂR |
İnkâr etmeme. İnkârsızlık. |
ADEM-İ İSTİMA' |
Huk: Mahkemede dâvanın dinlenmemesi. |
ADEM-İ İTÂAT |
İtâatsizlik, emri dinlememek. |
ADEM-İ İTİKAD |
İtikatsızlık. |
ADEM-İ İTİLÂF |
Ülfetsizlik, anlaşmazlık. |
ADEM-İ İTTİFAK |
İttifaksızlık. Uyuşmazlık. |
ADEM-İ KABUL |
İsbatı tasdik etmemek. Şek, hükümsüzlük. İman hükümlerini lâkaydlıkla
karşılamak, nefy ve inkâr etmek, kabul etmemek, göz kapamak gibi câhilâne
bir hükümsüzlük. Bir terk, bir cehl-i mutlak. (Kabul etmemek başkadır. İnkâr
etmek başkadır. Adem-i kabul, bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne
bir hükümsüzlüktür. Bu surette, çok muhal şeyler onun içinde gizlenebilir.
Onun aklı, onlarla uğraşmaz. Amma inkâr ise: O adem-i kabul değil, belki
o kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı, hareket etmeye mecburdur. M.)
(Bak: Kabul-i adem) |
ADEM-İ KİFÂYET |
Kifâyet etmeme, kâfi gelmeme, yetmezlik. |
ADEM-İ MERKEZİYYET |
Bir idâri taksimattaki parçaların (vilâyet, belediye ve köy) muayyen
hususlarda kendi kendilerine idare yetkileri. Bir yere bağlı olmaksızın
veya bir yerden idare edilmeksizin olan muamele. Bütün kısım ve şubelerin
kendi kendilerini idare tarzı. |
ADEM-İ MES'ULİYET |
Mes'uliyetsizlik, sorumsuzluk. |
ADEM-İ MEVCUDİYYET |
Yokluk. Olmama. |
ADEM-İ MUVAFAKAT |
Râzı olmayış, muvâfakat etmeme. |
ADEM-İ MÜBÂLÂT |
Dikkatsizlik. |
ADEM-İ MÜDÂHALE |
Karışmamazlık. |
ADEM-İ MÜSÂADE |
İzinsizlik, müsaadesizlik |
ADEM-İ SALÂHİYET |
Salâhiyetsizlik, yetkisizlik. |
ADEM-İ SIRF |
Yokluk. Mutlak yokluk. |
ADEM-İ TAHAYYÜZ |
Boşlukta yer kaplamamak. Mekândan münezzeh oluş. Yer ile bağlı
olmamak. Hacmi olmayış. |
ADEM-İ TAKAYYÜD |
Kayıtsızlık. Bir şeye bağlı olmayış. Kıymet vermemek. Üzerine almamak. |
ADEM-İ TA'KİB |
Takibsizlik. * Huk: Muhakemeye lüzum görmemek. |
ADEM-İ TE'DİYE |
Borcunu ödememe. |
ADEMÎ |
Yokluğa ait. Ademle ilgili (Bak: Vukuât) |
ÂDEMÎ |
İnsanlardan olan, insana âit, insana dair ve müteallik. |
ÂDEMİYÂN |
(Âdem. C.) İnsanlar. |
ÂDEMİYÂT |
(Adem. C.) Yokluklar. Ademler. |
ÂDEMİYYET |
İnsanlık. Namuslu bir insana yakışır hâl ve tavır. |
ÂDEM-KÜŞ |
f. Adam öldüren, katil. |
ADER |
Yel inmekle hayası şişen kimse. |
ADER |
Çok su. |
ADES |
(C. Adâs) Mercimek. |
ADESE |
Mercimek. * Mercek. Uzağı yakın veya yakını uzakta görmeğe yarayan
dürbün veya mikroskop camı. |
ADESE-İ AYNİYYE |
Gözleme merceği. |
ADESE-İ MÜTEKARİB |
Yakınlaştıran mercek. |
ADESÎ |
Mercimeğe benziyen şey. |
ÂDET |
Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller
boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket
kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde âdetler de İslâmî olur, İslâma
uygun olur. Müslüman, İslâma aykırı âdetlere uymaz. Cemiyetin yabancı âdetlerle
bozulmamasına gayret gösterir. |
ADETÂ |
Âdet olduğu üzere, her vakitki gibi, alelâde. Bayağı surette, âdi
bir suretle. Düpedüz. |
ADETEN |
Görenek şekliyle, âdet olarak. |
ÂDET-İ AGNÂM |
Keçi ve koyunlar için alınan vergi. |
ÂDETULLAH |
(Sünnetullah da denir.) Tabiatta canlı cansız bütün varlıkların
nasıl hareket edeceklerini belirliyen Allah'ın emirleri, O'nun koyduğu değişmez
düzen. Meselâ oksijenle hidrojenin birleşmesinden su meydana gelir. Işık,
geldiği açıya eşit bir açı ile yansır ki, bunlar birer âdetullahdır. "Âdetullah"
yerine "tabiat kanunu" demek yanlıştır.(... Esbab-ı tabiiyyenin
üss-ül-esası hükmünde olan cüz-ü lâyetecezzadaki kuvve-i câzibe ve kuvve-i
dâfianın ictimalarının hortumu üzerinde bir muhaliyet damgası var. Fakat
caizdir ki, herbir şeyin esası zannettikleri olan cezb, def, hareket, kuva
gibi emirler, âdâtullahın kanunlarına birer isim olsun. Lâkin kanun, kaidelikten
tabiîliğe ve zihnîlikten hâricîliğe ve itibarîden hakikata ve âletiyetten
müessiriyete geçmemek şartıyla kabul ederiz. M.N.) |
ADEVÂN (ADV) |
Sür'atle koşmak. |
ADF |
Yemek. |
ADGÂS |
(Dags. C.) Desteler, demetler. * Karışık rüyalar. * Karışık söylentiler. |
ADGÂSU AHLÂM |
Karışık rüyâlar. Tâbire değmeyen rüyâlar. |
ADHÂ |
Kurbanlar. Kuşluk vakti kesilen kurbanlar. Kuşluk vakti. (Bak:
Îd) |
ADHAM |
Yoğun, kaba. * İri cüsseli adam. |
ÂDÎ |
Üstünlük farkı olmayan. Kıymetsiz. * Her zamanki. * Âd kavmine
âid. |
ADİD |
Ağaç kesmek. |
ADİD |
Kesilmiş ağaç. * Tepesine el yetişen hurma ağacı. |
ADİD |
(Adide) Çok. Bir çok sayı. Çok şeyler. Müteaddid. Birinin dengi. |
ADİD |
Hasım. * Arkadaş. * Isırma. Bir ısırımlık lokma. (Bak: Adûd) |
ÂDİH |
Sihirbaz. * Soktuğu saat öldüren yılan. |
ADİHE |
Bühtan, yalan. |
ÂDİL |
(Âdile) Adâlet eden. Allah'ın emirlerini noksansız tatbik eden.
Doğru. Doğruluk gösteren. Adâlet sahibi. (Bak: Adâlet)(Meselâ bir hükümdâr-ı
âdil, ihkak-ı hak için mazlumların hakkını zâlimlerden almakla ve fakirleri
kavilerin şerrinden muhafaza etmekle ve herkese müstahak olduğu hakkı vermekle
lezzet alması, iftihar etmesi, memnun olması; hükümdarlığın ve adaletin
bir kaide-i esasiyesi olduğundan elbette Hâkim-i Hakim, Adl-i Âdil olan
Zât-ı Hayy-ı Kayyumun bütün mahlukatına, hususan zihayatlara "hukuk-u
hayat" tabir edilen şerait-i hayatiyeyi vermekle.. ve hayatlarını muhafaza
için onlara cihazat ihsan etmekle ve zaifleri kavilerin şerrinden Rahimane
himaye etmekle.. ve umum zihayatlarda bu dünyada ihkak-ı hak etmek nev'i
tamamen; ve haksızlara ceza vermek nev'i ise, kısmen sırr-ı adâletin icrasından
olmakla.. ve bilhassa Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşirde adalet-i ekberin tecellisinden
hasıl olan ve tabirinde âciz olduğumuz şuunât-ı Rabbaniye ve maâni-i kudsiyedir
ki, kâinatta bu faaliyet-i daimeyi iktiza ediyor. L.) |
ÂDİLÂNE |
Adalet sahibi bir adama yakışır surette. |
ADİL |
Eş, denk, akran, benzeri. Ölçüde, miktarda eşit olan. |
ADÎM |
Mâlik ve sahib olmayan. Yok olan. Birşeyi olmayan. Fakir. |
ADÎM-ÜL İMKÂN |
İmkânsız. Olamaz. |
ADÎM-ÜN NAZÎR |
Eşi, benzeri olmayan. Eşsiz. Benzersiz. |
ÂDİN |
Otlakta bulunan dişi deve. |
ÂDİNE |
Cuma günü. |
ÂDİŞ |
f. Ateş, nar. |
ÂDİYAT |
(Âdi. C.) Her zaman meydana gelen hârikulâde ve birer mu'cize-i
kudret olmakla beraber, insanlarca alışılmış olduğundan kuymeti bilinmeyen
hâdiseler. * Kıymetsiz şeyler. (Kur'an, âyetleriyle insanların nazarını
me'lüfatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini
deler, atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki
havârık-ul âdât mu'cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir. M.N.) |
ÂDİYÂT-I UMÛR |
Günlük işler, her zamanki değersiz işler. |
ÂDİYÂT |
(Adiv. den ism-i faildir) Hızla koşmak, seyirtmek. (At, deve v.s.
koşanların hepsine ıtlak olunabilir.) * Mc: Düşmanlık, zulüm. * Dâima muharebeye
koşup hücum eden cemaat. * Uzaklık. (Kamus) |
ÂDİYAT SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 100. suresinin ismi olup, Medine-i Münevvere'de
nâzil olmuştur. |
ÂDİYE |
(C: Âdiyat) Gaza yolunda seğirten at. |
ÂDİYEN |
Her zamanki gibi. Adice. Fevkalâde olmayarak. |
ÂDİYYE |
İtiyad edilmiş. Alışılmış. |
ÂDİYYET |
Adilik. Aşağılık. |
ADK |
Vurmak, darp. |
ADL |
Hakkaniyet. Adâlet üzere oluş. Cevr ve zulüm etmeyip nefislerde
ve akıllarda istikameti kaim ve mâlum olan emir ve hâleti icra etmek. Doğruluk.
* Her şeyi yerli yerince yapmak, beraber etmek. * Meyletmek. (Bak: Adâlet)(Hem
istidâd lisanıyla, ihtiyac-ı fıtri lisanıyla, ıztırar lisanıyla sual edilen
ve istenilen herşeye daimi cevap vermek; nihayet derecede bir adl ü hikmeti
gösteriyor. S.) |
ADL-PENAH |
Adâletin barındığı yer, adâlete sığınan kimse. |
ADL |
Mâni olmak. Men etmek. |
ADLA' |
(Azla') (Dıl'. C.) Kaburgalar. * Mat : Geometrik şekillerin kenarları,
sayı kökleri. |
ADLÎ |
Adâlete mensup, adâletle alâkalı, ilgili.* Sultan II. Bayezid'in
şiirlerinde kullandığı mahlası. |
ADLİYE |
Mahkeme. Muhakeme işleriyle uğraşan daire. (Adliyede, adalet hakikatı
ve müracaat eden herkesin hukukunu bilâ-tefrik muhafazaya, sırf hak namına
çalışmak vazifesi hükmettiğine binaendir ki; İmam-ı Ali (RA), hilafeti zamanında
bir yahudi ile beraber mahkemede oturup, muhakeme olmuşlar. Ş.) |
ADM |
Gazap etmek, öfkelenmek. |
ADM |
(C: İdâm) Yay tutamağı. * Deve kuyruğu. * Saban eğiği ki, ucunda
demiri vardır. * Harman savurdukları yaba. |
ADMER |
Arslan. * Şedit, şiddetli. * Belâ. * Çirkin yüzlü şişman kadın. |
ADN |
Vatan tutmak ve mukim olmak. * Cennette bir makam adı. (Bak: Cennet) |
ADRAHŞ |
f. Yıldırım. * Gökgürültüsü. * Şimşek. |
ADRAS |
(Dırs. C.) Arka dişler, dişler. |
ADREFUT |
Kelerden büyük bir hayvan. |
ADRENALİN |
Fr. Tıb: Böbrek üstü salgısından çıkarılan bir hormon. Sentetik olarak
da yapılır. Damar daraltmak ve kanamayı önlemekte kullanılır. |
ADRENG |
Fr. Keder, mihnet, sıkıntı. |
ADRET |
Kaşları olmayan kimse. |
ADUB |
Yardımcı. |
ADUD |
Pazı. Kolun omuzdan dirseğe kadar olan kısmı. * Mc: Yardımcı. İstinadgâh. |
ADUD |
Zalim. Iztırab veren. Hunhar. * Bir lokma. * Isırıcı köpek veya
at. * Yavuz kişi. * Dar ve derin olan kuyu. (Bak: Adîd) |
ADUDE |
Yumuşaklık. Tazelik. |
ADUDÎ |
Pazı kemiği ile ilgili. |
ADULÎ |
Gemici, mellah. |
ADÜVV |
Düşman, hasım. |
ADÜVV-İ CÂN |
Can düşmanı. |
ADÜVV-ÜD DİN |
Din düşmanı.(Hem küfranınızla öyle bir Mâlik-i Zülcelâl'in memleketinde
isyan ediyorsunuz ki, ibâdından ve cünudundan öyleleri var ki, değil sizin
gibi küçücük âciz mahlukları, belki farz-ı muhal olarak dağ ve arz büyüklüğünde
birer adüvv-ü kâfir olsaydınız arz ve dağ büyüklüğünde yıldızları, ateşli
demirleri, şuvazlı nühasları size atabilirler, sizi dağıtırlar. Hem öyle
bir kanunu kırıyorsunuz ki, o kanun ile öyleler bağlıdır, eğer lüzum olsa
arzınızı yüzünüze çarpar, gülleler gibi küreniz misillü yıldızları üstünüze
yağdırabilirler. S.) |
ADÜVV-İ KADİM |
Eski düşman. |
ADV |
Yelmek. Seğirtmek. * Hazırlamak. |
ADVA |
Hastalık başkasına bulaşmak. |
ADVAN |
Çok koşan kimse. |
ADYA' |
Boynuzu ufak koyun. * Nebiyyi Zişân Aleyhisselam Efendimizin devesinin
adı. |
ADYE |
Koğuculuk, dedikoduculuk. * Yalan söylemek. * Sövmek. |
AFA' |
Eşek sıpası. |
AF'AF |
Devedikeni ağacının yemişi. |
AFAF |
(Afâfet) Temiz olma. Masumiyet. Günahsızlık. |
AFAİF |
Namus, ırz ve iffet sahibi, şerefli kadınlar. |
AFAK |
Ufuklar. Yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak dâire. * Etraf.
Cihetler. * Mc: Görüş ve dönüş sınırları. (Zıddı: Enfüs'dür.) |
AFAKGİR |
Ufukları tutmuş, âleme yayılmış, şâyi, çok meşhur. |
AFAKÎ |
Kâinat ve içindeki hâdiselere âid. Nefsin haricindeki âleme dair.
* Kıymetsiz sözler ve meseleler. (Enfüsinin zıddı.) (Objektif) |
AFAR |
Arap diyarında çok olan bir yeşil ağaç. * Hurma ağacını islah etmek.
* Katıksız ekmek yemek. |
AFARET |
İfritçe, şeytanî, kötü niyet. |
AFARİT |
(İfrit. C) Şeytanlar. İfritler. |
AFAROZ |
(Bak: Aforoz) |
AFAT |
Afetler. (Bak: Afet) |
AFAT-I SEMAVİYE |
Semavi âfetler. Allah tarafından insanları ikaz ve ceza için verilen
belâ ve musibetler. |
AFAZÎ |
Fr. Tıb: Organlarda bir işleme bozukluğu olmadığı halde, fikri
kelime ile anlatamamak hâli. |
AFEN |
Çürüme, pörsüme. Yemeğin kokması. (Bak: Ufunet) |
AFEND |
f. Harp. Kavga. |
A'FER |
Pek beyaz. * Beyazı kırmızılığına galip olan geyik. |
AFER |
Toprak. Yer. Arz. * Ekin suladıkları vaktin evveli. |
AFERCA |
Yaramaz huylu. |
AFERİDE |
(C: Aferidegân) f. Yaratılmış, mahluk. |
AFERİN |
f. Beğenmek, alkış, yaşa, varol. * Yaratan, yaratıcı. |
AFERİN-HÂN |
f. "Aferin" diyen. |
AFERNA' |
Arslan. * Kuvvetli deve. |
AFES |
Burun eğriliği. |
A'FES |
Çıplak, uryân. |
AFET |
Belâ. Musibet. Büyük felâket. Dâhiye. * Mc: Son derece güzel. |
AFETZEDE |
(C: Afetzedegân) f. Bir musibete, bir belâya ve bilhassa yangın,
zelzele gibi bir felâkete uğramış. |
AFETZEDEGÂN |
(Afetzede.
C.) f. Afete, belâya, felâkete uğramışlar. |
A'FET |
En güç sey. * Pek akılsız. * Peltek konuşan. Kekeleyen. |
AFF |
İffet, namus. İffetli olmak. Nefsini haramdan men'etmek. |
AFÎ |
Silen, silinmiş. Affeden, bağışlayan. * Affedilmiş, bağışlanmış.
* Yalvaran. * Uzun saçlı. * Tencere altında artaya kalan. |
AFGAN |
Afganistan. Afgan krallığı, Afganistan milleti. |
AFİF |
Temiz. Güzel. Nezih. İffetli ve namuslu olan. Haramdan sakınan.
* Müstakim. |
AFİFÂNE |
f. İffetlice. Temiz olarak. Nazif olarak. |
AFİK |
Çok aptal. |
AFİK |
Yalancı, iftiracı. |
AFİL |
Uful eden. Gurub eden. Batan. * Görünmez olan. Kaybolan. * Fâni,
geçici. |
AFİLÛN (AFİLÎN) |
(Afil. C.) Gelip geçici, fâni olanlar. * Gözden kaybolup gidenler.
Uful edenler. |
AFİN |
Affedenler. |
AFİNİTE |
(Affinite) (Bak: Aşk-ı kimyevi) |
AFİR |
Çok kötü niyetli. |
AFİR |
Güneşte kum üstünde kurutulan et. |
AFİRE |
Komşusuna bir şey vermeyen kadın. |
AFİŞ |
Fr. Duvar ilânı. |
AFİTAB |
f. Güneş. * Mc: Pek güzel. * Çok güzel yüz. |
AFİTÂBÎ |
Güneşe âit. * Güzelliğe dâir. |
AFİTE |
Dişi koyun. Koyun güdücü kız. |
AFİYET |
Sağlık, selâmet, sıhhatli olmak. |
AFK |
Rücu etmek, dönmek. * Kaybolmak. |
AFK |
Akılsız olmak. Sözünü tam söylememek. |
AFLAK |
Çok gevşek şey. |
AFOROZ |
R. Papa tarafından bir Hıristiyanın kiliseden çıkarılması, dinden
hariç addolunması. |
AFRA' |
Beyazı kızıllığına galip olan geyik. * Ayın onüçüncü gecesi. |
AFRAZE |
f. Nur. Aydınlık, ışık. * Kandil fitili. |
AFREYE |
Horoz ibiği. İnsanın ense saçı. * Davarın alın saçı. |
AFRUŞE |
f. Un helvası. |
AFS |
Hapsetmek. * Deve sürmek. * Arkasına ayağıyla vurmak. |
AFSA |
Boynuzu ardına kayık koyun. |
AFSUN |
(Efsun) f. Büyü, sihir, tılsım. (Büyücülük yapmak ve büyücülere uymak,
Müslümanlıkta yasak ve günahtır.) |
AFŞAR |
Avşar kabilesini meydana getiren Türkmenlerin adı. |
AFŞELİL |
Sırtlan dedikleri canavar. * Yaşlı, eti ve derisi sarkmış kuru
kadın. |
AFT |
Pelteklikten sözü zorlukla söylemek. Kekemelik. |
AFTAB |
f. Güneş. * Pek güzel şahıs. * Çok parlak çehre. |
AFTÂB-GERDAN |
f. Güneşten korunmak üzere başa giyilen şey. * Avcı kulübesi. |
AFTÂB-I KUREYŞ |
Hz. Muhammed (S.A.V.) Efendimiz. |
AFTABE |
f. İbrik. Su kabı. |
AFTAB-GERDEK |
f. Kaya keleri. * Ayçiçeği. |
AFTAB-GERDİŞ |
f. Yer yüzü. * Kaya keleri. * Devamlı güneş gören yer. |
AFTAB-GİR |
f. Güneşlik, şemsiye. * Güneş gören yer. |
AFTABÎ |
f. Güneşlik, şemsiye, tente. * Güneşe ait, güneşle ilgili. |
AFTAB-PEREST |
f. Nilüfer çiçeği. * Güneşe tapan kimse. * Ayçiçeği. |
AFTAB-RU |
f. Güneş yüzlü, yüzü güneş gibi parlak (güzel). * Sevimli, dilber.
* Güneşe karşı olan (yer). |
AFUR |
Boz tüylü ve kısa boyunlu olan geyik. * Zaman. |
AFUR |
Belâ kasırgası. |
AFÜVV |
Affeden, merhametli. |
AFV |
Bağışlamak. Kusur ve günâhı affetmek.(Şeytanın mühim bir desisesi:
İnsana kusurunu itiraf ettirmemektir. Tâ ki, istiğfar ve istiaze yolunu
kapasın. Hem nefs-i insaniyenin enaniyetini tahrik edip, ta ki, nefis kendini
avukat gibi müdafaa etsin; adeta taksiratından takdis etsin. Evet şeytanı
dinliyen bir nefis, kusurunu görmek istemez; görse de yüz te'vil ile te'vil
ettirir. ( $ )sırrıyla: Nefsine nazar-ı rıza ile baktığı için ayıbını görmez.
Ayıbını görmediği için itiraf etmez, istiğfar etmez, istiaze etmez; şeytana
maskara olur. Hazret-i Yusuf Aleyhisselâm gibi bir Peygamber-i Alişan, $
dediği halde nasıl nefse itimat edilebilir. Nefsini ittiham eden kusurunu
görür. Kusurunu itiraf eden, istiğfar eder. İstiğfar eden, istiaze eder.
İstiaze eden, şeytanın şerrinden kurtulur. Kusurunu görmemek, o kusurdan
daha büyük bir kusurdur. Kusurunu itiraf etmemek büyük bir noksanlıktır.
Ve kusurunu görse, o kusur kusurluktan çıkar, itiraf etse, afva müstahak
olur. L.)(İnsanın hayat-ı içtimaiyesini ifsad eden bir desise-i şeytaniye
şudur ki: Bir mü'minin bir tek seyyiesiyle bütün hasenatını örter. Şeytanın
bu desisesini dinliyen insafsızlar, mü'mine adâvet ederler. Halbuki : Cenab-ı
Hak Haşirde adâlet-i mutlaka ile mizan-ı ekberinde a'mâl-i mükellefini tarttığı
zaman, hasenatı seyyiata galibiyeti, mağlubiyeti noktasında hükmeyler. Hem
seyyiatın esbabı çok ve vücudları kolay olduğundan bazen bir tek hasene
ile çok seyyiatını örter. Demek bu dünyada, o adâlet-i İlâhiyye noktasında
muamele gerektir. Eğer bir adamın iyilikleri fenâlıklarına kemmiyeten veya
keyfiyeten ziyade gelse, o adam muhabbete ve hürmete müstehaktır. Belki,
kıymetdar bir tek hasene ile, çok seyyiatına nazar-ı afv ile bakmak lâzımdır.
Halbuki: İnsan, fıtratındaki zülum damarıyla, şeytanın telkiniyle bir zatın
yüz hasenatını bir tek seyyie yüzünden unutur, mü'min kardeşine adâvet eder,
günahlara girer. Nasıl, bir sinek kanadı göz üstüne bırakılsa; bir dağı
setreder, göstermez. Öyle de: İnsan garaz damariyle, sinek kanadı kadar
bir seyyie ile dağ gibi hasenatı örter, unutur, mü'min kardeşine adâvet
eder. İnsanların hayat-ı içtimaiyesinde bir fesad âleti olur. L.) |
AFV-İ ANİL CERAHA |
Huk: Kendisine cinayet yapılmış olan kimsenin, yaralanmadan dolayı
malik olduğu kısas, diyet veya hükümet-i adl; yani, ehl-i vukufca tayin
edilen diyet hakkını caniye bağışlamasıdır. |
AFV-İ ANİLKAT' |
Huk: Azalarından biri kesilen bir şahsın, buna karşılık hak kazandığı
diyet veya kısas davalarından vaz geçmesi. |
AFV |
Ayakla basılmadık yer. * Malın iyisi, helâli ve fazlası. * Terketmek. *
Mahvetmek. |
AFYON |
Lât. Haşhaş sütünün birikmesinden ibaret bir madde. |
AGÂH |
(Ageh) f. Haberdar. Uyanık. Kalbi uyanık. Malumatlı. Basiretli. Vâkıf.
Bilen. |
AGÂHÂN |
(Agâh. C.) f. Agâhlar, bilenler, bilgililer. Âlimler. |
AGÂHÎ (AGEHÎ) |
f. Malumat, vukuf, haberdarlık. Uyanıklık, teyakkuz, basiret. |
AGAL |
Darıltma, kışkırtma. * Çiğnemeden yutma. * Ağıl. * Arı kovanı. |
AGALİŞ |
f. Kışkırtma. * Birşeye saldırmak için kışkırtma. |
AGANDE |
f. Sucuk, yastık, minder gibi zorla doldurulmuş olan şeyler. * Bir
çeşit zehirli olan haşere, böcek. |
AGARR |
Çok sıcak gün. * Kendini beğenmiş. * Asil, âlicenâb. * Beyaz. |
AGARR-ÜL EYYÂM |
En sıcak gün. |
AGAŞTE |
f. Bulaşmış. |
AGAVAT |
(Ağa. C.) Saray hizmetlerinde kullanılan harem ağaları. |
AGAYAN |
Ağalar. |
AĞA YERİ |
Topkapı sarayında hazine kethüdasının oturduğu yer. |
AGAZ |
f. Başlama. Mübâşeret. |
AGBA |
Daha küt, en küt. * Daha koyu, en koyu. |
AGBER |
Çok tozlu. |
AGBEŞ |
Boz renkli. |
AGBİYA |
(Gabi. C.) Ahmaklar, gabiler. |
AĞDA |
Bir kapta karıştırılıp pişirilerek koyulaşmış ve lüzucet kazanmış her
nevi şeker vesaire. |
AGDEF |
Uzun ve sarkık kulaklı. |
AGDİYE |
(Gada ve Gıda. C.) Yenip içilecek gıdalar. |
AGEL |
(Bak: İkal) |
AGENDE-GUŞ |
f. Söz dinlemeyen, aldırmayan, alçak ve hayırsız kimse. |
AGESTE |
f. Islanmış, ıslak.* Bulaşmış. |
AGFER |
Mağfiret eden, bağışlayan, afveden. |
AGFER-ÜL-GAFİRÎN |
Afvedenlerin en çok afvedeni. (Allah). |
AĞIL (AĞL) |
Koyun, keçi vesair hayvanlara mahsus üstü açık, etrafı çit veya çalı
çırpı ile çevrilmiş yer, mandıra. |
AGIRRA |
(Garîr. C.) Tecrübesizler, safdiller, acemiler. * Mağrurlar. |
AĞIT |
Mersiye. Ölen kimse için söylenen ve onu öven ve üzüntüyü anlatan şiir.
Ölen için ağlama. (Müslümanlıkta ölenin arkasından aşırı ağlayıp dövünme iyi
değildir.) |
AGİYYE |
İçine su biriken çukur. |
AGİN |
f. Dolu, doldurulmuş. |
AGİSNA |
Bize imdad eyle, yardım ihsan eyle (meâlinde duâ.) |
AGİŞ |
f. İlişik, sarkık. * Uzatılmış. |
AGLAK |
(Galak. C.) Kilitler. * Kapalı, anlaşılmaz şeyler. |
AGLAL |
(Gull. C.) Boyna geçirilen zincirler. * Kelepçeler, pırangalar. |
AGLAL |
Ağaçlar arasında akan su. (Bak: Eglâl) |
AGLAZ |
(Galiz. den) kaba ve galiz şeyler. |
AGLEB |
Daha galib. Çok kerre, ekseriya. Çoğu. ("Ağleben - Ağlebâ" şeklinde de
kullanılır.) |
AGLEB-İ HÜKEMÂ |
Hakîmlerin çoğu. Hakîmlerin ekserisi. |
AGLEB-İ İHTİMAL |
Büyük bir ihtimal. |
AGLEF |
Sünnetsiz. * Sandıkta kapalı. * Mc: Katılaşmış, duygusuz kalb. |
AGLEZ |
(Galiz. den ism-i tafdil) Pekçok kaba ve galiz. |
AGMA |
Yıldız. Yıldız akması. |
AGMAD |
(Gımd. C.) Bıçak ve kılıç kınları. |
AGMAK |
Yukarı kalkmak, yükselmek, yukarıya meyletmek. * Buhar olup yukarı
kalkmak, buharlaşmak. |
AGMAR |
(Gamr. C.) Yüce kimseler. * Seller. * (Gumr. C.) Bilgisizler, cahiller. |
AGMAZ |
(Gamz. C.) Göz yummalar, göz kırpmalar. |
AGMAZ-UL AYN |
(Egmaz-ul ayn) Gözü kapalı kimse. Çok müsamahakâr. Gafil. |
AGNA |
(Gani. den) Çok gani. En zengin. |
AGNAM |
(Ganem. C.) Koyunlar, keçiler. * Hayvanlardan alınan vergi anlamında
kullanılan bir tabirdir. |
AGNİYA |
(Gani. C.) Zenginler, ganiler. |
AGNİYE |
(Bak: Ugniye) |
AGNOSTİK |
fels. Agnostisizm
görüşünü benimseyen. |
AGNOSTİSİZM |
fels. Gerçeğin, mutlak hakikatın bilinemez olduğunu; insanın gerçeği,
tam uygun bilgiyi elde edecek yaradılışta olmadığını kabul eden felsefe
görüşü. |
AGRA |
Çok sevimli, yakışıklı. |
AGRAFİ |
yun. Yazma kabiliyetinin kaybedilmesi. |
AGRANDİSMAN |
Fr. Büyütme (Fotoğrafçılıkta kullanılır.) |
AGRAR |
(Gırr. C.) Tecrübesizler. Acemiler. Kolay aldananlar. |
AGRAS |
(Gars. C.)
Taze fidanlar, yeni dikilmiş ağaçlar. |
AGRAZ |
(Garaz. C.) Garazlar. Fiil yapılırken gözetilen gayeler. Kasden ve
bilerek yapılan kötülükler. |
AGREB |
(Garib. den) En garib, çok tuhaf. |
AGREB-ÜL GARÂİB |
Şaşılacak şeylerin en garibi. |
AGREL |
(C. Gurl) Sünnet olmamış kişi. |
AGSAN |
(Gusn. C.) Dallar, ağacın dalları. * Mc: Mânanın kısımları. |
AGSEM |
Beyazı siyahından daha fazla olan saç. |
AGSER |
Boz ve esmer renkli, çok tüylü abâ, kilim. * Kurbağa yosunu. *
Karabatak kuşu. * Aşağılık ve âdi (adam). |
AGŞA |
Baygın adam. * Vücudu siyah yüzü beyaz olan hayvan. |
AGŞİYE |
(Gışa. C.) Perdeler, örtüler. * Zarflar, mahfazalar. |
AĞTABAKA |
Tıb: Görme sinirlerinin göz yuvarlağı içinde dağılmasından meydana
gelen zar. |
AGTAŞ |
Karanlık. * Zayıf gözlü. |
AGTEM |
Sözü tutkunarak söyleyen. Kekeme. |
AGTİYE |
(Gıtâ. C.) Perdeler. |
AGU |
Zehir, sem. |
AGUL |
f. Hiddetlenerek göz ucuyla bakma. |
AGUN |
f. Baş aşağı, ters. * Uğursuz. |
AGUNDE |
f. Hallaç elinden geçmiş pamuk, atılmış pamuk. |
AGUŞ |
f. Kucak. * Sığınılan yer. |
AGÜS |
f. Taşcıların oymacılıkta kullandıkları demir kalem. |
AGVA |
Dalâlete en fazla sapan, giden. Sapık. |
AGVAR |
(Gar. C.) Mağaralar. |
AGVAS |
(Gavs. C.) Yardım istemek için bağırmalar. İmdat istemeler. |
AGYAR |
Yabancılar. Başkaları. * Rakipler. (Bak: Gayr) |
AGYAZ |
(Gayze. C.) Ağaçlıklar, meşelikler. |
AGYED |
Uykucu, tenbel. * Esmer vücutlu. * Nazik derili. |
AGYER |
(Gayret. den) Çok gayretli adam. |
AGZA |
(Gazâ. C.) Düşmanlarla savaşlar, muharebeler. |
AGZEL |
(C.: Uzelân-Uzul) Eğri kuyruklu at.* Silahsız kimse. * Yağmursuz bulut. |
AGZİYE |
(Gıdâ. C.) Yenilip içilecek şeyler. Gıdalar, besin maddeleri. |
AH |
f. Aferin, bravo! manasına kullanılır. |
AH |
Maddi veya mânevi bir acı hissolundukta kullanılır. * Nedamet, pişmanlık ve
teessüf beyan eder. * Birine acındığına, keder ve esef edildiğine delalet
eder. Meselâ : Ah! Evladım! gibi. |
AH U ENİN |
Ah deyip inlemek, ağlamak. Ah u fizâr da aynı mânayı ifâde eder. |
AH |
Kardeş, birader. * Dost. |
AHABİR |
(Ahbâr. C.) Hikâyeler. * Rivayetler. |
AHABİŞ |
(Habeş. C.) Habeşliler. |
ÂHÂD |
Birler. Birden
dokuza kadar olan sayılar. |
ÂHÂD-I NÂS |
Avam, halktan birisi. |
AHAD |
(Bak: Ehad) |
AHADD |
(Hadd. den) Pek keskin. |
AHADÎ |
Tek, yalnız. Birlere âid, birlere mensub. |
AHADİD |
Sopa ve kamçı gibi şeylerin vücudda bıraktığı izler. (Bak: Uhdud) |
AHADÎ HADİS |
Rivâyet eden bir veya iki koldan olan veya mütevatir mertebesinde
olmayan hadis demetir. İştihar haddine yetişmeyen hadistir. Şartları tamam
olursa zann-ı galib ifade eder, muktezası ile amel vâcib olur. (Muvazzah İlm-i
Kelâm) |
AHADİS |
(Bak: Ehâdis) |
AHADİYYET |
(Bak: Ehadiyyet) |
AHAFF |
Pek hafif, çok hafif. * Düşüncesiz. |
AHAKK |
(Bak: Ehakk) |
AHAL |
f. Birşeye yaramıyarak atılacak olan şey, çerçöp. |
AHALİ |
(Ehl. C.) Halk, umum, nâs. * Bir memleketin yerlileri, bir memlekette
oturanlar, yaşayanlar. |
AHAMİRE |
Acem milletinden bir tâife. |
AHANN |
Sözü burun içinden söyleyen. Burnundan konuşan. |
AHAR |
(Aher) Gayrı, başkası. Diğeri. |
AHAR |
f. Hattatların kullandıkları kâğıda sürülen nişastalı yumurta. *
Kahvaltı. * Bir nevi çelik. |
AHARR |
Daha sıcak, en sıcak. |
AHASS |
Asılsız, kötü kimse. |
AHASS |
(Bak: Ehass) |
AHAVAT |
(Uht. C.) Kızkardeşler. * Benzer şeyler. |
AHAVEYN |
İki kardeş. * İslam âlimlerinden olan Urfalı Vaiz Mahmud Kâmil
efendinin babası Mustafa Kâmil Efendi ve amcası Urfalı Mehmed Efendi. (Bak:
Ehaveyn) |
AHAZZ |
Pek bahtiyar, mes'ud, şanslı, mutlu. |
AHBA |
(Haba. C.) Saray adamları. |
AHBAB |
Dost. Sevilen dostlar. Sevilenler. Ehibbâ, muhibler. |
AHBAR |
(Haber. C.) Haberler. (Bak: Haber-İhbar) |
AHBÂR-I GAYB |
Bizce bilinmeyen gayb âlemlerine ve geleceğe dâir haberler.(... Hem de
musibetlerin vakti muayyen olsa idi; musibet, başına gelen adam, musibetin
intizarında o gelen musibetin belki on mislinden ziyade mânevi bir musibet
-o intizardan- çekmemesi için, hikmet ve rahmet-i İlâhiyye tarafından gizli,
perdeli bırakılmış. Ve ekser hâdisât-ı kevniyye-i gaybiyye böyle hikmetleri
bulunduğundandır ki, gaibden haber vermek yasak edilmiş. $ düsturuna karşı
hürmetsizlik ve itaatsizlik etmemek içindir ki, medar-ı teklif ve hakaik-i
imaniyeden başka olan umur-u gaybiyyeden izn-i Rabbâni ile haber verenler
dahi, yalnız, işaret suretinde perdeli ve kapalı ihbâr etmişler. Hatta
"Tevrat" ve "İncil" ve "Zebur" da Peygamberimiz hakkında gelen müjdeler ve
haberler dahi bir derece perdeli ve kapalı gelmiş ki, o kitabların bir kısım
tabileri te'vil edip iman etmediler. Fakat itikad-ı imâniyyeye giren
mes'eleleri tasrih ile ve tekrar ile ihbar etmek ve açık bir surette tebliğ
etmek hikmet-i teklifin muktezası olduğundan, Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan ve
Tercümân-ı Zişanı (A.S.M.) umur-u uhreviyeden tafsilen ve hâdisât-ı
istikbâliye-i dünyeviyeden icmâlen haber vermişler. Ş.) |
AHBAR |
(Bak: Ehbâr) |
AHBARÎ |
Rivayetçi, rivayet eden kişi. |
AHBAS |
(Habs. C.) Su bentleri, havuzlar. * Hapisler, zindanlar. * Gayr-ı meşru
vakıf yerler. |
AHBAZ |
(Hubz. C.) Ekmekler. |
AHBEL |
Divane, deli. |
AHBEN |
Çok su içmekten karnın şişip zahmetli olması. |
AHBES |
Pek çok pis,
daha murdar. En habis, berbad. |
AHBEŞ |
Habeş, Habeşi. |
AHBİYE |
(Hıbâ. C.) Kıldan yapılmış göçebe çadırı. * Keçe ve kıldan yapılan
evlerde konup göçen Türkler. |
AHCAR |
(Hacer. C.) Taşlar. |
AHCEN |
Burnu eğri kimse. |
AHD |
Vâdetme. Söz verme. Vefâ. Yemin. And. Misak. Peymân. * Asır. Devir.
Tevhid. Mukavele. * Vasiyet. |
AHD-İ ATİK |
Tevrat, Zebur ve Mezamir'in bazıları, Yahudilerin eski ve mukaddes
kitapları. |
AHD-İ CEDİD |
f. İncil. |
AHDÎ |
Ahde âid, sözleşmeye dâir. |
AHD-NAME |
f. Anlaşmanın şartlarını ve anlaşmayı yapanların imzalarını taşıyan kağıt. |
AHD Ü MİSÂK |
f. Yemin, anlaşma, sözleşme. |
AHD Ü PEYMAN |
f. Yemin etme, söz verme. |
AHDA' |
Boyun damarlarından bir damar. * Hilekâr, aldatıcı, kandırıcı. |
AHDA' |
Çok alçakgönüllü, halim, mütevazi. İtaatli. |
AHDAK |
(Hadeka. C.) Göz bebekleri. |
AHDAN |
(Hıdn. C.) Dostlar, yoldaşlar. |
AHDAR |
Yeşil, yemyeşil, pek yeşil. |
AHDAR-I NÂZIR |
Çok yeşil, yemyeşil, tam yeşil. |
AHDAS |
(Hades. C.) Yeni hâdiseler, fena şeyler. Dertler, musibetler. *
Gençler. |
AHDEB |
Hiç kimsenin fikir ve düşüncesini beğenmeyen, ahmak. * Uzun boylu. |
AHDEB |
Kambur. |
AHDEL |
Boynu önüne eğilmiş olan. * Çok eğik olan şey. |
AHDER |
(C.: Ehadir) Kavi ve galiz olmak. Kaba olmak. * Şaşı adam. |
AHDER |
f. Kardeş çocuğu. Biraderzâde. |
AHDERRÎ |
Yabani eşek. |
AHDES |
Fikirli kişi. |
AHDET |
(C.: Ahâd) Yağmur yağdıktan sonra yağan yağmur. |
AHEK-İ SİYAH |
Rutubete dayanıklı olan bir cins çimento. |
AHEK-İ TEFTE |
Sönmemiş kireç. |
AHEN |
Demir. * Mc: Sert. Zincir. Kılıç. |
AHEN-ÂŞİYÂN |
f. Dikiş yüksüğü. |
AHEN-BE |
f. Dokunacak bezin veya çulhanın iki yanına konan demirli ağaç. Bu
demirli ağaç bezin buruşukluğunu da açar. |
AHEN-CÂN |
f. Demir canlı. * Katı yürekli. * Sabırlı, tahammüllü. |
AHEN-DEST |
f. Demir elli, eli demir gibi olan. |
AHEN-DİL |
f. Demir yürekli, kahraman. * Merhametsiz, acımasız kimse. |
AHENE |
f. Demir halka. |
AHEN-GER |
f. Demirci. Demir yapan veya satan. |
AHEN-GERÎ |
f. Demircilik. |
AHENİN |
Demirden yapılmış, çok kuvvetli, pek sağlam. |
AHEN-KEŞ |
f. Demiri çeken. Mıknatıs. |
AHEN-PUŞ |
f. Demirler giymiş. Zırh
kuşanmış. |
AHEN-RÜBÂ |
f. Demiri kapan, mıknatıs. |
AHENK |
f. Seslerin arasındaki uygunluk. Düzgün tarz ve gidiş. |
AHENKDÂR |
f. Uygun, düzgün, âhenkli, makamlı. |
AHER |
Başka, diğer, gayrı. |
AHESTE |
f. Yavaş, ağır. |
AHESTEGÎ |
f. Yavaşlık, acele etmemeklik. |
AHESTE-REV |
f. Aheste âheste yürüyen, acelesiz, yavaş yavaş yürüyen. |
AHFA |
Çok gizli, pek gizli. |
AHFAD |
Torunlar. Hafidler. Evlâd oğulları. Yardımcılar. |
AHFAS |
(Hıfs. C.) İşkembeler, kırkbayırlar. |
AHFAZ |
(Ahfad) Alçak ve çukur yer. * Mc: Çok alçak gönüllü. Mütevâzi. |
AHFEC |
Ayakları eğri. |
AHFEŞ |
Küçük gözlü, zayıf bakışlı. * Yalnız gece gören kimse. * Üç büyük Arab
âliminin lâkabı. * Bulutlu günde görüp bulutsuz günde görmeyen. |
AHFİYE |
(Hıfâ. C.) Örtüler, perdeler, gizli şeyler. * Çiçeğin tomurcuğunu örten
kabuk. |
AHGER |
f. Ateş koru. Yanar halde olan kömür. |
AHGER-İ SUZAN |
Yakıcı kor. |
AHH |
Öksürmek. |
AHIR |
t. (Ahur) Hayvanların barındığı yer, dam. |
AHİ |
Kardeşim. * Ahilik ocağından olan kimse. * Eli açık, cömert. |
AHİBBA |
Dostlar, arkadaşlar. (Bak: Habib) |
AHİD |
Seninle muâhede eden. * Ahdolunmuş nesne. |
AHİD |
(Bak: Ahd) |
AHİD-ŞİKEN |
f. Ahdi bozan, anlaşmayı bozan. |
ÂHİL |
Erkeği olmayan kadın. * Fevkinde kimse olmayan yüksek padişah. |
AHİLİK |
Asırlar önce Anadolu'da gelişen bir halk ocağı. Sosyal bir kuruluş olan
ahilik iş alanında adam yetiştirmek, çalışma sevgisini aşılamak, istihsali
çoğaltmak gibi gayeleri vardı. Günlük hayatta ise teavün, yoksulları koruma
gibi insani duyguları; ayrıca müzik, silah kullanma, binicilik
kabiliyetlerini geliştirmeye de önem verirdi. |
AHİLLA |
(Ehillâ) Sadık ve samimi arkadaşlar. En sadık dostlar. Haliller. |
AHİN |
(C.: Uhun) Boyalı yün. |
ÂHİN |
(C.: Avâhin) Fakir. * Hazır, sabit kimse. * Yumuşak hurma ağacı. |
AHÎR |
En son, sonraki. |
ÂHİR |
Biten. Hitam bulan. Sonra gelen. Son. Sonraki. |
ÂHİR |
Zina işleyen. Fasıklık yapan. * Tembel kimse. |
ÂHİR-BİN |
f. Sonunu gören, düşünen. |
ÂHİRE |
Zâni, zinakâr. |
AHİREN |
En son, en
son olarak. * Son zamanlarda, yakında. |
ÂHİRET |
Bu dünyadan sonra gideceğimiz ebedi âlem. Âhiret, kıyamet koptuktan
sonra, bütün varlıkların ve insanların devamlı kalacakları yerdir. Orada
ölüm yoktur, hayat sonsuzdur; dinin emirlerine bağlı olanlar için cennet;
dine bağlı olmıyanlar için de cehennem vardır. Âhirete inanmayan insan
müslüman olamaz. Kur'an ve peygamberi inkar etmiş olur. İnsan ölüp toprak
olduktan sonra onu kim diriltecek diyenlere Kur'anın pek çok cevaplarından
biri meâlen şudur: "Onu ilkin kim yarattı ise, öldükten sonra da yine o
diriltecek." (Bak: Haşir)(Dünya dar-ül hikmet ve ahiret dar-ül kudret
olduğundan; dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin
iktizasıyla, dünyada icad-ı eşya, bir derece tedricî ve zaman ile olması,
hikmet-i Rabbaniyenin muktezasıyla olmuş. Âhirette ise; hikmetten ziyade
kudret ve rahmetin tezahürleri için maddeye ve müddete ve zamana ve
beklemeye ihtiyaç bırakmadan, birden eşya inşa ediliyor. Burada bir günde ve
bir senede yapılan işler, âhirette bir anda ve bir lemhada inşasına işareten
Kur'an-ı Mu'ciz-ül Beyan: $ ferman eder. Ş.)(Mühim bir taraftan ehemmiyetli
bir sual: Rivayette gelmiş ki, Cennette bir adama beşyüz senelik bir Cennet
verilir. Bu hakikat akl-ı dünyevinin havsalasında nasıl yerleşir?Elcevap :
Nasıl ki bu dünyada herkesin dünya kadar hususi ve muvakkat bir dünyası var.
Ve o dünyanın direği onun hayatıdır. Ve zahiri ve batıni duygularıyla o
dünyasından istifade eder. Güneş bir lâmbam, yıldızlar mumlarımdır der.
Başka mahlukat ve ziruhlar bulunmaları, o adamın mâlikiyetine mani
olmadıkları gibi, bilâkis onun hususî dünyasını şenlendiriyorlar,
zinetlendiriyorlar. Aynen öyle de, fakat binler derece yüksek, herbir mü'min
için binler kasır ve hurileri ihtiva eden has bahçesinden başka, umumi
cennetten beşyüz sene genişliğinde birer hususi cenneti vardır. Derecesi
nisbetinde inkişaf eden hissiyatıyla, duygularıyla cennete ve ebediyete
lâyık bir surette istifade eder. Başkaların iştiraki onun mâlikiyetine ve
istifadesine noksan vermedikleri gibi, kuvvet verirler. Ve hususi ve geniş
cennetini zinetlendiriyorlar. Evet, bu dünyada bir adam, bir saatlik bir
bahçeden ve bir günlük bir seyrangahtan ve bir aylık bir memleketten ve bir
senelik bir mesiregâhta seyahatından; ağzıyla, kulağıyla, gözleriyle,
zevkiyle, zâikasıyla, sâir duygularıyla istifade ettiği gibi; aynen öyle de
fakat bir saatlik bir bahçeden ancak istifade eden bu fâni memleketteki
kuvve-i şâmme ve kuvve-i zâika, o bâki memlekette bir senelik bahçeden aynı
istifadeyi eder. Ve burada bir senelik mesiregâhtan ancak istifade edebilen
bir kuvve-i bâsıra ve kuvve-i sâmia orada, beşyüz senelik mesiregâhındaki
seyahattan; o haşmetli, baştan başa zinetli memlekete lâyık bir tarzda
istifade eder. Her mü'min derecesine ve dünyada kazandığı sevaplar,
haseneler nisbetinde inbisat ve inkişaf eden duygularıyla zevk alır,
telezzüz eder, müstefid olur. L.) |
ÂHİRZAMAN |
Dünyanın son zamanı ve son devresi. Dünya hayatının kıyamete yakın son
devresi. (Rivayette var ki : "Fitne-i âhirzaman o kadar dehşetlidir ki,
kimse nefsine hâkim olmaz." Bunun için, binüçyüz sene zarfında emr-i
Peygamberiyle bütün ümmet o fitneden istiaze etmiş, azâb-ı kabirden sonra (
$ ) vird-i ümmet olmuş. Allahu a'lem bissavab, bunun bir te'vili şudur ki: O
fitneler nefisleri kendilerine çeker, meftun eder. İnsanlar ihtiyarlarıyla,
belki zevkle irtikâb ederler. Meselâ: Rusyada hamamlarda, kadın- erkek
beraber çıplak girerler ve kadın, kendi güzelliklerini göstermeğe fıtraten
çok meyyal olmasından seve seve o fitneye atılır, baştan çıkar ve fıtraten
cemâlperest erkekler dahi nefsine mağlup olup o ateşe sarhoşane bir sürur
ile düşer, yanar. İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve
kebâirleri ve bid'aları, birer câzibedarlık ile pervane gibi nefisperestleri
etrafına toplar, sersem eder. Yoksa cebr-i mutlak ile olsa ihtiyar kalmaz,
günah dahi olmaz. Ş.) |
AHİSSA |
(Hasis. C.) Cimriler, pintiler, tamahkârlar. |
AHİYANE |
f. Damak. * Tıb: Boğaz.* Beyin kemiği. |
AHİYYEN ŞERAHİYYEN |
(Süryanice) Hannân, Mennân, Rahmân ve Rahim olan. Çok çok nimet veren. |
AHÎZ |
(Ahz. den) Esir. |
ÂHİZ |
(Âhize) Alan. Alıcı. Ahzeden. * Ses alıcı âlet. * Kabul etme, alma. |
ÂHİZE |
Fiz : Elektrik enerjisini mekanik enerjiye çeviren alet. |
AHKAB |
Yabani eşek. |
AHKAB |
Uzun zamanlar. |
AHKAD |
(Hukd. C.) Kinler, garezler. |
AHKAF |
(Hıkf. C.) Eğri büğrü kum tepeleri. |
AHKAF SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'de kırkaltıncı sure olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil
olmuştur. |
AHKÂM |
(Hüküm. C.) Hükümler. Kanunlar. Nizamlar. |
AHKÂM-I ADLİYE |
Adaletle alâkalı hükümler, emirler. * Adliye nezaretinin eski ismi. |
AHKÂM-I FER'İYYE VE AHKÂM-I ASLİYYE |
(Bak: Şeriat) |
AHKÂM-I KUR'ÂNİYE |
f. Kur'ân-ı Kerim'in kat'i olan hükümleri, emirleri. (Bak: Hukuk) |
AHKÂM-I ŞAHSİYE |
Huk: Şahsın kendisini alakalandıran hükümler. (Bak: Hukuk-u şahsiye) |
AHKAR |
En hakir, pek âciz ve değersiz. (Daha çok tevazu makamında söylenir.) |
AHKAR-UL İBÂD |
Kulların en hakiri. |
AHKEM |
En sağlam. En kuvvetli. * En çok hükmeden. * En hakim ve akıllı. |
AHKEM-ÜL HÂKİMÎN |
Hükümdarların hükümdarı. Hâkimlerin en hâkimi. Cenâb-ı Hak (C.C.) |
AHKER |
f. Ateşli kül, kül ile karışık ince kor. |
AHLA |
En tatlı, çok şirin. Çok tatlı. |
AHLAF |
Halefler. Sonra gelenler. Zürriyetler. Evvelkilerin yerine geçenler.
Nesil. Evlâdın evlâdları. Nesl-i âti. |
AHLAF |
Yemin edenler. Müttefikler. |
AHLAK |
(Hulk.C.) Huy, tabiat. İnsanın davranış tarzı, tutum ve tavrı, bir
cemiyette makbul ve iyi sayılan davranış kuralları. Bu kural ve kaideleri
inceliyen ilim. Ahlâkın kaynağı ve mahiyetini inceliyen felsefe.Filozoflar
hangi hareketlerin iyi, hangilerinin kötü olduğu ve insanın neden ahlâk
kaidelerine uyması gerektiği konusunda ortak bir fikre varamadılar. Kimi
menfaati, kimi saadeti, kimi de vazifeyi ahlâkın temeli saydı. İslâm ahlâkı
ise ahlâkın temeli Allah'ın emrine uygunluğu ve gaye olarak da Allah
rızasını almakla insanı şahsi veya içtimâi (toplumsal) bencillikten
kurtarmıştır. Ahlâkı da cemiyetten cemiyete ve zamanla değişen keyfî ve
tesadüfî kaideler yığını olmaktan çıkarıp Allah'ın emirlerine uygunluğu esas
almakla, birlik ve beraberliği ve devamlılığı sağlamıştır. (Bak: Hulk) |
AHLÂK-I FÂZILA |
İyi ahlâk, faziletli huylar. |
AHLÂK-I HAMİDE |
Beğenilen güzel ahlâk.(Hz. Muhammed (A.S.M.) bütün ahlâk-ı hamidede en
yüksek ve yetişilmeyecek bir dereceye malik idi...... Onda içtima etmiş
ahlâk-ı hamidedir ki her bir haslette en yüksek tabakada olduğuna dost ve
düşman ittifak ediyorlar. M.) |
AHLÂK-I HASENE |
Yüksek ahlâkı en parlak ve ulvi bir şekil ve ruhta gösteren ve bilfiil
yaşayan Peygamberimizin (A.S.M.) ve O'nun yolunda gidenlerin
ahlâkı.(Diyorsun ki: Teklif, saadet içindir. Halbuki ekser-i nâsın
şekâvetine sebeb, tekliftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefavüt-ü şekavet de
olmazdı?C- Cenab-ı Hak, verdiği cüz'-i ihtiyâri ile ef'al-i ihtiyariye
âlemini kesbiyle teşkil etmeğe insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde
vedia olarak ekilen gayr-i mütenâhi tohumları sulamak ve neşv ü
nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. Eğer teklif
olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nemâ bulamazdı. Evet, nev'-i beşerin
ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun mânen terakkisini, vicdanın
tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden, yani
aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tekliftir; hayat veren peygamberlerin
gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan
hayvan olarak kalacaktı ve insandaki bu kadar kemâlât-ı vicdaniye ve ahlak-ı
hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların bir kısmı, arzu ve
ihtiyariyle teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi elde ettiği
gibi nev'in saadetine de sebep olmuştur. Amma insanların büyük bir kısmı,
ihtiyarı ile küfrü kabul ve tekâlif-i İlahiyyeyi reddetmişlerse de teklifin
bazı nevilerinden süzülen terbiyevi, ahlâki vesaire güzel şeyleri
aldıklarından, teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş
bulunurlar. İşte bu itibarla, kâfirin her sıfatı ve her hâli kâfir değildir.
İ.İ)(Hadsiz salât ve selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa (A.S.M.)
üzerine olsun ki, demiş: $Yani; benim, insanlara Cenab-ı Hak tarafından
bi'setim ve gelmemin ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzel
hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır. H.) |
AHLÂKIYYÂT |
Ahlâk ilmi ve düsturlarını ve bunların vasıflarını ve tatbiklerini
inceleyen, öğreten ilim. * Ahlâk ve terbiye ile alâkalı ders ve bahisler. |
AHLÂKIYYUN |
Ahlâk ilmi ile uğraşan âlimler; bunlar iki kısımdır. Bir kısmı ahlâk-ı
hasene olan İslam ahlâkını telkin eder, diğer kısmı ise, dine tâbi olmayan
ve hakiki ahlâkı bulamamış olanlardır. |
AHLÂKÎ |
Ahlâkla ilgili, ahlâka ait. |
AHLAL |
(Hıll. C.) Samimi dostlar, yâranlar. |
AHLAM |
Rüyâlar. (Bak: Hulm) |
AHLAS |
En hâlis, daha temiz. |
AHLAT |
(Hılt. C.) Çok karıştırılabilir, karıştırılmağa elverişli. |
AHLAT-I ERBAA |
İnsan vücudunda varlığı kabul edilen dört unsur veya üsareler. |
AHLEF |
Solak kimse. |
AHLES |
Kara ile kırmızı arasında olan renk. |
AHLET |
Saçı dökülmüş kişi. |
AH-LİÜMM |
Baba ayrı, ana bir kardeş. |
AHLİYA |
(Hali. C.) Boş şeyler. |
AHMA |
(Hamâ. C.) Kayın biraderler. |
AHMA |
(Hamiyyet. den) Çok hamiyetli. |
AHMAK |
(Humk. dan) Pek akılsız, sersem, şaşkın. Anlayışsız. |
AHMAK-UL HUMAKA |
Ahmakların en ahmağı. |
AHMAKANE |
f. Ahmakçasına, ahmak olana yakışır şekilde. |
AHMAKÎ |
Akılsızlık, ahmaklık. |
AHMAKİYET |
Ahmaklık, akılsızlık. |
AHMAL |
(Haml. C.) Yükler. * Ağır şeyler. Eşya, ağırlık. |
AHMAL Ü ESKAL |
Ağır yükler. |
AHMAS |
(C: Ehâmis) İnce belli.* Ayak altında yere değmeyen yer. |
AHMAS |
(Hums. C.) Beşte birler, humslar. |
AHMAS-ÜL KADEM |
Ayak tabanı. |
AHMED |
Daha çok hamdeden. * Çok övülmeğe ve medhedilmeğe lâyık. * Çok sevilen.
Beğenilmiş. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi. |
AHMED-İ BEDEVÎ |
(Seyyid) (Hi. 596-675) Mısır'ın en büyük velilerindendir. Hz. Ali
neslinden gelir. Bir çok lâkabı vardır. Ona Afrika bedevileri tarzında (yüzü
örten peçe) taşıdığından dolayı (el-Bedevi) deniyordu. 626 yılına doğru onda
deruni bir tahavvül vukua geldi. Yedi kıraat üzere Kur'an okudu ve Şafii
fıkhı tahsil eyledi. Kendisini ibadete vakfeyledi ve kendisine yapılan
izdivaç teklifini reddeyledi. Berlindeki bir yazmada bu hususta şunlar
yazılıdır: "Cennet hurilerinden başka hiçbir kadın ile evlenmemeğe
ahdettim." Kerametler ve harikalar göstermiştir. Geceleri Kur'an okumak
âdeti idi. Aktab-ı Erbaa'dandır. (R.A.) |
AHMED-İ FÂRUKÎ |
(Hi. 971-1034) (İmam-ı Rabbanî) Hz. Ömer (R.A.) ahfadından olduğundan
Fârukî denilmiştir. Kendisi demiştir ki: "Hakaik-i imaniyeden bir mes'elenin
inkişafını, binler ezvak ve mevâcid ve kerâmata tercih ederim." Hem demiş
ki: "Bütün tarikatların nokta-i müntehası hakaik-i imâniyenin vuzuh ve
inkişâfıdır." Bu zatın büyük ve çok kerametleri görülmüş ve müceddidiyet
vazifesini bihakkın ifâ etmiştir. Nakşi tarikatının kahramanı ve bir güneşi
hükmünde olduğu Risale-i Nur'dan "Mektubat" isimli eserde mezkurdur. (R.A.)
(Bak: Müceddid) |
AHMED-İ MUHTAR |
Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimiz. |
AHMED-İ RÜFÂÎ |
(Hi: 512-578) Büyük bir veliyullahtır. Pek çok kerametleri görülmüştür.
İmam-ı Musa Kâzım Hazretlerinin evlâtlarından olup, dine büyük hizmetler
etmiştir. (R.A.) |
AHMED-İ SÜNUSÎ |
(Bak: Sünusî) |
AHMED İBN-İ HANBEL |
(Bak: Hanbelî, İmam-ı Hanbel) |
AHMER |
Kırmızı. |
AHMES |
Kuvvetli, yiğit. Kahraman, cesur, şecaatli, bahadır. |
AHMEŞ |
İnce, dakik. |
AHMEZ |
Daha metin, daha sağlam, daha çetin. |
AHNA |
Çapraz ve birbirine zıt işler. Çarpık, eğri şeyler. |
AHNA' |
Çok alçak gönüllülük, mütevazilik. |
AHNAS |
(Hıns. C.) Yeminden dönmeler. Yalan yeminler. |
AHNEF |
Ayakları çarpık ve eğribüğrü olan. |
AHNES |
Burnu basık ve sivri olan adam. |
AHOND |
f. Tahsil yapmış, hoca. Ulu, büyük. |
AHRA |
Daha lâyık, daha münasib, en elverişli. |
AHRAB |
Kulağı kesik. * Kulaktaki küpe deliği. |
AHRAC |
(Hırc. C.) Hayvanların yular, tasma ve palanlarına dizilen boncuklar. |
AHRAD |
Pek tamahkâr cimri. |
AHRAK |
Miskin, akılsız adam. |
AHRAM |
(Harem ve Harim. C.) Gizli yerler. Gizli olup herkesin girmesi serbest
olmayan yerler. * Kadınların bulunduğu haremlikler. |
AHRAR |
(Hür. C.) Hürler. Esir veya köle olmayan kimseler. * Silsilesinde esir
veya köle bulunmayanlar. * Hürriyetçiler. |
AHRARANE |
f. Hürriyetçilere yakışır tarzda. Serbestçe. Hür olana yakışır
surette.(İnsana karşı hürriyet, Allah'a karşı ubudiyyeti intac eder. Mün.) |
AHRAS |
(Hâris. C.)
Bekçiler, muhafızlar, koruyucular. |
AHRAS |
Dilsiz. |
AHRAZ |
(Ahrad) Kirpikleri dökülmüş, çipil gözlü. |
AHREB |
Çok harap, perişan, yıkık. * Kulağı yarık kimse. * Edb: Rübai
vezinlerinden "Mef'ulü" ile başlayan oniki şekilden herbiri. |
AHREC |
Ak ile kara. Siyahla beyaz. |
AHRED |
Ayaklarının siniri kurumuş veya bozulmuş olan hayvan. |
AHREM |
Burnu kesik olan. Kesik burunlu. * Edb: Rübai vezinlerinden "Mef'ulü"
ile başlıyan oniki şekilden herbiri. * Tıb: Omuz ucu. |
AHRES |
Dilsiz, dili olmayan kimse. |
AHREZ |
Gözleri dar ve küçük olan. |
AHRUF |
(Harf. C.) Uçlar. * şiveler, lehçeler. * Harfler. |
AHSA |
Çok kumlu, taşlı yer. |
AHSA |
"İhsa"dan fiildir. (Bak: İhsâ) |
AHSAR |
Pek kısa, daha kısa, daha özlü, daha veciz. |
AHSAS |
Hisler. Duygular. |
AHSEB |
Çok iyi hesab edilmiş, münâsib. * Çok fazla cimri, hasis. * Miskin. *
Saçının rengi kırmızıya yakın. *Tüyünün rengi boz renk olan kızıl deve. |
AHSEF |
Kara ile ak, alaca. |
AHSEM |
Geniş yüzlü kılıç. * Arslan. * Enli, yassı ve yayvan burun. * Enli,
yassı ve yayvan burunlu adam. |
AHSEN |
En güzel. Çok güzel. |
AHSEN-ÜL GAYÂT |
Gayelerin en güzeli, en iyisi. |
AHSEN-ÜL HÂLIKÎN |
Hâlıkıyyet mertebelerinin en güzel ve en münteha mertebesinde olan bir
Hâlık-ı Zülcelal. Her şeyi herşeyle münasebetine lâyık bir tarzda güzel
yaratan Hâlık. (C.C.) |
AHSEN-ÜL KASAS |
İbret verici vakıaların en güzel şekilde nakledilişi. Kıssaların en
güzeli. * Sure-i Yusuf (A.S.). |
AHSEN-İ TAKVİM |
En güzel kıvama koyma. * Cenab-ı Hakkın her şeyi kendisine lâyık en
güzel kıvam, sıfat ve surette yaratması. İnsanın en yüksek ve câmi isti'dâd
ve kabiliyetlerde ve en güzel surette yaratıldığı.(Envâ'-ı zihayat içinde en
ziyade rızkın envâına muhtaç, insandır. Cenab-ı Hak insanı bütün Esmâsına
câmi' bir âyine ve bütün rahmetinin hazinelerinin müddeharâtını tartacak,
tanıyacak cihâzata mâlik bir mu'cize-i Kudret ve bütün Esmâsının
cilvelerinin vaziyetlerinin inceliklerini mizana çekecek âletleri hâvi bir
halife-i Arz suretinde halk etmiştir. Onun için hadsiz bir ihtiyaç verip,
maddi ve mânevi rızkın hadsiz envâına muhtaç etmiştir. İnsanı, bu câmiiyete
göre en âlâ bir mevki olan ahsen-i takvime çıkarmak vâsıtası, şükürdür.
Şükür olmazsa, esfel-i sâfiline düşer; bir zulm-ü azimi irtikâb eder. M.) |
AHŞA' |
(Haşâ. C.) Vücuttaki bağırsak, ciğer gibi organlar. * Mahaller,
bölgeler, cihetler. |
AHŞA |
Pek korkunç. Çok korkunç. Çok korkunç yer. |
AHŞAB |
Kereste. Tahta. Ağaçtan yapılan bina. * Ağaçtan olanlar. |
AHŞAM |
(Haşem. C.) Bir büyük zâtın yakınları, maiyeti, taraftarları. |
AHŞEB |
(C.: Ehâşib) Sert taşlı büyük dağ. * Haşin ve yoğun olan. |
AHŞEF |
Uyuz adam. |
AHŞEM |
Burnu koku almayan. * Burnunun içi kokan kimse. |
AHŞEN |
Pek sert şey. * Geçimsiz kimse. |
AHŞİC |
f. Zıt ve uygunsuz. |
AHŞİCAN |
(Ahşic. C.) f. Zıtlar. Dört unsur. (Toprak, su, ateş, hava.) |
AHŞİG |
f. Zıt ve uygunsuz. |
AHŞİGÂN |
(Ahşig. C.) Zıtlar. |
AHŞİŞAN |
Çok katı, pek huşunetli. |
AHTAB |
(Hatab. C.) Odunlar. |
AHTAL |
Çabuk yürüyen. * Boşboğaz, çok konuşan kimse. Çenesi düşük. |
AHTAPOT |
Fr. Çok ayaklı, kafadan bacaklı bir nevi deniz hayvanıdır ve yakaladığı
canlı hayvanı kıstırıp kanını emer. * Canlı yengece benzeyen bir çıban. |
AHTAR |
(Hıtar - Hatarat) Tehlikeler. |
AHTE |
f. Dışarı çıkarılmış, dışarı çekilmiş. (kılıç, bıçak gibi..) * Husyesi
çıkarılmış hayvan. |
AHTEB |
Arı kuşu dedikleri kuş. * Kızıl eşek. |
AHTEL |
Sarkık kulaklı. |
AHTEM |
Uzun burunlu. |
AHTER |
Yıldız. * Mc: Baht, talih. |
AHTER-İ DÜNBÂLE-DAR |
Kuyruklu yıldız. |
AHTERÂN |
f. Yıldızlar. Necimler. |
AHTER-BÎN |
f. Müneccim. Yıldız ilmi ile meşgul olan kimse. |
AHTER-GÛ |
f. Yıldız ilmi ile uğraşan kişi, müneccim. |
AHTER-ŞİNAS |
f. Yıldız ilmi ile uğraşan. Müneccim. |
AHU |
Kardeş, dost. |
AHU |
Saç ve sakalı ak olup şayan-ı hürmet ve tâzim olan. Ahubaba, yalnız bu
tabirde kullanılır. |
AHU |
f. Ceylân. * Gözleri çok güzel olan. Çok güzel göz. * Gazâl. * Mc:
Dilber. Mahbub. |
AHU-Yİ LENG GİRİFTEN |
Topal ceylan tutmak. * Mc: İnsafsızlık etmek. Acizlere sataşmak. |
AHU-Yİ MÂDE |
f. Dişi ceylan. |
AHU-Yİ NER |
Erkek ceylan. |
AHU-Yİ SİMİN |
Sevgili. * Sâki. |
AHU-BEÇE |
f. Ceylan yavrusu. |
AHU-BERE |
f. Ceylan yavrusu. |
AHU-ÇERENDE |
f. Otlıyan ceylan. |
AHU-DİL |
f. Ceylan yürekli. * Mc: Korkak. |
AHUN |
f. Delik, yarık. Lağam. |
AHUN-BÜR |
f. Yer kazan, delik açan. Lağamcı. |
AHU-NİGÂH |
Ceylan bakışlı |
AHU-PA(Y) |
f. Ceylan ayaklı. Çevik, atik. * Altı köşeli, nakışlı ev ve köşk. |
AHUR |
f. Ahır, dam. |
AHURİ |
f. Hardal. |
AHUVAN |
(Ahu. C.) f. Ceylanlar. Karacalar. |
AHVA |
(C.: Huvve) Kararmış nesne. |
AHVAL |
Haller. Vaziyetler. Oluşlar. |
AHVAL-İ HAYRET-FEZÂ |
Hayret verici haller. |
AHVAL-İ SIHHİYE |
Sağlık durumu. |
AHVAL-İ ŞAHSİYE |
Huk: Hakiki şahısların, hukuki varlıklariyle alâkalı olan hukuki
durumlar. (Doğum, evlenme, boşanma, evlat edinme, ölüm hadiseleri gibi) |
AHVAL |
(Hâl. C.) Dayılar. Annenin erkek kardeşleri. |
AHVAS |
(C.: Ehâvis, Huves) Bir gözü birinden küçük olan. |
AHVAT |
(Uht. C.) Kız kardeşler. |
AHVAT |
En ihtiyatlı, tedbirli. |
AHVEB |
Asi, günahkâr. |
AHVEC |
En muhtaç, pek çok ihtiyacı olan. |
AHVED |
Çok değişen. |
AHVEF |
En korkak. * Çok korkunç. |
AHVEL |
Bir şeyi çift gören, şaşı. |
AHVER |
Akıllı. * İri gözlü güzel. * Müşteri yıldızı. (Jüpiter) * Beyaz yüzlü,
güzel gözlü adam. |
AHVERÎ |
Yumuşak, beyaz nesne. |
AHVES |
Cesur, kahraman, yiğit, şecaatli, bahadır. |
AHVES |
Karnı sarkık kişi. (Müe: Havsâ) |
AHVEZİ |
Yeyni, hafif. * Tez, seri. |
AHVEZİ |
Cem'edici, toplayıcı. * Her işi insanlar arasında halleden. |
AHYÂ |
(Hayy. C.) Diri olanlar. Hay olanlar. Canlılar. |
AHYÂ VÜ EMVÂT |
Diriler ve ölüler. |
AHYAL |
(Hayl. C.) :
Atlar, at sürüleri. Atlı kıtalar. |
AHYAN |
(Hin.
C.) Arasıra. Vakit vakit. Vakitler. Zamanlar. |
AHYANEN |
(İhyânen) Zaman zaman, arasıra. Kâh kâh. |
AHYAR |
Hayırlılar. * Dostlar. * İyilik sevenler. (Eşrar'ın zıddı) |
AHYAZ |
(Hayiz. C.) Odalar, bölmeler, bölümler. |
AHYED |
Hz. Peygamberin (A.S.M.) Tevrattaki bir ismidir.(Bazı metinlerde Uheyd,
Uhidu, Uheydu, Uhyidu şeklinde yazılıdır.)(... İncil'de Ahmed, Tevrat'ta
Ahyed, Kur'anda Muhammed ismiyle müsemma iki cihanın güneşi kabrin arka
tarafında milyonlarca Faruki Ahmedler ile muhat olarak sâkindir. M.N.) |
AHYEF |
Bir gözü gök, diğer gözü siyah olan. |
AHYUS |
Ekseriyetle su kenarında biten bir ot. |
AHZ |
Alma. * Tutma. * Kabul etme. * İşkence etme. |
AHZ-I ASKER |
Askere alma. * Askere alınma. |
AHZ-I MİSAK |
Sözleşme. * Yemin etme. |
AHZETMEK |
Almak. Tasarrufuna dahil etmek. Tahsil etmek. |
AHZ U İTÂ |
Alışveriş. |
AHZ U KABUL |
Alıp kabul etmek. |
AHZA |
Çok alçak, menfur kişi. Nefret edilmiş olan kimse. |
AHZAB |
(Hizb. C.) Hizbler, bölükler, kısımlar, gruplar. * Toprağı katı yer. *
Kur'ânın kısımları. Hizbleri. |
AHZAB SURESİ |
Kur'ân-ı Kerimde otuzüçüncü surenin adı olup Medine-i Münevvere'de
nâzil olmuştur. |
AHZAD |
Eğrilip bükülen, esnek. |
AHZAN |
(Hüzn. C.) Hüzünler, kederler, sıkıntılar, tasalar, gamlar. |
AHZAR |
(Bak: Ahdar) |
AHZAR |
(Hazer. C.) Endişeler, ihtiyatlar. |
AHZEKA |
Bodur ve şişman adam. |
AHZEL |
Yüksek olmak, irtifa. |
AHZEL |
Beli kırılmış olan adam. |
AHZEM |
Erkek yılan. |
AHZEM |
İşini sıkı tutan, ihtiyatlı, tedbirli. * Yüksek yer. * Göğsü büyük. |
AHZEN |
Çok hüzünlü kederli. En tasalı, daha gamlı. |
AHZER |
Devamlı gözünü kırpan adam. * Ufak gözlü olan kimse. |
AHZ Ü GİRİFT |
Ele geçirme, yakalama. * Esir alma. |
AHZ Ü KABZ |
Kendine mal etme. |
AİB |
(Bak: Ayib) |
AİD |
Geri gelen, dönen. Râci. Dâir. * Bir kimse veya bir şeyle ilgili olan.
* Hastayı ziyaret eden. |
AİDAT |
(Aide. C.) Gelirler, kazançlar. * Resim, vergi. İrad. Belirli sürelerde
bir derneğe ödenmesi taahhüd edilen para. |
AİDE |
(C: Avâid - Aidat) Kâr, kazanç, fayda, gelir. |
AİDİYYET |
Alâkalılık, ilgililik. Aid olma. Birine mahsus olma. |
AİK |
(Aika ) Mâni'. Alıkoyan. Engel. Meşgale. Bir işten alıkoyup men ve
sarfeden. |
AİKA |
(C. Avâik) Alıkoymaya ve te'hire sebep olan şey, mâni, engel. |
AİL |
Ailesini geçindiren, idare eden. Kalabalık ailesi olan. Fakir. |
AİLE |
Erkeğin karısı. * Ev halkı. * Akraba. * Aynı işte olan, aynı gaye için
çalışanların hepsi.(Kadının aile hayatında müdür-ü dahilî olmak haysiyetiyle
kocasının bütün malına, evlâdına ve herşeyine muhafaza memuru olduğundan en
esaslı hasleti; sadakattır, emniyettir. Açık saçıklık ise, bu sadakatı
kırar; kocası nazarında emniyeti kaybeder, ona vicdan azabı çektirir. Hatta
erkeklerde iki güzel haslet olan cesaret ve sehâvet kadınlarda bulunsa, bu
emniyete ve sadakata zarar olduğu için, ahlâk-ı seyyiedendir. Kötü haslet
sayılırlar. L.) |
AİLE-PERVER |
f. Evine düşkün, ailesine düşkün. |
AİLEVÎ |
Aile ile ilgili. |
AİNNE |
(İnan. C.) : Dizginler. |
AİR |
Göz ağrısı. |
AİŞ |
Yaşıyan. * Rahat yaşıyan. |
AİŞE |
(Bak: Ayişe) |
AİZ |
Yeni doğmuş deve yavrusu. |
AİZ |
Karşılık olarak veren. * Karşılık olarak verilmiş olan. |
AİZZE |
(Bak: Eizze) |
AJ |
f. Dinlenme, rahat hâl, istirahat. |
AJAN |
Fr. Bir şahsın, bir şirketin veya bir devletin bazı işlerini gören
kimse. * Gizli vazifeli olan kişi. |
AJANDA |
Akılda tutulması icab eden şeyleri not etmeye yarayan, takvim şeklinde
tanzim edilmiş defter. |
AJANS |
Fr. Her türlü havadisi toplayıp, ilgili mevkilere bildiren kuruluş. *
Ticari bir teşekkülün kolu. |
AJEH |
f. Vücutta çıkan pürtüklü küçük ur. |
AJENDE |
f. Çamur. * Binalarda kullanılan harç. |
AJİG |
f. Nefret, kin ve düşmanlık. |
AJİH |
f. Kir, küf. * Çapak. |
AJİNE |
f. Değirmen taşı gibi maddeleri yontup düzelten demir alet. Dişengi. |
AJİR |
f. Göl, havuz. * Kalabalık, izdiham. * Bağırma, feryât. * Çekingen. *
Akıllı, uyanık. * Amâde, hazır. |
AJİRAK |
f. Gürültü, ses. Bağırış. |
AJUR |
Fr. Gözenek. Göz göz işlenmiş nakış. |
AJÜG |
f. Hurma lifi. * Ağaç budama. |
AKA |
İran Türkleri "ağa" yerine kullanırlar. |
AKAB |
Topuk. Ökçe. * Bir şeyin hemen arkası. * Bir şeyin gerisinde olan zaman
veya mekan. |
A'KAB |
(Akab. C.) Bir şeyin hemen sonrası. |
AKABE |
(C.: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş. * Tehlikeli geçit.
Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz. * Muhatara, tehlike. * Hastalığın
veya başka bir halin en tehlikeli ve korkulur süresi. * Kızıldenizin kuzey
ucunda, Süveyş'in doğu tarafında bulunan dar bir körfezin ismi. |
AKABE BİATI |
Nübüvvetin 11. senesinde Mekke'nin haricindeki Akabe denilen yerde
Medine ahalisinden bir cemaatın, Hz. Peygamber'le (A.S.M.) gürüşüp konuşarak
İslâm'ı kabul ve tasdik ettikleri biat hâdisesi. |
AKAB-GİR |
f. Peşe düşen, kovalıyan. |
AKABİNDE |
Arkasından, hemen arkadan. Hemen ardından. |
AKAB-REV |
f. Arkadan gelen. Peşe düşmüş, arkaya takılmış. |
AKADEMİ |
yun. Yüksek mekteb. * Âlimler, edebiyatçılar heyeti. * Eflatun'un vaktiyle
talebesine ders verdiği yer. * Çıplak modelden yapılan insan resmi. * Belli
bir ilmin gelişme ve ilerlemesini te'min maksadı ile müşterek tetebbularda
veya serbest tedrisatta bulunan salâhiyetli kimseler topluluğu. (Huk. L.) |
AKAĞA |
Osmanlı saraylarında hizmet gören beyaz hadımağası. |
AKAİD |
(Akide. C.) Akideler. İtikad olunan hakikatlar. İtikada dâir kaziye ve
hükümler, esaslar.(Akaidî ve imanî hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke
haline getiren, ancak ibadettir. Evet, Allah'ın emirlerini yapmaktan ve
nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle vicdanî ve aklî olan imani
hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve te'sirleri zayıf kalır.
Bu hale, Alem-i İslâmın hâl-i hazırdaki vaziyeti şahittir. İ.İ) |
AKAİD-İ DİNİYE |
Dini akideler. İmâni esaslar.(Ben tahmin ediyorum ki: Eğer şeyh
Abdulkadir-i Geylâni (R.A.) ve Şah-ı Nakşibend (R.A.) ve İmâm-ı Rabbâni
(R.A.) gibi zâtlar bu zamanda olsa idiler; bütün himmetlerini hakaik-ı
imâniyyenin ve akaid-i İslâmiyyenin takviyesine sarfedeceklerdi. Çünkü,
saadet-i ebediyyenin medârı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i
ebediyyeye sebebiyet verir. M.) |
AK'AK |
Saksağan. |
AKAK |
(C.: Akâık ) Saksağan kuşu. |
AKAK |
Sıcak çok olmak. |
AK'AKA |
Saksağan sesi. |
AKAKİR |
(Akkar. C.) Tıb: İlaç yerine kullanılan nebâtî kökler. |
A'KAL |
En akıllı. Pek akıllı. Daha akıllı. |
AKALA |
Bir çeşit pamuk. |
AK ALEM |
Osmanlılarda saltanat sancağı. |
AKALİD |
Yoğurt. |
AKALİM |
(Ekalim) (İklim. C.) İklimler. * Dünyanın kıt'a ve memleketleri. |
AKALİT |
Yoğurt. |
AKALL |
(Ekall) Daha az. En az. |
AKALL-İ KALİL |
En az. Azın azı. |
AKALLİYET |
(Ekalliyet) Azlık. Azınlık. * Bir ülkede hâkim unsurların haricinde
olan ve ekseriyet teşkil edemiyen insanlar. |
AKAM |
Erkek ve dişi kısırlığı. |
AKAM |
Çocuksuz, çocuğu olmayan, kısır. * Tedavisi kabil olmayan hastalık. |
AK'AM |
Burnu eğri. |
AKAM |
Yük bağladıkları ip. |
AKAM |
(Bak: Ekkâm) |
AKAMET |
Neticesizlik. Kısırlık, sonu alınmama. |
AKAN |
Deve ayağını bağladıkları ip. |
AK ANBER |
Beyaz cins anber. |
AKANYILDIZ |
Daha ziyade yaz geceleri gökyüzünde hızla geçip giden ışıklı iz, şahap. |
A'KAR |
Kısır. |
AKAR |
Zayi etme, kaybetme. * Kumlu yer. * Para getiren mülk. (Ev, dükkân
gibi.) |
AKAR |
Köşk, yüksek bina. * Bâbil vilayetinde bir yer adı. * Dehşetli olmak.
Yaralamak. Boğazlamak. * Korku ve dehşetten kişinin ayakları titreyip
dövüşememesi. |
AKARAT |
(Akar. C.) Gelir getiren yapılar ve mallar. |
AKARET |
Kısırlık, kısır olma. |
AKARİB |
(Bak: Ekarib) |
AKARİB |
(Akreb. C.) Kuyruğunda zehiri bulunan bir hayvancık olan akrebler. |
AKAS |
Çirkin kokulu olma. |
A'KAS |
Boynuzu kulağı ardında bitmiş veya boynuzu kulağı ardına gelmiş nesne. |
AKASIR |
(Akser. C.) Pek kısalar. |
AKASİ |
(Aksa. C.) Çok uzaklar. |
AKAT |
Çukur yer. |
AKAT |
Evin ortası. Evin çevresi, etrafı. |
AKAVİL |
(Bak: Ekavil) |
AKB |
Sakalın kaba ve sık olması. |
AKBEH |
(Kabih. den) En çirkin. Çok kabih. |
AKBEL |
Eğri gözlü. * Kabiliyetli kimse. * En çok beğenilen |
AKBENEK |
Gözün saydam tabakasında bir yara veya çıbandan kalan ve görmeyi yavaş
yavaş azaltan beyaz benek. |
AKBİYE |
(Kubâ. C.) Kaftanlar, üste giyilen elbiseler. |
AKCİĞER |
Göğüs boşluğunu dolduran ve solunmağa yarayan bir organ. Ree. |
AKÇA |
(Akçe) Beyaz, oldukça beyaz. * Para. * Eskiden para ölçüsü olarak
kullanılan küçük gümüş sikke. |
AKD |
Anlaşma. Sözleşme. * Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.* Huk:
Nikâh, hibe, vasiyet, bey' u şirâ gibi şer'î bir muameleyi iki tarafın
iltizam ve taahhüd etmeleridir, icab ile kabulün irtibatından ibarettir.
Böyle bir muameleye mün'akid denir. Bunun böyle vücuda gelmesine de in'ikad
denilir. |
AKD-İ MECLİS |
Konuşmak için
toplanma, meclis kurma. |
AKD-İ MUAVAZA |
Hibe ve sadaka gibi teberruattan olmayıp iki taraftan ivaz verilerek
yapılan akd, ivazlı akd. Satış, trampa gibi. |
AKD-İ ZİMMET |
İslâmlarla muharebe etmiş veya eden bir şahsın veya bir cemaatın İslâm
ahd u emânını, yani tâbiiyyetini kabul etmesi. |
AKDAM |
(Kadem. C.) Ayaklar, kademler. |
AKDAR |
Değerler. Kudretler. |
AKDEM |
Daha önce. Daha ileri. Daha mühim. |
AKDEM-İ UMUR |
İşlerin en mühimmi. |
AKDEMÎN (AKDEMÛN) |
Daha evvelce yaşamış olanlar. Geçmişler. İleride ve daha mühim
kimseler. * Eksikler. (Bak: Kudemâ) |
AKDER |
En kudretli. * Kısa boylu. |
AKDERİ |
Eski zamanda kağıt yerine kullanılan ve üzerine yazı yazılan deri. |
AKDES |
En kudsi. En mübarek. |
AKDİYYE |
Mafsallarda bulunan yumru ve düğüm. |
A'KEF |
Ahmak. |
AKEM |
Vergisi olmayan emlâk. Türbe, cami, köprü, çeşme gibi. |
AKER |
Zeytinyağı tortusu. |
AKERKER |
Kuvvetli arslan. * Yoğurt. |
AKESE |
f. Ökse. * Bir şeye ilişmiş, asılmış. |
AKEVKA' |
Kısa boylu. |
AKF |
Eğmek, meylettirmek. |
AKF |
Hapsetmek. Vakfetmek. |
AKFA |
(Kafâ. C.) Başın arka kısımları. Enseler. |
AKFAL |
(Kufl. C.) Kilitler. Kapı kilitleri. |
AKFAR |
(Kafr. C.) Sahralar, çöller. |
AKFAS |
(Kafas. C.) Hamal küfeleri. * Kafesler. |
AKFEN |
Kulağı küçük ve kalın olan. |
AKFER |
Çok kısır, en kısır. * İki ön ayakları dirseğine kadar beyaz olan at |
AKHAF |
(Kıhf. C.) Ağaç kaplar, ağaçtan yapılmış kaplar. * Kafa tasları. |
AKHEB |
Rengi bozrak olan ak nesne. |
AKHEBAN |
Fil, câmus. |
AKHER |
En kahredici, çok kahreden. |
AKIL |
(Bak: Akl) |
AKILCILIK |
(Rasyonalizm) fels. İnsanın, akılla gerçeğe uygun bilgiyi
bulabileceğini, aklın doğru kabul ettiği bilginin şübhe götürmez kesinlikte
doğru olduğunu kabul ettiği felsefe. Tenkitçi felsefe, deneyci felsefe,
psikoloji ve sosyoloji bu felsefenin aşırı iddialarını çürütmüştür. Bugünkü
ilim adamları herşeyi tam doğru olarak biliyoruz iddiasından uzak, daha
alçak gönüllü bir hareket tarzını benimsemektedirler. (... izm) şeklinde
ifade edilen görüşlere körü körüne ve acele ile bağlanmayı doğru
görmemektedirler. |
AKIL-FÜRUŞ |
f. Akıl satan, daha akıllı olduğunu göstermeğe çalışan. |
AKILSUZ |
f. Aklı yandıran, aklı gideren. |
ÂKIL(E) |
Uyanık. Aklı başında. Tedbirli. Düşüncesi sağlam. Huşyâr. |
ÂKILÂNE |
f. Akıllı kimseye yakışır surette, akıl ve idrakle. |
ÂKILÂT |
Akıllı kadınlar. |
AKINCI |
Keşif, yağma ve tahrib kasdıyla ecnebi memleketlere akın yapan kişi.
Akıncılık, Osman Bey zamanında başlamıştır. |
AKINTI |
Bir sıvı cismin mütemadiyen hareketi, akış. * Nehir veya deniz suyunun
bir tarafa doğru cereyanı. * Bazı hastalıklarda vücuttaki bir delikten
cerahat akması. |
ÂKIR(E) |
Kısır, verimsiz, kumlu toprak. * Çocuksuz kadın. * Oğlu veya kızı
olmayan erkek. * Yaralayan, yaralayıcı. |
ÂKIS |
Pis kokulu. |
AKIS |
İnatçı, muannid. |
AKİ |
(Akk. dan) İsyan eden, başkaldıran, âsi. |
ÂKİB |
Çok fazla. |
AKİB |
Ayağın ökçesi. Adamın evlâdı, evlâdının evlâdı. |
AKÎB |
Bir şeyin ardından gelen. Arkası sıra giden. |
ÂKİB |
Kendisinden sonra peygamber gelmeyen Hz. Hâtem-ül Enbiyâ Peygamberimiz
Resul-ü Ekrem (A.S.M.) * Bir diğerinin arkasından gelen. |
ÂKİBE(T) |
Bir şeyin sonu. Nihayet. Netice, sonuç. |
ÂKİBET-ÜL ÂKİBE |
Akibetin âkibeti. * Neticenin sonu. * Ahiret. |
ÂKİBET-ÜL EMR |
Bir işin neticesi, sonu. |
ÂKİBET-BİN |
f. İleri görüşlü.
Sonunu evvelden gören. |
ÂKİBET-BİNÎ |
f. Tedbirlilik, neticeyi önceden görüp düşünme. |
ÂKİBET-ENDİŞ |
f. Geleceği için endişe eden. İstikbâlini düşünen. Akibetini düşünen. |
ÂKİD |
Kuyunun çevresi, etrafı. |
AKİD |
Aralarında akid yapanlardan her birisi. (Bak: Akd) |
AKİDE |
İnanılan ve itikad edilen esas. İmân. * Bir nevi şeker adı. |
AKİDE-İ TEVHİD |
Allah'ın bir olduğuna inanmak. |
ÂKİDEYN |
Huk: Her akidde anlaşmayı yapan her iki taraf. |
ÂKİF |
Devamlı ibadetle meşgul olan. * Bir şeyde sebat eden. * Teveccüh, yönelme. |
AKİFAN |
Uzun ayaklı karınca. * Araptan bir kabile adı. |
AKİK |
Meşhur ve kıymetli, ekseriya kırmızı renkte olan ve yüzük gibi şeylere
takılan taş. * Hicaz vilâyetinde bir vâdi. * Yolunu yaran gür su. |
AKİK |
Bunaltıcı sıcaklık. |
AKİKA |
Yeni doğan bir çocuğun başındaki ana tüyü. Yahut böyle bir çocuk için
Cenab-ı Hakk'a şükür niyetiyle kesilen kurbanın adı. Bu kurbana "Nesike" de
denir. |
ÂKİL(E) |
(Ekl. den) Ekl eden, yiyen. Yiyici. |
ÂKİL-ÜL BEŞER |
İnsan eti yiyen. |
ÂKİL-ÜL HEVÂM |
Haşaratla beslenen. |
ÂKİL-ÜL KÜLL |
Herşeyi yiyen. |
ÂKİL-ÜL LAHM |
Etle beslenen, et yiyici. |
ÂKİL-ÜS SEMEK |
Balıkla beslenen. Balık yiyici. |
ÂKİLET-ÜL EKBÂD |
Ciğerler yiyen kadın. * Uhud harbinde şehid olan Hz. Hamza'nın (R.A.)
göğsünü yararak ciğerlerini yiyen Ebu Süfyanın karısı Hind. |
AKÎLE |
(C.: Akayil) Baba tarafından akraba. * Her şeyin en iyisi. |
ÂKİLE |
(C.: Avakil) Baba tarafından olan akraba.* Baş tarayıcı kadın. |
ÂKİLE |
Yenirce adı verilen yara. |
AKİM |
(C.: Akâm-Ukum) İçinde giyecek olan büyük çuval. |
AKÎM |
Neticesiz, sonu yok. Beyhude. * Yağmur getirmeyen rüzgar. * Çocuğu
olmayan, kısır. Doğurmayan (kadın), doğurtmayan (erkek). |
AKİR |
Yaralanmış, cerih. |
AKİRE |
Ses, sedâ, savt. |
AKİS |
Yere gömüp köklendikten sonra kestikleri üzüm çubuğu. * Üzerine yağ
koyup içtikleri taze süt. * Sütlü çorba. |
AKİS |
(Aks) Bir şeyin zıddı, simetriği, tersi. * Hareketli bir cismin
hareketinin tersine dönmesi. * Bir şeyin evvelinin âhirine, âhirinin
evveline dönmesi. * Çarpışma, çarpıp geri dönme. * Mantıkta: Bir düşünme ve
akıl yürütme şekli; bir iddianın konusunu yüklem, yüklemini konu yapmakla
bir sonuç elde etmek. Meselâ : "Her sanatkâr kabiliyetli "yetenekli" dir. O
halde bazı yetenekliler sanatkârdır." |
AKİS |
Tersine dönen, vuran, çarpan. Akseden. |
AKİS |
(Aks) İnatçı, muannid. |
AKİSA |
(C.: İkâs) Saç örgüsü. |
AKİSE |
Çok fazla deve. * Karanlık gece. |
AKİSE |
Işığı aksettiren âlet. |
AKK |
(C.: Ukuk) Serkeşlik. Anaya, babaya itaatsizlik. * Yarmak. * (Koyun)
kuzularken ölmek. |
AKK |
Serkeş, inadçı. |
AKKÂL |
Çok yiyen, obur. * Tıb: Etrafındaki etleri çürütüp mahveden (yara). |
AKKÂM |
Deve kiralayıcısı, deve ile ücret karşılığında eşya taşıyan adam. *
Hacca Surre-i Hümayun ile birlikte giden hademe. * Çadır mehteri. |
AKKOR |
(Bak: Nâr-ı beyza) |
AKKUB |
Devenin çok yediği yassı yapraklı bir dikenli ot. |
AKL |
Sürmek. * Ölmek. * İp ile bağlamak. |
AKL |
(Akıl) Men'etmek. * Sığınacak yer. * Kırmızı mihfe örtüsü. * Diyet. *
İnsanın; hayrı, şerri ve ilimleri anlayan, sebeblerden neticeleri çıkaran ve
eserden eser sahibine intikal eden hassası. Düşünme ve anlama kabiliyeti.
Zihin, zekâ, tefehhüm, fehim, irade, anlayış, kuvve-i hâfıza, mülâhaza, re'y,
yaptığını bilme. İlim, zihinde hâsıl olan sûret. İnsan zihninin sıfatı.
Kalbde Hak ve bâtılı ayırdedebilen bir nur. * Huk: Bir cinayetten dolayı,
icab eden diyeti vermektir. Diyet mânasına da kullanılır. Akıl, esasen imsak
ve imtisak mânasınadır. Diyet vermek, kan dökülmesini men' ve imsak edecek
müeyyid bir kuvvet mesâbesinde olduğundan bu cihetle de diyete akl denilmiş
olması melhuzdur. (Huk. L.)(Mütekellimînin mütebahhirîn ulemasından olan
Mu'tezile imamları, zinet-i surîsine meftun olup, o mesleğe ciddi temas
ederek, aklı hâkim ittihaz ettiklerinden, ancak fâsık, mübtedi bir mü'min
derecesine çıkabilmişler. S.)(Arkadaş! Vesvese ve evham zulmetleri içinde
yürürken, Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) sünnetleri birer yıldız, birer lâmba
vazifesini gördüklerini gördüm. Herbir sünnet veya bir hadd-i şer'i,
zulmetli dalâlet yollarında güneş gibi parlıyor. O yollarda insan, zerre
miskâl o sünnetlerden inhiraf ve udul ederse; şeytanlara mel'abe, evhama
merkep, ehval ve korkulara ma'rez ve dağlar kadar ağır yüklere matiyye
olacaktır. Ve kezâ, o sünnetleri, sanki semadan tedelli ve tenezzül eden
ipler gibi gördüm ki; onlara temessük eden yükselir; saadetlere nail olur.
Muhalefet edip de akla dayananlar ise, uzun bir minare ile semâya çıkmak
hamakatinde bulunan fir'avn gibi bir fir'avn olur. M.N.) |
AKL-I BÂLİĞ |
Yetişmiş genç. Erginlik hâli. Onbeşini doldurmuş genç. |
AKL-I BEŞER |
İnsan aklı. İnsan düşüncesi.(Kur'anın hakaik-ı İlâhiyeye dair beyanatı
ve tılsım-ı kâinatı fethedip ve hilkat-ı âlemin muammasını açan beyanat-ı
kevniyesi, ihbarat-ı gaybiyenin en mühimmidir. Çünkü: O hakaik-ı gaybiyeyi
hadsiz dalâlet yolları içinde istikametle onları gidip bulmak, akl-ı beşerin
kârı değildir ve olamaz. Beşerin en dâhi hükemaları o mesâilin en küçüğüne
akıllarıyla yetişmediği mâlumdur. Hem Kur'an, gösterdiği o hakaik-ı İlâhiye
ve hakaik-ı kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten
sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukulü: "Sadakte"
deyip o hakaikı kabul eder. Kur'ana, "Bârekâllah" der... Amma ahvâl-i
uhreviye ve berzahiye ise, çendan akl-ı beşer kendi başıyla yetişemiyor,
göremiyor. Fakat, Kur'anın gösterdiği yollar ile onları görmek derecesinde
isbat ediyor. S.) |
AKL-I EVVEL |
İlk akıl, hılkî ve cibilli olan akıl. (Bir kısım eski ve sapık
felsefecilere ve hususan İşrakıyyuna göre; teselsül tâbiri ile
müessiriyetini iddia ettikleri sebeblerden birincisidir. Bunun neticesi
şirke gider. Bunlarca, akl-ı evvel Allah'ın mahluku olup ve bundan ikinci
akıl, ikincisinden üçüncü akıl... ve böylece "Ukul-ü Aşere" dedikleri
birbirinden türeyen on akıl varlığı tevehhüm edilerek dalâlete
gidilmiştir.)(Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan ( $ )
"Birden bir sudur eder" Yani, "bir zattan, bizzat bir tek sudur edebilir.
Sâir şeyler vasıtalar vasıtası ile ondan sudur eder." diye, Ganiyy-i alel-ıtlak
ve Kadir-i Mutlakı, âciz vasaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vasaite,
rububiyyette bir nevi şirket verip Halik-ı Zül Celâle "Akl-ı evvel" nâmında
bir mahluku verip âdeta sair mülkünü esbaba ve vasâite taksim ederek bir
şirk-i azîme yol açan, şirk-alûd ve dalâlet-pişe o felsefenin düsturu
nerede?... Hükemânın yüksek kısmı olan İşrakıyyun böyle halt etseler;
maddiyyun, tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar halt edeceklerini kıyas
edebilirsin. S.) |
AKL-I FA'AL |
İşleyen ve çalışan akıl. |
AKL-I KÜLLÎ |
Kâinatta görülen umumi ahenk. Her şeyi kavrayan akıl. |
AKL-I MAAD (MEAD) |
İrfan ve ilimle terbiye olan âhiretini düşünen akıl. Geleceği kavrayan
akıl. |
AKL-I MAAŞ |
Aklın en alt tabakası. Dünyada geçim işini düşünen akıl. |
AKL-I MATBU' |
Yaradılıştan olup, her çocukta olan akıl. Öğrenmeden var olan fıtrî
akıl. Bu akıl mümeyyiz olmayıp kabil-i hitap değildir. |
AKL-I MESMU' |
Kabil-i hitab olan akıl. Sonradan tecrübe ve bilgiyle gelişen akıl.
Hayrı ve şerri fark edebilen ve mümeyyiz olan kimsenin aklıdır. |
AKL-I SELİM |
(Hiss-i selim) İyiyi kötüyü farkedip, insana hak ve hakikatı, iman ve
İslâmiyeti tâkib ettiren akıl ve düşünüş. Normal ve müsbet düşünce. |
AKLA' |
Eli kesik. |
AKLAH |
Sarı dişli. |
AKLAM |
(Kalem. C.) Kalemler. Oklar. Yayla atılan eski zaman silahlarından
biri. |
AKLAN |
(Bak: Mâile) |
AKLEB |
Sarkık dudaklı. |
AKLED |
Yoğurt. |
AKLEN |
Akıl ile. Akıl yolu ile. |
AKLEN VE NAKLEN |
Akıl ve haberlerin nakline göre. Akıl ve nakil yolu ile. |
AKLET |
Yoğurt. |
AKLÎ |
Akıl ile bilinen veya bulunan şey. Akla mensub. Akla dâir ve müteallik. |
AKLİYYAT |
Müşahedeye ve tecrübeye girmeyen ve sadece akıl ile düşünülen şeyler ve
hususlar. Nazarî meseleler. (Bak: Mücerredât, Ma'kulat)(Arkadaş! Kalb ile
ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur.
O hastalık marazı da, ulum-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Demek
mânevî olan hastalıklar, insanlarıaklî ilimlere teşvik ve sevkeder. Ve
akliyat ile iştigal eden, emraz-ı kalbiyeye mübtelâ olur. M.N.) |
AKLİYYE |
Akılcılık. Akıl ile anlaşılan ve bulunan. Akıl hastalıkları. |
AKLİYYUN |
(Rasyonalistler) Herşeyin hakikatını akıl ile bulma iddiasında olan,
hadiseleri yalnız akıl ile araştırıp hakikat ve hikmetlerini tam bulamayıp,
aklına güvenip dine tâbi olmayan filozoflar ve onların yolunda kalarak
dalâlete gidenler. Bunlar iki kola ayrılır. Uluhiyeti ve vahyi inkâr eden
birinci kısım, insan aklının her meseleyi çözebileceğini iddia ederler.
Allah'a ve vahye inanan ikinci kısım ise, Allah'a, ruha, âhiret gününe,
kitap ve peygambere inanmanın makul olduğunu, dinde akla uymayan bir tarafın
bulunmadığını isbat etmek isterler. |
AKM |
Kısırlık. |
AKMADDE |
Anatomi: Omuriliğin dış; beynin iç tabakasını meydana getiren sinir
lifleri. Beyin hücrelerinin çoğunu, akmadde teşkil eder. |
AKMAR |
(Kamer. C.) Aylar. Yıldızlar. |
AKMED |
Ensesi uzun ve kalın olan kimse. * Uzun boylu. |
AKMER |
Ay gibi beyaz (yüz). Akça şey. |
AKMÎ |
Yıpranmış, eskimiş. * Anlaşılmaz. |
AKMİSE |
(Kamis. C.) Gömlekler. |
AKMİŞE |
(Kumaş. C.) Kumaşlar, dokumalar. |
AKMUS |
Eşek, hımar. |
AKNA |
İnce, yumru burunlu kimse. |
AKNA' |
En çok kanaat getiren, en mukni'. |
AKNAN |
(Kınn. C.) Kullar, köleler. |
AKONT |
Fr. Sonradan hesaplaşmak üzere bir borç veya kazanç hissesinden
alacaklıya yapılan ödeme. |
AKONİTİN |
Fr. Kurtboğan denilen bir bitkiden çıkan zehirleyici bir madde. |
AKRA' |
Başı kel olan. * Saçları dökülmüş olan. * Çıplak dağ. |
AKRA' |
(Kara. C.) Sırtlar, arkalar. |
AKRABA |
Aralarında soyca, nesebce yakınlık olanlar. Yakınlar. |
AKRAD |
Emir, bey. |
AKRAH |
Alnının ortasında akçe kadar beyaz yeri olan at. |
AKRAN |
(Karin. C.) Birbirlerine derece, sınıf, liyâkat ciheti ile benzeyenler.
Mümâsil. Emsal. |
AKRAS |
(Kurs. C.) Yuvarlaklar, daireler, çemberler. |
AKRAT |
Kaşları olmayan. |
AKRE' |
Çok lâtif ve pek güzel Kur'an okuyan. |
AKREB |
En yakın. Daha yakın. Ziyade yakın. |
AKREB-İ MEKNİYYAT |
Huk:Meşrut-un lehi bildiren zamirin en yakın mercii mânasını anlatır.
Meselâ: Bir vakfiyede vâkıf tevliyetini evvelâ kendisine, sonra oğlu "A" ya,
sonra çocuklarına şart etse, çocukları tabirindeki zamir vâkıfın kendisine
değil de en yakın merci'i bulunan "A" nın çocuklarına hamlolunur. (Huk.L.) |
AKREB |
Zehirli ve tehlikeli küçük hayvancık. * Saatin kısa ibresi. * Semâda
bir burç ismi. |
AKREBE |
Dişi akrep. * Çevik ve zeki cariye. * Ayakkabı bağcığı. * Kazan,
tencere gibi eşyaları ateş üzerine asmağa yarayan "S" şeklindeki kanca. |
AKREBEK |
f. Küçük akrep. Saatin kısa olan ibresi. |
AKREBİYYET |
Daha yakın oluş. * Cenab-ı Hakkın insana olan yakınlığı. (Bak: Kurbiyet) |
AKREF |
Anası Arabdan babası başka milletten olan kimse. |
AKREN |
Kaşı çatık olan adam. |
AKRES |
Bir çeşit tuzlu veya ekşi ottur ve "devenin yemişidir." |
AKREŞE |
Dişi tavşan. |
AKRET |
Deve sürüsü. (50 ile 100 arası) * Dil dibi. |
AKRET |
Kısırlık. |
AKRİBA |
(Bak: Akraba) |
AKRİHA |
(Karah. C.) Temiz su. * Ağaçsız yer, ağacı olmayan tarla. |
AKROMATOPSİ |
Tıb: Renk körlüğü. |
AKROPOL |
yun. Eski Yunan şehirlerinde içinde saray ve tapınakların bulunduğu
müstahkem tepe. |
AKROSTİŞ |
yun. Edb: Mısraların ilk harfleri yukarıdan aşağıya doğru okununca
manalı bir kelime veya has isim çıkacak şekilde düzenlenmiş manzume. |
AKRUBAN |
Erkek akrep. |
AKRÜB |
(Karib. C.) Sandallar. |
AKS |
Karıştırmak. * Bir ağaç cinsi. |
AKS |
Yaramaz huylu. * Katı kumlu yer. |
AKS |
Boynuzu eğri ve kayık olmak. * Bağlamak. * Dövmek. * Saçlarının ucunu
başının etrafına kadınlar gibi lif etmek. * Saçını kıvırcık göstermek. *
Bahillik etmek. |
AKS |
(C.: Ukus) Hilâf, muhâlif, zıd, ters. * Gölge gibi şeylerin bir yerde
eser peydâ etmesi. Sesin veya ışık gibi şeylerin bir yere çarparak geri
dönmesi. * Döndürmek. * Bir şeyin evvelini ahir ve âhirini evvel yapmak. *
Devenin yularının ucunu ayağına bağlamak. |
AKS-ÜL AMEL |
İstenilen şeyin zıddı hasıl olması. Tersine oluş. (Reaksiyon) * Edb:
Edebi san'atlardandır. Bir cümle veya mısrânın altını üstüne getirmekle,
başka bir cümle veya mısrâ yapmaktır. Pertev paşanın: "Her düzün bir yokuşu,
her yokuşun bir düzü var." mısrâında olduğu gibi.(Senin üzerine haktır ki,
her söylediğin hak olsun. Fakat her hakkı söylemeğe senin hakkın yoktur. Her
dediğin doğru olmalı. Fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin
gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihatı, bazan damara dokundurur;
aksülamel yapar. M.) |
AKS-İ DÂVA |
Zıt hüküm. Karşı dâvâ (Zıt teorem.) |
AKS-İ KAZİYE |
(Mantıkta) Doğru farzedilen bir hükmün, konusu ile yükleminin
(mahmulünün) ters çevrilmesi ile zaruri bir sonucun elde edilmesidir.
Çeşitli şekilleri vardır. Meselâ : "Her insan canlıdır." sözünde konu olan
insan ile, yüklem olan canlı sözü yer değiştirilerek (aksedilerek) şu hüküm
elde edilir: "Bazı canlılar insandır." |
AKS-İ MÜLEVVEN |
Renkli akis. |
AKS-ÜN NAKÎZ |
Birbirine zıt olan iki şey. * Man: Mevzuun nakîzini yüklem; ve yüklemin
nakîzini de mevzu kılmak. Misâl: "Her aklı başında olan insan Allah'ı tanır"
kaziyesinden aks-ün nakîz yolu ile şu hüküm elde edilir: "Allah'ı
tanımayanlar, aklı başında olmayan insanlardır." |
AKS-İ SADÂ |
Sesin bir yere çarpıp geri gelmesi. Yankı. Çok evvelden söylenen bir
hakikatın sonradan tekrar edilmesi. |
AKSA' |
Boynuzu arka tarafına kaymış olan koyun. |
AKSA |
En uzak. En son. Kusvâ. Nihayet. Irak. |
AKSÂ-YI BİLÂD |
Bir memleketin sınır bölgeleri, hudut beldeleri. |
AKSÂ-YI EMEL |
Mefkûre, ideal, gaye-i hayal. |
AKSA-YI GARB |
Uzak garp, uzak batı. |
AKSA-YI MERAM |
Meramların, arzuların en sonu. Emellerin son haddi. |
AKSÂ-YI MERÂTİB |
Rütbelerin, mertebelerin en büyüğü. |
AKSÂ-YI ŞARK |
Uzak Doğu. Çin, Japonya
gibi yerler. |
AKSÂ-YI TERAKKİ |
Tekâmülün son basamağı. Terakkinin son hududu. |
AKSAB |
(Kusb. C.) Kalın bağırsaklar. |
AKSAD |
Kırık şey. |
AKSAKAL |
Köy ihtiyarı. Köy ihtiyar heyetinin başı.Muhtar. |
AKSA-L-GAYAT |
Gayelerin en ilerisi, en büyüğü. |
AKSAM |
Dişi yarısından ufanmış. * Boynuzsuz davar. |
AKSAM |
(Kısım. C.) Kısımlar. Bölümler. Parçalar. |
AKSAM-I SEB'A |
Yedi kısım. * Gr: Kelimelerin (sahih, misâl, muzaaf, lefif, nakıs,
mehmuz, ecvef) bölümleri. |
AKSAM-I SELASE |
Üç kısım. * Gr:
İsim, fiil, harf bölümleri. |
AKSAR |
(Akser) Daha kısa. Pek
kısa. En kısa. |
AKSAT |
Çok doğru olan şey. Ayakları kuru olan hayvan. |
AKSAT |
(Kıst. C.) Hisseler. Nasibler. |
AKSATA |
(Bak: Ahz u ita) |
AKSAY |
Çok uzak. |
AKS-ENDAZ |
f. Çarpıp duran. |
AKSER |
(Kasir. den) (C: Akasır) En kısa, çok kısa. |
AKSER-İ EYYAM |
En kısa gün, günlerin en kısası. |
AKSER-İ TURUK |
En kısa yol, yolların en kısası. |
AKSET |
Ahsen, en güzel.AKSÎ : İnatçı. * Geçimsiz, huysuz. Uğursuz. * Ters, zıd. |
AKSİYON |
Fr. Şirket ve ticaret hissesi. * Kuvvet ve enerjinin dışa ve fiile
çıkması. |
AKSON |
yun.Tıb: Sinir hücrelerinden çıkan uzantıların en önemlisi. |
AKSU |
t. Gözlerde görülen bir hastalık. |
AKSÜLAMEL |
(Bak: Aks-ül amel) |
AKSÜLÜMEN |
Kim. Klor ile civadan mürekkeb zehirleyici te'siri fazla olan bir tuz. |
AKŞAR |
(Akşın) Doğuştan derisi, kılları beyaz olan insan veya hayvan. |
AKŞER |
Kızıl çehreli, kırmızı yüzlü adam. |
AKŞET |
(C.: Kuşut) Burun kamışı çökük ve yassı olan. |
AKTA' |
Eli kesik olan adam. |
AKTA' |
Kesmeler, kırılmalar. * Beylik araziler. * Alâkasızlıklar. |
AKTAAN |
Kalem, seyf. |
AKTAB |
(Kutb. C.) Kutublar. Hak tarikatların reisleri, şahları.(Âlem-i İslâmda,
her biri ümmetin ehemmiyetli bir kısmını dâire-i dersine alıp hârika irşad
ve kerametlerle manevi terakki ettiren ve hüccetler yerine müşahedata,
keşfiyyata dayanan en derin ehl-i tahkik ve hakikat olan zatlar. Ş.) |
AKTAB-I EHL-İ BEYT |
Ehl-i Beytten yetişen kutublar. Yâni, büyük mürşidler. |
AKTAB-I ERBAA |
Ehl-i sünnet âlimleri ve mütebahhir ve maneviyatta çok ileri zatlar
tarafından şimdiye kadar dört büyük kutup olarak bilinen veliler.(Seyyid
Abdulkadir-i Geylâni, Seyyid Ahmed-i Bedevi, Seyyid Ahmed-i Rufâi, Seyyid
İbrahim Desuki.) |
AKTAN |
(Kutn. C.) Pamuklar. |
AKTAR |
(Kutr. C.) Kuturlar. Çaplar. Dâirenin merkezinden geçen doğru hatlar. *
Her taraf. * Güzel kokulu yağlar vesaire satan adam. Güzel kokular tâciri. *
Ecza, ilâç satan adam. * Mahalle aralarında bazı baharatla iğne, iplik
vesaire satan satıcı. |
AKTÂR-I ÂLEM |
Her taraf. Alemin dört bucağı. Alemin her yeri. |
AKTÂR-I BEDEN |
Vücudun her tarafı. |
AKTİVİZM |
Hakikatin, düşüncede kalmasından ziyade, hayat ve fiile intikalini ve
bütün ilimlerin, cemiyetin gelişmesine hizmet etmesini isteyen ve böylece
iradenin faaliyet ve tesirliliğini açıklayan felsefî bir meslek. |
AKTÖR |
Fr. Tiyatroda erkek oyuncu. |
AKTRİS |
Tiyatroda kadın oyuncu. |
AKTÜALİTE |
Fr. Bugünkü hâdise veya mevzu. Günlük hâdiseler. |
AKTÜEL |
Fr. Bugünkü, şimdiki. |
AKU |
f. Baykuş, puhu. |
AKUB |
Toz. |
AKUK |
(Bak: Ukuk) |
AKUL |
İshalden kurtaran bir ilâç. |
AKUM |
İyileşmez yara. Kısırlık. * Zahmet. |
AKUR |
Yaralıyan, ısıran köpek. Kuduz, azgın köpek. * Çok şerir, kötü kimse. |
AKURÂNE |
f. Kuduzcasına, kudurmuşcasına, saldırırcasına. |
AKUSTİK |
Fr. Sese ait.Ses mevzuu. Kapalı yerde ses dağılma sistemi. |
AKÜMÜLATÖR |
Fr. Fiz: Elektrik enejisini depo eden cihaz. |
AKVA |
Daha kuvvetli. En kuvvetli. (Bak: Ekva) |
AKVA' |
Kuyruğu beyaz, gövdesi siyah olan dişi koyun. |
AKVAL |
(Kavl. C.) Sözler, kaviller. |
AKVAL-İ HAKÎMÂNE |
f. Hikmet sahiblerine yakışır sözler. |
AKVAM |
(Kavim. C.) Kavimler. Milletler. Toplumlar. |
AKVÂM-I BEŞER |
İnsan toplumları. İnsan kavimleri. |
AKVAREL |
Sulu boya resim. |
AKVARYUM |
Lat. Su hayvanlarını veya bitkilerini besleyebilecek tarzda yapılmış
camdan su kabı. |
AKVAS |
(Kavs. C.) Kavisler, yaylar. * Virajlar, büklümler. |
AKVAT |
(Kut. C.) Yiyecekler, azıklar. |
AKVAT-I YEVMİYYE |
Geçim, derd-i maişet için lazım olan günlük yiyecekler. |
AKVAZ |
(Kavz. C.) Kum tepeleri. |
AKVE |
Evin önündeki açıklık, meydanlık. Avlu. |
AKVED |
Uzun boyunlu. |
AKVEM |
Daha doğru. En doğrru. |
AKVERİN (AKVERİYAT) |
Büyük belâlar, musibetler, âfetler. |
AKVES |
Sıkıntılı an. * İhtiyarlıktan beli bükülmüş kimse. Kamburu çıkmış ihtiyar
kişi. |
AKVET |
Evin ortası. Evin çevresi. |
AKVET |
(C.: Ukâ) Hallaç masurası. |
AKVİYA |
(Kavi. C.) Sağlam ve güçlü olanlar. Kuvvetliler. |
AKY |
Koyu olan ve birbiri üstüne sağılmış olan koyun sütü. |
AKYA |
Lüfer azmanı denilen iri cins bir balık. |
AKYUVAR |
(Bak: Küreyvât-ı beyzâ) |
AKZ |
Atâ, bahşiş. |
AKZA |
Kadılıkta ve fıkıh ilminde daha ileri, daha bilgili. |
AKZEF |
Çok iftira atan. Çok kazifte bulunan. (Bak: Ekzef) |
AKZEL |
Çok aksak; pek fazla topal. |
AKZEM |
Zayıf. |
AKZER |
Necis ve murdar nesne. |
AKZİYE |
(Kaza. C.) Hükümler. Kararlar. * Tam cümleler. |
ÂL |
Yüksek. Âlî. Yüce. Bülend. |
ÂL |
Sülâle, soy, hânedan. Akrabâ ve taallukat. * Yaz sıcaklarında su gibi
görünen serap. * Hile, tuzak. |
ÂL-İ ABÂ |
Hz. Peygamberin (A.S.M.) kendisi ile beraber, kızı Hz. Fâtıma Validemiz,
damadı Hz. Ali ve torunları Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'den (R.A.) müteşekkil
hey'et. "Hamse-i âl-i abâ" da denir. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) giydiği
abâsını mezkur sahabe-i güzin hazeratının üzerine örterek hususi dua
ettiğinden bu isimle anılmaları meşhurdur.(Bediüzzaman Hazretlerinin "Lem'alar"
adlı eserinin Ondördüncü Lem'asında bu meseleye dair izahat vardır.) |
ÂL-İ ABBAS |
Emevilerden sonra 749 senesinden 1258 senesine kadar süren Abbasi
hükümdar ailesi. |
ÂL-İ BEYT |
Hz. Peygamberin (A.S.M.) sülâle-i tahiresinden yetişenler ve sünnet-i
seniyyesinin menbaı ve muhafızı ve bihakkın sünnete ittibâ ve onu idâme
ettirenler. Al-i Resul, Al-i Nebi, Al-i Muhammed ve Ehl-i Beyt gibi
tâbirlerle de söylenir. (Eğer denilse: "Neden hilâfet-i İslâmiye, Al-i Beyt-i
Nebevide takarrur etmedi? Halbuki en ziyade lâyık ve müstehak onlardı.Elcevap:
Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Al-i Beyt ise, hakaik-ı İslâmiyeyi ve
ahkâm-ı Kur'aniyeyi muhafazaya memur idiler. Hilâfet ve saltanata geçen, ya
Nebi gibi mâsum olmalı veyahut hulefâ-i râşidin ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i
Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki
aldanmasın. Halbuki Mısır'da Âl-i Beyt nâmına teşekkül eden Devlet-i
Fatımiye Hilâfeti ve Afrika'da Muvahhidin Hükümeti ve İran'da Safevîler
Devleti gösteriyor ki, saltanat-ı dünyeviye, Âl-i Beyte yaramaz; vazife-i
asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki
saltanatı terkettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve
Kur'ana hizmet etmişler. M.)( $âyetinin bir kavle göre mânası: "Resul-ü
Ekrem (A.S.M.) vazife-i Risaletin icrasına mukabil ücret istemez, yalnız
Âl-i Beytine meveddeti istiyor." Eğer denilse: Bu mânaya göre karabet-i
nesliye cihetinden gelen bir faide gözetilmiş görünüyor. Halbuki, ( $ )
sırrına binâen karabet-i nesliye değil, belki kurbiyet-i İlâhiye noktasında
vazife-i Risalet cereyan ediyor? Elcevap: Resul-ü Ekrem (A.S.M.), gayb-âşinâ
nazarıyla görmüş ki: Âl-i Beyti, âlem-i İslâm içinde bir şecere-i nuraniye
hükmüne geçecek, âlem-i İslâmın bütün tabakatında kemalât-ı insaniye
dersinde rehberlik ve mürşidlik vazifesini görecek zatlar, ekseriyet-i
mutlaka ile Âl-i Beytten çıkacak. Teşehhüddeki ümmetin "Âl" hakkındaki duası
ki: $dir. Makbul olacağını keşfetmiş, yani nasıl ki millet-i İbrahimiyede
ekseriyet-i mutlaka ile nurani rehberler Hz. İbrahimin (A.S.) âlinden,
neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (A.S.M.) vezaif-i
azime-i İslâmiyette ve ekser turuk ve mesâlikinde enbiya-i benî İsrâil gibi,
Aktab-ı Âl-i Beyt-i Muhammediyeyi (A.S.M.) görmüş. Onun için ( $ ) demesiyle
emrolunarak, Âl-i Beyte karşı ümmetin meveddetini istemiş. Bu hakikatı
te'yid eden diğer rivayetlerde ferman etmiş: "Size iki şey bırakıyorum,
onlara temessük etseniz, necat bulursunuz. Biri: Kitabullah, biri: Âl-i
Beytim." Çünkü: Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle
iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. L.) |
ÂL-İ İBRAHİM |
Hz. İbrahim Peygamberin (A.S.) neslinden gelen ve onun mânevi yolunda
yürüyenler. Bütün müslümanlar, Mü'minler. |
ÂL-İ İMRÂN |
İmran soyundan gelenler. (İmran ikidir. Birisi: Hz. Musa ve Harun'un (A.S.)
babaları olan İmran ibn-i Yashür ibn-i Lâvi ibn-i Yakub ibn-i İshak ibn-i
İbrahim'dir (A.S.) İkincisi: Hz. Meryemin babası olan İmran ibn-i Metan ki,
bu da Süleyman ibn-i Dâvud ibn-i İşa neslinden, bunlar da Yahuda ibn-i Yakub
neslindendirler. İki İmran arasında 1800 sene geçtiği söylenir.) |
ÂL-İ İMRAN SURESİ |
Kur'an-ı Kerimin üçüncü suresinin ismi olup Medine-i Münevvere'de nâzil
olmuştur. Bu sureye Eman, Kenz, Ma'niyye, Mücadele, İstiğfar Suresi ve
Tayyibe de denilir. |
ALA |
Bahşişler. Lütuflar. Nimetler. İhsanlar. |
A'LA |
Daha iyi. Pek iyi. En yüksek. Ziyâde ve mürtefi olan. |
A'LÂ-YI İLLİYYÎN |
Cennette en yüksek derece. Cenâb-ı Hakkın indinde en iyilerin ve
kâmillerin derecesi.(Bak o zat öyle bir maksad, öyle bir gâye için saadet
isteyip duâ ediyor ki: İnsanı ve bütün mahlukatı, esfel-i safilin olan
fenâ-i mutlaka sukuttan, kıymetsizlikten, fâidesizlikten, abesiyetten a'lâ-yı
illiyyîn olan kıymete, bekaya, ulvi vazifeye, mektubât-ı samedaniye olması
derecesine çıkarıyor. M.N.) |
A'LÂ SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in seksenyedinci suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil
olmuştur. |
ALA |
Yükseklik. Büyüklük. şeref. şan. |
ALA |
İtl. İtalyancadan gelen tabirlerin başında bulunup (usulünce, tarzında)
manasını ifade eder. Meselâ: Alaturka $: Türk tarzında gibi. |
ALA |
f. Kirleten, kirli yapan. |
ALÂ |
Gr:Arabçada harf-i cerdir. Buna isim diyen de olmuştur. Müteaddit mâna
ile kelimenin başına getirilir; manevî istilâ ve tefevvuk bildirmek için
ekseriyâ mecrurunu istilaya delâlet eder. Bazan mecrurunun mukabiline
müstâli olur. (maa) gibi müsahabet için gelir. (lâm) gibi tâlil için olur.
Mücaveze için olur. Harf-i cer olan (min) mânâsına ve zarfiyyet için ve
harf-i cer olan (bâ) mânâsına isim olur. "yukarıda" manasına gelir. *
Üstünde, üzere. |
ALABALIK |
t. Akıntısı sert olan soğuk ve tatlı sularda bulunan bir cins leziz
balık. |
ALABANDA |
İtl. Gemilerde dümeni tam sancağa veya iskeleye kırma, yahut geminin
bir tarafındaki toplara ateş etme kumandası. * Mc:Şiddetle kınama ve
azarlama. |
ALACA BAYRAK |
Tar:Ondördüncü Yeniçeri Bölüğüne verilen ad. |
A'LA-D DERECAT |
Derecelerin en alâsı, en yükseği. |
ALA-EYYİ-HAL |
Herhâlde, mutlaka, elbette, her nasıl olsa. |
ALAF |
(Elf. C.) Binler. |
ALÂ-FETRETİN |
Daim olmayarak, fasıla ile. |
ALAFRANGA |
İtl. Frenk tarzında olan, Fransız usulü. |
ALÂ HİDE |
Tek başına, münferiden, ayrıca. |
ALAİK |
(Alayık) Münâsebetler. Alâkalar. Mânialar. |
ALÂİK-İ DÜNYEVİYE |
Dünyevî alâkalar. İnsanı Cenab-ı Hakkın rızasından alıkoyan lüzumsuz
işler. |
ALAİM |
İzler. İşaretler, deliller. (Bak: Alamet) |
ALÂİM-İ SEMÂ |
(Alâim-üs semâ) Al yeşil kuşak. (Bak: Kavs-ı kuzah) |
ALAK |
Zahmet, meşakkat gidermek. |
ALAK |
Sakız. |
ALAK |
Kan. Kızıl veya koyu ve uyuşuk kan. * Yapışkan veya ilişken nesne. *
Hayvanat. * Bir işe mülâzemet eylemek. * Husumet-i lâzime veya muhabbet-i
lâzime. Aşk ve muhabbet eylemek. Bir işe başlayıp o işe devamlı olmak. * Bir
şeye ilişip tutulmak. * Yapışkan, balçık ve çamur. * Kadının gebe kalması. *
Pıhtılaşmış kan. * Sülük. (Kamus'tan hülâsa) |
ALAK-I DEM |
Kan pıhtısı, pıhtılaşmış kan. |
ALAK SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in doksanaltıncı suresinin adıdır. İkra' Suresi de
denilir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. |
ALÂKA |
İlişik, rabıta, merbutiyet. * Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk,
irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse. * Edb: Bir kelimenin
hakiki mânâsından mecâzi mânâsına nakledilmesinin sebebidir. (Temiz ahlâklı,
güzel huylu kimselere melek denildiği gibi.) |
ALAKA |
Kan pıhtısı. Uyuşuk kan. |
ALÂKABAHŞ |
f. İlgi uyandıran. Alâka uyandıran. |
ALÂKADAR |
Alâkalı, münâsebetdar. |
ALÂ-KADR-İL-İMKAN |
Olabildiği kadar. İmkânı nisbetinde. |
ALÂ-KADR-İL-İSTİTAA |
Elden geldiği kadar, güç yettiği nisbetinde. |
ALÂ-KADR-İT-TAKA |
Güç yettiği kadar. |
ALÂ-KAVLİN |
Bir kavle göre. Bir rivâyete nazaran. |
ALÂ-KÜLLİHAL |
İster istemez. Olduğu kadar. Her halde.(Ey insan düşün! Sen alâ
küllihal öleceksin. L.) |
A'LAL |
(İllet. C.) Hastalıklar, marazlar, illetler. * Sebepler. |
ALAM |
(Elem. C.) Elemler.
Kederler. Üzüntüler. |
ALÂM-I ELİME |
Çok acı ve acıklı elemler. |
ALÂM-I GURBET |
Vatandan ayrı kalma elemleri, gurbet acıları. |
A'LAM |
(Alem. C.) Alemler. Alâmetler. İzler. Nişanlar. * Bayraklar. * Büyük
âlimler. * Büyük dağlar. |
ALÂ-MA-FARAZALLAH |
Allah'ın farzettiği üzere. |
ALAMANA |
İtl. Küçük odun gemisi. * Büyük balıkçı kayığı. * Büyük balıkçı
kayıklarına mahsus büyük ağ, ığrıp. |
ALAMAT |
Uzun ince bir cins balık. (Hint denizinde çok olur ve yılana benzer.) |
ALÂMAT |
(Alâmet.
C.) İzler, nişanlar, alâmetler, işâretler. |
ALÂ-MELE'İN NAS |
Herkesin önünde. Halkın huzurunda. |
ALÂ-MERATİBİHİM |
Rütbesine ve derecesine göre sırasıyla. |
ALÂMET |
İz, nişân, işâret. |
ALÂMET-İ FÂRİKA |
Ayırıcı işaret. Damga. |
ALÂMET-İ GURUR |
Gurur ve kibiri belli
eden alâmet. |
ÂLÂM U ASKAM |
Kederler ve hastalıklar. |
ALAN |
Orman içinde açıklık, meydan. |
ALÂNÎ |
Açıkta, meydanda, herkesin gözü önünde. |
ALÂNİYETEN |
Herkesin önünde, açıkça, alânen. |
ALÂ-RAĞM-İ ENF-İL YE'S |
Ye'sin burnunu kırmak maksadiyle ve ona tahkir ile. |
ALARGA |
İtl. Açık deniz, engin. |
ALÂ-RİVAYETİN |
Rivayet edildiği üzere. Söylenenlere bakılırsa. |
ALARM |
Fr. Tehlike anında herkesi haberdar etmek için verilen işaret. |
ALÂ-RUUS-İLEŞHAD |
Aleme karşı. Herkesin gözü önünde. Halkın önünde. |
ALAS |
Odun kömürü. |
ALAŞIM |
Madenlerin eriyerek birleşmesi sonunda meydana gelen madde, halita. |
ÂLÂT |
(Âlet. C.) Vasıtalar.
Âletler. |
ÂLÂT-I BASARİYE |
Gözle alâkalı gözlük, dürbün gibi optik âletler. |
ÂLÂT-I CÂRİHA |
Yaralayıcı âletler. |
ÂLÂT-I HARBİYE |
Harb âletleri, silâhlar. |
ÂLÂT-I KATIA |
Kesici âletler. |
ÂLÂT-I NARİYYE |
Ateşli silâhlar. |
ÂLÂT-I RASADİYYE |
Meteoroloji ve astronomi araştırmalarında kullanılan âlet ve cihazlar. |
ÂLÂT-I TAB'İYYE |
Baskı âletleri. Matbaa levâzımatı. |
ALATURKA |
İtl. Türkvari, Türk usulü, Osmanlı usulü. |
ALÂ-TARİK-İL İCMAL |
Kısaca, icmal yoluyla. |
ALÂ-TARİK-İL MÜNAVEBE |
Nöbetleşe, münâvebe yoluyla. |
ALA VECH-İ ÎCAZ |
İcâz yolu ile. |
ALAVERE |
Vapurlara kömür vermek için bordaya kurulan kademeli iskele. *
Tulumbanın basıp emme suretiyle işlemesi. * Herc ü merc. Karışıklık,
kargaşalık. * Bir şeyin elden ele verilerek veya atılarak aktarılması. |
ALAVÎ |
(İlâve. C.) İlâveler, ekler. |
ALAY |
(Ask.) 3-4 tabur piyade veya5 bölük süvari askerinden mürekkep kuvvet.
* Debdebe ve gösterişle yapılan tören, geçit resmi. * Cemaat, topluluk,
güruh, kalabalık, fevç. * Fazla miktar, muhtelif ve müteaddit kişiler veya
şeyler. |
ALAYBOZAN |
Eskiden kullanılmış olan bir çeşit fitilli tüfek. |
ALAYE |
Yüksek yer, yükseklik. |
ALAY EMİNİ |
Osmanlı İmparatorluğu zamanında bir alay askerin hesap işlerine bakan
subay ki, binbaşıdan alt derecededir. |
A'LÂ-YI İLLİYYÎN |
(Bak: A'lâ) |
ALAY İMAMI |
Osmanlı İmparatorluğu zamanında bir alay askere imamlık vazifesini
yapan subay. |
ALAYİŞ |
f. Bulaşıklık, bulaşma. * Debdebe, tantana, gösteriş. |
ALAZ |
Alev. |
ALB |
(C.: Ulub) Eser. * Yaşlı keler. |
ALB |
Yiğit, kahraman, bahadır, cesur gibi manalara gelen bir sıfattır. |
ALBASTI |
Ateşli bir lohusalık hastalığı, lohusa humması. |
ALBATR |
f. Yumuşak ve beyaz bir çeşit mermer, kaymak taşı. |
ALBAY |
Yarbay ile tuğgeneral arasındaki askeri rütbede olan üstsubay. |
ALBORA |
İtl. (Denizcilik) Serenlerin, direklerin üzerine kaldırılıp bağlanması.
* Floka küreklerinin, selâmlamak için yukarı kaldırılması. * Dalyanlarda
ağın yukarı alınması ile balığın toplanması. |
ALBÜM |
Lât. Fotoğraf resimlerini veya sair resim, şekil ve hatıraları içine
alan defter veya kitap. |
ALBÜMİN |
Fr. Tıb:Nebat ve hayvanların etli ve sulu kısımlarında bulunan karbon,
oksijen, azot, hidrojen ve kükürt bileşiği gıdalı madde. |
ALC |
(C.: Uluc) Yaramaz huylu kişi. |
ALCEM |
Uzun boylu, uzun. |
ALCÜN |
Ahmak kadın. * Semiz dişi deve. |
ALÇI |
Sağlam harç yapmada kullanılan beyaz toz, cibs. |
ALD |
Boyun siniri. |
ALDEHİT |
Lât. Kim:Alkol veya asitlerden elde edilen kimyevi bir sıvı. |
ÂLE |
(C.: Al) Harbe. * (C. Alât) Çadır direği. * Edât. |
ÂLE |
Güneş, yağmur gibi etkenlerden korunmak için yapılmış barınak. *
Fakirlik. |
ÂLE |
f. İlaç için kullanılan ve "Hint Sünbülü" adı verilen çiçek. |
ALEBAT |
Yemek kapları, çanaklar. |
ALEBE |
(C. Alebât) Yemek kabı, çanak. |
ALE-D-DERECAT |
Derecelere göre, sırayla. |
ALE-D-DEVAM |
Devamı üzere. Devamlı olarak. |
ALEF |
(C. A'lâf - Ulufe) Saman, ot, yulaf. * Hayvan yemi. |
ALEF RESMİ |
Hayvanların yedikleri saman ve otlardan alınan vergi. |
ALEF |
Cana yakın. |
ÂLEK |
f. İlaç için kullanılan ve "Hint Sünbülü" adı verilen bir çiçek. |
ALEK |
Sülük. * Kan pıhtısı. |
ALEKA |
(C.: Alekat) Yapışkan balçık, çamur. * Kan pıhtısı. * Uyuşmuş kan. *
Sülük. |
ALEKSİ |
yun.Tıb: Okuma kabiliyetinin kaybedilmesi. |
ALEL |
İkinci defada içmek. |
ALE-L-ACAİB |
Tuhaf şey, şaşılacak şey. |
ALE-L-ACELE |
Çarçabuk, acele olarak, çabuk. |
ALE-L-ADE |
Adet olduğu üzere. * Bayağı, basbayağı. |
ALE-L-AMYA |
Körü körüne. (Bak: Alel-ımıya) |
ALE-L-EKSER |
Ekseriya, çok vakit. |
ALE-L-FEVR |
Birden, derhal, hemen. |
ALE-L-GAFLE |
Dalgınlığa getirerek. Dalgınlığa gelerek, boş bulunarak. |
ALE-L-HADİSE |
Gölge hâdise. (fr. epiphenomene) |
ALE-L-HESAB |
Hesâba sayarak. |
ALE-L-HUSUS |
Hususiyle, hepsinden önce olarak. Bâhusus. |
ALE-L-IMIYA |
Körü körüne, körlemeden. (Bak: Ale-l-amyâ) |
ALE-L-ITLAK |
Umumiyetle. Mutlaka. Bir suretle kayıtlı olmayarak. Mingayri tahsis. |
ALE-L-İCMAL |
Toplu olarak, topluca. |
ALE-L-İNFİRAD |
Ferd olarak. Birer birer. |
ALE-L-İNSAN |
İnsan hakkında. İnsana dâir. İnsan üzerine. |
ALE-L-İSTİMRAR |
Aralıksız. |
ALE-L-İŞTİRAK |
Birlikte, müştereken. |
ALE-L-İTTİSAL |
Birbiri ardınca, peş peşe, aralarında fâsıla olmadan. |
ALE-L-KAİDE |
(Ka, uzun okunur) Kurala, kaideye göre. |
ALE-L-KAVL |
Birinin sözüne, iddiasına göre. |
ALE-L-KİFAYE |
Yetecek kadar, kâfi gelir derecede, yeter derecede. |
ALE-L-UMUM |
Herkese âit. Herkes hakkında. |
ÂLEM |
Bütün cihan. Kâinat. * Dünya. * Her şey. * Cemaat. * Halk. * Cemiyet. Dehr.
* Hususi hal ve keyfiyet. * Bir güneş ile ona tâbi olan ve etrafında
devreden seyyarelerin teşkil ettiği dâire. (Cenab-ı Haktan gayrı mahlukata
Âlem denmesi, mucidi olan Zât-ı Ecelle ve A'lâ Hazretlerini bilmeğe
delâlette vesile olduğuna mebnidir. L.R.)(Semâvatta binler âlem var.
Yıldızların bir kısmı her biri birer âlem olabilir. Yerde de her bir cins
mahlukat, birer âlemdir. Hatta her bir insan dahi küçük bir âlemdir.( $)
tâbiri ise, "Doğrudan doğruya, her âlem, Cenâb-ı Hakkın rububiyyeti ile
idâre ve terbiye ve tedbir edilir" demektir. M.) |
ÂLEM-İ ASGAR |
Daha küçük âlem. En küçük âlem. * İnsan. (Nasıl ki insanın anasırları,
Kâinatın unsurlarından; ve kemikleri; taş ve kayalarından; ve saçları nebat
ve eşcarından, ve bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulağından,
burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı suları, Arz'ın çeşmelerinden ve mâdeni
sularından haber veriyorlar, delâlet edip onlara işaret ediyorlar. Aynen
öyle de, insanın ruhu, âlem-i ervahtan; ve hafızaları, levh-i mahfuzdan; ve
kuvve-i hayaliyeleri, âlem-i misalden.. ve hakeza.. her bir cihazı bir
âlemden haber veriyorlar. Ve onların vücudlarına kat'i şehadet ederler. L.) |
ÂLEM-İ BERZAH |
Berzah âlemi. Kabir âlemi. (Bak: Kabr)(Âlem-i ziyâ, âlem-i hararet,
âlem-i hava, âlem-i kehriba, âlem-i elektrik, âlem-i cezb, âlem-i esir,
âlem-i misal, âlem-i berzah gibi âlemler arasında müzahame ve yer darlığı
yoktur. Bu âlemler, hepsi de, ihtilâlsiz, müsâdemesiz küçük bir yerde içtimâ
ederler. M.N.)(Nass-ı Kur'anla, şühedânın, ehl-i kuburun fevkinde bir
tabaka-i hayatları vardır. Evet şüheda, hayat-ı dünyevilerini tarik-ı hakta
feda ettikleri için, Cenâb-ı Hak kemâl-i kereminden onlara hayat-ı
dünyeviyeye benzer, fakat kedersiz, zahmetsiz bir hayatı Âlem-i Berzahta
onlara ihsan eder. Onlar kendilerini ölmüş bilmiyorlar... Yalnız
kendilerinin daha iyi bir âleme gittiklerini biliyorlar... Kemâl-i saâdetle
mütelezziz oluyorlar.. Ölümdeki firak acılığını hissetmiyorlar. Ehl-i
kuburun çendan ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. Berzahta
aldıkları lezzet ve saâdet, şühedanın lezzetine yetişmez. Nasılki, iki adam
bir rü'yada Cennet gibi bir güzel saraya girerler. Birisi rü'yada olduğunu
bilir. Aldığı keyf ve lezzet pek noksandır. "Ben uyansam şu lezzet kaçacak"
diye düşünür. Diğeri rü'yada olduğunu bilmiyor, hakiki lezzet ile hakiki
saâdete mazhar olur.İşte Âlem-i Berzahtaki emvât ve şühedanın hayat-ı
berzahiyyeden istifadeleri, öye farklıdır. Hadsiz vâkıatla ve rivâyatla
şühedanın bu tarz-ı hayata mazhariyetleri ve kendilerini sağ bildikleri
sâbit ve kat'îdir. Hatta Seyyidüşşüheda olan Hazret-i Hamza (R.A.), mükerrer
vâkıatla kendine iltica eden adamları muhafaza etmesi.. ve dünyevi işlerini
görmesi ve gördürmesi gibi çok vâkıatla, bu tabaka-i hayat tenvir ve isbat
edilmiş. M.) |
ÂLEM-İ CEBERUT |
Âlem-i azamet ve kudret. (Bununla âlem-i esmâ ve sıfât kasdolunur.
Muhakkıkların ekserisine göre bu, âlem-i evsattır. Yâni üstte olan Lâhut
âlemi ile altta bulunan melekut âlemi arasındaki âlem. Amiriyyet-i
umumiyyeyi muhit olan berzahtır. Ceberut, ibranice "kudret" mânasındadır). |
ÂLEM-İ EKBER |
En büyük âlem. Kâinat.(Şu kâinat denilen âlem-i ekber ve insan denilen
onun misâl-i musağğarı olan âlem-i asgar, kudret ve kader kalemiyle yazılan
âfâkî ve enfüsî vahdaniyet delâilini gösteriyorlar. Evet, kâinattaki
san'at-ı muntazamanın küçük bir mikyasta, nümunesi insanda vardır. O daire-i
kübrâdaki san'at, Sâni-i Vâhid'e şehadet ettiği gibi, şu insanda olan küçük
mikyastaki hurdebini san'at dahi, yine O Sâni'a işaret eder, vahdetini
gösterir. M.) |
ÂLEM-İ EMİR |
Sâdece bir emr-i İlâhî ile işlerin hemen olduğu âlem. Yaradılışa ait
kanunlar âlemi.(Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve
iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat
yalnız vücud-u hissi olmayan nevilerde hükümran olan kavânine dikkat edilse
ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emri, vücud-u harici giyse
idi o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bakîdir. Daima
müstemir, sabittir. Hiçbir tagayyürat ve inkılâbat, o kanunların vahdetine
te'sir etmez, bozmaz. Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun ruhu
hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı zerre gibi bir çekirdeğinde ölmiyerek baki
kalır. İşte madem en âdi ve zaif emri kanunlar dahi böyle beka ile, devam
ile alâkadardır. Elbette ruh-u insani, değil yalnız bekâ ile, belki ebed-ül
âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünki: Ruh dahi Kur'anın nassıyla $
ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zişuur ve bir namus-u
zihayattır ki; kudret-i ezeliyye, ona vücud-u harici giydirmiş. Demek, nasıl
ki, sıfat-ı irâdeden ve âlem-i emirden gelen şuursuz kavanin daima veya
ağleben bâki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı
iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekâya mazhar olmak daha
ziyade kat'idir, lâyıktır. Çünki zivücuttur, hakikat-ı hariciye sahibidir.
Hem onlardan daha ulvidir. Çünki zişuurdur. Hem onlardan daha daimidir, daha
kıymettardır. Çünki zihayattır. S.)(Maddiyattan olmayan, bilhassa
mahiyetleri mütebayin olan bir çoklukta tasarruf eden bir zatın, o çokluğun
herbirisiyle bizzat mübaşeret ve mualecesi lâzım değildir. Evet asker
neferatı arasında bir kumandanın tasarrufatı, tanzimatı, ancak emir ve
iradesiyle husule gelir. Eğer o kumandanlık vazifeleri ve işleri, neferata
havale edilirse, her bir neferin bizzat mübaşeret ve hizmetiyle veya herbir
neferin bir kumandan kesilmesiyle vücud bulacaktır. Binâenaleyh, Cenab-ı
Hakk'ın mahlukatındaki tasarrufu, yalnız bir emir ve irade ile olur. Bizzat
mübaşereti yoktur. Şemsin kâinatı tenvir ettiği gibi. M.N.) |
ÂLEM-İ ERVAH |
Ruhlar âlemi. Ruhların ve ruhanîlerin bulunduğu âlem. (Bak: Ruhaniyat) |
ÂLEM-İ ESBAB |
Sebepler âlemi. Her şeyin bir sebebe dayanarak olduğu âlem. Bu dünya. |
ÂLEM-İ FÂNİ |
Gelip geçici âlem, dünya. |
ÂLEM-İ GAYB |
Zâhir duygularımızla bilinemeyen ve ervah ve meleklere, cinlere mahsus
olan âlem. Mâzi ve müstakbeldeki mahlukatın mânevi hayatlarının âlemi.(Her
şeyin bâtını zâhirinden daha âli, daha kâmil, daha lâtif, daha güzel, daha
müzeyyen olduğu gibi; hayatça daha kavi, şuurca daha tamdır. Ve zâhirde
görünen hayat, şuur, kemâl vesaire ancak bâtından zâhire süzülen zaif bir
tereşşuhdur. Yoksa bâtın câmid, meyyit olup da ilim ve hayatı dışarıya
vermiş olduğuna zehaba ihtimâl yoktur. Evet karnın "miden", evinden; cildin,
gömleğinden; ve kuvve-i hâfızan, senin kitabından nakş ve intizamca daha
yüksek ve daha gariptir. Binâenaleyh, âlem-i melekut, âlem-i şehâdetten;
âlem-i gayb, dünya ve âhiretten daha âli ve daha yüksektir. Maalesef nefs-i
emmare, hevâ-i nefs ile baktığı için zâhiri hayatlı, ünsiyetli bir perde
gibi meyyit ve zulmetli ve vahşetli zannettiği bâtın üstüne serilmiş
olduğunu görüyor. M.N.) |
ÂLEM-İ HÂB |
Uyku ve rüyâ âlemi. Bazan âlem-i mâna, âlem-i misal, âlem-i nevm gibi
tâbirler de kullanılır. |
ÂLEM-İ İSLÂM |
İslâm dünyası. İslâm milletleri. (Ey âlem-i İslâm, uyan! Kur'ana sarıl!
İslâmiyete maddi ve manevi bütün varlığınla müteveccih ol! Ve ey Kur'ana bin
yıllık tarihinin şehadetiyle hâdim olan ve İslâmiyet nurunun zemin yüzünde
naşiri bulunan yüksek ecdadın evlâdı! Kur'ana yönel ve onu anlamaya, okumaya
ve onu anlatacak, onun bu zamanda bir mu'cize-i manevîsi olan Nur
Risalelerini mütalaa etmeğe çalış. Lisanın, Kur'anın âyetlerini âleme
duyururken, hâl ve etvar ve ahlâkın da onun manasını neşretsin; lisan-ı
hâlin ile de Kur'anı oku. O zaman sen dünyanın efendisi, âlemin reisi ve
insaniyetin vasıta-i saadeti olursun! Ey asırlardan beri Kur'anın
bayraktarlığı vazifesiyle cihanda en mukaddes ve muhterem bir mevki-i
muallâyı ihraz etmiş olan ecdadın evlâdı ve torunları! Uyanınız, âlem-i
İslâmın fecr-i sadıkında gaflette bulunmak, kat'iyyen akıl kârı değil! Yine
âlem-i İslâmın intibahında rehber olmak, arkadaş kardeş olmak için Kur'anın
ve İmanın nuruyla münevver olarak İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip
hakiki medeniyet-i insaniye ve terakki olan medeniyet-i İslâmiyyeye sarılmak
ve onu, hâl ve harekâtında kendine rehber eylemek lâzımdır. T.H.) |
ÂLEM-İ KEVN |
Varlık âlemi. Kâinat. |
ÂLEM-İ KEVN Ü FESAD |
Cismani âlem. Bir taraftan vücuda gelip, diğer taraftan da harab olan
fâni âlem. |
ÂLEM-İ MA'NA |
Mâna âlemi, bazı ehline münkeşif olan âlem, mânen anlaşılan ve bilinen
âlem. |
ÂLEM-İ MELEKUT |
Melekut âlemi. (Bak: Melekût) |
ÂLEM-İ MENÂM |
Uyku âlemi, rüya âlemi. |
ÂLEM-İ MİSÂL |
Rüyâda görülen âlem. Dünyada mevcud bulunan bütün eşya ve zuhura gelen
bütün ef'âlin aynısı ile müretteb ve mütekevvin olan bir tarzı veya âlem-i
ruhâninin bir nev'i. (L.R.)(Gördüm ki: Âlem-i misâl, nihâyetsiz fotoğraflar
ve her bir fotoğraf, hadsiz hâdisât-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç
karıştırmıyarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i
uhreviyye ve fâniyatın fâni ve zâil hallerini ve vaziyetlerini ve geçici
hayatlarının meyvelerini sermedi temâşâgâhlarda ve Cennette Saadet-i
ebediyye ashâblarına dünya macerâlarını ve eski hâtıralarını levhaları ile
gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinesi olarak bildim. S.)
(Bak: Âlem-i hâb) |
ÂLEM-İ NÂSUT |
İnsanlar âlemi ve dünya hayatı. Mahlukiyet. Âlem-i Lâhut'un zıddı. |
ÂLEM-İ SABAVET |
Çocukluk dünyası. |
ÂLEM-İ SİYASET |
Siyâset dünyası, siyaset âlemi. |
ÂLEM-İ SÜFLÎ |
Süflilerin âlemi. Dünyâ âlemi. Âlem-i şehadet, âlem-i nâsut. (Bak:
Nâsut)(Şu kâinata nazar-ı hikmetle bakıldığı vakit, azim bir şecere
mânasında görünür. Ve şecerenin nasıl dalları, yaprakları, çiçekleri,
meyveleri vardır. Şu şecere-i hilkatin de bir şıkkı olan âlem-i süflinin:
Anasır, dalları; nebatat ve eşcar, yaprakları; hayvanat, çiçekleri; insan,
meyveleri hükmünde görünür. Sâni-i zülcelâl'in, ağaçlar hakkında câri olan
bir kanunu, elbette şu şecere-i âzamda da câri olmak, mukteza-yı ism-i
Hakîm'dir. S.) |
ÂLEM-İ ŞAHADET |
Şahâdet âlemi. Bu dünya. Cenâb-ı Hakkın âyetlerine ve emirlerine imân
edenlerin, hakka, hakikate şahadette bulundukları ve Allah'a itaat ve
ibadetle mükellef oldukları dünya âlemi.(Âlem-i şahadet, avâlim-i guyub
üstünde tenteneli bir perdedir. M.) |
ÂLEM-İ ŞUHUD |
Bilip keşfedilen, görür gibi bilinen âlem. Görünen âlem. Dünya. Kâinat. |
ÂLEM-İ TEKVİN |
Devamlı değişen. Vücud ve hudus âlemi. |
ÂLEM-İ ULVÎ |
Ulvi âlem, ruhlar âlemi. |
ÂLEM-İ ZUHUR |
Görünen âlem, şahâdet âlemi, şu anda içinde yaşadığımız âlem. |
A'LEM |
Daha iyi bilen. En iyi bilen. * Yarık dudaklı. * Alâmetli, belirtili. |
A'LEM-İ ÜLEMÂ |
Alimlerin âlimi. Alimlerin en çok bilgilisi, büyüğü. |
ALEM |
Bayrak. * Nişan, işâret. * Özel isim. * Mc:Yüksek dağ. * Büyük âlim. *
Üst dudakta olan yarık. |
ALEM-İ ZÂTÎ |
Zata âit isim, zatına âit işâret, zâtına mahsus alâmet, delil.(Evet,
Zât-ı Akdes'in alem-i zâtîsi ve en âzamî ismi olan Lafzullahtan sonra en
âzam ismi olan Rahman, rızka bakar. Ve rızıktaki şükür ile ona yetişilir.
Hem Rahman'ın en zâhir mânası, Rezzak'tır. M.) |
ÂLEMANE |
f. Dünya ile ilgili. Dünyevî. |
ÂLEMÂRÂ |
f. Dünyayı, âlemi süsleyen. |
ALEMDAR |
Bayrağı veya sancağı taşıyan. Bayraktar, sancaktar. |
ALEMDÂR-I NEBİ |
Peygamberimizin (A.S.M.) bayraktarı olan Hz. Ebu Eyyub-il-Ensarî (R.A.) |
ALEMDARÎ |
Bayraktarlık. |
ALEMEFRAZ |
Bayrak kaldıran, bayrak çeken. |
ÂLEM-EFRUZ |
f. Âlemi parlatan, bütün âleme ışık saçan. |
ÂLEMEYN |
İki âlem. Dünya ve âhiret. |
ÂLEMGİR |
f. Bütün âleme yayılan, cihanı kaplayan, dünyayı zapteden. |
ALEMÎ |
(Alem. den) Has isimle alâkalı. Aleme aid. |
ÂLEMÎ |
(C.: Âlemiyan) (Âlem. den) Dünyaya ait. İnsan. |
ÂLEMÎN |
(Bak: Âlemûn) |
ÂLEMİYAN |
(Âlemî. C.) Âleme mensub olanlar, insanlar. |
ÂLEMNÜMA |
f. Dünyayı gösteren. |
ÂLEM-PENAH |
f. Cihanın sığındığı (yer veya saha). |
ÂLEMPESEND |
f. Bütün herkesin hoşuna gidip beğendiği şey. |
ÂLEM-SUZ |
f. Cihanı yakan. |
ÂLEMŞÜMUL |
Bütün dünyayı alâkadar eden, dünyayı kaplayan ve her yerde tanınmış
olan. |
ÂLEM-TAB |
f. Dünyayı aydınlatan, cihanı parlatan. |
ÂLEMÛN (ÂLEMÎN) |
(Âlem. C.) Âlemler. |
ALEN |
Aşikâr, apaçık, meydanda olma. |
ALENDA |
(C. Alânid) Çok sağlam nesne. |
ALENDAT |
Kuvvetli deve. |
ALENDAT |
Katı, sağlam nesne. |
ALENEN |
Gizli olmayarak, açıktan. |
ALENG |
f. Hücum eden asker. * Siper, istihkâm. |
ALENİ |
Açık olarak, meydanda. Gizli olmayarak. |
ALENİYYE |
Açık, aleni, göz önünde. |
ALENİYYET |
Göz önünde olma. |
ALENKED |
Çok sağlam nesne. |
ALER-R-RAĞM |
Rağmen. |
ALER-RE'S |
Baş üstüne. Hemen. Derhâl. |
ALER-RE'Sİ-VEL-AYN |
Baş ve göz üstüne. (Gelen misafire karşı veya bir işi deruhte edeceğine
karşı hürmet ve memnuniyetle kabul ettiğini ifâde için söylenir.) |
ALES |
Şiddetli kıtal. |
ALES |
Bir cins buğday ki bir kabuk içinde iki tane olur. * Buğday arasında biten
çavdar ve mercimek. * Büyük kene. * Bir nevi karınca. * Katı, sağlam nesne. |
ALE-S-SABAH |
Erkenden, sabahın ilk saatlerinde. |
ALE-S-SEHER |
Gün doğmadan evvel, seher vakti. |
ALE-S-SEVİYYE |
Bir seviyede, aynı boyda. * Müsâvat üzere. |
ALESSEVRİ VELHUT |
(Ale-s-sevri ve-l hut) Öküz ve balık üzerinde.Risale-i Nur
Külliyatından Lem'alar adlı eserin Ondördüncü Lem'asında bu mevzuizah
edilmiştir. Nümune olarak bir parçası aşağıda dercedilmiştir:(Hamele-i arş
ve semâvat denilen melâikenin birinin ismi "Nesir" ve diğerinin ismi "Sevr"
olarak dört melâikeyi, Cenâb-ı Hak, arş ve semâvata Saltanat-ı Rububiyetine
nezaret etmek için tâyin ettiği gibi, semavatın bir küçük kardeşi ve
seyyarelerin bir arkadaşı olan küre-i arza dahi iki melek, nâzır ve hamele
olarak tayin etmiştir. O meleklerin birinin ismi"Sevr" ve diğerinin isim
"Hut"dur. Ve o nâmı vermesinin sırrı şudur ki; arz iki kısımdır: Biri, su;
biri, toprak. Su kısmını şenlendiren balıktır. Toprak kısmını şenlendiren,
insanların medar-ı hayatı olan ziraat, öküz iledir ve öküzün omuzundadır.
Küre-i arza müekkel iki melek, hem kumandan, hem nâzır olduklarından,
elbette balık tâifesine ve öküz nev'ine bir cihet-i münâsebetleri bulunmak
lâzımdır. Belki, o iki meleğin âlem-i melekut ve âlem-i misâldesevr ve hut
suretinde temessülleri var (Haşiye). İşte bu münâsebete ve o nezârete
işareten ve küre-i arzın o iki mühim nevi mahlukatına imaen lisan-ı
mu'ciz-il beyan-ı Nebevi $ demiş, gayet derin ve geniş bir sahife kadar
mes'eleleri havi olan bir hakikatı, gayet güzel ve kısa bir tek cümle ile
ifade etmiş...İkinci Vecih : Mesela: Nasıl ki denilse: "Bu devlet ve
saltanat, hangi şey üzerinde duruyor?" cevabında: $denilir. Yani: "Asker
kılıncının şecaatine, kuvvetine ve memur kaleminin dirayetine ve adâletine
istinad eder." Öyle de: Küre-i Arz madem zihayatın meskenidir ve zihayatın
kumandanları da insandır ve insanın ehl-i sevâhil kısmının kısm-ı azamının
medar-ı taayyüşleri balıktır ve ehl-i sevâhil olmıyan kısmının medâr-ı
taayyüşleri, ziraatle, öküzün omuzundadır ve mühim bir medâr-ı ticareti de
balıktır. Elbette devlet, seyf ve kalem üstünde durduğugibi, Küre-i Arz da,
öküz ve balık üstünde duruyor denilir. Zirâ, ne vakit öküz çalışmazsa ve
balık milyon yumurtayı birden doğurmazsa, o vakit insan yaşayamaz, hayat
sukut eder. Halik-ı Hakim de arzı harab eder. L.)(Haşiye) : Evet Küre-i Arz,
bahr-i muhit-i havâide bir sefine-i Rabbaniye ve nass-ı Hadisle âhiretin bir
mezraası, yâni fidanlık tarlası olduğundan, o câmid ve şuursuz büyük gemiyi
o denizde emr-i İlâhî ile, intizam ile, hikmet ile yüzdüren, kaptanlık eden
melâikeye "Hut" nâmı; ve o tarlaya izn-i İlâhî ile nezaret eden melâikeye
"Sevr" ismi ne kadar yakıştığı zahirdir. |
ÂLET |
Fakir. * Dağda ve tarlada yaptıkları künbet. |
ÂLET |
Bir işte veya bir san'atta kullanılan vasıta. Bir makinayı vücuda
getiren ve işlemesine yardım eden parçalardan her biri. * Sebeb, vesile,
vesâit. * Edevat. Avadanlık. |
ÂLET-İ CERRÂHİYE |
Cerrahların, yaraları tedaviye çalışan doktorların kullandıkları
edevat, takım. |
ÂLET-İ KATIA |
Kesici âlet. |
ÂLET-İ LEHV |
Oyun âleti. Oyuncak. Çalgı âleti. |
ÂLET-İ MUSAVVİT |
Sesi nakletmeye yarıyan alet. Mikrofon. |
ALETTAFSİL |
Uzun uzadıya, mufassal olarak. |
ALETTAHKİK |
(Ale-t-tahkik) Hakikat üzere, kat'i surette. Besbelli. |
ALETTAHMİN |
Aşağı yukarı, tahminen. |
ALETTAHSİS |
Hususi olarak, bilhassa, hele, en çok. |
ALETTEDRİC |
Azar azar. |
ALETTERTİB |
Tertibli olarak, sırasıyla. |
ALETTEVALİ |
Arası kesilmeksizin, birbiri ardınca, arka arkaya. |
ALEV |
Ateşten çıkan parlak ve yanar hava. * Mızrak ucuna takılan küçük
bayrak, flama. |
ALEV-GİR |
f. Alevlenmiş. |
ALEV-HİZ |
f. Parlayan, alevlenen. |
ALEVÎ |
Hz. Ali'ye mensub olan. Hz. Ali'ye âit ve müteallik. (Bak: şia) |
ALEV-KEŞ |
f. Alevden fırlayan. |
ALEV-RİZ |
f. Alevlenen, alev saçan. |
ALEYH |
(Aleyhi - Aleyhâ) (Alâ edatının zamirle birleştiği zamanki şekli.)
Aleyhinde, onun hakkında, onun üzerine. |
ALEYHDAR |
Muhalif olan. Aynı fikirde olmayan. Zıt olan. |
ALEYHİM, ALEYHİMA |
Aleyh edatının cemi ve tesniye şekilleri. |
ALEYHİSSALATÜ VESSELAM |
Salât ve Selâm onun üzerine olsun, meâlinde Peygamberimiz Hazret-i
Muhammed'in (A.S.M.) ismini duyunca söylenmesi sünnet olan bir duâdır. |
ALEYKE |
Senin üzerine, sana. |
ALEYKÜM |
Sizin üzerinize, size. |
ALEYKÜM-ÜS SELÂM |
Selâm sizin üzerinize olsun. (Bak: Selâm) |
ALEYNA |
Bizim üzerimize,
bizim hakkımızda. Bize. |
ALFABE |
Fr. Bir lisandaki sesleri gösteren harflerin, belli bir sıraya göre
dizilmiş takımı. * Okuyup yazmayı yeni öğrenecekler için başlangıç kitabı. *
Bir işin başlangıcı. |
ALFABETİK |
Fr. Alfabe sırasına göre dizilmiş. |
ALGI |
(İdrak) İnsanın kendi varlığından veya çevresinden aldığı uyarımların,
zihinde yorumlanması, mânalandırılması. Doğru idrak gibi yanlış idrak da
olabilir. Yanlış idrak göz yanılması yâhut olmıyan bir şeyi görmek şeklinde
olabilir. Dünyayı, idrak sayesinde tanıyoruz. Bir idrakte hem afâki
(objektif, nesnel), hem enfüsi (sübjektif, öznel) unsurlar bulunur. Bu
sebeple idrak, gerçeğin bizzat kendisi değil, gerçeğin bir yorumudur. |
ALGUN |
f. Kırmızı renginde, koyu ve parlak pembe. |
ALH |
Akıl gitmek. * Tembel olmak. |
ALHAN |
Deve kuşunun erkeği. * Karnı çok aç kişi. |
ALHECE |
Demiri ateşte kızdırıp yumuşatmak. |
ÂLİ |
Büyük, yüksek, şerif, celil, aziz olan. |
ALİ |
Üstün. Yüce. Çok büyük. Meşhur. Necib. |
ALİYY-ÜL MURTAZA (R.A.) |
Esedullah, Aliyy-ibni Ebi Talib, Ebutturâb, İmâm-ı Ali isimleri ile de
anılır.Hz. Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) amcası Ebu Tâlib'in oğlu olup Hicretten
yirmiüç yıl önce doğmuş ve Bi'setin ikinci günü daha on yaşında iken imân
etmiş, hiç putlara tapmamıştır. Bunun için mübârek ismi söylendiğinde,
Kerremallâhü Veche diye tâzim edilir. Bütün gazâlarda, din muharebelerinde
çok kahramanlık ve fedâkârlığından dolayı "Esedullâh: Allah'ın aslanı"
nâmını da almıştır. Aşere-i Mübeşşeredendir. Ayetle medhedilmiştir.
Kendinden evvelki üç Halife-i kirâma (R.A.) seve seve biat etmiş, onlara
Şeyh-ül İslâm gibi hizmetlerine iştirak etmiştir. Evliyânın reisidir.
Hicretin kırkıncı yılında şehid edilmiştir. (R.A.) Bu vesile ile onunla
alâkalı bir dersten kısa ve mühim bir kısmı yazıyoruz:(... Hem nakl-i
sahih-i kat'î ile İmam-ı Ali'ye demiş: "Sende Hazret-i İsa (A.S.) gibi iki
kısım insan helâkete gider. Birisi ifrat-ı muhabbet; diğeri, ifrat-ı
adâvetle. Hazret-i İsâ'ya Nasrâni, muhabbetinden hadd-i meşrudan tecavüz ile
hâşâ ibnullâh dediler. Yahudi, adâvetinden tecâvüz ettiler, nübüvvetini ve
kemâlini inkâr ettiler. Senin hakkında da bir kısım, hadd-i meşru'dan
tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir." $ demiş, bir kısmı senin
adâvetinden çok ileri gidecekler; onlar da Havâricdir ve Emevîlerin bir
kısım müfrit taraftarlarıdır ki, onlara Nâsibe denilir.Eğer denilse: Al-i
Beyte muhabbeti Kur'an emrediyor. Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm
çok teşvik etmiş, o muhabbet Şialar için belki bir özür teşkil eder. Çünkü,
ehl-i muhabbet bir derece ehl-i sekirdir. Ne için Şialar, hususan Rafiziler,
o muhabbetten istifâde etmiyorlar? Belki işâret-i nebeviye ile o fart-ı
muhabbetten mahkûmdurlar?"Elcevab: Muhabbet iki kısımdır: Biri; mânâ-yı
harfiyle, yani Resul-ü Ekrem Aleyhhissalâtü Vesselâm hesabına, Cenâb-ı Hak
namına, Hazret-i Ali ile Hasan ve Hüseyin ve Al-i Beyti (R.A.) sevmektir. Şu
muhabbet Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) muhabbetini ziyadeleştirir. Cenab-ı
Hakkın muhabbetine vesile olur. Şu muhabbet meşru'dur, ifratı zarar vermez,
tecâvüz etmez, başkalarının zemmini ve adâvetini iktizâ etmez.İkincisi:
Manâ-yı ismiyle muhabbettir. Yâni: Bizzat onları sever. Hazret-i Peygamber
Aleyhissalâtü Vesselâmı düşünmeden Hazret-i Ali'nin kahramanlıklarını ve
kemâlini; ve Hazret-i Hasan ve Hüseyin'in yüksek faziletlerini düşünür;
sever. Hatta Allah'ı bilmese de, Peygamberi tanımasa da yine onları sever.
Bu sevmek Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın muhabbetine ve Cenab-ı
Hakkın muhabbetine sebebiyyet vermez; hem ifrat olsa, başkaların zemmini ve
adâvetini iktiza eder.İşte işâret-i Nebeviyye ile Hazret-i Ali hakkında
ziyâde muhabbetlerinden Hazret-i Ebu Bekir-i Sıddık ile Hazret-i Ömer'den
teberri ettiklerinden hasârete düşmüşler ve o menfi muhabbet sebeb-i
hasarettir. M.) |
ÂLÎ |
{\rtf1\ansi\deff0\deftab720{\fonttbl{\f0\fnil MS Sans
Serif;}{\f1\froman\fcharset2{\*\fname Symbol;}MT
Symbol;}{\f2\fswiss\fcharset1 MS Sans Serif;}{\f3\fswiss\fcharset1
Arial;}{\f4\fswiss\fcharset1 Arial;}{\f5\froman\fprq2\fcharset162{\*\fname
Times New Roman;}Times New Roman Tur;}{\f6\froman\fprq2 Times New
Roman;}{\f7\fdecor\fprq2 Nur Fontu;}{\f8\fnil\fprq2\fcharset2 Arabic11
BT;}{\f9\fswiss\fprq9\fcharset1 MS Sans
Serif;}{\f10\fswiss\fprq2\fcharset162 System;}{\f11\fswiss\fcharset1 MS Sans
Serif;}} |
|
{\colortbl\red0\green0\blue0;\red255\green0\blue0;\red0\green0\blue255;} |
|
\deflang1055\pard\plain\f2\fs20 \'dcst\'fcn.
Y\'fcce. \'c7ok b\'fcy\'fck. Me\'fehur. Necib. |
|
\par } |
|
|
ÂL-İ ABA |
(Bak: Âl) |
ÂLİ BAHT |
f. Talihli, şanslı, bahtlı. |
ÂL-İ BEYT |
(Bak: Âl) |
ÂLİC |
İki hörgüçlü büyük deve. Yumuşak nesne. * Kırda bir kumlu yer.* Alcân
dedikleri otu yiyen deve. |
ÂLİCAH |
(Ali-câh) f. Mevkii yüksek. Yüce mevkide bulunan. |
ÂLİ-CENAB |
f. İyilik sahibi, yüksek ahlâklı. Cömerd. Büyük zat. |
ÂLİ-D-DERECAT |
Derecelerin âlisi, iyi ve şereflisi.ALİF : Yem torbası. |
ÂLİ-FITRAT |
Yüksek fıtratta olan. |
ÂLİH |
Deve kuşunun dişisi. * Hafif mizaçlı. |
ÂLİH |
(C.: Alihât) Mabud; tapınılan, ibadet edilen şey. |
ÂLİHE |
(İlah. C.) Bâtıl ilâhlar. (Bak: İlâhe) |
ÂLİ-HİMMET |
Himmeti yüksek. Gayreti çok. |
ALÎK |
Hayvana bir defada verilen yem. * Asılan torba. |
ALÎK-ÜD-DEVÂB |
Yem torbası. |
ALİKA |
İçine birşey koyacak torba. * Yem. |
ÂLİ-KADR |
Çok takdir edilen. Yüksek değer sahibi. Kadr ü kıymeti yüksek. * Meşhur
bir çeşit lale. |
ALÎL |
Hasta. İlletli.(Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun
reçetesi; ittiba-ı Kur'andır. M.) |
ÂLİM |
Bilen, bilgili. * Çok şey bilen. * Çok okumuş, bilgiç. * İlim ile
uğraşan. Hoca.(Âlim-i mürşid, koyun olmalı; kuş olmamalı. Koyun, kuzusuna
süt; kuş, yavrusuna kay verir. M.) |
ALÎM |
Bilen. İlmi, ebedi ve ezeli olan Cenab-ı Hak. (Kur'an-ı Kerim'de bu
isim 126 kerre zikredilir.) |
ALİM |
Üzüntülü, kederli, ıztırab çeken. |
ÂLİ-MAKAM |
Makamı yüksek, yeri yüksek. |
ALÎM-ALLAH |
Allah en iyi ve en çok bilendir (meâlinde.) |
ALİM-ALLAH |
Allah bilir (meâlinde yemin.) |
ÂLİMAN |
f. (Alim. C.) Alimler. |
ÂLİMÂNE |
f. Alimlere yakışır surette. Bilenlere yakışır şekilde. |
ÂLÎ-MEKAN |
Makamı, yeri, derecesi yüksek olan. |
ÂLİM-ÜL-GAYB VE-Ş-ŞEHÂDE |
Görüleni ve
görülmeyeni bilen. Allah. |
ALÎN |
Aleni, açık. |
ÂLÎ-ŞAN |
şan ve şerefi yüksek olan. * Meşhur bir cins lâle. |
ÂLÎ-TEBAR |
f. Sülâlesi temiz ve soyu yüce olan. |
ALİVRE |
Elde edildiği vakit teslim edilmek üzere, bir mahsul üzerine önceden
yapılan satış. |
ÂLİYE |
Yüksek, yüce. Şerif ve aziz olan. * Necid ve Hicaz ülkesi. * (C.:
Avali) Süngü başı. |
ALİYY |
Necip, büyük, yüksek, meşhur, namdar, ünlü. |
ÂLİYYE |
Âlete mensup. Âletle alâkalı. * (C.: Alâyâ) Yemin etmek. |
ALİYY-ÜL A'LA |
En üstün, birincilerin birincisi. En yüksek. Pek iyi. |
ÂLÎZ |
f. Alihten $ veya Aliziden fiilinden emirdir. İsm-i fâili Alizende
Türkçedeki mânası: Zayıf, cılız. * Farsçada: Hayvanın ürküp sıçraması, çifte
atması, huysuzluk edip sıçramasına denir. |
ALİZARİN |
Fr. Eskiden kök boyası denilen bitkiden çıkarılırken, şimdi kimya
usulleriyle hazırlanan boya maddesi. |
ALİZE |
Fr. Tropikal bölge denizlerinde sürekli olarak esen rüzgârın adı. |
ALİZENDE |
f. Çifteli at. |
ALKAM |
Acı salatalık, hıyar. |
ALKAME |
Acılık, acı tat. Acı hıyar. |
ALKIŞ |
Tar: Padişahlarla vezirlerin kadirlerini yükseltmek maksadıyla yapılan
merasim hakkında kullanılan bir tabir. |
ALKOL |
Fr. Mayalanmış içkilerin damıtılmasıyla elde edilen sıvı madde. Sarhoş
edici etkisi vardır. Alkollü içkiler hem beden sağlığına, hem de ruh
sağlığına zararlıdır. Dinimizde her türlü alkollü içkinin azı da çoğu da
haramdır. |
ALLAF |
Yulaf satan kimse. |
ALLAH |
İnsanı, dünyayı, kâinatı, görülen veya görülemiyen bütün varlıkların
yaratıcısı. Allah ezelidir; yani varlığının başlangıcı yoktur, çünki
yaratılmamıştır ve varlığı devamlıdır, sonsuzdur. Hiç bir şey yokken o yine
vardı. Allah'ın ilmi, kudreti ve iradesi ve diğer sıfatları da sonsuzdur. O
herşeyi ve hepimizi her an bilir ve görür. Allah'ı doğru olarak bilmek için
ondört sıfatını doğru ve tam anlamıyla bilmek lâzımdır. Allah ismi bu
sıfatları da kapsar. Allah'ın müslümanlarca zikredilen 99 ismi vardır. Bu
isimler, O'nu doğru olarak bilmemiz, Allah'ı daha iyi anlamamıza yardımcı
olur. Allah'a Tanrı demek çok yanlıştır. Allah isminin mânasını ifade eden
başka bir kelime hiç bir dilde yoktur. Tanrı sözü müslümanlıktan önceki
Türklerin şamanizm denilen batıl dinlerinde güneş ilâhı manasına gelen
Tengri sözünün bugünkü dilde aldığı şeklidir.(Bütün Esmâ-i Hüsna'nın ifâde
ettiği mânalar ile bütün sıfât-ı kemâliyeye Lâfza-i Celâl olan "Allah",
bil'iltizam delâlet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmalarına delâlet
eder. Sıfatlara delâletleri yoktur. Çünki: Sıfatlar, müsemmalarına cüz
olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen
ve ne iltizâmen sıfatlara delâletleri yoktur. Amma Lâfza-i Celâl
bil-mutâbakat Zât-ı Akdese delâlet eder. Zât-ı Akdes ile sıfât-ı kemaliyye
arasında lüzum-u beyyin olduğundan, sıfatlara da bil-iltizam delâlet der. Ve
kezâ Uluhiyet ünvanı Sıfât-ı kemâliyyeyi istilzam etmesi ism-i has olan
"Allah"ın da o sıfâtı istilzam ettiğini istilzam ediyor. Ve kezâ, "Allah"
kelimesi de, nefiyden sonra sıfatlar ile beraber düşünülür. Binâenaleyh, "Lâ
İlâhe İllallah" kelâmı, Esmâ-i Hüsnânın adedince kelâmları tazammun ediyor.
Bu itibarla, şu Kelime-i Tevhid kelâmı delâlet ettiği sıfatlar itibariyle
bir kelâm iken bin kelâm oluyor. M.N.) |
ALLAHÜ A'LEM Bİ-S-SAVAB |
Allah daha iyi bilir. Allah doğrusunu en iyi bilir. |
ALLAK |
Sakızcı. |
ALLAK |
Sözünde durmaz. * Hilekâr, kendisine güvenilmesi doğru olmayan. |
ALLÂM |
En çok bilen, her şeyi hakkı ile bilen. (Cenâb-ı Hakka mahsus bir sıfat
olup, başka mahluka denemez.) |
ALLÂM-ÜL GUYUB |
Esma-i Hüsnadandır. Bütün gaybları, geçmişi, geleceği, hazırda
olmayanı, dünyadakileri, âhirettekileri ve her şeyi bilen Cenab-ı Hak. |
ALLÂME |
Çok büyük alim. Meşhur olmuş büyük mütefekkir. Her ilimde ihtisas
sahibi. |
ALLÂME-İ KÜLL |
Bir şeyin ilmine vâkıf olan. Bir hususda ihtisas sahibi olan. |
ALLET |
Kişinin, avreti üstüne aldığı ikinci avret. * Üvey ana. |
ALLÜSİNASYON |
Fr. (Bak: Hallüsinasyon) |
ALMAN |
Almanyalı, Cermen. |
ALMANAK |
Fr. Kitab biçiminde bir çeşit takvimdir. Senenin bölümlerinden başka
bayram, yıldönümü gibi muayyen günleri gösterir; ayrıca astronomi,
meteoroloji, istatistik bilgiler de verir. |
ALOTROPİ |
Kimya bakımından bir değişiklik olmadığı halde bir cismin ayrı
hususiyetler göstermesi hali. Meselâ : Kırmızı ve beyaz fosfor arasında,
birleşim farkı yoktur. Buna rağmen renklerinin ayrı oluşu bir alotropi
halidir. |
ALPAKA |
Güney Amerika'da yaşayan ve büyüklüğü keçi ile deve arasında olan bir
hayvan. * Bu hayvanın kılından mamul bir cins ince yünlü kumaş. |
ALS |
Karıştırmak. |
ALTBİLİNÇ |
(Bak: Şuuraltı) |
ALTAYS |
Düz, berrak, kaypak nesne. |
ALTIN KOZAK |
Padişahlar tarafından yabancı hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunun
konulduğu muhafaza. |
ALTIPATLAR |
Revolver denilen mükerrer ateşli, altı mermi alan tabanca. |
ALU |
f. Erik, şeftali. * Tuğla fırını. |
ALU-BÂLU |
f. Vişne. |
ALU-YU BUHARA |
Türkistan eriği. |
ALUD |
(Alude) f. Karışmış, karışık, mülevves. Bulaşmış. |
ALUDE-DÂMÂN |
f. Eteği bulaşık, iffetsiz kadın. |
ALUDE-GÂN |
f. (Alude. C.) Suçlular, kabahatliler. Bulaşıklar, bulaşmışlar. |
ALUDE-GÎ |
f. Dalmış, garkolmuş. Bulaşıklık. |
ALUFE |
(Ulüf. C.) Hayvan yemi. |
ALU-GÜRDE |
f. Caneriği. |
ALUK |
Arzu. * Kendi yavrusundan başka yavruyu emzirmek isteyip yine burnuyla
koklayıp emzirmeyen deve. * Devenin otladığı ot. * Süt. |
ALUS |
f. Naz veya kırgınlık sebebiyle göz ucuyla bakmak. |
ALUSÎ |
f. Nazlanarak göz ucu ile bakan kimse. |
ALÜFTE |
f. Muhabbet ve sevgiden deli gibi. * Alışık, nâmus perdesi yırtık,
iffetsiz kadın. Fâhişe. |
ALÜFTE-GÂN |
f. (Alüfte. C.) Nâmus perdesi yırtık kadınlar. Fâhişeler. |
ALÜGDE |
f. Saldırıcı, şiddetle saldıran. |
ALÜVYON |
Nehirlerin sürükleyerek taşıdığı toprak. |
ALYA |
Yüksek yer, yükseklik. * Gökyüzü. |
ALYAN |
Uzun, iri yarı kimse. |
ALYE |
Fakirlik. |
ALYUVAR |
(Bak: Küreyvât-ı hamra) |
ALZ |
(C.: Alzât) Sabırsızlık. * Hastaya ârız olan titremek. * Hafiflik. *
Acele |
AMA' |
Dağbaşlarında olan duman. |
A'MA |
Kör. Gözü görmeyen. * Manevi körlük, cahillik, bilgisizlik. * Yağmur
bulutları. |
A'MÂ-İ ELVAN |
Tıb: Renk körlüğü, renkleri ayırt edememe hastalığı. Akromatopsi. |
ÂMÂÇ |
f. Saban demiri. * Hedef, nişan tahtası. |
ÂMÂÇ-GÂH |
f. Nişan atılan yer, nişan yeri. Hedef mahalli. |
ÂMÂDE |
f. Hazırlanmış, hazır. |
ÂMÂDE-GÎ |
f. Hazırlık, âmâdelik. |
AMAH |
f. Şiş, kabarcık. |
AMÂİM |
Dağınık cemaat. |
AMÂİM |
(İmâme. C.) Sarıklar, imâmeler. |
AMÂİR |
(Amâyir) (İmâret. C.) İmâretler. Mâmur etmeler. * Sâlih fakirlerin veya
kendisini idare edemiyen veya çalışamıyan talebe-i ulumun, fukarâ-i
sâlihînin iâşesinin te'min edilmeleri. |
AMÂİR-İ HAYRİYYE |
Hayır ve hayrat müesseseleri. |
AMAK |
(Maak ve Mauk. C.) Göz pınarları. |
A'MAK |
(Umk. C.) Derinlikler. |
A'MAK-I HAFA |
Gizlilik derinlikleri. |
A'MAK-I ZEMİN |
Zeminin derinlikleri. |
AMAKA |
Derinlik. * Iraklık. |
A'MAL |
(Amel. C.) Ameller. İşler. Yapılan hayırlar. |
A'MÂL-İ BEŞERİYE |
İnsanların amelleri, iş ve hareketleri. |
A'MÂL-İ ERBAA |
Mat: Dört işlem. (Toplama, çıkarma, çarpma, bölme.) |
A'MÂL-İ HASENE |
Güzel amel. Sevablı ve hayırlı ameller. (Bak: Amel-i sâlih) |
A'MÂL-İ SÂLİHA |
Allah'ın rızasına uygun, iyi ve hayırlı işler.( $) Kur'an: Sâlihatı
mutlak, mübhem bırakıyor... Çünki ahlâk ve faziletler, hüsn ve hayr çoğu
nisbîdirler... Nev'den nev'e geçtikçe değişir... Sınıftan sınıfa nâzil
oldukça ayrılır... Mahalden mahale tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet
muhtelif olsa, muhtelif olur. Fertten cemaate, şahıstan millete çıktıkça
mahiyeti değişir.Meselâ: Cesaret, sehavet; erkekte: gayret, hamiyet,
muavenete sebeptir.Karıda: Nüşuze, vekahete, zevc hakkına tecavüze sebep
olabilir... Meselâ: Zaifin kaviye karşı izzet-i nefsi, kavide tekebbür olur.
Kavinin zaife karşı tevazuu zaifte tezellül olur. Meselâ: Bir ulü-l emir,
makamındaki ciddiyeti vekar; mahviyeti zillettir. Hânesinde ciddiyeti kibir;
mahviyeti tevazudur.Meselâ: Tertib-i mukaddematta tefviz, tembelliktir...
Terettüb-ü neticede, tevekküldür... Semere-i sa'yine, kısmetine rıza
kanaattır. Meyl-i sa'yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa
dun-himmetliktir.Meselâ: Ferd mütekellim-i vahde olsa müsamahası,
fedakârlığı, amel-i sâlihtir... Mütekellim-i maal-gayr olsa, hıyanet
olur...Meselâ: Bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder, tefahur edemez.
Millet nâmına tefâhur eder, hazm-ı nefs edemez... Herbirinde birer misâl
gördün, istinbat et.Madem ki, Kur'an bütün tabakata bütün a'sarda, kâffe-i
ahvâlde şâmil bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî hüsn, hayr çoktur...
Sâlihattaki ıtlakı, beliğane bir icaz-ı mutnebdir. Beyanda sükutu, geniş bir
sözdür. Sünuhat) |
A'MÂL-İ UHREVİYE |
Ahirete ait iş, hareket ve ibadetler.(Bu dünya, dâr-ül-hikmettir,
dâr-ül-hizmettir; dâr-ül-ücret ve mükâfat değil. Buradaki a'mâl ve
hizmetlerin ücretleri Berzahta ve Ahirettedir. Buradaki a'mâl, Berzahta ve
Ahirette meyve verir. Madem hakikat budur, a'mâl-i uhreviyyeye ait
neticeleri dünyada istememek gerektir. Verilse de, memnunane değil,
mahzunâne kabul etmek lâzımdır. Çünki: Cennet'in meyveleri gibi, kopardıkça
yerine aynı gelmek sırrıyla, bâki hükmünde olan amel-i uhrevi meyvesini, bu
dünyada fâni bir surette yemek, kâr-ı akıl değildir. Bâki bir lâmbayı bir
dakika yaşayacak ve sönecek bir lâmba ile mübadele etmek gibidir. M.) |
ÂMÂL |
(Emel. C.) Emeller. Arzular. Gayeler. Dilekler. İstekler. |
ÂMÂL-İ MA'SUMÂNE |
Masumcasına emeller, arzular. |
ÂMÂL-İ SERMEDÎ |
Sermediyete âit arzu ve emeller. Cennete, ebediyyete dâir dilek ve
temenniler. |
ÂMÂL-İ UHREVİYE |
Ahirete ait emeller, ümitler ve istekler. |
AMALİKA |
Çok eskiden Sina yarımadasında yaşadıkları sanılan ve gariplikleriyle
şöhrete erişen bir kavim. |
A'MAM |
(Amm. C.) Amcalar. |
AMAME |
Sarık. Ammâme. Başa sarılan ve sünnet-i seniyye olan kisve. (Bak:
İmâme) |
AMAN |
(Emân) Emniyet. İmdat. Yardım dileği. Afv, ricâ, niyâz. * Sabırsızlıkla
hiddet ve infiâl ifâdesi. * Tenbih, sakındırma. |
AMAN-NAME |
f. Bir şahsa iltimas yapması için, başka bir kimseye hitaben yazılan
pusula, yazı. |
A'MAR |
(Ömr. C.) Ömürler, yaşayışlar. * Mes'ut hayat. Hoşa gidecek garib ve
tuhaf şeyler. * Sinler, yaşlar. |
AMARE |
(C.: İmâr) Fes gibi başa giyilen nesne. |
AMAR(E) |
f. Hesap. * Araştırma. * Tıb: Karında su toplanma hastalığı. |
AMARE-GİR |
f. Hesap işleriyle uğraşan kişi. Muhasebeci. |
AMARİYYE |
Deveye konulan mıhfe. |
AMAS |
şiddetli harp. * Zahmet, meşakkat. |
AMAS |
f. İnsan vücudunda meydana gelen sis ve kabarcık. |
AMASE |
şiddet. * Zulmet. |
AMATÖR |
Fr. Bir işi para kazanma maksadıyla değil de, zevk için yapan kimse. |
AMAY |
f. Süsleyen, dolduran mânasına gelir ve kelimelere eklenerek
kullanılır. |
AMAZON |
Milattan önce yaşamış İskitlerin kadın askerlerine verilen isim.
Göğüslerini dağlatarak küçükten harbe alıştırılan bu İskit kadınlarının
şiddetli muharebeler yaptıkları yazılıdır. * Güney Amerika'da büyük bir
nehir adı.(Evet nasıl ki tarihlerde eski zamanlarda "Amazonlar" nâmında
gayet silâhşör kadınlardan mürekkeb bir tâife-i askeriye olarak harika
harpler yaptıkları naklediliyor... Aynen öyle de bu zamanda zındıka dalâleti
İslâmiyete karşı muharebesinde nefs-i emmarenin plâniyle şeytan kumandasına
verilen fırkalardan en dehşetlisi, yarım çıplak hanımlardır ki; açık bacağı
ile dehşetli bıçaklarla ehl-i imâna taarruz edip saldırıyorlar. Nikâh yolunu
kapamağa, fuhuşhane yolunu genişlettirmeğe çalışarak çokların nefislerini
birden esir edip kalb ve ruhlarını kebâir ile yaralıyorlar. Belki o
kalblerden bir kısmını öldürüyorlar. G.R.) |
AMBALAJ |
Fr. Eşyayı taşınabilir bir hale koymak için sarma veya sandığa
yerleştirme işi. |
AMBARGO |
Bir para veya malın kullanılması veya başka bir yere götürülmesi ya da
bir geminin bulunduğu limandan ayrılması yasağı. |
AMD |
Niyet, kasıt, istek, arzu. * Direk koymak. |
AMDEN |
Kasten, bile bile. İsteyerek. |
AME |
f. Divit, yazı hokkası. |
AME |
Tereddüt. * Tenbellik. |
AMED |
Sütunlar. * Birşeye devam üzere olma. * Mülâzemet etme. |
ÂMED |
f. (Mâzi fiili olup mastar gibi kullanılır). Gelmek, geliş, vürud
eyleme. |
ÂMED Ü REFT |
Geliş-gidiş. |
ÂMEDE |
Gelmiş. Vürud eylemiş. |
ÂMEDE-GÛ |
f. Hazırcevap. Düşünmeden hemen güzel söz söyleyen kimse. |
ÂMEDÎ |
f. Geliş. |
ÂMEDİYE |
f. Gümrük vergisi. |
ÂMED Ü ŞÜD |
Varıp gelme. Gidiş geliş; geldi gitti. |
AMEH |
Basiretsizlik. Tahayyür, tereddüt. Doğru ciheti bilmemek. |
AMEL |
İş. Çalışma. Bir emri veya vazifeyi yerine getirme. * Kâr, iş işleme. *
Dini bir emri yerine getirme, tatbik etme. İtaat. İbâdet. |
AMEL-İ KALİL |
Amel-i kesirden az olan hareket. Bir rek'atta bir uzuvla yapılan ve
namazdan sayılmayan bir hareket veya ardı ardına yapılan üçten az hareket. |
AMEL-İ KESİR |
Namaz içinde ve namazdan sayılmayan ve bir uzuvla ardı ardına yapılan
üç hareket veya iki uzuvla yapılan bir hareket; bu hareket namazı bozar. |
AMEL-İ SÂLİH |
Allah rızâsına uyan hayırlı amel. Günahlardan uzak olan iş, fiil. Maddi
veya mânevi hukuk-u ibâdı ifâ etmek.(Bugünlerde Kur'an-ı Hakîm'in nazarında,
İmandan sonra en ziyade esas tutulan takvâ ve amel-i sâlih esaslarını
düşündüm. Takvâ, menhiyyattan ve günahlardan ictinab etmek ve amel-i sâlih,
emir dâiresinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i
nef'a râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve cazibedâr hevesat
zamanında bu takvâ olan, def-i mefasid ve terk-i kebâir üss-ül esas olup,
büyük bir rüchaniyyet kesbetmiş. Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan
dehşetlendiği için, takvâ, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzlarını
yapan, kebireleri işlemiyen kurtulur. Böyle kebâir-i azime içinde amel-i
sâlihin ihlasla muvaffakiyyeti pek azdır. Hem az bir amel-i sâlih bu ağır
şerait içinde çok hükmündedir. Hem takvâ içinde bir nevi amel-i sâlih var.
Çünkü, bir haramın terki vacibdir. Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere
mukabil sevabı var.Takva; böyle zamanlarda, binler günahın tehacümünde bir
tek ictinab, az bir amelle, yüzler günah terkinde, yüzer vacib işlenmiş
oluyor. Bu ehemmiyetli nokta; niyetiyle, takvâ namıyla ve günahtan kaçınmak
kasdıyla menfî ibâdetten gelen ehemmiyetli a'mâl-i sâlihadır... K.) |
AMEL-İ TÂLİH |
Yaramaz iş, makbul olmayan amel. |
AMEL-İ UHREVÎ |
Âhirete ait amel. (Ey nefis! Az bir ömürde hadsiz bir amel-i uhrevi
istersen ve herbir dakika-i ömrünü bir ömür kadar faideli görmek istersen ve
âdetini ibadete ve gafletini huzura kalbetmeyi seversen, Sünnet-i Seniyyeye
ittiba et. Çünki: Bir muamele-i şer'iyyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir
nevi huzur veriyor. Bir nevi ibadet oluyor. Uhrevi çok meyveler veriyor.
Meselâ: Bir şey'i satın aldın. İcab ve kabul-ü şer'iyyeyi tatbik ettiğin
dakikada, o âdi alışverişin bir ibadet hükmünü alır. O tahattur-u hükm-ü
şer'i, bir tasavvur-u vahiy verir. O dahi,şarii düşünmekle bir teveccüh-ü
ilâhi verir. O dahi, bir huzur verir. Demek Sünnet-i Seniyyeye tatbik-i amel
etmekle bu fâni ömür, bâki meyveler verecek bir hayat-ı ebediyyeye medar
olacak olan faideler elde edilir. S.) |
AMELE |
(Âmil. C.) Âmiller. Amel edenler. * Irgat, işçi. |
AMELEHU |
"Tarafından yapıldı." mânâsına gelir ve bir sanat eserinde san'atkârın
imzasından önce yazılır. |
AMELEN |
Bilfiil, işleyerek, fiilen, çalışarak. |
AMELÎ |
(Ameliyye) Amele mensup ve müteallik olan. Fiil olarak. İşlemek
suretiyle. Pratik. Tecrübeli. |
AMELİYYAT |
Ameller. işler. * Bir bilginin iş olarak tatbiki. * Tıb: Operatörlük.
Cerrahlık. |
AMELLES |
Kuvvetli adam. * Kurt. * Yavuz, çirkin at. |
AMELLET |
Sağlam, muhkem, katı nesne. |
AMELMANDE |
f. İş yapmaz hâle gelmiş olan. Muattal. Battal. Çok yaşlı. Sakat veya
hasta olup çalışamaz hâle gelmiş olan. |
AMELNÜVİS |
f. Kasların çalışmasındaki değişiklikleri işaretleyen âlet. |
AMEN |
Bir yerde mukim olmak, ikamet etmek. |
ÂMEN |
Çok veya en emin ve güvenilir. |
ÂMENNA |
İnandık, öylece kabul ederiz, ona diyecek yok (meâlindedir.) |
ÂMENTÜ |
"İmân ettim" demek olup Ehl-i Sünnet Mezhebi olan mü'minlerin iman
esaslarını kısaca toplayan ifâdenin has ismidir. |
AMER |
(Amr, ömr, imâret) Muammer eylemek. Çok zaman yaşayıp kalmak. Muammer
olmak. |
A'MER |
Yaşlı kişi. İhtiyar. |
AMEŞ |
Gözü zayıf olan, gözü yaşlanıp durmadan akan. |
A'MEŞ |
Gözünün yaşı durmayıp akan. * Tomlaç gözlü. |
AMEYSEL |
Arslan. * Şişman, büyük deve. * Kaftanını yere sürüyerek gezen tembel
kimse. * Uzun kuyruklu geyik. * Enli nesne. * Kerim, şerif nesne. |
AMİ |
Senevî, yıllık. * Avamca. İleri gelenden olmayan. Câhil. Havassa âit
olmayan. Avama âit ve müteallik. |
ÂMİD |
Diyarbakır'ın önceki adı. |
AMİD |
Çok hasta. * Aşk hastası. * Başlıca nokta. * Önder, şef, komutan.
Rehber. * Haraç alan kimse. |
A'MİDE |
(Amud. C.) Direkler. Temeller. Sütunlar. * Mc: Büyük kimseler.
Büyükler. |
AMİG(E) |
f. Karışık. * Hakikat. * Mc: Çiftleşme. |
AMİH |
Şaşkın, şaşırmış, şaşakalmış. |
AMİHTE |
f. Karışmış, karışık. |
AMİHTE-GÎ |
f. Karışmış olma. |
AMİJE |
f. Şair. * Karışmış, karışık. |
AMİK |
Hicaz vilâyetinde ulu bir ağaç. |
AMİK(A) |
Dibi çok aşağıda, derin. * Mc: İnceden inceye pek ziyade araştırma ve
düşünceden sonra anlaşılabilen derin ve ince mes'ele. |
AMİL |
Arzusu, isteği olan. |
ÂMİL |
Yapan. İşleyen. *Sebep. * Vergi tahsiline memur kimse. * Mütevelli. *
Vâli. *Gr: İraba te'sir eden yüz şeyden altmışı. (Yalnız ismi mecrur
yapanlar yirmi adettir). |
ÂMİLE |
(C.: Avâmil) (Amel. den) Bacak, ayak. |
ÂMİLETÂN |
İki ayak, çift bacak. |
AMÎM |
Herkese mahsus. Umuma âit. * (C.: Umem) Tam, tamam. |
AMÎM-ÜL İHSAN |
Bağışı, bahşişi, ihsanı bol ve umumi olan. |
AMİN |
Yâ Rabbi! Öyle olsun, kabul eyle! (meâlinde olup, duânın sonunda
söylenir). İncil'de iki yerde geçer. Tevrat'ta da geçer. İbranice ve
Süryanicede de vardır. Hakikat, çok doğru, tamam mânâsındadır. |
AMİN |
Kim. Hususiyetleri ve yapıları bakımından amonyaka benzeyen kimyevi
maddelerin cins adı. |
AMİN |
İlerlemeyen. Yerinde sâbit ikamet eden. |
ÂMİN |
(Emn. den) Gönlü müsterih, kalbinde korku bulunmayan. * Emniyet ver. |
AMİN ALAYI |
Eskiden çocukların ilk okula başladığı gün yapılan merasim. |
ÂMİNE |
Emin olan. Kalbinde korku olmayan kadın. * Peygamberimiz Hazret-i
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın öz annesinin adı. Yirmi sene yaşamıştır.
Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın dini üzere idi. (R. Aleyha) |
AMİNEN |
Emniyet ve huzur içinde, selâmetle, emin olarak. Sağlam olarak. |
AMİN-HAN |
(C.: Aminhânân) f. Amin diyen. |
AMİR |
Şen, mamur. |
AMİR |
Mâmur eden, harâbelikten kurtaran, şenlendiren. * İmâr olunmuş. *
Devlete âit, mirî. |
ÂMİR(E) |
Büyük me'mur. Emreden, iş gösteren. * Huk: Bir kimseyi öldürmek veya
bir uzvunu kesmek ve sakatlamak tehdidiyle bir filli yapmaya veya yapmamaya
zorlayan ve bu tehdidi yapmaya muktedir olan kimse. (Bak: İhcâc) |
ÂMİR-İ MUTLAK |
Kayıtsız şartsız herşeye hâkim olan. |
ÂMİR-İ MÜSTAKİL |
Hiç kimseye bağlı olmayan ve istiklâl sahibi olan âmir, kumandan. |
ÂMİR-İ VİCDANÎ |
Vicdana emreden, vicdanı çalıştıran. |
AMİRAL |
Emir-ül bahr, Emir-ül-mâ. Bahriye kumandanı, kaptan. Deniz generali. |
ÂMİRANE |
f. Emredercesine. Amir imiş gibi. * Emreden büyük kimseye yakışır
şekilde. |
ÂMİRİYYET |
Kumandanlık hâli. * Amir, emredici olmak.(Evet, bu kâinata geniş bir
dikkat ile bakan; kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket,
belki idâresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde
görür, her şeyi ve her nev'i birer vazife ile musahharâne meşgul bulur. $
âyetinin askerlik mânasını ihsas eden temsiline göre: Zerrât ordusundan ve
nebatât fırkalarından ve hayvanât taburlarından, tâ yıldızlar ordusuna kadar
olan Cünud-u Rabbaniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde
hâkimâne tekvini emirlerin, âmirane hükümlerin, şâhâne kanunların
cereyanları, bedâhetle bir Hâkimiyet-i Mutlakanın ve bir âmiriyet-i
külliyenin vücuduna delâlet ederler. ş.) |
ÂMİRZİŞ |
f. Allah'ın afvetmesi, bağışlaması. * Bağışlama, afvetme. |
ÂMİRZ-KÂR |
f. Bağışlayan, affeden Allah. * Affeden, bağışlayan. |
AMİS |
Sirkeyle ıslanmış çiğ et. |
AMİT |
Yünü, üstüne yumak edip sarmak. |
AMİT |
(C.: Amâmit) Zarif, çeri, değerli kimse. |
ÂMİYANE |
f. Âdice. Bayağıca. Cahillere yakışır surette. |
ÂMİYY |
Avama ait, avamca. |
ÂMİZ(E) |
f. Karışık, karışmış. (Âmihten) $ mastarından imtizaç etmek,
karıştırmak mânasındadır. |
ÂMİZE-MU(Y) |
f. Saçı sakalı kırlaşmış olan adam. Kır sakallı kimse. |
ÂMİZE-MUYÎ |
f. Kır saçlı ve kır sakallı kimse. |
ÂMİZ-GÂR |
f. Uygun, münâsib, yaraşır. |
ÂMİZİŞ |
f. Uysallık, imtizaç, uyuşma. |
AMM |
Amca. Babanın kardeşi. * Çok cemaat. |
ÂMM |
Herkese âit. Umuma âit. Hususi ve bazılara mahsus olmayan. Umumi. |
ÂMM LÂFIZLAR |
Aynı cinsin birçok fertlerine birden delâlet eden lâfızdır. "Kavil,
cemaat, nisa" lâfızları gibi. |
AMMA |
(Bak: Emmâ) |
AMMAL |
Yapıcılar. *
Devleti idare eden adamlar. |
AMMAN |
Şam diyârında Belka şehrinin adı. |
AMMAR |
Bayındırlaştıran, imar eden. |
AMMAT |
(Amm. C.) Amcalar. |
ÂMME |
Tülbent sargı. * Su içinde üstüne binip yüzülen şişirilmiş tulum. *
Umumi. Herkese ait. |
AMME |
Hala, babanın kız kardeşi. |
ÂMME |
Baş yarığı, insanın beynine kadar ulaşan baştaki yara. |
AMME |
$ den müteşekkil suâl cümlesi. Neden, nelerden, neyi?... meâlindedir. |
AMME NEVALÜHÜ |
"Cenâb-ı Hakkın lütuf ve ihsanı herkese veya herşeye şâmildir."
meâlinde. |
AMMERED |
Her şeyin uzunu. * Yaramaz huylu. * Belâ ve meşakkat. |
AMMETEN |
Umumi olarak, herkese ait olarak, genel tarzda. |
AMMURİYYE |
Ankara şehri. Türkiye'nin başkenti. |
AMMUS |
Güçlü ve kuvvetli kişi. |
AMNEZİ |
Psk. Hafıza kaybı, erken bunama, ihtiyarlık bunaması, histeri, beynin
zedelenmesi gibi hâllerde meydana gelir. Hafıza kaybı kısmî veya umumi
(genel) olabilir. Hasta, belli bir olaydan öncekini (retrofrat), yahut
sonrakini (anterofrat) hiç hatırlamaz, yahut tamamen hafızasını kaybeder. |
AMORTİSÖR |
Fr. Otomobillerde veya diğer makinelerde sarsıntı, gürültü gibi şeyleri
hafifletmeğe yarayan tertibat. |
AMPER |
Fr. Elektrik akımında şiddet birimi. |
AMPERMETRE |
Fr. Elektrik akımının şiddetini ölçmeye yarayan âlet. |
AMPİRİZM |
Fls. (Deneyci felsefe) Her çeşit bilginin kaynağının duyu organlarının
kullanılması sonucu kazanılan tecrübe olduğunu, duyu organlarının
kullanılmadan hiçbir bilginin akılda yer alamıyacağını savunan felsefe.
Akılcı felsefe gibi bu felsefenin de aşırı iddiasının yanlışlığını, tenkitçi
felsefe ve psikoloji göstermiştir. Bilgi için ne sadece tecrübe, ne de
düşünme gücü (akıl) yeterlidir. |
AMPUL |
Fr. İçinde elektrik akımı yardımıyla ışık vermeye yarayan bir iletken
bulunan, havası boşaltılmış olan cam şişe. * İçinde sıvı ilâç bulunan, ağzı
kızdırılarak kapatılmış küçük şişe. |
AMR |
Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan umumi
isimlerden birisi. (Bak: Zeyd-Amer) |
AMR İBN-ÜL-AS (R.A.) |
Sahabe olup kumandanlıklarda ve valilikte bulunmuştur. Çok zeki ve
belâgatlı bir zât olduğu söylenir. Vefatı (Hi: 43) tür. |
AMRUS |
(C.: Amâris) Kuzu. * Çok yürütmek istediklerinde yürümeyen davar. |
AMRUT |
(C.: Amârit) Hırsız. |
AMS |
Eskiyip mahvolmak. * Bilirken bilmezlikten gelme. |
AMŞUŞ |
Üzerinden üzümü alınmış üzüm salkımı. |
AMUC |
Eğri giden ok. |
AMUCAZADE |
f. Amca oğlu. |
AMUD |
Dik, dikine. Sütun, direk. |
AMUD-ÜL FECR |
Sabah yeri ağarıp uzama. |
AMUD-U NURANÎ |
Nurdan sütun, nurlu sütun. |
AMUDE |
f. Dizi, dizilmiş. |
AMUDEN |
Dik olarak, dikine. Dik surette. |
AMUDÎ |
Yukarıdan aşağıya dikey olarak. Direk gibi yukarıdan aşağıya düz ve
şakulünde olarak. |
AMUG |
f. Uzun boylu adam. * Ciddiyet, vakar. |
AMUHTE |
f. Öğrenmiş. |
AMUHTE-GÂH |
f. Muallimler, öğretmenler. |
AMÛMET |
Amcalık. |
AMÛR |
İki diş arasında olan et. |
AMUR |
(C.: Âmar) Bekâ mânâsına. Ömür. Her kişinin hayât müddeti. |
AMUS |
Karanlık. |
AMUT |
Bir kimsenin peşinden ayıbını söylemek. |
AMÛT |
f. Yalçın kayalarda ve yüksek yerlerde yapılmış olan kuş yuvası. |
AMUZ |
f. Öğretmek mastarının emir kökü. |
AMUZKÂRÎ |
(Amuzgârî) Öğretmenlik, öğreticilik, muallimlik. |
AMUZENDE |
f. Talebe, öğrenci. * Muallim, öğretmen. Öğreten. |
AMUZİŞ |
f. Öğrenme. * Öğretme, tedrisat. |
AMUZKÂR |
(Amuzgâr) f. Muallim. Öğretici. |
AMÜRG |
f. Fayda, menfaat, kâr. * Kader, kıymet. * Zahire, meyve. * Esas,
hülâsa, özet. * Bir mikdar. |
AMÜRZ |
f. Afveden, bağışlayıcı. |
AMÜRZENDE |
f. Bağışlayan, afveden. |
AMÜRZGÂR |
f. Affeden, bağışlayan. Günahları bağışlayan Allah. |
AMÜRZİŞ |
f. Bağışlayış, afvediş. |
AMYÂ |
(Müe.) Kör, a'ma. |
AMYANT |
Kolayca bükülebilen, ateşe dayanıklı liflerden yapılmış bir çeşit
asbest. |
AN |
En kısa bir zaman. Lahza. Dem. Cüz'i bir zaman. |
AN-I SEYYALE |
Gelip geçici az bir an.(Vacib-ül Vücud'a intisabını bilen veya intisabı
bilinen herbir mevcud, sırr-ı vahdetle, Vâcib-ül Vücud'a mensub bütün
mevcudatla münasebetdar olur. Demek her bir şey, o intisab noktasında hadsiz
envar-ı vücuda mazhar olabilir. Firaklar, zevaller, o noktada yoktur. Bir
ân-ı seyyâle yaşamak, hadsiz envâr-ı vücuda medardır. Eğer o intisab olmazsa
ve bilinmezse, hadsiz firaklara ve zevallere ve ademlere mazhar olur. Çünki
o hâlde alâkadar olabileceği herbir mevcuda karşı bir firakı ve bir iftirakı
ve bir zevâli vardır. Demek kendi şahsi vücuduna, hadsiz ademler ve firaklar
yüklenir. Bir milyon sene vücudda kalsa da, intisabsız - evvelki
noktasındaki o intisabdaki - bir an yaşamak kadar olamaz. Onun için ehl-i
hakikat demişler ki: "Bir ân-ı seyyâle vücud-u münevver, milyon sene bir
vücud-u ebtere müreccahtır." Yani: "Vücud-u Vâcibe nisbet ile bir an vücud,
nisbetsiz milyon sene bir vücuda müreccahtır." Hem bu sır içindir ki, ehl-i
tahkik demişler: "Envâr-ı vücud, Vâcib-ül Vücudu tanımakladır." Yâni: "O
hâlde kâinat, envar-ı vücud içinde olarak melâike ve ruhaniyat ve zişuurlar
ile dolu görünür. Eğer onsuz olsa; adem zulümatları, firak ve zeval elemleri
herbir mevcudu ihata eder. Dünya, o adamın nazarında, boş ve hâli bir
vahşetgâh suretinde görünür." M.) |
AN-I VÂHİD |
Aniden, birdenbire, bir an. |
ÂN |
f. Uzağı gösteren işâret ismi. Şu. Bu. O. * Güzellik câzibesi. Melâhat.
Güzellik. * Cemi edâtı. Kelimenin sonuna getirilerek cemi' yapılır. Meselâ:
Âlimân: Âlimler. Anân: Onlar. Merdân: Adamlar. İnsanlar. Zenân:
Kadınlar.Kelimenin sonuna getirilerek sıfat edatı yapılır: Ters: Korku.
Tersân: Korkak.Kelimeyi zarf yapar. Güyân: Söyliyerek. |
AN |
Arabçada harf-i cerrdir. Ekseri ismin, kelimenin başına getirilir.
Türkçe karşılığı "den, dan" diyebiliriz. Bedel için olur. Meselâ: $Ona bedel
ben geldim, cümlesinde olduğu gibi. Tâlil için olur. Bu'd yerinde
kullanılır. Zarfiyyet için, mücâveze için ve harf-i cerr olan "min"
mânasına, "bâ" mânasına, istiâne için, zâid olur. (Te'kid için) Temim
kabilesinin an'anesine göre, hemzeyi, ayn harfine benzeterek "En: "yerinde
(An: ile telâffuz edilir. Cânib (taraf, cihet, yan) mânasına da gelebilir. |
AN-İL İMAN |
İmandan. |
AN-KARİBİN |
Yakın vakitlerde. |
AN-KASDİN |
Kasd ve niyet üzere, mahsusen. |
AN-KÜMÂ |
İkinizden. |
AN-SAMİM-İL KALB |
Derûn ve kalbden, riyâdan âri ve hâli olarak. Kalbin samimiyyeti ile. |
ÂNÂ |
(Ani. C.) Gece yarısı vakitleri. |
ÂNÂ-ÜL-LEYL |
Gece yarıları, gecenin geç vakitleri. |
A'NÂ |
(İnv. C.) Nahiyeler, taraflar. * Cemaatler. |
ANÂ' |
Zahmet, meşakkat, güçlük, zorluk. |
A'NÂB |
(İneb. C.) Üzümler. Yaş üzümler. |
ANÂBİL |
Kaba nesne. |
ANÂDİL |
(Andelib. C.) Bülbüller. |
ÂNÂF |
(Enf. C.) Burunlar. |
ANÂFET |
Kabalık, sertlik. |
ANAFOR |
Denizde akıntının yanında veya altında, onun ters istikametinde olarak
akan su. Akıntı mukabili. |
ANÂK |
(C.: Ânuk) Dişi keçi yavrusu. * Zahmet, meşakkat. * Karakulak dedikleri
hayvan. |
ANAK |
En zarif, en yakışıklı, en güzel.* Çok ferah, çok sürurlu. |
A'NAK |
(E'nak) Boynu uzun. |
A'NÂK |
(Unk. C.) Boyunlar, gerdanlar. |
ANAKAT |
Muvaffakiyetsizlik. Ümidi boşa çıkma. |
ANÂKİB |
(Ankebut. C.) Örümcekler. |
ANALJEZİ |
yun.Tıb: Acı hissinin kaybı. |
ANALOJİ |
Mant. Benzetme yoluyla sonuç çıkarma. Bilinmeyen bir durum, bir hadise,
bir münasebet ve bir varlık hakkında hüküm vermek için bilinen bir benzeri
hakkındaki bilgilerden faydalanılarak muhakeme yürütülmesidir. Bu tarz
düşünce çok defa düşüneni yanlış sonuca götürür. Muhtemel olanın muhakkak
zannedilmesine sebep olur. Hataya düşmemek için dikkatli olmak gerekir. |
ANAMALCILIK |
(Bak: Kapitalizm) |
A'NAN |
Ufuklar. * Ağacın ucu. |
ÂNÂN |
f. (An. C.) Onlar. |
ANÂN |
Bulutlar. * Gökyüzü, semâ. |
AN'ANÂT |
(An'ane. C.) Rivayetler. * Gelenekler, an'aneler, âdetler, örfler. |
ANANE |
Bir tek bulut. |
AN'ANE |
Âdet, örf. * Ağızdan nakledilen söz, haber. * Ist: Bir haberin veya bir
hadis-i şerifin "an filân, an filan" diye râvileri bildirilmek suretiyle
olan nakil. * Silsile. * Müezzin ezân okurken "teganni" ederse; ona da
"An'ane" denir. (Bak: şeâir)(Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet - bu asır
cemaat zamanı olduğu cihetiyle - cemiyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı
mânevî ve ruh-u habis olmuş. Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i
küllîyi bozuyor. Ve avamın taklidi olan itikadlarını himaye eden İslâmi
perde-i ulviyeyi yırtıyor; ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an'ane ile gelen
hissiyat-ı mütevariseyi yandırıyor. R.N.) |
AN'ANELİ SENED |
Hadis nakledenlerin veya bir haberi söyleyenlerin bu haberi kimden kime
söylendiğini belli eden "An filan, an filan" diyerek şahısların isimleriyle
beraber rivâyet ve nakledilen kuvvetli ve şüphe götürmeyen sened. (Suâl :
An'aneli senedin fâidesi nedir ki; lüzumsuz yerde, malum bir vâkıada "an
filân, an filân, an filân" derler? Elcevab: Fâideleri çoktur. Ezcümle bir
fâidesi şudur ki: An'ane ile gösteriliyor ki, an'anede dâhil olan mevsuk ve
hüccetli ve sâdık ehl-i hadisin, bir nevi icmâını irae eder ve o senette
dâhil olan ehl-i tahkikın, bir nevi ittifakını gösterir. Güya o senette, o
an'anede dâhil olan herbir imam, herbir allâme; o hadisin hükmünü imza
ediyor, sıhhatine dâir mührünü basıyor. M.) |
AN'ANEVÎ |
An'ane ile alâkalı. |
AN'ANEVİYE |
An'aneciler. * An'aneden gelen. |
ANARŞİ |
yun. Başıboşluk. Din ve nizam tanımamak. Din ve nizam düşmanlığı.
Birden başıboş kalmak. Başta hükümet olmamak. Hükümetinin otoritesi kalmamış
olan bir milletin durumu. (Bak: Ye'cüc ve me'cüc)(Bir Müslüman mümkün değil,
başka bir dine girip, ya Hiristiyan ve Yahudi, hususan bolşevik gibi
olmak... Çünkü; bir İsevi Müslüman olsa, İsâ aleyhisselâmı daha ziyade
sever. Bir Musevi Müslüman olsa, Musa aleyhisselâmı daha ziyade sever. Fakat
bir Müslüman Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam'ın zincirinden çıksa, dinini
bıraksa, daha hiçbir dine giremez, anarşist olur; ruhunda kemalâta medar
hiçbir hâlet kalmaz. Vicdanı tefessüh eder, hayat-ı içtimaiyyeye bir zehir
olur. R.N.)(..Hakiki bir Müslüman, samimi bir mü'min hiçbir zaman anarşiye
ve bozgunculuğa tarafdar olmaz. Dinin şiddetle menettiği şey, fitne ve
anarşidir. Çünki, anarşi hiçbir hak tanımaz. İnsanlık seciyelerini ve
medeniyet eserlerini canavar hayvanlar seciyesine çevirir ki, bunun âhir
zamanda "Ye'cüc ve Me'cüc" komitesi olduğuna Kur'an-ı Hakim işaret
buyurmaktadır. Tr.)(Hem her bir şehir kendi ahalisine geniş bir hânedir.
Eğer iman-ı ahiret o büyük aile efradında hükmetmezse, güzel ahlakın
esasları olan ihlâs, samimiyet, fazilet, hamiyet, fedakârlık, Rıza-yı İlâhi,
sevab-ı uhrevi yerine garaz, menfaat, sahtekârlık, hodgâmlık, tasannu, riyâ,
rüşvet, aldatmak gibi haller meydan alır. Zâhiri asayiş ve insaniyet altında
anarşistlik ve vahşet manaları hükmeder; o hayat-ı şehriyye zehirlenir.
Çocuklar haylazlığa, gençler sarhoşluğa, kaviler zulme, ihtiyarlar ağlamaya
başlarlar. Ş.) |
ANARŞİST |
Anarşi taraftarı. Anarşi ve karışıklık çıkaran. |
ANARŞİZM |
Anarşiyi istiyen tahribci bir nazariye. Anarşistlik. İnsanın insan
tarafından idaresi esasına dayanan her türlü devlet, hukuk düzenlerinin
adaletsiz, haksız ve zulüm olduğunu iddia eden ve devletsiz, kanunsuz, her
insanın kendi başına buyruk yaşıyacağı bir düzensizlik istiyenlerin görüşü. |
ANÂSIR |
(Unsur. C.) Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel
esaslar. Elementler. |
ANÂSIR-I ERBAA |
Dört unsur: Toprak, hava, su, nur (veya ateş). |
ANÂSIR-I HİSABİYYE |
Mat : Bir hesabı yapmak için gerekli olan mâlûmatlar. |
ANÂSIR-I KÜLLİYE |
Külli ve dünyanın her tarafından yayılmış bulunan unsurlar. |
AN-ASL |
Aslında, hakikatında, aslından. |
ANAT |
(An. C.) Anlar, zamanlar. |
ANATOMİ |
Canlıların yapısını ve bu yapıyı meydana getiren uzuvları inceleyen
ilim dalı. Tıbtaki önemi çok büyüktür. |
ANAYASA |
(Bak: Teşkilât-ı esâsiye) |
ANAZ |
Bir büyük kuşun adı. |
AN-BE-AN |
Gittikçe, yavaş yavaş, zaman ilerledikçe. |
ANBER |
Güzel koku. Adabalığı ve kaşalot denilen büyük balıkların barsaklarında
teşekkül eden güzel kokulu madde. * Derisinden kalkan yapılan bir balık. |
ANBERA |
İğde yemişi. |
ANBER-BAR |
f. Güzel kokulu. Anber kokulu. |
ANBER-EFŞAN |
f. Anber saçan. |
ANBERÎ(N) |
Güzel kokulu. Anber kokulu. |
ANBER-NİSAR |
f. Güzel koku yayan. Anber kokulu. |
ANBER-SİRİŞT |
f. Anber gibi güzel kokulu. |
ANBER-TER |
f. Güzellerin zülüfleri ve benleri. * Mc: Geceleyin. |
ANBES |
(C: Anâbis) Arslan. |
ANCA |
f. Orası, ora, orada. |
ANCEC |
(C: Anâcic) Büyük nesne. * Fesliğen adı verilen çiçek. |
ANCEHANİYE |
Kibir, azamet. |
ANCEHİYYE |
Bilmezlik. Büyüklük. Ululuk. |
AN-CEHLİN |
Bilmezlikle, bilmeyerek. |
ANCERE |
Dudak uzatmak. |
ANDED |
Ayrılık, firak. |
ANDEL(E) |
Yaşı büyük deve. * Uzun, tavil. * Avazla çağırmak. |
ANDELİB |
Bülbül. Seher kuşu. * Mc: Hz. Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi. |
ANDELİBÂN |
f. Andelibler, bülbüller. |
ANDEM |
Tıb: Kanı durdurmak için kullanılan bir çeşit reçine. |
ANDEZİT |
Yanardağ lâvlarının soğumuş kalıntısı. |
ÂNE |
f. Kelime sonuna getirilerek zarfiyet ifâdesi için kullanılan nisbet
edatıdır. Meselâ: Mütefekkirâne (: Mütefekkire yakışır halde) kelimesinde
olduğu gibi. |
ÂNE |
Bir aşiretin bütünlüğü veya işleri veya şerefi. * Dişi ve yabani eşek.
* Yabani eşek sürüsü. * Cedi (keçi) burcundan bir kısım yıldızlar. * Kasık
kılı. * Apış arası, kasık. |
A'NEB |
Büyük burunlu adam, burnu iri olan adam. |
ANEBAN |
Erkek geyik. |
ANED |
Cânib ve nâhiyeler. |
ANEDE |
Çok inatçılar. Muannidler. |
ANEF |
Kabalık (inceliğin zıddıdır). |
ANEM |
Bir ağaç cinsi ki, kızıl yumuşak budakları olur. |
ANEN |
Arız olmak. |
ANEN FE ANEN |
Zamanla, gittikçe, devamlı. |
ANESE |
Ünsiyet etmek. Karşılıklı görüşmek, arkadaş olmak, yakınlık göstermek.
(Vahşetin zıddı) |
ANESTEZİ |
yun.Tıb: Bütün vücutta veya vücudun bir kısmında hislerin az veya çok
miktarda kaybı. |
ANEŞNEŞ |
Uzun boylu. |
ANET |
Cimâdan âciz olmak. * Ağaçtan yaptıkları deve ağılı.ANET : $ (C:Anât)
Fâsık. * Diz kılı. * Yaban eşeği sürüsü. * Fırat ırmağı kenarında bir köyün
adı. |
ANET |
Günah. Zinâ . * Helâk. * Fesâd. * Meşakkat. * Kalb darlığı. * Hata.
Galat. * Tıb: Kırılan bir kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması. |
ANEZE |
Ucu demirli uzun ağaç, (ki asâdan uzun, süngüden kısa olur.) |
ANFE |
Dudak altında biten kıllar. |
ANGÂH |
(Angeh) f. O vakit. Ondan sonra. |
ANGARYA |
yun. Ücretsiz olan iş. Meccanen görülen iş. Baştan savma görülen iş.
(Bak: Suhre) |
ANGLİKAN |
İngiliz kilisesine bağlı kimse.(Anglikan Kilisesine Cevap:Bir zaman
bî-aman İslâmın düşmanı, siyâsi bir dessas, yüksekte kendini göstermek
isteyen vesvas bir papaz, desise niyetiyle, hem inkâr suretinde, hem de
boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elimde pek şematetkârane bir
istifhamiyle dört şey sordu bizden. Altıyüz kelime istedi. Şemâtetine karşı
yüzüne "Tuh!" demek, desisesine karşı; küsmekle sükut etmek, inkârına karşı
da; tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatab etmem. Bir
hakperest adama böyle cevabımız var:O dedi birincide: "Muhammed (A.S.M.)
dini nedir?" Dedim: İşte Kur'andır. Erkân-ı sitte-i İman, erkân-ı hamse-i
İslâm, esas maksad-ı Kur'ân.Der ikincisinde: "Fikir ve hayata ne vermiş?"
Dedim: Fikre tevhid, hayata istikamet. Buna dâir şâhidim: $Der üçüncüsünde:
"Mezâhim-i hâzıra nasıl tedavi eder?" Derim: Hurmet-i riba, hem vücub-u
zekâtla. Buna dair şahidim: $ da. $Der dördüncüsünde: "İhtilâl-i beşere ne
nazarla bakıyor?" Derim: Sa'y, aslı esasdır. Servet-i insaniye, zâlimlerde
toplanmaz, saklanmaz ellerinde. Buna dair şahidim: $ |
ANGLOSAKSON |
Büyük Britanya'da yerleşen Germen ırkından aşiretlerin adı. * Ana dili
İngilizce olan şahıs. |
ANHA MİNHA |
Şundan bundan, şöyle böyle ederek, şu bu, öteberi. |
ANHÜ (ANHÂ) |
Ondan. (İşaret zamiri). |
ANHÜM |
Onlardan (mânasına işaret zamiri). |
ANHÜMÂ |
Her ikisinden. |
ANİ |
Ansızın, birdenbire. Bir anda. Hemen. * Son derece kızgın. *
Olgunlaşmış, kemale erişmiş. |
ANİ |
(C: Anat-Unât) Mütevazi, alçak gönüllü. * Köle * Meşgul. * Iztırab
çeken. Muztarib. * İşçi. * Müfettiş. * Tahsildar. (Müennesi: Aniye) |
A'Nİ |
Yani ben demek istiyorum ki (manasında). |
ANÎD |
(İnad. dan) Çok inadçı. * Daima suyu akıp iyileşmeyen yara. (Bak: Anud) |
ANÎDE |
Kabile, ehl-i beyt. |
ANİF |
Sert, kaba. |
ÂNİF |
Yakında geçen. Pek yakın geçmişte. |
ÂNİF-ÜL BEYÂN |
Biraz evvel bildirilen, az önce beyan olunan. |
ÂNİF-ÜZ ZİKR |
Az önce bildirilen, biraz evvel tebliğ edilen. |
ÂNİFE |
Gençlik çağının başlangıcı. |
ÂNİFEN |
Yukarıda. * Az önce, biraz evvel. |
ANİK |
İnce, zarif, güzel. Acaib. |
ANİK |
Ense, boynun arkası. |
ANİK |
Çok nesne. * Devenin ancak dizini çekip yürüyebildiği kumlu yer. |
AN-İL-GIYAB |
Kendisi yokken, gıyabında, arkadan. |
ANİMİZM |
Sosy: Ruhları İlâh sayan batıl bir din. Ruhlar cisimler gibi Allah'ın
mahlukudur. Onun emirlerine tâbidir. |
ANİN |
f. Yağ çıkarmağa mahsus olan yayık. |
ANİS |
Şişman ve iri deve. * İhtiyar bekâr. * İhtiyar kız. |
ANİSE |
Cana yakın kız veya kadın. |
ANİSE |
f. Sıkı bağlanmış. * Koyulaşmış, katılaşmış şey. (Kan ve mürekkeb gibi
akıcı maddeler.) |
ANİYE |
Son derece kızgın su. |
ANİYE |
(İnâ. C.) Yemek kapları, tabaklar, kap-kacaklar. |
ANİZ |
Iztırablı, muztarib. |
ANK |
Kapı, bâb. * Güzel, hoş, gökçek olmak. |
ANKA |
İsmi olup cismi bilinmeyen bir kuş. Çok büyük olduğu anlatılır.
Zümrüd-ü Anka ve Simurg gibi isimlerle de anılır. * Uzun boyunlu kadın. *
Arabdan bir kimsenin lakabı. * Zahmet, meşakkat. |
ANKA-YI MAĞRİB |
Zümrüd-ü Anka kuşu. |
ANKA-MEŞREBANE |
Anka meşrebi halinde, kanaat sahibi. Eski edebiyatta kanaat sahiplerine
kinaye olarak söylenir. |
AN-KARİB |
Yakından, çok zaman geçmeden. |
AN-KARİB-İZ-ZAMAN |
Yakın vakitten. |
ANKAS |
Erkek tilki yavrusu. |
AN-KASDİN |
Kasd ve niyet üzere, mahsûsen. |
ANKE |
Sağlam olan nesne. * Ahmak. |
ANKEB |
Erkek örümcek. |
ANKEBET |
(C.: Anâkıb) Dişi örümcek. |
ANKEBUT |
Örümcek.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Ebubekir-i Sıddık
(R.A.) ile küffarın tazyikinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gar-ı
Hira'nın kapısında iki nöbetçi gibi, iki güvercinin gelip beklemeleri ve
örümcek dahi perdedar gibi harika bir tarzda kalın bir ağla mağara kapısını
örtmesidir ki: Örümcek zayıf ağı ile rüesa-yı Kureyş'e galebe etmiştir. Ayet
diyor ki: En zaif bir hayvana mağlup olacaklarını o müşrikler faraza
bilseler, bu cinayete ve bu suikaste teşebbüs etmiyeceklerdi... R.N.) (Bak:
Beyt-i Ankebut) |
ANKEBUT SURESİ |
Kur'an-ı Kerimin yirmidokuzuncu suresidir. Mekkidir. (Allahtan
başkasına güvenenlerin, dünyayı avlamak için kurdukları teşkilâtını bir
örümcek ağına benzeten, örümcek meseli zikrolunan bir suredir.) |
ANKEBUTİYE |
Örümcekler. |
ANKUR |
Her nesnenin aslı. |
ANKÛT |
Örümcek. Evcil, al kumru. |
AN-KÜM |
Sizden. |
AN-KÜMA |
İkinizden. |
AN-LA ŞEY'İN |
Bilâ mucib, sebebsiz. |
AN MİM AMED |
f. Tar: İslâmiyeti ve Türkçeyi öğretmek maksadıyla, devşirilerek
toplanan ve Türk köylülerine satılan acemi oğlanlardan, müddetini
tamamlayarak Rumeli Ağasının tezkeresiyle ulüfeye yazılanların kayıtlarına
verilen işaret. |
ANNAB |
Üzümcü. |
AN-NAKDİN |
Nakit para olarak. |
ANOFEL |
yun. Sıtma mikrobunu taşıyan ve aşılayan sivrisinek. |
ANONİM |
yun. Yapıcısının adı belirtilmeyen eser. * Sermayesi hisselere
bölünerek, her ortağın mes'uliyet ve salâhiyeti sermayedeki hissesiyle
orantılı bulunan ortaklık, şirket. |
ANORMAL |
Normal olmayan.
İfrat veya tefrit hali. |
ANOT |
yun. Pozitif elektrot. Bir elektrolitte, elektrik akımının içeri
girdiği iletken uç. |
ANS |
Sağlam, kuvvetli deve. * Yemen tâifesinden bir kabile. * Kız bâliğa
olduktan sonra, ailesinin evinde çok durması. |
AN-SAMİM-İL KALB |
Can ve yürekten, kalbden. |
AN-SAMİMİN |
Kalbden. Riyasızlıkla. Samimiyetle. İçten. |
ANSAR |
(Bak: Ensar) |
ANŞET |
(C: Anâşit) Yaramaz. * Uzun. |
ANSİKLOPEDİ |
yun. Bir sahadaki bilgileri veya bütün bilgileri sistemli veya
alfabetik bir şekilde sıralayan eser. |
ANTER |
(C: Anâtir) Gök sinek. |
ANTİKA |
yun. Kıymetli san'at eseri. Eski zamandan kalma eser. |
ANTİKOR |
Fr. Vücuda giren hastalık mikroplarını zararsız kılmak için
organizmanın bir kanun-u İlahî ile çıkardığı madde. |
ANTROPOLOJİ |
yun. İnsan dediğimiz varlığı inceleyen ilim. İnsan biyolojik
özellikleri açısından incelendiğinde biyolojik antropoloji, cemiyet halinde
yaşıyan bir varlık olması açısından incelendiğinde sosyal antropoloji veya
kültür antropolojisi, insanın mahiyeti, diğer varlıklardan farkı, hayatının
mânası, dünyadaki yeri açısından incelendiğinde felsefi antropoloji adlarını
alır. Allah insanın önce bedenini yaratmış, sonra ona ruh vermiştir. Hiçbir
varlığa vermediği kabiliyetler vermiştir. Allahı tanıdığı ve ona bağlandığı
zaman Allahın muhatabı, yeryüzünün halifesi ve efendisi olur. Allahı
tanımadığı ve kendi keyfine tâbi olduğu zaman hayvanlardan aşağı bir mahluk
olur. Dünya hayatı, iyi ile kötülerin denendiği bir imtihan yeridir. İnsan
ebed için yaratılmıştır. Ölüm ebedi hayata bir yolculuk, bir terhistir.
Mezar, ya Cennete giden yolun kapısı veya Cehenneme giden yolun giriş
yeridir. |
ANTROPOMORFİZM |
Sosy. İnsan şeklinde putlara inanma ve tapma esasına dayanan batıl bir
din. Allah'ı insan vasıflarıyla tasavvur eden dinî inançlar da
antropomorfizm'in başka kılıkta görünüşleridir. Meselâ aslı bozulmuş
Musevilik ve Hıristiyanlıkta Allahın insan şeklinde düşünülmesi
antropomorfizm denilen putperestliğe bir geri dönüştür. İslâm dini Allah'ın
varlığı, sıfatları ve fiilleriyle eşsiz ve benzersiz olduğunu bildirmekle,
en üstün ve mükemmel din olmak şerefine hak kazanmıştır. İslâmın "Görmek,
işitmek, konuşmak" gibi insani vasıfları Allaha atfettiğini, ve bu sebeple
antropomorfik dinler arasında yer aldığını iddia edenler ya bilgisiz ya da
kasıtlı kimselerdir. Çünkü İslâm, Allahın "Görmek, işitmek, konuşmak"
fiilinde insanın muhtaç olduğu organ ve şartlara muhtaç olmadığını bilhassa
belirtir ve insan fiili ile hiçbir surette benzerliği bulunmadığını açıklar.
İslâm en cahil insandan en âlim insana kadar herkese hitap eden bir din
olduğu için, basit ve kaba düşünenlere, hareketlerinin Allah'dan gizli
kalmayacağını anlatmak için Allah'ın, putperestlerin ilahları gibi konuşmaz,
görmez, işitmez diye düşünmemelerini, Allah'ın her hal ve hareketlerinden
haberdar olduğunu anlatmaktadır. |
ANTÛT |
Çöl ortasındaki küçük dağ ve tepe. |
ANÛD |
Muannid. Çok inatçı. |
ANÛN |
İsyankâr, kavgacı. * Davarların önünde yürüyen davar. |
ANVE |
Kuvvet, cebr, zorakilik, zorlama, zor. |
ANVET |
Kahretmek. * Galip olmak. |
ANYE |
Güçlük, engel, zorluk, meşakkat. |
ANZAR |
(Bak: Enzar) |
APOSTERİORİ |
Fels: Tecrübe sonunda meydana gelen bilgi ve düşünceyi anlatmak için
kullanılan bir sıfat. Meselâ ateşin yakıcı olduğunu denedikten sonra
anlarız. Bu bilgi, aposteriori bir bilgidir. |
APRİORİ |
fels. Tecrübeden önce insan aklında varlığı kabul edilen bilgi ve
düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ: "Her sayı kendine
eşittir" hakikatı hiçbir deneye baş vurmadan bilinen bir apriori bilgidir. |
APSİS |
Fr. Yönlü bir eksen üzerinde bulunan bir noktanın, başlangıç noktasına
olan uzaklığının cebirsel değeri. * Bir noktanın, fezadaki yerini tesbite
yarıyan ana çizgilerden yatay olanı. |
APULET (APOLET) |
Fr. Askerlerin, sınıf ve rütbelerine göre sırma, ipek veya yünden
omuzlarına taktıkları saçak. |
ÂR |
Utanma, mahcubiyet. Utanılacak şey. Ayıp. Şiyb. Şerm. Haya. |
ÂRSIZ |
Bî-ar, utanmaz, arsız. |
ÂR Ü NAMUS |
Utanma, haya ve namus. |
ÂRÂ |
f. Süsleyen. Bezeyen. |
DİL-ÂRÂ |
Gönül avutan, gönül süsleyen. |
MECLİS-ÂRÂ |
Meclisi süsleyen. |
ÂRÂ |
Fikirler. Reyler. |
ARÂ |
Mıntıka, bölge. * Komşuluk. * Avlu. * Çıplaklık. * Geniş, çıplak arazi. |
ÂRÂB |
(İrb ve İrbe. C.) Hacetler. * Uzuvlar. * Akıllar, zekâlar. * Hileler,
oyunlar. |
ARAB |
Ceziret-ül Arab, Şam, Hicaz, Irak, Yemen, Mısır ve Afrika'nın şimâlinde
yaşayan geniş bir kavmin adı. |
A'RAB |
Göçebe Araplar, çölde yaşayan Araplar. |
ARÂBE |
(C: Arâbât) Keçi veya koyunun memesine geçirilen torba. * Açık saçık
konuşma. |
ARABE |
(Arben) Yemek yeme. |
ARABESK |
Süslemede kullanılan bir çeşit tezyinat. |
ARABÎ |
Arabça, Arab dili. Arab kavmine mensub. |
A'RABÎ |
Çölde yaşayan Arab. |
ARABİSTAN |
f. Arap ülkesi. Arapların yaşadığı ülke. |
ARABİYYAT |
(Arabiyyet. C.) Arapçaya dâir ilimler, kitab veya fikirler. Arap
edebiyatı. |
ARABİYYET |
Arapça ile ilgili olan (İlim, fikir veya kitap). Arap edebiyatı. |
A'RAC |
Anadan doğma topal (aksak). |
ARAC |
f. Dirsek. |
ARADÎN |
(Bak: Eradîn) |
A'RAF |
(Arf. C.) Sırt, tepe. Özel manası Cennetle Cehennem arası bir yer.(Arf,
herhangi bir yüksek yer demektir ki, bu münâsebetle atın yelesine, horozun
ibiğine arf denilmiştir.)(A'raf, meşhur bir kavle göre Cennet ile Cehennem
arasındaki hicabın, surun yüksek tepeleri demek olur. İbni Abbastan sıratın
şerefeleri diye bir kavil de mervidir. Fakat Hasanı Basri Hazretleri
demiştir ki, A'raf ma'rifettendir. Ve mânâ "Ehl-i Cennet ile ehl-i Nârı
simalarından tanımak üzere bir takım rical vardır demektir. Kendisine bu
rical "hasenat ve seyyiatları müsavi olan kimselerdir" denildikte dizine
vurmuş ve bunlar, demiş, Allah tealânın ehl-i Cennet ile ehl-i Nârı tanımak
ve birbirinden temyiz etmek üzere tâyin buyurduğu bir kavmdir. Vallahi
bilmem belki bazısı şimdi beraberimizdedir. Hâsılı A'raf üzerindeki ricalin
tefsirinde başlıca iki kavil vardır. Birincisi Ebu Huzeyfe ve saireden mervi
olduğu üzere bunlar amelde kusur etmiş ve mizanda hasenat ve seyyiatları
müsavi gelmiş bir taife-i muvahhidindir ki Cennet ile Cehennem arasında bir
müddet kalırlar. Sonra Allah Tealâ haklarında bir hüküm verir. (İkincisi)
Bunlar Enbiya, şühedâ, ahyar, ulemâ veya rical suretinde görünür. Melâike
gibi dereceleri yüksek bir takım zevattır.) (E.T.) |
A'RAF |
(Örf. C.) Âdetler,
örfler, an'aneler. |
A'RAF SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 7. suresidir. Mekke-i Mükerremede nâzil olmuştur.
Suret-ül Mikat, Suret-ül Misak, Elif lâm mim sâd gibi isimleri de vardır. |
ARAFAT |
Mekkenin 16 kilometre doğusunda Hacıların arefe günü toplandıkları tepe
ve bunun eteğindeki ova. Tepenin diğer bir adı Cebel-ür Rahme (Rahmet
dağı)dır. Adem (A.S.) ile Havva anamız Cennet'ten çıkarıldıktan sonra burada
bir araya geldiler. İbrahim Peygamber (A.S.) Cebrail ile burada konuştu. Hz.
Muhammed (ASM) yüzbin insana hitab eden veda hutbesini burada okudu. İnsan
haklarını 14 asır önce burada dünyaya ilan etti. |
ARAFET |
(C: Avârif) Atâ, ihsan, hediye. |
ARAHİM |
Büyük olan şey. * Bir cins beyaz büyük mantar. |
ARAİS |
(Arûs. C.) Gelinler. * Güneşler. * Gökler. |
ARAİZ |
(Ariza. C.) Arz olunan meseleler. Küçükten büyüğe yazılan yazılar. |
A'RAK |
(Irk. C.) Kökler, damarlar. |
ARAK |
Ter, rutubet.* Dağdaki yol. * Çukur. * Deve izleri. * Sıra sıra olan
şey. * Zenbil. * Menfaat, sevab, karşılık. * Süt. |
ARAK |
Kalabalık, izdiham. |
ARAK-ÇİN |
Kavuğun altına giyilen takke. |
ARAK-DAR |
f. Terli. |
ARAKÎ |
Terle ilgili, tere mensub. |
ARAKİYYE |
Yünden yapılan bir cins külâhtır ki, bilhassa dervişler kullanırlar. |
ARAKK |
Çok ince. En ince. Ziyâde rakik olan. |
ARAKNAK |
f. Terlemiş, terden ıslanmış, ter içinde kalmış. |
ARAKRİZ |
f. Terliyen, ter döken. |
ÂRÂM |
(İrem. C.) Çölde, sahrada konulan hususi nişan. |
ÂRÂM |
f. Durma, dinlenme. * Yerleşme, rahat etme, karar kılma. * Eğlenme. |
ÂRÂM-I CÂN |
Gönül rahatı. * Sevgili, sevilen güzel. |
ÂRÂM-I DİL |
Sevgili, sevilen güzel. * Gönül rahatı. |
ÂRÂM-BAHŞ |
f. Dinlendirici, dinlendiren, ârâm veren. |
ÂRÂM-CÛ |
f. Dinlenmek isteyen. |
ÂRÂM-CÛYANE |
f. Dinlenmek isteyene yakışır şekilde. |
ÂRÂM-GÂH |
f. Dinlenilecek yer. |
ÂRÂMGÂH-I EBEDÎ |
Ebedi olarak dinlenilecek yer, sonsuz olarak istirahat edilen yer,
mezar. |
ÂRÂM-GÂR |
Hiçbir sıkıntısı olmayan, rahat yaşayan adam. |
ÂRÂM-GÜZİN |
f. Dinlenmek için oturan, istirahat eden, dinlenen. |
ÂRÂMÎ |
f. Dinlenme, rahat etme. |
ÂRÂMİDE |
f. Rahat olan, dinlenen, sükûn halinde ve rahatta bulunan. |
ÂRÂMİŞ |
f. Huzur, rahat. |
ARAMRAM |
(Aremrem) Asker çokluğu. * Şiddetli hâl ve iş. |
ARÂM-RÜBA |
f. Sıkıntı veren, istirahatı bozan, rahatı kaçıran. |
ARÂM-SAZ |
f. Yerleşen, oturan. |
ARÂM-SÛZ |
f. Huzuru bozan, rahatsızlık veren. |
ARAN |
f. Dirsek. |
ARANİK |
Su kuşlarından boynu uzun bir kuş. |
AR'AR |
Dikenli ardıç ağacı, dağ selvisi. * Mc: Güzelin boyu bosu. |
AR'AR |
Arap diyârında bir yerin adı. * Bir oyun çeşidi. |
AR'ARE |
Dağ başı. İki burun deliğinin arası. * Servi ağacı. Çocuk oyunundan bir
oyun. |
ARARE |
(C: Arâr) İyi kokulu bir ot. * Şiddet * Kötü ahlâk. * Evin avlusu, ev
içi. * Soğuk şiddetli olmak. |
ARAROT |
Ufak çocuklara yedirilen besleyici bir cins nişasta ki, Amerika'da
hasıl olan bir kökten çıkarılır. |
A'RÂS |
Düğünler. * (İrs.C.) Evliler. * (Urs. C.) Nikâh merasimleri. |
ARAS |
Yorgunluk, bitkinlik. * Hayranlık. |
ARASAT |
(Aresât) Mahşer yeri. Haşir ve neşir meydanı. |
ARASTE |
f. Bezenmiş süslenmiş. * Çarşının bir esnafa mahsus kısmı. * Vaktiyle
ordu çarşısı, ordugâhta kurulan seyyar çarşı. |
ARASTE-GÎ |
f. Süslülük, bezenmişlik, ârâstelik. |
A'RAŞ |
(Arş. C.) Tahtlar. * Çatılar, damlar. |
ARAT |
Bölge, mıntıka. * Avlu. |
ARAYENDE |
f. Düzen verici, süsleyici. |
ARAYÎ |
f. Süsleyicilik. |
ARAYİŞ |
f. Süs, zinet. * Süsleme. |
ARAZ |
İşâret, alâmet. * Tesâdüf, rast gelme. * Kaza. Felâket. Zâtî olmayan
hâl ve keyfiyet. * Fls. Herhangi bir cevherin varlığı için zaruri olmayan
vasıf. Meselâ: Şekerin beyaz rengi şekerin varlığı için zaruri değildir. |
ARAZÎ |
Araza âit ve mensub. Araza dâir ve ilgili. |
A'RAZ |
(Araz. C.) Arazlar, işaretler, nişanlar, alâmetler. * Tesadüfler. *
Hastalık alâmetleri. * Kazalar, felâketler, musibetler. |
ARAZAN |
Rastgele, tesadüfen, tevafukan. |
ARAZET |
Genişlik. |
A'RAZİ |
Ârızî, tesâdüfî, rastgele. |
ARÂZİ |
(Arz. C.) Yerler. Ekilen toprak. Ekilen yerler. |
ARÂZİ-İ EMİRİYYE |
Huk: Beytülmâle mahsus olup devlet tarafından şahıslara dağıtılan
yerler. (Tarla, çayır, koru ve emsali gibi.) |
ARÂZİ-İ EMİRİYYE-İ MEVKUFE |
Huk: Sadece hazine menfaatleri veya tasarruf hakları veyahut ikisi de
bir hayır cemiyetine ayırılan miri arazi. |
ARÂZİ-İ EMİRİYYE-İ SIRFA |
Huk: Beytülmâle mahsus menfaatleri ve tasarruf haklarından hiçbiri bir
cihete verilmeyip devlete ait olan ve şahıslara dağıtılan memleket arazisi. |
ARÂZİ-İ GAMİRE |
Huk: Harap, su baskınına uğramış veya içine henüz çift girmemiş yerler. |
ARÂZİ-İ HÂLİYE |
Boş, sahipsiz bırakılmış topraklar. |
ARÂZİ-İ HARACİYE |
Müslümanlar tarafından fetholunan ve ulul-emir tarafından müslim olmayan
eski sahibi elinde bırakılan veya hâriçten müslim olmayanlar getirilerek
yerleştirilen arâzi. |
ARÂZİ-İ MAHLULE |
Huk: Araziyi kullananın intikal sahibi mirasçı bırakmaksızın ölümüyle
hükümete kalan arâzi-i emiriye. |
ARÂZİ-İ MAHMİYE |
Huk: Beytülmâle ait araziden, koru, mer'a, yol, pazar yerleri gibi
halkın ihtiyaçlarına ayrılmış olan arâzi. |
ARÂZİ-İ MEFTÛHA |
Huk: Fetih hakkının taalluk ettiği yerler. |
ARÂZİ-İ MEKTUME |
Huk: Beytülmâle haber verilmeksizin kullanılan mahlul veya müstahik-i
tapu araziler. |
ARÂZİ-İ MEMLUKE |
Mülkiyet yolu ile tasarruf olunan yerler. (Mülk, timar toprağı). |
ARÂZİ-İ METRÛKE |
Terk edilmiş, bırakılmış topraklar, araziler. |
ARAZİ-İ MEVÂT |
Huk: Hiç kimse tarafından kullanılmayan ve halka verilmeyen, meskun
mahallerden biraz uzakta bulunan taşlık ve kıraç arazi.* İşlenmemiş toprak. |
ARÂZİ-İ MEVKUFE |
Vakfedilmiş yerler. Bir hayır işine devamlı surette tahsis edilmiş
yerler. |
ARÂZİ-İ MEVKUFE-İ SAHİHA |
Huk: Arâzi-i memlükeden şartlarına uygun olarak vakfolunan yerler. |
ARÂZİ-İ MİRİYE |
Devlete ait arazi. |
ARÂZİ-İ MUHTEKERE |
Kiracısı tarafından üzerine bina yapılmak veya ağaç dikilmek üzere
senelik bir ücret karşılığında kiraya verilen arazi. (Kiracı, kira bedelini
her sene arâzi sahibine vererek o arâziyi devamlı sûrette elinde
bulundurur.) |
ARÂZİ-İ MUKADDESE |
Mukaddes yerler. Kudsi topraklar. |
ARÂZİ-İ MÜBÂREKE |
Mübarek yer olan Hicaz. |
ARÂZİ-İ MÜLKİYE |
Hükümet arazisi, hükümet toprağı. Hazine arazisi. |
ARÂZİ-İ MÜRFAKA |
Huk: Sokaklarda oturulacak yerler ve caddelerde boş bırakılan kısımlar.
Yolculara ait terkedilmiş konak yerleri, kervansaraylar. |
ARÂZİ-İ MÜŞTEREKE |
Huk: Çokları tarafından tasarruf olunan yer. |
ARÂZİ-İ ÖŞRİYYE |
Huk: Ziraat olundukça her sene hâsılatından beytülmâle, beytüssadakaya
konulmak üzere, fakirlerin hakkı olan öşür alınan arâziler. |
ARAZİŞ |
f. Hayır ve iyilik yapma. * Tasaddukta bulunmak. |
ARBEDE |
Cidal, kavga, patırtı. |
ARBEDE-CÛ |
Patırtıcı, gürültücü, kavgacı. |
ARBEDE-CÛYÂNE |
f. Kavga çıkartmağa yeltenerek. |
ARBEDE-SÂZÎ |
f. Gürültücülük, kavgacılık. |
ARC |
Mekke ile Medine arasında bir mevzi. * Deve sürücüsü. |
ARCA |
(Müz: Arec) Topal ve aksak kişi. * Sırtlan. |
ARCELE |
Sürü, hayvan topluluğu. * Yayalar cemaati. * At sürüsü. |
ARD |
f. Buğday ve diğer tahıllardan öğütülen un. * Buğdayı değirmen taşına
akıtan oluk. |
ARDA |
Vaktiyle bazı çavuşların elde tuttukları uzun değnek. * Nişan almak
için dikilen değnek. |
ARDA |
Çıkrıkçı kalemi. |
ARD-BİZ |
f. Elek, un eleği. * Elekle un eleyen kişi. |
ARDHALE |
f. Bulamaç adı verilen yemek. |
ARDİN |
f. Deneme, imtihan, tecrübe. |
ARDİYYE |
Ticaret eşyasının saklandığı yer. * Böyle bir yerde saklanan eşya için
ödenen ücret. |
ARDTÛLE |
f. Bulamaç denilen yemek. |
ARE |
Borç olarak alınan veya verilen şey. |
AREB |
Şehir ehli olanlar. * Mide fesâdı. |
AREB |
Çok açıkgöz, en akıllı. |
ÂREC |
f. Dirsek, kolun arka tarafı. |
AREC |
Topallık, aksaklık. |
A'REC |
Topal, aksak. |
ARECAN |
Aksak ve topal kişinin yürümesi. |
A'REF |
Pek ma'ruf, çok bilen. Arif. * Çok anlayışlı, fazla bilgili. * Yelesi
ve boynu uzun olan at. |
AREFE |
Kurban bayramından bir evvelki gün. |
AREKİYYE |
Zinâkâr kadın. |
AREKREK |
Aceleci, acul. * Kuvvetli büyük deve. |
A'REM |
Alacalı, benekli (şey). |
AREMET |
Savurmak için dövülüp toplanmış harman. |
AREMİDE |
f. İstirahat eden,
dinlenen. Rahat kişi. |
AREMREM |
Kalabalık ordu, çok fazla
asker. |
AREN |
Davar ayağında olan kuru kemre. * Yarık. * Bir nesne yumuşak olmak. |
ARENC |
f. Dirsek. * Gidiş, tarz, usül, metod. |
ARENDE |
f. Birşey getiren kimse. |
ARENG |
f. Dirsek. * Dert, keder. * Hile, dubârâ. * Tarz, tavır, üslüb. * Vali,
hakim. * Zannolunur ki, galiba, öyledir, benzer gibi bir yakınlık ve
benzerlik ifâde eder. |
AREOMETRE |
yun. Sıvıların yoğunluk derecesini ölçmeye yarayan âlet. Arşimet'in
keşfettiği kanuna istinad edilerek yapılan bu alet, içi boş cam bir silindir
ile bunun üst kısmındaki dereceli bir çubuktan ibarettir. |
ARES |
Hayranlık. |
ARESTE |
f. Süslenmiş, bezenmiş. |
ARET |
f. Dirsek. |
ARF |
(C: A'râf) Rüzgâr. * El ayasında çıkan çıban. |
ARF |
Güzel koku. * Yüksek yer. * Atın yelesi. * Horozun ibiği. |
ARFA |
(Müz: A'raf) Yeleli. * Sırtlan. |
ARGO |
Fr. Bir meslek veya topluluk sınıfı arasında kullanılan özel söz. * Mc:
Serserilerin ve külhanbeylerin kullandığı söz veya deyim. |
ARGON |
yun. Kim: A sembolü ile gösterilen renksiz, kokusuz ve tatsız bir gaz.
Havada % 1 nisbetinde bulunur. |
ARIK |
Uykusuz kimse, uykusuz olma halindeki. |
ARINMAK |
t. Temizlenmek, pâk olmak. |
ÂRIZ |
Sonradan olan şey. Bir şeyin zâtına ve hakikatına ait ve lâzım olmayıp
başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan. Takılan. Yapışan. * Bir şeyi
arz ve takdim edici olan. * Kalın ve geniş bulut. * Ön dişlerin haricindeki
onaltı dişin herbiri. * İnsanın yanağı. * Hasta olduğundan dolayı kesilen
deve. * Seyrek sakallı kimse. (Bak: İctima-i zıddeyn) * (Arz. dan) Gelen. *
Tesadüfî vakıa. * Dağ, bulut. v.s. gibi görmeye mâni olan herşey. * Yanak. |
ÂRIZA |
Sonradan olan, noksanlık. * İsabet eden belâ ve keder. * Bozulma. * Gelip
geçici. * Hariçten gelen te'sirle olan. * Bir şeyin olmasına veya
görülmesine mâni olan birşey. |
ÂRIZAN |
(Ârız. dan) Geçici olarak. * Tesadüfen, tevafukan, rast gele. |
ÂRIZAN |
İki yanak. |
ÂRIZÎ |
Zâtî ve irsî olmayıp sonradan hâsıl olan. Zâtî ve esastan olmayıp sonradan
zuhur ve taalluk eden. Muvakkat, geçici. |
ÂRÎ |
Pâk, pislikten uzak. * Hür. |
ÂRÎ |
Hind-Avrupa dil ailesinden olan ırk veya kimse. * f. Evet. |
ÂRİB |
Halis Arap cinsinden olan. |
ÂRİC |
(Uruc. dan) Yukarı çıkıp yükselen. Çıkıp inen. Uruc eden. * Topal,
aksak, noksan. |
ÂRİF |
(İrfan. dan) Bilen, bilgide ileri olan. Aşinâ, vâkıf. Hakkı, hakkı ile
bilen. * Sabırlı ve mütehammil. * Çok düşünmeğe ihtiyaç kalmaksızın,
tekellüfsüz gördüğünü bilen ve anlayan. * Zevkî ve vicdanî irfan sâhibi
olan. |
ÂRİF-İ BİLLAH |
Mürşid, ermiş, evliyâ. Hakkın nuru ile Cenab-ı Hakk'ı bilen. Âlemi,
hâdiseleri İlahî feyz ve ilim ile gören veli. |
ÂRİF-İ ESRAR |
İlâhî sır ve
hakikatlara vâkıf olan. |
ÂRİF-İ MÜNEVVER |
Nurlanmış ve mesleğinin mütehassısı olmuş ve aklı ile beraber kalbi de
nurlanmış âlim. Arif-i Billâh. |
ARÎF |
Çok irfanlı, çok tanınmış, meşhur âlim. * Bir işten iyi anlayan. |
ÂRİFAN |
f. Ermişler. Arifler. |
ÂRİFANE |
t. Arife yakışır surette. Bilene yakışır şekilde. İrfan sahibi olarak. |
ARİFLERİN MEZAKLARI |
Ariflerin zevkaldığı yer ve hususlar. |
ARİG |
f. Kırılma, gücenme. * Kıskançlık, kin, nefret, adavet, düşmanlık. |
ARİK |
Asil haseb ve neseb ehli olan. |
ÂRİM |
İnatçı, kafa tutan. |
ARİN |
Arslanın yerleşip yataklandığı yer. * Ağaçlar. * Et. |
ARİR |
Garip. |
ARİS |
Gerdek. Hacle. |
ARİSTATALİS |
Yunan feylesofu Aristo. |
ARİSTO |
(Doğum : M.Ö. 384) Yunan filozoflarından olup Eflatun'un talebesidir.
Mantık, ahlâk, siyaset, iktisad, felsefe kitapları vardır. Ruhun bakiliğine
inanırdı. Tecrübeden ziyâde akla fazla kıymet verdiğinden çok yanılmıştır.
(Silsile-i felsefenin en mükemmel fertleri ve o silsilenin dâhileri olan
Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Fârâbi gibi adamlar "İnsaniyetin gayet-ül
gayâtı : (Teşebbüh-ü Bil-vâcib) dir. Yâni Vacib-ül Vücud'a benzemektir."
deyip fir'avunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk
derelerinde serbest koşturarak, esbabperest, sanemperest, tabiatperest,
nücumperest gibi çok enva-i şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin
esasında münderic olan acz ve zaaf, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur
kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp,
şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar...Nübüvvet
ise: Gaye-i insaniyet ve vazife-i beşeriyet, ahlâk-ı İlâhiyye ile ve
secaya-yı hasene ile tahalluk etmekle beraber, aczini bilip kudret-i
İlâhiyyeye iltica, zaafını görüp kuvvet-i İlâhiyyeye istinad, fakrını görüp
rahmet-i İlâhiyyeye itimad, ihtiyacını görüp gına-yı İlahiyyeden istimdad,
kusurunu görüp afv-ı İlahiyyeye istiğfar, naksını görüp kemâl-i İlahiyyeye
tesbihhan olmaktır diye, ubudiyetkârane hükmetmişler.İşte diyanete itâat
etmiyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki; ene, kendi dizginini
eline almış, dalâletin herbir nev'ine koşmuş. İşte şu vecihteki ene'nin başı
üstünde bir şecere-i zakkum neşvünema bulup, âlem-i insaniyetin yarısından
fazlasını kaplamış. S.) |
ARİSTOKRASİ |
yun. Âlimlerin ve cemiyette en iyilerin iktidarına dayanan hükümet
şekli. Tarihte soylu, imtiyazlı, toprak sahibi, zenginlerin hâkimiyetine
dayanan hükümet şekli. Bu şekli ile oligarşi veya plütokrasi adıyla da
anılmaktadır. İmtiyazlı azınlığın, çoğunluğu idare etmesidir. |
ARİSTOKRAT |
yun. Sınıf farkını kabul eden ülkelerde asil sayılan kimse. Asilzâde
sınıfından olan. |
ARİŞ |
f. Anlam, mânâ, kavram, mefhum. |
ARİŞÎ |
f. Manevî. Mânâ ile ilgili. |
ARİŞ |
Samandan yapılan bir çeşit ev. * Çardak, asma çardağı. * Sundurma,
takdim ettirme. |
ARİYE |
(Ariyet) Geri verilmek üzere alınan, iğreti. Bir kimsenin geri almak
üzere, karşılıksız olarak başkasının faydalanmasına terk ettiği mal.
Kullanılmak üzere alınan emanet mal. |
ARİYETEN |
İğreti olarak, emâneten mânasında kullanılır. |
ARİYY |
(C: Erâri) Davar bağlanan yer ve ip. |
ARİYYET |
Ödünç verip almak. |
ÂRİZ |
Azarlayıcı. |
ARİZ |
Ardıç ağacı. |
ARİZ |
Enli, geniş. |
ARİZ VE AMİK |
Enine ve boyuna, genişliğine ve derinliğine, tafsilâtlı şekilde. |
ARİZA |
Büyük bir kimseye hürmetle yazılan veya verilen şey, istirhamnâme,
hediye. |
ARİZE |
Sâbit olmak. * Kuvvetli ve muhkem olmak. Bahil olmak. |
ARK |
Ulaşmak. |
ARK |
Tarla ve bostana su akıtmak için açılan yol, cedvel, hark. |
ARKA |
Çadıra diktikleri direk. * Duvar içinde kerpiç ve taş arasına konulan
ağaç. |
ARKAN |
Terleme. |
ARKEOLOJİ |
(Bak: Atikiyyat) |
ARKES |
Cem'etmek, toplamak. |
ARKÎ |
Balık avcısı. |
ARKUB |
Ökçe siniri. * Yalan ve kötü söz. |
ARM |
(Arem) İnatçılık, muannitlik. * Kafa tutma. |
ARMÂ' |
Alaca yılan. |
ARMADOR |
İtl. Direk, seren, ip ve yelken gibi şeylerle gemiyi donatan usta. |
ARMAN |
f. Hasret, özleyiş, özleme. * Nedâmet, pişman olma. * Eseflenme,
teessüf. * Sıkıntı, rahatsızlık, zahmet. |
ARMANÎ |
f. Müteessif, kederli, üzüntülü. Pişman, nâdim. |
ARMATÜR |
Lât. Fiz: Kuvvet akımını toplu bir hale koymak için mıknatısın
kutupları arasına yerleştirilen demir parçası. * Kondansatördeki iki iletken
yüzeyden her biri. |
ARMAZ |
Kurbağa yosunu. |
ARNAVUT |
(Rumca ve Arnavutçadan) Balkan yarımadasının batı tarafında oturan bir
kavimdir. Osmanlı devrinde, Kosova, İşkodra, Manastır, Yanya vilâyetleridir.
Şimdi müstakil bir devlet olup, Türkçede Arnavutluk şeklinde söylenir. |
ARR |
Uyuz hastalığı. |
ARRA' |
Sıtma tutmak, titremek. |
ARRADE |
(C: Arrâdât) Küçük bir çeşit mancınık ki, hareket eden tekerlek üzerine
konurdu. * Dişi çekirge. |
ARRAF |
Falcı, kâhin, müneccim. * Hekim. * Göçebe Arab aşiretlerinin örfe vâkıf
umumi bilgileri. (Müe: Arrâfe) |
ARRAS |
Gürleyen, şimşek çakan. * şimşekli. |
ARRE |
Câriye. * Uyuz hastalığı. |
ARS |
İki duvar arasında olan duvar. |
ARS |
Şimşekli ve yıldırımlı bulut. |
ARSA |
(C: Arasât) Bina yapılacak boş arazi parçası. Üzerindeki binası
yıkılmış veya yapıya tahsis olunmuş yer. |
ARSA-İ ÂLEM |
Alem arsası, dünya meydanı. |
ARSA-İ KÂR-ZÂR |
Muharebe alanı, savaş meydanı. |
ARSAT |
Semer ağaçlarına çakılan ağaç mıh. |
ARŞ |
Bağ çardağı. * Gölgelik. * Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök.
Allahın kudret ve saltanatının tecelli yeri. (Arş kâinatı kaplar. Allah'ın
kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar.) * Fevkiyyet, ulviyyet. * Arş-ı Alâ,
Arş-ı Rahman, Arş-ı İlâhi, Arş-ı Yezdan, Felek-i Eflâk, Felek-i Atlâs,
Felek-i Azâm gibi isimlerle Cenab-ı Hakkın izzet ve saltanatından kinaye
olarak söylenir. (O.S) (... Arş: Zâhir, Bâtın, Evvel, Âhir isimlerinin
halita ve karışığıdır. Bu halitada dahil olan İsm-i Zâhir itibarı ile Arş
Mülk; kevn, Melekut olur. İsm-i Bâtın itibarı ile Arş, Melekut; kevn, Mülk
olur. Demek Arşa ism-i Zâhir nazarı ile bakılırsa; kendisi zarf, Kevn de
mazruf olur. İsm-i Bâtın gözü ile bakılırsa; kendisi mazruf, kevn zarf olur.
Ve kezâ ism-i Evvel itibârı ile $ âyetinin işâret ettiği kevnin bidayetini
içine alıyor. Ve ism-i Âhir itibarı ile $ hadis-i şerifinin ima ettiği
kevnin nihâyetini içine alıyor. Demek Arş öyle bir halitadır ki, şu dört
isimden aldığı hisseler ile kevn ve vücudun sağını, solunu, üstünü ve altını
ihata etmiş olur. M.N.) (... Arş, sakf demektir ki bir binanın veya yerin
muhit-i ulvisini teşkil eder. Bir eve nisbetle tavanı, tavanına nisbetle
üstündeki çatısı, kubbesi, tepesindeki köşkü, tahtaboşu, cihannüması hep arş
medlülünde dahildir. Buna müteferri olarak çadır ve çardak gibi yükselen ve
gölge veren her şeye de ıtlak olunur.) (E.T.) |
ARŞ-I A'ZAM |
En büyük arş. Cenab-ı Hakk'ın arşı. (Bak: Arş) |
ARŞ-I AZİM |
(Bak: Arş-ı a'zam) |
ARŞ-I BERİN |
Arş-ı âlâ. Göğün en yüksek tabakası. |
ARŞ-I EHADİYET |
Allahın ehadiyet tecellisinin arşı ve âlemi. Allahın, ehadiyet
tecellisini gösteren âlem. |
ARŞ-ÜS-SÜREYYA |
Ülker yıldızının altında yer alan bir yıldız topluluğu. |
ARŞA |
f. Güverte. |
ARŞIN |
f. Bir uzunluk ölçüsü. (68 cm. uzunluk.) Bir kol boyu. Büyük bir adım
genişliği. * Zirâ'. |
ARŞİDÜK |
Fr. Avusturya ve Macaristan İmparatorluk hanedanı prenslerine verilen
ünvandır ve "Büyük Düka" demektir. Türkçe'de Arşuduka da denmiştir. ARŞİV :
Fr. Eski ve tarihçe kıymetli olan resmi kayıt ve kâğıtların saklandığı yer.
* Bir mevzu hakkında toplanmış muhtelif vesikaların hepsi. |
ARŞİYÂN |
f. Arş'ın etrafında tesbih ederek dolaşan melekler. |
ARŞ U FERŞ |
(Arş u zemin) Arş ve yeryüzü. |
ARŞ U KÜRSÎ |
(Arş ve Kürsî) Arş ile Kürsî. |
ARŞ VE SÜLLEM |
Delil-i Arşî ve Delil-i Süllemî'den kinâyedir. (Bak: Delil). |
ARTAL |
Akranlarından ve benzerlerinden çok daha iri yapılı olan. |
ARTEBE |
Burun ucu. |
ARTEBE |
Davul. |
ARTEL |
Yoğun, büyük nesne. |
ARTEN |
Bir ot cinsidir ki, debbağlar onunla gön ve sahtiyan dibâgat ederler. |
ARTEZİYEN |
Fr. Burgu gibi bir âletle açılıp su fışkırtılan kuyu. |
ARTI |
Mat: (+) ile gösterilen toplama işaretinin adıdır. |
ARUB |
(C: Urub) Erkeğini seven kadın. |
ARUBE |
Fasih, hatasız arabca konuşmak. Bu kelimenin mastarları: Araben,
arâbeten, uruben, urubiyyeten diye de okunur. * Cuma günü. |
ARUF |
Uzun zaman ıztırab, elem
çeken. |
ARUG |
f. Geğirme. |
ARUGDE |
f. Öfkeli, kızgın. |
ARUN |
f. İyi vasıflarla meşhur olmuş, güzel huylular. |
ARUS |
Süslenmiş gelin, güveyi. * Güneş. Gök. * Kim: Kükürt. |
ARUS-İ CİHÂN |
Dünya. |
ARUS-İ FELEK |
Güneş. |
ARUSÂN-I BÂĞ |
Tarla çiçekleri. |
ARUS-ÜL KUR'ÂN |
(Bak: Rahmân) |
ARUSAN |
(Arüs. C.) f. Gelinler, yeni evlenmiş kızlar. |
ARUSAN-I HULD |
Cennet hurileri. |
ARUSANE |
f. Geline yakışır şekilde. |
ARUSEK |
f. Küçük gelin. * Yeşil ve pembe dalgalı sedef. |
ARUZ |
Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere etrafındaki nahiye ve köyler. *
Edb: Şiirin ahenk ölçülerinden, nazmın vezinlerinden bahseden ilim. Arap,
Fars, Türk şiirinde kullanılan vezin ki, hecelerin uzunluk (kapalılık) ve
kısalık (açıklık) değerlerine dayanır. * Bir beytin birinci mısraının son
kısmı. * Çadırın ortasına dikilen ve ona destek olan kazık. * Tas: Süluk
edenlerin karşısına çıkan çok şeyler, birisine ârız olan iş ve ihtiyaç. *
Yan taraf. * Yanak. * Yol. * Usûl. |
ARUZ KALIPLARI |
(Bak: Bahr) |
ARV |
Sıtma ve diğer ateşli hastalıklarda gelen ilk titreme. * İş için
birinin yanına varma. * Yemişsiz bir çeşit ağaç. |
ARVANA |
Boz dişi deve. |
ARVEND |
f. şan, şeref, ululuk, yücelik, azamet. |
ARZ |
(Erz) Yeryüzü, toprak, zemin, dünya. * Aşağı ve alçak. * Memleket,
ülke. * Küre. * İklim. * Davarın ayağının altı. |
ARZ-I A'ŞÂRİYE |
Öşür (onda bir vergi) veren memleket. |
ARZ-I BELDE |
Ast: Herhangi bir bölgenin üstünden geçen arz dairesi. |
ARZ-I BELDE TA'YİNİ |
Ast: Herhangi bir bölgede kutup yıldızı veya diğer yıldızlarla
astronomik hesaplar yapmak suretiyle o yerin arzını tayin etmek. |
ARZ-I CENUBÎ |
Cenub arzı. (Güney enlemi). |
ARZ-I HARAC |
Harac veya vergi veren memleket. |
ARZ-I MUKADDES |
Kudsi, mübarek yer. Eski peygamberlerin çok eseri bulunan Kudüs,
Filistin. (Arz-ı mukaddes: Temiz yer (arz-ı mutahher) ve mübarek yer
demektir ki, Beyt-i Makdis'in bulunduğu yerdir. Vaktiyle birçok enbiyanın
makarrı olduğundan böyle tesmiye olunmuştur. Bir rivayete göre İbrahim
(A.S.) Lübnan Dağına çıktığı zaman, Allah Teâlâ: "Bak, gözün nereye kadar
yetişirse orası mukaddestir ve zürriyetine mirastır." buyurmuştur. Bunun
tâyin ve tahdidinde tur yani cebel ve havalisi denilmiş. Dimeşk, Filistin ve
Ürdün'ün bir kısmı denilmiş, Arz-ı Şam da denilmiştir. Hz. Musa, Mısır'dan
çıktıktan sonra Şamda iskân vadedildiği ve Beni İsrâil'in buna Arz-ı Mevaid
dedikleri de söylenmiştir. E.T.) |
ARZ-I RUM |
(Erzurum) Rum memleketi. Şimdiki Anadolu. Anadolunun şarkındaki bir
vilâyet adı. |
ARZ |
f. Ardıç adı verilen bir
ağaç. |
ARZ |
Bir büyüğe bir şeyi hürmetle vermek. Bir işi büyüğüne hürmetle
anlatmak. İzâh etmek. Takdim etmek. Bir kimseye bir şeyi izhar etmek. *
Kıymetli bir şeyi diğer bir şeyle değiştirmek. * Bir şeyin birden, âniden
meydana gelmesi. * Altın ve paradan gayrı mal, metâ. Bir şeyin uzunluk
mukabili olan genişliği. * Bir muamelede aldanmak. * Sağlam insanın hemen
ölmesi. * Delirmek. * Coğ: Bir yerin yeryüzünde hatt-ı istivâdan
(ekvatordan) olan uzaklığı. * Koz: Bir yıldızın mıntıkatulbürucdan olan
uzaklığı. |
ARZ-I CEMÂL |
f. Güzelliğini göstermek. Arz-ı didar da denir. |
ARZ-I ENDÂM |
Boy-pos gösterme. |
ARZ-I HÂCET |
İhtiyacını, muhtaç olduğunu bildirmek. |
ARZ-I HÂL |
Halini arzetme. İstida. Arzuhal. |
ARZ-I HÜNER |
Hüner gösterme, marifet izhar etme. |
ARZ-I HÜRMET |
Hürmetini bildirme. Saygısını gösterme. |
ARZ-I İFTİKAR |
Hacatını arzetme, ihtiyaçlarını meydana koyma. |
ARZ-I NEFS |
Hizmette ve fedakârlıkta nefsini ve kendini ileri sürme. |
ARZ-I MAHZAR |
Bir işin yapılması için, yüksek bir mevkiye halk tarafından topluca
verilen dilekçe. |
ARZ-I MİNNET |
Minnet gösterme. |
ARZ-I KUDRET |
Kudret gösterme. |
ARZ-I TÂZİMÂT |
Karşısındakine büyük bir hürmetle takınılan tavır ve hareket. |
ARZA |
şiddet. * Kuvvet. |
ARZ |
f. Sunma, gösterme, takdim etme. |
ARZAN |
Enine, genişliğine. |
ARZANÎ |
Enine, genişliğine olarak. |
ARZ-GAH |
f. Bir şey arzetmek için toplanma yeri. |
ARZ-HANE |
f. İstanbuldaki Topkapı sarayında bulunan Hırka-i Şerif odasının
dışında kalan aralık oda. |
ARZÎ |
Genişliğine ait. Bir
yerin enine ait. |
ARZÎ |
(Arziye) Toprağa ait ve müteallik. Yere ait, toprakla alâkalı. * Semavî
olmayan. Beşerî olan. |
ARZÎN |
(Arz. C.) Arzlar. |
ARZİYAT |
Jeoloji. Dünyanın yaradılışı ile tarih boyunca değişen vaziyetlerini
tetkik eden ilim. |
ARZİZ |
f. Kurşun, kalay. |
ARZU |
Meşhur halk hikâyelerinden olan Arzu ile Kamber hikâyesinin kadın
kahramanı. |
ARZU |
f. İstek. Dilek. Meyil. Emel. Hahiş. |
ARZU-YU BEKA |
Ebedilik arzusu. |
ARZU-YU HİLÂF |
Muhalefet etme, karşı koyma arzusu. |
ARZU-DÂR |
f. Hevesli, talebli, istekli, arzulu. |
ARZU-KEŞ |
Yürekten isteyen, isteyici. |
ARZU-MEND |
İstekli. |
ARZU-MENDÎ |
f. Taleb, istek, arzu, heves. |
ARZU-ŞİKESTEN |
f. Arzunun olamaması, yerine gelmemesi. Hayâl kırıklığı, inkisar-ı
hayâl. |
ARZUHAL |
(Arz-ı hâl) Bir iş için bir makam veya resmi daireye bir iş sahibinin
verdiği dilekçe. İstida-nâme. |
AS |
Mersin ağacı. |
AS |
Sansar cinsinden siyah kuyruklu, beyaz tüylü kakum denilen bir hayvan,
çok kıymetli olan postu için avlanır. |
AS |
f. Değirmen. (Bak: Asya) |
ASA |
Genişlik. Zuhur, meydana çıkma. Büyük kadeh. |
ASA' |
Yaş olan şey kuruyup katılaşmak. |
ASA |
Değnek. Baston, sopa. |
ASA-YI İNKÂR |
İnkâr değneği. Kabul etmeme. |
ASÂ-YI MUSÂ |
Hz. Mûsânın (A.S.) Asâsı. * Kafir sihirbâzları Cenab-ı Hakkın izniyle
mağlub eden ve taşa vurduğunda hemen Cenab-ı Hakkın izni ile su çıkaran Hz.
Mûsânın (A.S.) mucizeli değneği. Bu mucizeye teşbih olarak, her bir zerrede
ve her şeyde Allahın (C.C.) varlığını, birliğini ve kudsi sıfatlarını isbat
ederek imân âb-ı hayatını gösteren ve bununla kâfirleri mağlub eden, ehl-i
mekteb ve ehl-i felsefeye çok lüzumu bulunan Risale-i Nur külliyatından bir
eserin adı.(... Kur'andan tavr-ı kalbe ilham edilen Asâ-yı Musa gibi, mânevi
bir asâ ihsan edilmiştir. Bu asâ ile, kitab-ı kâinatın herhangi bir
zerresine vurulursa, derhâl mâ-i hayat çıkar. Çünki, müessir ancak eserde
görünebilir. Mânevi asansör hükmünde olan murâkabeler ile mâ-i hayatı bulmak
pek müşküldür. Vesaite lüzum gösteren ehl-i nazar ise, etraf-ı âlemi arşa
kadar gezmeleri lâzımdır. Ve o uzun mesâfede hücum eden vesveselere,
vehimlere, şeytanlara mağlub olup caddeden çıkmamak için, pekçok bürhanlar,
alâmetler, nişanlar lâzımdır ki yolu şaşırtmasınlar. M.N.) |
ASA |
f. (Gibi) manasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Teşbih edatıdır.) |
BERK-ÂSÂ |
şimşek gibi. Berk gibi. |
CENNET-ÂSÂ |
Cennet gibi. |
ASA |
f. Esneme. * Vakar, ciddilik. * Süs, zinet. |
ASÂ |
(Fiil veya harftir) Ümid veya korku bildirir. Şek ve yakin manalarına
delalet eder; (ola ki, şayet ki, meğer ki, olur, gerektir) manalarına gelir.
(Kâde) $ fiiline benzer. Ekseri, (lâkin) (leyte) mânasına temenni için
kullanılır. Hitab-ı İlahî kısmında yakîn ve vücubu ifade eder. |
A'SA |
(Asâ. C.) Değnekler, sopalar, bastonlar. |
ASÂB |
Geyik, gazâl. |
ASAB |
Sinir. Damar. |
A'SÂB |
(Asab. C.) Sinirler. Damarlar. |
A'SÂB-I GÛŞ |
Kulak sinirleri, kulaktaki sinirler. |
A'SÂB-I MUHARRİKE |
Hissi, duyguyu vücuttaki haber merkezine bildiren sinirler. Hareket
ettirici sinirler. |
ASABE |
Kuvvet, şiddet. * Bir tek sinir. * Baba tarafından akraba olanlar. *
Bir kimseye yardım ve takviye eden akrabası takımı. * Fık: Eshab-ı Feraiz,
hisselerini aldıktan sonra geri kalanı, terekeyi alan kimse. (Babası ve
evladı olmayan kimseye vâris olan.) |
ASABİ' |
(Usbu'. C.) Parmaklar. |
ASABÎ |
Sinirli. Öfkeli. |
ASABİYY-ÜL-MİZAC |
Yaradılışça sinirli olan kimse. Yaradılışı itibâriyle asabi, hırçın,
öfkeli olan. |
ASABİYYET |
Sinirlilik. Fart-ı gayret. İmân ve İslâmiyeti, kendi akrabasını,
vatanını, din veya milliyetini müdâfaa etmek gayreti. Hamiyyet. |
ASABİYYET-İ CAHİLİYYE |
İslâmiyetten evvelki câhiliyyet asabiyyeti. Menfi milliyet. Irkçılık,
yani, aşırı derecede kendi kavim ve kabilesini koruma ve iltizam
gayreti.(Asabiyyet-i cahiliyye, birbirine tesanüd edip yardım eden gaflet,
dalâlet, riya ve zulmetten mürekkeb bir mâcundur. Bunun için menfi
milliyetçiler, milliyeti mâbud ittihaz ediyorlar. Hamiyyet-i İslâmiyye ise,
nur-u imândan in'ikâs edip dalgalanan bir ziyadır. M.N.) |
ASABİYET-İ KAVMİYE |
Vatanperverlik. Menfi milliyetçilik, Asabiyet-i câhiliye, asabiyet-i
milliye, asabiyet-i nev'iyye gibi tabirler de aynı mânayı ifâde eder. (Bak:
Asabiyet-i Câhiliyye). |
ASABİYYETEN |
Asabi olarak. Sâde kendi milliyetini, soyunu sevmekle. |
A'SAC |
Saçları alnı üzerine dökülmüş. |
ÂSAD |
(Esed. C.) Esedler,
arslanlar. |
ASAF |
Süleyman Peygamberin (A.S.) veziri. Vezir. * Bir ot ismi. |
ASAFÂNE |
f. Bir vezire yakışır surette ve hâlde. |
ASAFİR |
(Usfur. C.) Serçe kuşları. |
ASAF-REY |
Düşüncesi Asaf'ınki gibi akıllıca olan vezir. |
ASAGİR |
(Asgar. C.) Şeref ve itibar bakımından küçük olanlar. Çok küçük şeyler. |
ASAGİR Ü EKÂBİR |
f. İtibar ve mevkice küçükler ve büyükler. |
ASAH |
(Bak: Esahh) |
ASAHİB |
(Ashab. C.) Sahibler, sahib olanlar. Ashablar. |
ASAİB |
Cemaatler, tayfalar. * Başa sarılan sargılar, nesneler. |
ASAK |
Darlık. * Hurma budağının yaramazı. |
ASAK |
Ucuzluk. |
ASAKİR |
(Asker. C.) Askerler. Erler. |
ASÂKİR-İ BAHRİYYE |
Bahriyeliler. Deniz askerleri. |
ASÂKİR-İ BERRİYYE $ |
Kara askerleri. |
ASÂKİR-İ MUNTAZAMA |
Ordu askeri. |
ASÂKİR-İ MUVAHHİDÎN |
Allahın birliğine inanan askerler. İslâm ordusu. |
ASAL |
(Asil. C.) İkindi ve akşam arası mânasına, öğleden geceye kadar olan
müddet. * Zamanlar ve vakitler. |
ASAL |
Ahlâk. Karakter.
* Alâmet, işaret, belirti. |
ASAL |
f. Temel, kök. |
A'SAL |
Dişinin ucu eğri olan. |
ASAL |
(C: Asâl) Davarın kuyruğu devrik olmak. * Bağırsak. |
ASALAK |
Başka hayvan veya bitkilerin üstünde yaşayan ve onlara zarar veren
hayvan veya bitki. Parazit. * Mc: Başkalarının sırtından geçinen kimse. |
ASALE |
Bal peteği, petek. |
ASALE |
Zehiri çok tesirli ve korkunç olan yılan. |
ASALET |
Temiz soyluluk. Soy sop temizliği. Köklülük. * Rüsuh. * Metanet.
Necabet. Zâdegânlık. * Kendi işi için bizzat ve kendisi nâmına hareket. *
Edb: Yazıda veya sözde bayağı tâbirlerin bulunmaması. |
ASALETEN |
Vekil olmayış. Kendi işini kendi namına bizzat kendisi yapmak üzere.
Kendi nâmına olmak üzere. |
ASALETLÛ |
Asâletli, soy ve neseb sahibi, necib, asil. * Osmanlı İmparatorluğu
zamanında resmi yazışmalarda büyükelçilere, Hristiyan büyüklerine, devlet
adamlarına ve prenslerine denirdi. |
ASALİT |
Koyu, sahin. |
A'SAM |
(Usme. C.) Ön ayakları beyaz olan at, geyik veya koyun. |
A'SÂM-ÜL YÜMNÂ |
Sağ ayağı beyaz olan at, geyik veya koyun. |
ASAM |
(İsm. C.) Günahlar. |
ASAMM |
Sağır. * Sert, katı. * Güç, tahammül edilmez. * Gr: Muzaaf olan fiil.
(İkinci veya üçüncü harf-i aslisi şeddeli olan fiil) |
ÂSÂN |
f. Kolay. Suhuletli. Yesir. * Bükülmüş ipin her katı. |
ÂSÂNÎ |
Suhulet, kolaylık. |
ASAR |
Toz. * Sığınak. * Atiyye, hediye. |
ASÂR |
Fakirlik. * Güçlük. * şiddet. |
AS'AR |
Çok kibirli, mağrur. * Çarpık suratlı, eğri yüzlü, eğri boyunlu. |
ASAR |
Vazifeler. * Yükler. * Cürümler. Kabahatler. |
ÂSÂR |
Öç almalar. İntikamlar. * Eserler. * İzler. Nişanlar. Abideler. *
Âdetler. |
ÂSÂR-I ATİKA |
Eski eserler. |
ÂSÂR-I EDEBİYYE |
Edebî değeri olan eserler. |
ÂSÂR-I MATBUA |
Tabedilmiş basılmış olan eserler. |
ÂSÂR-I MERGUBE |
Muteber ve rağbet kazanmış olan eserler. |
ÂSÂR-I SAN'AT |
Sanat eserleri. |
ASÂR |
Kurumayıp daima sulanır çıban. |
ASÂR |
Yağcı, yağ satıcısı. |
A'SAR |
(Asr. C.) Asırlar. Yüzyıllar. |
A'SÂR-I SÂLİFE |
Geçmiş yüzyıllar. Geçmiş asırlar. |
ASARAN |
(Bak: Asrân) |
ASARE |
Anber ve misk gibi şeylerin kokması. |
ASARE |
f. Sayı, hesab. |
ASARİM |
(Asrâm. C.) Çadır toplulukları. Ayrı ayrı küçük insan grupları. |
AS'AS |
(C: Asâis) Bir yerin adı. * Kurt, zi'b. * Kirpi. |
AS'AS |
Kumdan yığılmış tepe. * Fesâd. |
AS'ÂS |
Gece çok gezip dolaşan kimse. * Kurt. |
AS'ASE |
Oturak yerin yumuşağı. * Helâk olmak. * Fesâd etmek. |
AS'ASE |
(Is'as) Yönelme. Arka çevirme. * Gece karanlığı gelmeğe başlamak veya
gitmek. * Bulutun yere yakın olması. |
ASAT |
Binâ. |
ASATIB |
(İstabl. C.) Ahırlar. |
ASAY |
f. Gibi. (Bak: Asâ) |
ASAYİŞ |
f. Emniyet, güvenlik, korku ve endişeden uzak hâl. Kanun, nizam
hakimiyeti. İnsan cemiyetlerinde iktidar, hâkimiyet, bir zümrenin, bir
sınıfın elinde olmaktan kurtulamamasından ve bir kısım insanlarca yapılan,
istedikleri zaman değiştirilen kanunlara diğer insanların saygısı temin
edilemediğinden asayişin sağlanması gittikçe güçleşmektedir. Çağımızda
maddeci düşünce ile yetişen insanlar ancak baskı tedbirleriyle itaat altına
alınmağa çalışılıyor. Böylece kapitalist ülkelerde oligarşik diktatörlük,
sosyalist ülkelerde sınıf diktatörlükleri kurularak insanlar
köleleştirilmektedir. İslâmda ise iktidar Allah'ındır, mülk de Allah'ındır.
İnsan insanın kulu, kölesi değildir. Sınıf ve zümre diktatörlüğü yoktur.
İnsan insan karşısında hür, Allah karşısında kuldur ve herkes hukukta
birbirine eşittir. İdareciler hakkın ve halkın hizmetkârlarıdır.(... Bu
millet ve vatan, hayat-ı içtimaiyesi ve siyasiyesi anarşilikten kurtulmak ve
büyük tehlikelerden halâs olmak için beş esas lâzım ve zaruridir. Birincisi:
merhamet; ikincisi: hürmet; üçüncüsü: emniyet; dördüncüsü: haram ve helâli
bilip haramdan çekilmek, beşincisi: serseriliği bırakıp itaat etmektir. İşte
Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyeye baktığı vakit, bu beş esası te'min edip,
hem asâyişin temel taşını tesbit ve te'min eder. K.L.) |
ASÂYİŞ-BERKEMÂL |
Rahat ve huzur te'min
edilmiş. |
ASÂYİŞ-CU |
f. Rahat ve huzur arayan. Asâyiş isteyen. |
ASÂYİŞ-PERVER |
f. Asâyiş taraftarı. Sükûnet, rahat ve huzur isteyen. |
ASÂYİŞ-PERVERÂNE |
f. Rahat, huzur ve asâyiş taraftarına yakışacak şekilde. |
ASB |
Bağlamak. * Sağlam olarak dürmek. * İmâme, sarık. * Yemen'de yapılır
bir nevi kumaş. * Firavun atı adı verilen bir deniz canavarının dişisi. *
Kurumak. * Kızarmak. * Sarmaşık. * Sargı, bağ. * Mendil. |
ASBAB |
(Sabeb. C.) Çukur yerler. |
ASBAG |
Alnı veya kuyruğunun ucu beyaz olan at. * Kuyruğunun ucu beyaz olan
kuş. |
ASBAG |
(Sıbg. C.) Boyalar. |
ASBAH |
(Subh. C.) Sabahlar. |
ASBAN |
f. Değirmenci. Değirmen sahibi. |
ASBANÎ |
f. Değirmencilik. |
ASBAR |
(Sıbr. C.) Akbulutlar. |
ASBEST |
yun. Oldukça yumuşak ve ateşle hususiyeti değişmeyen lifli bir madde. |
ASC |
Gezi topluluğu. |
ASCED |
Halis, karışıksız altın. |
ASCEL |
Karnı büyük olan kimse. |
ASD |
Cimâ etmek. * Döndürmek. * Bozmak. |
ASDA |
(Sadâ. C.) Sadâlar, sesler. |
ASDAF |
(Sedef. C.) Sedefler. |
ASDAG |
Perâkende olmak. |
ASDAG |
(Sudg. C.) Tıb: Şakaklar, yüzdeki şakaklar. |
ASDAGAN |
Tıb: Kollarımızdaki nabız damarları. |
ASDAK |
(Sıdk. C.) Samimi şeyler. |
ASDER |
Omuz, menkıb. |
ASDİKA |
Sâdıklar. Sabık ve sadık dostlar. * İçi dışına, sözü işine uygun
olanlar. |
ASED |
Cimâ etmek. * İp bükmek. |
A'SEF |
Zulmedip zorla birşey alan. |
ASEF |
(Asf) Büyük kadeh. * Bir şeyi almak. * Yoldan çıkmak. Zulüm eylemek.
Körü körüne gitmek. * Birisini istihdâm eylemek. Irgatlık etmek, tarlada
işçilik etmek. * Ölüm. (Kamus'tan alınmıştır.) |
A'SEL |
Eğri olan şey.
Eğri dişli veya bacaklı kimse. |
ASEL |
Bal. Şehd. * Tatmak. * Su akarken yüzünde hâsıl olan kabarcık. *
Cennette bir su. |
ASEL-İ MUSAFFA |
Süzme bal. |
ASELAN |
Süngü titrediğinden acı çekmek. * Boynunu uzatıp sür'atle gitmek. |
ASELBENT |
Tıbda ve kokuculukta kullanılan bir reçinedir ve aynı adla anılan
ağacın kabuklarının çizilmesiyle elde edilir. |
ASELÎ |
Bal gibi sarı renkte olan. * Yahudilerin ayırdedilmek için,
omuzbaşlarına taktıkları sarı kumaş parçası. * Eskiden kullanılan bir kumaş
çeşidi. |
ASELİYYET |
Bal hâli. |
ASELLAK |
Deve kuşunun erkeği. |
ASEM |
Kesbetmek. Kazanmak. çalışmak. * Dirsekten itibaren elin kuruyup çolak
ve eğri olması. * Ayağın topuktan kuruyup eğilmesi ve aksak olması. |
A'SEM |
Eli bileğinden kurumuş kimse. |
ASEMM |
Çok sağır. |
ASEMSEM |
Kuvvetli, büyük deve. |
ASEN |
Tütün, duhan. |
ASENN |
Koltuğu kokan kişi. |
ASER |
Solak kimse, solaklık. |
A'SER |
Çok zor ve çetin olan, dayanılması çok zor. * Solak. |
ASERAT |
Sürçmeler, yanılmalar. * Ayak kayması. |
ASERE |
Kanat teleklerinden evvel, ucunda olan beyaz telekler. |
ASES |
Asâyişin muhafazası için geceleri dolaşan ve şimdiki polis vazifesini
gören memurlar. |
ASESBAŞI |
Osmanlı İmparatorluğunun eski devirlerinde polis müdürü. |
ASEV |
(Asven) Serkeşlik. Taşkınlık, serserilik. |
ASEVSEL |
Azâsı gevşek kimse. |
ASF |
Büyük kadeh. *
Zulüm ve zorla bir şeyi almak. |
ASF |
Zulüm. Haksızlık. * Can çekişme. * Emek çekip kâr kazanma. * Bir tarafa
eğilme. * Sür'atle gitme. * Rüzgârın kuvvetle esmesi. * Taze ekin yaprağı.*
Ekin taze iken biçme. |
ASFAD |
(Safed. C.) Suçluların el ve ayaklarına takılan kelepçeler. |
ASFAF |
(Saff. C.) Saflar, hatlar. |
ASFALT |
yun. Siyah renkte şekilsiz bir bitüm. |
ASFAR |
Sıfırlar. Boş şeyler. |
ASFENCAH |
Akılsız, ahmak adam. |
ASFER |
Sarı, uçuk benizli. Soluk. * Kızıl. * Islık çalan.* Bomboş şey. |
ASFİYA |
Sâfiyet, takvâ ve kemâlât sâhibi ve Peygambere (A.S.M.) vâris olup, onun
meslek ve gayelerini ihyaya ve tatbike çalışan muhakkik zatlar. (Derece-i
şuhud derece-i iman-ı bilgaybdan çok aşağıdır. Yani : Yalnız şuhuduna
istinad eden bir kısım ehl-i velâyetin ihatasız keşfiyatı, Verâset-i
Nübüvvet ehli olan Asfiya ve Muhakkikinin şuhuda değil, Kur'ana ve vahye,
gaybi; fakat sâfi, ihatalı, doğru hakaik-i imaniyelerine dâir ahkâmlarına
yetişmez. Demek bütün ahval ve keşfiyatın ve ezvak ve müşâhedâtın mizanı :
Kitab ve sünnettir. Ve mehenkleri Kitap ve Sünnetin desâtir-i kudsiyeleri ve
Asfiya-i muhakkikinin kavanin-i hadsiyeleridir.M.) |
ASFİYA-İ MUHAKKİKÎN |
Hakikatı tam araştıran, delillerle isbat eden, ilim ve fazilette
terakki etmiş olan büyük İslâm âlimleri. |
ASFİYA-İ MÜDEKKİKÎN |
İslâmî hakikatların tetkik ve bilinmesinde çok dikkatli ve sâdık olan
büyük İslâm âlimleri. |
ASGA |
Öğrenmeğe çok hevesli. * Çarpık suratlı. |
ASGAR |
En küçük. Daha küçük. |
ASGARAN |
Kalb ile dil |
ASGARÎ |
En az. En küçük. |
ASGÜN |
Hazar Denizi'ne verilen bir isim. |
ASHÂB |
(Eshâb) (Sahib. C.) Arkadaş olanlar. Sahip olanlar, kullanma yetkisine
sahip kişiler. * Halk, ahali. * Sahabeler, yani Peygamberimiz Hz. Muhammed'i
(A.S.M.) görmüş ve mü'min olarak ona ve onun mesleğine bağlı kalmış olan
zatlar. Bu kişiler, insanlık, doğruluk ve her türlü faziletlerde en ileri
seviyede bulunan şahsiyetlerdir.Onlar Peygamberimizi (A.S.M.) her an yakın
alâka ile takip ederler ve O'na, her cihetle ittibaa çalışırlardı. Dâima
sıdk ve sadakatten, doğruluk ve faziletten ayrılmamak cehdi içinde idiler.
İslâmiyetin neşir ve tâmimi için her çeşit fedakarlıktan çekinmezlerdi.
Risale-i Nur Külliyatından Mektubat isimli eserde denildiği gibi: "Âl ve
Ashâb nâmında bu zevat-ı kirâm, nev-i beşerin enbiyadan sonra ferâset ve
dirâyet ve kemâlâtla en meşhur, en muhterem, en nâmdar, en dindar ve en
keskin nazarlı tâife-i azimesi" dirler.(R.A.) |
ASHÂB-I BEDİR |
Hz. Peygamber (A.S.M.) ile Bedir muharebesinde bulunan sahâbeler (R.A.) |
ASHÂB-I CENNET |
Cennet ehli. Cennetlik olanlar, Cennetlik oldukları ümid edilenler veya
cennete gidecekleri müjdelenmiş olanlar. (Bak: Aşere-i Mübeşşere) |
ASHÂB-I DEVLET |
Devlete mensub olanlar. Devlet adamları. |
ASHÂB-I EYKE |
(Ashâb-ı Leyke) Şuayb'ın (A.S.) Allah tarafından kendilerine
gönderildiği kavmin adı. Yerleri ağaçlı olduğundan bu isim verilmiştir. |
ASHÂB-I FERÂİZ |
Mirascılar. Ölen kimsenin malında hissesi olan akrabâları. |
ASHÂB-I FİL |
İslâmiyetten önce Kâbe-i Muazzamayı tahrib için Mekke'ye hücum eden
Habeş ordusunun ismi ( Önlerinde fil bulunduğundan, zırhlı vasıtalar gibi
ondan faydalandıklarından bu isim verilmiş olduğu nakledilir. |
ASHÂB-I GÜZİN |
Mümtaz ve en meşhur sahâbeler. |
ASHÂB-I KALEM |
Kalem ashabı. Memurlar. |
ASHÂB-I KALİB |
Bedirde öldürülüp kuyuya atılmış olan müşrikler. |
ASHÂB-I KEHF |
Kur'ân-ı Mu'ciz-ül Beyan'da bahsi geçen ve devirlerinin zâlim
padişahından gizlenerek ve onun şerrine âlet olmaktan çekinerek, beraberce
bir mağaraya saklanıp, Rabb-ı Rahimlerine (C.C.) sığınan, dindar ve makbul
büyük zâtlar. İsimleri rivâvette şöyle sıralanır: Yemlihâ, Mekselinâ,
Mislinâ, Mernüş, Debernüş, Sâzenüş, Kefeştatâyüş. Kendilerine sâdık
köpeklerinin adı da Kıtmir'dir. |
ASHÂB-I KİRAM |
Hz. Muhammedin (A.S.M.) Ashabı, sahabeleri. |
ASHÂB-I MATLUB |
Huk : İflâs hâlinde bulunan şahsın, kanuni alacaklılarının yekûnü. |
ASHÂB-I MEŞ'EME |
Uğursuz, kötü, dine muhalif olanlar.* Solak, sol tarafta, alçak mevkide
bulunanlar. |
ASHÂB-I MEYMENE |
Dinen ihtiram mevkiinde bulunan yüksek haysiyet sahibleri. Hayırlı
kimseler. |
ASHÂB-I RESS |
Kur'anda bahsi geçen bir kavim adıdır. Kimler oldukları kati bir
şekilde tesbit edilemiyor. Râvilerin ekserisi, peygamberlerine isyan eden ve
onu öldürüp kuyuya atan, bundan dolayı da Cenab-ı Hakkın helâk ettiği bir
kavim olduğu hakkında ittifak etmektedir. (Furkan Suresi, 38 inci Ayet) |
ASHÂB-I RIDVÂN |
Cenab-ı Hakkın rızâsıyla müjdelenen sahâbeler. (R.A.) (Bak: Bi'at-ı
Rıdvan) |
ASHÂB-I SUFFA |
Suffa ehli. Bunlar, Hz. Peygamberin (A.S.M.) mescidine bitişik üstü
örtülü, etrafı açık bir yerde otururlardı ve orada yaşarlardı. Bu zatların
yaşayışları ve hâlleri din hizmeti, hayatı bakımından büyük değer
taşımaktadır. Bütün hayatları Peygamberimiz'in (A.S.M.) yanında bulunarak
Kur'ânın en yüksek derslerini alır, öğrenirler ve öğretirlerdi. İslâmiyeti
öğrenmek, öğretmek ve yaymak için her türlü şahsi menfaatlerini terkederek
tam bir İslâm fedaisi olarak yaşarlardı. Bunlar evlenmezler ve dünya
işleriyle uğraşmazlardı. Ashab-ı Suffa'nın bu hizmetleri sebebiyle ve bu çok
büyük fedakârlıkları vesilesiyle İslâmiyet az zamanda çok yayılmış ve
kökleşmiştir. Peygamberimiz'in (A.S.M.) hadis-i şerifleri mükemmel bir
şekilde muhafaza altına alınmış ve zamanımıza kadar hatta kıyamete kadar
sağlam bir şekilde devam etmesi sağlanmıştır.Bu Ehl-i Suffa'nın ahvâli
Kur'an-ı Kerim hizmetine ilk ve en mühim başlangıç olduğu ve herkese büyük
ibret ve ders teşkil edeceği için, Sahih-i Buhâri Tercemesi Yedinci Cildinin
62 ve 63 üncü sahifelerindeki alâkalı kısmı naklediyoruz: "Suffa, Kamus
Müterciminin dediği gibi ve hepimizin bildiği veçhile, eski yerlerdeki
"sed", "seki" gibi yüksekçe eyvana denir. Lisanımızda tahrifle "sofa" tâbir
olunur. Ehl-i suffa buna izâfe edilmiştir. Ashâb-ı Suffa; aileden cüdâ,
gaile-i dünyeviyeden âzâde ve bütün mânası ile feragatkâr bir hayata mâlik
olan bir zümre-i mübârekenin ekseri vakitleri Resül-i Ekremin (A.S.M.)
huzurunda geçerdi. Dâima Resul-i Ekrem'den (A.S.M.) ahz-ı feyz ederlerdi.
Taraf-ı Peygamberiden tâyin buyurulan muallimler mârifetiyle de kendilerine
Kur'ân tâlim edilirdi. Bunlardan yetişenler müslüman olan kabilelere tâlim-i
Kur'ân için gönderilirdi. Bu cihetle bunlara "Kurrâ" denilirdi. Bu suffaya
da "Darul-Kurrâ" demek en münâsib bir isimdir. Nur-u Kur'an'ın "lemhat-ül
basar" denilebilecek derecede az bir zaman zarfında âfâk-ı âleme intişar
etmesi, bu ilim ocağının yetiştirdiği güzideler sâyesinde müyesser olmuştur.
Mütevâzi ve fakat çok feyyaz olan dörtyüz, beşyüz raddesinde dâimâ Kur'ân
ile, icâbında gazâ ile meşgul olan bir irfân-ı Kur'ân ordusu bulunuyordu.
İçlerinden teehhül edenler kadro haricine çıkardı. Fakat, yenileri ile ikmal
edilirdi. Burası bütün mânası ile leyli ve meccâni bir dâr-ul-ilim idi.
Müdâvimleri ne ticaretle, ne bir san'at ve harâsetle iştigal etmezdi.
Maişetleri taraf-ı risâlet-penâhiden ve ağniyâ-ı ashâb tarafından te'min
edilirdi. Bu hakikatı, Ehl-i Suffa'nın mübarek simâlarından birisi olan Ebu
Hureyre (R.A.) kendisinin çok hadis rivâvet ettiğinden şikâyet edenlere
karşı verdiği şu müskit cevabında pek güzel ifâde etmiştir: "Benim kesret-i
rivâyetim çok görülmesin; muhacir kardeşlerimiz çarşıdaki, pazardaki
ticaretleri ile, "Ensar" kardeşlerimiz de tarlalardaki, bahçelerdeki
ziraatleri ile meşgul bulundukları sırada, Ebu Hureyre, Peygamberin (A.S.M.)
mübârek nasihatlerini hıfzediyordu..." demişti.Resul-i Ekrem (A.S.M.)
Ashâb-ı Suffa'nın maişeti ile, tâlim ve terbiyesi ile pek yakından alâkadar
olurdu. Hattâ saadet-hâneleri ihtiyacatı ile ikinci derecede meşgul
bulunurdu. Bir kerre Hz. Fâtıma (R.A.) el değirmeni ile un öğütmekten
usandığından şikâyet ederek bir hizmetçi istediğinde, Resül-i Ekrem (A.S.M.)
- "Kızım! Sen ne söylüyorsun?... Henüz Ehl-i Suffa'nın maişetini yoluna
koyamadım" buyurmuştu.Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) hiç bir mev'izaları, hiç bir
hitâbeleri yoktur ki, bunun irâdı sırasında Ashâb-ı Suffa orada hazır
bulunmasın, dinleyip, hıfzederek diğer ashâba nakletmesin... Bu suretle
ahkâm-ı İslâmiyyenin hıfz ve naklinde Ehl-i suffanın pek müstesna te'sirleri
görülmüştür.İçlerinde Ebu Hureyre (R.A.) gibi müstesnâlar yetiştiği gibi,
ilmi varlık göstermiyenler de vardı. Fakat, hangi türlü tedris
gösterilebilir ki, umumi surette böyle sihir-âmiz bir feyz verebilmiş
olsun.."Hak Dini Kur'ân Dili Cilt 2, sahife: 939, 940, 941 de de şu izahat
vardır:"Bir gün Resul-i Ekrem (A.S.M.) Ashâb-ı Suffa'nın başlarında durmuş,
hallerini nazar-ı tetkikten geçirmişti. Fakirliklerini, çekmekte oldukları
zahmetlerini gördü ve kalblerini tatyib edip onlara buyurdu ki: - "Ey
Ashâb-ı Suffa! Sizlere müjdeler olsun ki; her kim şu sizin bulunduğunuz
hâl-ı sıfâtta ve bulunduğu halden râzı olarak bana mülâki olursa, o benim
refiklerimdendir... " |
ASHÂB-I SUYÛF |
Bizzat harbe iştirak edip kılıçları ile cihad edenler. |
ASHÂB-ÜŞ-ŞİMÂL |
Amel defterleri sol taraflarından verilecek olan cehennemlik kimseler.
Solcular. |
ASHÂB-I ŞUHÛD |
(Bak: Ehl-i Şuhûd) |
ASHÂB-I TAHRİC |
(Bak: Tahric) |
ASHÂB-I UHDÛD |
Cenab-ı Hakka imân ve itâat edenleri çukurlara doldurup yakan veya sopa
ile döven, fir'avn gibi zâlim kimseler. |
ASHÂB-I YEMİN |
Ahid ve yeminlerinde sebât edenler. Kendi kazançlarından ziyâde Cenab-ı
Hakk'ın lütuf ve ikrâmına kavuşacakları ümid edilenler. Allah'a itâatleri ve
amelleri iyi olup ahirette amel defterleri sağ taraftan verilecek olanlar.
Sağcılar. Mukaddesatçılar. Kur'an ve İmân yolunda Allah (C.C.) için
çalışanlar ve bunlara taraftar olanlar. Sağlam ve helâl dâiresinde çalışan
kimseler. Cennetlik olanlar. |
ASHAME |
Peygamberimizin zamanında Müslümanlığı kabul eden Habeş Necaşisinin
ismi. |
ASHAR |
Saçı kızıl adam.
Kırmızı tüylü hayvan. |
ASHAR |
(Sıhr. C.) Evlenme neticesinde akraba olan erkekler. (Kayınbiraderler,
kayınpederler, güveyler.) |
ASHEB |
Tüyünün üstü kızıl, içi beyaz olan deve. |
ASIF(E) |
(C.: Asıfât) Şiddetli rüzgâr, sert fırtına. (Bak: Asf) |
ASIFAT |
(Asf. C.) şiddetli rüzgârlar. |
ASIL |
(Bak: Asl) |
ASIM |
Kendisini günahlardan men'edip pâk ve ismetli tutan, koruyan, men'eden. |
ASIMA |
Medine şehrinin diğer bir ismi. |
ASIR |
(Bak: Asr) |
ASİ |
Uygun, elverişli. |
ASİ |
Çok isyan eden, çok isyancı. |
ÂSİ |
İsyan eden. Emirlere itâat etmeyen. * Günah işleyen. * Meşru idâreyi
tanımayıp baş kaldıran. |
ÂSÎ |
Hurma salkımı. |
ÂSİ |
Doktor, cerrah, tabib. * f. Kederli, hüzünlü. |
ASİB |
Dolmuş bağırsak. * Katı nesne, şedid. * Şiddetli sıcak, çok sıcaklık. *
Talihsizlik. |
ASİB |
Dağ, cebel. * Kuyruğun bittiği yere "asib-ü zeneb" derler. |
ÂSİB |
f. Musibet, belâ, âfet, felâket. * Çarpışma. |
ASİB-İ RÜZGAR |
Zamanın belâsı. |
ASİB-RESAN |
f. Zarar veren, musibete atan, belâya düşüren, felâkete sevkeden. |
ASİD |
Başında bir zahmet olup boynunu döndüremeyen ve eğilemeyen, burnundan
sümüğü akan deve. |
ASİDE |
Bulamaç adı verilen yemek. |
ASİF |
(C.: Usefâ) Para ile tutulan işçi, yevmiyeci, gündelikçi. |
ASİFE |
Buğday ve arpa başağını örten yapraklar. |
ÂSİL |
(C.: Avâsil-Usûl) Kovandan bal alan kişi. * Yürürken aceleden yele yele
yürüyen kimse. |
ASİL |
Esas. Yedek olmayan. * Köklü. * Edebli, soylu. * Fık: Muamelâtta kendi
nâmına hareket eden. * Akşam vakti. * Ölüm, mevt. |
ASİLÂNE |
f. Asil olanlara yakışır şekilde. Asil ve neseb sahibine lâyık. |
ASİLE |
(C.: Asâil) Bir şeyin tamamı, bütünü. * Öğleden sonranın son kısmı,
akşam üzeri. * Ölüm, mevt. |
ASİL-ZADE |
f. Sülâlesi ve ailesi görgülü, temiz ve asil olan. |
ASİL-ZÂDEGÂN |
(Asil-zâde. C.) Asilzâdeler, soylu kişiler. |
ASİM |
Engel, mâni, muhafaza eden. |
ASİM |
Günahkâr. Günah işleyen. |
ASİME |
f. Akılsız, şaşkın, sersem. |
ASİME-GÎ |
f. Akılsızlık, şaşkınlık, sersemlik. |
ASİME-SÂR |
f. Kafası karışık. |
ÂSİN |
Pis kokulu. Bozulup kokan su. |
ÂSİR |
Bir efsaneyi rivayet eden. |
ASÎR |
Üsâre. Özsu. * Bir maddenin sıkılmış suyu. * Suyu alınmak için sıkılmış
şey. |
ÂSİR |
Ayağı kayan. |
ASİR |
Ağır. Zor. Güç. Müşkül. Düşvâr. |
ASİR |
Karmakarışık. * Bitişik komşu. |
ASİR(E) |
Üzüm ve benzeri şeyleri şıra yapmak veya yağını almak için sıkan. |
ASİRE |
Üzerine bir yıl geçtiği hâlde hâmile olmayan dişi deve. |
ASİRE |
(C.: Asirât) Hayvanın ayağının arasına takılan köstek. |
ASÎRE |
Cibre, posa. |
ASİSTAN |
Fr. Profesör veya hekim yardımcısı. |
ASİT |
Fr. Terkibindeki hidrojenin yerine element alarak tuz meydana gelmesine
sebep olan ve mavi turnusolü kırmızıya çevirmek hâsiyetinde hidrojenli
birleşik hamız. |
ÂSİTAN |
f. Kapı eşiği. * Dergâh. * Tekke. |
ÂSİVEN |
f. Şaşkın, sersem, aklı dağınık. |
ÂSİYÂ |
f. Su değirmeni. |
ASİYÂ-BÂN |
f. Değirmenci, değirmen sahibi. |
ASİYÂ-GER |
f. Değirmen yapan, değirmenci. |
ASİYÂ-SENG |
f. Değirmentaşı. |
ÂSİYE |
Kederli, hüzünlü kadın. * Sütun, kolon, direk. * Hz. Musa'yı (A.S.) Nil
nehrinden çıkararak büyütüp yetiştiren kadın. Firavunun zevcesinin ismi. |
ASK |
Lâzım olmak, lüzumlu olmak. |
ASKA' |
Atların ve kuşların başının ortasında beyazlık olanı. * Kanarya kuşu. |
ASKÂ' |
(Suk. C.) Çeşme duvarlarının bölmeleri.* Bölgeler. |
ASKABE |
Küçük salkım. |
ASKALÂN |
Şam diyârında bir şehrin adı. ("Arûs-üş Şam" da derler.) |
ASKALE |
Serap fazla olmak. |
ASKAR |
Üzüm şırası. |
ASKAT |
(Uydurukça
kelimedir.) (Bak: Vâhid-i kıyasî) |
ASKER |
(C.: Asakir) Devlet ve memleketin muhafazası için ücretli veya ücretsiz
olarak veya kur'a ile toplanarak hazır bulundurulan ve resmi elbise giyen
silahlı adamlar topluluğu. Er, leşker, nefer. |
ASKER |
f. Devredici, seyyar. |
ASKERE |
Şiddet. * Asker hazırlamak. |
ASKER-GÂH |
f. Asker kampı, askeriyeye ait kamp. |
ASKERÎ |
Askere veya askerliğe ait, askere mahsus. |
ASKUL |
(C.: Asâkil) Beyaz, büyük mantar. |
ASL |
Yelmek. Seğirtmek. |
ASL |
Temel, esas, kök. Bidâyet. Mebde', dip, hakikat. Hâlis, sâfi. Haseb ve
neseb. Soy sop. Zâten, en ziyâde. |
ASL-I MEYYİT |
Huk: Ölen kimsenin babası, babasının babası ve ilh... |
ASLA' |
Başının tepesinde ve önünde kıl olmayan. * Küçük başlı. |
ASLA |
Hiçbir zaman. |
ASLÂB |
(Sulb. C.) Sulbler, beller. |
ASLÂD |
Sert, katı ve düz. (Çakmak taşı hakkında). Ateşsiz. * Cimri, hasis,
pinti. |
ASLAH |
Kulağı hiç işitmeyen. |
ASLAH |
En sâlih. Daha sâlih. |
ASLAHAKELLAH |
Allah seni ıslâh etsin (meâlinde duâ). |
ASLAH TARİK |
En selâmetli tarz. En salih usul, yol. |
ASLAT |
Koyu, sahin. |
ASLEKA |
Serabın fazla olması. |
ASLEM |
Kulağı kesik olan, kesik kulaklı. |
ASLEN |
Kök veya soy bakımından, aslında, esasında; temelden, kökten. |
ASLÎ |
Asla aid ve müteallik. |
ASLİYYET |
Asl'ın hususiyeti ve hâli. Hususilik, mümtaziyet, seçkinlik. * Başka
şeyler karışmamış olan bir şeyin ilk hali. |
ASL Ü ESAS |
Gerçek, doğru. |
ASM |
Sargı. * Kırılmış kemiğe bağlanan ağaç. |
ASMÂ |
Ön ayağı beyaz olan dişi koyun. |
ASMA' |
Küçük kulaklı. * Zeki kimse. |
ASMA |
Elleri veya bacakları eğri olan. |
ASMA' |
Uyanık ve gözü açık (adam) * Keskin (kılınç). |
ASMAH |
Çok cesur, pek kahraman. |
ASMAÎ |
Arapların şöhret bulmuş şairi. |
ASMAN |
f. Gökyüzü, sema. |
ASMANE |
f. Dam, tavan, kubbe. |
ASMAN-GÛN |
f. Gök mavisi. |
ASMANÎ |
(C.: Asmâniyân) f. Gökyüzüne, aya, güneşe mensub. * Açık mavi. |
ASMANÎ ÂHEN |
f. Yıldırım. |
ASMAR |
f. Mersin ağacı. |
ASMENDE |
Şaşkın, alık, dalgın. Hile ile kandıran, hileci. |
ASMIHA |
(Sımah. C.) Kulak kanalları. |
ASNIM |
(Sanem. C.) Putlar. * Sevgililer. |
ASPİRATÖR |
Fr. Hava emme cihazı. |
ASR |
Muttali olmak. Gözcülük etmek. |
ASR |
(C.: Evâsır) Kırmak. * Hapsetmek. |
ASR |
(Asır) Bir devrelik zaman. * İkindi vakti. * Zamanın bir cüz'ü. *
Konuşan kimselerin başkaları ile beraber yaşadığı müddet. * Yüz yıl. *
Eskiden bazılarınca kırk, elli veya altmış yıllık müddet. * İnsanın ortalama
yaşayış zamanı. * Gece ve gündüzden her biri. * Birisinin aşireti. *
Men'etmek. * Suyunu çıkarmak için bir şeyi sıkmak. |
ASR-I ÂHİR |
Son asır, son devir. |
ASR-I CAHİLİYYET |
Cahiliyyet asrı. Cahiliyyet devresi. * Arabistan'da İslâmiyet'ten
önceki putperestlik ve vahşet devri. |
ASR-I EHÎR |
Son asır. |
ASR-I EVVEL |
İlk asır. * Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendisinin bir
misli daha uzadığı zamandan başlayıp, iki misli uzayıncaya kadar süren
ikindi vaktidir. (Fey-i zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin
uzunluğudur.) |
ASR-I HÂZIR |
Şimdiki asır, yeni zaman. |
ASR-I SAÂDET |
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) peygamber olarak dünyada
bulunduğu devir. (Bu sıdk ve kizb; küfür ve iman kadar birbirinden uzak.
Asr-ı Saadet'te sıdk vâsıtasıyla Muhammed'in (A.S.M.) âlâ-yı illiyyine
çıkması ve o sıdk anahtarıyla hakaik-ı imaniye ve hakaik-ı kâinat hazinesi
açılması sırrıyla, içtimaiyat-ı beşeriye çarşısında sıdk, en revaçlı bir mal
ve satın alınacak en kıymetli bir meta' hükmüne geçmiş. Ve kizb vasıtasıyla
Müseylime-i Kezzâbın emsâli, esfel-i sâfiline sukut etmiş. Ve kizb o zamanda
küfriyat ve hurafatın anahtarı olduğunu o inkılâb-ı azîm gösterdiğinden,
kâinat çarşısında en fena, en pis bir mal olup; o malı satın almak değil;
herkes nefret etmesi hükmüne geçen kizb ve yalana, elbette o inkılâb-ı
azîmin saff-ı evveli olan ve fıtratlarında en revaçlı ve medâr-ı iftihar
şeyleri almak ve en kıymetli ve revaçlı mallara müşteri olmak fıtratında
bulunan Sahabeler; elbette şüphesiz bilerek ellerini yalana uzatmazlar. Kizb
ile kendilerini mülevves etmezler. Müseylime-i Kezzâb'a kendilerini
benzetemezler. Belki, bütün kuvvetleriyle ve meyl-i fıtriyeleriyle en
revaçlı mal ve en kıymettar meta' ve hakikatların anahtarı Muhammed'in
(A.S.M.) âlâ-yı illiyyîne çıkmasının basamağı olan sıdk ve doğruluğa müşteri
olup, mümkün olduğu kadar sıdktan ayrılmamağa çalıştıklarından, ilm-i
Hadisce ve ulema-i şeriat içinde bir kaide-i mukarrere olan "Sahabeler,
daima doğru söylerler. Onlardaki rivâyet, tezkiyeye muhtaç değil.
Peygamberden (A.S.M.) rivayet ettikleri Hadisler bütün sahihtir." diye ehl-i
şeriat ve ehl-i hadisin ittifakına kat'î hüccet bu mezkûr hakikattır. H.) |
ASR-I SÂNİ |
İkinci asır. * Ist: Fey-i zevâle ilâveten, herşeyin gölgesi kendi
boyunun iki misli daha uzadığı zamandan başlayan ikindi vaktidir. (Fey-i
zevâl; güneş tam ortada iken, gölgenin uzunluğudur.) |
SURET-ÜL ASR |
Kur'an-ı Kerim'in yüzüçüncü suresi. |
ASRA' |
Zor olan şey. Güç nesne. * Kanatlarının uçlarında beyazlıklar olan
tavşancıl kuşu. |
ASRAF |
(Sarf. C.) Masraflar. * Değişiklikler. |
ASRAM |
(Sırm. C.) İnsan toplulukları, insan kümeleri. * Çadır grupları. |
ASRAN |
(Asaran) İki devir. Gece ve gündüz. * İki asır. * Gündüzün zamanı. |
ASRE |
(C.: Aserât) Ayak kayma, sürçme, yanılma. |
ASREM |
Kulağı sakat, hasta. * Ailesini geçindirmek için sıkıntı çeken (kimse).
* Bölük bölük. |
ASREMAN |
Gece, gündüz. |
ASRÎ |
Devre, modaya ve israflı fantaziyelere uyan. Taklitçi. Zamana uygun.
Bir devreye, asra âit ve müteallik. |
ASRİS |
f. At koşturulan meydan, hipodrom. |
ASS |
Her nesnenin aslı, her şeyin esası. |
ASS |
Gece gezip dolaşmak. |
ASS |
Katı ve sağlam olmak, berk olmak. |
ASSÂB |
İplikçi. |
ASSÂL |
Kovandan bal çıkaran, bal satan, balcı. |
ASSALE |
Arı, bal arısı. * Arı kovanı, kovan. * Petek, bal peteği. |
ASSUBAY |
Ask: Çavuş, üst çavuş ve başçavuş diye rütbeleri olan, ücret alan ve
resmi elbise giyen askerdir. |
AST |
Alt. * Birinin emri altında olan kimse, mâdun. * Askerlikte rütbe veya
kıdemce küçük olan asker. |
ASTAN |
f. Eşik, atebe. * Dergâh, tekye. |
ASTANE |
f. Eşik, atebe. * Paytaht. * Mânevi büyüklerin kabri. * Büyük tekke. *
Merkez. (Osmanlı İmparatorluğunun merkezi olması münasebetiyle İstanbul
manasına da gelir.) |
ASTÂNE-İ SAÂDET |
Saadet eşiği. Sultan sarayı, İstanbul. |
ASTAR |
(Satr. C.) Yazı satırları. |
ASTİN |
f. Esvap kolu, yen. |
ASTİN-BERÇİDE |
f. Hazırlanan veya hazırlanmış (adam). |
ASTİNE |
f. Yumurta. |
ASTİN-EFŞAN |
f. Yen silken. * Mc: Vazgeçen. |
ASTİN-MALİDE |
f. Hazırlanmış, hazırlanan (adam). |
ASTRONOM |
yun. Kozmoğrafya âlimi, felekiyat ile uğraşan, gök cisimleri hakkında bilgi
edinmeye çalışan. |
ASTRONOMİ |
yun. Kozmoğrafya. Gök ilmi. Felekiyat.Astronomi ilmi dünyanın birgün
hareketinin duracağını; coğrafya, karaların alçalarak dünyanın sularla
kaplanacağını, iklimin değişerek canlılar için yaşanmaz hâle geleceğini;
fizik, güneşin birgün söneceğini, kâinattaki enerjinin artık kullanılamaz,
işe yaramaz hâle geleceğini, kâinatın öleceğini açıklamaktadır. İnsanların
yaşanmaz hâle gelecek dünya ve güneş sisteminden başka sistemlere göç
edeceklerini hayâl etsek bile, kâinatın genel çöküşü karşısında kaçacak yer
bulamıyacaklardır. Sonunda kıyamet kopması muhakkaktır ve Allah'ın vaadi
olan âhiret, şüphesiz gelecektir. |
ASTRONOT |
yun. Feza yolculuğu yapan vasıtaları kullanan kişi. (Amerikada ve
batıda astronot; Rusyada ve komünist ülkelerde kozmonot tâbiri
kullanılmaktadır.) |
ASÛB |
Bey, başbuğ. Hakan. * Arı beyi. (Bak: Ya'sub) |
ASÛDE |
f. Rahat, huzur içinde. Dinç. Müsterih. Sâkin. * Bir cins helva adı. |
ASÛDE-DİL |
f. Başı dinç,
huzuru yerinde, gönlü rahat. |
ASÛDE-DİLÎ |
f. Gönül rahatlığı. |
ASÛDE-GÎ |
f. Huzur, rahat, asayiş. |
ASÛDE-HÂL |
f. Hâli rahat, sıkıntısı olmayan. |
ASÛDE-NİŞİN |
f. Rahatça oturan. İstirahat eden. |
ASUF |
Hızlı ve çabuk yürüyen. * Çok şiddetli rüzgar. |
ASUF |
(Asf. dan) Çok zulüm eden. Çok zâlim. |
ASUL |
Gururlu, mütekebbir, zâlim kimse. |
ASUM |
Geçim derdi için çok çalışan kimse. |
ASUM |
Obur, açgözlü, arsız. |
ASUMAN |
f. Gökyüzü. Semâ. * Felek. |
ASUMANÎ |
Beşerî olmayan. Semavî olan. Göğe âit ve müteallik. |
ÂSÛN |
(Asi. C.) İsyan edenler. Günahkârlar. |
ÂSÛR |
(C.: Avâsir) Tuzak, ağ. * Şer. * Şiddet. |
ASÛR |
Zorluk. Güçlük. |
ASÛR |
Eğri boyunlu. |
ASÛS |
Yalnız yürüyüp, otlayan deve. * Yanından insanlar uzaklaşmayınca
kendini sağdırmayan deve. * Av arayan kimse. |
ASÜD |
(Esed. C.) Arslanlar. * Yiğitler. |
ASÜFTE |
(Asügde) f. Ateşle islenmiş. * Hazırlanmış, hazır. |
ASVA |
Sırtlan. * Yaşlı kadın. |
ASVAD |
(C.: Asâvid) Büyük emir. |
ASVAT |
(Savt. C.) Sesler. |
ASVEB |
(Sâib. den) En doğru ve iyisi. Çok isabetli. |
ASVEB-İ AKVÂL |
Kavillerin en muhkemi, sözlerin en doğrusu. |
ASVİNE |
(Sunvân. C.) Elbise koymaya yarayan dolaplar. Gardroplar. |
ASY |
Yaşamak. * Kocamak, ihtiyarlamak. |
ASY |
İsyan, itaatsizlik. |
ASYA |
Dünyadaki kıt'aların en büyüğü. * f. Değirmen. (Bak: As) |
ASYAF |
(Sayf. C.) Yaz mevsimleri. |
ASYAR |
Dayanmak. * Sürçmek. |
AŞ |
f. Muharrem ayında pişirilen aşure. * Yemek, taam. |
AŞA |
(C.: A'şiye) Akşam yemeği. |
A'ŞA |
Gözleri dumanlı olan adam. * Çeşitli yüzyıllarda yaşamış olan birkaç
Arap şairinin adı. * Gece vakti gözleri görmeyen kimse. |
AŞA |
(C.: Aşâ-Aşvâ) Gece gözlerin görmeyip gündüz görmesi. |
A'ŞAB |
(Aşb. C.) Tâze otlar. |
AŞABE |
Yaş otun çok olması. |
AŞAİR |
(Aşiret. C.) Aşiretler. Kabileler. |
AŞAK |
Sarmaşık. |
AŞAM |
f. Yiyecek ve içecek. * İçen, içici manasına birleşik kelimeler
yapılır. |
AŞAMİDENÎ |
f. İçilebilen veya yenilebilen. |
A'ŞAR |
(Öşür. C.) Öşürler. Arazi mahsüllerinden alınan onda bir nisbetindeki
vergiler. * Mahsül alan zengin müslümanların zekâtları. |
A'ŞARÎ |
Ondalığa âit. Öşür hesapları nev'inden. On sayıları. Ondalık. |
AŞAVET |
Gündüz görüp, gece görmeyen ve tavukkarası adı verilen göz hastalığı. |
AŞAYA |
(Aşi. C.) Akşamlar, mağribler. |
AŞB |
(C.: A'şâb) Yaş ot. |
AŞEBE |
Zayıflığından gövdesi kurumuş olan yaşlı kimse. * Büyük azı dişi. *
Küçük adam. |
AŞEM |
Kuru ekmek. |
AŞEME |
Kuru ekmek parçası. * Büyük azı dişi. |
AŞEN |
Her nesnenin aslı ve kökü. * Sözü kendi kanaatine göre söylemek. |
AŞENNET |
(C.: Aşânit) Yaramaz huylu kimse. |
AŞENZER |
Katı, sağlam nesne. |
AŞERAT |
(Aşere. C.) On sayıları. |
AŞERE |
On. On rakamı. |
AŞERE-İ MÜBEŞŞERE |
Hz. Peygamber'in (A.S.M.) kendilerine Cennetlik olduklarını müjdelediği
sahabelerdir. Bu kişiler Allah'ın emirlerine bağlılıkta ve din hizmetindeki
fedailikte Allah'ın rızasını tam kazanmışlardır. Bu zatlar şunlardır: Hz.
Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Abdurrahman bin Avf, Hz. Ubeyde
bin Cerrah, Hz. Said, Hz. Sa'd bin Ebi Vakkas, Hz. Talha, Hz. Zübeyr İbn-ül
Avvam (R.Anhüm). |
AŞEVÎ |
Akşam, akşam vaktine dair. |
AŞEVİ |
Yoksullara parasız olarak yemek yedirilen veya dağıtılan yer, aşhane. *
Para ile yemek yenilen yer, lokanta. * Düğün gibi toplantılarda, yemekleri
hazırlamak için iğreti mutfak olarak kullanılan yer. * Bazı tekkelerde yemek
pişirilen yer. |
AŞEVSEC |
Büyük karınlı iri deve. |
AŞEVZEN(E) |
Galiz, katı nesne. |
AŞ-HANE |
f. Aşevi, mutfak. |
AŞI |
Birşeyden alınıp diğer birşeye aktarılan madde. * Çeşitli tehlikeli
hastalıkların önünü almak için aşılanan madde. * Yabani veya cinsi âdi bir
ağaca, cinsine yakın diğer iyi bir ağaçtan vurulan kalem veya yaprak aşısı. |
ÂŞIK |
Çok fazla seven. Mübtelâ. Birisine tutkun. * Saz şairi. * (Cümledeki
yerine göre) : Ahbab, hazret, ma'hut, seninki gibi mânâlara gelir.
(Müennesi: Aşıka) |
ÂŞIK-I DİDÂR-I PÂK |
Temiz yüzün âşıkı. * Edb: Evvelce ordularda, kışlalarda, köy odalarında
ve mahalle kahvelerinde gerek kendinin, gerek başkalarının sözlerini sazla
dile getiren kimse; halk şâiri. |
ÂŞIKAN |
(Âşık C.) f. Âşıklar, tutkunlar. |
AŞİ |
(C.: Avâş) Kastedici. |
AŞİ |
Akşam. * Akşam yemeği. * Tavuk karasına tutulan kimse. |
AŞİHE |
f. Kişneme. |
AŞÎK |
Fazla âşık, çok tutkun. |
AŞİKÂR(E) |
f. Belli, meydanda, açık. Bedihi. |
AŞİNA |
f. Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Mâlik. Tanıdık. Yabancı
olmayan. * Yüzücü. |
AŞİNE |
f. Yumurta. |
AŞİR |
Onuncu. * Eskiden öşür toplayan vergi memuru. (Bak: Amil) |
AŞİR |
Onda bir. On kısma taksim edilen bir şeyin herbir parçası. * Kur'an-ı
Kerimin on cüz'ünden herbiri veya on âyetlik bir parçası. * Dost, yardımcı,
yardak. * Koca. * Kabile. * Kötülükte yardımcılık eden. * Sahip. * Toz.
(Bak: Aşr) |
AŞİRE |
Onuncu. Tâsia'nın altmışta biri. |
AŞİREN |
Onuncu olarak, onuncu derecede. |
AŞİRET |
Kabile, oymak, göçebe halinde yaşıyan ekseri bir soydan gelen cemaat.
Yakın akraba, âile. |
AŞİRET-İ GALİB |
Galip gelen aşiret. * Aşiretin ekseriyeti, çokluğu. |
AŞİYAN (E) |
f. Kuş yuvası. * Mc: İkâmetgâh. Ev, mesken. |
AŞİYAN-I HARÂB |
Yıkılmış yuva, tahrib edilmiş mesken. |
AŞİYAN-SÂZ |
f. Yuva kuran, mesken yapan. |
AŞİYY |
Akşam, akşam üzeri. |
AŞK |
(Işk) Çok ziyâde sevgi. Şiddetli muhabbet. Sevdâ. Candan sevme. *
İttibâ'. Alâka.(İnsanın mahiyeti ulviye; fıtratı, câmia olduğundan; binler
envâ-ı hâcât ile binbir esmâ-i İlâhiyyeye herbir ismin çok mertebelerine
fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir.
Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülâtına göre merâtib-i muhabbet,
meratib-i esmâya göre inkişaf eder. Bütün esmâya muhabbet dahi -çünki o esmâ
Zât-ı Zülcelâl'in ünvanları ve cilveleri olduğundan- muhabbet-i zâtiyyeye
döner. S.) |
AŞK-I EFLÂTUNÎ |
Maddeci olmayan aşk. |
AŞK-I HAKİKÎ |
Hakiki aşk. Allah için sevmek. Allah sevgisi. |
AŞK-I KİMYEVÎ |
Fıtrî meyil ve alâka. Kimyevî unsurlar arasında birbirlerine karşı olan
cazibe ve birleşme meyelanları ki; birer İlâhi emir ve
kanunlardır.Fransızcası: Affinite (afinite) dir. (Sani-i Hakîm, havada iki
unsur halk etmiştir. Biri azot, biri müvellid-ül humuza. Müvellid-ül humuza
ise: Nefes içinde kana temas ettiği vakit, kanı telvis eden karbon unsur-u
kesifini kehribar gibi kendine çeker. İkisi imtizac eder. Buharî hâmız-ı
karbon denilen (semli havâi) bir maddeye inkılâb ettirir. Hem hararet-i
gariziyeyi te'min eder, hem kanı tasfiye eder. Çünki: Sani-i Hakîm, fenn-i
kimyada, aşk-ı kimyevî tabir edilen bir münasebet-i şedideyi, müvellid-ül
humuza ile karbona vermiş ki: O iki unsur, birbirine yakın olduğu vakit, o
kanun-u İlâhî ile, o iki unsur imtizac ederler. Fennen sabittir ki:
İmtizacdan hararet hâsıl olur. Çünki imtizac, bir nevi ihtiraktır. Şu sırrın
hikmeti şudur ki: O iki unsurun, her birisinin zerrelerinin ayrı ayrı
hareketleri var. İmtizac vaktinde her iki zerre, yani onun zerresi, bunun
zerresiyle imtizac eder, bir tek hareketle hareket eder. Bir hareket muallâk
kalır. Çünkü: İmtizacdan evvel iki hareket idi. Şimdi iki zerre, bir oldu.
Her iki zerre, bir zerre hükmünde bir hareket aldı. Diğer hareket, Sani-i
Hakîm'in bir kanunu ile hararete inkılâb eder. Zaten "Hareket, harareti
tevlid eder" bir kanun-u mukarreredir. İşte bu sırra binaen beden-i
insanîdeki hararet-i gariziye, bu imtizac-ı kimyeviyye ile te'min edildiği
gibi, kandaki karbon alındığı için kan dahi sâfi olur. İşte nefes dâhile
girdiği vakit, vücudun hem âb-ı hayatını temizliyor. Hem nâr-ı hayatı iş'al
ediyor. Çıktığı vakit, ağızda, mu'cizât-ı kudret-i İlâhiye olan kelime
meyvelerini veriyor. S.) |
AŞK-I LÂHÛTÎ |
Cenab-ı Hakk'a olan sevgi ve muhabbet. Aşk-ı İlâhî, aşk-ı hakikî, aşk-ı
mânevî gibi tâbirler Cenab-ı Vacib-ül Vücud'a dâir şiddetli muhabbet ve
sevgiyi ifâde eder. |
AŞK-I MECAZÎ |
Fâni şeylere olan aşk. Nefis ve şehvet arzusuna dayanan aşk. * Tas:
Kâmil bir zâtın Cenab-ı Hakk'a dâir şiddetli muhabbetinden evvel fani,
dünyevî şeylere dair olan aşkı.(Mahbublara olan aşk-ı mecazî aşk-ı hakikiye
inkılâb ettiği gibi, acaba ekser nasda bulunan dünyaya karşı olan aşk-ı
mecazî dahi bir aşk-ı hakikiye inkılâb edebilir mi?Elcevab: Evet, dünyanın
fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve
fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbub arasa,
dünyanın pek güzel ve âyine-i esmâ-i İlâhiye ve mezraa-i âhiret olan iki
diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-i meşru mecazî aşk, o vakit
aşk-ı hakikiye inkılâba yüz tutar. Fakat bir şart ile ki, kendinin zâil ve
hayatiyle bağlı kararsız dünyasını, haricî dünyaya iltibas etmemektir. Eğer
ehl-i dalâlet ve gaflet gibi kendini unutup, âfaka dalıp, umumi dünyayı
hususi dünyası zannedip ona âşık olsa, tabiat bataklığına düşer boğulur.
Meğer ki hârika olarak bir dest-i inayet onu kurtarsın. Şu hakikatı tenvir
için şu temsile bak. Meselâ:Şu güzel zinetli odanın dört duvarında,
dördümüze ait dört endam âyinesi bulunsa, o vakit beş oda olur. Biri hakiki
ve umumi, dördü misâli ve hususi... Herbirimiz kendi âyinemiz vasıtasiyle,
hususi odamızın şeklini, hey'etini, rengini değiştirebiliriz. Kırmızı boya
vursak, kırmızı; yeşil boyasak, yeşil gösterir. Ve hâkezâ... âyinede
tasarrufla çok vaziyetler verebiliriz; çirkinleştirir, güzelleştirir, çok
şekillere koyabiliriz. Fakat hârici ve umumi odayı ise kolaylıkla tasarruf
ve tağyir edemeyiz. Hususi oda ile umumi oda hakikatta birbirinin aynı iken,
ahkâmda ayrıdırlar. Sen bir parmak ile odanı harab edebilirsin, ötekinin bir
taşını bile kımıldatamazsın.İşte dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin
hayatı, bir endam âyinesidir. Şu dünyadan her birimize birer dünya var,
birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o
hususi dünyamız ve âlemimiz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem... onunla
sahife-i a'mâlimize geçecek çok şeyler yazılıyor. Eğer dünyamızı sevdikse,
sonra gördük ki: Dünyamız hayatımız üstünde bina edildiği için, hayatımız
gibi zâil, fâni, kararsızdır, hissedip bildik. Ona ait muhabbetimiz, o
hususi dünyamız âyine olduğu ve temsil ettiği güzel nukuş-u esma-i İlâhiyeye
döner; ondan, cilve-i esmâya intikal eder. Hem o hususi dünyamız, âhiret ve
Cennet'in muvakkat bir fidanlığı olduğunu derkedip, ona karşı şedit hırs ve
taleb ve muhabbet gibi hissiyatımızı onun neticesi ve semeresi ve sünbülü
olan uhrevî fevâidine çevirsek, o vakit o mecazî aşk, hakikî aşka inkılâb
eder. Yoksa $ sırrına mazhar olup, nefsini unutup, hayatın zevâlini
düşünmeyerek, hususi, kararsız dünyasını, aynı umumi dünya gibi sabit bilip
kendini lâyemut farzederek dünyaya saplansa, şedit hissiyat ile ona sarılsa,
onda boğulur gider. O muhabbet onun için hadsiz bela ve azaptır. Çünki, o
muhabbetten yetimâne bir şefkat, meyusâne bir rikkat tevellüd eder. Bütün
zihayatlara acır; hatta güzel ve zevâle mâruz bütün mahlukata bir rikkat ve
bir firkat hisseder; elinden bir şey gelmez, ye's-i mutlak içinde elem
çeker. Fakat gafletten kurtulan evvelki adam, o şedit şefkatin elemine karşı
ulvi bir tiryak bulur ki: Acıdığı bütün zihayatların mevt ve zevâlinde bir
Zât-ı Bâki'nin bâki esmâsının dâimi cilvelerini temsil eden âyine-i
ervahları bâki görür; şefkatı, bir sürura inkılâb eder. Hem zeval ve fenâya
mâruz bütün güzel mahlukatın arkasında bir cemâl-i münezzeh ve hüsn-ü
mukaddes ihsas eden bir nakş ve tahsin ve san'at ve tezyin ve ihsan ve
tenvir-i dâimîyi görür. O zeval ve fenâyı, tezyid-i hüsn ve tecdid-i lezzet
ve teşhir-i san'at için bir tazelendirmek şeklinde görüp, lezzetini ve
şevkini ve hayretini ziyadeleştirir. M.) |
AŞKAR |
Koyu kırmızı. * Kırmızı saçlı adam. * Doru at. |
AŞ-KÂRE |
f. Aşçı. |
AŞKBAZÎ |
f. Aşk oyunu. Sever görünmek. Aşk-ı kâzib. |
AŞKNÜMA |
f. Aşkını bildiren. Aşkını gösteren. |
AŞKÛ |
f. Tavan; kat, tabaka. * Gökyüzü. Gök. |
AŞNA |
f. Yüzücü. * Yüzme. * Tanıyan, yabancı olmayan. (Bak: Aşina) |
AŞNAGER |
f. Yüzücü. Yüzgeç. |
AŞNAGERÎ |
f. Yüzme, yüzücülük. |
AŞNAB |
f. Yüzen, yüzücü. |
AŞNA-YAN |
(Aşnayî. C.) f. Dostluklar, âşinalıklar, haberdarlıklar. |
AŞ-PEZ |
f. Ahçı, aşçı. |
AŞR |
(Aşir) On. * On adetten birisini almak. On etmek. * Kur'ân-ı Kerim'den
on âyet mikdarı kısım. |
AŞR-İ ÂHİR |
Ist: Ramazan ayının son on günü. |
AŞR-İ MİŞAR |
(Bak: Öşr-ü mişar) |
AŞRA' |
Muharrem ayının onuncu günü. * On aylık vazife. * On aylık hâmile deve. |
AŞREFE |
Bir cins misvak ağacı. |
AŞŞ |
Zayıf adam.* Az,
kalil. * Kuş yuvası. |
AŞŞAB |
(Aşşeb. den) Nebatları, bitkileri toplayarak ve misallerini kurutarak
her biri üzerinde ilmî incelemeler yapan âlim. |
AŞŞAR |
A'şar tahsildarlığı yapmış olan kimse. Öşürcü, ondalıkçı. |
AŞŞE |
Yaprağı uzun ve ince olan hurma ağacı. * Zayıf vücutlu, uzun boylu
kadın. |
AŞTÎ |
f. Barışıklık, sulh. |
AŞTÎ-HÛRE |
f. Barış ziyafeti. |
AŞTÎ-PERVER |
f. Barış taraflısı, sulh. |
AŞTÎ-PERVERANE |
f. Barış taraftarına yakışacak şekilde. |
AŞTÎ-SÂZ |
f. Sulhsever, sulh taraftarı. Barışsever, barışçı. |
AŞTÎ-SÂZÎ |
f. Barışseverlik, sulhseverlik. |
AŞU |
Kör olmak. Görmemek. * Mc: Görmemezlikten gelmek. |
AŞÛB |
f. Karıştırıcı, karıştıran mânalarına gelir ve birleşik kelimeler
yapılır. |
AŞÛB-ENGİZ |
f. Karışıklığa medar olan, kargaşalığa sebebiyet veren. |
AŞÛB-GÂH |
f. Gürültülü patırtılı yer. Kargaşalık ve karışıklık yeri. |
AŞUG |
f. Bilinmiyen, meçhul, yabancı. * Serseri. |
AŞUM |
Bir ot cinsi. |
AŞURE |
(Aşurâ) Arabi aylardan olan Muharrem ayının onuncu günü. Aynı günde
çeşitli hububat ve kuruyemişler katılarak yapılan tatlı. |
AŞÜFTE |
f. Sevgiden kendinden geçen. Çıldırırcasına seven. * İffetsiz kadın. |
AŞÜFTE-DİL |
f. Gönlü perişan olmuş. |
AŞÜFTE-DİMAĞ |
f. Aklı perişan. |
AŞV |
Kasdetmek. |
AŞVA' |
Geceleyin gözü görmeyen kadın veya kız. * Önüne bakmayıp her ne olursa
basan deve. |
AŞVE |
Akşam karanlığı. * Akşam yemeği. |
AŞVEZ |
(C.: Aşâviz) Sağlam yer. * Sağlam ve geçirimsiz yerlerde oluşan göl. *
Sağlam, kuvvetli deve. * Çok et. |
AŞY |
Akşam yemeği. |
AŞYAN |
Akşam yemeği yiyen kişi. |
AŞYERE |
Dayanmak. Sürçmek. |
AŞZAN |
Ayağı kesilmiş gibi emekleyerek yürümek. |
ATA |
t. Baba veya ecdaddan olan büyük. Önceden gelen. * Aynı soyun büyüğü. |
ATA |
(İtyan. dan) Verdi, veren. Geldi, gelen (mânasına da olur, fiildir). |
ATA |
Verme. Bağışlama. Bahşiş. Lütuf. İhsan. |
ATAB |
Mahvolma, ölme. |
ATA-BAHŞ |
f. Bahşiş veren. |
ATABEY |
(Atabek) Selçuklular devrinde şehzadelere mürebbilik eden şahıs, lala. |
ATAD |
İşe yarayan âletlerin takımı. * Büyük kadeh. * Hazırlık. |
ATA ENDER ATA |
Lütuf içinde lütuf, ihsan üzerine ihsan. |
A'TAF |
(Atf. dan ) En âtifetli. Pek müşfik, çok merhametli adam. * Boynuzları
birbirine eğilmiş koyun. (Müe: Atfâ') |
A'TAF |
(Atf. C.) Meyiller. * Merhametler, şefkatler, lütuflar, ihsanlar. |
ATAİM |
(Atime. C.) Ocaklar. |
ATAK(AT) |
Azad, izin. |
ATAL |
(C. A'tâl) Vücudun örtüsüz yeri, bilhassa ense. * Bir kişinin
güzelliği. * Vücudun tamamı. * Boyuna asılan gerdanlığı kaybetmek. |
ATAL |
(Itl. C.) Koltuk altları. * Yanlar, kenarlar. * Böğürler. |
ATALET |
(Utlet) Boş durma. Tembellik. İşsizlik. Hurma salkımı.(En bedbaht, en
muztarib, en sıkıntılı işsiz adamdır. Zirâ, atâlet, ademin birâderzâdesidir.
Sa'y, vücudun hayatı ve hayatın yakazasıdır. M.) |
ATALET KANUNU |
Fiz: Duran bir cisim, bir kuvvetin etkisi olmadan hareket edemez; ve
hareket hâlindeki bir cisim, bir kuvvetin etkisi olmadan hızını ve yönünü
değiştiremez. |
ATAM |
(Utum. C.) Yüksek binalar, köşkler, hisarlar. |
ATAN |
(C.: Atân) Kovası el ile çekilen kuyu. * Kuyunun ve havuzun etrafında deve
çekip duracak yer. * Su kenarı. * Kokmak. * Dibâgat etmek. |
ATANİB |
(İtnâbe. C.) Kısa ipler. * Uzun ipler. Sicimler. * Sâyebanlar. |
ATARAKSİYA |
yun. Tesirlere (etkilere) karşılık göstermeme, durgunluk hâli. *
(Fels.) Ruhun sükunete ulaşması, arzu ve ihtiraslardan uzak kalma. Eski çağ
felsefesi, hayatın gayesi, saadet olarak duygusuzluk halini gösteriyordu.
İnsan arzuları sonsuz, düşmanları sonsuzdur, (mikroptan kuyruklu yıldıza
kadar) ama iktidarı hiç denecek kadar az, zayıf bir mahluktur. Allah'ı
tanımaz ve Onun kudretine dayanmazsa işte böyle saçmalıklara düşer. Devekuşu
gibi başını kuma sokmakla kurtulacağını umar. Kurtuluş ise ancak İslâm'da ve
Allah'a imandadır. |
ATARDAMAR |
Tıb: Kanın, kalbden vücudun her tarafına (akciğerlere de) gitmesine
yarayan damar. Şiryan. |
ATAŞ |
Susama. Hararet. |
ATAŞA |
(Atşân. C.) Susamış olanlar, susuzlar. |
ATAŞE |
Fr. Elçiliklerde vazifeli memur. |
AT'ATA |
Birbiri ardınca çağırmak. * Kavga etmek. |
ATAVİL |
(Atvel. C.) Seçkin kimseler. * Uzun boylular. |
ATAYA |
(Atiyye. C.) Bahşişler. İhsanlar. Lütuflar. |
ATAYA-YI SENİYYE |
Padişahın hediye ve ihsanları. |
ATAYIB |
(Atyeb. C.) En iyiler. Çok hoş olanlar. |
ATB |
Hışım etmek. * Fesad. * İkrah olunan, kerih görülen. |
ATBA |
(Taby. C.) Meme başları, uçları. |
ATBA' |
(Tıb'. C.) Akarsular, çaylar, dereler, kanallar, sel yatakları. |
ATBA' |
En pis. |
ATBAK |
(Tabak. C.) Tabaklar. Kapaklar. |
ATBAL |
(Tabl. C.) Davullar. |
ATBAN |
Tek ayak üstüne sıçramak. * Davarın üç ayak üstüne yürümesi. |
ÂTBİN |
f. Sözü doğru faziletli kimse. |
ATEBAT |
(Atebe. C.) Eşikler, basamaklar.* İranlıların mukaddes ziyaret yeri. |
ATEBE |
(C. Atebât) Basamak, eşik. |
ATEBE-İ FELEK-MERTEBE |
Osmanlı Padişahlarının sarayı. |
ATEH |
Bunama, bunaklık. (Ateh getirmiş bir ihtiyar) |
ATEH KABL-EL MİÂD |
Erken bunama. |
ATELE |
(C.: Utül) Rende. * Kalın ve büyük asâ. * Fârisi yayı. * Doğurmamış
dişi deve. |
ATEME |
Gecenin ilk üçte bir bölümü. Yatsı namazı vakti. * İşsizlik, tembellik,
atalet, üşengeçlik. * Akşam vaktine kadar hayvanın memesinde bâki kalan süt. |
ATER |
Arap kadınlarının misk ve başka güzel şeylerle yoğurup, boyunlarına
taktıkları gerdanlık. |
ATEŞ |
f. Odun vs. gibi maddelerin yanmasından hasıl olan hâl. Od, nâr. *
Kızgınlık, hararet. * Hiddet, gazab, şiddet. * Hayvanın çevik, hareketli ve
oynak olması. * Yangın. * Gözyaşı. * Hastalık. * Harb, savaş.(Ateş unsuru,
kâinatın bütün kısımlarını istilâ etmiş pek büyük bir unsurdur. Bir damar
gibi kâinatın yaratılışından başlayarak her tarafa dalbudak salıp gelen şu
şecere-i nâriyeye nazar-ı hikmetle dikkat edilirse, bu şecerenin başında,
yani sonunda büyük bir meyvenin bulunduğu anlaşılır. Evet, toprağın içinde
büyük ve uzun bir damarı gören adam, o damarın başında kavun gibi bir
meyvenin bulunduğunu zannetmesi gibi, âlemin her tarafında damarları bulunan
şu şecere-i nâriyenin de Cehennem gibi bir meyvesinin bulunduğuna bilhads
yani sür'at-i intikal ile hükmedebilir. İ.İ.) |
ATEŞ-İ ÂB-PERVER |
Mc: Hançer, kama, kılınç. |
ATEŞ-İ BAHAR |
Lâle. * Kırmızı renkli gül. |
ATEŞ-İ BESTE |
Hâlis kırmızı renkli altın. * Donmuş ateş. |
ATEŞ-İ HECR |
Firak ateşi, ayrılık acısı. |
ATEŞ-İ RUMÎ |
Eskiden kullanılan bir silâh çeşitidir. Kara ve deniz muharebelerinde
yangın çıkartmak için kullanılırdı. |
ATEŞ-İ TER |
Kırmızı şarap. |
ATEŞ-BÂR |
f. Ateş yağdıran. |
ATEŞ-BÂZ |
f. Ateşle oynayan. Hokkabaz. |
ATEŞ-BESTE |
f. Hâlis altın, kırmızı altın. |
ATEŞ-DÂN |
f. Mangal, ocak. |
ATEŞ-DİDE |
f. Ateş görmüş, ateşten geçmiş. * Mc: Büyük ıztırab çekmiş ve tecrübe
geçirmiş adam. |
ATEŞ-DİL |
f. Sözü dokunaklı olan. * Her gördüğü güzeli seven. * Pek zeki adam. |
ATEŞ-EFRÛZ |
f. Ateş yakan, ateş tutuşturan. |
ATEŞ-EFŞÂN |
f. Ateş saçan. |
ATEŞEK |
f. Küçük ateş. * Ateş böceği. * Frengi. * Berk, şimşek. |
ATEŞ-ENGİZ |
f. Dağlama aleti. * Mc: Fesatçı, ifsad yapan. |
ATEŞ-FÂM |
f. Ateş renkli, kırmızı. |
ATEŞ-GEDE |
f. Mecûsilerin tapındıkları yer. Mecusi mabedi. |
ATEŞ-GİRE |
f. Çıra. * Maşa. |
ATEŞ-GÛN |
f. Ateş gibi kıpkırmızı. |
ATEŞ-HÂR |
f. Keklik. * Merhametsiz, şefkatsiz ve zalim adam. |
ATEŞ-HİRÂM |
f. Süratle yürüyen, hızlı yürüyen. |
ATEŞ-HÎZ |
Ateşliyen, ateş veren. |
ATEŞ-HULK |
f. Sert tabiatlı, huysuz. |
ATEŞÎ |
f. Hararetli, ateşli; dokunaklı. * Ateş renginde. * Hiddetli, öfkeli. |
ATEŞÎN |
f. Ateşli, canlı, ateşten. * Mc: Şiddetli, hiddetli. |
ATEŞ-KÂR |
f. Külhancı. * Mc: Aceleci, kızgın veya merhametsiz adam. |
ATEŞ-MİZAC |
f. Huysuz, geçimsiz, sert tabiatlı kimse. |
ATEŞ-NÂK |
f. Ateşli. |
ATEŞ-NİSAR |
f. Ateş saçan.* Mc: Çok öfkeli, çok kızgın. |
ATEŞ-NÜMÂ |
f. Ateş gösteren. |
ATEŞ-PÂ |
f. Ateş gibi. * Mc: Atik, çevik. |
ATEŞ-PARE |
f. Ateş parçası. Ateş gibi. * Mc: Çok zeki, çok akıllı. * Durup
dinlenmeyen. |
ATEŞ-PAŞ |
f. Ateş saçan. |
ATEŞ-PEREST |
Ateşe tapan. Mecusi, müşrik. |
ATEŞ-RENG |
f. Ateş renginde, kızıl renkli. |
ATEŞ-SUHAN |
f. Dokunaklı, kalb kıracak şekilde ağır söz söyliyen. |
ATEŞ-ZEBÂN |
f. Ateş dilli. Çok dokunaklı söz veya şiir söyleyen. |
ATEŞ-ZEDE |
f. Yakılmış, yakılan. |
ATEŞ-ZEN |
f. Ateş yakmak için kullanılan alet, çakmak. |
ATF |
Bağlama. Bağ. Ekleme. * Meyletme. * Şefkat. Sevgi. * Eğilme. * İkiye
bükme. İki kat eyleme. * Çevirme. * Geri döndürme.* Bir kimse üzerine tekrar
hamle eylemek. * Gr: Bir kelimeyi diğer bir kelimeye harf-i atıf vasıtasiyle
ilhak eylemek. (Bak: Harf-i atıf) |
ATF-I BEYAN |
Mâkablini yâni mâtufun aleyhin mefhumunu izah ve te'kid için atfolunan
tâbir. Meselâ: "Meseleyi izâh ve teşrih eyledi" cümlesindeki "ve" gibi. |
ATF-I NİGÂH |
Bakma, göz atma. |
ATF-I TEFSİR |
Bir mânada olup mücerred tasdik ve te'kid için "ve" ile müteradifine
(aynı mânadaki kelimeye) atfolunan kelime. Meselâ: "İhsan ve kerem, hüzün ve
keder" ifadesindeki "ve" ler gibi. Diğer bir ifade ile: Aynı olan ayrı iki
kelimenin birlikte kullanılması. ("deli divâne"de olduğu gibi.) |
ATFEN |
Birisinin adına. Birisine yükleyerek. |
ATFETMEK |
Meyletmek. Sevgi beslemek. * Gr: Mânâyı birbirine bağlamak. |
ATHAL |
Kül renginde. |
ATHAR |
(Tâhir. C.) Kadınların aybaşı ve doğumdan çıktıkları zamanlar. |
ATHAR |
Daha tâhir. En temiz. |
ÂTIF |
(Atf. dan) Yüzünü çeviren, bakan. Meyleden, yönelen. * Bağlaç. * Şefkat
edici kimse. Merhametli, müşfik. * Yarış atlarının altıncısı. * Gr: İki
kelimeyi birbirine bağlayan harf veya kelime. |
ATIFET |
Koruma, sevgi, Acıma. Şefkat. Esirgeme. * Hüsn-ü zan. Karşılıksız
sevgi. |
ATIFET-KÂR |
f. Esirgeyip muhafaza eden, gözetip koruyan. |
ÂTIK(A) |
Azad edilmiş, Serbest bırakılmış kimse. * Yaşlı. * Genç kız.* Temiz
soylu. * Eski. * Yavru kuş. |
ÂTIL |
(Âtıla) İşlemez. Boş. Tenbel. * Bozulmuş. |
ÂTIM |
Ölen, mahvolan. |
ATIM |
t. Ateşli silahların boşaltılması, atılması. * Kurşun menzili, kurşunun
gidebildiği, yetiştiği mesâfe. * Silahın bir defa atılması için lâzım gelen
barut vesaire. |
ATIR |
(Itr. dan) Güzel kokulu, ıtırlı. * Kokuları seven kimse. |
ATIS |
Şafak. * Aksıran. |
ATİ |
Önde. Aşağıda. Sonra. Vâki olan. Gelecek zaman. |
ATİ |
İnatçı, muannid. Kalın kafalı. |
ATİ(YE) |
(Utv. dan) İsyan eden, kafa tutan. Asi. Sert başlı, serkeş. |
ATİD |
Tedarik olunmuş. Hazır ve müheyya. * Günah ve sevabları yazan melek. |
ATİDE |
Elbise sandığı. |
ATİH(E) |
İsyan eden, kafa tutan, âsi olan. |
ATİK |
Sâfi nesne, saf olan şey. |
ATİK |
(C.: Avâtik) Sırtın üst kısmı. Omuz ile boyun arası. * Eski şarap. |
ATİK |
(Atika) Esaretten serbest bırakılmış olan. * Soyu temiz. Necib. * Genç
kız. * Kadim. İhtiyar. * Yavru kuş. * Eski. * Hz. Ebû Bekir'in (R.A.) bir
nâmı. |
ATİK |
Çabuk davranan, çevik. |
ATİK |
Berrak, saf, temiz, karışmamış, değerli. |
ATİKIYYAT |
Eski eserler. Eski devirlerden kalma eserleri, - daha ziyade tarih ve
san'at bakımından- tetkik eden ilim. Arkeoloji. |
ATİL |
Şerli, şerir, yaramaz kişi. |
ATİL |
Para karşılığı tutulan yardımcı, asistan. |
ATİ-L-BEYAN |
Aşağıda sözü geçen, aşağıda zikredilen. |
AT'İME |
(Bak: Et'ime) |
ATİME |
(C: Atâim) Ateş yakılan ocak; mangal. |
ATİM(E) |
Yavaş, sessiz, ağır. |
ATİRE |
Receb ayında keferenin putları için boğazladıkları koyun ki, o puta
"itrâ" derler. |
ÂTİŞ |
(Atişe) Susuz, susamış. |
ATİT |
Gıcırtı. * Ses. |
ATİY |
(Utiy) Haddi tecavüz etme. * Çok ihtiyar olma. * Kibirlenme. |
ATİYE |
Azgın. * Büküp büküp atan. |
ATİYEN |
Aşağıda. * İlerde, gelecekte. |
ATİYYAT |
(Atiyye. C.) Hediyeler. İhsanlar. * Büyük bir kimsenin bahşişleri. |
ATİYYE |
Hediye. Bahşiş. Lütüf ve ihsan. |
ATK |
Bulaşmak. * Kurumak. |
ATK |
Esiri serbest bırakmak. Köleyi âzat eylemek. (Bak: Itk) |
ATL |
şerir. Sert tabiatlı. Yaramaz. * Şiddetle çekmek. |
ATLAB |
(Tâlib. C.) Arayanlar, talibler; bilhassa talebeler.* (Tılb. C.) Kadın
peşinde dolaşanlar, zamparalar. |
ATLAL |
(Talel. C.) şekiller, biçimler. |
ATLAS |
İpekten yapılmış kumaş. Üstü ipek, altı pamuk kumaş. * Düz tüysüz. *
Büyük harita. * Atlas Okyanusu. |
ATLAS |
(Talas. C.) Eskitmeler, yıpratmalar. * Eski, aşındırılmış, yıpranmış. |
ATLE |
(C. Utül) Rende. * Yoğun büyük asâ. * Büyük iğne demiri. Farisî yayı. *
Doğurmamış dişi deve. |
ATLES |
Eski, yırtık, yıpranmış, aşındırılmış. |
ATLETİZM |
yun. Çeviklik, atiklik, kuvvet gibi beden kabiliyetlerini inkişaf
ettirmeğe yarayan ve koşu, atlama, ağırlık kaldırma ve atma gibi, tek başına
yapılan bedeni çalışmalar. |
ATLİYE |
(Tılâ. C.) Merhemler. |
ATM |
Geciktirmek, eğlendirmek. |
ATMAR |
(Tımr. C.) Paçavralar. Eski, yıpranmış elbiseler. |
ATME |
Ateş kaynağı, volkanın tepesindeki lâvın çıktığı yer, krater. |
ATMOSFER |
Dünyanın çevresini kuşatan 100 km. kalınlığında, çeşitli gazlardan
meydana gelen gaz tabakası. Başka gök cisimlerini kuşatan gaz tabakalarına
da atmosfer denir. * Bir yerdeki mânevi hava. * Basınç birimi. 0 derecede 76
cm. yükseklikteki bir civa sütununun 1 cm. karelik alan üzerine yaptığı
basınca 1 atmosfer denir. Bu basınç 1.033 kilogramdır. Deniz seviyesinden
yükseldikçe basınç azalır. |
ATNAB |
(Tınâb. C.) Çadır ipleri. * Ağaç kökleri. * Tıb : Vücuttaki sinirler. |
ATOL |
Mercan adası. Mercan iskeletlerinin birikmesiyle meydana gelmiş olan
halka biçiminde ve ortasında bir göl bulunan adacık. |
ATOM |
yun. Maddenin bölünemez en küçük parçası manasında eski çağ
felsefesinde kullanılan bir tâbir, günümüze kadar gelmiş ve ilmî tabir
olarak kalmıştır. Atom, maddenin bölünmez bir parçası değil, kendisi de daha
küçük parçalardan yaratılmış çok küçük bir âlemdir. Dünyada, kâinatta ve
atom âleminde hep aynı nizam hâkimdir. Bugün, dün olduğu gibi maddeci
felsefe, maddenin mahiyetini anlamaktan âcizdir. |
ATR |
Depretmek. * Titremek. |
ATR |
İyi kokulu şeyler sürünmek. |
ATRAB |
Oyunlar. Eğlenceler. Şenlik ve ferahlıklar. |
ATRAF |
(Tarf ve Taraf. C.) Gözler. * Taraflar. Kenarlar. |
ATRAK |
(Târık. C.) Gecegelen seyyahlar. |
ATRAR |
(Turra. C.) Kenarlar, uçlar. |
ATRAS |
(Tırs. C.) Yazılmış sayfalar. |
ATRESE |
şiddetle ve zorla almak. * Gadap etmek. |
ATREŞ |
Sağır, işitmeyen. |
ATRUK |
(Tarik. C.) Tarikler, yollar. |
ATS |
Aksırık. * Şafak sökme. |
ATSE |
Aksırma, tek aksırık. |
ATŞ |
Susuzluk. Susama. |
ATŞÂN |
Susamış, teşne. Susuz. |
ATT |
Sözü tekrar tekrar söylemek. |
ATTAR |
(Itr. dan) Güzel koku veya iğne iplik gibi şeyler satan. |
ATTAS |
Devamlı aksıran. |
ATTAT |
Çok bağırıp çağıran, gürültücü adam. |
ATÛB |
İnatçı, muannid. |
ATÛD |
(C: Atedân) Bir yaşında ve iyi beslenmiş oğlak. |
ATÛF |
Çok acıyan, pek merhametli. |
ATÛFET |
Şefkat. Çok merhametli oluş. |
ATÛH |
Mâtuh. Bunak. Şuurunu kaybetmiş ihtiyar. |
ATÛM |
Su kaplumbağası. |
ATÛM |
Akşam vaktinin dışında sütünü vermeyen deve. |
ATÛS |
Enfiye, aksırtıcı şey. |
ATV |
El ile alıp yiyip içmek. |
ATVAD |
(Tavd. C.) Dağlar. |
ATVAK |
(Tavk. C.) Tasmalar. Gerdanlıklar, boyuna takılan mücevherler. *
Tâkatler, kuvvetler. * Boyundaki halka çizgiler. |
ATVEL |
(Tavil. den) Çok uzun. |
ATYAN |
(Tîn. C.) Çamurlar, balçıklar. |
ATYEB |
Pek güzel. Daha güzel. |
ATYEB-İ ME'KÜLÂT |
Yiyeceklerin en güzeli. En güzel yiyecekler. |
ATYER |
Çabuk uçan. Derhal kaybolan. |
ATYEŞ |
Gayet tez uçar bir kuş. |
ÂVÂ' |
Şiddet. * Kıtlık, kaht. |
AVA' |
Alçak kimse. * Menazil-i kamerden bir menzildir ve beş yıldızlıdır. |
AVABİS |
Müdhiş, çetin günler. * Yüzü abûs kimseler. |
AVACİM |
Dişler. |
AVAD |
Ud çalan kimse. |
AVADANCI |
Tar: Osmanlı sarayında bir hademe sınıfı. |
AVADİ |
(Adiye. C.) Zulmedenler, zâlimler. |
AVAH |
Eyvah, yazık! gibi teessüf ifâdeleri. * Rızık, kısmet, nasib. (Bak:
Evvâh) |
AVAİD |
(Âide. C.) İratlar, gelirler. Aidat. * Tahsisât. |
AVAİK |
(Âika. C.) Mânialar. Engeller. Müşküller. * Nuh (A.S.) Kavminin
sonradan taptıkları bir put ismi. |
A'VAK |
(Avk. C.) Mani olmalar. Alıkoymalar, durdurmalar. Vazgeçirmeler. |
AVAKIB |
(Akibet. C.) Encamlar. Akibetler. Sonlar. |
AVAKIB-I AHVÂL |
Durumların neticesi, hâllerin sonu. |
AVAKIB-I UMUR |
İşlerin neticesi. |
AVAKIR |
(Akıra. C.) Fakirler, yoksullar. * Kısırlar, verimsiz olanlar. *
Kudurmuş olanlar. |
AVAL |
Fr: Bir ticaret senedine yazılan kefillik. Böyle bir kefalete girişen
kimse. |
AVAL |
Sersemlik derecesinde saf olma, bönlük. |
AVALÎ |
Büyük ve sayılı kimseler. Büyükler. Yüceler. * Medine etrafındaki
semtler. |
AVALİM |
(Âlem. C.) Âlemler. Cihanlar. |
AVAM |
Halktan ilmi irfanı kıt olan kimse. Okuyup yazması az olan. Fakirler
sınıfından. * Tas : Hakikata tam erememiş, tevhidin derin hakikatlarından
haberi olmayan. * Halkın ekseriyeti. |
A'VAM |
Yıllar. Seneler. |
AVAM-FİRİB |
f. Halkın hoşuna gidecek tarzda hareket eden, halkı avlıyan, demagog. |
AVAMİL |
(Amil. C.) Sebepler. * Ayaklar. * Valiler. Hâkimler. * Gr: Arabçada
kelime sonlarının okunuşuna te'sir eden hususları öğreten ilim ve ona dâir
kitab. * Birgivi Hazretlerinin "Nahiv" ilmine dâir olan kitabının ismi. |
AVAM-PERESTANE |
f. Avam kimselere yakışır şekilde. * Şiddetli halk taraftarı olan
birine yakışır sûrette. |
AVAM-PESEND |
f. Halk tarafından beğenilecek olan şey. |
AVAN |
(C.: Uven) Her şeyin orta yaşlısı. * (C.: Avine-Avân) Esir. * Yardımcı,
nâsır. |
AVAN |
Anlar. Zamanlar. Vakitler. |
AVAN-I TEKÂMÜL |
Tekâmül, olgunlaşma ve terakki zamanları. |
A'VAN |
Yardımcılar. Etbâlar. |
AVANE |
Uzun hurma ağacı. |
AVANİ |
Kapkacak, yemek takımları. * "Beni koru, hıfzeyle" meâlinde dua. |
AVANS |
Fr. İlerideki bir alacağa mahsuben önceden verilen para. |
AVAR |
Ayıp, kusur, eksiklik. Fesad. |
AVARE |
f. Başıboş, serseri, boş gezen. İşsiz güçsüz. |
AVAREGÎ |
f.
Avarelik, serserilik, işsiz güçsüzlük, aylaklık. |
AVARESER |
f. Başıboş. |
AVARIZ |
Arızalar. Sonradan olan noksanlıklar. * Girinti çıkıntı, noksanlık. *
Mânialar. Engeller. * Fevkalâde hallerde ve bilhassa harp sebebi ile geçici
olarak alınan vergi. |
AVARIZ-I DİVANİYE |
Tanzimat-ı Hayriye'den önce geçerli olan kanunlara göre alınan
vergiler. |
AVARIZ-I MÜKTESEBE |
Cehil, sarhoşluk, hezel, sefeh, hata, ikrah gibi insanın ibtidâen dahli
bulunan şeyler. |
AVARIZ-I SEMAVİYE |
Delilik, küçüklük, bunaklık, ölüm gibi kesbî ve ihtiyarî olmaksızın
insana ârız olan şeyler. |
AVARÎ |
(Ariyyet. C.) Ödünç verilen şeyler. |
AVARİF |
Mârifetler. * Arifler. İşten anlar olanlar. * Güzel ahlâk. |
AVASIF |
(Asıta. C.) Sert ve kuvvetli rüzgârlar. Fırtınalar. |
AVASIM |
(Asıme. C.) Temiz, ismetli kimseler. * Hudut şehirleri. |
AVATIF |
(Atıfet. C.) Atıfetler. Hediyeler. İhsanlar. |
AVATIK |
(Atık. C.) Yaşlılar. * Genç kızlar. * Hür ve serbest olanlar. * Yavru
kuşlar. |
AV'AVE |
Havlama, köpeğin havlaması. * Mc: Hezeyan, saçma sapan konuşma. |
AVAZ |
Nefret. İkrah. Bir şeyi kerahetle yapma. Kerahet. |
A'VAZ |
Karşılıklar. Bedeller. (Bak: İvâz) |
ÂVÂZ |
f. Sadâ, Yüksek ses. * şöhret. |
ÂVÂZ-I RA'D U SÂİKA |
Gök gürlemesinin ve yıldırımın âvâzı, sesi. |
AVAZE |
f. Nam, şöhret, ün. Yüksek ses. |
AVAZİL |
(Âzil. C.) Başa kakıcı kimseler. |
AVCA |
(Müe.) Eğri. Şaşı. * Yay. Kavs. * Arık, zayıf deve. |
AVD |
Dönme, geri
gelme. Aleyhine veya lehine dönme. |
AVDET |
Dönüş, geri gelme, dönme. Rücu'. |
AVDETÎ |
Dönme. * Aslına, Müslümanlığa dönen. |
A'VEC |
Eğri büğrü. |
A'VED |
Ençok faydalı. |
AVEMEN |
Deve veya at gidişi. * Yüzme. |
AVEN |
Çok sâkin, en sâkin. |
AVEND |
f. Sicim, ip.* Senet, delil. * Kapkacak. * Taht, yüksek mertebe. *
Satranç oyunu. * Evvel, önce, ilk. |
AVENE |
Beraber olanlar. Yardım edenler.* Taraftarlar. |
AVENGÂN |
f. Asılı, sarkık. * Çengel. * Çivi. |
AVER |
f. Averden "getirmek" fiilinin emir köküdür, kelime sonuna getirilerek;
yapan, eden, olan, veren, götüren gibi manalara sebeb olur. |
CENK-ÂVER |
Harpçi, fedakâr. |
DİL-ÂVER |
Gönül alıcı. |
MERAK-ÂVER |
Merak verici. Merak veren. |
A'VER |
Tek gözlü. Bir gözü kör. Yek-çeşm.(Âhirzamanda gelecek Süfyan adındaki
bir zâlimden "Aver" diye rivayetlerde bahsedilmesi, sadece dünyayı görecek
bir gözü olduğu ve âhireti görecek imân gözünün olmadığından kinayedir.) |
AVERD |
f. Harp, muhârebe, savaş, cenk. |
AVERD-GÂH |
f. Muharebe meydanı, savaş alanı. |
AVERDE |
f. Getirilmiş nakl olunmuş. |
AVERDİDE |
f. Saldırılmış, hücum edilmiş. |
AVEZ |
Fakirlik, yoksulluk. Sıkıntı. |
A'VEZ |
Mânâsı anlaşılmayan şey. * Anlaşılması zor olan şiir. |
AVHAK |
Uzun nesne. * Kara karga. * Büyük kara deve. |
AVHEC |
Yılan. * Uzun boyunlu. * Dişi deve. |
AVİ |
Uluyan. Hırlayan. |
AVİHTE |
f. Asılmış şey, asılı nesne. |
AVİJE |
f. Has, hâlis, hakiki, temiz. |
AVİJGAN |
f. Mahremler, yakınlar. * Güzeller, gençler. |
AVİL |
Yüksek sesle ağlama. Acınma. Feryâd. * Meyletme. |
AVİND |
f. İlk, evvel, önce. |
AVİNE |
(Evân. C.) Vakitler, zamanlar, anlar. Devirler. |
AVİNETEN |
Ara sıra, tesadüfen. |
AVİŞE(N) |
f. Kekik otu. * Sarılma, sıyırarak çıkma. Saldırma. |
AVİZ |
f. Asılan, asılı bulunan. |
AVİZE |
f. Lamba, fener, gaz veya mumları havi olarak tavana asılan maden veya
billurdan süs eşyası. |
AVİZE-İ GÛŞ |
Küpe. |
AVK |
(C: A'vâk) Mâni olma, alıkoyma, durdurma, vazgeçirme, geciktirme. |
AVL |
Feryat, sıkıntı sebebi. Acınma. |
AVLAK |
yun. Dere. Vadi, su cedveli. |
AVLE |
Bağırma, feryat. |
AVN |
Yardım. İmdâd. * Mededkâr. Yardım eden. Yardımcı. Zahir. |
AVN-I İLÂHÎ |
Cenab-ı Hakk'ın yardımı. |
AVNÎ |
Yardıma âit, yardıma dâir. |
AVNİYE |
Serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından ilk olarak, daha sonra da Sultan
Mecid ve Sultan Aziz zamanında giyilen kolsuz asker kaputu. * Bir nevi
yağmurluk. |
AVR |
Bir kimseyi kör etme. * A'ver kılma. Bir şeyi alıp götürmek. * Telef
etme. * Gözsüzlük. |
AVRA |
Şaşı. Kör kadın. Tek gözlü. * Mc: Kör fikir. * Çirkin ve kabih söz. *
Sâdece dünyayı düşünüp âhireti unutan. |
AVRAT |
(Averât) (Avret. C.) Kadınlar. * Gizli yerler. * Mahrem zamanlar. |
AVRET |
Eksik. Gedik. Gizlenmesi lâzım gelen şey. Dinen örtülmesi vâcib olan
âzâ, ud yeri. Utanılacak ve hayâ edilecek şey. Erkeklerde göbek ile diz
kapağı arasındaki kısım. * Kadın. Zevce. Nikâhlı. * Gece uykuya yatacağı
vakit ve seherden evvel uykudan kalkılacak saate de şeriat örfünde "avret"
denir. Öğlen ve öğle uykusu zamanına da kezâ aynı isim verilmiştir. (Çünkü o
anlarda uyku ve sair sebepler dolayısıyle insan açık saçık bulunabilir.
İzinsiz, haber vermeden, kimse, başkasının yanına bu vakitlerde girmemesi
İslâm âdâbından ve Kur'ân emirlerindendir.) * Siper. Hududda pusu yeri.
Harpte zarar gelecek yer. (Bak: Tesettür) |
AVRUPA |
Dünyadaki kıtalardan biri.(Avrupa ikidir. Birisi, İsevilik din-i
hakikisinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi sanatları
ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takip eden bu birinci
Avrupaya hitap etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyyenin zulmetiyle,
medeniyetin seyyiatını mehâsin zannederek, beşeri sefahete ve dalâlete
sevkeden bozulmuş ikinci Avrupaya hitab ediyorum. L.) |
AVRUPAÎ |
Avrupalılara ait ve onlarla alâkalı Avrupalılar gibi. |
AVRUPALILAŞMAK |
Avrupalıların fikirlerini ve yaşayış tarzını benimsemek. Türkiye'de
batılılaşma olarak kullanılmaktadır. Avrupa zamanımızda ilim ve teknikte
ilerlemiş olmakla beraber inanışları, ahlâkları, felsefeleri ve yaşayış
tarzı ile geri bir düşünüşü temsil eder. Avrupaya, batıya özenmek, eşkiyanın
gasbettiği servetine özenmeğe benzer. Batının, mazlum milletleri ezmek için
vasıta ve silah olarak kullandığı ilim ve tekniğe sahip olmak, İslâm'ın
hakkıdır. İslâm dünyası ilim ve tekniğe sahip olmakla hem batının zulmüne
son verecek, hem de bunu insanlığın hayrına, barış için ve insanlığın
saadeti, mutluluğu için kullanacaktır. Amma batının hayat felsefesi insanlık
için bir zehirdir ve onu reddeder. (Bak: Asrî) |
AVRUPAZÂDE |
f. Avrupa'dan doğan. Avrupa te'siri ile olan. Avrupalıyı taklid eden. |
AVŞİN |
f. Kekik otu. |
AVUKAT |
Mahkemede ücret mukabilinde taraflardan birinin müdafaasını ve davasını
üzerine alan hukukçu. * Mc: Müdafaaya muktedir, çeneli, cerbezeli. |
AVUNMAK |
t. Oyalanmak, kendi kendini eğlendirmek. * İnek vs. nin gebe kalması. |
AVVA |
Bir yıldız kümesi. |
AVVAC |
Fildişi satan. Fildişi işçisi. |
AVZ |
Hâcet. İhtiyaç. Bir şeyin bulunmaması. * Fakir. * Fakirlik, muhtaç
olma. |
AVZ |
(Avez) (İyâz, meaz, meâze) Sığınma. Sığınak. Melce. Sığınacak yer. |
AVZEN |
(Zenav) (Kürdçe) Suların biriktiği yer. Havuz, göl. |
AY |
(Bak: Ayât) |
AYÂ |
Tedavisi mümkün değil, iyileştirilmez. * Kabiliyetsiz, kudretsiz. |
ÂYÂ |
(Şüphe ve tereddüt bildiren edât; hayret ve taaccüb, soru ile beraber
ümid ifâde eder) Acabâ. Âyâ, nasıl oluyor. Hayret, sen bu işi nasıl olur da
yaparsın?.. der gibi.(Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız!
Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adavetten sonra, hangi akıl
ile onların sefâhet ve bâtıl efkârlarına ittiba edip emniyet ediyorsunuz?
Yok! Yok! Sefihane taklid edenler, ittiba değil; belki şuursuz olarak
onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi idam
ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittiba ettikçe, hamiyet
davasında yalancılık ediyorsunuz! Çünki şu surette ittibaınız, milliyetinize
karşı bir istihfaftır ve millete bir istihzâdır! L.) |
A'YA |
En kudretsiz, kabiliyetsiz. İktidarı hiç olmayan. |
A'YAD |
(İd. C.) Bayramlar. |
AYAL |
(Bak: Iyal) |
A'YAN |
(Ayn. C.) Gözler. * Bir yerin ileri gelenleri. * Meclis âzaları. Senato
âzaları. * Muayyen ve müşahhas olan şeyler. * Altınlar. * Kaymakam. |
A'YAN-I SÂBİTE |
Tas: İlm-i İlâhide eşyanın ezelden beri sâbit olan sûret ve
hakikatları. Mevcudat-ı ilmiye. (Bak: Adem-i hâricî) |
AYAN |
(İyân) Aşikâr. Belli. Herkesin bilebileceği ve görebileceği. * Çiftçi
âletlerinden olan saban okunun bileziği. |
AYAR |
Altın ve gümüşten yapılmış şeylerin saflık ve hafiflik derecesi. *Saadete,
mutluluğa doğru gitme. |
A'YAR |
(Ayr. C.) Eşekler. |
AYAR-DAN |
f. Ölçüden anlar, değerbilir. |
AYASOFYA |
İstanbul'daki bu ilk kilisenin açılış resmi Mi : 325 tarihinde
yapılmıştır. 513 senesi Ocak ayının 13-14. gecesi bir yangın esnası bina
kâmilen yanmış. O zaman İmparator Justinyanus yeniden yaptırmış. 573 de
binanın resm-i küşâdı yapılmıştır.Osmanlılarca 29 Mayıs 1453'de İstanbul
fethedilince Fatih Sultan Mehmed yaya olarak Kiliseye girmiş ve müezzine
ezan okutarak maiyeti ile beraber namaz kılmıştır. Ayasofyanın câmi halinde
kıyâmete kadar devamını vasiyet etmiş, fakat maalesef câmi 1934 de bir müze
haline getirilmiştir. |
AYASTAFANOS |
İstanbul'da Yeşilköy semtinin eski adı. |
AYASTAFANOS MUAHEDESİ |
3 Mart 1878 Rusya ile Osmanlılar arasında ilk olarak yapılan bir
anlaşmadır. (28 Safer 1295) Tarihte buna "Ayastafanos Mukaddemat-ı
Sulhiyesi" denir. Anlaşma maddeleri tatbik edilememiştir. |
ÂYÂT |
(Âyet. C.) Âyetler. * Cenab-ı Hakk'ın sıfât ve kudreti hakkında görülen
âşikâr deliller, bürhanlar. * Menziller. Mekânlar. |
ÂYÂT-I KİBRİYÂ |
Allah'ın kibriyasını ve büyüklüğünü gösteren âyetler, deliller ve
eserler. |
ÂYÂT-I KUR'ÂNİYE |
Kur'ânın âyetleri. |
ÂYÂT-I MENSUHA |
Sâbık olan, geçmişte olan hükümleri beyân eden âyetler. |
ÂYÂT-I MUHKEMÂT |
Manası kat'i ve açık olan Kur'an âyetleri. |
ÂYÂT-I NÂSİH |
Sâbık olan şer'i hükmün kaldırıldığını beyan eden âyetler. (Bak: Nesh) |
ÂYÂT-I TEKVİNİYE |
Tekvinî âyetler. (Bak: Tekvin) |
AYB |
Kusur. Leke. Utandıracak hal. |
AYB-I HÂDİS |
Huk: Satılan eşya müşteri elinde iken ârız olan ayıb. (Müşterinin satın
aldığı kumaşı kesip biçmesiyle meydana gelen hâl gibi) |
AYB-CÛ |
f. İnsanın ayıplarını araştıran, herkesin ayıbını, noksanını meydana
çıkarmak isteyen. |
AYBE |
(C.: İyâb) Heybe, deri çanta. |
AYB-GÛ |
Fitneci, fitnekâr, dedikoducu. |
AYB-GÛYÎ |
f. Dedikoduculuk. |
AYB-NÂK |
f. Noksan, kusurlu. |
AYC |
Razı olmamak. * Tasdik edip inanmamak. * Menfaatlenmemek,
faydalanmamak. |
AYDAN |
(Uvd. C.) Uzun hurma ağaçları. |
AYDANE |
Uzun hurma ağacı. |
AYDE |
Yaramaz huylu. |
AYDIN |
Aydınlık. * Açık, âşikâr, açıkça görünen. * Mübârek, mesut. Bilgili,
okumuş, görgülü.Bugün bazı çevrelerde batı ilim ve felsefesini tahsil edip
benimseyenlere de "aydın" denilmektedir. Aklı gözüne inmiş, yani herşeyi
maddi ölçülerle yorumlamaya alışmış, kalbi maddeci felsefe ile kararmış
insana aydın demek yanlıştır. Böylelerine "zulmetli münevver" yani kalbi ve
aklı kararmış okumuşlar demek daha doğru olur. |
A'YEN |
Büyük ve iri gözlü. * Bakılan yer. * Çok açık, pek belli, bâriz. |
ÂYEN |
f. Demir. |
ÂYENDE |
(C.: Âyendegân) f. Gelen, geçici. |
A'YES |
(C.: İys) Beyaz deve. |
AYES |
Beyazlık, aklık. |
ÂYET |
Eser. * Kimsenin inkâr edemiyeceği açık delil. Nişân. Alâmet. İşaret. *
Menzil, mekân. * Kur'ân-ı Kerim'deki her bir cümle. Mânen uyanmağa, intibâha
sebeb olan hâdise. (Kur'ân-ı Kerim'de 6666 âyet vardır.) |
ÂYET-İ MÜDÂYENE |
Kur'an-ı Kerim'de (Sure-i Bakara, 281. âyet) borçlu ve alacaklı
hakkındaki âyet. (Bu âyet vasatî olarak bir sahife uzunluğundadır.) |
AYFE |
Hayret. * Tereddüt. * İğrenmek. |
AYHEKA |
Neşat, sevinç, neşe, sürur. * Bir kuş adı. |
AYHEM |
Katı, sağlam nesne. |
AYHÜM |
Ağaç kökü. * Kırmızı sahtiyan. |
AYIKLANMA |
t. (Biyolojide) Çevre şartlarına en iyi uyabilen canlıların hayatta
kalıp çoğaldığı, uyamıyanların öldüğü ve nesillerinin yok olduğu, böylece
canlılardan tabii bir tekâmül (evrim) meydana geldiğini savunanların ileri
sürdüğü bir tâbirdir. Ayıklanma ile tekâmül görüşü tabiatta herşeyin
tesadüfle meydana geldiği peşin hükmüne dayanır. Hayatı ve kâinatı tesadüfle
açıklamak hem ilmi, hem aklı inkârdan başka birşey değildir. Canlıların
bulunduğu çevre şartlarına göre cihazlarla donatılması; onların
Hâlık'larının, Rab'lerinin sonsuz merhametini, ilmini ve iradesini gösteren
inkâr edilemez delilleridir. Bunlar kör tesadüfün, şuursuz maddenin işleri
değildir ve olamaz. Dünyaya bir yavru getiren annenin memelerinden süt
gelmesi ve yavrunun kimseden öğrenmeden memeyi arayıp süt emmesini başarması
tesadüf mü, yoksa Allah'ın sonsuz merhameti, ilmi ve iradesini göstermez mi?
Bunu zerre kadar aklı olan anlamaz mı? |
AYIN |
Arap alfabesinin onsekizinci ve Osmanlı alfabesinin yirmibirinci harfi
olup, ebced hesabında yetmiş sayısına tekabül eder. |
AYİB |
Dönüp çekilen. Geri dönen. Tövbe eden. |
AYİDE |
Fayda, menfaat. * Muhabbet, sevgi. |
AYİJ |
f. Kıvılcım, şerâre. |
AYİL(E) |
Ailesi kalabalık olan. * Ailesini besleyen. * Aşırı. * Fakir. * Dengede
olmayan terazi. |
ÂYİN |
Gözü değen kişi. Nazarı değen kimse. |
ÂYİN |
Merâsim. Usûl. Görenek. Dinî âdâb. Âdet, örf ve kanun. * Ziynet,
süs.İslâm'da fıkıh lisânı âyin kelimesini kabul etmemiştir. Bazı vakıflar,
filân câmide herhangi bir tarikat âyini icra için te'sis yapacakları zaman
vaki olan müracaatlarında fetvahâne tarafından verilen müsaadelerde âyin
sözü kullanmayıp "İcra-yı zikrullah" tabiri kullanılırdı. Sofiyede âyin
lâfzı muteberdir. Turuk-u âliye tekkelerinde icra edilen şekil ve merasime
âyin ıtlak edilir. "İcra-yı âyin-i ehlullah" tabirdendir. Bu sûretle her
tarikata mensub tekkelerde yapılan dinî merasime âyin ismi verilmiştir. Bu
âyinlerden herbirinin ayrı ismi ve şekli vardır. Yaptıkları âyine
Mevleviler: Semâ; Kâdirîler: Devran; Rıfailer ve Sa'diler: Zikr-i kıyam;
Halvetiler: Darb-ı esmâ; Nakşibendiler: Hatm-i hâcegân isimlerini verirler.
Diğer turuk-u âliye de bu esaslardan münşaib olduğuna göre âyinleri bu
esaslara bağlıdır. (T.İ.A.) |
AYİNE |
f. Ayna. Mir'ât. Kendisine tecelli ve aksedeni gösteren veya bildiren
şey. (Ayna, ışığı aksettirip gösterdiğinden dolayı esmâ-i İlâhiyeyi de bize
gösteren ve Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarına âyinelik eden mevcudata da mecazen
"âyine" denilmektedir.) * Vasıta ve mazhar mânasına da gelebilir. |
AYİNE-İ ÂSMÂN |
Güneş. |
AYİNE-İ EHADİYET |
Ehadiyetin ayinesi. Cenab-ı Hakk'ın ekser isimlerinin tecellisine
mazhar olan şey.(Hayat birşeye girdiği vakit, o cesedi bir âlem hükmüne
getirir; cüz ise küll gibi, cüz'iye dahi külli gibi bir câmiiyyet verir.
Evet hayatın öyle bir câmiiyyeti var; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser
Esmâ-i Hüsnayı kendinde gösteren bir câmi âyine-i ehadiyettir. Bir cisme
hayat girdiği vakit, küçük bir âlem hükmüne getirir, âdeta kâinat
şeceresinin bir nevi fihristesini taşıyan bir nevi çekirdeği hükmüne
geçiyor. Nasıl ki, bir çekirdek, onun ağacını yapabilen bir kudretin eseri
olabilir; öyle de: En küçük bir zihayatı halkeden, elbette umum kâinatın
Hâlıkıdır. L.) |
AYİNE-İ ERVAH |
Ruhlar âyinesi. Esmâ-i İlâhiyenin tecellisine mazhar olan ruhlar.(...
Muhabbetten yetimâne bir şefkat, me'yusâne bir rikkat tevellüd eder. Bütün
zihayatlara acır; hatta güzel ve zevâle maruz bütün mahlukata bir rikkat ve
bir firkat hisseder; elinden birşey gelmez, ye's-i mutlak içinde elem çeker.
Fakat gafletten kurtulan evvelki adam o şedit şefkatin elemine karşı ulvi
bir tiryak bulur ki: Acıdığı bütün zihayatların mevt ve zevalinde bir Zât-ı
Bâki'nin bâki esmâsının dâimi cilvelerini temsil eden âyine-i ervahları bâki
görür; şefkati, bir sürura inkılâb eder. M.) |
AYİNE-İ İSKENDER |
Makedonya kralı Büyük İskender'in aynası. Rivayetlere göre, bu ayna
Aristo tarafından yapılmış ve İskenderiye şehrinde yüksekçe bir yere
konulmuştur. Bu sayede İskender, yüz fersah uzaklıktaki düşmanlarını aynada
görürmüş. |
AYİNE-İ ZİŞUUR |
Şuur sahibi âyine. (Yani: İnsan, cin, melek) |
AYİNEDAR |
f. Ayna tutan. * Eskiden, bir büyük adamın giyinirken aynasını tutmakla
vazifeli hizmetçi. * Berber. |
AYİNE-RÛ |
f. Yüzü ayna gibi parlıyan. |
AYİNE-SAZ |
f. Aynacı. |
ÂYİN-HAN |
f. Mevlevihâne ve semâhânelerde sema edilirken, yüksek bir yerde
bulunan ve mutribhâne adı verilen mahfilde âyin okuyan kimse. |
AYİR |
Tereddütlü kimse. |
AYİS |
(Bak: Sinn-i iyâs) |
AYİŞ(E) |
Bolluk içinde rahat yaşayan. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) zevcesi ve
mü'minlerin vâlidesi, Hz. Ebu Bekir'in (R.A.) kızının bir ismi. Aişe-i
Sıddıka diye de anılır. Hayret edilecek derecede takva, iffet ve zekâvet
sahibesi olup 2210 Hadis-i Şerif nakletmiştir. Hicretin 57. yılında vefat
etmiştir. (R.A.) |
AYİŞNE |
(Ayişte) f. Casus, ajan. * Dalkavuk. |
AYİZ(E) |
Mukabil olarak veren. Karşılık olarak verilmiş. |
AYİZ |
(C.: Ayizât) Yeni doğurmuş hayvan. |
AYK |
Nâhiye. * Kenar. * Taife. |
AYKA |
Deniz kenarı. * Ev ortası. |
AYKE |
Sık koruluk. |
AYLE |
Fakirlik. |
AYLEM |
(C.: Ayâlim) Yumuşak nesne.* Suyu çok olan kuyu. |
AYMAN |
Süt içmeğe iştihası olan erkek. * Malı gitmiş kişi. |
AYME |
Süt içmeğe iştihası olmak. * Malın iyisi. |
AYN |
(C.: A'yan-A'yun-Uyûn) Göz. * Pınar, kaynak. Çeşme. * Tıpkısı, tâ
kendisi. * Zât. * Eşyanın hakikatı. * Kavmin şereflisi. * Diz. * Altın. *
Nazar değme. * Casus. * Her şeyin en iyisi. * Muayene etmek. |
AYN-İ VÂHİD |
Tek gözlü. |
AYN-EL YAKÎN |
(Ayn-ül yakîn) Göz ile görür derecede görerek, müşâhede ederek bilmek.
(Bak: Yakîn)(İman-ı tahkikîde pek çok meratib var. O mertebelerden ilm-el
yakîn mertebesi çok bürhanların kuvvetleriyle binler şüphelere karşı
dayanır. Halbuki taklidî iman ise bir şüpheye karşı bazan mağlup olur. Hem
iman-ı tahkikînin bir mertebesi de, ayn-el yakîn derecesidir ki, çok
mertebeleri var. Belki Esma-i İlâhiye adedince tezahür dereceleri var. Bütün
kâinatı bir Kur'an gibi okuyabilecek derecesine gelir. Ve bir mertebesi de,
hakk-al yakîndir ki, onun da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zatlara
şübehat orduları hücum da etse, bir halt edemez. R.N.) |
AYN-ÜL HAYAT |
Hayatın tâ kendisi. |
AYN-ÜL KITR |
Bakır kaynağı. |
AYN-ÜL LİKA |
İstenilen kavuşma ve sevilenin tâ kendisi. |
AYN-ÜR RIZÂ |
Rıza gözü. Kusuru görmeden bakan muhabbet gözü. |
AYN-ÜS SEVR |
Boğa gözü. * Koz: Semânın kuzey yarım küresinde bulunan boğa burcunun
en parlak yıldızı. |
AYN-ÜS SUHT |
Kızgınlık ile bakış, hiddet gözü. |
AYNA |
(C.: În) Gözü güzel ve iri olan. |
AYNAN |
Akmak, seyelan. |
AYNEN |
Bir şeyin aslı veya kendisi olarak. Tıpkısına, hiç bir şeyi
değiştirmeden, aynı olarak. |
AYNİYYAT |
(Ayniyye. C.) Kullanılmaya veya harcanmaya elverişli olup taşınabilen
ve para eden şeyler. |
AYNİYYE |
Göz hastalıkları kliniği. * Pahada ağır olan ve taşınabilen şeyler. |
AYNİYYET |
Bir şey veya şahsın aynı veya kendisi olması. |
AYR |
(C.: A'yâr) Eşek, himar. * Medine-i Münevvere yakınında bir dağ. * Uzun
demir mıh. |
AYS |
Fesâd ve ifsâd etmek. |
AYS |
Cimâ etmek. * Meni denilen su. |
AYS |
Sık ağaçlık yer. Koruluk. |
AYSE |
Yumuşak yer. |
AYSELE |
Gözsüz, a'mâ, kör. |
AYSUM |
Filin dişisi. * Sırtlan. * Büyük deve. * Süsen çiçeği. |
AYŞ |
Yaşayış, yaşama. Yiyip içme. Zevk u safâ. * Dirilik. Hayat. |
AYŞE |
Dirilik, hayat, yaşama. |
AYŞ U İŞRET |
Yiyip içme. (Bak: Îş) |
AYŞÛM |
Nebatattan bir ot. |
AYŞ Ü NÛŞ |
Yiyip içme. (Bak: Îş) |
AYŞ U TARAB |
Yeme içme, eğlence. |
AYT |
Uzun boyunlu. |
AYTA' |
Uzun boyunlu kadın. * Uzun boyunlu dişi deve. |
AYTEL |
Uzun boyunlu. |
AYTEMÛS |
(C.: Atâmıs) Bütün vücut organları yerli yerince ve tam olarak
yaratılmış olan. |
A'YÜN |
(Ayn. C.) Gözler, aynlar. * Çeşmeler, pınarlar. Menba'lar. |
AYYAB |
Kusur görücü, ayıb gören. |
AYYAN |
Yorgun. Bitkin. * Ne yapacağını bilmeyen. |
AYYAR |
Hırsız. Hileci, dolandırıcı, hilebaz, dessas. * Zeki, kurnaz. |
AYYARÎ |
f. Dolandırıcılık, hilecilik. |
AYYAŞ |
Haram içki içen. şarhoş. |
AYYİL |
(C.: İyâl) Nafakası lâzım olan kişi.AYYUK : Samanyolunun dâima sağ
tarafında olan çok parlak ve uzak bir yıldızın ismi. * Mc: Gökyüzünün pek
yüksek yeri. |
AYZAN |
Yaban eşeğinin erkeği. |
AYZEMÛR |
Yük taşıyamıyan büyük ve yaşlı deve. |
AZA' |
Başa gelen musibete sabretmek. * Bir kimseyi babasına nisbet etmek. |
A'ZA |
(Uzv. C.) Bedenin her bir uzvu. * Bir cemiyete mensup kimse. |
A'ZA-YI DÂHİLİYE |
İç organlar. |
AZA |
(C.: Uzâ) Kertenkele. |
AZAB |
Dünyada işlenen suç ve kabahate karşılık olarak âhirette çekilecek
ceza. * Eziyet. Büyük sıkıntı. Şiddetli elem. |
AZAB-I CEHENNEM |
Cehennem azabı. * Mc: Büyük ıztırab, sıkıntı. |
AZAB-ENGİZ |
f. Azab verici, keder verici. |
AZAD |
f. Serbest. Hür. Kimseye bağlı olmayan. Kölelikten kurtulmuş olan. *
Dünya alâkasından kesilmiş. * Serbest fikirli. |
AZAD |
Kısa ve sık olarak dikilmiş. |
AZADE |
f. Bağlardan kurtulmuş. Serbest. Kayıtsız. Hür. Sâlim. Müberrâ. |
AZADE-DİL |
f. Gönlü bir şeye bağlı olmayan. |
AZADE-GÂN |
f. (Azâde. C.) Azadeler. Bağımsız, serbest ve hür olanlar. |
AZADE-GÎ |
f. Hürlük, âzâdelik, serbestlik. |
AZADE-HÂTIR |
f. Başı dinç, gönlü hoş olan. |
AZADE-HAYAT |
f. Hayattan kurtulmuş. Ölmüş. |
AZADE-SER |
Başı boş. Hür. |
AZADÎ |
Serbestlik. Hürriyet. * şükür. |
AZ'AF |
(Bak: Ez'af) |
AZAHÎ |
(Bak: Adâhi) |
AZAİM |
(Azime. C.) Mühim ve büyük işler. Kararda kesinlik. |
AZAİM |
Büyük iş. * Büyük belâlar. Büyük günahlar. |
AZAİM |
Kötü şeyleri defetmek için yazılan duâlar. |
AZAL |
(Ezel. C.) Ezeller. Başlangıcı olmayan zamanlar. |
AZALİL |
(Uzlûle. C.) Yanlışlar, yanılmalar. Doğru olmayanlar. |
AZAM |
(C: Azamât) Kin, husûmet, adâvet, garaz, fena niyet. * Öfke, hiddet. *
Kıskançlık. |
A'ZAM |
Çok büyük. En büyük. Daha büyük. |
A'ZAM-I ESBAB |
Sebeplerin en büyüğü. |
AZAME |
Eskiden, büyük görünmesi için kadınların bağladıkları arkalık. |
AZAMET |
Büyüklük. Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğü. * Kibirlilik.(Beşerin zihni ve
fikri Cenab-ı Hakk'ın azametine bir mikyas, kemalâtına bir mizan, evsafının
muhakemesine bir vasıta bulmak vüs'atinde değildir. Ancak cemî masnuatından
ve mecmu asarından ve bütün ef'âlinden tahassül ve tecelli eden bir vecihle
bakılabilir. Evet zerre, mir'ât olur, fakat mikyas olamaz. Bu meselelerden
tebârüz ettiği vechile Cenab-ı Hakk'ın mümkinata kıyas edilmesi ve
mümkinatın onun şuunâtına mikyas yapılması en büyük cehâlet ve hamakattır.
İ.İ.) |
AZAMET-FÜRÛŞ |
Kibirlenen. Büyük görünmek isteyen. |
A'ZAMÎ |
En fazla, en çok, nihayet derecede. |
AZAMİM |
(Izmâme. C.) Desteler, kümeler, topluluklar, zümreler. |
A'ZAMİYYET |
En fazla oluş. En fazlalık. |
AZAMÛT |
(Mübalâğa sigası ile) Azamet. Kibriya. Allah'a mahsus olan büyüklük. |
AZAN |
(Üzn. C.) Kulaklar. |
A'ZAR |
(Özr. C.) Özürler, mâniler, bahaneler, engeller. |
AZAR |
f. İncitme. Tâzib. Kırılma. Tekdir. Zulüm. Ukubet. |
AZÂR-I DİL |
Gönül kırıklığı. |
AZAR |
f. Mart ayı. |
AZAR-DİDE |
f. Zulüm görmüş. Küskün. |
AZARENDE |
f. Azarlıyan, tekdir eden. * Kalb kıran, inciten. |
AZARÎ |
f. Muzırlık. Küfürbazlık. * Fenalık görmüş, kalbi kırılmış, incitilmiş
olma. |
AZARİŞ |
f. İncitme, kalb kırma. |
AZAR-MEND |
f. İncitilmiş, zulmedilmiş. |
AZAR-MENDÎ |
f. İncitilmiş, kırılmış olma. |
AZARR |
(Zarar. dan) Çok zararlı. |
AZAR-RESİDE |
f. Zulüm görmüş, kırılmış, incitilmiş. |
AZAYE |
(C.: Izâ-Izâyâ) Kertenkele. |
AZAZ |
Bir tek lokma. |
AZÂZE |
Kuvvet. * Azamet, büyüklük. * Şiddet. * Azlık. * Gâlip olmak. |
AZAZİL |
Şeytan. (İblisin bir adı) Şerlerin temsilcisi. |
AZB |
Kesme. * Isırma. * Azarlama. * Hastalıktan hırpalanma. |
AZB |
Tatlı, lâtif, hoş ve şirin olan yiyilecek ve içilecek şey. * Fazla
susuzluktan yemek yemeği terketme. * Men'etme. * Feragat. |
AZB |
Gizli kalma. Görünmez olma. |
AZBA' |
(Zab'. C.) Kolun yukarı kısmı, dirseğin üst tarafı. |
AZBE |
(C.: Uzeb-Azebât) Su içinde olan çerçöp. * Her bir şeyin ucu, tarafı. |
AZBÎ |
Güzel ahlâklı. |
AZBU |
(Zebu. C.) Sırtlanlar. |
AZD |
(Azid, azud) Kolun üst kısmı. * Destek. * Kuvvet, kudret. (Bak: Adud) |
AZDAD |
(Bak: Ezdâd) |
AZDE |
f. Boyalı, boyanmış. * Ucu sivri olan bir âletle delinmiş. |
AZEB |
Bekâr. Mücerred. Evlenmemiş. Zevcesi olmayan. |
A'ZEB |
Çok tatlı. Pek hoş. |
A'ZEB |
Karısı olmayan erkek. |
AZEBE |
Kocası olmayan kadın. |
AZEH |
f. Vücutta çıkan siğil. |
AZEKA |
Alâmet, nişan, işâret. |
A'ZEL |
Yalnız veya silâhsız bulunan. |
AZER |
f. Ateş. * Şemsî senenin dokuzuncu ayı. Kasım. Her şemsî ayın dokuzuncu
günü. * Mecusilere göre güneşe memur meleğin adı. * Hz. İbrahim'in (A.S.)
babasının veya amcasının ismi. |
AZERAHŞ |
f. Yıldırım. |
AZERBAYİGAN |
f. Azerbeycan. |
AZERD |
Boya, renk. |
AZERET |
Yetişip kuvvetlenme. * Kalınlaşma. * Ekinin yetişip tanelerinin
çıkması. (Bak: Muâzere) |
AZER-GÛN |
f. Ateş renginde olan, kızıl, kırmızı. * Ay çiçeği. |
AZERÎLER |
Kafkasyanın Azerbeycan bölgesinde yaşamış Türk kavmi. |
AZERM |
f. şefkat, merhamet. * Haşmet, büyüklük, azamet. * Haya, utunma. |
AZERM-CÛ |
f. Hayâlı, utangaç. Terbiyeli, nâzik. |
AZERPEREST |
Ateşe tapan, mecûsi. |
AZERŞEB |
f. Batıl bir inanışa göre ateş içinde yaşadığı sanılan ve semender
denilen bir hayvan. * Şimşek, berk. |
AZF |
Yemek. |
AZF |
Zâhidlik. Nefsini bir şeyden döndürmek. |
AZFAR |
(Zufr. C.) Tırnaklar. |
AZFENDAK |
f. Gökkuşağı. |
AZGAN |
(Zıgn. C.) Kinler, garazlar. |
AZGAS |
(Bak: Adgas) |
AZHA |
(Zahve. C.) Su havuzları. Göller. |
AZHAR |
En zâhir. En açık. Besbelli. Bedihi olan, rûşen. * Bir ibârenin en açık
ve kat'i olan mânası. |
AZIRRA |
(Zarir. C.) Körler, âmâlar, gözleri görmiyenler. |
AZİB |
Susuzluktan yem ve yulaf yemeyen yorgun hayvan. |
AZİB |
Uzak merâ, otlak ve çayır. |
AZİDE |
f. Ucu sivri bir aletle delinmiş olan. |
AZİF |
Sazcı, çalgıcı. |
AZİFE |
Yaklaşan. Yaklaşmakta olan. * Kıyamet. |
AZİG |
f. Nefret, kin, garaz. * İğrenme, tiksinme. |
AZİHE |
Yalan, iftira. |
AZİK |
Hoşa giden. |
AZİL |
Islah edilmesi mümkün olmayan. Muannid, inatçı. |
AZİL |
(Bak: Azl) |
ÂZİM |
Dudaklarını yumup susan kişi. |
AZÎM |
Büyük. Yüce. Çok ileri. |
AZÎM-ÜŞ ŞÂN |
Şânı büyük. Namı çok yüce. |
AZÎM |
Azimet eden. Gidici. |
ÂZİM |
Bir yere gitmeğe karar veren. Bir iş hakkında kat'i karar ve niyet
sahibi. |
AZİMAT |
(Azime. C.) Kıtlık yılları. |
AZİME |
(C.: Azâim) Büyük iş, fevkalâde ve çok mühim iş. * Tılsım, efsun,
sihir. * Sebat. Verilmiş olan kararda kat'ilik. * Kasdetmek, yemin etmek. |
ÂZİME |
Azı dişi. * Kıtlık senesi. |
AZİMET |
Takvâ ile amel etmek. Allah'ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz
yapmağa çalışmak. * Kesin karar vermek. * Yola çıkmak, gitmek. |
AZİMET-RÂH |
Yola çıkma. |
ÂZİN |
Kefil. Birinin yerine kefalet eden. * Kapıcı, perdeci. * İzin veren. |
ÂZÎN |
f. Kaide, kanun. * Süs, zinet, güzellik. * Yoğurttan yağ çıkarmak için
hususi olarak yapılmış yayık. |
ÂZÎNE |
f. Cuma veya bayram günü. |
ÂZÎR |
f. Iztırab, sıkıntı. Ağrı, sızı. * Azar, tekdir. |
AZÎR |
Biçilmiş olan ekinin tarlada satılması. |
AZİR |
Özür dileyen, özrünün afvedilmesini isteyen. * Özür. * Sünnet düğünü. |
ÂZİR |
Yara izi. |
ÂZİRE |
Hayızlı kadın. |
AZİRE |
(C.: Uzrât) Ön yanı, önü. |
AZİŞ |
f. Talaş, yonga, ağaç ve tahta kırığı. * Eşik tahtası. |
AZİYY |
(C.: Ezavî) Deniz dalgası. |
AZÎZ |
İzzetli. Çok izzetli. Sevgili. Çok nurlu. * Dost. * Şerif. * Nadir. *
Dini dünyaya âlet etmeyen. * Sireti temiz. * Ermiş. Mânevi kudret ve kuvvet
sahibi. * Mağlup edilmesi mümkün olmayan ve daima galib olan manasında
Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir. * Hristiyanlıkta kudsî kabul edilen daimî reis. |
AZİZÂN |
f. Azizler. |
AZİZE |
(Müe.) Aziz olan. * Hristiyanlıkta kadın rahib. Rahibe. |
AZK |
Hurma ağacı. * Nişan, alâmet, işâret. |
AZK |
Yarmak. * Sürmek. |
AZKA |
İri yünlü koyun. |
AZL |
(Azel) Levmetmek, kınamak. Azarlamak. |
AZL |
Bir şeyi yerinden veya güruhundan veya işinden ayırmak. Birisini
işinden veya makamından ayırmak. |
AZLA' |
(C.: İzâl) Kırba ağzı. |
AZLAF |
(Zılf. C.) Zool: Çatal tırnaklı olan hayvanların tırnakları. Toynaklar. |
AZLAL |
(Zıll . C.) Gölgeler. |
AZLEM |
Çok zâlim. Pek zâlim. * Çok karanlık. |
AZM |
(Azim) Kasd, niyet. Sağlam ve kat'i karar. Sebât. |
AZM-İ KAT'Î |
Kesin karar, kat'î azim. |
AZM |
Büyüklük, ululuk. * (C: İzâm) Kemik. |
AZM-İ ACZ |
Tıb: Sağrı kemiği. Kuyruk sokumu kemiği. |
AZM-İ ADESÎ |
Tıb: Mercimek kemiği. |
AZM-İ ADUD |
Tıb: Pazı kemiği. |
AZM-İ AKAB |
Tıb: Ökçe kemiği. |
AZM-İ ENFÎ |
Tıb: Burun kemiği. |
AZM-İ KASABA |
Tıb: Baldır kemiği. |
AZM-İ KİTF |
Tıb: Kürek kemiği, omuz kemiği. |
AZM-İ KU'BERE |
Tıb: Kolumuzun ön tarafında bulunan önkol kemiği. (Önkol kemiğinin
arkasında dirsek kemiği bulunur). |
AZM-İ TERKOVA |
Tıb: Köprücük kemiği. |
AZM-İ US'US |
Tıb: Kuyruk kemiği. |
AZM-İ VECENÎ |
Tıb: Elmacık kemiği. |
AZM-İ ZEND |
Tıb: Dirsek kemiği. |
AZM-İ ZIFRÎ |
Tıb: Tırnaksı kemik. |
AZMA(Y) |
f. Denemiş. |
AZMAYİŞ |
f. Deneme, sınama, tecrübe. * Tar: Emekdar tirendâzların kullandığı bir
çeşit ok. |
AZMAN |
Cins ve nev'inin icabından fazla büyümüş, çok iri. * Melez. İki ayrı
cins hayvandan doğma. |
AZMEN |
Pek fazla şeyler içine alabilen. * En çok güvenilen. |
AZMEND |
f. Haris, açgözlü, tamahkâr, cimri. |
AZMÎ |
Kemikli, kemikten yapılmış. |
AZMÛDE |
f. Tecrübe etmiş olan. Tecrübeli. * Tecrübe olunmuş, denenmiş. |
AZMÛDEGÎ |
f. Tecrübe, deneme, imtihan. |
AZMÛN |
f. Tecrübe, deneme, imtihan. |
AZOİK |
En eski jeolojik zaman. * İçinde fosil bulunmayan toprak. |
AZR |
Sünnet etmek. |
AZRA |
Medine-i Münevvere'nin bir ismi. * Sevgili. Mahbûbe. * Delinmemiş inci.
* Üzerinde yürünmemiş kum. Kız olan kız. * Hz. Meryem'in bir vasfı. |
AZRAİL |
Ölüm meleği. Dört büyük melekten biridir, ölenlerin ruhlarını almak
görevi vardır. Diğer bir ismi de "melek-ül mevt: Ölüm meleği"dir. Yeryüzünde
hayatın var olması, insanın yaratılışı tesadüfle açıklanamıyacağı gibi, ölüm
de tesadüfle açıklanamaz. Hayatı yaratan ölümü de yaratmıştır. Hayat gibi
ölüm de bir rahmettir. Ölüm, meşakkatli dünya hayatından terhis olma ve
ebedî âleme yolculuktur. İnanmıyanların ölümden çok korkmaları ve
hatırlarına getirmekten ürkmeleri bundandır. Azrail (A.S.) müslümana göre
ebediyet âlemine yolculuğun dâvetçisi; hastalık, kaza vs. sebepler, ölüm
için bahane ve sebeplerdir. Azrail (A.S.) bu sebeplerin arkasında görevini
yerine getirir.(Azrail Aleyhisselâm Cenâb-ı Hakk'a münâcât edip demiş:
"Kabz-ı ervah vazifesinde senin ibâdın benden küsecekler, şekvâ edecekler."
Ona cevaben denilmiş: "Senin vazifene hastalıkları ve musibetleri perde
yapacağım; tâ ibâdımın şekvaları onlara gitsin, sana gelmesin." Aynen bu
perdeler gibi Azrail Aleyhisselâm'ın vazifesi de bir perdedir. Tâ haksız
şekvâlar Cenâb-ı Hakk'a gitmesin. Çünkü; ölümdeki hikmet ve rahmet ve
güzellik ve maslahat cihetini herkes göremez. Zâhire bakıp itiraz eder,
şekvaya başlar. İşte bu haksız şekvâlar Rahim-i Mutlaka gitmemek hikmetiyle
Azrail Aleyhisselâm perde olmuş. Aynen bunun gibi bütün meleklerin, belki
bütün esbab-ı zâhiriyenin vazifeleri, izzet-i rububiyetin perdeleridir. Tâ
güzellikleri görünmeyen ve hikmetleri bilinmeyen şeylerde kudret-i
İlâhiyenin izzeti ve kudsiyeti ve rahmetinin ihatası muhafaza edilsin,
itiraza hedef olmasın ve hasis ve ehemmiyetsiz ve merhametsiz şeyler ile
kudretin mübaşereti nazar-ı zâhirîde görünmesin. Ş.) |
AZRAR |
(Zarar. C.) Zararlar, ziyanlar, kayıplar. |
AZREC |
Seri, hafif nesne. Vâhid, tek. |
AZREF |
Çok zarif. Zariflerin zarifi. * Çok zeki. |
AZREF-İ ZÜREFÂ |
Zariflerin zarifi. |
AZRENG |
f. Çok üzüntü, meşakkat, eziyet. * Son derece sert ve katı. |
AZÛF |
Yiyecek, erzak. Azık. |
AZÛG |
f. Kir, pas. |
AZÛK |
İçi henüz olmamış fıstık yemişi. |
AZÛL |
Çok azarlayan, çıkışan, paylıyan. |
AZÛMET |
Eğlence. Neşeli ve hoşça vakit geçirten şey. |
AZÛN |
f. Öylece, onun gibi, bunun gibi, böylece. |
AZUR |
(Azver) f. Açgözlü. Hırslı. Tamahkâr. Cimri. Hasis. |
AZURDE |
(Bak: Azürde) |
AZÛZ |
Memelerinin delikleri dar olan deve ve koyun. |
AZÛZ |
Isırıcı, ısıran. |
AZÜG |
f. Hurma lifi. * Ağaç ve asma budantısı. |
AZÜRDE |
f. Azar görmüş, incinmiş, gücenmiş. Kalbi kırılmış, üzülmüş. |
AZÜRDE-DİL |
Kalbi kırık. Müteessir. |
AZÜRDE-GÎ |
f. Gücendirilmiş, incitilmiş olma. |
AZÜRDE-HÂTIR |
f. Gönlü kırılmış, hatırı kırılmış. |
AZÜRDE-PÜŞT |
f. Beli bükülmüş ihtiyar.* Yükten sırtı berelenmiş olan hayvan. |
AZV |
İftira. Birisine bir şey isnad etme. Nisbet etme. |
AZV-İ CİNNET |
Delilik isnadı. |
AZVA |
(Zav ve
Zû. C.) Parıltılar, ışıklar, aydınlıklar. |
AZVER |
(Bak: Azûr) |
AZVİYAT |
(Azv. C.) Yalanlar,
iftiralar. |
AZY |
Bir kimseyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etme. |
AZYAK |
Daha dar, en dar. |
AZZ |
şiddet. |
AZZ |
Galib olmak. * Çok yağmur yağmak. |
AZZ |
(Add) Isırmak. Dişlemek. |
AZZ-İ BENÂM |
Parmak ısırma. |
AZZA' |
Şiddet ve kıtlık yılı. |
AZZE |
Aziz ve şânı büyük olsun, büyük ve aziz oldu (meâlinde). |
AZZE ENSÂRUH |
Yardımı çok olsun. (Bu tabir, padişahlara ait dua yerinde olup eski
fermanlarda geçer.) |
AZZE VE CELLE |
Aziz ve Celâl olsun, oldu... (meâlinde, Cenab-ı Hakkın isminden sonra
hürmet maksadı ile söylenir.) |
AZZET |
Geyik buzağısı. |