BÂ |
Arabçaya göre harfinin okunuşu. Ebced hesabında iki
sayısını ifade eder. Mektup ve eski evraklarda Receb ayına işarettir. |
BÂ-İ CERRE |
Arabçada kendinden sonraki kelimeyi "esre" okutan bâ.
(Bismillâhi'deki gibi). |
BÂ-İ KASEM |
Arabçada yemin maksadı ile kelime başına getirilen bâ. $ "Billâhi"
gibi. * Farsçada: Bâ $ diye yazılırsa; ile, beraber, birlikte, sâhip mânalarına
gelir. Arapçadaki Zû gibidir. |
BA' |
Kulaç. * Erişme. * Yetme. * Kuvvet, kudret, beceriklilik. * şeref,
kerem. * Vergili, verimli olma. |
BAAD |
Helâk olmak. |
BA-ANKİ |
Şu sûretle ki, o şartla ki. |
BAAS |
(Bak: Ba's) |
BA-ASAM |
Günahlarla. |
BÂB |
Kapı. * Kısım. * Mevzu. * Fasıl. Bölüm. Parça. Kitab. * Hususi
madde. * Sığınacak yer. * İş. * Şekil. * Tövbe. |
BÂB-I ÂLEM |
Âlemin kapısı.
Herkesin girip çıktığı yer. |
BÂB-I ÂLÎ |
Yüksek kapı. * Tanzimattan önce sadrazam kapılarının, daha sonra
da hükümet dairelerinin çoğunun içinde toplandığı bina. * Mc: Osmanlı Hükümeti. |
BÂB-I ÂSAFÎ |
Tar: Sadrazam konağı. |
BÂB-I FETVA |
Eskiden şeyhülislamların oturduğu daire. Fetvalar burada verilirdi. |
BÂB-I HÂNE |
f. Hırsızların yeri. * Fuhuşhane. * Tembeller yurdu. |
BÂB-I HIFZ VE HAFÎZİYET |
Cenab-ı Hakk'ın herşeyi muhafaza edip varlığını devam ettirmesi
bahsi. |
BÂB-I HİKMET |
Cenab-ı Hakk'ın herşeyi hikmetli ve maslahatlı yaratması bahsi. |
BÂB-I HÜKÜMET |
Hükümet dairesi, hükümet kapısı. |
BÂB-I HÜMAYUN |
Topkapı Sarayı'nın ilk kapısı. |
BÂB-I İHYA VE İMATE |
Öldürmek ve diriltmek bahsi ve mevzuu. |
BÂB-UL MENDEB |
Kızıldeniz'de Hint Denizi yakınlarında bulunan bir boğazın adı. |
BÂB-I SAADET |
Saadet kapısı. * Sultanın sarayı. * İstanbul şehri. |
BÂB-I SERASKERÎ |
Serasker kapısı. Eski Milli Müdafaa Vekâleti. Milli Savunma Bakanlığı.
Şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin kapısı. |
BÂB-I ŞERÎF |
Konya'da bulunan Mevlana türbesinin kapısı. |
BÂB |
f.
Lâyık, uygun, münasib, elverişli. * Hayır, uğur. |
BAB(A) |
f. Evlat sahibi erkek. Ata, ecdat. * Gemi halatlarının bağlandığı
yer. * İnşaatta ağırlıkların bindirildiği direk. * Mânevi rehber, şeyh.
* Bektaşi şeyhi. * Hayırhah ve muhterem. * Daha çok zencilerde olan bir
hastalık cinsi.Aile reisi babadır. Babanın hayatta en büyük eseri, yetiştireceği
hayırlı evlâttır. Evlâdın yaptığı hayır ve sevap işleri, onu yetiştiren
babanın amel defterine de geçer. Her baba çocuğunu müslüman olarak yetiştirmekle
görevlidir. Evlâd da dine aykırı olmayan emirlerini saygı ile yerine getirmekle
yükümlüdür. İslâm ailesinde baba-evlat ilişkisi sadece bu dünya hayatıyla
sınırlı değildir. Ebedi âlemde de devam edeceği esasına göre olur. |
BABA-YI ÂLEM |
Hz. Adem (A.S.) |
BABA-YI ATİK |
Babaeski. (Trakya'da bir şehir) |
BABACAN |
Biraz kalender davranışlı, cana yakın. |
BABAYAN |
(Baba. C.) f. Tarikat babaları, şeyhleri. Bektaşi şeyhleri. |
BABAYİĞİT |
Yetişmiş delikanlı, tam bedenî kuvvetini almış genç. Cesur, yiğit. |
BA-BERAT |
Berat ile. |
BABET |
f. Bent, fırka. * Münasip bir şey. Taalluk, münasebet, alâka, ilişki. |
BABEYN |
İki kapı. * Mc: Dünya ve âhiret. |
BAB HARCI |
Mahkemelerde kadıların, naiblerin, mal ve mukataa kalemlerinde
bulunan memurların aldıkları bir nevi harç. |
BÂBİL |
Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın
aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda "Çeh-i
Bâbil" olarak yer alan ve birçok dillerin meydana gelmesi bakımından
da adı geçen "Bâbil Kulesi"nin bulunduğu ilkçağdan kalma bir şehir. |
BÂBİL KULESİ |
Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından
gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede
çalışmakta olanların dillerini değiştirmiş ve birbirlerini anlamaz hale
getirmiştir. Bundan dolayı tamamlanamamış ve 72 dil burada meydana gelmiştir.
(Buna "tebelbül-i akvam" denir.) Müslümanlıkta, bu kuleyi Nemrud'un
gökyüzüne yükselerek Allah'ın işlerine karışmak maksadıyla yaptırmış olduğu
rivayet edilir. Milâttan önce yaşamış olan eski Yunan tarihçisi Herodot,
Bâbil'deki Baal Ma'bedinin gayet yüksek bir kule olduğunu seyahatinde görerek
anlatmıştır ki; Bâbil ve Nemrut Kulesi denen şeyin bu olması ihtimali vardır.
(T.L.) |
BABUR |
(Zahirüddin Muhammed) Hindistan'da büyük Müslüman Türk devletinin
kurucusu ve Timur'un beşinci göbekten torunudur. Fergana Emiri olan babası
Ömer Şeyh'in ölümünden sonra tahta geçmiştir. (1494) |
BABUR-NAME |
f. Bâbur Şah'ın Vekayi ismindeki meşhur hatıra kitabı. |
BABÜK |
Ahmak, sersem adam. |
BABZEN |
f. Ağaçtan veya demirden yapılmış olan kebap şişi. |
BA'C |
Karına dürtmek, karın
yarmak. |
BÂC |
f. Vergi. * Kudretli hükümdarın zayıf olan hükümdardan aldığı vergi.
* Eskiden halktan alınan öşür veya haraç ve gümrük vergisi. * Renk. * Çeşit. |
BÂC-I KIRTIL |
Hayvanlardan alınan vergi. |
BÂC-BÂN |
f. Geçiş vergisi tahsildarı. Bac toplayan memur. |
BACENG |
f. Baca. * Ufak pencere. Tepe penceresi. |
BÂC-GİR |
f. Vergi toplayan kimse. Vergi toplama memuru. |
BÂC-GÜZAR |
f. Vergi veren, haraç veren. * Geçiş parasına tâbi. |
BÂD |
f. Yel. Rüzgâr. Soluk. Nefes. |
BÂD-I BERÎN |
Sabah rüzgârı. * Lâtif hava. |
BÂD-I CEM |
Hz. Süleyman Peygamberin hükmettiği yel, rüzgar. |
BÂD-I CENUBÎ |
Güney rüzgârı. |
BÂD-I HAZÂN |
Sonbahar rüzgârı. |
BÂD-I HEVÂ |
Hevâ ve heves. Eğlence. Bedava. Boş. |
BÂD-I PÜRGÛ |
Devamlı sesler çıkaran, ıslık çalan rüzgar. |
BÂD-I SABÂ |
Baharda
esen hafif ve hoş rüzgar, seher yeli. |
BÂD-I SEMÛM |
Çölde, sıcakta gündüz esen sıcak yel. Sam yeli. Zehirli rüzgâr. |
BÂD-I SUBH |
Sabah rüzgârı. |
BÂD-I ŞİMALÎ |
f. Kuzey rüzgârı. * Nefes, soluk. * Ah sesi, ah çekme. * Allah'ın
inâyeti. * Medih. * Söz. * Büyüklük taslama, kibirlilik. * şarap. |
BÂD-I TECELLİ |
Tecelli rüzgârı. * Kader. |
BÂDÎ |
Rüzgâra ait. * Muvakkat. Geçici. |
BÂD |
f. "Olsun, ola, olaydı" mânasına gelir ve kelimelerin
sonuna getirilir. Meselâ: Aferin bâd $ : Aferin olsun. Çok yaşa. Afiyet
bâd $ : Afiyet olsun. |
BA'D |
Zaman zarfıdır ve te'hir ifade eder. * Helâk olmak mânâsına mastardır. |
BAD' |
Kesmek. Yarmak. * Suya kanmak. |
BAD'A |
(C.: Bida') Et parçası. |
BA-DAD |
f. Adaletli, âdil, sâdık, doğru. |
BADAM |
f. Badem. |
BADAME |
f. İpek kurdu. * Zincir halkası. * Et beni. * Nazarlık. * Süslü
şey. * Eski hırka. |
BADAŞ |
f. Mükâfat. |
BAD-BAN |
f. Yelken. * Gemi sereni. |
BAD-BAZ |
f. Yelpaze. |
BAD-BEDEST |
f. Elinde avucunda birşey bulunmayan. İflas etmiş. |
BAD-BER |
f. Uçurtma. * Daima kendini methettiği halde elinden bir iş gelmiyen
kimse. |
BAD-BİZ |
f. Yelpaze. |
BADD |
Az az akmak. * Nazik deri. |
BAD-DAR |
f. Mağrur, kibirli. * Divane, deli. * İri vücut, şişman. * Hiç
bir işle alâkası bulunmayan kişi. |
BA'DE |
Sonra. |
BÂDE |
f. şarap, içki. Kadeh. (İçkinin her çeşiti haramdır, büyük günahtır.
İnsan sağlığına zararları ilmî bir gerçektir. Aile, cemiyet hayatı ve ahlâk
için de yıkıcıdır. İçkiden ve içenlerden uzak durmak gerekir.) |
BÂDE-İ İKBAL |
İkbal şarabı. Yüksek mevkide bulunmanın verdiği geçici neşe ve
keyif. |
BA'DE BU'DİN |
Hayli zaman geçtikten sonra, neden sonra. |
BAD-EFRA(H) |
f. Mücazât, ceza. * Bir çeşit fırıldak. |
BA'DEHÂ, BA'DEHÛ |
Bundan sonra. Ondan sonra. |
BA'DE HARAB-İL BASRA |
Basra harab olduktan sonra. * Mc: İş işten geçtikten sonra. |
BA'DEHUM |
Onlardan sonra. |
BÂDEKEŞ |
İçki içen. |
BA'DEL EDA |
(Ba'de-l edâ) Yapıldıktan sonra. |
BA'DEL HARB |
(Ba'de-l harb) Muharebeden, harpten sonra. |
BA'DEL İFA |
(Ba'de-l ifâ) Yapıldıktan, ifâ edildikten sonra. |
BA'DEL MEVT |
(Ba'de-l mevt) Ölümden sonra. |
BA'DEL MİLAD |
(Ba'de-l milâd) Milâddan sonra. Tarih başlangıcı kabul ettikleri
seneden sonra. |
BA'DEL MUSÂLAHA |
(Ba'de-l
musâlaha) Musâlahadan, barıştan sonra. |
BA'DEL MÜTÂLAA |
(Ba'de-l mütâlaa) Mütâlaa ettikten sonra, okuduktan sonra. |
BA'DEL YEVM |
(Ba'de-l yevm) Bugünden sonra. |
BA'DEMA |
(Minba'd, fimâba'd) Ondan sonra. Bundan sonra. Bundan böyle. |
BADEMCİK |
Tıb: Boğazın iki tarafında, badem biçimindeki bezler. |
BADEN |
Semiz, iri gövdeli kimse. |
BA'DETTEŞEKKÜL |
(Ba'de-t teşekkül) Teşekkül ettikten sonra, oluştuktan sonra. |
BA'DEZA |
(Ba'dezin) Bundan sonra. |
BA'DEZZEVAL |
(Ba'de-z zevâl) Zevalden sonra, sona erdikten sonra. |
BA'DEZZUHR |
(Ba'de-z zuhr) Öğleden sonra. |
BAD-GÂN |
f. Bekçi, gözetici, gözeten. * Hazinedar. |
BAD-GÂNE |
f. Kafesli pencere. |
BAD-GERD |
f. Kasırga. |
BAD-GÎR |
f. Vantilatör. * Baca. * Semaver ve nargilenin başlığı. |
BAD-HERZE |
f. Büyü, sihirbazlık. * Letâfet, güzellik. |
BADİ' |
Deniz içinde olan ada. * Et. * Deri. |
BADİ |
f. Geçici. * Havaya veya rüzgâra âit. |
BADİ |
Sebeb. İllet. Mûcib. Vesile. * Zâhir ve âşikâr olan. * Halkeden.
Hâlık. Yaratan. |
BADİA |
Derisini ve etini yarıp kanatmış olan, fakat kanı çıkmayıp akmayan
baş yarası. |
BADİH |
(Bâdihe) Beklenmedik ziyaret. * Erkek ziyaretçi. * Birden bire
gelen ilham. * Ansızın, âniden. |
BADİLE |
(C.: Bâdil) Koltukla meme arasında olan et. |
BADİN |
Şişman, bedeni büyük, iri vücutlu. |
BADİNC |
f. Hindistan cevizi. |
BADİNCAN |
f. Patlıcan. |
BADİR |
Hemen yapmak isteyen. * Birdenbire vuku bulan. * Dolunay. * Büyümüş
(çocuk). * Olgun (meyva). |
BADİRE |
Birdenbire meydana gelen hâl. Felâket. Musibet. * Kabahat. * Birden,
zahmetsizce söylenen söz. * Kılıcın, namlunun veya her çeşit nebatın ucu.
* Zor geçit. |
BÂDİYE |
f. Kır. Ova. * Sahrâ. Çöl. |
BÂDİYET-ÜŞ-ŞAM |
Fırat ve Dicle nehirlerinin birleşip denize döküldükleri yerden,
batıya doğru uzanan çöl. |
BADK |
Tükürmek. |
BAD-NÜMA |
f. Rüzgârın esme istikametini gösteren âlet. * Fırıldak. |
BAD-PA(Y) |
f. Ayağı çabuk olan (at ve sâire). |
BAD-PER |
f. Kağıttan yapılmış olan uçurtma. * Hodbin, kendini beğenen ve
öven kimse. * Kamçı topacı. |
BAD-PEYMA |
f. Başıboş, boş gezen, âvâre, serseri. |
BAD-REFTAR |
f. Rüzgâr gibi hızlı yürüyen. Çabuk ve hızlı koşan, sür'atli. |
BAD-SENE |
f. Kibirli, mağrur. Büyüklük taslıyan. * Kötü niyetli. |
BAD-SER |
f. Mağrur, kibirli. * Serkeş, isyânkar, âsi. * Taassub ehli, mutaassıb. |
BAD-SEYR |
f. Hızlı yürüyen, rüzgâr gibi koşan, ayağına çabuk. |
BAD-SÜVAR |
f. Koşu atı, hızlı yürüyen at. * Hızlı giden atlı. |
BAD-ZEHR |
f. Panzehir. |
BAD-ZEN |
f. Yelpâze. |
BÂF |
f. Dokuyan, dokuyucu mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
Meselâ: |
ZER-BÂF |
Sırma dokuyan. |
BAĞ |
f. Büyük bahçe. Bostan. * Üzüm asmaları bulunan yer. * Üzüm asması. |
BAGAJ |
Fr. Yolcu eşyası. * Yolcu eşyası koymaya mahsus yer, yolcu eşyası
vagonu. |
BAGAL |
(C.: Bigâl) Katır. |
BAGAL |
f. Koltuk. |
BAGAN |
f. Bahçeler. Bostanlar. |
BAGAR |
Bir yakıcı hastalıktır ki devede vâki olur; suyu içip kanmaz ve
sonunda ondan helâk olur. |
BAGARE |
Şiddetle yağan yağmur. |
BAGAT |
(Bağ. C.) Bağlar, üzüm bağları. |
BAGAYA |
(Bagiyy. C.) Fahişeler. |
BAGBAGA |
Evmek, acele. |
BAG-BAN |
f. Bahçıvan, bağcı. Bahçe bekçisi. |
BAG-BANÎ |
f. Bahçıvanlık, bağcılık. Bağ bekçiliği. |
BAG-ÇE |
f. Bahçe. |
BAGDA' |
şiddetli nefret, hiç sevmemek. |
BAĞDADÎ |
Bağdad şehrine mensub. Bağdad ahalisinden olan. Bağdadlı. * Dar,
ensiz tahta pervazlarından yapılmış ve üstü sıvanmış bölme veya tavan. |
BAGEL |
f. Ilık su. Sıcak ve soğuk olmayan, harareti ikisinin arasındaki
bir ısıda olan su. |
BAGGAL |
(Bagl. dan) Katırcı. |
BAGİ |
İsteyen. * Zâlim. * İsyan etmiş. Asi. Yoldan sapmış. * Fık: İmâm-ı
Adile âsi olan. |
BAGİLİK |
Serkeşlik, âsilik. |
BAĞİSTAN |
f. Bağlık ve bahçelik yer. |
BAGİYANE |
f. Allah'a isyan edenlere ve âsilere yakışır surette. * Zâlimlere
yakışır şekilde. |
BAGİYY |
(C.: Begâyâ) Haddini tecavüz eden. * Zina edici, zâni. |
BAGİZ |
Adavet olunmuş, düşmanlık yapılmış. |
BAGİZ |
(Bugz. dan) Herkese nefret eden, buğzeden. Hiç kimseyi sevmeyen.
Tiksinen. |
BAGL |
Katır, ester. |
BAGLE |
Dişi katır. |
BAGSA' |
Tüyü siyahlı beyazlı olan ve yer yer de benler bulunan koyun. |
BAGŞE |
(C.: Buguş) Çisenti yağmurdan biraz fazlaca olan yağmur. |
BAGT |
Ansızlık. Ansızdan gafil iken gelmek. |
BAGTETEN |
Ansızın. Füc'eten.
Birdenbire. Apansız. |
BAG-VAN |
f. Bahçıvan, bağcı. |
BAGY |
Azgınlık. Zulüm, İsyan. * İstemek, talep etmek. * Haddini tecâvüz
etmek. * Yaranın şişmesi. * (Yağmur) şiddetle yağmak. |
BAGZA |
şiddetli nefret, hiç sevmeme. |
BAG-ZAR |
f. Bağlık yer, bağ, bostan. |
BAH |
şehvet. |
BAH' |
Helâk etme. |
BÂHA |
Ev ortası. |
BÂHÂ |
Suyun derin yeri. * Açık meydanlık. Alan. * Bir evin çevresindeki
kapalı avlu veya bahçe. |
BAHÂ |
f. Kıymet. Değer. Bedel. Pahâ. |
BAHÂ |
Güzellik. Zariflik. * Zinet. * İzzet. * Bir şeye alışıp ünsiyet
etmek. |
BÂ-HABER |
Haberi olan, haberli. * Zeki, akıllı. * İhtiyatlı, tedbirli. |
BÂ-HABERAN |
(Bâ-haber. C.) Haberliler, haberi olanlar. Akıllı, zeki, ihtiyatlı
kimseler. |
BAHA-DAR |
f. Pahalı değerli, kıymetli. |
BAHADIR |
f. Kahraman. Cesur. Yiğit. Dilâver. |
BAHADIRANE |
f. Yiğitçesine, kahramana yakışır surette. |
BAHADIRÎ |
f. Yiğitlik, bahadırlık, kahramanlık. |
BAHAİM |
(Bak: Bahayim) |
BAHAK |
Göz patlama veya patlatma. |
BAHAL |
Malını kimseye vermeyip saklamak. |
BAHANDAT |
Gövdeli, besili kadın. |
BAHANE |
f. Vesile. Sebeb. * Yalandan özür. * Kusur. Noksan. * Garaz. |
BAHANE-CÛ |
f. Bahane arayan, fırsat kollayan. |
BAHAR |
Güzellik. * Güzel. * Papatya. * Ölçek. * Put, sanem. * Atılmış
pamuk. * Tarçın, karanfil ve karabiber gibi güzel kokulu ve ısıtıcı tohumlar
ki, bazı yiyecek ve içeceklere de karıştırılır. * Sığır gözü. * İyi kokulu
bir sarı çiçek. |
BAHAR |
f. Kış ile yaz arasındaki mevsim. İlk bahar. Rebi'. |
BAHAR-I HAYAT |
Hayatın baharı olan gençlik çağı. |
BAHAR-I ÖMR |
Ömrün baharı, gençlik. |
BAHAR |
Ağız kokusu. |
BAHARAT |
Karanfil,
tarçın, karabiber gibi sert kokulu şeyler. |
BAHARET |
Üstünlük, seçkinlik. |
BAHARET |
Galip olmak. |
BAHARÎ |
İlkbahara âit. İlkbaharla ilgili. |
BAHARİSTAN |
f. İlkbaharın hüküm sürdüğü zaman. * Yeşil ve çiçekli yer. * Molla
Câmi'nin eseri. |
BAHARİYYE |
Edb: Birini övmek için yazılan ve bahar tasviriyle başlayan kaside.
* Tar : Yeniçeri ağasından itibaren padişah tarafından Yeniçeri kâtibiyle
ocak ağalarına verilen baharlık. |
BAHAS |
Deve tırnağı. * Ayak eti. * Parmak diplerinin ayak tarafındaki
etleri. * Gözün üstünde veya altında beliren yumruca et. |
BAHATİR |
(Bühter. C.) Kısa boylu kadınlar, bodur kimseler. |
BAHAYİM |
(Behaim) (Behime. C.) Suriye'de bir sıradağ ismi. * Canavarlar.
* Dört ayaklı hayvanlar. |
BAHBAH |
Şâdlık, şenlik. |
BAHBAH |
"İyi iyi" demek. |
BAHBAHA |
Boğazdan boğuk ses çıkartmak. |
BAHBAHA |
Devenin kükreyip ses çıkarması. * Çıtırdama. Mışıldama. * Deve
çağırmak. |
BAHDELE |
İşte çabukluk gösterme. * Eğilme, kırılma. (Kürek kemiği için). |
BAHE |
f. Kaplumbağa. |
BAHEK |
f. İşkence, eziyet. |
BA-HEM |
f. Birlikte. Beraber. (Arabçadaki "Maa" mânasına) |
BAHH |
Ses kesilmek, boğaz kısılmak. |
BAHHA' |
Sesi kesilmiş olan kadın. (Müz: Ebahh) |
BAHHAL |
(Buhl. dan) Çok bahil, çok tamahkâr, pek cimri. Çok alçak adam. |
BAHHAR |
(Bahr. den) Gemici, denizci. |
BAHHAS |
(Bahs. den) Çok bahseden, bahsetmeyi seven. |
BAHÎ |
şehvete dâir. şehvetle ilgili. |
BAHİCE |
Ses, savt, sadâ. |
BAHİK |
Tek gözü kör olan adam. |
BAHİKA |
Görmiyen, kör (göz). |
BAHÎL |
Hasis. Cimri. Tamahkâr. Hayırlı işlere malını (varsa bile) harcamayan. |
BAHÎLÂN |
f. Bahiller, cimriler, tamâhkârlar. |
BAHİL |
Avâre, başıboş, serseri. * Yularsız deve. Deyneği olmayan çoban. |
BAHİLE |
Arap kabilelerinden birinin ismi. * Dul kadın. |
BÂHİR |
Yalancı. Ahmak, serseri adam. * Kırmızı kan. |
BAHİR |
(Bak: Bahr) |
BÂHİR |
Aşikâr. Açık. Belirli. Apaçık. * Güzel. * Meşhur, namdar. * Galip. |
BAHÎRA |
Süryâni rahiblerindendir. Zamanın ilim ve fenlerine vâkıf ve bilhassa
hey'et ve nücumda ihtisas sahibiydi. Bu sebepten rahiblerin câhilleri kendisinden
hoşlanmazlardı. Hazret-i İsâ'nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem'in ümmullah olduğunu
inkâr ve ilân ettiğinden, bulunduğu manastırın reisi tarafından kovulmuş
ve Şam yolu üzerinde Busra civârında bir manastır edinmişti.İbn-i Hişam'ın
siretinde İbn-i İshak'tan rivâyet olunarak: "Bahîra, kilise âleminde
büyükten büyüğe intikal edip gelen bir kitaba malik bulunuyordu. Resül-i
Ekremin bütün ahvâl ve evsafı bu kitabda yazılıydı." deniliyor ki,
bu kitab "El-Enbâ" ünvânıyla bıraktığı rivâyet olunan bir kitab
olacaktır. Kitabın başlıca bahisleri, yakında Arabistanda bir Nebi-i Zişân
çıkacağı, tevhid itikadına dâvet edeceği ve putlara ibâdetten nehyedeceği
mevzuu etrafında toplanıyordu.(Meşhur Bahîra-yı Rahib'in meşhur kıssasıdır
ki: Nübüvvetten evvel, Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amcası Ebu
Tâlib ve bir kısım Kureyşî ile beraber, Şam tarafına ticarete gidiyorlar.
Bahira-yı Râhib'in Kilisesi civarına geldikleri vakit oturdular. İnsanlar
ile ihtilât etmiyen münzevi Bahira-yı Râhib birden çıka geldi. Kafile içinde
Muhammed-ül Emin'i (A.S.M.) gördü. Kafileye dedi: "Şu Seyyid-ül-Alemîndir
ve Peygamber olacaktır." Kureyşîler dediler: "Neden biliyorsun?"
Mübarek Râhib dedi ki: Siz gelirken baktım ki, havada üstünüzde bir parça
bulut vardı. Siz otururken, şu Muhammed-ül-Emin (A.S.M.) tarafına bulut
meyletti, gölge yaptı. Hem görüyordum ki: Taş, ağaç ona secde eder gibi
bir vaziyet gördüm. Bu ise, nebilere yapılır. M.) |
BÂHİRE |
Dikenli ağaç. * Çok koşan cins bir deve. |
BÂHİRE |
Vapur. Gemi. |
BAHİRE |
Kulağı kesik deve. |
BÂ-HİRED |
f. Akıllı, zeki. |
BÂHİS |
Anlatan. Bahseden. Araştıran. Araştırıcı. * Bir şeye dâir bilgileri
içine alan. Bir mes'eleye dair beyanatı ihtiva eden. |
BAHİT |
Baht ve ikbalden vasıftır. Tâlii yaver olan adama denir. (Kamus'tan) |
BÂHİZ |
Güçsüz, âciz. Meşakkatli. |
BÂHİZA |
Musibet. Belâ. |
BAHKA' |
Gözü çıkmış. |
BAHL |
Cimrilik. |
BAHR |
(C.: Bihâr - Ebhâr - Ebhur - Buhur) Deniz. * Âlim. Çok bilen. *
Büyük göl veya nehir. * Yarmak, yırtmak. * Çok yürüyen at. * İyi kimse.
* Deve hastalığı. * Aruzda aslî bir vezinle ondan tevellüd eden vezinler
mecmuası. Bunlardan Arap nazmı haricinde kullanılan bahirler şunlardır:1-
Hezec (Neş'eyle şarkı söyleme):a) Mefâîlün, mefâîlün, mefâîlün, mefâîlün.b)
Mefâîlün, mefâîlün, feûlün.c) Mefâîlün, feûlün, mefâîlün, feûlün.d) Mef'ûlü,
mefâîlün, mef'ûlü, mefâîlün.e) Mef'ûlü, mefâîlü, mefâîlü, feûlün.g) Mef'ûlü,
mefâîlü, feûlün.2- Recez (Titrek):a) Müstef'ilün, müstef'ilün, müstef'ilün,
müstef'ilün. b) Müfte'ilün, müfte'ilün, müfte'ilün, müfte'ilün.c) Müfte'ilün
mefâilün, müfte'ilün, mefâilün.d) Müfte'ilün, müfte'ilün, fâilün.e) Müstef'ilâtün,
müstef'ilâtün.f) Mefâilün, mefâilün, mefâilün, mefâilün.3- Remel (Koşan):a)
Fâilâtün, fâilâtün, fâilâtün, fâilün.b) Fâilâtün, fâilâtün, fâilün.c) Fâilâtün
(feilâtün) feilâtün, feilâtün, feilün (fa'lün).d) Fâilâtün (feilâtün), feilâtün,
feilün (fa'lün).4- Münserih (Akıcı):a) Müfte'ilün, fâilün, müfte'ilün, fâilün.b)
Müstef'ilün, feûlün, müstef'ilün, feûlün.5- Muzari' (Benziyen):a) Mef'ûlü,
fâilâtü, mefâîlü, fâilün.b) Mef'ûlü, fâilâtün, mef'ûlü, fâilâtün.6- Müctes
(Kopmuş): a) Mefâilün, feilâtün, mefâilün, feilâtün.b) Mefâilün, feilâtün,
mefâilün, feilün (fa'lün).7- Seri' (Çabuk):a) Müfte'ilün, müfte'ilün, fâilün.8-
Hafif:a) Fâilâtün (feilâtün), mefâilün, feilün (fa'lün)9- Mütekarib (Yakın):a)
Feûlün, feûlün, feûlün, feûlün.b) Feûlün, feûlün, feûlün, feûl.10 - Kâmil:a)
Mütefâilün, mütefâilün, mütefâilün, mütefâilün. b) Mütefâilün, feûlün, mütefâilün,
feûlün. |
BAHR-İ AHDAR |
Hint Okyanusu. |
BAHR-İ AHMER |
Kızıl deniz, Şap Denizi. |
BAHR-İ BÎKERÂN |
Hudutsuz, sınırsız deniz. |
BAHR-İ BÎPAYAN |
Çok büyük sonsuz deniz. |
BAHR-İ EBYAZ |
"Beyaz Deniz" İskandinavya Yarımadasının doğusunda Kanin
Yarımadasına kadar olan deniz. |
BAHR-İ HAZER |
Hazer Denizi. |
BAHR-İ LÛT |
Filistinde seviyesi denizden aşağıda olan şaplı bir göl. |
BAHR-İ MUHİT-İ ATLASÎ |
(Bahr-ı Muhit-i Garbî) Atlas Okyanusu. |
BAHR-İ MUHİT-İ HAVAÎ |
Yıldızların, seyyarelerin içinde dolaştığı feza. Büyük feza denizi. |
BAHR-İ MUHİT-İ HİNDÎ |
(Bahr-i Muhit-i Şarkî) Hindistan Yarımadasının doğusunda kalan
deniz. |
BAHR-İ MUHİT-İ KEBİR |
(Bahr-i Muhit-i Mutedil) Büyük Okyanus. Pasifik Okyanusu. |
BAHR-İ MUHİT-İ ŞİMALÎ |
İskandinavya Yarımadasının batısından İngiliz Adalarına kadar uzanan
deniz. |
BAHR-İ MUTAVASSIT |
Akdeniz. |
BAHR-İ MÜNCEMİD-İ CENUBÎ |
Güney kutbunu çeviren deniz. Güney Buz Denizi. |
BAHR-İ MÜNCEMİD-İ ŞİMALÎ |
Kuzey kutbunu çeviren deniz. Kuzey Buz Denizi. |
BAHR-İ RECEZ |
(Bak: Bahr) |
BAHR-İ RUM |
(Bahr-i Sefid) Akdeniz. |
BAHR-İ SİYAH |
Karadeniz. |
BAHR-İ SÜKÛN |
(Lût Denizi) Sularının kesif ve dalgasızlığından dolayı bu isim
verilmiştir. |
BAHR-İ UMMAN |
Arabistan ve İran'ın güneyinde kalan deniz. |
BAHRE |
Arz, belde. |
BAHREN |
Denizden. Deniz yolu ile. |
BAHREYN |
İki deniz. (Basra Körfezi ile Hind Denizi veya Karadenizle Akdeniz.
Yahut da Akdenizle Hind Denizi) * Basra Körfezi'nde bulunan bir devlettir.
1971 yılında İngilterenin körfezden çekilmesi üzerine istiklâliyetini ilân
etmiştir. Bahreyn, Manama ve Muharrak Adalarından müteşekkildir. Halkı,
Arap ve Acemlerdir. (Yüzolçümü 662 km2, nüfusu 1972'de 216 078) * İki büyük
esas ve temel şey. |
BAHRÎ |
Denize âit, denize mensup, denizle alâkalı. |
BAHRİYE |
Donanma ile ilgili işler. Devletin donanma ve deniz askerleri. |
BAHRİYYUN |
Gemiciler ve kaptanlar gibi deniz işlerini bilen kimseler. |
BAHS |
Kazmak. * Ayırmak. * Saçmak. * Birşey hakkında etrafiyle söz söyleyip
hakikatı araştırma. Konuşulan şey. * Teftiş. * Söz münazarası, muaraza,
mübahese. * Bir mevzû hakkında tafsilât, açıklama. * İddialaşma. |
BAHS |
Noksanlık. Azlık. Nâkıs. Az. * Akarsu ile sulanmayıp yağmur suyu
ile mahsül alınabilen tarla.* Zulüm. İşkence. * Uzaklık. * Gümrük almak.
* Göz çıkarmak. |
BAHSAN |
f. Bozuk, soluk. * Salına salına yürüyen. * Kıyafeti bozuk, pejmürde. |
BAHSERE |
Dağıtma. * Gizli bir şeyi aşikâr yapma, meydana çıkarma. * Kesilerek
tane tane olma. |
BAHSET |
f. Uykuda ağırlık basma. * Uyurken olan horultu. |
BAHSÎ |
(Bahs. den) Bahisle ilgili, bahse ait. |
BAHŞ |
f. Bağış. Verme. İhsan. |
BAHŞ-I KALENDERÎ |
Cömertçe ihsan yapma, dağıtma. |
BAHŞAYENDE |
f. Bağışlayıcı, afvedici. |
BAHŞAYİŞ |
f. Bağışlayış. İhsan. İhsan etmek. Afv. Atiyye. |
BAHŞENDE |
f. Bağışlayan, ihsan eden. Afveden. |
BAHŞİŞ |
f. Lütfedip verilen para. Fazladan, iyilik olsun diye verilen.
İhsan. Hediye, mükâfat. |
BAHŞÛDE |
f. Bağışlanmış, verilmiş. * Afvedilmiş. |
BAHT |
Öz. Hâlis. Saf. Sade. |
BAHT |
f. Kader. Tâli. Uğur. Alın yazısı. Kısmet. İkbal. * Saadet. Lezzet. |
BAHT-I BÎDÂD |
Kötü şans, insafsız tâlih. |
BAHTAK |
f. Evvelce savaşlarda başa giyilen demirden yapılmış başlık. Miğfer. |
BAHT-AVER |
f. Talihli, şanslı, bahtlı. |
BAHTE |
Semiz, besili koyun. * Burulmuş üç yaşında koç. |
BAHTEK |
f. Uykuda iken ağırlık basma. * Fena tâlih, küçük şans. |
BAHTERÎ |
Salına salına yürüyen, yürüyüşü güzel olan adam. * Mağrur, kibirli.
Kendini beğenmiş. |
BAHTİYAR |
f. Bahtlı, talihli, mes'ud, mutlu, şanslı.(Elbette en bahtiyar
odur ki: Dünya için âhireti unutmasın. Âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı
ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef
etmesin. Kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre
hareket etsin. Selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.
M.)(Bahtiyar odur ki: Kevser-i Kur'anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu
kazanmak için bir buz parçası nev'indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz
içine atıp eritendir. L.) |
BAHTİYARANE |
f. Bahtiyarcasına, mutlucasına, mesut olana yakışacak şekilde. |
BAHTİYARÎ |
f. Bahtiyarlık, saadetlilik, mutluluk. * İran'da bulunan şöhretli
bir kavim. |
BAHUR |
Çok sıcak. Çok sıcaklık. |
BAHÛR |
Sıcakta yerden yükselen buhar. * Tütsü. Yakılarak güzel kokular
elde edilen ot ve sâir şey. |
BAHÛRDÂN |
f. İçinde tütsü yakılan kap. |
BAHUSUS |
Hususiyle. En çok. Hele. |
BAHUZÛR |
Huzur ile. Huzuru ile. |
BAHV |
Hurmanın yaş olanı. |
BAHYE |
f. Dikiş, teyel. |
BAHYE-ZEN |
f. Terzi, dikiş diken, dikişçi. |
BAHZ |
Sıkıntılı olma, can sıkma. * Yük ağır gelip hayvanı çökertme. *
Bir adamı çenesinden, sakalından tutup çekme. |
BAHZEC |
Yaban sığırının buzağısı. |
BAİD |
(Bu'd. dan) Uzak. Irak. * Umulmadık. |
BAİD-ÜL İHTİMÂL |
İhtimalden uzak. |
BAİKA |
(C.: Bevâik) Belâ, felâket, musibet. |
BAİM |
Heykel, put, sanem. * Bön adam, câhil kimse. |
BAİN |
Dibi geniş olan bostan kuyusu. Geniş dipli kuyu. (Bak: Bâyin) |
BAİR |
Erkek deve. |
BAİR |
Şaşkın, şaşırmış. Perişan durumlu. |
BAİRE |
Sürülmemiş, ekilmemiş, sert toprak. |
BAİS |
Fakir. * Şiddet ve zahmete uğramış kimse. |
BAİS |
(Ba's. dan) Gönderen. Sebeb olan. İcab ettiren. * Yeniden yaratan.
Ölüleri tekrar dirilten. * Peygamber gönderen (Allah C.C.) |
BAİS-İ MESERRET |
Sevinmeye sebep olan, sevinç sebebi. |
BAİS-İ SÜR'AT |
Hızlı gitmesine, sür'atli olmasına sebeb olan. |
BAJ |
f. Haraç. Gümrük parası. |
BAJ-BÂN |
f. Haraççı, gümrükçü. |
BA-JURNAL |
Zabıt varakası ile. |
BÂK |
f. Korku, havf, çekinme, sakınma. |
BAK' |
Geniş olmak, büyük olmak. |
BÂKA |
Tutam, demet, deste. * Tere ve sebzevat destesi. |
BAK'Â |
Siyah beyaz alacalı koyun. * Belde ismi. * Ucuzluk ve biraz kıtlık
olan yıl. |
BAKALORYA |
Fr. Lise tahsilinden sonra imtihan neticesi kazanılan olgunluk.
Olgunluk imtihanı ve diploması. |
BAKAN |
(Bak: Nâzır) |
BAKAR |
(C.: Bukur-Bikar) Öküz. Dana. Sığır.(Bakr, yarmak demek olduğundan,
bu hayvan dahi toprağı sürüp yarmak için kullanılması itibariyle bu isim
verilmiştir. E.T.) |
BAKARA |
İnek. Dişi sığır. |
BAKARA SÛRESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 2. Sûresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur.
(Bu sûre, Mûsâ Aleyhisselâm'ın risâleti ile o milletin seciyelerine girmiş
olan bakarperestlik mefküresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile
anlatır ve şu cüz'i hadise ile beşerin dünyevî menfaatlarına en çok vesile
olan şeylere perestiş etmesi gibi, gaflet ve dalâletin köklerini kesecek
bir külli düsturu, her vakit hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet
olarak ulvi bir icaz ile beyan eder. Asrımızda hâlâ ineğe tapanların mevcudiyyeti
ve bu sureye El-Bakara isminin verilmesi ne kadar mânidâr olduğunu akıl
sahiplerine bildirir, ihtar eder...) |
BAKAR-PEREST |
f. Öküzü mâbut yapan. Öküz ve emsalini put yapıp ona ibâdet eden
sapkınlar. Ehl-i dalâlet. |
BAKAYA |
Artıklar, fazlalıklar. * Ask: Son yoklamaları yapıldıktan sonra
istenildiklerinde gelmeyen veya gelip de kıtalarına varmadan savuşanlar.
(Bakayadan sayılmak suçtur.) |
BAKBAK |
Çok söyleyici. Çok konuşan. |
BAKBAKA |
Desti ve bardaktan çıkan ses. |
BAKIA |
Dert, belâ, musibet. |
BAKIL |
Sakalı belirmiş kişi. |
BAKIR |
Çobanları ile beraber olan sığır sürüsü. * Geniş. * Aslan.* Göz
damarı. * Hz. Hüseyn'in (R.A.) torunu İmâm-ı Bâkır'ın bir lâkabı. |
BÂKİ |
Ebedî, dâimî. Sonu gelmez. Ölmez. * Sonsuz. * Cenab-ı Hak. * Artan.
Geri kalan. * Bundan başka.(Madem beka, Bâki-i Zülcelâl'e mahsustur ve mâdem
Bâki'nin esması bâkiyedir ve mâdem Bâki'nin âyineleri Bâki'nin rengini,
hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur. L.) |
BÂKÎ |
Ağlayan. |
BÂKİ' |
Geniş, vâsi. |
BAKÎ' |
(C.: Buk'ân) Medine şehrinde bir makbere yeri. |
BÂKİR |
Tâze. El sürülmemiş. Bozulmamış. * Erken. |
BAKÎR |
Yensiz gömlek. * Sığır sürüsü. * Karnı yavrusundan dolayı yarılan
deve. |
BÂKİRE |
Kız. Kızlığı izale edilmemiş. * El sürülmemiş. |
BÂKİYÂNE |
f. Ağlayarak. |
BÂKİYÂNE |
f. Bâki olana yakışır surette. Ebediyyete yakışır şekilde. Sonsuzca. |
BÂKİYÂT |
Bakiler. Devam
edenler. Geri kalanlar. |
BÂKİYÂT-I SÂLİHÂT |
İnd-i İlahîde ecr-i sâliha. Bâki olan sâlih ameller. * Elhamdülillah,
Sübhanallah ve Allahuekber gibi kudsî kelâmlar. |
BAKİYYE |
Artık. Geri kalan. Artan. |
BAKİYYE-İ ÂSÂR |
Eserlere âit geri kalan izler. Eserlerin geri kalanı. |
BAKİYYET-ÜS-SÜYÛF |
Kılıçtan kurtulan kimseler. * Mc: Arta kalan kişiler. |
BAKKA |
Sivrisinek. * Tahtabiti. |
BAKKAL |
Sebzevât satıcı. |
BAKKAR |
Sığır çobanı, sığırtmaç. |
BAKL |
(C.: Bükûl) Tere ve sebzevatın her birisi. * Sakal bitmek ve diş
çıkmak mânâsına mastardır. |
BAKLA' |
Bakla. * şahtere dedikleri ota " baklat-ül melik" derler.
* Semizotu denilen bitki. |
BAKR |
Açmak. * Genişletmek. |
BAKTERİ |
Fr. Basit, çekirdeksiz, bölünerek çoğalan tek hücreli canlılara
verilen addır. Çeşitli şekilleri vardır: Kürevî (coccus), çubuk şeklinde
(basil), virgül şeklinde (vibriyon), burmalı (spiril).Bakteriler ya tek
tek, ya da birkaçı bir arada bulunmalarına göre de ayrı adları vardır. Havanın
oksijeni ile yaşayabilenleri olduğu gibi havasız yaşayanları da vardır.
Faydalı enzimler çıkaranlar olduğu gibi, boya maddeleri, gaz ve toksin (zehir)
çıkaranları da vardır. |
BAKTERİ TEDAVİSİ |
Bazı hastalıkların tedavisinde ölü veya canlı bakterilerin kullanılması
ile yapılan tedavi. |
BAKTERİYOLOJİ |
yun. Bakterilerin ve umumiyetle mikropların biçimlerini, hususiyetlerini
inceleyen bilim. |
BAKÛRE |
Sığır sürüsü. * Budala. Fayda ile zararı birbirinden ayırt edemeyen. |
BAKÛRE |
Turfanda yemiş. * Evvel yetişen. |
BAKVA |
Bâkilik, ebedilik, sonsuzluk. |
BAKY |
Bakmak, nazar. * Muntazır olup yol gözlemek. |
BA'L |
(C.: Buûl) Cahiliyet devrine mahsus bir put. Güneş Tanrısı. * Karıkocadan
herbiri. * Yılda bir kez yağmur yağan yüksek yer. * Hayret. * Zaaf, zayıflık. |
BÂL |
f. Kanat. * Kol, pazu. * Kol, cenah.* Üst, yukarı. * Boybos, endam. |
BÂLÂ |
f. Yüksek. Yukarı. Yüce. Yüksek kat. |
BÂLÂ-YI BÜLEND |
Uzun boy. |
BÂLÂ-BÜLEND |
f. Uzun boylu. |
BÂLÂDEST |
f. Galip, eli üstün. |
BÂLÂDESTÎ |
f. El üstünlüğü, galibiyet. * Zulüm. |
BÂLÂHÂN |
f. Birşeyi ifrat derecede yüksek gösteren. |
BÂLÂHÂNE |
f. Çatı, evin en üst tarafı. Tavan arası. |
BÂLÂHÂNÎ |
f. Bir şeyi aşırı derecede yüksek gösterme, abartma, şişirme. |
BÂLÂHİMMET |
f. Himmeti fazla olan kimse. |
BÂLÂKAMET |
f. Yüksek boy. * Yüksek
şeref. |
BALAM |
Sığır. |
BALANİŞİN |
f. Üstte, yukarıda oturan. |
BALAPERVAZ |
Yüksekten uçan. * Kendini olduğundan yüksek makamda gösterip gururlanan. |
BALAPERVAZANE |
Yüksekten uçar gibi. * Çok yüksek rütbelilere yakışır şekilde. |
BALAPÛŞ |
f. Palto, pardesü, manto gibi üste giyilen eşya. |
BALAREV |
f. Yüksekten giden. |
BALAST |
ing. Demir yollarında traverslerin altına; şoselerde ise düzeltilmiş
toprak üzerine döşenen taş parçaları. |
BALATER |
f. Pek yüksek, daha yüksek. |
BA'LE |
Erkeğin karısı, zevce. |
BALGAM |
Solunum yolları tarafından salgılanan ve ağızdan dışarı atılan
sümük, irin ve kan karışımı maddedir. * Eskiden bedende bulunduğu sanılan
dört unsurdan biri. (Bak: Ahlât) |
BALGAM-I CİSSÎ |
Beyaz ve yoğun balgam. |
BAL-GÜŞÂ |
f. Kanat açan, uçan. |
BALIKHANE KAPISI |
Topkapı Sarayı'nın Marmara kıyısındadır. Padişahlarca cezandırılan
vezirler burada idam edilir, sürgün edileceklerse buradan gemilere bindirilirlerdi. |
BALİ |
Eski, köhne. |
BALİDE |
f. Gelişmiş, uzamış, büyümüş. |
BÂLİĞ |
(Bâliğa) Yetişmiş. Olgun yaşına gelmiş. Aklı kemal bulmuş, erişmiş,
varmış. |
BÂLİĞ |
f. Boynuzdan yapılan kadeh. |
BÂLİGA |
Koyun ve keçi ayağı. |
BALİMEZ |
16. ve 17. yy. larda Osmanlılar tarafından kara ve deniz savaşlarında
kullanılan uzun menzilli top. (Bak: Balyemez) |
BALİN |
f. Yastık. Koltuk. İskemle yerine kullanılan yuvarlak yastık. |
BALİNA |
Denizde yaşıyan ve yaklaşık olarak 20 ilâ 35 metre kadar uzunlukta
olan memeli hayvan. |
BALİN-PEREST |
Hizmetçi, hâdim, hademe. * Tenbel, uykucu. |
BALİSTİK |
yun. Merminin ateşlendikten sonra hedefe varıncaya kadar uğradığı
te'sirleri tedkik edip inceleyen ilim dalı. |
BALİŞ |
f. Yastık. * Altın. * Nakit. |
BALİYE |
Zayıf ve çürümüş olan şey. |
BALKAN |
Doğu Avrupada batıdan doğuya uzanan dağ sırası. |
BALKANLAR |
(Balkan Yarımadası) Yugoslavya'nın büyük kısmı ile Arnavutluk,
Bulgaristan, Yunanistan ve Trakya'yı içine alan yarımada. |
BALKAR |
Kafkasya Türkleri'nin Kıpçak kolundan olan bir boy. |
BALON |
Fr. Hava veya hafif gazlarla doldurulan küre. Bugünkü uçaklar balonculuğun
geliştirilmesiyle elde edilmiştir. Zeplin adı verilen güdümlü balonlar hava
ulaşımında ve savaşta kullanılmıştır. |
BALOTAJ |
Fr. Bir seçimde herhangi bir adayın, oyların ekseriyetini alamaması
hali. |
BAL-ŞİKESTE |
f. Kanadı kırık. |
BÂLÛ |
f. Ana baba bir olan kardeş. * Siğil, sivilce. |
BÂLÛAT |
Su dökecek çukur. * Lağım kuyusu. |
BALÛDE |
f. Boy atmış, büyümüş. |
BALVANE |
f. Dağ kırlangıcı. * Darı kuşu. |
BALYEMEZ |
Osmanlıların bir zamanlar kullandıkları uzun menzilli toplar. |
BALYOZ |
Fr. Vaktiyle Avrupa devletlerinin büyükelçi ve büyük konsoloslarıyla,
general ve amiral gibi kişilerine verilen bir ünvandır. * (Yunancadan) Kazık
çakmak, büyük taşları kırmak için kullanılan uzun saplı, iri ve ağır çekiç. |
BALZEN |
f. Kanat vuran. Uçan. |
BAM |
Dam. * Çatı. * Kubbe. * Kemer * Sakf. * Sabah vakti. * Telli sazlarda
en kalın tel. |
BAM-I BÜLEND |
Yüksek çatı. * Gökyüzü, sema. |
BAM-I ÇEŞM |
Gözkapağı. |
BAMDAD(AN) |
f. Sabah, sabahleyin, seher vakti. Tan yeri. |
BAMDADÎ |
f. Seher vakti, erken. |
BAME |
f. Sakalı gür olan. * Sık, uzun ve kaba olan sakal. |
BAM-GAH |
f. Seher vakti. * Seher vaktinde. |
BAN |
Dam, çatı. * Sorgun ağacı. Bey söğüdü. * yun. Sevgilinin boyu.
Farsçada kelime sonuna gelerek, Türkçedeki "ci, cu" ekleri yerini
tutan mânâda kullanılır. Meselâ: Bağban: Bağcı. |
BANBU |
(Malezya dilinden) Sıcak ve yağışlı bölgelerde yaşıyan bir bitki
cinsi. Buğday ailesinden olup ikiyüzden fazla çeşiti vardır. |
BANDIRA |
İtl. Geminin hangi devlete ait olduğnu gösteren bayrak. |
BANDO |
Askeri mızıka takımı. |
BANEVA |
f. Zengin, mal, mülk sahibi. * Meşhur, şöhret bulmuş, ünlü, namdar. |
BANG |
f. Ses, sadâ, haykırma, bir ağızdan alkış. |
BANG-İ NEMAZ |
f. Ezan. |
BANİ |
Kurucu. Yapan. Yapıcı. Yaptırıcı. Binâ eden. |
BANKA |
İtl. Faizle para alıp veren, kredi, iskonto, kambiyo işlerini gören
ticari kuruluş.Faiz dinimizde günahtır. Bankalar dar gelirlilerin paralarını
faiz karşılığı toplar, zenginlere daha yüksek faizle verir. Bunlar dar gelirlilerin
tasarruf ettikleri paralarla bir iş yeri açar, bir mal üretir ve bu malın
fiatına, ödedikleri faizi de ekliyerek paranın asıl sahibine satarlar. Böylece
bankada faiz karşılığı para yatıran dar gelirliler, kendi paralarıyla üretilen
bu malları satın almakla kendi aldıkları faizden daha fazlasını yani zenginin
bankaya ödediği faizi ödemiş olurlar. Hem bankacıyı, hem banka ile iş yapan
ticaret erbabını kendi paralarıyla çalışmadan zengin etmiş, fiatlarını yükseltmesine
ve dar gelirlilerin zulme uğramasına âlet olmuş olurlar.İslâma uygun olan;
iş ortaklığıdır. İş adamı paralarını kullandığı insanları, paraları ölçüsünde
işine ortak yapmalı, kârını da zararını da buna göre bölüşmelidir. Böyle
olursa hem fiatlar yükselmez, hem de bir kısım insanlar zenginleşirken,
diğerleri fakirleşmez. |
BANKER |
Fr. Çok zengin kimse.
Büyük sarraf. |
BANKET |
Bir otomobili uçtan uca kaplayan ve tek parçadan ibaret olan oturacak
yer. * Karayollarında asfaltın her iki yanındaki balastlı kısım. |
BANKINOT |
(Banknot) ing. Kâğıt para. |
BANKİZ |
Kutub bölgelerinde deniz suyunun donmasıyla meydana gelen buzların
tamamı. Bunlar ençok Kuzey Buz Denizinde görülürler. |
BANLİYÖ |
Fr. Bir şehrin yakın çevresinde bulunan mahalle ve yerleşme yerleri. |
BANT |
(Band) Fr. Ensiz, uzun zarf. |
BÂNÛ |
f. Kadın, hatun, hanım. * Gelin. * Gülsuyu gibi şeylerin şişeleri. |
BÂNÛ-Yİ MISIR |
Zeliha. |
BANÛC |
f. Salıncak. |
BANYOL |
Bu kelime; zindan, hapishâne mânâlarında kullanılırdı. Buraya katiller,
hırsızlar ve beylik esirlerin satışa yaramıyanları konurdu. |
BÂ-POSTA |
Posta ederek, posta ile. |
BÂR |
f. Ek olup "saçan, yağdıran, döken, ışık veren" gibi
mânâda kelimeler teşkil edilir. Meselâ: Ateşbâr : Ateş saçan. Ateş yağdıran. |
BÂR |
f. Yük. Zahmet. Eziyet. Sıkıntı. * Def'a. Kerre. * Yemiş, meyve.
* Sebeb-i masraf ve ıztırab olan şey. Kale duvarı. * İzin. |
BÂR-I DİL |
Gönül yükü, elem, keder, gam, hüzün. |
BÂR-I GİRÂN |
Ağır yük. |
BÂR-I MİHNET |
Eziyet. * Elem yükü. |
BÂR-I SAKİL |
Ağır yük. |
BARAJ |
Fr. Bir akarsuyun akışına mâni olmak için yapılan set. |
BARAKA |
İtl. Temelsiz küçük yapı. |
BARAKLİT |
(Bak: Faraklit) |
BÂRÂN |
f. Yağmur. Rahmet. |
BÂRÂNÎ |
f. Çivit mavisi renginde, Osmanlılar zamanında Selânik'te dokunan
bir cins çuha. Yeniçeri ve Acemi oğlanlarına aralık ve ocak (erbain) aylarında
verilen yağmurluk bârâniden yapılırdı. Yağmurluk, yağmurdan muhafaza eden
şey. * Yağmurla ilgili. |
BÂRÂN-RİZ |
f. Yağmur saçan, yağmur döken. |
BARAS |
Tedavi edilmesi mümkün olmayan ve vücutta beyaz lekeler meydana
getiren bir hastalık. |
BARBAKAN |
Fr. Emniyetle ateş etmek için sur duvarlarında açılan dar mazgal
deliği. Kale kapılarının savunması için yapılan tahkimat. |
BARBAR |
Lât. Eski Yunan, Roma ve daha sonra Hristiyanlara göre kendi kavimleri
dışında kalan herkes. * Vahşi, ilkel. |
BARBARLIK |
Medeniyetsizlik, vahşilik. |
BARBAROS |
Hayreddin Paşa: (Mi: 1466-1546) Tarihin en büyük Denizcisi Hayreddin
Paşa, kardeşleri ile İslâm âlemini birleştirmek, tek bir bayrak altında
muhteşem imparatorluğumuzun himayesinde toplamak için çalıştı. Sonunda müstakil
devleti ile, Osmanlı Devletine iltihak etti. Kaptan-ı Derya olarak Akdenizi
bir göl halinde devlete kazandırdı. Preveze'de, Haçlı donanmasını perişan
etti. Dinin hayırlı evlâdı Hayreddin Paşa bir korsan değil, din yolunda
muharebe eden mücâhid gazi idi... Beşiktaş'taki evinde vefat etti ve oradaki
türbesine defnedildi. |
BAR-BER |
f. Hamal, yük taşıyan kimse. |
BAR-BERDAR |
f. Sabırlı, tahammüllü. * Yük kaldıran. * Hamal. |
BARBUT ALTINI |
Tanzimattan önce Osmanlılarda kullanılan bir çeşit altın sikke.
Yüzlük Mecidiye altını kıymetinde ve ayarında, iki kırat ağırlığında idi. |
BAR-DAR |
f. Yüklenmiş, yüklü. * Gebe olan. |
BARE |
f. At. * Zülf. * Kal'a, kale. * Def'a, kerre. |
BAREKALLAH |
Allah mübarek etti. Allah mübarek etsin. Hayırlı ve bereketli olsun. |
BAREKTE |
Sen mübarek ve bereketli eyledin (meâlinde dua). |
BAREM |
Fr. Devlet memurlarının aylıklarını tasnif ve tanzim eden, miktarlarını
gösteren sistem veya cetvel. |
BARENDE |
f. Yağdıran, yağdırıcı. |
BA-RENG |
f. Renkli. |
BARGÂH |
f. İzinle girilecek yer. Padişah divanhanesi. * Huzur-u Rabb-il
Âlemin. Dua edilen yer. |
BARGAM |
Levreğe benzer bir cins balık. |
BARGİR |
Yük taşıyan. * Beygir. |
BARHA |
f. Def'alarca, zaman zaman, sık sık, devamlı olarak. |
BAR-HANE |
f. Yük yeri, yüklük. * Yolcu eşyası indirilecek ve saklanacak yer. |
BARI |
(Farsça:
Bârû) Etrafı surlarla çevrilmiş yer. |
BARİ' |
Bir kalıptan döker gibi, düzgün, tertipli ve güzel yaratan. Aza
ve cihâzatları birbirine mütenasip ve kâinattaki umumî nizama ve gayelere
uygun ve münasebettar olarak halkeden Cenâb-ı Hak (C.C.) |
BARİ |
f. Hususu ile. Hele. Hiç olmazsa. Bir def'a. |
BARİ' |
Tam üstün. Mükemmel. |
BARİA |
Yakınlarından üstün vasıflı. Emsalinden üstün. Tam ve mükemmel. |
BARİD |
Soğuk, bürudetli. * Mc: Hoş olmayan. |
BARİDANE |
f. Soğukça. |
BARİH |
(C.: Bevârih) Samyeli adı verilen sıcak ve şiddetli bir çeşit rüzgâr. |
BARİHA |
Dünkü gece, evvelki günün gecesi. * Dünkü gün, dün. |
BARİK |
Şimşek. Işık. Şimşekli bulut. Yıldırım parıltısı. |
BARÎK |
f. İnce. Nârin. Dakik. |
BÂRİKA |
(C: Berâik) Üzerine biraz yağ dökülmüş olan süt. * (C.: Bevârık)
Parıltı. Parıldayan. |
BÂRİKA-İ HAKİKAT |
Hakikatın parıltısı ve parlaklığı. Hakikat nuru. |
BÂRİKA-ÂSÂ |
şimşek gibi. |
BARİKAT |
Fr. Bir yolu kapamak üzere, ele geçirilen her türlü eşyadan faydalanılarak
meydana getirilen engel. |
BARİK-BÎN |
f. İnce gören, dikkatle inceleyen, bir şeyi iyice gözden geçiren. |
BARİK-NÜMA |
f. Işıklı. Parlak. |
BARİMETRE |
Fr. Gürültünün şiddetini ölçmeğe yarıyan âlet. |
BARİMETRİ |
Fr. Beden ölçümü yardımıyla hayvanların ağırlığını tayin etme. |
BÂRİŞ |
f. Yağmur. * Sağnak. |
BARİYA |
(C.: Bevâri) Hasır. |
BARİYY |
(C.: Bevâri) Kaba hasır. |
BARİZ |
Doğan. Zâhir ve âşikar. Meydanda olan. Belli. Açıkça. |
BAR-KEŞ |
f. Hamal, yük taşıyan. * Mütehammil, tahammül eden, sabırlı. |
BAR-MEND |
f. Yemiş veren, yemişli ağaç. |
BAR-NAME |
f. Eşya, yük pusulası. |
BAROGRAF |
yun. Hava basıncını ölçen bir alet. (Bu alet vasıtasıyla bir yerin
yüksekliği de ölçülür.) |
BAROK |
Klâsik Rönesans devrinden sonra başlayan bir mimari ve süsleme
tarzı. |
BAROMETRE |
Fr. Hava basıncını gösterir âlet. |
BAROSKOP |
Fr. Cisimler üzerine havanın yaptığı basıncı gösteren âlet. |
BAROTAKSİ |
Fr. Bazı tek hücreli canlıların basınca göre hareketleri. |
BAROTERAPİ |
Fr. Bazı hastalıkların basınçlı hava ile tedavisi. |
BARR |
(C.: Berere) İyilik ve ihsan edici, muhsin. |
BAR-SENC |
f. Yük tartan, dirhem. |
BÂRÛ |
f. Kale duvarı, tabyanın gezinti yeri, hisar burnu, sur. * Sığınak,
siper. |
BARUT |
yun. Güherçile ile kükürt ve kömürden mürekkeb, alev alıcı bir
maddedir ki, toz halinde olup, umumiyetle ateşli silahlarda ve taş kırmak
gibi işlerde kullanılır. * Mc: Çabuk kızan, şiddet ve hiddete kapılan. |
BAR-VER |
f. Yemiş veren, meyvedar, verimli, meyve verici. * Mc: Faydalı,
faydayı mucib, iyi netice veren. Yararlı. |
BARYUM |
yun. Kim: "Ba" sembolü ile gösterilen bir element. |
BAS' |
Cem' etmek, toplamak. |
BA'S |
Gönderme, gönderilme. * Cenab-ı Hakk'ın peygamber göndermesi. *
Diriliş. Yeniden diriltme. İhyâ. * Uykudan uyandırma. |
BA'S-UL EMVAT |
Ölmüşlerin dirilmesi. |
BA'S-İ ENBİYA |
f. Peygamberlerin gönderilmesi. |
BA-SAFA |
Safalı. Safa ile. |
BASAİR |
(Basiret. C.) Basiretler. İbretli görüşler. Deliller. İbretler.
Hüccet ve bürhanlar. Gözler. * Kalb duyguları. |
BASAL |
Bot: Soğan ve benzeri gibi kökler. |
BASAL-İ HARİF |
Acı soğan. |
BASALA |
Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde yaradılıştan olan kabartı. |
BA-SAMAN |
f. Varlıklı, zengin. * Düzenli, tertipli, düzgün. |
BASAR |
(C.: Ebsâr) Görme duygusu. * Kalble hissetme. Kalb gözü. * Gözün
görmesi. * İdrak. Fikir. * İlm-i Kelâm'da: Kendi şânına lâyık bir vecih
ile Cenab-ı Hakk'ın "görme sıfatı"dır. Kâinatta hiçbir şey O'nun
görmesinden hâriçte kalamaz. |
BASARET |
(Bak: Besaret) |
BASARIK |
Çulha tezgâhının ayaklığı. * Piyano ayaklığı gibi çifte ayaklık. |
BASARÎ |
(Basar. dan) Görüşle ilgili olan, görmeye ait. |
BA-SAVAB |
Doğruca, doğrulukla. |
BASBASA |
Dalkavukların nefret edilecek hâlleri, tabasbusları, yaltaklanması.
* Köpeğin, kuyruğunu sallayarak sokulması. |
BA'SERET |
Dikkatle teftiş etme. * Keşif ve istihrac etme. * Perâkende edip
dağıtma. * İnkılâb. Karıştırma. Bulandırma. * Meydana çıkma. * Kirli leke. |
BASIK |
Yükselmiş. Uzamış. Çıkmış. |
BASIK |
Eli açık. Cömert. Dolup taşan. |
BASIKA |
Beyaz ve sâfi bulut. * Âfet, dâhiye. * Makbul bir cins sarı hurma. |
BASIM |
(Uydurma bir kelimedir) Matbaacılık. Tab'etme sanatı. |
BASIN |
Uydurma bir kelime olup "matbuat" yerine kullanılır.
Gazete, mecmua gibi belli zamanlarda çıkan matbuatın hepsi. |
BASINÇ |
(Bak: Tazyik) |
BÂSIR |
Gören. Dikkatli ve göz kuvveti ile gören. |
BÂSIT |
Açan. Yayan. Serici. * Ferahlık veren. * Dilediği kulunun rızkını
genişlendiren Allah (C. C.). * Mücerred olup, mürekkep ve müellef olmayan.
* Tıb: Bir uzvu uzatıp açan adele. |
BÂSIT-ÜR-RIZK |
Allah. |
BASİ' |
(C.: Busu') Ter. |
BASİA |
Çok kırmızı dudak. |
BASİK |
Gövde damarı. (Dirsek içinde bulunan üç damarın aşağısında olandır.) |
BASİKA |
Su ile tamamen dolu olan kuyu. |
BASİL |
Kahraman, cesur, yiğit kimse. * Fena, sert, kırıcı, kötü söz. *
Haram olan şey. * Güzel olmayan, çirkin kimse. |
BASİL |
Fr. İnce, uzun bir bakteri çeşidi. |
BASİLE |
Bir nevi soğan. Bir soğan çeşidi. |
BASİM |
(Besm. den) Güleryüzlü, şen kimse. |
BASİNE |
Ekincilerin sabanı. * Sanat ehlinin âletleri. * Kaba çuval. |
BASİR |
Basiret sâhibi ve anlayışlı olan. Hakikatları anlayan. En iyi ve
en çok anlayışlı. Kalb gözü ile gören. * İt, köpek, kelp. |
BASİR |
Kararmış. * Ekşi yüzlü ve katı yürekli kimse. |
BASİRANE |
f. Görerek. Bilerek. Basiret sahibine yakışır halde. |
BASİRET |
Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını
bilen kuvve-i kudsiyye. Ferâset. İm'ân-ı dikkat. * İbret alınacak hidâyet
sebepleri. Beyyine. Hüccet. * Bir evin iki tarafının arası. * Yer üstündeki
kan. (Bak: Süveydâ-i kalb) |
BASİRET-İ KALB |
Gönül uyanıklığı. Kalb basireti. |
BASİRET-KÂR |
f. Basiretli, ferâsetli, önceden gören. |
BASİRET-KÂRÎ |
Basiretlilik, önceden görmeklik. |
BASİT |
Kıymetsiz. * Geniş * Yaygın olan. * Mücerred ve münferid olup,
mürekkeb ve müellef olmayan. * Neş'eli. Güleryüzlü. Düz, arızasız, engelsiz.
* Edb: Aruz vezinlerinden biri. |
BASİT KESİR |
Sûreti (payı), mahrecinden (paydasından) küçük kesir. 2/5 gibi. |
BASİTA |
Uzak yer. |
BASİTE |
Yükseklik ölçen yayvan güneş saati. * Döşeme minder. * Düz yer. |
BASKI |
t. Basıp sıkacak, tazyik edecek şey. Sıkı tazyik. * Basan, ağırlık
veren şey. * Kalıp, damga. * Bir eserin yeni basılışlarının her seferi.
* Bir basmanın bir def'ada basılan miktarının tamamı. Meselâ: Bu lügatın
baskısı 25.000 dir. |
BASKIN |
t. Ağır, sakil. * Basıp geçen, galip, üstün. * Ansızın, birdenbire
hücum. |
BASKÜL |
Fr. Büyük ağırlıkları, küçük bir ağırlık yardımıyla tartmayı sağlamak
üzere birkaç kaldıracın uygun bir tarzda birleştirilmesiyle meydana getirilmiş
âlet. |
BASRA |
Yumuşak küfki taşı. (Bu sebepten Basra şehri, "Basra"
diye isimlendirilmiştir.) |
BASRİYYUN |
Milâdi 8. yy. da Basra'da yaşamış lisaniyat âlimlerinden bir grup. |
BAST |
Genişlemek, açmak, yaymak. * Bir şeye el uzatmak. * Sevindirmek.
* Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak. * Özür
kabul etmek. * Kaplamak. * Tas: Allahın cemâl tecellisiyle kalbin sükûn
ve huzur içinde ferahlaması. (Mukabili: "Kabz"dır.)(... Teellümât-ı
ruhaniye ise; sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbani bir kamçıdır. Çünki
emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf ve reca müvazenesinde sabır
ve şükürde bulunmak için kabz-bast haletleri, Celâl ve Cemâl tecellisinden
intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatça medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur.
K.L.) |
BAST-I DÂVÂ |
Dâvâ açma. |
BAST-I MAKAL |
Söz açma. |
BAST-I MUKADDEMAT |
Asıl maksada girmeden önce bir şeyler söyleme. |
BAST-I ÖZÜR ETMEK |
Bir hata işleyerek başkalarına da nümune olmak, aynı hatayı işlemelerine
zemin hazırlamak. |
BAST-I YED |
Elini bir şeye uzatmak. * Mc: Tasallut ve istilâ manasındadır. |
BAST-I ZAMAN |
Az zamanda çok uzun bir zaman yaşamış olmak.(Bu hakikata işareten
Leyle-i Kadir gibi bir tek gece seksen küsur seneden ibaret olan bin ay
hükmünde olduğunu nass-ı Kur'ân gösteriyor. Hem bu hakikata işaret eden
ehl-i velâyet ve hakikat beyninde bir düstur-u muhakkak olan "bast-ı
zaman" sırrı ile çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı
mirac, bu hakikatın vücudunu isbat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mirâcın
birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs'atı ve ihâtası ve uzunluğu
vardır. Çünkü o mirac yolu ile, beka âlemine girdi, beka âleminin birkaç
dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir. Hem şu hakikata
bina edilen beyn-el evliyâ kesretle vuku bulmuş olan bast-ı zaman hâdiseleridir.
Bâzı evliya bir dakikada bir günlük işi görmüş. Bâzıları bir saatte bir
sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada bir hatme-i Kur'âniyeyi okumuş
olduklarını rivâyet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek
kizbe elbette tenezzül etmezler. Hem o derece hadsiz ve kesretli bir tevatürle
bast-ı zaman hakikatını aynen müşâhede ettikleri medar-ı şüphe olamaz. Şu
bast-ı zaman herkesçe musaddak bir nevi rüyada görünüyor. Bazan bir dakikada
insanın gördüğü rüyayı, geçirdiği ahvali, konuştuğu sözleri, gördüğü lezzetleri
veya çektiği elemleri görmek için yakaza âleminde bir gün, belki günler
lâzımdır. L.) |
BASTÂN |
f. Tarih. * Mazi, geçmiş zaman. * Eski. |
BASTÂN-ŞİNÂS |
f. Geçmiş zaman, tarih. |
BAST FÎ MAKAM-İL-KALB |
Nefis makamında ricâ mesabesindedir. Lütuf ve rahmeti, kurb ve
ünsü kabule işarettir. |
BA'S-Ü BA'D-EL MEVT |
Öldükten sonra tekrar dirilmek, diriltmek. (Bak: Ahiret) |
BÂSÛR |
(C.: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki
siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın
içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat
gelmesi hastalığı. |
BAŞ |
t. Reis, birinci, evvel. Başlıca, en mühim. |
BAŞALTI |
t. Gemilerin baş tarafında tayfa ve er koğuşları. * Yağlı güreşlerde
baş'ın altındaki derece. |
BAŞAM |
f. Perde, örtü. |
BAŞAME |
f. Kadınların örtündükleri yaşmak. Tülbent, başörtüsü. |
BAŞBUĞ |
t. Osmanlı devrinde başıbozuk veya akıncı kuvvetlerinin kumandanı.
* Lider. |
BAŞE |
f. Atmaca kuşu. |
BÂŞE-İ FELEK |
Nesr-i Tâir ve Vâki adı verilen iki yıldız. |
BAŞED |
f. Olur, ola... |
BAŞENG |
f. Tohumluk olmak için saklanan sarı, iri hıyar, salatalık. * Asma
üzerindeki üzüm salkımı. |
BAŞGÛN |
f. Uğursuz. * Ters, başaşağı. |
BAŞIBOZUK |
t. Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan
gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına
da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker olmayan siviller için de
kullanılmıştır. |
BAŞİK |
(C.: Bevâşık) Atmaca denilen kuş. |
BAŞİR |
Müjdeci, müjde veren. * Mutlu, mesut. |
BAŞKENT |
t. Başşehir. Bir devletin idare merkezi olan şehir. Devlet merkezi.
Payitaht. |
BAŞKIRDİSTAN |
Rusya'da halkı Türk olan bir bölge. |
BAŞMAK |
Eskiden kullanılan bir çeşit ayakkabı. |
BAŞTİNA |
Osmanlı İmparatorluğu zamanında Balkanların bazı yerlerinde devlet
arazisinden tapu ve miras suretiyle geçen tarla. |
BÂŞÛRE |
(C.: Bevâşir) Yeni yetişmiş, turfanda olan nesne. |
BATAET |
Tenbellik, yavaşlık. Ağırlık. |
BATALESE |
Ptolemeos soyundan gelen hükümdarlar. |
BATALET |
Avarelik. İşsizlik. * Boş şeyler söylemek. * Bahadırlık. Cesurluk.
Cesâret. |
BATANET |
Oburluk, çok yiyicilik. * Şişmanlık. |
BATAR |
Çok kibirlenme, gururlanma. * Haksızlık etme. Başkasının hakkını
çiğneme. * Çok sevinme. |
BATARİKA |
(Batrik. C.) Patrikler. |
BATARYA |
İtl. Elektrik elde etmek için hazırlanmış şişeler takımı. * Ask:
Bir subayın emrine verilen belli sayıdaki ağır silâhlarla bunların hizmetinde
bulunan insan, hayvan ve malzemenin hepsine birden verilen isim. |
BATERE |
f. Tef. |
BATH |
(C.: Bitah) İçinde kum ve çakıl taşları olan geniş su akıntısı.*
Yüz üzeri düşme. * Serilip yatan adamın boyu. * Bırakma. |
BATHA |
Çakıllı, taşlı büyük dere. * Dağ arasındaki dere. * Mekke-i Mükerreme'nin
eski bir ismi. * Kamışlık ve sazlık yer. |
BATIL |
Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla
kabul olmayan ibadet ve muâmele. Meselâ: Bir özür bulunmaksızın taharetsiz
kılınan namaz gibi. (Bak: Fasid)(Bir bayram akşamı, gökte ay ve hilâli arıyanlar
içinde, ihtiyar bir zat da bulunur. Bu zat, gökteki hilâli görmek için bütün
kasıd ve dikkatiyle nazarını göğe tevcih edip, hilâli araştırmakla meşgul
iken, gözünün kirpiklerinden uzanan ve gözünün hadakası üzerine eğilen beyaz
bir kıl, nasılsa gözüne ilişir. O zat, derhâl : "Hilâli gördüm."der,
"İşte bu gördüğüm aydır." diye hükmeder.İşte sathî ve dikkatsiz
nazarlar bu gibi hatalara düştükleri gibi, yüksek bir cevhere ve mükerrem
bir mahiyete mâlik olan insan, kasdı ve dikkati ile daima hak ve hakikatı
ararken, bazan sathî ve dikkatsiz bir nazarla bâtıla bakar. O bâtıl da;
ihtiyarsız, talebsiz, davetsiz fikrine gelir. Fikri de, çâr nâçâr alır saklar;
yavaş yavaş kabul ve tasdikine mazhar olur. Fakat onun o bâtılı kabul ve
tasdiki, bütün hikmetlerin mercii olan nizam-ı âlemden gaflet etmesinden
ve madde ile hareketinin ezeliyete zıd olduğuna körlük gösterdiğinden ileri
gelmiştir ki, şu garip nakışları ve acib san'at eserlerini esbab-ı câmideye
isnad etmek mecburiyetiyle o dalâletlere düşmüşlerdir. İ.İ.) |
BÂTIN |
İç, dâhilî. Gizli. İçyüz. Sır, esrar. Künh ve zâtı itibarı ile
gizli. (Zıddı: Zâhir'dir) (Bak: Batn) |
BÂTIN-I KALB |
Kalbin içi. Kalbdeki hisler.(Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mâna-yı
harfiyle sev. Mâna-yı ismiyle sevme. "Ne kadar güzel yapılmış"
de. "Ne kadar güzeldir" deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin
girmesine meydan verme. Çünki: Bâtın-ı kalb, âyine-i Samed'dir ve O'na mahsustur.
S.) |
BÂTIN-I UMÛR |
İşlerin, hâdiselerin ve eşyanın içyüzü ve mahiyeti. Yani: Beş duygu
ile bilinemiyen melekûtiyet ve kanuniyet cihetleri. |
BÂTINEN |
İçinden olarak. Dâhilen, içyüzünde. |
BATINÎ |
İçe ait olan. Dış görünüşe ve zâhire dâir olmayan. Bâtına mensub
ve müteallik. Dâhili ve manevi meselelere âit. * Tas: Bâtiniyyeden olan. |
BATINİYYE |
Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin ve hadis-i şeriflerin zâhir ve âşikâr
mânalarından ayrılarak, usûlsüz ve yanlış te'viller ile âyet ve hadislerin
gizli ve sırlı mânalarını bulmak iddiasında olan sapık bir tarikat ve buna
bağlı olanlar.Esasen âyet ve hadislerin ince, derin ve küllî mânalarını
tefsir ve te'vil ile keşfedip bulmak vardır. Fakat zâhir mânaları ve bunlardan
çıkan kat'i hükümleri esas almak ve bunlara aykırı olmamak ve şeriattaki
ve tefsir ilmindeki usûle uygun olmak gibi şartlara riâyet etmekle makbul
olur.O.T.D. Sözlüğünde bu hususta şu malûmat verilmiştir: Bâtınîlere, muhtelif
vesileler ile verilmiş olan isimler şunlardır : 1- Karamıta, 2- Saibiye,
3- İsmailiye, 4- Mübarekiye, 5- Bâbekiye.Bunlardan başka Bâtınîlere; hakikatın,
yalnız Mâsum İmamın talimi ile öğrenilebileceği iddialarından dolayı Talimiye;
dini mahremata riayet etmedikleri için İbahiye vs. isimleri de verilmiştir.
Tohumu İbni Sebe tarafından atılmış olup Abbasilerden Mutasım zamanında
yaşıyan Ehvaz'lı Meymun tarafından filizlendirilen Bâtıniye mezhebine en
evvel, takiyyeyi terk ile alenen davet eden Muhammed Ali Berkaî'dir. (Hicri
: 255) |
BATÎ |
Ağır hareketli. Ağır. Yavaştan. |
BATÎ-ÜL HAREKE |
Davranış ve hareketi ağır. |
BATÎ-ÜL HAZM |
Sindirimi güç, hazmi zor. |
BATİH |
Zengin. Gani. Mâldâr. * Geniş yer. |
BATİHA |
(C.: Batâyih) Kamışlı ve sazlı dere. |
BATİK |
Keskin. |
BATİN |
Uzak yer. * Şişman. |
BATİR |
Hayvanları nallayan kimse. |
BATİR |
f. Turna kuşu. |
BATİR(E) |
(C.: Bevâtir) Keskin kılıç. |
BATİŞ |
(Batş. dan) Sertlikle, şiddetle hareket eden. Güçlü. |
BATİYE |
Büyük çanak. |
BATMAN |
Eski ağırlık ölçülerinden olup, iki okkadan sekiz okkaya kadar
yeryer değişir. Ekseriya altı okkadır. Bu, hâlen kullanılan sekiz kilo kadardır. |
BATN |
İç, karın, insanın içi. Mide. * Soy, nesil. * Birbirlerine hısımlığı
pek yakın olmayan küçük kabile. |
BATNEN BA'DE BATNİN |
Nesilden nesile, soydan soya. |
BATŞ |
Şiddetle tutup kapma. Kuvvet. Şiddet. * Hastalık geçtikten sonraki
zayıflık. |
BATT |
Kaz. * Kaz şeklinde yapılmış olan sürahi, su kabı. |
BATTAL |
Boş. Hükümsüz. * İşsiz. * Metrûk. Kullanılmaz. olan. * Bâtıl. Mensuh
ve mefsuh. * Faydasız. * Pek büyük. Hantal. |
BATTALİYE |
(Battal. dan) Eskiden, işi bitmiş olan resmi kağıtların konduğu
torbaya denirdi. |
BAÛDA |
(Baûza) Sivrisinek. Sinek. |
BA-VEHİM |
Vehim ile, şüphe ile. |
BA-VEKAR |
Ciddi, vakarlı, ağırbaşlı. |
BAVER |
f. Sağlam. Pek doğru. * Tasdik, inanma. Razı olma. |
BÂ-VÜCUD Kİ |
f. Bununla beraber, böyle iken. |
BAY |
f. Bey. Mir. Emir. Zengin. |
BAYESTE |
f. Lüzumlu, gerekli, zaruri. |
BAYEZİD-İ BİSTAMÎ |
(Hi: 188-261) Ehl-i Sünnet ve Cemâatın büyük âlimlerinden ve büyük
evliyadandır. İran'ın Bistam şehrinde doğmuştur. Künyesi, Ebu Yezid Tayfur
bin İsa El-Bistamî'dir. Cafer-i Sâdık Radıyallahü Anhu'dan kırk sene sonra
dünyaya gelmiş ve ondan üveysî olarak feyz almıştır. Mücerret bir hayat
geçirmiştir. (K.Sırruhu) |
BAYGAN |
f. Muhafız, koruyucu, bekçi. |
BAYINDIR |
Mamur, şenlikli. * Bir Oğuz oymağının ve Akkoyunlu hanedânının
ismi. |
BAYIR |
Az inişli yer. Fazla yokuş olmayan yer. |
BAYIZ |
(Beyzâ. dan) Yumurtlayıcı, yumurtlayan. |
BAYİ' |
Satıcı. Mal satan. |
BAYİCE |
(C.: Bevâyic) Belâ, mihnet, zahmet, âfet, dâhiye. |
BÂYİİYYE |
Eskiden pazar kurulan yerlere gönderilen mevad ve eşyadan gümrük
ihtisab vergisinin haricinde alınan ikinci vergi. |
BÂYİKA |
(C.: Bevâyık) Belâ ve şer olan şey, dâhiye. |
BAYİN |
(Beyn. den) Aralayıcı. Ayıran. Ayırıcı. |
BAYİR |
Sürülmemiş, açılmamış, sert, ham toprak. |
BÂYİSTE |
f. Zaruri, lâzım, gerekli. |
BAYKAL |
Asya Türk ülkelerinde bulunan yaban kısrağı. |
BAYKAR |
Çulha, bez ve kumaş dokuyan. |
BAYKARA |
Helâk olma, mahvolma. * Böbürlene böbürlene sallanarak yürüme.
* Malı çok olma. * Yırtıcı bir kuş. |
BAYRAK |
Devletin belirli alâmetlerini hâvi ve belirli renklerde kare veya
dikdörtgen şeklinde yapılmış olan bez. Sancak, alem. |
BAYRAKDAR |
f. Alemdar, bayrak taşıyan asker. * Bir kabile veya cemaatın başı,
reisi. |
BAYRAM |
Bir dinde mübarek addolunan gün. |
BAYRAMİYYE |
Hacı Bayram-ı Veli tarafından 14. yüzyılın sonlarında Ankara'da
kurulan bir tarikattır. |
BAYSUNGUR |
Şahin cinsinden olan yırtıcı bir kuş. |
BAYTAR |
Hayvan tedavicisi, veteriner. |
BAYTARA |
Hayvan hekimliği, baytarlık. |
BAY U GEDA |
Zengin ve fakir. |
BAYZAR |
Sövme, sövüp sayma. * Rahmin başlangıcındaki et parçası. |
BÂZ |
f. Doğan. Yırtıcı kuş. Av kuşu. * Açık. * Ayırma. Temyiz etme. * İniş. |
BÂZ-UL EŞHEB |
Akdoğan. * Abdulkadir-i Geylâni Hazretlerinin bir nâmı. |
BAZ |
f. Yeniden, tekrar oynatan, oynayan, geri ve arka tarafa doğru...
gibi manalara gelir. Kelimenin sonuna veya baş tarafına getirilerek kullanılan
bir "ek" dir. Meselâ: Ateşbâz : Ateşle oynayan. |
BA'Z |
Bir şeyin bir kısmı. Bir parça. Bâzısı. Biraz. |
BAZAK |
Üzüm sıkıntısı. (Kaynatıp koyarlar ve köpüklenir.) |
BAZAR |
f. Alış-veriş. Ahz ü itâ. * Alış-veriş yeri. Pazar. Üstü açık yer
ki, hergün veya belirli günlerde herkes satacağını oraya çıkarıp pazarlıkla
veya açık artırmayla satar. * Fiat kararlaştırılıp alış-verişte uyuşmak
için yapılan konuşma veya çekişme, pazarlık. |
BÂZ-BAN |
f. Kuşçu. Doğancı. |
BÂZ-DÂR |
f. Kuşçu, avcı, doğancı. |
BÂZEK |
f. Küçük doğan (kuş). |
BAZENDE |
f. Oynıyan, oynayıcı. |
BAZENDE-ZEBAN |
f. Boş boğaz, geveze, çok konuşan. |
BÂZERGÂN |
f. Tüccar, alış veriş eden esnaf. * Bezirgan.* Ağa makamındaki
yahudilere verilen isim. |
BÂZERGANÎ |
f. Tüccarlık, tâcirlik. |
BAZ-GEŞT |
f. Geri dönme. * Pişmanlık, pişman olma, nedamet. * Gerileme. Çöküş. |
BAZGÛN(E) |
f. Uğursuz. * Ters, başaşağı. |
BAZ-GÜŞA |
f. İnsandaki ayırdetme kuvveti. |
BAZIA |
Tıb: Derisi kopmak üzere olan yara. |
BAZIK |
Zeki. Anlayışlı. * Üzümün sıkılmış suyu. |
BÂZİ |
f. Oyun. Eğlence. |
BÂZİ |
Beğenmeyen, ehemmiyet vermeyen. * Küfürbaz. |
BÂZİÇE |
f. Oyuncak, eğlence. Mel'abe. |
BÂZİG |
Ortak, şerik. |
BAZİGÂH |
f. Eğlence yeri, oyun yeri. |
BAZİGEDE |
f. Oyun yeri, eğlence yeri. |
BAZİGER |
f. Oynayan, rakseden, köçek. |
BAZİGÛŞ |
f. Lâtifeci, şakacı, şen kimse. |
BAZİH |
Büyük. Âli. Yüce. |
BAZİHANE |
f. Oyun yeri, eğlence yeri. |
BAZİL |
(C.: Büzül-Bevâzil) Sekiz dokuz yaşında olan deve. * Devenin, önce
biten dişi. * Şey. * Kan akan baş yarığına "şecce-i bâzile" denir. |
BAZİL |
(Bezil. den) Bol bol veren, dağıtan. Cömert. |
BAZİLE |
Tıb: Göğüs veya karnın içinde husule gelen gaz veya su şişlerinin
mahfazasını delmeye mahsus ve boru içinde mahfuz bir mil. |
BAZİR |
Ekici, eken.* Dedikodu yapan, laf taşıyan. Geveze. |
BAZİRGÂN |
Eskiden Musevi tüccarlar hakkında kullanılan bir tabirdi. |
BA'ZİYET |
Bazılarına âit oluş. Herkese âit olmama. Herkesle alâkalı olmama.
Bir şeyin bir kısmı ve bir miktarı. |
BAZMANDE |
f. Kafasız, ahmak, kabiliyetsiz. * Durmuş, geri kalmış. |
BAZOKA |
(Bazuka) Tanklara karşı kullanılan bir çeşit silâhtır. Soba borusuna
benzer, omuza konarak nişan alınıp ateşlenir. |
BAZPES |
f. Tekrar, yeniden. * Geri. |
BÂZU |
f. Kolun omuz ile dirsek arasında kalan kısmı, pazu. Adud. * Mc:
Güç, kuvvet ve istidat. |
BÂZUBEND |
f. Pazvand. Kola bağlanan duâlı kağıt. |
BÂZUDİRÂZ |
f. Kolu uzun olan. * Nüfuzlu, sözü geçer. * Müdahaleci. * Zâlim,
zulmeden. |
BE |
f. Kelime başına getirilerek, Türkçedeki: "de, da, den, dan,
ile, için" mânalarında kullanılır. |
BE-CÂ |
f. Yerinde. Yerine. Uygun. Münâsib. |
BE-ZİYARET |
(Berâ-yı ziyâret) Ziyaret için. Ziyaret maksadı ile. |
BEBAN |
Tarz, yol, üslup, metod. |
BEBGA |
Papağan. |
BEBR |
f. Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar
ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri
kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile korkutur bir hayvandır. |
BECA' |
Geniş, bol. |
BECÂ |
f. Yerinde, münasip, lâyık, uygun, şâyeste. |
BECÂ NÂ-BECÂ |
f. Yerli yersiz. |
BECAYİŞ |
f. Değişme. Trampa. Birini verip ötekini alma. |
BECAYİŞ-İ MEKÂNÎ |
f. Yer değiştirme. Mekân değişikliği. |
BECBAC |
Semiz, besili. * Zayıf kimse. |
BECBECE |
Çocuk avutmak için yapılan tuhaf hareketler, gürültü. |
BECC |
Yarmak. * Vurmak. |
BECE |
Çıban, arpacık, sivilce. |
BECEL |
Şaşma, tuhafına gitme. * Yalan, iftira. |
BECER |
Göbeğin çıkıp şişmesi. * Suyu içip kanmayan koyun. |
BECİDD |
f. Ciddi, gerçek, hakikat. * Cidden, gerçekten. |
BECİL |
Büyük, itibarlı, muhterem, hatırı sayılan kimse. * Şişman. |
BECİR |
Birçok. |
BECRA' |
Yüksek yer, yüksek tepe. * Göbeği çıkmış kadın. |
BECREC |
Sığır buzağısı. |
BECREM |
(C.: Becârim) Belâ ve zahmet, dâhiye. |
BEÇE |
(C.: Beçegân) f. İnsan veya hayvan yavrusu. |
BEÇE-İ HUNİN |
Kanlı yavru. * Mc: Acı gözyaşları. |
BEÇE-İ TAVUS-U ULVÎ |
Gökteki tavusun yavrusu. * Kamer, ay. * Güneş, şems. * Ateş, nar.*
Gündüz.* Yâkut. |
BEÇE-DAR |
f. Yavrusu olan, çocuğu olan. * Gebe, hâmile. |
BEÇE-GÂN |
(Beçe. C.) f. Çocuklar, yavrular. |
BEÇEK |
f. Bir nevi kesici alet. * Küçük silah. |
BED' |
(C.: Ebdâ-Büdü') İslâm içinde kazılan kuyu. * Evvel, ibtidâ, başlangıç.
* Hisse, nasip. * Başlama, başlayış, ilk. |
BED |
f. Fenâ. Kötü. Çirkin. Yaramaz. şer. şeni'. |
BEDA' |
Fikir, rey. * Çöle çıkmak. |
BEDA |
(Bedâat) Hayret verici, yenilik ve iyiliklerde üstünlük. Acib ve
garib olma. Yeni zuhur etme. |
BEDÂD |
Gözükme, zahir olmak. * Sayış, sayma. * Fırka. * Savaşacak akran.
* Nasib, hisse, pay. |
BEDÂDÂN |
Eyerin iki yanı. |
BED-AGAZ |
f. Başlangıcı fena, kötü. Kötü bir şekilde başlanmış. |
BEDAH |
(C.: Büduh) Geniş yer. |
BEDAHAT |
(Bedihî. C.) Delil ve isbata ihtiyacı olmayan şekilde âşikâr olan
şeyler. |
BED-AHD |
f. Ahdinde, sözünde durmayan, vefasız. |
BEDAHET |
Açıklık. Zâhir delil. Belli, açık, aşikâr. * Birdenbire, hazırlıksız
söz söyleme. * Atın yürümesi. * Her şeyin evveli, öncesi. |
BEDAHETEN |
Birdenbire, aniden, ansızın. Düşünmeksizin. Açık ve zâhir olarak. |
BED-AHLAK |
f. Ahlâkı ve huyu kötü olan kimse. |
BED-ÂHÛ |
f. Karakteri bozuk, huyu kötü. |
BEDAL |
Değişme, değiştirme, mübadele. Trampa. |
BED-AMEL |
f. Hareketi ve işi fenâ olan. |
BED-ÂMUZ |
f. Kötülük, fenalık öğrenmiş. * Fenalık, kötülük öğreten. |
BEDAN |
(Bed.
C.) Kötüler, fenalar. Yaramazlar. * Çirkinler. |
BEDANET |
Yağlı, besili olma. Semizlik. |
BEDARF |
Muayyen bir gayenin gerçekleşmesi için zaruri olan veyâ zaruri
görülen muayyen kalitede bir mal veya meta miktarıdır. |
BED-ASL |
f. Aslı kötü, soyu fena. |
BEDAVA |
f. Parasız, meccanen, karşılıksız. * Mc: Çok ucuz. (Meselâ: Bunu
bu fiata bedava almışsın, cümlesinde olduğu gibi.) |
BEDAVE(T) |
Çölde oturmak, Bedevilik. (Bak: Bedeviyet) |
BEDAYİ' |
(Bedi'-Bedia. C.) Yeni ihdâs olunmuş, görülmedik şeyler. Bedi'alar. |
BEDAYİ' |
(Bidâa. C.) Sermayeler, anamallar. |
BEDBAHT |
f. Bahtsız, talihsiz, bahtı kara. |
BEDBİN |
f. Kötü görüşlü. Ümidsiz. Her şeyin fena cihetini görmek isteyen.
Bed ve fena görüp, beğenmez, istihsan etmez olan. $ sırriyle $ kaidesinin
sırriyle $ gayet kısacık bir meâli: "Sözleri dinleyip en güzeline tâbi
olup fenasına bakmayanlar, hidâyet-i İlâhiyeye mazhar akıl sahibi onlardır"
meâlinde. Bizler için şimdi herşey'in iyi tarafına ve güzel cihetine ve
ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki mânasız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı,
çirkin, geçici hâller nazar-ı dikkatimizi celbedip kalbimizi meşgul etmesin.
Sekizinci Söz'de, bir bahçeye iki adam, biri çıkar biri giriyor. Bahtiyarı
bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safa ile istirahat eder. Diğer
bedbaht, temizlemek elinden gelmediği hâlde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar
eder, midesini bulandırır. İstirahata bedel sıkıntı çeker, çıkar gider.
Şimdi hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin safhaları hususan Yusufiye Medresesi
bir bahçe hükmündedir. Hem çirkin, hem güzel, hem kederli, hem ferahlı şeyler
beraber bulunur. Âkıl odur ki; ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup çirkin,
sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir.
ş.) |
BEDBİNÂNE |
f. Kötümser şekilde. Ümitsizce, bedbincesine. |
BEDBİNÎ |
f. Bedbinlik, kötümserlik, ümitsizlik, fenâ görürlük. |
BED-BU |
f. Fena kokulu, pis kokan. |
BED-BUK |
f. Hâin, korkak. |
BED-CİNS |
f. Cinsi bozuk. |
BED-CU |
f. Kötülük arayan. Kötülük düşünen. |
BED-ÇEŞM |
f. Nazarı değen, haset kimse. |
BEDDA' |
Gövdeli, şişman kadın. |
BEDDAL |
Bakkal. |
BEDDE |
Derman, takat, güç, kuvvet. |
BED-DİL |
f. Korkak, yüreksiz. |
BED-DUA |
(Bedduâ) f. Bir kimsenin kötülüğü için duâ. Kötü duâ. |
BEDE' |
Başlayış. Başlama. Bir şeyi başkasından evvel işlemek. |
BEDED |
İki uyluk arasının geniş olması. |
BED-EDA |
f. Terbiyesiz, nezâketsiz ve kaba olan kimse. |
BEDEL |
(C.: Bedelât) Elde ve ayakta olan zahmet ve ağrı. * Karşılık. Bir
şeyin yerine verilen ve yerini tutan şey. İvaz. * Başkasının adına hacca
giden. * Gr: Söz esnâsında bir şeyi sıfatı veya vasfı ile beraber söylersek
ve fakat kasdımız o şeyin vasfı veya sıfatı değil de zâtı olursa, zikredilen
sıfat veya vasfa " bedel" denir." Kardeşin Ahmedi gördüm"
derken, kasdedilen kardeşin değil Ahmet'in kendisidir. İşte bu sözde "kardeşin"
kelimesi "Ahmet"in" bedel'i olur. |
BEDEL-İ FERAG |
Huk: Arazi-i emiriye ve icareteynli vakıf gayr-i menkullerinin tasarruf
haklarının devredilmesi karşılığı alınan bedeldir. |
BEDEL-İ İCAR |
Huk: Arazi hukukunda tasarruf hakkı mukabilinde verilen emsâline
uygun peşin para. |
BEDEL-İ MÜSEMMA |
Huk: Akidde belirlenen bedel. |
BEDEL-İ NAKDÎ |
Eskiden fiili askerlik hizmeti yerine belli bir miktarda para verilmesi
usülü idi. |
BEDEL-İ NÜZÛL |
Tar: Osmanlı İmparatorluğu devrinde askerlerin bir yere konaklamasında
yapılacak olan masraflar için alınan vergi. |
BEDEL-İ ÖŞR |
Huk: Arazi-i emiriye üzerinde bina yaparak veya meyvesiz ağaç dikerek
koru haline koyma sebebiyle öşre bedel alınan kira. |
BEDEL-İ RAKABE |
Huk: Kölenin sahibi tarafından azad edilmesi için, şahsı yerine
geçen kıymeti veya nefsi karşılığında vermeyi kabullendiği ıtk veya kitabet
akçesi. |
BEDELEN |
Mukabilinde, karşılığında, yerine. |
BEDELEYN |
İvazlı akidlerde iki tarafın yüklendikleri karşılık. |
BED'EN |
Başlangıçta. İlk önce, ilkin. |
BEDEN |
(C.: Ebdân) Gövde, vücut, ten.* Vücudun kol, bacak ve baş gibi
ayrıca kısımlarından başka diğer merkezi kısmı. * Ağacın dal ve budaktan
başka olan kısmı, kütük. * Kale bedeni. |
BED-ENDAM |
f. Endâmı bozuk, biçimsiz, çarpık. |
BED-ENDİŞ |
f. Kötü fikir sahibi, fena düşünen. |
BEDENE |
(C.: Büdün) Kurbanlık deve. |
BEDENEN |
Vücutça. Beden ile. |
BEDER |
f. Hariç. Dışarı. Taşra. |
BEDERGAH |
f. Kapıya çıkma. * Tar: Çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere,
acemi ocağına ve ocak dışına verilen acemilerin, Yeniçeri Ocağı'na kayıt
edilmeleri. |
BEDESTAN |
f. Değerli, kıymetli kumaşlar, silâhlar ve mücevherler vs. alış-verişine
mahsus üstü örtülü ve mahfuz çarşı. |
BED'ET |
Başlangıç. |
BEDEVÎ |
Çölde yaşayan. Göçebe. Medeni olmayan ve şehir hayatı yaşamıyan.
* Seyyid Ahmed-i Bedevî nâmındaki büyük bir zâtın tarikatı ve onun mensubu
olan. (Bak: Ahmed-i Bedevî) |
BEDEVİYANE |
f. Bedevilere uygun şekilde, çölde yaşayanlar gibi. |
BEDEVİYET |
(Bedâvet) Göçer hayatı yaşayış. Göçebelik. Bedevilik. |
BED-FERCAM |
f. Sonu kötü. Sonu korkulu ve lânetlenmiş olan. Akibeti fena. |
BED-FİAL |
f. Yaptığı işleri kötü olan. |
BEDG |
Bulaşmak. |
BED-GÛ |
f. Fitnekâr, dedikoducu. |
BEDH |
Vurmak, darp. * Âcizlik. * Aşikâre olmak, aleniyyet, açıklık. |
BEDH |
Ansızdan olmak. |
BED-HAH |
f. Fenalık isteyen. Herkesin kötülüğünü isteyen. Kötülük isteyen. |
BED-HAL |
f. Kötü ahlâklı. Kötü huylu. Hâli düşkün. Fakir olan. |
BED-HİSAL |
Hasletleri kötü, fena huylu. |
BED-HU(Y) |
f. Huysuz. Bed huylu, kötü huylu. * Kötü huy. |
BEDİ' |
(Bedia) Eşi, benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan. *
Garib. Acib. * Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Kimseye benzemeyen.
İcad edici olan. * Hâlık ve Hallak-ı Cihan olan. * Beğenilen. * Yeni bulunmuş
ve görülmedik tarzda olan. * Edb: Sözün garib ve güzel olması hâli. |
BEDİ-İ PÜR-MAÂNÎ |
Çok mânâları bulunup bedi' olan. Çok mânaların bedi' ve güzel oluşu. |
BEDİ-ÜL BEYAN |
İfadesi ve beyanı görülmedik güzellik ve gariplikte olan. |
BEDİ-ÜZ ZAMAN |
(Bak: Bediüzzaman) |
BEDİA |
Nâdide ve güzel, yeni icad edilmiş şey. Beğenilen ve takdir edilen
çok yeni şey. |
BEDİA-İ HAYALİYE |
İdeal, ülkü, gaye, mefkûre. |
BEDİD |
Büyük sahra, geniş çöl. |
BEDİD |
Su az az akmak. |
BE-DİDAR |
f. Görünür olmak, kendini göstermek. Meşhur. Namdar. |
BEDİH |
Şanı, şerefi yüce, yüksek ve büyük olan. |
BEDİHE |
Birdenbire ve düşünmeden söylenilen güzel söz. Hazırcevaplık. *
Başlangıç. |
BEDİHE-GÛ |
f. Güzel ve hoş söz söyleyen. Tatlı söz söylemeye alışık olan kimse. |
BEDİHÎ |
Aşikâr, belli ve açık olma. * Ansızın zuhur eden. * Delil ve isbata
muhtaç olmayacak derecede açıklık. |
BEDİHİYYAT |
(Bedihî. C.) Delil ve isbatına lüzum olmayan sarih ve açık şeyler.(Mister
Karlayl yine diyor: "En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı Muhammedin
(A.S.M.) sözüdür. Çünkü: Hakiki söz onun sözleridir." Hem yine diyor
ki: "Eğer hakikat-ı İslâmiyede şüphe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı
kat'iyyede iştibah edersin. Çünki, en bedihî ve zarurî bir hakikat ise İslâmiyettir."İşte
bu meşhur feylesof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini eserinde müteferrik
yerde yazmış. H.) |
BEDİHİYYET |
Açıklık. Kolayca anlaşılır ve görülür olmak. |
BEDİH-ÜL BUTLAN |
Bâtıl olduğu âşikar surette belli. Bâtıl, haksız bir hüküm veya
görüş olduğu herkesçe bilinen. |
BEDÎÎ |
Bedi' ve güzel olan. Ebedî ve güzel olan. İlahî ve güzel eserlere
müteallik bulunan. |
BEDÎÎ KIRAET |
Mantıki kıraet şartlarına riâyet ettikten başka rikkat mevkiinde
sesini indirmek, şiddet makamında yükseltmek -acemi aktör tavrı takınmaksızın-
mevzuu ses ve işaretle canlandırmaktır. |
BEDİL |
Bir şeyin mukabili, karşılığı. * Tutuşulan bir bahiste yenilen
veya aldananın vereceği şey. * (C.: Ebdâl) Sâlih kişi. |
BEDİÜZZAMAN |
Zamanın bedi'i olan. Zamanında kendisi gibi görülmedik olan. Kimseye
benzemiyen ve zamanın garib ve acibi bulunan. (Bak: Said Nursî)Bediüzzaman
hakkında Said Nursî kelimesinde bir derece izahat verildiği için burada
sadece kronolojik hayat safhalarına ait bir liste ile sonunda ibretamiz
bir vakayı koymakla iktifa edildi.Bilinmeyen taraflariyle Bediüzzaman Said
Nursî isimli eserin kronolojik fihristinden seçmeler:1894 - 1895- Müsbet
ilimleri tetkik ve kısa zamanda her birisine vâkıf olması.- "Bediüzzaman"
lâkabının verilmesi.- 80-90 cild kitabı üç ayda bir defa ezberden tekrarlaması.1907-
İstanbul'a üniversite açtırmak niyetiyle gelmesi. - Şekerci Hanı'nın kapısına
" Her suale cevap verilir" levhasını asıp âlimleri sual sormaya
dâveti.- Sultan Abdülhamid'e Şarkta üniversite açılması için müracaatı.1909
- 31 Mart'ta Bediüzzaman'ın yatıştırıcılığı.- İsyan etmiş olan sekiz taburu
itaate getirmesi - Bediüzzaman'ın Divan-ı Harb'e verilişi.- Divan-ı Harb'de
beraet edişi ve serbest bırakılması.1911 - 1914- şam'a gelişi ve Câmi-i
Emeviye'de muhteşem bir hutbe irad etmesi.- Sultan Reşad'la beraber Rumeli
seyahatine çıkması. - Van'a gitmesi ve Şark Üniversitesinin temelini attırması.1915
- 1916- Milis Kumandanı Bediüzzaman, Pasinler cephesinde Ruslarla çarpışıyor.-
Bediüzzaman'ın Ruslara esir düşmesi.1918-Bir bahar günü Bediüzzaman'ın Kosturma'dan
firar edişi.-17 Haziran 1918 : Bediüzzaman'ın Varşova, Viyana ve Sofya tarikıyla
İstanbul'a avdeti.- Enver Paşa'nın vazife teklifini kabul etmeyen Bediüzzaman'a
Harbiye Nezareti ikramiye ve harb madalyası veriyor.-13 Ağustos 1918 : Ordu-yu
Hümayun'un tavsiyesiyle Dâr-ül Hikmet'e âzâ oluşu.1920- İngiliz işgaline
karşı "Hutuvât-ı Sitte" yi neşrederek mücadele etmesi.1922- Bediüzzaman
güz mevsiminde İstanbul'dan Ankara'ya geliyor.-9 Kasım 1922: Bediüzzaman'a
Meclis'te hoşâmedî yapılması.1923 -19 Ocak 1923 : Bediüzzaman Meclis'te
mebuslara hitaben bir beyanname neşrediyor.-17 Nisan 1923 : Ankara'da umduğunu
bulamayan Bediüzzaman'ın Van'a gitmek üzere yola çıkması.1925 - 1927-Bediüzzaman'ın
Van'dan nefyi. - Isparta'da bir müddet kalan Bediüzzaman önce Eğridir oradan
da Barla'ya getiriliyor.- Risale-i Nur'lar te'lif edilmeye başlanıyor.1934
-Yaz ortalarında Barla'dan alınan Bediüzzaman'ın Isparta'ya getirilişi.-
27 Nisan 1935 : Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ve Jandarma Umum Kumandanı askerî
bir kıt'a ile Isparta'ya geliyor ve Bediüzzaman tevkif olunuyor.- Tevkif
edilen Bediüzzaman ve talebeleri, muhakeme edilmek üzere Eskişehir'e götürülüyor.1936
-27 Mart 1936 : Tahliye edilen Bediüzzaman, Kastamonu'da ikamete mecbur
ediliyor.1943-20 Eylül 1943 : Bediüzzaman'ın tevkif edilerek Çankırı yoluyla
Ankara'ya getirilmesi. 1944 - Denizli mahkemesinin başlaması.- 15 Haziran
1944 : Denizli Ağır Ceza Mahkemesi Bediüzzaman'ın beraetini ilân ediyor.-
Ağustos 1944 sonlarında Ankara'dan gelen emirle Bediüzzaman Emirdağ'da ikamete
mecbur ediliyor.1948-23 Ocak 1948 : Emirdağ'da kış ortasında Bediüzzaman
ve talebelerinin tevkif edilişi ve Afyon mahkemesine sevki.- 6 Aralık 1948
: Afyon Mahkemesinin mevhum ve mesnedsiz iddialarla Bediüzzaman ve talebelerine
mahkûmiyet kararı verişi ve temyiz.1952- Ocak 1952 de İstanbul'da mahkeme
için gelen Bediüzzaman Sirkeci'de Akşehir Palas Oteline yerleşti.- 5 Mart
1952 Salı: Bediüzzaman'ın Gençlik Rehberi dâvasından beraeti.1958- Nur Risalelerinin
ve bu arada Tarihçe-i Hayat'ın matbaalarda neşredilmesi.- 23 Mart 1960 Çarşamba
: Bediüzzaman Ramazan'ın 25. günü gece saat 03.00 civarı Urfa'da bu fani
âleme veda etti.(Bediüzzaman'ın akıllara hayret veren bir seciyesi)(Ehl-i
Sünnet Mecmuasının 15 Teşrin-i evvel 1948 tarihli nüshasında neşredilmiştir.
Ehl-i Sünnet Gazetesi sahibi avukat bir zâtın makalesidir.)Ben, Birinci
Cihan Harbinde Bitlis mevkiinde yaralı olarak esir olurken, Bediüzzaman
da o gün esir düşmüştü. O Sibirya'ya gönderilmiş, en büyük esirler kampında
idi. Ben Bakü'nün Nangün Adasında idim. Günün birinde esirleri teftişe gelen
ve kampı gezerken Bediüzzaman'ın önünden geçen Nikola Nikolaviç'e o hiç
ehemmiyet vermiyor ve yerinden kımıldanmıyor. Baş kumandanın nazar-ı dikkatini
çekiyor. Tekrar bir bahâne ile önünden geçiyor. Yine kımıldanmıyor. Üçüncü
def'asında önünde duruyor, tercüman vasıtasıyla aralarında şöyle bir muhâvere
geçiyor:- "Beni tanımadılar mı?- "Evet tanıdım. Nikola Nikolaviç,
Çar'ın dayısıdır, Kafkas Cephesi başkumandanıdır."- "O halde ne
için hakaret ettiler?"- "Hayır, afvetsinler ben kendilerine hakaret
etmiş değilim. Ben mukaddesatımın emrettiğini yaptım."- "Mukaddesat
ne emrediyormuş?"- "Ben müslüman âlimiyim. Kalbimde iman vardır.
Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Ben ona
kıyam etseydim, mukaddesatıma hürmetsizlik yapmış olurdum. Onun için ben
kıyam etmedim."- "Şu halde, bana imansız demekle benim şahsımı,
hem ordumu, hem de milletimi ve çarı tahkir etmiş oluyor. Derhal divan-ı
harb kurulunda isticvab edilsin."Bu emir üzerine divan-ı harb kuruluyor,
karargâhtaki Türk, Alman ve Avusturya zabitleri, ayrı ayrı Bediüzzaman'a
rica ederek başkumandana tarziye vermesi için ısrar ediyorlar. Verdiği cevab
bu oluyor:- "Ben âhiret diyarına göçmek ve huzur-u Resülullah'a varmak
istiyorum. Bana bir pasaport lâzımdır. Ben imanıma muhalif hareket edemem."Buna
karşı kimse sesini çıkarmıyor, neticeyi bekliyor. İsticvab bitiyor. Rus
çarını ve Rus ordusunu tahkir maddesinden idam kararını veriyorlar. Kararı
infaz için gelen bir manga askerin başındaki subaya kemâl-i şetaretle: "Müsaade
ediniz, onbeş dakika vazifemi ifa edeyim." diye abdest alıp iki rek'at
namaz kılarken, Nikola Nikolaviç geliyor, kendisine hitaben:- " Beni
affediniz! Sizin beni tahkir için bu hareketi yaptığınızı zannediyordum.
Hakkınızda kanuni muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketinizi
imanınızdan alıyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiş, dini salâhatinizden (sâlihliğinizden)
dolayı şâyân-ı takdirsiniz; sizi rahatsız ettim; tekrar tekrar rica ediyorum
beni afvediniz."Bütün müslümanlar için şâyân-ı misâl olan bu salâbet-i
diniye ve yüksek seciyeyi, arkadaşlarından bir yüzbaşı, müşahedesine müsteniden
anlatıyordu. Bunu duydukça, ihtiyarsız olarak gözlerim yaşla doldu. Abdurrahim)
(ş.) |
BEDİY |
Çok âşikâr, göze çarpan. * Çölde sahrada oturan. |
BED-KÂR |
f. Kötü iş yapan. Fena hareketli kimse. Fiil ve ameli kabih olan. |
BEDLİGAM |
f. Serkeş at, gem almaz at.* İsyan eden, âsi, serkeş, söz dinlemiyen
kimse. * Bedevi, çöl adamı. |
BED-LİKA |
f. Çirkin yüzlü, kötü yüzlü. |
BEDMAYE |
f. Ahlâksız. * Soysuz. Sütü bozuk. |
BEDMEST |
f. Kendinden geçmiş derecede sarhoş. |
BED-MİHR |
f. İyilik etmiyen, insâniyetsiz. |
BEDNAM |
f. Kötü tanınmış, adı kötüye çıkmış olan. |
BED-NİGAH |
f. Kötü bakışlı. |
BEDNİHAD |
f. Kötü huylu. |
BEDPESEND |
f. Kötülüğü beğenen, kötülüğü öven, medheden. * Güç beğenir, müşkülpesend. |
BEDPEYMAN |
f. Verdiği sözde durmayan. Sözünün eri olmayan. Sözünü tutmayan. |
BEDR |
(Bedir) Dolunay. Ayın en parlak olduğu hâli. * Mekke-i Mükerreme
ile Medine-i Münevvere arasında bir yer ismi. * Bir şeyin tamam olması.
* Sibâk ve sür'ât etmek. * Bir işin ansızın zâhir olması.* Tam ve münasib
olan âzâ. * Dolu şey. * İyi hizmet eden köle. |
BEDR MUHAREBESİ |
Bedir, Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer
olup; Hz. Peygamber Efendimizin hicretinin ikinci senesi orada Kureyşîlere
karşı kazandıkları muzafferiyetle meşhurdur. Bedir, bir ovanın kenarında
olup Mescid-ül Gamame isminde bir câmi ve Bedir muharebesinde şehid olan
sahabelerden 13 zâtın türbeleri mevcuttur. Bedir harbi, Ramazanda Cuma günü
vuku bulup Peygamber Efendimizin (A.S.M.) maiyetinde 320 kişi vardı. Bunların
sekseni muhacirînden, gerisi ensardandı. Kureyş kervanı ile Şam'dan dönen
Ebû Süfyan'ın önüne çıkılmış iken, Ebû Süfyan haber alarak Mekke'den yardım
istemiş, Ebû Cehil'in maiyetinde Mekke'den gelenlerle beraber Kureyşliler
1000 kişi kadar olmuşlardı. |
BED-RAH |
f. Kötü yola sapan. |
BEDRAKA |
f. Delil. Kılavuz. Mürşid. * Allah yolu. |
BEDRAKA-İ EFKÂR |
Fikirlerin mürşid ve kılavuzu. |
BED-RAM |
f. Lâtif, hoş, yakışıklı, süslü. * Sert başlı at. * Dâima, devamlı. |
BEDRE |
(C.: Bider) Kuzu veya oğlak derisi. * İçi altun dolu olan kese.
* Onbin dirhem. |
BED-REFTAR |
f. Gidişi ve hareketi fenâ olan. |
BED-REG |
f. Huysuz, aslı kötü olan hayvan veya insan. |
BEDREKA |
(Bak: Bedraka) |
BED-RENG |
f. Açıkla koyu arasında kirli bir renk. |
BEDRÎ |
Bedr'e ait ve onunla alâkalı. * Erkek ismidir. (Müennesi: Bedriye) |
BEDRUC |
Bir ot cinsidir ve bazı yerlerde tere-i Horasani diye isimlendirilir. |
BED-SİGAL |
f. Kötü düşünceli, herkes hakkında kötü söyliyen. |
BED-SİYRET |
f. Ahlâksız. Ahlâkı ve huyu kötü olan. |
BED-TER |
f. Çok kötü, daha kötü, beter. |
BED-TIYNET |
f. Yaradılışı, fıtratı, tabiatı fena ve kötü olan, soyu bozuk,
bayağı adam. |
BEDUD |
Suyu az olan kuyu. |
BEDUH |
Eski yazıda mektub zarfları üzerine yazılması ve zarfa basılan
mühüre kazdırılması mûtad ve aslı meçhul bir sözdür. |
BE-DUŞ |
f. Omuza, omuzda. |
BED-ÜSLÛB |
f. Üslûbu fena; tavrı, gidişi kötü. |
BEDV |
Zihinde bir şeyin peyda olması. Bir şey zâhir olma. * Başlama.
* Sahraya çıkma. |
BED-ZEBAN |
f. Kötü söz söyliyen, hicveden. Ağzı pis, ağzı bozuk. * Kötü dil. |
BEDZEHRE |
f. Korkak, yüreksiz, ödlek kimse. |
BEFM |
f. Keder, tasa, iç sıkıntısı, üzüntü. |
BEFŞ |
f. Azamet, büyüklük, heybet, debdebe. |
BEFTERE |
f. Avcılar tarafından kullanılan ve hususi olarak alıştırılmış
kuş. |
BEGAYA |
Askerin ön karakol takımı. |
BEGAYE |
Talep etmek, istemek. |
BEGAYET |
f. Son derece. Pek ziyâde. |
BEGEND |
f. Yuva. * Kümes, folluk. |
BEGNEK |
f. Kuyruğu kesik hayvan. |
BEGONYA |
Fr. Etli ve güzel renkli yaprakları olan bir süs bitkisi. |
BEGTER |
f. Eskiden kullanılan zırhlı elbise. |
BE-GÜN |
f. (Bak: Bikün tevbe) |
BEHA |
Gökçek olmak, şirin ve lâtif olmak. |
BEHA |
(Bak: Bahâ) |
BEHACET |
Güzellik. Güzel yüzlü olma. |
BEHAK |
İnsanın derisinde pul pul beyazlık ve alaca bir renk peyda eden
bir çeşik hastalık. |
BEHAMİN |
f. Bahar mevsimi. |
BEHANET |
Nefesi iyi ve lâtif olan kadın. |
BEHAS |
Susama. |
BEHATT |
Sütlaç, süt lapası. |
BEHBEHAN |
Papağan, tûti kuşu. |
BEHBEHÎ |
Etli ve gövdeli, kişi. Bahadır, yiğit, kahraman. |
BEHBUD |
f. Sağlık, sıhhat, sağlamlık, iyilik. |
BEHC |
Her zaman neşeli olma. Birisini şâd ve mesrur etme, sevindirme.
* Güzellik, hüsn. |
BEHCET |
Sevinç. Güleryüzlülük. Güzellik, şirinlik. |
BEHDEL |
Sırtlan yavrusu. * Erkeğin memelerinin büyük olması. |
BE-HEM |
f. Hep. Beraber. Toplu. Bir yerde. Hep bir yere. (Bak: Bâhem) |
BEHEM-BER-ÂMEDEN |
f. Toplanmak, cem olmak, birikme. * Mc: Kızmak, sinirlenmek, asabileşmek,
müteessir olmak. ("Behemâmeden" de denir.) |
BEHEMEHAL |
f. İster istemez. Mutlaka. Her halde. |
BEHEMZEDE |
f. Topluluğu dağıtmış, cemiyeti bozmuş. |
BEHER |
f. Her, her bir, herbirisine. |
BEHER-HAL |
f. Mutlaka, her hâlde. |
BEHET |
f. Sütlaç. Süt lapası. * Pirinç unu ile pişirilen ve Me'muniye
adı verilen helva. |
BEHETTA |
Pirinç çorbası. * Sütlü pirinç yemeği. |
BEHİ |
Şirin, lâtif, gökçek. (Bak: Behiye) |
BEHİC |
Güleryüzlü. Güzel. Şen. Şâduman olan. |
BEHİCE |
Şen, güzel. Güler yüzlü kadın. |
BEHİM |
Düz siyah şey. * Alacasız hayvan. * Dik, pürüzsüz ses. |
BEHİM |
(Behime) Dört ayaklı hayvan. |
BEHİMÂT |
Hayvanlar. |
BEHİME |
(Bak: Behim) |
BEHİMÎ |
Hayvanca, hayvana mahsus ve müteallik. Hayvanlık. |
BEHİMİYYET |
Hayvanlık, canlı olmakla beraber akılsız oluş. |
BEHİN |
(Bak: Bihin)BEHİR(E) : Nefesi sıkışıp çok soluyan kimse. Nefesdarlığı
olan. * Göğüsdarlığı hastalığı sebebiyle solumaktan yol yürüyemiyen kimse. |
BEHİŞT |
f. Cennet. Ahirette iyi kulların gideceği mükâfat yeri. Adn. Firdevs. |
BEHİŞT-İ GINÂ |
Cenab-ı Hak'tan başka hiç kimseye minnet etmeden hâsıl olan saadet,
cennet. Gına ve istiğnânın cenneti. |
BEHİŞT-HIRÂM |
f. Cennete gitmiş. |
BEHİŞTÎ |
f. Behiştle ilgili, cennetlik. |
BEHİŞT-NİŞİN |
f. Cennette oturan. |
BEHİŞT-ZÂR |
f. Cennet gibi yer. |
BEHİTE |
İftira etmek. * Kabile ismi. |
BEHİYE |
Güzel. |
BEHKELE |
Nârin vücutlu kız, sevgili. |
BEHKEN(E) |
Nârin güzel ve gösterişli vücudu olan kimse. |
BEHKEŞE |
Emir ve işde çabukluk, bir işi acele yapma. |
BEHL |
Az şey; az su. * Lânet, nefret, istememe. |
BEHLE |
(Behli) f. Yırtıcı kuşlarla uğraşanların giydiği eldiven. |
BEHLEL |
Abes, boş boşuna. Batıl, beyhude. |
BEHLÜL |
Çok gülen, çok gülücü. * Hayır sahibi, çok iyi adam. * Hârun-ür
Reşid'in kardeşinin adı olup meczûbâne ve hikmetli hareketleriyle meşhur
olmuştur. |
BEHM |
Çok siyah olan şey. Rengi başka renkle karışık olmayan nesne. |
BEHMAN |
f. Filân, filânca. |
BEHMAR |
f. Çok, ziyade, fazla. |
BEHME |
(C.: Bühüm, bihâm; Cem'ul Cem: Bihâmât) Kuzu. Oğlak. Buzağı. *
Keçi otu. |
BEHNAN (E) |
Güler yüzlü, iyi huylu ve devamlı olarak gülen kimse. |
BEHNANE |
f. Beyaz pide. * Maymun. |
BEHNE |
Yumuşak yer. |
BEHNEKE |
Etli, büyük, şişman kadın. |
BEHNES |
Çirkin, sakil ve kaba olan adam. |
BEHR |
Nasip. * Galip olmak. * Nefesi tutulmak. * Ümidin boşa çıkması.
* Felâket, musibet. * Uzaklık, mesafe. |
BEHRA |
f. Ondan dolayı, ona binaen, onun için. |
BEHRAM |
f. Eskiden bir İran padişahının adı. * Bir pehlivan ismi. * Merih
yıldızı. |
BEHRAME |
f. Yeşil elbise. |
BEHRAMEC |
Çiçeği kokulu bir nevi söğüt ağacı. * Her renkte olan leylâk çiçeği. |
BEHRAMEN |
f. Bir çeşit kırmızı yakut. * Kadınların kullandıkları allık. * İpekten
dokunan güzel bir kumaş. * Kırmızı gül, asfur çiçeği. |
BEHRE |
f. Nasib, pay, hisse. * Tez tez solumak. * Vasat, orta. |
BEHREBER |
f. şerik, ortak. |
BEHREBERÎ |
f. Ortaklık, şeriklik. |
BEHREC |
Eksik veya ayarı bozulmuş para. * Arzuya, isteğe bırakılmış şey,
iş. * Faydasız, işe yaramaz olan şey. |
BEHREDAR |
Hisseli. Nimetlenmiş. Faydalanmış. |
BEHREK |
f. Yaralardan çıkan iltihap. * Çok çalışmaktan dolayı el ve ayak
derilerinin sertleşmesi, nasırlaşması. |
BEHREM |
Kırmızı gül. * Kısa boylu kimse. |
BEHREME |
Saç ve sakalın kınayla boyanması. * Çiçeğin göz alıcı ve câzib
olan güzellik ve parlaklığı. * Hindlilerin ibadeti. |
BEHREME |
f. Burgu, matkab. |
BEHREMEND |
f. Nasibi olan, hissedar. * Bilen, anlayan. |
BEHREVER |
f. Hisse ve nasibini almış, payını zimmetine geçirmiş. |
BEHREYAB |
f. Nasibi olan, hissesi olan. |
BEHS |
Neşe ve güleryüzle karşılama. * Kahraman, yiğit, mert adam. * Cür'etkârlık. |
BEHSALE |
(C.: Behâsile) Etli, kısa boylu, tıknaz kadın. |
BEHSUS |
Az miktar, az şey. |
BEHŞ |
Muki otunun yaşı. * Kara yüz. |
BEHT |
Yalan söylemek. * Ansızın bir şeyi almak. * Tenbellik galebe etmek.
* Şaşkınlık. Hayranlık. |
BEHTERE |
Yalan söyleme. |
BEHUR |
Tütsü. (Dilimizde buhur şeklinde kullanılır) |
BEHUT |
(C.: Bühüt) İşitenleri şaşkına uğratan iftira, yalan. |
BE-HÜKM |
Hükmiyle, hükmünce. |
BEHV |
(Behve) Misafir odası. * Yer altında hayvan ağılı. (Bu iki mananın
cem'i Ebhâ-Bühüvv şeklindedir) * Geniş meydan, yer. * Göğüsün içi, boğazdan
mideye kadar olan aralık. * Rahim ile mahrecinin arası. |
BEHV |
f. Çardak. * Köşk. * Sofa. Salon. * Cumba. |
BEHVET |
Sofa. * Çardak. * Odaların önüne yapılan oda. |
BEHZ |
Benû Selim kavminden bir cemaatin adı. * İleri itme. * Şiddetle
göğse vurma. |
BEHZERE |
(C.: Behâzere) Semiz davar. |
BEHZET |
Ağırlaştırmak, meşakkatli yapmak. * Zebûn etmek. |
BEİS |
(Be's) Zarar. Kuvvet ve şiddet. Zahmet. Zor. Fenâ. Bed. |
BEJENDÎ |
f. Geçim darlığı. Maişet derdi. |
BEJMAN |
f. Yırtık, dökük, pejmürde, dağınık. * Hüzünlü, kederli, üzgün,
yaslı. |
BEK' |
Birbiri ardınca şiddetle vurmak. * Karşılayıp istikbâl etmek. |
BEK' |
(C.: Bilkâ) Sütü az olan davar. |
BEKA |
Devamlılık. Evvelki hâl üzere kalma. Dâim ve sâbit olma. * İlm-i
Kelâm'da : Varlığının asla sonu olmayan Cenab-ı Hakk'ın bir sıfatıdır. *
Bâki olmak. Ebedîlik.(... Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli
hâdiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidâdını
hissetmiş. Ve insan, acib cemiyetli istidâdiyle yalnız bu kısacık, dağdağalı
dünya hayatı için yaratılmamış. Belki ebede meb'ustur ki, ebede uzanan arzular,
mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya insanın nihayetsiz emel ve arzularına
kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeğe başlamış. Hattâ insaniyetin
bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayâliyeye denilse : "Sana dünya
saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmeyecek
bir sûrette bir idam senin başına gelecek." Elbette hakiki insaniyetini
kaybetmiyen ve intibaha gelmiş o insanın hayâli, sevinç ve beşarete bedel,
derinden derine teessüf ve eyvâhlarla saâdet-i ebediyenin bulunmamasına
ağlayacak. H.) |
BEKA-İ DÜNYEVÎ |
Dünya hayatında devamlılık. Uzun ömür. |
BEKA-İ NEV' |
Nev'in devamı. Meselâ: İnsan nev'inin, yani insanların devam edip
bitmemesi, çocukların doğması ile olduğu gibi. |
BEKALE |
Yağla karışmış keş. * Karıştırmak. |
BEKAM |
f. İsteğine, meramına kavuşan, nail olan. Arzu ettiğine erişen.
Mesut, bahtiyar. |
BEKAMET |
Dilsizlik, dili olmamaklık. |
BEKÂR |
Hiç evlenmemiş, zevcesi olmayan adam. * Taşralı olup, büyük bir
şehirde bir işle meşgul olarak, ailesiz yaşayan adam. (Bak: Tecerrüd, Mücahede) |
BEKÂRET |
Kızlık. Erkek görmemiş kızın hali. |
BE-KAVL |
f. Sözüne göre, dediğine
göre. |
BEKAYA |
Geride kalanlar, bakiyeler. * Maliye işlerinde tahsil olunmayan
gelir, meblağ. |
BEKBEKE |
Depretmek, tahrik. |
BE-KEF |
f. Elde, avuçta olan. |
BEKİL |
Yakışıklı delikanlı, genç. |
BEKİLE |
Yağla karışmış keş. |
BEKİM |
Dilsiz adam. |
BEKK |
Bir şeyi kakmak. |
BEKKÂÎN |
(Bükâ. dan) Ağlayanlar. |
BEKKE |
Mekke-i Mükerreme'nin eski ismi. * Bir yerde toplanmak. Bir yere
cem'olmak. * İzdihamlık, kalabalık. |
BEKL |
Karıştırmak, halt. |
BEKR |
Genç erkek deve. (Müe: Bekre) |
BEKRE |
Kuyu ve benzerlerinde kullanılan makara, çıkrık, çark. * Mafsallarda
bulunan makara şeklindeki kemik. |
BEKRÎ |
Erken. Sabah. * İçkiye çok düşkün. Sarhoş. |
BEKTAŞ |
f. Akrân. Eş. Arkadaş. |
BEKTAŞÎ |
Hacı Bektaş-ı Veli tarikatına mensub olan kimse. |
BEKTAŞİYÂN |
f. Bektâşiler. Yeniçeriler. |
BEKÛRÎ |
İlk evlat, ilk doğan çocuk. |
BEKÛRİYYET |
İlk evlâtlık. |
BEKÜSİSTE |
f. Kopuk, kopmuş. Düşük, düşmüş. Gevşek, çözük. |
BEL |
Bilâkis, belki, katiyyetle, ihtimaldir, öyle, dahi kelimeleri mânasına
tercüme edilir. İ'rab edatıdır. |
BEL |
f. Ökçe. Ayakkabı altının topuğa rastlayan yüksek kısmı. |
BEL |
t. Geminin orta kısmı. * Bedenin ortası. Göğüs ile karnın arası.
* Yüksek dağın iki zirvesi arasındaki kavisli kısmı veya alçakça olan geçit
ve boğazı. |
BEL' |
Yutma. Emme. * Belirsiz etme. Ortadan kaldırma. |
BEL'-İ LOKMA |
Lokmanın yutulması. |
BELÂ |
(c.: Belâyâ) Afet. Sıkıntı. Tasa, kaygı. Musibet. Mücazat. İmtihan.
Dâhiye. * Yaramaz nesne. (Bak: Sadaka)(Ey insan! Mâdem canavar sûretinde
bir hayvan, insanların hânesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor;
öyle ise, mahlukatın en mükerremi olan insan; ve insanların en mükemmeli
olan ehl-i iman; ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyan aceze,
alil ihtiyareler; ve alil ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete
en ziyâde lâyık ve müstahak bulunan akrabalar; ve akrabaların içinde dahi
en hakiki dost ve en sadık muhib olan peder ve valide, ihtiyarlık hâlinde
bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve $ sırriyle
yâni: "Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi belâlar sel gibi üstünüze
dökülecekti." ne derece sebeb-i def'-i musibet olduklarını sen kıyas
eyle. M.) |
BELÂ-YI NÂGÂH |
Ansızın gelen musibet. Habersiz gelen belâ. |
BELÂ-YI SİYÂH |
Kara belâ. * Mc: Acı olan olaylar, kötü hâdiseler. |
BELA |
Evet. (Nefiyden sonra isbat için söylenir.) Meselâ: Kur'ân-ı Kerim'de
mezkûr; Cenab-ı Hakkın ruhlara karşı, "Ben Azîmüşşan sizin rabbiniz
değil miyim?" diye sorduğunda, ruhlar $ Yâni: "Evet sen bizim
Rabbimizsin" dediler. (Bak: Bezm-i Elest) * Farsçada "Belî"
diye söylenir. |
BELABİL |
(Belbâl - Belbele. C.) Vesveseler. Kederler. Tasalar. * (Bülbül.
C.) Bülbüller. Andelibler. |
BELÂ-CÛ |
Belâ arayan. Belâsını istiyen. |
BELAD(E) |
Kötü kimse. Müzevir, günahkâr. Fena ve kötü şey. |
BELADET |
Ahmaklık, sersemlik, kalınkafalılık. Budalalık. |
BELÂ-DİDE |
f. Belâ görmüş, belâya çatmış. |
BELADİR |
f. Kadınların kullandıkları altun, gümüş, zümrüt, yakut, elmas
gibi süs eşyası. * Belâyı def etmek için verilen sadaka. |
BELÂ-ENDER-BELÂ |
f. Belâ üstüne belâ. Zahmet içinde zahmet. |
BELÂG |
Eriştirme, yetiştirme. * Maksada uyan güzel ifâde. Kâfi gelme,
kifâyet. |
BELÂGAN MÂ-BELÂG |
Bol bol. Çok kâfi derecede. |
BELÂGAT |
Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı
güzel söz söyleme san'atı. Muktezâ-yı hâle mutâbık söz söylemek. * Belâgat,
hem düzgün, hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin de adı olur. Ve maani,
beyan, bedi' diye üç kısma ayrılır. Bu gün Edebiyat denilen bilgiye, ilm-i
belâğat denilir. (Edb. L.)(Arkadaş! Kelâmların hüsnünü artıran ve güzelliğini
fazlaca parlatan belâgatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak
için etrafından süzülen sular gibi, beliğ kelâmlarda da zikredilen kelimelerin,
kayıtların, hey'etlerin tamamen o kelâmın takib ettiği esas maksada nâzır
olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belâgat mezhebinde lâzımdır....
Belâgat, muktezâ-yı hâle mutabakattan ibarettir. Kur'anın muhatabları, muhtelif
asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu tabakalara mürâaten, muhavere ve mükâlemeyi
o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde ta'mim için hazf yapıyor; çok
yerlerde, nazm-ı kelâmı mutlak bırakıyor ki; ehl-i belâgat ve ulûm-u Arabiyece
güzel görünen vecihler, ihtimâller çoğalsın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine
göre hissesini alsın. İ.İ.) |
BELÂGAT-FÜRUŞ |
f. Belâgat taslıyan. |
BELÂGAT-PERDÂZ |
f. Düzgün konuşabilen, iyi söz söyliyebilen. |
BELÂGAT-PİRÂ |
Belâgata süs veren. Süslü ve belâgatlı konuşan. |
BELAH |
Büyüklenmek, kibir. |
BELAHA |
Yetişmemiş hurma koruğu. * Kurumak, yebs. * Yormak. |
BELAHET |
Ahmaklık. Düşüncesizlik. Ne yaptığını iyi bilmemek. |
BEL'AK |
Yaşlı, zayıf. * Bir hurma cinsi. |
BELAK |
Ayakları alacalı at. |
BELÂKEŞ |
f. Belâ çeken. Sıkıntı içinde olan. |
BELAKİK |
(Bülükka. C.) Sahralar, çöller. Düzovalar. |
BELAL |
Islaklık. Islatış. Su gibi ıslatan. |
BEL'AM |
Terbiyesiz, açgözlü, obur. * Hz. Musa (A.S.) hakkında, yalan ve
fena söyleyerek Beni-İsrail'i kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı. |
BEL'AME |
Yutmak. |
BELAREK |
f. İyi su verilmiş kılıç, çelik. * Ok temreni, ok mahfazası. |
BEL'AS |
Büyük karınlı dişi deve. |
BELAT |
Döşenmiş taş. * Düzyer. * Köy adı. |
BELAYA |
(Belâ. C.) Musibetler. Afetler. Beliyyeler. Belâlar. |
BELA-ZEDE |
f. Belaya uğramış, başına musibet gelmiş olan. |
BELBAL |
(Belbele) Vesvese. Tasa. Telâş. Yürek yanması. Iztırab. * Tehyic
ve tahrik eylemek. |
BELBED |
Akılsız ve ahmak kimse ki, ne ettiğini bilmez. |
BELBEL |
Tasa, kaygı. Yürek yanması. |
BELBELE |
(C.: Belâbil) Vesvese vermek, gamkin etmek, kuruntu vermek. |
BELBÛS |
f. Bir nevi haşhaş. * Yabani soğan. Dağ soğanı, sarmısak. |
BELCA' |
Kaşları arası açık olan kadın. (Müz: Eblec) |
BELDAH |
Kişinin kendini yere vurması. |
BELDARAN |
Geçit yerleri muhafızlarının adı. Tanzimattan sonra bunlara zaptiye
denmiştir. İkinci Meşrutiyetten beri jandarma olarak adlandırılırlar. |
BELDE |
Memleket, şehir. * Büyük köy. * Yer, arz. * Göğüs, sadır. * İki
kaş arasında kıl olmayıp açık olması. |
BELDE-İ TAYYİBE |
Güzel ve hoş belde. Medine-i Münevvere. |
BE-LEB |
f. Dudakta. |
BELEC |
Zâhir ve rûşen olmak. Gözükmek. |
BELED |
(Belde. C.) Beldeler. Memleketler. |
BELED SÛRESİ |
(El-beled) Kur'an-ı Kerim'de 90. sure olup Mekke-i Mükerreme'de
nazil olmuştur. |
BELEDÎ |
(Beled. den) şehir veya kasaba ahalisinden olan, şehirli. * Şehir
ve kasabaya ait. * Belediye İdaresine mensub. * Mahallî, yerli. |
BELEDİYE |
Bir şehir veya kasabanın temizliği, bayındırlığı ve nizamiyle ilgilenen
daire. |
BELEH |
Sersemlik, bönlük, ahmaklık, budalalık. |
BELEL |
Yaşlık, rutubet, ıslaklık. * Zafer, galibiyet.* Mihnet, keder,
üzüntü. * Mücadele, kavga. * Hastalıkdan iyileşen. * Düşkünlük. |
BELEM |
Üzerinden yol geçen tepe. |
BELEMUN |
Çakır dikeni. |
BELENDAH |
Bodur, şişman kimse. |
BELENDÎ |
Enli. |
BELENSEM |
Katran. |
BELES |
İncire benzer bir yemiştir ve Yemen'de çok olur. |
BELEŞ |
(Arabça bilâşey'den galattır) Ücretsiz, bedava. |
BELET |
Kesilmek, inkıtâ. |
BELGE |
(Bak: Vesika) |
BELGİN |
Belâ, zahmet, dâhiye. |
BELH |
Bazan, sivâ (gayri) manasını ifâde eder. |
BELHA' |
Bir gözüne sürme çekip, diğer gözünü unutan ve gömleğini ters giyen
akılsız kadın. |
BELHÂ |
Gönlü kibirli olan kadın. |
BELHAM |
Çiftçilikte kullanılan saban. Çift sürmeğe yarayan âlet. |
BELHAM |
Nalbant. Baytar. |
BELİ |
f. Evet. |
BELİD |
(Belâdet. den) Ahmak, sersem, bön, budala. |
BELİĞ |
Edb: Belâgatli kimse. Meramını tamamen, noksansız ve güzel sözlerle
anlatmağa muktedir olan. * Kâfi derecede olan. Yeter olan. |
BELİGANE |
f. Beliğcesine, düzgün ve fasih olarak. |
BELİL |
Islanmış olan şey. * Serin ve yağmurlu rüzgâr. |
BELİNOGRAF |
Fr. Telefon hatlarıyla fotoğraf, şekil ve yazıyı uzak mesafeye
nakleden cihaz. |
BELİTA |
Kamış kap. |
BELİYYAT |
(Beliyye. C.) Felâketler. * Gamlar. Kederler. |
BELİYYE |
(C.: Beliyyât) Belâ. Müşkilât. Musibet. Âfet. Tasa. Keder. |
BELK |
Kapı açmak. * Ak ile kara alaca olma. * Büyük terazi. |
BELKA' |
Tenha çöl. Harap ve boş yer. * Yazı. * Yalan yere yemin etmek.
* Su, süt gibi boğaz ıslatan şeyler. * Bir hurma cinsi. |
BELKA' |
Alaca. Alaca bacaklı olan at. |
BELKAA |
Şam vilâyetinde bir yerin adı. * Kara ile ak alaca nesne. * Parlak
nesne. |
BELKIS |
Süleyman (A.S.) zamanında, Yemen'de Sebe şehrinde hükümet süren
Himyerîlerden bir melikedir. Süleyman (A.S.) bunu Filistin'e çağırdı, geldi
ve iman etti. (Bak: Taht-ı Belkıs)(Hz. Süleyman (A.S.) Taht-ı Belkısı yanına
celb etmek için, vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: "Gözünüzü
açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim" olan hâdise-i
harikaya delalet eden şu âyet $ ilââhir... İşaret ediyor ki: Uzak mesafelerden
eşyayı aynen veya sûreten ihzar etmek mümkündür. Hem vâki'dir ki; risaletiyle
berâber saltanatla müşerref olan Hz. Süleyman (A.S.) hem mâsumiyetine, hem
de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzat
zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek,
bir mu'cize sûretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek Cenab-ı Hakk'a itimad
edip Süleyman'ın (A.S.) lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadiyle
Cenab-ı Hak'tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket
etse; ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen'de
iken Şam'da aynıyla veyahud sûretiyle hâzır olmuştur, görülmüştür. Elbette
taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir.
İşte uzak mesafede, celb-i sûrete ve savta haşmetli bir sûrette işaret ediyor.
S.) |
BELKİ |
Umulur, ihtimal, olabilir. * Hattâ. * Kat'iyyetle. Dahi. Şüphesiz. |
BELL |
Yaş etmek. Islatmak. * Ulaştırmak. * Hastanın sağlamlaşması. |
BELLET |
(C.: Bilel) Cisimlerin yüzeyinde olan yaşlık, ıslaklık. |
BELMA |
f. Faydasız, faydası olmayan. İri ve kaba şey. |
BELSEK |
Elbise değdiğinde yapışıp ayrılmayan bir ot. |
BELT |
Kesmek. |
BELTA' |
Her hususta hazakati ve feraseti olan. |
BELTAH |
Kişi nefsini yere vurmak. |
BELTEM |
Akılsız kimse. * Peltek adam. |
BELÛ |
(Bel'. den) Çok yiyici, obur. |
BELUL |
Kurtulma. Hastalıkdan, marazdan kurtulma. Halâs olma. |
BELÛS |
f.
Tevazu, mahviyet. Hileci. Hile, yalan, dolan. |
BELÛT |
Bot: Meşe ağacı. * Meşe ağacının meyvesi olan palamut. |
BELV |
(Belvâ) Dert, çile. Musibet. Zahmet. * İmtihan, tecrübe. |
BELVAZ |
f. Çıkıntı. Duvardan dışarı doğru çıkan direğin ucu. |
BELVE |
Belâ. |
BELY |
Mahvolmak. * Belirsiz olmak. |
BELYAD |
f. Nakışsız, sade kostüm. |
BELZİ |
Muhkem, güçlü, sağlam deve. |
BEM |
Bazı sıfatlara katılarak mübalağa beyan eder. |
BEMBEYAZ |
Her tarafı beyaz, çok beyaz. |
BEN |
(Bak: Ene) t. Psk: Şuurlu kişiliğimiz. Başlangıçta çocuğun benliği
şuurlu değildir. Kendisini başkasından ayıramaz. Fakat canlı olarak ihtiyaç
ve istekleri vardır. Benin bu şuursuz haline "alt ben" denir.
Kendisi ile başkası arasındaki farkı anlamaya, münasebetler kurmaya, düşünmeğe
başlayınca şuurlu kişiliği, beni ortaya çıkar. Ben, kendi menfaatına gördüğü,
haz duyduğu herşeyi ister. İsteklerine kendisi için tehlikeli, acı verici
gördüğü yerde, yani yine kendisi için sınır koyar. Başkalarını hesaba katmaz.
Ahlâk ve din terbiyesiyle ben, her istediğini yapmaması gerektiğini öğrenir.
Vicdan ve namus duygusuna sahip olur. Böylece "üst ben" mertebesine
ulaşır. İsteklerini dizginlemesini öğrenir. "Alt ben"in had, sınır
tanımayan arzularıyla din ve ahlâkın benliğimizdeki sesi durumunda olan
"üst ben" arasında bir zıddiyet ve çatışma vardır. Ben, bu ikisi
arasında ahenkle denge kurmaya çalışır. Bir suç ve günah işlediğinde benlikte
suçluluk duygusu uyanır. Bundan kurtulmak için en küçük bahane ve şüphelere
yapışır. Ve ahlâk ve dinî esasları inkâra yönelir. Bu sebeple her günahta
küfre giden bir yol açılır. İslâm terbiyesi alan bir insanın benliği meşru
sınırlarda Allahın emir ve rızası dairesinde kalır. Günah sınırlarına varmaz.
Benin mahiyeti hakkında felsefî ve psikolojik muhtelif görüşler vardır.
Henüz benliğin mahiyeti açıklanamamıştır. İslâm açısından bu mevzuda yazılan
en esaslı yazı Risale-i Nurlardan Ene ve Zerre Risalesi'dir. |
BENADIK |
(Bunduk. C.) Yuvarlak kurşunlar. * Fındıklar. |
BENADİR |
(Bender. C.) Ticaret yerleri. Ticareti işlek limanlar. |
BE-NAM |
f. Meşhur. Namlı. Mütemayiz. Seçkin. Mâlum bir isimle tesmiye edilen. |
BENAM |
Parmak ucu. |
BENAN |
Parmak uçları. Parmaklar. |
BENANE |
(C: Benân-Benânât) Parmak başı. |
BENÂT |
(Bint. C.) Kızlar. * Bebekler. |
BENÂT-I Bİ'SE |
Musibetler, belâlar, felâketler, âfetler. |
BENÂT-ÜL ARZ |
Pınarlar, ırmaklar. |
BENÂT-ÜR RÜŞDE |
Nikâhlı kadından doğan evlat. |
BENÂT-ÜS SADR |
Endişe. * Hayal. * Kederler. |
BENÂT-ÜD DEHR |
Âfetler. * Zahmetler. |
BENAVER |
f. İri, büyük çıban. Kan çıbanı. |
BENBEL |
f. Ekşi şey. * Ekşi elma. |
BENC |
Türkçede "benek" adı verilen bir ot cinsidir ve tohumuna
"bezr-ül benec" derler. |
BENCİL |
t. (Bak: Hodbin, Hodgâm) |
BENCİLEYİN |
t. Benim gibi. |
BEND |
f. Bağlanan. Bağlanmış. * Bağ. Boğum. Mafsal. * Su bendi. Baraj.
* Gam. Gussa. * Mekir. * Hile. * Mülâhaza. Fıkra. Madde. * Aldatmak.* Birisini
emri altına almak, bendetmek. * Edb: Baştan sona kadar aynı vezinli bir
çok parçalardan meydana gelen ve kısım kısım gazel tarzında kafiyeleri değişen
manzûmelerin her bir parçası. (Bak: Terkib-i bend) |
BEND-İ ÂHENİN |
Demir bağ. Demirden mânia. |
BENDE |
f. Bağlanmış olan. Köle. Esir. Hizmetçi. Hizmetkâr. Kul. |
BENDE-İ FERMÂN |
Emir kulu, ferman kölesi. |
BENDE-İ HALKA-BEGÛŞ |
Kulağı halkalı olan köle, esir. * Mc: İtaatli, muti'. |
BENDEGÂNE |
Hizmetçi gibi. Bağlanmışçasına. |
BENDEGÎ |
Kölelik.
Hizmetçilik. * Ubudiyyet, kulluk. |
BENDE-HİRÎDE |
Satın alınmış köle. |
BENDEKA |
Hiddetle bakma, sert bakış. * Bir şeyi fındık kadar ufak yapma. |
BENDENE |
f. Esvabın, giyilecek şeylerin bazı yerlerine dikilen düğme, kopça. |
BENDENÜVAZ |
f. Kölesini iltifatlandıran, adamını taltif eden. |
BENDEPERVER |
f. Köle besleyici, adam besleyici. |
BENDER |
(C.: Benâdir) Ticaret yeri, işlek ticaret iskelesi, büyük iskele. |
BENDEREK |
f. Küçük iskele. * Boğaz ve liman ağızlarında yapılan küçük kale.
Mendirek. |
BENDERGÂH |
f. İşlek iskele, liman, şehir. |
BENDERZ |
f. Çuvaldız. |
BENDEYAN |
Hizmetçiler. Kullar.
* Mensuplar. |
BENDE-ZADE |
f. Köle çocuğu. * Mc: Çocuğunu onun kölesi yerinde tutup mütevâzi
muâmelede bulunan. |
BENDİDE |
f. Esir, köle. * Bağlı, bağlanmış. |
BENDİME |
f. Elbise yakasına ve kollarına açılan küçük delik. * Düğme, ilik. |
BENDİŞ |
f. Altın ve gümüş üzerine işlenilen nakış. |
BEND-RÛG |
f. Tarla ve bostan kenarlarına suyun akıntısını kesip havuz gibi
birikmesi için yapılan setli çukur. |
BENE |
f. İnce urgan, ip. |
BENEFSEC |
Menekşe. |
BENEFŞ(Î) |
f. Menekşe rengi, mor renk. |
BENEFŞE |
f. Menekşe denilen güzel kokulu, küçük çiçek. * Mor. |
BENEFŞE-GÛN |
f. Menekşe renkli, mor renkli. Gökyüzü. |
BENEFŞE-ZÂR |
f. Menekşe tarlası, menekşe bahçesi, menekşelik. |
BENEK |
f. Atlas zemin üzerine sırma işlemeli bir çeşit kumaş. |
BENES |
Kötülükden, fenalıkdan ve iyi olmayan şeylerden çekinme ve kaçınma. |
BENEVRE |
f. Temel, esas, asıl. |
BENG |
f. Bir bitki ve tohumu ki, afyon gibi uyuşturan, keyf verici olarak
da kullanılan bir madde. Esrar. * Atlas üzerine işlenmiş sırma işlemeli
bir çeşit kumaş. * Küçük çitlenbik. |
BENGAH |
f. Keçeden yapılmış olan Türkmen evi.* Âmirlere ve büyük rütbeli
şahıslara ait çadır. |
BENGERE |
f. Çocukları uyutmak için, çocuğu uyutan kişi tarafından söylenen
ninni. |
BENGÎ |
f. Beng tiryakisi, esrarkeş. |
BENÎ |
Oğullar, evlâtlar, çocuklar. (Aslı: Benûn-Benîn) |
BENÎ ÂDEM |
Âdem oğlu. İnsan. Âdem oğulları. |
BENÎ BEŞER |
İnsanlar. |
BENÎ İSRÂİL |
İsrâil oğulları. Yahudiler. Yahudi. |
BENÎ ÜMEYYE |
Emeviler. |
BENİKA |
(C.: Benâyık) Elbisenin koltukaltı parçası. |
BENİMSEMEK |
t. Sahip çıkmak, bir şey hakkında benimdir iddiasında bulunmak.
Kabullenmek. |
BENÎN |
(İbn. C.) Oğullar, erkek çocuklar. * Akıllı, temkinli, tedbirli
kimse. |
BENİYYE |
Kâbe-i Muazzama. |
BENK |
Her nesnenin aslı. |
BENNA |
Mimar, usta, kalfa. Her türlü bina yapan. Yapıcı. |
BENNA-GÛŞ |
f. Kulağın aşağı sarkan yumuşak kısmı ki, küpe asılan yerdir. |
BENNE |
(C.: Binân) Güzel, hoş koku. |
BENS |
Tehir etmek, geciktirmek. |
BENŞ |
Tenbellik. İhmâl. |
BENÛ(H) |
f. Yığın, küme, demet. |
BENÛ |
Oğullar. |
BENU-D DÜNYA |
Beni Âdem, insanlar. |
BENU-L ALLAT |
Baba bir kardeş. |
BENU-L A'YAN |
Baba ve ana bir kardeş. |
BENU-L GABRA |
Dervişler, uğrular. |
BENU-L ÜMM |
Ana bir kardeş. |
BENÛN |
(Benîn) (İbn. C.) Oğullar. Zâdeler. Veledler. |
BENU-S SEBİL |
Misafirler. |
BEN-VAN |
f. Harman, tarla, ekin bekçisi. |
BENZOL |
Benzin ve toluen karışımı bir akaryakıt. |
BEPGA |
f. Papağan. |
BER |
f. Üzere, üzerine, yukarı mânasına (ve Arabçadaki "Alâ"
yerine edat-ı isti'lâdır) * Göğüs, sine, bağır, sadır. * Fayda. * Hamil.
* Hıfz. * Yan. * Taraf. * Nâkil. Götürücü. * Meyve. * Yaprak. Varak. * Meme.*
Genç kadın.* Evin kapısı. |
BER |
f. (Burden) "Götürmek" mastarının emir köküdür. Kelimenin
sonuna getirilerek terkipler yapılır. Emirber $ : Emir dinleyen, emir götüren.
Fermanber $ : Emir veren. Emir dinleyen... gibi. |
BE'R |
Kuyu kazmak.BER' : (Berâ, Bur', Bürü') Yaratmak. Halketmek. * Hastanın
iyileşmesi. Sağlamlık. |
BERA' |
Her ayın ilk ve son günü. |
BERAA |
(Beria, Berua) İlim ve fazilet ve cemalde üstünlük (manasına fiil
kökü.) |
BERÂAT |
Haşmet, metanet. İlim ve şecaatta, güzel vasıflarda emsâlinden
üstünlük. Hüsn ve cemâlde tam olmak,emsâlinden üstün olmak. |
BERÂAT-ÜL İSTİHLÂL |
Bir eserin içindekilerini güzel bir başlangıçla baş tarafında anlatmak.
İyi bir alâmet. Güzel bir başlangıç. * Bir ibarede müradif ve mukni birkaç
kelime bulunması, hüsn ve insicamdaki ibarenin vech-i mergub üzere te'lif
ve terkibi. * Maaş, rütbe, nişan için hükümetçe bildirilen yazı gibi vesika. |
BERABER |
f. Birlikte bulunan. * Müsavi, eşit. * Bir hizada olan. * Refakat,
birlik. |
BERABERÎ |
f. Eşitlik, müsavilik, beraberlik. |
BERABER MÎ-ZENEND HER ŞEY |
Herşey berâber söylüyor, çarpıyor, konuşuyor. |
BERACİM |
(Bürcume. C.) Boğumlar, mafsallar. |
BERÂET |
Temize çıkma. Temizlik, münezzehiyet. Bulaşık ve giriftâr olmama.
Âri olma. * Huk: Bir davânın neticesinde suçsuz olduğu anlaşılma. (Bak:
Ber') |
BERÂET-İ ZİMMET |
Zimmetinde birşey olmayış, suçsuzluk. |
BERAGİS |
(Bürgus. C.) Pireler. |
BERAH |
şiddet. Ezâ ve meşakkat. |
BERAH |
Açık işlenmiş yer. * Zâil olmak. * Ağaçsız arazi. |
BERAHİDE |
f. Yola çıkarılmış, gönderilmiş. |
BERAHİHTE |
f. Daha ziyade silâh hakkında kullanılan bir tâbirdir. Çıkarılmış,
çekilmiş mânâlarına gelir. |
BERAHİME |
Berehmenler. Bâtıl ve sapkın Hind ve Mecûsi dinindekilerin reisleri. |
BERAHİN |
(Bürhan. C.) Deliller. Şâhidler. Bürhanlar. |
BERAHİN-İ ALENİYYE |
Meydanda ve açık olan deliller. |
BERAHİN-İ KATIA |
Şeksiz ve şüphesiz olan kat'i deliller, bürhanlar. |
BERAHİN-İ KAVİYYE |
Sağlam deliller, kuvvetli bürhanlar. |
BERAİL |
Horozun, güvercinin ve diğer kuşların boynunda çarpık bitmiş olan
yelek. |
BERAK |
(C.: Berkân) Göz kamaşmak. * Bir yaşındaki kuzu. |
BER-AKİS |
f. Aksine, zıddına, tersine. |
BERARENDE |
f. Üste getiren, üzerine çıkaran. |
BERARİ |
(Berriyye. C.) Sahralar, çöller. Geniş kumluklar. |
BERAS |
Leke hastalığı. |
BERASİN |
(Bürsün. C.) Yırtıcı hayvanların pençeleri. |
BERAŞ |
Ekseri yüzde olan küçük kara noktalar. |
BERAT |
Nişân. Rütbe. İmtiyaz ve taltif için verilen resmi kâğıt. |
BERAT GECESİ |
Arabi Şâban ayının onbeşinci gecesi. Şâban ayı mübarek şuhur-u
selâseden (üç aylardan) olup, onbeşinci gecesi mahlûkatın rızıklarına, ömürlerine,
amellerine dâir taraf-ı İlâhîden meleklere tâlimat verildiği hususunda rivâyât-ı
sahiha vardır.(Bu gelen gece olan "Leyle-i Berât" bütün senede
bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderât-ı beşeriyenin programı nev'inden
olması cihetiyle "Leyle-i Kadr"in kudsiyetindedir. Herbir hasenenin
Leyle-i Kadirde otuzbin olduğu gibi, bu Leyle-i Beratta herbir amel-i salihin
ve herbir harf-i Kur'anın sevabı, yirmibine çıkar. Sair vakitte on ise,
şuhur-u selâsede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyâli-i meşhûrede, onbinler
yirmibin veya otuzbinlere çıkar. Bu geceler elli senelik bir ibadet hükmüne
geçebilir. Onun için elden geldiği kadar Kur'anla ve istiğfar ve salâvatla
meşgul olmak büyük bir kârdır. Ş.) |
BERAT-I CİBAYET |
Vergi, icâre ve resim gibi vakfa veyahut da hazineye ait olan paraları
toplamak salâhiyetini veren vesika. |
BERAT-I HÜMAYUN |
Padişahlara mahsus ferman. |
BERATİL |
(Birtîl. C.) Hediyeler, rüşvetler. |
BER-AVER |
f. Yemiş ağacı. |
BERAVERDE |
f. İltimas ile korunarak ileri çekilmiş adam. * Seçilmiş, ayrılmış
şey. * Yükseğe kaldırılmış. |
BERÂY |
f. İçin, dolayı, binâen. (Arabçadaki "Li, li ecli" yerinde
bir tâbirdir.) |
BERÂY-I İSTİKBÂL |
Karşılamak için. |
BERÂY-I MALÛMAT |
Mâlûmat için. |
BERÂY-I TENEZZÜH |
Tenezzüh için, gezinti için. |
BERÂY-I TİCÂRET |
Ticâret için. Ticâret maksadı ile. |
BERAYA |
(Beriye. C.) Halk. Bütün mahlûkat. * Halkın kılıç kullanabilenleri
ve vergi hârici tutulan müslüman kısmı. |
BERAZ |
Az olan şey, kalil. |
BERAZİK |
Bölük, cemaat. |
BERBAD |
f. Harap. Kötü. Virâne. Bozuk. Perişan. Telef ve helâk olmuş. |
BERBAR(E) |
f. Evin dam kısmında bulunan oda. * Çardak. * Kemeriye. * Tahtaboş.
Damın düz bir kısmı ki, en çok çamaşır sermeye yarar ve çinko ile döşelidir. |
BERBEKAN |
Arapların giydiği bir elbise cinsi. |
BER-BELEND |
f. Çok yüksek yer veya rütbe. |
BER-BEND |
f. Ufak çocuğu annesinin sırtına bağlamağa yarıyan göğüs kuşağı. |
BERBER |
f. Tıraş eden, saç kesen. * Afrika'nın kuzeyindeki bir kavim. |
BERBERE |
Kızgınlık ânında söylenip çağırmak bağırmak. |
BER-CA |
f. Yerinde, münâsib. |
BERCED |
Kalın kilim. * Halı. |
BERCESTE |
f. Sağlam ve lâtif. * Seçme. * Edb: Zahmetsizce hatıra geliveren
ve fakat çok kıymetli olan söz. |
BERCİS |
Müşteri denilen gezegen. * Bol sütü olan deve. |
BERÇİDE |
f. Devşirilmiş, toplanmış. |
BERÇİN |
f. Toplayıcı. |
BERD |
Soğuk. Soğukluk. Soğutmak. Noksan hararet. * Ölmek. * Soğuk su
ile gusletmek. * Uyumak. * Sabit olmak. * Zayıf olmak. * Bir şeyi eğelemek.
* Sürme çekmek. * Söğmek. * Tutya, çinko. (L.R.) |
BERD-İ BEYZÂ |
(Bak: Nâr-ı beyzâ) |
BERDAHT |
f. Pürüzünü giderme. Pürüzsüz yapma. * Cilâlama, parlatma. * Düzleme,
düzeltme. |
BERDAR |
f. Asılmış, yukarı kaldırılmış.* Tutucu. İtaat edici ve ettirici.
* Meyveli. Meyve verici olan. |
BERDAŞTE |
f. Yükseğe kaldırılmış, yukarı çıkarılmış. |
BERDE |
Tıb: Mide dolgunluğu. |
BERDEC |
Sürmek. (Farisîden muarrebtir). |
BERDEGİ |
f. Esirlik, esaret, kölelik. |
BERDENG |
f. Çöl ortasında yer alan küçük dağ ve tepe. |
BERDEVAM |
f. Devam üzere. Devamlı sürüp giden. |
BERDİ |
Hasır yapımında kullanılan bir ot cinsi. |
BERDİS |
Habis kişi, pis kimse. |
BERDİYY |
Suriye'de bulunan iki nehrin, bir köyün ve Hicaz'da da bir dağın
adı. |
BER-DÛŞ |
f. Omuzda, omuz üzerinde. |
BERD-ÜL ACÛZ |
Kocakarı soğuğu. (Rûmi şubatın 26'sında başlar ve 7 gün şiddetle
devâm eder.) |
BERE |
Fr. Sipersiz ve yumuşak olan bir çeşit başlık. |
BERE |
f. Kuzu. Koyun yavrusu. |
BERE |
t. Tıb: Ezilme veya kılcal damarların kopması sonunda kanın, dokular
içinde birikmesi ve bundan dolayı meydana gelen morluk. |
BERED |
Daha ziyade fırtınalı havalarda yağan dolu. |
BEREDE |
Dolu. * Çok yemekten midenin dolması. |
BEREHMEN |
(Berhemen) f. Puta tapan. Ateşperestlerin bilginleri ile puta tapan
kimselerin papazları. |
BEREHNE |
f. Çıplak. |
BEREHNEGÎ |
f. Çıplaklık. |
BEREHREHE |
Güzel, nâzik kadın. |
BEREKÂT |
(Bereket. C.) Bereketler. Bolluklar. |
BEREKET |
Bolluk. Çokluk. Feyiz. Cenab-ı Hakk'ın lütfu, ihsanı. Uğurluluk.
Meymenet, saadet.(.. Kanaat-ı kat'iye verecek derecede tecrübeler vardır
ki: Nasıl çocukların aczlerine binâen rahmet tarafından rızıkları hârika
bir sûrette memeler musluklarından gönderiliyor ve akıttırılıyor... Öyle
de, mâsumiyet kesbeden imanlı ihtiyarların rızıkları da, bereket sûretinde
gönderiliyor. Hem bir hânenin bereket direği, o hanedeki ihtiyarlar olduğu;
hem bir hâneyi belâlardan muhafaza edici, içindeki beli bükülmüş mâsum ihtiyarlar
ve ihtiyareler bulunduğu, Hadis-i Şerifin bir parçası olan $ yani: "Beli
bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belâlar sel gibi üzerinize dökülecekti."
diye ferman etmekle, bu hakikatı isbat ediyor. L.) |
BEREM |
(C.: Ebrâm) Kumar oyununa dâhil olmayan. |
BEREM |
f. Asma ve kabak çardağı. * Üzüm çubuklarının altına konulan çatal
şeklindeki ağaç. Herek. |
BERENCEN |
f. Kadın bileziği. |
BEREND |
f. Nakışı olmayan ipek kumaş. * Keskin olan hançer, kılıç, pala
v.b. âletler. * Kılıcın suyu. |
BERENDAHTE |
f. Yükseğe çıkarılmış, üste çıkarılmış. Yükseğe kaldırılmış. |
BER-ENDAZ |
f. Bir yana atan. Yukarı kaldırıp atan. |
BERERE |
(Bârr ve Berr. C.) Dindar ve temiz kimseler. Takvâ ehli olan, her
çeşit günahlardan sakınanlar. Çok hayır sahibi kimseler. |
BERESTÛK |
Kırlangıç denilen deniz balığı. |
BERE'TE |
Sen yarattın (meâlinde fiil). (Bak: Ber') |
BEREVÂT |
(Berat. C.) Eskiden bir kimseye nişan, rütbe veya imtiyaz verildiğini
bildiren fermanlar. |
BEREZE |
(Bak: Bürüz) |
BERF |
f. Kar. |
BERF-ÂB |
f. Karlı soğuk su. Kar suyu. |
BERF-ÂLUD |
f. Kar içinde, kara batmış. |
BERF-DÂN |
Buzhane, buzluk, karlık. |
BERF-DÂR |
f. Karlı. |
BERFEND |
f. Asker, nefer, er. * Güzel ve hoş söz. * Derin yer. |
BERFİN |
f. Kar ile ilgili, kardan. |
BERF-NAK |
f. Kış yaz devamlı karlı olan yer. |
BERFÛK |
f. Şeftali yemişi. |
BERFÛZ |
f. Ağzın dış kenarı, dudakların çevresi. |
BERG |
f. Sed, bend.BERG : f. Yaprak. * Azık. * Azm, kasd. * Hazırlık.
Mal, mülk. * İntizam-ı hal. * Serencam. |
BERG-İ DİRAHT |
Ağaç yaprağı. |
BERG-İ SEBZ |
Hediye. * Yeşil yaprak. |
BERGAB |
f. Su bendi. Suyun biriktirildiği yer. Baraj. |
BERGAL |
(C.: Beragil) Sırtlan eniği. |
BERGAMAN |
f. Ejder. Büyük yılan. |
BERGAMOT |
Turunçgillerden bir ağaç ve bu ağacın meyvesi. Meyvenin kabuğundan
güzel kokulu bir esans da çıkarılır. |
BERGAŞ |
(C.: Berâgiş) Sivrisinek. * Tahta biti. |
BERGAŞTE |
f. Yüz çevirmiş. |
BERGERDE |
f. Hatırda tutulmuş, ezberlenmiş, hıfzedilmiş. |
BERGEŞİDE |
f. Sıyrılmış, çekilmiş. * Tartılmış. |
BERGEŞTE |
f. Tersine dönmüş.
Yüz çevirmiş. Mâkûs. |
BERGEŞTE-HÂL |
f. İşi bozulmuş, geçimi güçleşmiş, düşkün. |
BERGRİFTEN |
f. Ayırmak. Kaldırmak. Gidermek. |
BERG-RİZ |
f. Yaprak döken. Sonbahar, güz. |
BERGÜZAR |
f. Hatırlatmak için armağan, hediye vermek. |
BERGÜZİDE |
f. Seçkin. Seçilmiş. |
BERH |
şiddet, eziyet, meşakkat, zorluk, zahmet. |
BERH |
f. Balık, semek. * Parça, kısım, hisse, nasib. * Su birikintisi.
* Şimşek, berk. * Yaş olan odunun, yanarken çıkardığı yaşlık. |
BERHABE |
Minder. Döşek, yatak. * Aynı döşek veya yatakda beraber yatılan
kimse. |
BERHÂNE |
f. Eskiyip harap olmuş konak. |
BERHAST(E) |
f. Ayaklanmış, kalkmış. |
BERHAVA |
(Berhevâ) f. Boş, faydasız. * Havaya uçurulmuş. Havaya gitmiş. |
BERHAY |
Yaramaz, haylaz. |
BERHAYAT |
f. Yaşayan. Hayat üzere olan. |
BERHE |
Müddet, an, zaman. |
BERHEM |
f. Karışık, çapraşık. * Toplu, birlikte, berâber. |
BERHEME |
Gözünü kıpırdatmadan bir şeye bakıp durmak. |
BERHEMEN |
(C.: Berhemûn) Hakîm. * Efsun okuyucu. |
BERHEM-ZEDE |
f. Karmakarışık, altı üstüne getirilmiş. |
BERHEM-ZEN |
f. Karmakarışık eden, altını üstüne getiren. |
BERHEM-ZENED |
f. Birbirine çarpıyor. Beraber çarpıyor. Birlikte çalışıyor. |
BER-HEVA |
f. Kaybolmuş, havaya gitmiş. |
BERHİHTE |
f. Silâh çekilmiş, hamle edilmiş. |
BERHİZ |
f. Atılan, kalkan, sıçrayan. Zorbalık eden. |
BERHÛD |
f. Saçmasapan söz, mânasız söz. |
BERHUDAR |
f. Selâmette. Mükâfata erişen. Nasibli. |
BERHÛH |
f. Sabun. |
BERHÛN |
f. Çember, daire, ortası boş olan yuvarlak nesne. * Hisar, varoş,
duvar veya bostan kenarlarına ve tarla aralarına çalıçırpı ve diken ile
yapılan çit. * Küçük ev, oda, hücre. |
BERHÛR |
f. Pay, nasib, hisse. |
BERHÛZ |
f. Torba, dağarcık. |
BERÎ |
(Berâet. den) Kurtulmuş. Temiz. Kayıt ve hüküm altında olmayan. Zimmeti
bulunmayan adam. Hiçbir karışıklık, kusur ve noksanı olmayan. Hastalıktan
sâlim olan. (Bak: Ber') |
BERİA |
Akılda güzellik, zekâda ve kıyasette emsalinden üstün olan. (Bak:
Beraa) |
BERİBERİ |
(Seylanca) Asya'nın güneydoğusu ile Okyanusya, Senegal ve Brezilya'nın
yerli halklarında görülen ve B vitamini eksikliğinde vücuda gelen bir hastalık. |
BERİCEN |
f. İçerisinde ekmek pişirilen ocak veya fırın. |
BERİD |
Postacı. Haberci. Elçi. * Sürücü. * Dört fersah mesâfe. |
BERİD-İ FELEK |
Satürn (Zühal) gezegeni. |
BERİG |
f. Set, bent. |
BERİK |
Yıldırayıcı, çok parlak nesne. (Mübâlağası: Berrak) * Parıltı,
ışık, ziya. |
BERİKE |
Yırtmak. Paralamak. * Un helvası. |
BERİLYUM |
yun. Zümrüt gibi bazı taşların bileşiminde bulunan bir elementtir.
(Be) sembolü ile gösterilir. |
BERİM |
Siyah ve beyaz ipliklerden meydana getirilen ip. * Cemaat. * Etsiz
yemek. |
BERİN |
f. Pek yüksek, en yüce. * Yarık, yırtık, delik. |
BERİSA' |
Halk, insan topluluğu. |
BERİT |
(C.: Berâyıt) Halk, beriyye. |
BERİYYE |
Halk. Mahlûk. İnsan. * Sahra. Çöl. * Kır. |
BERJ |
f. Kuvvetli kasırga. Su girdabı. |
BERK |
t. Katı. Sert. * Serin. * Metin, sağlam. |
BERK |
Şimşek çakması. Parlama.* Yıldırım. * Zinetlenme, süslenme. * Tas:
Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet. * Ahmak olmak. |
BERK-İ BASAR |
Gözün şimşek çakması. * Birdenbire tepesinde çakan şimşekten mâruz
olduğu dehşet ve şiddet hâlinden mecaz olarak, ansızın başına gelen mühlik
hâdisenin şiddetli âlâm ve ıztırabıyla dehşet ve hayret içinde duyulan keskin
intibahı ifade eder. (E.T.) |
BERK-İ HÂTIF |
Kapıp götüren veya göz kamaştıran şimşek. |
BERK-İ SÜYUF |
Kılıçların şimşeği, kılıç korkusu. |
BERK |
(C.: Bürük) Göğüs, sadr. * Çok çöken deve. |
BERK |
f. Yaprak. |
BERKA' |
(C.: Berkavât) Yüksek yer. * Taşlı balçık. |
BERKA' |
(Bak: Burku) |
BERKAA |
Dört ayak üstüne durmak. |
BERKAN |
f. Tüyü kıvırcık olan kuzu postu veya kürkü. |
BERKAN |
Parıldama. * Volkan. |
BERKARAR |
Kararlı. Yerleşmiş. Devamlı. |
BERK-ASA |
f. şimşek gibi parlak. |
BERKAŞ(A) |
Nakşetmek, nakışlamak. |
BERKATA |
Birbirine yakın olan adım. |
BERK-EFŞAN |
f. şimşek saçan. |
BER-KEMAL |
f. Mükemmel. |
BERKENAR |
f. Hâşiye. Kenara yazılan yazı. Kenarda. |
BERK-ENDAZ |
f. Parlayıcı, parıldayıcı.BERKENDE : f. Koparılmış, sökülmüş, kökünden
çıkarılıp atılmış. |
BERKEŞİDE |
f. Kınından çıkarılmış, sıyırılmış, çıkarılmış.* Mc: İlerletilmiş,
çekilip meydana getirilmiş. BERKİYYE : Şimşek gibi. Şimşeğe âit. Elektrik.
Telgraf. |
BERKİ' |
Yedinci kat gök. |
BERKU' |
Yüz örtüsü. Peçe. |
BERKUK |
Şeftali, kayısı, zerdali. |
BERM |
f. Hıfzetme, hatırda tutma, ezberleme. |
BERMAH(E) |
f. Burgu, matkab. |
BERMAL |
f. Zirve, dağ tepesi. Dağın üstü, en yüksek yeri. |
BER-MÛCİB |
f. Gereğince, icabına göre. |
BERMURAD |
f. Emeline kavuşan, arzusu yerine gelen, dileğine eren. |
BERMU'TAD |
f. Her zamanki gibi. Âdet olduğu üzere, alışıldığı gibi. |
BERNA |
f. Delikanlı, yiğit, genç. |
BERNAME |
f. Mektub başlığı. * Zarfın üzerindeki adres. * Fihrist. |
BERNİK |
Su aygırı. |
BERNİŞ |
f. Romatizma ağrısı, mafsal sancısı. * Karın ağrısı, sancısı. |
BERNİYE |
(C.: Berâni) Büyük küp. * Küçük horoz. * Bir hurma cinsi. |
BERNÛN |
f. İnce tül. Çok ince ipek kumaş. |
BERPA |
f. Ayakta, ayak üzerinde, dik. |
BERR |
(C.: Ebrâr) Va'dinde sâdık. Sözünde duran. Muhsin. Keremkâr. *
Nimetleri herkese, umuma ihsan eden. * Gerçeklik, sıdk. * Susuz, kuru
yerler. * Toprak. Yeryüzü, yer. |
BERR-İ ATİK |
Eski karalar. Asya, Avrupa ve Afrika. |
BERR-İ CEDİD |
Yeni karalar. Amerika ve Avusturalya. |
BERRADE |
Suyu soğutmaya ait kap, buzdolabı, karlık. * Bardak asacak yer. |
BERRAH |
Sahra, çöl. * Zeval, sona ermek. * Gitmek, zehab. |
BERRAK |
Nurlu, pek parlak. * Bulanık olmayan, duru, açık, saf. |
BERRAN |
f. Kesen, kesici, keskin. |
BERRANÎ |
(Berr. den) Sahra ve kıra ait. Yabani. * Hâricî, zâhirî. * Şer'î
hükümlere uymayan. |
BERRAT |
Bıçkı. * Törpü. |
BERREN |
Karadan, kara yoluyla. |
BERRÎ |
Toprağa ait, kara ile ilgili. |
BERRİYE |
Toprağa âit. * Çöl. Beyaban. Sahra. * Kara askeri. Piyade. |
BERRÛD |
Tül ağacı. |
BERRÜSTE |
f. Karpuz, kavun, kabak, çimen gibi dalbudak salıp da yükselmiyen
nebat. * Mc: Alçak, edepsiz, rezil kimse. |
BERS |
(C.: Bürâs-Ebrâs) Çukur, yumuşak yer. |
BER-SABIK |
f. Eskisi gibi. |
BERSAK |
Sevinmek, sürur ve ferah. |
BERSER-ZEDEN |
f. Başa kakmak, azarlamak. |
BERŞ |
f. Afyon şurubu, keten yaprağı ile yapılan bir nevi sarhoş edici mâcun.
* Arzu, gönül isteği. |
BERŞA' |
Uzun boylu, iri gövdeli ahmak kimse. |
BERŞAK |
Ok atmak. |
BERŞAN |
f. Ümmet. Bir peygamberin tebliğ ettiği dine ve kitaba iman eden
cemaat. |
BERŞEM |
f. Kederin belli oluşu. * Dikkatli nazar. |
BERTAL |
Rüşvet almak. |
BERTAM |
Dudağı kalın adam. |
BERTAME |
Gadaptan müntefih olmak, hiddetlenmek. |
BERTARAF |
f. Bir tarafa atılan, bir yana atılmış, ortadan çıkmış, zâil olmuş. |
BERTARUM |
f. Kubbe üzerinde. Dam üstünde. |
BERTER |
f. Daha yüksek, daha üstte, âlâ. |
BERTİH |
Aşırma. |
BERTİL |
(C.: Beratil) Uzun taş. * Uzun, sağlam demir. |
BERÛD |
Soğutucu. * Göze çekilen sürme. |
BERÛMEND |
f. Faydalı, verimli. * Ter ü taze. * Nasibli, hisseli. |
BERÛMENDÎ |
f. Faydalı, menfaatli olma. |
BERÛZ |
Zâhir olmak, zuhur etmek, görünmek. |
BERÛZ |
f. Kavga, savaş, muhârebe. |
BERVAR(E) |
f. Sayfiye. * Havadar köşk, mesken. * Evin küçük, arka kapısı. |
BERVAZE |
f. Gezinti için hazırlanan yemek. |
BER-VECH |
f. Olduğu gibi, aynen. |
BER-VECH-İ ATİ |
f. Gelecek tarz üzere. Aşağıdaki gibi. |
BER-VECH-İ BÂLÂ |
Yukarıda olduğu gibi. |
BER-VECH-İ İŞTİRÂK |
Ortaklıkla, iştirak ederek. |
BER-VECH-İ MAKTU' |
Muayyen bir bedel karşılığı olarak. |
BER-VECH-İ MÛTAD |
f. Adet olduğu gibi. |
BER-VECH-İ YESİR |
Kolaylıkla, kolayca. |
BER-VECH-İ ZİR |
f. Aşağıdaki gibi. Gelecekte görüleceği üzere. |
BERZ |
f. Ziraat, ekim. |
BERZAH |
İki âlemin arası. Kabir. Dünya ile âhiret arası. * Perde. * Sıkıntılı
yer. * İki yer arasındaki geçit. * Mani'a, engel, (Bak: Sırat köprüsü). Ölen
insanların ruhları kıyamete kadar berzah âleminde bulunurlar. Berzah büyük
ve mânevi bir âlemdir. Dindar olup cennetlik olanlar, berzah âleminde
sevdikleri kimselerle ve iyi insanlarla görüşürler ve çok zevkli yaşarlar.
Kıyamet kopunca Allah bütün ruhları haşir meydanında cesetleri ile diriltip
toplayacaktır. |
BERZE |
f. İpekli kumaş * Yakışıklı, nâzik. * Ekin, zirâat. * Dal, budak. *
Letâfet, zerâfet. |
BERZEDE |
f. Toplanılmış, biriktirilmiş, bir araya getirilmiş. |
BERZE-GAV |
f. Tarla sürecek öküz, çift öküzü. |
BERZEN |
f. Sahra, çöl. * Sokak, cadde. Mahalle. Köşebaşı. |
BERZ-GAR |
f. Ekinci. |
BES |
f. Kâfi. Yeter. Yetişir. (Allah bes, gayri heves) |
BE'S |
Azab, şiddet. Korku. * Zarar, ziyan. * Zorluk, meşakkat, zahmet. *
Fenalık. (Arapçada: "Savaşta şiddetli harekette bulunmak veya sıkıntı ve
fakirlikten fenâ durumda olmak" mânâlarına gelir.) |
BESA' |
Yumuşak yer. * Benî Selim vilayetinde bir yerin adı. |
BESÂ |
f. Pek çok, hayli miktarda, nice nice. |
BE'SA |
Fakirlik, muhtaçlık ve benzerleri. |
BESA' |
Ülfet, alışma, ünsiyet. |
BESA |
(Arnavutça) Arnavut yemini. * Kan güden hasımlar arasında yeminle
akdolunan anlaşma. |
BESAİT |
(Basit. C.) Basit şeyler. Mürekkeb ve memzuç olmayanlar. |
BESALET |
Yiğitlik. Bahadırlık. Yürek sağlamlığı. |
BESAMET |
Güler yüzlülük. Mütebessimiyet. |
BESARE |
f. Sofa, salon. Divanhâne. |
BESÂRE-NİŞİN |
f. Sofada oturan, uşak, hâdim, hizmetçi. |
BESARET |
Göz açıklığı. Dikkatle bakış. |
BESASA |
Göz, ayn. |
BESAT |
(Bisât) Düz. * Döşenmiş. * Geniş. * Yayvan kab. * Düz açık yer. |
BESATET |
Basitlik. Düzgünlük. Sadelik. Düzlük. * Dilde düzgünlük. |
BESATİN |
(Bostan. C.) Bostanlar. |
BESATİN-İ CİNAN |
Cennet bostanları. Cennet bahçeleri. |
BESBAS |
f. Saçmasapan, manâsız söz. |
BESBASE |
Bir ağaç adı. |
BESBELE |
Bakla. |
BESBES |
(C.: Besâbis) Herze. Mânasız, saçma sözler. |
BESBESE |
Haberi yaymak. * İşini halka bildirmek. |
BESBESE |
Bir nesneyi yaş etmek, bir şeyi ıslatmak. * Çok çabuk yürüme. Hızlı
yürüme. |
BESEK |
(Besdek) f. Esneme. * Harman yerinde toplanılarak demet yapılan arpa ve
buğdaylar. |
BESEN |
şirin, lâtif, gökçek, hüsn. |
BESEND(E) |
f. Kâfi, kifayet eder, tamam, yeter, yetişir. |
BESFAYİC |
Bir ot kökü ki, içinde fıstığa benzer bir yemişi olur. |
BE-SER |
f. Baş üzerine. |
BE-SER Ü ÇEŞM |
f. Başgöz üstüne. |
BE-SER Ü PÂ |
f. Baştan ayağa. |
BESGÛY |
f. Geveze. Çok konuşan. |
BESÎ |
f. Çokluk, fazlalık, ziyadelik. * Birçok. |
BESİC |
f. Hazırlık. Sefer hazırlığı, yol hazırlığı. * Yol ve sefer azığı,
harçlığı. |
BESİL |
Çirkin yüzlü. |
BESİLE |
Kap içinde kalmış içki artığı. |
BESİM |
(Besm. den) Güleryüzlü kimse. |
BESİN |
t. Zihayat varlıkların yaşama, gelişme ve çalışmaları için gerekli olan
çeşitli gıda maddeleri. |
BESİR |
Ziyade, çok, birçok. |
BESİSE |
Bir çeşit yemek. * Yağ ve undan yapılan bir çeşit bulamaç. * Ayrılık,
nifak, iftira, ihtilaf. |
BESİT(A) |
(C.: Besâit) Döşenmiş nesne, yer yüzü. * Yalnız tek. * Geniş yer. |
BESK |
Yırtmak. * Yarmak ve ayırmak. |
BESK |
Tükürmek. * Uzamak. * Büyümek. |
BESKELE |
f. Kapı sürgüsü, kapı mandalı. |
BESL |
Helâk etmek. * Men'etmek.* Çirkin yüzlü olmak. * Helâl ve haram. |
BESM |
Tebessüm etmek. |
BESMAN |
f. Bir muahededen, bir anlaşmadan sonra rehin olarak bırakılan şey.
Kapora. |
BESMELE |
$ in kısaltılmış ismi. Müslüman her işine Bismillah ile başlar. Yani
her işi Allah adına ve Allah için yapar. Atomlardan yıldızlara kadar her
varlık da Allah adına ve Allah için hareket eder. İnsan da Bismillah
diyemiyeceği, yani Allah'ın emri ve izni olmayan bir işi ve hareketi
yapmamak, onun emri dairesinde kalmakla gerçekten insan olur. Aksi halde
hayvanlardan aşağı dereceye iner. |
BESMELE-HÂN |
f. Besmele çeken. |
BESNE |
Yumuşak yer. |
BESNİYYE |
Alçak ve yumuşak yerde biten buğday. * Şam diyarında belli bir yerde
yetişen buğdaya da derler. |
BESR |
Çok, kesir. |
BESR |
Yüz ekşitmek. * Talep etmek, istemek. * Acele etmek. Hamlık atmak. |
BESR |
(Besere) (C.: Besûr) Vücutta çıkan bir çeşit ufak sivilce. |
BESERE-İ HABİSE |
Çıktığı yeri kangren eden ve adına da kara kabarcık denen öldürücü bir
hastalık. |
BESRİK |
(Bisrik) Hafif ve hızlı yürüyüşlü bir cins hecin devesi. |
BESS |
İçindekini açığa vurmak. * Neşretmek, yaymak. * Ayırmak. * Dert, keder.
* Merak. |
BESS |
Parça parça olmak, dağılıp serpilmek. |
BESSAM |
Güler yüzlü olan adam. Çok gülen kimse. |
BESSASE |
Mekke-i Mükerreme. |
BEST |
Döşemek.* Yaymak, neşr. |
BEST |
f. Düğüm. |
BESTA |
Uzunluk, bolluk, genişlik. Yaygın olmak. |
BESTAK |
Hizmetçi, hâdim. |
BESTE |
f. Bağlanmış, bitiştirilmiş, bağlı. * Kapalı. Tutucu. Donmuş. * Bir
nevi ipek kumaş. * Gr: "Besten" fiilinin ism-i mef'ulüdür. Kelimelerin
başına veya sonuna getirilerek mürekkeb kelimeler (Birleşik kelimeler)
yapılır. * Müzikte: Şarkının makam ve âhengi. |
BESTE-DEHÂN |
f. Dili bağlı. Ağzı kapalı, susan, sükût eden. |
BESTE-DEM |
f. Nefesi tutulmuş. |
BESTE-GÎ |
f. Bağlılık. Kapalılık. |
BESTE-KÂR |
Besteliyen. Besteci. |
BESTE-LEB |
f. Dudağı kapalı. |
BESTE-RAHİM |
f. Çocuk doğuramayan, kısır kadın. |
BESÛR |
(Besr. C.) Siğiller, sivilceler, küçük çıbanlar. |
BESÛS |
Okşadıkça süt veren deve. |
BESV |
Yüz ekşitmek. |
BEŞAAT |
Kabahat, suç. * Yiyecek ve içeceklerdeki acılık. |
BEŞAHE |
Çirkinlik. |
BEŞALE |
Harislik, hırslı olma. |
BEŞAM |
Hicaz'da yetişen bir cins ağaçtır ki, hoş kokuludur ve dallarından
misvak yapılır. |
BEŞANİKA |
Boşnaklar. |
BEŞARAT |
(Beşaret. C.) Beşaretler. (Bak: Beşaret) |
BEŞARE |
(C.: Beşâir) Hüsn, güzellik, cemâl. |
BEŞARET |
(Doğrusu Bişârettir) Müjde. Sevindirici haber. Hayırlı haber. * Müjdeye
verilen ihsan. * Yeni çıkan acib şey. |
BEŞARET-ÂVER |
Beşaret veren, müjdeci. |
BE-ŞART-I ANKİ |
f. Bu şartla ki. Şu şartla ki. |
BEŞAŞ |
(Beşeş, beşüş) Açık yüzlü. Güler yüzlü. |
BEŞÂŞET |
Güler yüzlülük. * Tazelik. |
BEŞE |
f. Atmaca kuşu. |
BEŞEL |
Hırslı kişi. Haris kimse. |
BEŞEL |
f. İki kimsenin birbiriyle tutuşması. İki şeyin birbirine sarılması. *
Beşelîden masdarından emir ki; asıl, sarıl, mânâlarına gelir. |
BEŞEM |
f. Kederli, hüzünlü, yaslı. * Hazmı güç olan şey. |
BEŞEN |
f. Uzun boy. * Beden, cisim. * Taraf, uç, kenar. |
BEŞENC |
f. Yüz güzelliği, parlaklığı. |
BEŞER |
(Beşere) İnsan derisinin dış yüzleri. * İnsan. Âdem.(Hem istikrâ-i
tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki; mahlûkat içinde en
mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünki beşer, hilkat-ı kâinattaki zâhiri
esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin
ve sebeplerin münâsebetlerini aklıyla keşfedip san'at-ı İlâhiyeyi ve
muntazam hikmetli icadât-ı Rabbaniyenin taklidini san'atcığıyla yapmak ve
ef'âl-i İlâhiyeyi anlamak için ve san'at-ı İlahiyeyi bilmek ve cüz'î ilmiyle
ve san'atlarıyla anlamak için bir mizan bir mikyas, kendi cüz-i ihtiyariyle
işlediği maddelerle Hâlık-ı Zülcelâl'in küllî, muhit ef'al ve sıfatlarını
bilerek kâinatın en eşref ve ekrem mahlûku olduğunu isbat ediyor.Hem
İslâmiyetin kâinata ve beşere ait hakikatlarının şehadetiyle, mükerrem beşer
içinde, en eşref ve en âlâsı ehl-i hak ve hakikat olan ehl-i İslâmiyet, hem
istikrâ-i tâmme ile, tarihlerin şehadetiyle, en mükerrem beşer içindeki en
müşerref olan ehl-i hakkın içinde dahi bin mu'cizâtı ve çok yüksek ahlâkının
ve İslâmiyet ve Kur'an hakikatlarının şehadetiyle en efdal, en yüksek olan
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. H.) |
BEŞERÎ |
İnsana ve insanın fıtrî hallerine mensub ve müteallik. İnsanla ilgili. |
BEŞERİYYET |
İnsanın tab' ve hilkati ve fıtrî halleri. İnsanlık. |
BEŞG |
f. Dolu; kar; çiy, şebnem. * Naz, cilve, işve. |
BEŞGEN |
(Bak: Muhammes) |
BEŞİ' |
Tadı fena olan çirkin şey; acı, ekşi. |
BEŞİR |
Müjdeli haber veren. Müjde getiren. * Güler yüzlü. Hub. Cemil. *
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir vasfı.(İşte o Zât bir saadet-i
ebediyenin muhbiri, müjdecisi; bir rahmet-i binihayenin kâşifi ve ilâncısı;
ve Saltanat-ı Rububiyetin mehasininin dellalı, seyircisi; ve künûz-u Esma-i
İlâhiyenin keşşafı, göstericisi olduğundan... S.) |
BEŞİŞE |
Açık yüzlü olmak. |
BEŞK |
Yalan söylemek. * İşleri yaramaz olmak. * Deve, sür'atle gitmek. *
Elbise dikmek. |
BEŞM |
Çok yemekten dolayı midenin dolması. |
BEŞM |
f. Kırağı; çiy. Şebnem. * Taberistan ile Rey arasında havası çok soğuk
olan bir mevki. * Dinsiz, mezhebsiz. |
BEŞME |
f. Her çubuğu ayrı ayrı beş renkte olan yollu kumaş. * İşlenmemiş ham
deri. * Göz ilâcı. |
BEŞR |
Eski fetva metinlerinde erkeği temsil eden isimlerden biri. (Bak: Zeyd) |
BEŞŞ |
Açık yüzlü olmak. |
BEŞŞAK |
Yalancı, kezzab. |
BEŞTEK |
(Beştük) f. Zarf. Vazo. Kap. Kâse. Çiniden yapılmış saksı. |
BEŞÛŞ |
(Bak: Beşaş) |
BEŞÛŞÂNE |
f. Güler yüzlüce. Hoş olarak. |
BEŞYÛN |
f. Semiz, besili, yağlı. |
BET' |
Boynu uzun olmak. * Aşikâre ve zâhir olmak. Açık ve görünür olmak. |
BET |
Çehre rengi, beniz. |
BET |
f. (Bak: Bed) |
BETA' |
İkamet. Bir yerde oturma. |
BE-TAHSİS |
Hele, hususiyle. |
BETAİN |
Astarlar.* Yatak yüzleri. |
BETAL(E) |
Bahâdır, yiğit, kahraman. |
BETALET |
(Bak: Batalet) |
BETAN |
(C.: Bitnân) Çukur yer. |
BETANE |
Büyük karınlı olmak. |
BETAR |
Çok fazla sevinmek. * Hayret. * Dehşet. * Tekebbürlenmek, gururlanmak. |
BETARE |
Eksiklik, noksanlık. |
BETAT |
Azık. Bir yolculukta gereken öteberi. * Ev eşyası. * Kesin, kat'i. |
BETATRON |
yun. Fiz: Elektronları hızlandıran elektromanyetik bir âlet. |
BE-TEKRAR |
f. Tekrar ile. |
BETER |
(Bed-ter'in muhaffefi) Daha kötü, daha fena. |
BETİ' |
Eğlenici, eğlenen. |
BETİHA |
(C.: Bitâh-Betâyih) Ufak taşlı büyük dere. * Kamışlık ve sazlık yer. |
BETİK |
Kat'etmek, kesmek. * Yapışıp bir şeyi çekmek. |
BETİL |
Hz. İsa'nın (A.S.) anası olan Hz. Meryem'in lâkabı. * Salkımları
sarkmış ağaç. * Nehirlerdeki akıntılar. * Ağacın gövdesinden veya ana
ağaçdan ayrılıp başka kök salan fidan. |
BETİLE |
(C.: Betâil) Hurma fidanı. |
BETİN |
Yalnız midesini düşünen kimse. |
BETİN |
Büyük karınlı. Şişman. * Irak, baid, uzak. |
BETK |
Kesmek, kat'etmek. * Yapışıp bir şeyi çekmek. |
BETKİŞ |
f. Atılacak okların içine konulup omuza asılan mahfaza. Ok mahfazası,
okluk. |
BETL |
Kesmek, kat'etmek. |
BETLE |
Kesilmiş, maktû. |
BETONARME |
Fr. İskeleti demir çubuklardan yapılmış olan beton. |
BETR |
Kat', kesme. * Hatalı, eksik bırakma. |
BETRA |
(Müz: Ebter) Çocuğu olmayan. Kısır. * Kuyruğu kesik dişi hayvan. |
BETRE |
Dişi eşek. |
BETT |
(C.: Betût) Kesmek, kat'. * Kilim. |
BETTÂR |
Çok kesen, fazla keskin. |
SEYF-İ BETTÂR |
Çok keskin kılıç. |
BETTAT |
Kilim satıcı. * Kesici. |
BETTE |
Kat'i. * Kesilmiş, ayrılmış, maktu'. * Tiftikten şal. |
BETTER |
f. (Bed-ter) Daha kötü. Çok fena. |
BETÛK |
f. Yuvarlak tabla, bakkal tablası ve sepeti. |
BETÛK |
Çok keskin. |
BETÛL |
(Betâl) Erkekten kaçınan nâmuslu kadın. * Hz. Fatımatüzzehra ve Hz.
Meryem'in sıfatı. |
BETV |
Durmak, ikamet. |
BETYAB |
f. Mihnet, keder, dert, gam, kaygı, elem. |
BETYAR(E) |
f. şeytan, ifrit. * Düşman, adüvv. * Görülmesi istenilmeyen şey.BE'V :
Fahirlenmek, büyüklenmek, kibirlenmek. |
BEV |
Deve yavrusunun derisi. (Bunu samanla doldurup anasına gösterirler. tâ
ki sağılmaktan kaçmasın diye.) BEV : Geri çekmek. * Lâyık olmak. * İkrar
etmek. |
BEV' |
Kulaç, kulaçlama. * Sataşma, musallat olma. * Kuytu yer. |
BEVA' |
Benzer, beraber, eş, denk. * Hazır etmek. * Doğrulanmak. * Nüzul etmek,
inmek. |
BEVABET |
Kapıcılık, kapı bekçiliği. |
BEVABÎ |
Kapıcılık, kapı bekçiliği. |
BEVADİ |
(Bâdiye. C.) Bâdiyeler, sahralar, çöller. |
BEVADİR |
(Bâdire. C.) Bâdireler, olagelen hâdiseler. |
BEVAH |
Aşikâr, meydanda, belli. Herkesin gözleri önünde. |
BEVAHE |
(Bûhe. C.) Dişi baykuşlar. * Çakır doğan kuşları. * Ahmak, ebleh
adamlar. |
BEVAHEN |
Belli olarak, âşikar. |
BEVAHİD |
Musibetler, felâketler, âfetler, belâlar. |
BEVAİK |
(Bâika. C.) Belâlar, musibetler, felâketler, âfetler. |
BEVAKİ |
(Bâki, Bâkiye. C.) Bâkiler, kalanlar, daim olanlar. |
BEVANİ |
Kaburga kemikleri. * Deve ayakları. |
BEVAR |
Mahvolma, çürüme, yok olma. * Kadının kocaya varmayıp evde kalması. |
BEVARİ |
(Bâriyye. C.) Hasırlar, ince kumaştan örülmüş hasırlar. |
BEVARİD |
(Bârid. C.) Soğutulmuş yemekler. * Omuzlarda boyun arasında, gerdanın
yanında veya kulaklar arasında ve ensede olan etler. * Sakat şeyler. |
BEVARİH |
(Bârih. C.) Şiddetli sıcaklar ve şiddetli rüzgârlar ki, adına Samyeli
denir. |
BEVARİK |
(Bârika. C.) Şimşek ve yıldırım parıltıları. * Parıltılar, gözleri
kamaştırıcı olan şeyler. |
BEVÂRİK-İ SÜYUF |
Kılıçların parıltıları. |
BEVAS |
f. Sıkıntı, keder, mihnet, elem, dert, kaygı, gam. * Yokluk. |
BEVASİR |
(Bâsur. C.) Mayasıllar, basurlar. |
BEVAŞE |
Çiftçilerin harman savurmakda kullandıkları çatal şeklindeki tahta
kürek, yaba. |
BEVATIL |
(Bâtıl. C.) Batıllar, hurafeler. Hak olmayanlar, sahteler. |
BEVATIN |
(Bâtın. C.) Gizli ve kapalı şeyler. Aşikâr olmayan şeyler. (Zıddı:
Zevahir'dir.) |
BEVATİR |
(Bâtire. C.) Keskin, çok kesen kılıçlar. |
BEVB |
Menetmek. |
BEVBAT |
Sahra, çöl, geniş kumluk araziler. |
BEVC |
Berk, şimşek. * Yorulma. * Bağırma, haykırma. |
BEVÇ |
Azamet, büyüklük, heybet. Gösteriş, ihtişam. * Zinet, süs, debdebe. |
BEVD |
Kuyu. |
BEVE' |
Geri çekmek. * İkrar etmek. * Lâyık olmak. |
BEVG |
Üstünlük, galibiyet, galib gelme. |
BEVGA |
Yumuşak toprak. |
BEVH |
Musibete, belâya uğrama; felâket gelmesi. Kederlenme. * Gizli şeyin,
sırrın açığa çıkması. |
BEVH |
Kızgınlık ve hiddetin geçmesi. * Ateşin sönmesi. |
BEVH |
Lânet etme, beddua etme, söğme. * Haberli olma. * Düşünme. |
BEVİŞ |
f. Tahmin, farzetme. |
BEVJ |
f. Şiddetli kasırga, su çevrintisi, girdap. |
BEVK |
Fenalık, düşmanlık, keder ve belâ meydana getirme. * Musibet, felâket.
* İzinsiz ve habersiz olarak bir yere aniden çıkagelme. * Çalıp çırpma. *
Yalan söz. * Boşboğaz (adam). * Şiddetli yağmur. |
BEVK |
Sıçrayıp binme. * Toplanma. Bir araya gelme. * Karışma, karmakarışık
olma. * Su kaynağını karıştırarak açma. |
BEVKA' |
Kargaşalık, karışıklık. |
BEVL |
Sidik, idrar. |
BEVLE |
Çok işeyen adam. * Kız çocuğu. |
BEVLİYE |
Tıb: İdrar yolları ve böbrek hastalıkları. Bu hastalıkların teşhis ve
tedavisiyle uğraşan tıp dalı. (Üroloji) |
BEVN |
f. Nasib, pay, hisse. |
BEVN |
İki şey arasındaki mesafe. Uzaklık. * Fazilet, meziyet. |
BEVN-İ BAİD |
Çok açıklık, uzak mesafe. |
BEVNE |
Küçük kız çocuğu. |
BEVR |
Helâk olma. Yok olma. * Sınama, deneme. * Alış-veriş sıkıntısı. *
Sürülmemiş yer. |
BEVS |
Acele, ileri geçme, ileri gitme. * Bıktırıncaya kadar israr etme. * Bir
kimseden kaçıp gizlenme. * Bir şeyin rengi. |
BEVS |
Bahsetmek. |
BEVS |
Öpmek. (Farisîden muarrebdir.) |
BEVŞ |
Her biri bir yerden gelmiş olan bir bölük cemaat. |
BEVŞ |
f. Çalım, gösteriş, debdebe, ihtişam. |
BEVT |
Zengin iken fakir düşme. Düşkünlük. |
BEVVA |
Hindistan cevizi. |
BEVVAB |
Kapıcı. * Menedici. |
BEVVAB-I Mİ'DE |
Mide kapısı. |
BEVVABAN |
(Bevvâb. C.) Kapıcılar. |
BEVVABÎN |
(Bevvâb. C.) Kapıcılar. |
BEVVAL |
Çok bevl eden, aşırı derecede işeyen. |
BEVVÂL-İ ÇEH-İ ZEMZEM |
Zemzem kuyusuna işeyen. * Mc: Yalnız şöhret kazanmak ve adı anılmak
için uygunsuz iş yapan. |
BEVVAN |
(C.: Büven-Ebvine) Çadır direği. |
BEVVEE |
Hazırladı, yerleştirdi, sâhib kıldı (meâlinde fiil). |
BEVZ |
Devamlı oturuş. Daimi oturma. * Çillerin kaybolmasından sonra yüzün
güzelleşmesi. |
BEVZ(EK) |
f. Rutubetten dolayı yiyecek ve giyeceklerde meydana gelen yeşil renkte
küf. * Ağacın, kök kısmına yakın olan yerleri. * Eşek arısı. |
BEY' |
Satmak. * Fık: Bir malı diğer bir mal ile değiştirmek. |
BEY'-İ BÂT |
Kat'i satış. |
BEY' U ŞİRÂ |
Alım-satım. Alış-veriş. |
BEYA |
f. Dolu, dolmuş. * Kapı, girilecek yer. |
BEYABAN |
f. Çöl. Sahra. * İmar olunmamış arazi. * Kır. |
BEYAD |
Mahvolma, yok olma, hiç olma. |
BEYADIKA |
(Beyâzıka) (Beydak ve Beyzak. C.) Küçük yapılı, bodur boylu ve çabuk
yürüşlü adamlar, paytaklar. * Satranç oyununda paytaklar, piyadeler. |
BEYADİR |
Harmanlar. |
BEYAH |
(C.: Büyâh) Küçük balık. |
BEYAN |
İzah. Açıklama. Anlatma. Açık söyleme. * Öğretme. * Fesahat ve belâgat.
* Edb: Belâgat ilminin hakikat, mecaz, kinâye, teşbih, istiâre gibi
bahislerini öğreten kısmı. (Bak: Belâgat) * Söz olsun, iş olsun; vukû' bulan
şeyden murad ne olduğunu o şey ile alâkası ve münâsebeti bulunan bir sözle
veya bir fiil ile açıklamaktır. |
BEYAN-I EFKÂR |
Fikirleri beyan etme, fikirleri söyleme. |
BEYAN-I HÂL |
Halini anlatma, durumunu bildirme. |
BEYAN-I İFHAMİYE |
Bildirmek ve anlatabilmek için yapılan açıklama. |
BEYAN-I TEFSİR |
Huk: Mücmel ve mübhem bir sözden maksadın ne olduğunu açıklayan beyan. |
BEYAN-I ZARURET |
Huk: Zaruri beyandır. Susmak suretiyle ifade edilen mâna, beyan-ı
zaruret kabilindendir. |
BEYANAT |
(Beyan. C.) Nutuklar, izahlar, açıklamalar, beyanlar. |
BEYANNAME |
f. Durumu yazı ile bildiren açıklama. |
BEYARE |
f. Kısa boylu ve bodur olarak yerde yetişen nebat, meyve ve sebze.
Kavun, karpuz, kabak...gibi. |
BEYARİŞ |
f. Çare. Tedbir. Deva, derman. İlâç, tiryak. |
BEYAT |
Geceleyin çalışma, geceyi işle geçirme. |
BEY'AT |
(Bak: Biat) |
BEYAVAR |
f. Meşguliyet, meşgul olma, uğraşma, iş. |
BEYAZ |
Aklık, beyazlık. * Aydınlık. * Yumurta akı. * Müsveddenin temize
çekilmesi.(Aynada saçıma baktıkça, beyaz kıllar bana diyorlar: "Dikkat et!"
İşte o beyaz kılların ihtariyle vaziyet tavazzuh etti. Baktım ki; çok
güvendiğim ve ezvakına meftun olduğum gençlik elveda diyor ve muhabbetiyle
pek çok alâkadar olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeğe başlıyor ve pekçok
alâkadar ve âdeta âşık olduğum dünya, bana "Uğurlar olsun" deyip,
misafirhâneden gideceğimi ihtar ediyor. L.) |
BEYAZÎ |
Aklık, beyazlık. * Uzunluğuna açılan yazma kitap. * Sığır dili. |
BEYD |
Helâk olmak. * Gayr, diğer. |
BEYDA |
Tehlikeli mevki. * Sahra, çöl. * Medine ile Mekke arasında bulunan düz
bir yer. |
BEYDAH |
f. Sert başlı, haşarı at. |
BEYDAHA |
İri ve şişmanca kadın. |
BEYDAK |
Piyade dedikleri nesne. (Satranç âletlerindendir.) |
BEYDANE |
(C.: Beydânât) Yabani dişi eşek. |
BEYDE |
Gr: "Enne" lâfzı gibi, "şu kadar var ki, lâkin" mânâsında istisna
edatlarındandır. |
BEYDER |
f. Ekin harmanı. * Doğru lügat. |
BEYDERÎ |
Harmancı. |
BEYDÛDET |
Mahviyet, hiçlik, yok olma. |
BEY-GÂH |
f. Pazar yeri, pazar. |
BEYGAR(E) |
f. Tekdir, azarlama, çıkışma. Sövme. |
BEYHAKÎ |
(Hi: 384-458) Büyük hadis ve fıkıh âlimlerinden olup asıl adı Ebubekir
Ahmed bin Hüseyn'dir. İmam-ı Şâfii mezhebinde sözü sened yerine geçen büyük
bir hadis âlimidir. Kendisi gibi daha birçok faziletli âlimler yetiştiren
Beyhak bölgesinin Hüsrevcurd köyündendir. "Kitab-ün Nusus-uş-Şafiî" ile
"Kitab-üs-Sünen Vel'âsar" ve "Essünen-ül-Kebir" ve bir de
"Delâil-ün-Nübüvve"gibi eserleri vardır. (K.S.) |
BEYHAN |
Sır saklamıyan, aklında ve kalbinde olanları söyleyen kimse. Boşboğaz. |
BEYHOŞ |
f. (Bihûş) Şaşkın. Akılsız. Deli. Serseri. |
BEYHÛC |
Höyük. (Tarlada ve bostanda dikerler.) |
BEYHÛDE |
f. Boşuna. Boş yere.
Faydasız. |
BEYHUŞT |
f. Kökünden çıkarılmış, dibinden koparılmış olan şey. |
BEYİN |
t. Kafatasının en büyük kısmını kaplayan, kalınca ve dayanıklı üç zarla
örtülmüş olan bir sinir merkezidir. Yumuşak ve beyazımsı bir kitle olan
beyin, duygu ve bilgi merkezidir. Ak ve boz maddeden yapılmıştır ve iki
yarım küre olarak yaratılmıştır. Yarım kürelerden birinde bir arıza
sebebiyle bu merkezin vazifesini yapamaması hâlinde diğer yarım küre o
vazifeyi yapmağa devam etmek ve ârızayı telâfi etmek özelliğinde
yaratılmıştır. Meselâ: Bir yarım küredeki görme merkezi bozulsa insan kör
olmaz. Diğer yarım küredeki merkez, bu vazifeyi devam ettirir. |
BEYİNCİK |
Art kafa çukurunda beyin kökünün üst arka kısmında bulunan merkezi
sinir sisteminin bir organıdır. Mühim bir görevi, hareketlerimizin âhenk
içinde olmasını sağlamaktır. |
BEYİT |
(Bak: Beyt) |
BEYKARA |
Kişinin başını sallayarak sür'atle gitmesi. |
BEYKEM |
f. Oda, salon, sofa. * Kasr, köşk. |
BEYKUR |
Sığır. |
BEYLEK |
f. Ferman, emir. Hüccet, vesika. |
BEYLEM |
Rende. * Kazma.* Açılmamış pamuk kozası. |
BEYLERBEYİ |
Tar: Sancak beylerinin başı. Osmanlı eyalet umumi valisi. |
BEYN |
Arası, arasında, aralık. İki şeyin arası. İkisinin ortası. Firkat.
Ayrılık. * Burnu ve ayakları uzun karga. |
BEYN-EL AHALİ |
Halk arasında, ahali arasında. |
BEYN-EL AKRÂN |
Akranlar arasında. |
BEYN-EL GUZÂT |
Gaziler arasında. |
BEYN-EL MİLEL |
Milletler arası. (International) |
BEYN-EL ULEMÂ |
Âlimler arasında. |
BEYN-NAS |
İnsanlar arasında, halk beyninde. |
BEYN-ES SEMÂ VE-L ARZ |
Yer ile gök arasında. Arz ile sema arasında. |
BEYN-EZ ZEVCEYN |
Karı-koca arasında. |
BEYNAMAZ |
(Bak: Bînamaz) |
BEYNE BEYNE |
İkisinin ortası. İkisinin arasında. Mücerred. Ne iyi, ne kötü. |
BEYNEHÜMA |
İkisi arasında. |
BEYNELMİLEL |
(Beyn-el milel) Milletler arası. Milletler arasında. International. |
BEYNİYE |
Tecvidde: Harfler okunurken sesin mükemmelen akıp akmama arasında
olması, kalın ile yumuşak arası okunması. Bu durumda okunan harfler
şunlardır: (Râ, mim, ayn, nun, lâm.) |
BEYNÛNET |
Fâsıla, iki şey arasındaki mesafe, aralık. * Fark, ihtilaf, muhalefet.
Zıddiyet, anlaşmazlık, terslik. * Ayrılmak, firkat. |
BEYR |
Helâk olmak. * Bâtıl olmak. |
BEYREM |
(C.: Beyârim) Marangoz rendesi. * Uzun ve sert taş.* Bir yeri kazmakta
kullanılan kazma âleti. |
BEYSAN |
Şam hududunda bir yerin adı. |
BEYT |
Ev, oda,hane. * Geceyi bir işle geçirmek. * Edb: İki satırlık manzume. |
BEYT-ÜL ANKEBÛT |
Örümcek yuvası. * Mc: Derme çatma yapılmış ev. * Dayanıksız ve
kuvvetsiz şey.(İnkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın dinde
hissesi; beyt-ül ankebût gibi zayıf düşmüş cehalettir, onu korkutur...
Takliddir, onu telâşa düşürttürür. Zira itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin
vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükümetin cebinden zannettiğinden;
kalbini, aklını da hükümetin kesesinden tahayyül eder, korkar. M.N.) |
BEYT-İ ATİK |
Kâbe-i Muazzama. (Çok eskiden beri Cenab-ı Hak tarafından her türlü
tehlikelerden korunduğu ve kurtarıldığı ve hiçbir kimsenin ona mâlik olmayıp
aslının hür olduğundan kinaye olarak bu isim verilmiştir.) |
BEYT-ÜL ARUS |
Gelin odası. |
BEYT-ÜL KASİD |
Edb: Kasidenin seçilmiş en güzel beyti. |
BEYT-ÜL MAKDİS |
Mukaddes ev. Beyt-ül Mukaddes de denir. Çok eskiden Peygamberlerin inşâ
ettikleri kudsî mâbet. Bir ismi de Mescid-ül Aksâdır. * İnsanın, Cenab-ı
Hak'tan başka kimse ile tatmin olmayan kalbine de aynı isim verilir. |
BEYT-İ MA'MÛR |
İ'mar edilmiş ev. * Kâbe'nin bir ismi. |
BEYT-İ MURASSA' |
Edb: Mısrâların ikisi de kafiyeli olan beyit. |
BEYT-ÜZ ZİFÂF |
Gelin odası. * Edb: Aynı vezinde iki mısra'dan ibâret söz. |
BEYTAR |
Yarılmak. |
BEYTAR |
Nalbant. * Baytar, veteriner. Hayvan hastalıkları hekimi. |
BEYTARA |
Yarılmak. * Hayvan hekimliği, baytarlık. |
BEYTAŞÎ |
(Bak: Bektaşî) |
BEYTULLAH |
Kâbe, câmi, mescid gibi ibadet edilen yer. |
BEYTÛTET |
(Beyt. den) Gece kalma, geceleme. * Ayırmak, teferruk. * Gece baskın
yapmak. |
BEYT-ÜL GAZEL |
Edb: Gazelin en güzel olan beyti. |
BEYT-ÜL HARAM |
(Beyt-ül Haram) Kâbe-i Muazzama'nın etrafının bir ismi. Kâfirlerin
yaklaşmaları men' edildiği, onlara haram olduğu için bu isimle alınır. (Bak:
Kâbe) |
BEYTÜLMAL |
(Beyt-ül mâl) İlk defa Hz. Muhammed (A.S.M.) tarafından kurulan ve
gelir kaynaklarıyla sarfiyat yerleri şer'î olarak tayin edilmiş İslâm
devletinin mâliye hazinesi.Gelir kaynakları: 1- Zekât ve sadakalar. 2-
Ganimetler. 3- Fey=Zekât ve ganimet dışında kalan ve beyt-ül male ait olan
mallar.Beyt-ül malden yapılan harcamalar şu kimseleri ihtiva eder:1-
Fakirler ve miskinler. 2- Zekât memurları. 3- Borçlular. 4- Yolda kalmış
olanlar ve garipler. 5- Azat etmek üzere köle satın alanlar. 6- Allah
yolunda cihad edenler. 7- İslâma ısındırmak ve yakınlaştırmak için gönlü hoş
tutulması gerekenler. |
BEYÛ |
f. Gelin. |
BEYÛG |
f. Gelin. |
BEYÛGANÎ |
f. Düğün. |
BEYÛN |
f. Afyon. |
BEYÛN |
Dip tarafı geniş olan kuyu, bostan kuyusu. |
BEYÛS |
f. Arzu, istek, taleb. * Ümit. * Tamah. * Alçak gönüllülük.
Mütevazilik. |
BEY' U ŞİRA |
Alım-satım. Alış-veriş. (Bak: Bey') |
BEYUZ |
Yumurtlayan tavuk. |
BEYYA' |
(Bey'. den) Dellal. * Alıp satan kimseler. * Perâkende olarak satış
yapan küçük tüccar. |
BEYYAB |
Saka, sucu. |
BEYYAHE |
Balık ağı. |
BEYYİN(E) |
Aşikâr. Açıklanmış. Gün gibi vâzih delil. * Müteaddit noktaları beyan
eden ve açıklayan.* Şâhid. İsbat vasıtası. Kavi bürhan. |
BEYYİNE-İ ÂDİLE |
Huk: Adaletli kimselerin şehadetleri. |
BEYYİNE SÛRESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 98. suresi olup "Kayyime, Münfekkin, Beriyye,
Lemyekün" Sûresi gibi isimlerle de söylenir. |
BEYYİNAT |
(Beyyine. C.) Beyyineler. Bürhanlar. |
BEYYİNEN |
Vâzıhan, aşikâr olarak, alenen, açık olarak. |
BEYZ |
(C.: Büyuz) Yumurta. * Kuşun yumurtlaması. * Hayvanların bilhassa atın
ayaklarında çıkan yumurta iriliğindeki şişler. |
BEYZA |
(Müe.) Parlak. Beyaz. Sefid. * Afet, dâhiye, belâ, musibet. |
BEYZA |
Yumurta. * Demir başlık. * İnsanın hayası. Husye. |
BEYZAT-ÜL BELED |
Devekuşu yumurtası. * Mc: Aciz, zelil kimse. |
BEYZAT-ÜD DÎK |
Horoz yumurtası. * Mc: Bulunmaz şey. |
BEYZAT-ÜL HARR |
Şiddetli sıcaklık. |
BEYZAT-ÜL HIDR |
Kapalı, örtülü güzel kadın. |
BEYZA' |
(C.: Biyâz) Kasaba, köy. * Güzel yüzlü kadın. (Müz: Ebyaz) |
BEYZADE |
Osmanlı Sultanlarının oğulları. * Bey oğlu. Babası reis veya âmir olan.
* Soylu, asil, necib. |
BEYZAH |
İri yapılı, etine dolgun, şişmanca adam. |
BEYZAN |
Beyazlar, aklar. |
BEYZAR(E) |
Geveze, çok konuşan. |
BEYZARE |
Büyük ve uzun sopa. |
BEYZAT-ÜL İSLAM |
İslâm milleti. * İslâm'ın yayıldığı saha, İslâm ülkesi. * İslâm'ın
hakiki merkezi. |
BEYZAVÎ |
Vefatı (Hi: 685) Büyük âlim ve müfessirlerdendir. Yazdığı Tefsiri
"Beyzavî" ismiyle meşhurdur. Tebriz'de medfundur. (K.S.) |
BEYZAVÎ |
(Beyzî) Yumurta gibi. Yumurtaya benzer şekil. |
BEZA |
Konuşmada açık saçıklık. * Hayasızlık, utanmazlık. |
BEZAAT |
Sermaye. |
BEZADÎ |
Mavimsi bir cins değerli taş. Küçük yakut. |
BEZAGA |
Ortaklık, şirket. |
BEZAGA |
f. Kertenkele, keler. |
BEZAH |
Büyüklenmek. Kibir, gurur. |
BEZANE |
f. Esici. Esen rüzgâr. |
BEZAZET |
Perişanlık, pejmürdelik. Kıyafetin düzgün ve intizamlı olmayışı. |
BEZAZET |
Bezcilik. Manifaturacılık. |
BEZBAZ |
f. Hindistan cevizinin kabuğu. |
BEZBEZE |
şiddetle sarsma, depretme. * Sür'atli yürüme. Kaçma. |
BEZBEZE |
Galibiyet, zafer, galebe, üstünlük. * Sıkılma, daralma. * Kısmet,
nasib, pay. Hisse. |
BEZE |
Bez. |
BEZE |
Miskin, zavallı. |
BEZE |
f. Kabahat, suç, hata. Günah. |
BEZEC |
(C.: Bezecât) Boyun çekmek. * Laf vurmak. * Kuzu, hamel. |
BEZEK |
Zinet, süs, debdebe, gösteriş. |
BEZEKÂR |
f. Suçlu, günahkâr. |
BEZEKÂRÎ |
f. Suçluluk, günahkârlık. |
BEZER |
Gevezelik, boşboğazlık, çok konuşmaklık. |
BEZESTEN |
f. Değerli eşyanın satıldığı kapalıçarşı. |
BEZEVEN |
Sıçramak. |
BEZG |
Yarmak, şakk. * Neşter vurmak. |
BEZHA' |
Göğsü dışarı çıkıp arkası içeri giren kadın. |
BEZİ' |
Uslu, akıllı, zarif çocuk. * Zarif. |
BEZİE |
Çirkin, kabih. Otsuz yer. |
BEZİM |
Boncuk dizilen iplik. |
BEZİM |
Kuvvetli, güçlü kişi. * Hiddet ve kızgınlığını belli etmeyip soğukkanlı
olarak hareket eden kişi. |
BEZİR |
Geveze, fazla konuşan. |
BEZİR |
Ekilecek tohum, tane. * Keten tohumundan çıkarılan bir yağ. Bu yağ,
yağlıboya yapmakta kullanılır. |
BEZİRGAN |
(Bâzâr-gân) f. Tacir, tüccar, alışveriş eden esnaf. Efendi ve ağa
yerine Yahudiler için söylenen ünvandır. |
BEZİYY |
Hayâsız, utanmaz kimse. |
BEZK |
Tükürmek. |
BEZL |
Bol. Bol bol verme. Esirgemeden vermek. |
BEZL-İ CAN |
Canını esirgemeden vermek. |
BEZL-İ CEHD |
Gücü yettiği kadar çalışma. |
BEZL-İ NÜKUD |
Parayı bol verme, para dökme. |
BEZLA' |
Kavi, sağlam, muhkem. * İyi fikir. |
BEZLE |
f. Lâtife, hoşa giden kibar ve nâzik söz. Şaka tarzında söylenen söz. *
Ahenk ile okunan şiir. |
BEZLE-BÂZ |
f. Şakacı, lâtifeci. |
BEZM |
Yayın kirişini çekip, sonra salıverme. * Bir şeyi diş ucuyla ısırma. |
BEZM |
f. Sohbet meclisi. Muhabbet yeri. Yiyip içme, îş u nûş. Meclis. |
BEZM-İ AŞK |
Aşk meclisi. |
BEZM-İ CİHÂN |
Dünya meclisi. Dünya. |
BEZM-İ ELEST |
Cenab-ı Hak ruhları yarattığında "Ben Rabbiniz değil miyim? meâlinde: $
diye sorduğunda, ruhlar, $ "Evet Rabbimizsin" diye cevap vermeleri ânına
"Elest meclisi" veya "Bezm-i elest" tabir edilir. |
BEZM-İ GAM |
Gam meclisi. |
BEZM-İ HÂSS |
Hususi meclis. |
BEZM-İ SAFÂ |
Safâ meclisi, eğlence meclisi. |
BEZME |
Gündüzleyin yenilen bir öğün yemek. |
BEZME |
f. Muhabbet ve sohbet meclisinin bir köşesi. |
BEZMGÂH |
f. Eğlence yeri. |
BEZR |
Tohum. Keten tohumu. Mercimek, bakla, arpa gibi taneli tohum. |
BEZR |
f. Ziraat, ekim. |
BEZRE |
Koltuk kılının az olması. Yüzük halkası. |
BEZREKA |
(Bak: Bedraka) |
BEZR-GER |
f. Çiftçi, ekinci. Tohum serpen. |
BEZR-KÂR |
f. Ekinci, çiftçi. Tohum saçan. |
BEZV |
Beraberlik. * Denk, eşit, misil. |
BEZV |
Et çok olmak. * Ağaçlar sık bitmek. |
BEZYÛN |
Altın işlemesi atlas ki, adına sündüs denilir. * İnce kumaş. |
BEZZ |
Galip olmak. |
BEZZ |
Keten veya pamuktan mamul dokuma. |
BEZZAZ |
Bez satan. Manifaturacı.* Muhaddislerden bir zatın nâmı. |
BEZZAZİSTAN |
f. Esnaf çarşısı. Bedestan. |
BEZZE |
Hor ve hakir olmak. |
BID' |
(Bıd'a) Geceden bir kısım. * Üçten ona ve onikiden yirmiye varana kadar
olan sayılar. * Cima, nikah. |
BIDAA(T) |
Bilgi. * Sermaye. |
BIDADA |
Derinin nazik ve yumuşak olması. |
BIDIŞGAN |
Sarmaşık otu. |
BIGA' |
Zina etmek. |
BIGYE |
Azgınlık. * Sıçramak. |
BIGZA |
şiddetli nefret. Hiç sevmeyiş. |
BIHRİT |
Mücerred ve hâlis nesne. |
BIKA |
(Buka. C.) Topraklar, memleketler, ülkeler. |
BILGIN |
Musibet, belâ, felâket, âfet. |
BINGILDAK |
Yeni doğmuş olan çocuğun kafasının üst tarafı. Bu kısım yumuşaktır. |
BIRANDA |
Alm. Savaş gemilerinde, askerlerin yattığı asılı yatak. |
BIRTIL |
(C.: Berâtıl) Rüşvet. * Meşru olmayarak, kanunen bir iş gördürmek için
vazifeli olan kimseye rüşvet olarak verilen şey ki, para vesair
menfaatlardır. |
BITA |
Ağır davranma, gevşek davranma, gecikme. |
BITAKA |
(C.: Batâik) Varaka, pusla kâğıdı. |
BITANE |
Gizlenilen hâl. Gizli şey. Herkesin görüp bilmesi istenilmeyen ve
aşikâr olmayan şey. * Mahrem, sırdaş. * Astar. * Bir şehrin ortası, merkezi. |
BITN |
Zengin. * Bodur. * Obur. * Şaşkın. * Yalnız kendi nefsini düşünen. |
BITNA |
Malın, paranın ve servetin ziyadeliğinden doğan sürur, sevinç. * Mide
dolgunluğu. |
BITR |
Bir şeyin boş yere zâyi olması. * İnkâr etmek. |
BITRİK |
(C: Betârika) Reis. * Emir. * Çavuş. |
BITTA |
Yağ koydukları bardak. |
BITTİH |
Karpuz. Kavun. |
BIZR |
Beyhûde, boşu boşuna. |
Bİ- |
Başına eklendiği kelimeyi "e" haline getirir. İle, için mânâlarını
vererek Farsçadaki "be" edatıyla aynı vazifeyi görür. Harf-i cerdir. Yâni;
kendinden sonraki kelimeyi esre ("İ" diye) okutur. Yemin için de kullanılır. |
BÎ |
f. Kelimenin başına getirilerek o kelime menfi yapılır.Misâlleri için,
"BİA" kelimesinden sonraki kelimelere bakınız. |
Bİ |
f. İstek bildirmek için emir sigasının başına getirilr. Meselâ: |
BİCU |
( Custen : Aramak) mastarının emir köküne "bi" eklenerek yapılmıştır.
Ara, bul mânasında emirdir. |
BİA |
(C: Biyâ) Kilise. |
BÎ-AB |
f. Susuz, kuru. * Donuk. * Rezil, utanmaz, hayasız. |
BÎ-ADD |
Sayısız. |
BÎ-ADİL |
Eşsiz. Eşi olmayan. |
BÎ-AMAN |
Amansız. |
BÎ-AR |
Arsız, hayasız, utanmaz. |
BİAS |
Deprenmek, ıztırab. |
BİAT |
Bağlılığını, itimadını bildirmek. Birisinin hakemliğini veya
hükümdarlığını kabul etmek. El tutarak bağlılığını alenen izhar etmek.
Bağlılığını tazelemek. * Rey vermek. |
BİAT-I RIDVAN |
Kur'an-ı Kerim'in 48. Sûresi olan Fetih Sûresinde zikri geçen, Hz.
Peygamber'e (A.S.M.) bağlılıklarını bildiren sahabelerin biatlarıdır. 1400
veya daha fazla olduğu bildirilir. Bu cemaata Ashab-ı Rıdvan da denir.
(R.A.) |
BÎ-BAHA |
Bahasız, Çok değerli. |
BÎ-BEHRE |
Nasibsiz. Mahrum. |
BÎ-BEKA |
Bekasız, devamsız. |
BİBERON |
Fr. Emzik. |
BİBİ |
Hala, babanın kızkardeşi. |
BÎ-BİDAAT |
f. Sermayesiz. |
BİBLİYOGRAF |
yun. Kitaplar üzerinde geniş bilgisi olan kişi. |
BİBLİYOGRAFYA |
yun. Kitaplar hakkında bilgi. Belirli mevzular üzerindeki neşriyatın
tamamı. |
BİBLO |
Fr. Salonlarda, masaların ve rafların üzerine süs için konan vazo gibi
küçük eşya. |
BÎ-BÜNYAD |
f. Esassız, temelsiz. |
BÎ-CA |
f. Yersiz. |
BİCAD |
Hz. Abdullah'ın lâkabı. * Çizgili olarak yol yol dokunmuş aba, kilim,
halı. |
BİCAD |
f. Yakuttan daha az değerli kırmızı bir taş. * Kırmızı dudak. |
BİCADE |
Alaca boncuk. |
BİCAL |
Büyük gövdeli şey. Azîm.
Cesîm. |
BÎ-CAN |
f. Ruhsuz, cansız. |
BÎ-CİĞER |
f. Korkak, ciğersiz, yüreksiz. |
BİCİŞK |
f. Bilgin, hakîm. * Serçe kuşu. |
BİCRİT |
Temiz, hâlis şey. |
BİCÛ |
(Custen: Aramak) mastarının emir köküne "bi" eklenerek yapılmıştır.
Ara, bul meâlinde emirdir. |
BÎ-ÇARE |
f. Çaresiz. Zavallı. Şaşkın. |
BÎ-ÇAREGÂN |
f. Zavallılar. Biçareler. |
BÎ-ÇAREGÎ |
f. Zavallılık, biçarelik. |
BÎ-ÇAREVÂR |
f. Zavallı gibi, biçare gibi. |
BİÇİŞK |
f. Doktor, hekim. |
BİÇİZ |
f. Pek küçük ve değersiz şey. |
BİÇREK |
f. Kandırılıp aldatılarak kendisiyle daima alay edilen kimse. |
BÎ-ÇÛN |
f. Emsalsiz, eşsiz, ortaksız, benzersiz. * Sebep sorulmaz. (Allah C.C.) |
BİD |
Yok olma. |
BİD |
f. Söğüt ağacı. |
BİD' |
Birden dokuza kadar veya üçten ona; yahut da onikiden yirmiye kadar
olan sayılar. Birkaç. * Gecenin bir kısmı. |
BİD' |
İlim, şecaat ve şerafette kâmil ve yegâne. * Yeni. |
BİDA' |
(Bid'at. C.) Bid'atlar. Sonradan meydana çıkan şeyler. (Bak: Bid'at) |
BİDAA |
(Bidâat) Sermaye, ana para. * Tahsil olunmuş ilim. |
BÎ-DAD |
Zâlimlik. Zulüm. İşkence. Adaletsizlik.Ne mümkün zulm ile bî-dâd ile
imhâ-yı hakikat.Çalış, kalbi kaldır muktedirsen âdemiyyetten. |
BÎ-DADGER |
f. Gaddar, zâlim, hain. |
BÎ-DADGERÎ |
f. Gaddarlık, hainlik, zâlimlik. |
BÎ-DADÎ |
Adaletsizlik. Zâlimlik. |
BİDAH |
f. Sert başlı, huysuz at, aygır. |
BİDAL |
Bir şeyi başka diğer bir şeyle değiştirme, tırampa etme. |
BİDANET |
Semizlik, besililik, yoğunluk. |
BÎDAR |
f. Uykusuz, uyumayan. Uyanık. |
BÎDAR-BAHT |
f. Mutlu. |
BÎDAR-DİL |
f. Uyanık, aydın. |
BİDARE |
f. Tutkun, âşık, düşkün. |
BÎ-DARÎ |
Uyanıklık. Dikkatlilik. |
BİD'AT |
(Bid'a) Sonradan çıkarılan âdetler. * Fık: Dinin aslında olmadığı
hâlde, din namına sonradan çıkmış olan adetler. Meselâ: Giyim ve
kıyafetlerde, cemiyet (toplum) hayatındaki ilişkilerde, terbiye ve ahlâk
kurallarında, ibadet hayatında yani dinin hükmettiği her sahada, dine uygun
olmayan şekiller, tarzlar, kurallar, âdet ve alışkanlıklardır ki, insanı
sapıklığa götürür. Din âlimleri tarafından din namına beğenilen ve dinle
ilgili yeni icad ve hükümlere bid'a-yı hasene; beğenilmeyip tasvib
görmeyenlere de bid'a-yı seyyie denilmektedir. (Bak: Sünnet, Fitne)(Resul-i
Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: $ Yâni $ sırrı ile: Kavaid-i
Şeriat-ı Garra ve desatir-i Sünnet-i Seniyye, tamam ve kemalini bulduktan
sonra yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ, nâkıs
görmek hissini veren bid'aları icad etmek, dalâlettir, ateştir.Sünnet-i
Seniyyenin merâtibi var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kısım, Şeriat-ı
Garrâ'da tafsilâtiyle beyan edilmiş, onlar muhkemattır. Hiçbir cihette
tebeddül etmez. Bir kısmı da nevâfil nev'indendir. Nevâfil kısmı da, iki
kısımdır. Bir kısmı, ibadete tâbi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi
Şeriat kitablarında beyan edilmiş. Onların tağyiri bid'attır. Diğer kısmı,
"Âdâb" tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitablarında zikredilmiş. Onlara
muhalefete, bid'a denilmez. Fakat, âdâb-ı Nebeviyeye bir nevi muhalefettir
ve onların nurundan ve o hakiki edebden istifade etmemektir. Bu kısım ise
(örf ve âdat) muamelât-ı fıtriyede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın
tevâtürle mâlum olan harekâtına ittiba etmektir. Meselâ: Söylemek âdâbını
gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlâtın âdâbının düsturlarını
beyan eden ve muaşerete taalluk eden çok Sünnet-i Seniyyeler var. Bu nevi
Sünnetlere "âdâb" tabir edilir. Fakat o âdâba ittiba eden, âdâtını ibadete
çevirir. O âdâbdan mühim bir feyz alır. En küçük bir âdâbın mürâatı, Resul-i
Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı tahattur ettiriyor; kalbe bir nur veriyor.
Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire
de taalluk eden sünnetlerdir. Şeâir, adeta hukuk-u umumiye nev'inden
cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasiyle o cemiyet umûmen istifade
ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes'ul olur. Bu nevi şeâire riya
giremez ve ilân edilir. Nâfile nev'inden de olsa, şahsi farzlardan daha
ehemmiyetlidir. L.)(Sünnet-i Seniyyenin herbir nev'ine tamamen bilfiil
ittiba etmek, ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa
da, binniyyet, bilkasd tarafdarane ve iltizamkârane talib olmak, herkesin
elinden gelir. Farz ve vâcib kısımlara zaten ittibaa mecburiyet var. Ve
ubûdiyyetteki müstehab olan Sünnet-i Seniyyenin terkinde günah olmasa dahi,
büyük sevabın zâyiatı var. Tağyirinde ise, büyük hata vardır. Adat ve
muamelâttaki Sünnet-i seniyye ise, ittiba ettikçe, o âdât, ibadet olur.
Etmese itab yok. Fakat, HABİBULLAH'ın âdâb-ı hayatiyesinin nurundan
istifadesi azalır. Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar, bid'attır. Bid'atlar
ise, $ sırrına münafi olduğu için merduddur. Fakat, tarikatta evrad ve ezkâr
ve meşrebler nev'inden olsa ve asılları Kitab ve Sünnet'ten ahzedilmek
şartiyle ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mukarrer olan
usul ve esâsat-ı Sünnet-i Seniyeye muhalefet ve tağyir etmemek şartiyle,
bid'a değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim, bunlardan bir kısmını bid'aya
dahil edip, fakat "bid'a-i hasene" namını vermiş. İmam-ı Rabbâni Müceddid-i
Elf-i Sâni (R.A.) diyor ki: "Ben seyr-i sülûk-u ruhanide görüyordum ki:
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan mervi olan kelimat, nurludur.
Sünnet-i Seniyye şuaı ile parlıyor. Ondan mervi olmayan parlak ve kuvvetli
virdleri ve hâlleri gördüğüm vakit, üstünde o nur yoktu. Bu kısmın en
parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bundan anladım ki: Sünnet-i
Seniyyenin şuaı, bir iksirdir. Hem o Sünnet, nur isteyenlere kâfidir,
hariçte nur aramağa ihtiyaç yoktur." L.) |
BİD'AT-ÜZ ZAMAN |
Zamanın bid'ası. Yeni çıkan harikulâde şey. Zamanın acib ve garibi. |
BİDÂYET |
Başlangıç. İlk önce. Evvel ve ibtida. İlk olarak. |
BİDÂYETEN |
İlk olarak. |
BİDAYET MAHKEMESİ |
Bu tâbir eskiden Asliye Mahkemeleri için kullanılırdı. |
BİDDE |
Derman, tâkat, güç, kuvvet. |
BÎDEVLET |
f. Mutsuz, zavallı. |
BİDH |
Geniş ova. |
BÎ-DİL |
f. Ürkek, korkak. * Âşık. * Kalbsiz, gönülsüz. * Nüktesiz. |
BÎ-DİMAĞ |
f. Kafasız, akılsız. |
BÎ-DİN |
f. Dinsiz. * Merhametsiz, acımasız. |
BÎ-DİRENG |
f. Durmıyan, oyalanmayan, eğlenmeyen, çabuk. |
BÎ-DİRİĞ |
f. Esirgemeyen, elinden geleni yapan. * Esirgenmeyen. |
BİDİSTAN |
f. Söğütlük. |
BİD'İYYAT |
(Bid'a. C.) Bid'alar. (Bak: Bid'a) |
BİDRE |
Ağaç kurdu. |
BİDRÛD |
f. Sağlık, salimlik, selâmet. |
BÎ-DUHT |
f. Kızı olmıyan. * Zühre Yıldızı. |
BİE |
Yurt, konak. |
BÎ-EDEB |
Edebsiz. Terbiyesiz. |
BÎ-EMANÎ |
Emin olmamak. Emniyetsizlik. |
BÎ-ENBAZ |
şeriki ve benzeri ve eşi olmayan, eşsiz. Allah (C.C.) |
Bİ-ESRİHİ |
Hep birlikte, hep bir arada. |
BİET |
Bir menzile konma. * Hal, durum, nitelik, keyfiyet. |
BÎ-FASAL |
(Kürtçe) Fırsat vermeyen, kocaman mahlûk. |
BÎ-FETRET |
(Bilâ-fetret) Dâimâ, kesiksiz olarak. |
BÎ-GAH |
f. Vakitsiz, zamansız. |
BİGAL |
f. Kargı, mızrak. |
BİGAL |
(Bagl. C.) Katırlar, esterler. |
BÎ-GÂNE |
Kayıtsız. Alâkasız. * Aldırışsız. Yabancı. Dünya ile alâkayı kesmiş
olan. |
BÎ-GÂNEGÎ |
f. Yabancılık. |
BÎ-GAREZ |
f. Garezsiz. * Taraf tutmıyan, tarafsız. |
BÎ-GAYAT |
(Bi-gaye. C.) f. Sonu olmayanlar, sonsuzlar. |
BÎ-GAYE(T) |
Gayetsiz, sonsuz. * Gayesiz. |
BÎ-GERAN |
f. Sınırsız. |
BÎ-GIŞŞ |
f. Hilesiz, safi, karışıksız. * Samimi. |
BÎ-GÜMAN |
f. şeksiz, şüphesiz. |
BİH |
O, onu, ona, ondan, onunla mânâlarına gelir. |
BİH |
f. Menba, kaynak. * Temel, asıl, kök. |
BİH |
f. Yeğ, iyi. * Ayva. |
BÎ-HABER |
f. Habersiz, bilgisiz. |
BİHAH(E) |
Ses kısıklığı. |
BİHAK |
Erkek kurt. |
BİHAK |
Gözsüz etmek, kör etmek. |
Bİ-HAKKINÌ |
Tamamıyla, hakkıyla. |
BİHAM |
Dolu, memlû. |
BİHAN |
(Bih. C.) f. İyiler, iyi adamlar. |
BÎ-HANÜMAN |
f. Çoluk çocuksuz, yersiz yurtsuz. |
BİHAR |
(Bahr. C.) Denizler. Deryalar. * Mc: İlmi çok olan âlimler. |
BÎ-HAR |
f. Dikensiz. |
BÎ-HAREKET |
f. Kımıldamıyan, hareketsiz. |
BİHASEB-İL ÂDE |
Âdet kabilinden, âdet kabul ederek. |
BÎ-HASIL |
f. Ebedî, sonsuz, nihayetsiz, bâki. * Verimsiz, faydasız. |
BÎHASTE |
f. Şaşkın. Yorgun. Aciz. |
BİHBUD |
f. Sağlam, sıhhi vücud, iyi, sağ. |
BÎ-HEMAL |
f. Benzersiz, eşsiz. |
BÎ-HEMTA |
f. Eşsiz. Dengi olmayan. Benzersiz. |
BÎ-HENGAM |
f. Vakitsiz, zamansız. |
BÎ-HESAB |
f. Sayısız, hesapsız. |
BİH-GÜZİN |
f. Sarraf. * Bir şeyin en güzelini seçen. |
BİHİ |
f. Ayva. |
BÎ-HİCAB |
Hicabsız, perdesiz, âşikâr olarak. |
BİHİM |
O, onları, onlara, onlardan, onlarla mânâlarına gelir ve zamirdir. |
BİHİMA |
O ikisi, o ikisine, o ikisinden, o ikisiyle mânâlarına gelir ve
zamirdir. |
BİHİN(E) |
f. En iyi, pek iyi, seçkin. * Hallaç. |
BİH-KEN |
f. Kökünden çıkaran, kök söken. |
BİHNANE |
f. Beyaz ve has ekmek. |
BÎ-HOD |
f. Çılgın, kendinden geçmiş olan, ne yaptığının farkında olmayan. *
Bayılmış. |
BİHR |
Ağız kokusu. |
BİHRAM |
f. Savm, oruç. |
BİHRED |
Akıllı kimse. |
BİHTE |
f. Kalburdan geçirilmiş, elenmiş. |
BİHTER(EK) |
f. En iyi, daha iyi. |
BİHTEREK |
f. Farslılarca, 120 senede bir def'a 13 ay kabul edilen yılın ismi. |
BİHTERÎ |
f. Üstünlük, en iyi ve üstün olma. |
BİHTERÎN |
f. Pek iyi, en iyi. |
BÎ-HUDE |
f. Boşuna, beyhude, boşu boşuna. |
BÎ-HUŞ |
Akılsız. Sersem, bunak. |
BÎ-HUZUR |
f. Rahatsız, huzursuz, tedirgin. |
BÎ-İDAD |
Sayısız. * Eşsiz, benzersiz. * Denksiz. |
BÎ-İHTİYAR |
İhtiyarsız. Elinde olmadan. |
BÎ-İNSAF |
f. Acımasız, insafsız. |
BÎ-İNTİHA |
f. Sonsuz, nihâyetsiz. |
BÎ-İRTİYAB |
f. Şüphesiz. |
BÎ-İŞTİBAH |
Şüphesiz. Şeksiz. |
Bİ-İZNİLLAH |
Allah'ın izni ile. |
BİJE |
f. Safi, halis, katıksız, sade, sırf. * Hususiyle. |
BİJENG |
f. Kapı anahtarı, miftah. |
BİKA |
Mercimek. |
BİKA' |
(Buk'a. C.) Ülkeler, memleketler. Topraklar, yerler. |
BÎ-KÂR |
f. Kârsız, işsiz kimse. Bekâr kişi. (Bekârlık, bikârların kârıdır.
İşârât) |
BÎ-KARAR |
Kararsız. |
BÎ-KAYD |
Kayıtsız, şartsız. *Alâkasız, aldırmaz. |
BÎ-KERAN |
(Bî-girân) f. Sınırsız, sonsuz. * Kenarsız. * Hesabsız. |
BÎ-KES |
Kimsesiz. |
BÎ-KIYAS |
f. Kıyassız, ölçüsüz. |
BİKLE |
Fıtrat, yaradılış, tabiat. * Kılık, kıyafet. Şekil, biçim. |
BİKR |
(Bikir) Bozulmamış. Temiz. * Bekâr. El sürülmemiş. * Her şeyin evveli.
* Eşi benzeri görülmemiş, misli sebkat etmemiş her amel ve vaziyet. |
BİKR-İ FİKİR |
f. İlk olarak söylenen fikir. |
BİKR-İ MAZMUN |
İlk def'a söylenmiş mazmun. (Bak: Mazmun) |
BÎ-KUSUR |
f. Eksiksiz, kusursuz, tam, mükemmel. |
Bİ-KÜNEM |
Yapayım. |
Bİ-KÜN TEVBE |
Tevbe et. |
BİLÂ |
Olmayarak, sahib olmıyan "...sız,...siz" mânâları yerine kullanılan
edattır. Kelimenin başına getirilerek menfi mânâ hasıl olur. |
BİLÂ-ADDİN |
f. Sayısız. Adetsiz. |
BİLÂ-BEDEL |
Bedelsiz. Ücretsiz, meccanen. |
BİLABİL |
Elem, keder, tasa, dert, gam. * Telâş. |
BİLÂD |
(Belde. C.) Beldeler. Diyarlar. Memleketler. Şehirler. |
BİLÂD-I ÂMİRE |
İmar edilmiş, yapılmış beldeler. * Devlet idaresindeki yerler. |
BİLÂD-I CESİME |
Büyük ülkeler. |
BİLÂD-I SELÂSE |
Eskiden İstanbul, Edirne ve Bursa'nın üçüne birden verilen isim. |
BİLADE |
f. Müzevvir, fâsid, fesatçı, ispiyon eden. |
BİLÂ-FAİZ |
Fâizsiz. |
BİLÂ-FASILA |
Fâsılasız, aralıksız, durmadan. |
Bİ-L-AHİRE |
Sonra, sonradan, sonunda. |
BİLÂ-İSTİSNA |
İstisnâsız, ayırt etmeksizin. |
BİLÂ-KAYD U ŞART |
Kayıtsız şartsız. |
BİLAKİS |
Aksine. Tersine. Zıddına. |
BİLAL |
Siyah ve beyaz, yâni kara ile ak olmak. (Bak: Belal) |
BİLAL-İ HABEŞÎ |
Resûl-i Ekrem'in (A.S.M.) müezzini idi. Sesi çok güzeldi. Ezan okurken
çokları ağlardı. Kölelikten Hz. Ebu Bekir-i Sıddîk (R.A.) satın alıp azâd
etmişti. Her gazada hazır bulunmuştu. (Hi: 20) de dâr-ı bekaya göçtü. (R.A.) |
BİLANÇO |
ing. Ticarî bir müessesenin muayyen bir devre sonunda alacak verecek
durumunu göstermek üzere meydana getirdiği cetvel. * Mc: Herhangi bir işte
belirli bir müddet sonundaki iyi ve kötü neticelerin karşılıklı durumu. |
BİL'ASALE |
Bizzat. Kendisi. Eli ile. Başkasını vâsıta etmeden. Asâleti ile. |
BİLÂ-SEBEB |
Sebepsiz. |
BİLÂ-TEEMMÜL |
Düşünmeden. Düşünmeksizin. Dikkatli olmadan. |
BİLÂ-TEVAKKUF |
Durmadan, tereddüt etmeden. |
BİLÂ-UDUL |
Dönmeden, sapmadan. Udul etmeden. |
BİLÂ-ÜCRET |
Parasız, ücretsiz. |
BİLÂ-VASITA |
Vasıtasız. Araya biri girmeden, doğrudan doğruya. |
BİL'AYAN |
Açık olarak. Meydanda olarak. |
BİLAZ |
Kaçkın kimse. * Yemeği doyana kadar yiyen. * Kısa boylu adam. |
BİLBEDAHE |
Açıktan. Aşikâr olarak. Meydanda olarak. Besbelli.(...Hem şu âlemin
Sâni-i Zülcelal'i bütün güzel masnuatiyle kendini zişuur olanlara
tanıttırması ve kıymetli nimetler ile kendini onlara sevdirmesi bizzarure
onun mukabilinde, zişuur olanlara marziyatı ve arzu-yu İlâhiyelerini bir
elçi vasıtasiyle bildirmesini istemesine mukabil; en âlâ ve ekmel bir
surette, Kur'an vasıtasıyla o marziyat ve arzuları beyan eden ve getiren
yine bilbedahe O Zât'tır. M.) |
BİLCÜMLE |
Bütün, hepsi. Umumiyetle. |
BİLDEM |
Göğüs önü. * Boğaz. * Akılsız kimse. |
BİLEK |
f. Çatal temrenli bir nevi ok. |
BİLFARZ |
Olduğunu kabul ederek. Farzolarak. |
BİLFİİL |
Sırf kendisi. Kendi çalışması ile. Başkası karışmadan. |
BİL-GUDUVV-İ VE-L-ÂSÂL |
Sabah ve akşam. |
BİLHADS |
Hads ile. Son derece bir sür'at-i intikal ile. (Bak: Hads) |
BİLHADSİSSÂDIK |
Doğru bir hads ile. (Bak: Hads) |
BİL-HASSA |
Hususi olarak, mahsus, özellikle. |
BİL-HAYR |
Uğurlu olarak, hayırla. |
BİL-ITLAK |
Mutlak olarak. Hiçbir şeye bağlı olmaksızın. (Bak: Itlak) |
BİL-İCMA |
İcma ile. (Bak: İcma') |
BİL-İLTİZAM |
Bile bile. Bir şeyi doğru ve lüzumlu görüp taraftar olmakla. |
BİL-İMTİSAL |
Uyarak, imtisal ederek. |
BİLİNÇ |
t. Psk: İnsanın kendi varlığından ve kendine tesir eden çevresinde
meydana gelen hadise ve değişikliklerin, bilgisine sahip olması hali. Şuurun
dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum ve düşündüğümü biliyorum, yine
düşündüğümü bildiğimi de biliyorum ve hakeza. Şuurlu olma ruhun bir
vasfıdır. Maddede şuur yoktur. Ve şuurun maddi izahı şuursuzca bir izah olup
batıldır. (Bak: Şuur) |
BİLİNÇALTI |
t. Psk: Şuur altı. Geçmişte yaşadığımız ve etkisi altında kaldığımız
hâdiselerden şimdi hatırlayamadıklarımız, şu anda da varlığımızda meydana
gelen hadiselerden bilgisine sahip olmadıklarımızın hepsi. İnsan şuurlu
hareket ettiği gibi şuuraltı etkilerle de hareket eder. İnsan şuuraltının
etkisiyle hareket ettiği zaman bu hareketini şuuruyla izah ederken bahane
sebepler bulur. Ama bu sebepler hareketin mahiyetini izahtan uzak kalır. |
BİLİNEMEZCİLİK |
(Bak: Lâedriye) |
BİLİRKİŞİ |
(Bak: Ehl-i vukuf) |
Bİ-LİSAN-İL-ARZ |
Arzın diliyle. Yeryüzünün lisân-ı hâliyle. |
BİLİSTİHKAK |
Lâyıkıyla, liyakatı olarak. Hakkıyla. Haklı olarak. |
BİL-İSTİKLAL |
Başlıbaşına, istiklâl üzere. |
BİL-İŞTİRAK |
Birleşerek, ortaklaşa. |
BİLİTTİFAK |
İttifak ile. Beraberce, birlikte, elbirliğiyle. |
BİLKASD |
Kasd ile, düşünerek. Bilerek. |
BİLKUVVE |
Fiil mertebesine varmadan. Tasavvurda, tasavvurî olarak. Düşünce
halinde. Kabiliyet ve istidat ile. |
BİLKÜLLİYE |
Tamamı ile. Büsbütün. Bütün ile. Tamamen. |
BİLL |
Mübah olan şey. |
BİLLAHİ |
Allah'a, Allah'tan. * (Yemin) maksadı ile söylenir. |
BİLLE |
Yaşlık, ıslaklık. Çiy dedikleri rutubet ki sabah vakitlerinde olur. |
BİLLİT |
Akıllı, hâzık ve mâhir kimse. |
BİLLİZ |
Kısa boylu adam. * Şişman kadın. |
BİLLUR |
Şeffaf, parlak taş, elmas gibi kıymetli. Cam gibi parlayan. |
BİLMUKABELE |
Karşılıklı. Karşılık olarak. Mukabil olarak. |
BİL-MÜNAVEBE |
Değişerek, nöbetleşe. |
BİLMÜŞAHEDE |
Görmek suretiyle, görerek.(Hem Sâni-i Âlem'in nihayet cemalde olan
kemal-i san'atı üzerine enzar-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine
mukabil, en yüksek bir sada ile dellallık eden; yine bilmüşâhede O
Zat'tır... M.) |
BİLSAM |
f. Zâtülcenb, akciğer zarı iltihabı. |
BİL-UMUM |
Bütün, tamamı, hep. |
BİLV |
Belâ. * Zahmet. * Tecrübe, imtihan. |
BİLVASITA |
Vâsıta ile. Birisinin vâsıta olması, aracılığı ile. * Edb: Terci' ve
terkib-i bentleri teşkil eden parçaları birbirine bağlayan beyit.(Bak:
Musarra') |
BİLYAKÎN |
Bir şeyi şeksiz ve şüphesiz olarak itikad-ı kavi ve sahih ile bilmek,
derk etmek. (Bak: Yakin) |
BİLYE |
(C.: Belâya) Belâ, * Zahmet. * Tecrübe, imtihan. |
BİM |
f. Korku, havf. * Tehlike. |
BİM-İ CÂN |
Can korkusu, ölüm korkusu. |
BİM Ü ÜMİD |
Korku ve ümid. |
BİMANEND |
Eşsiz, nazirsiz. |
BİMAR |
(C.: Bimârân) f. Mariz, hasta, alil. |
BİMARE |
f. Hasta, alil. * Muharebeler veya akınlar esnasında ele geçirilen
kadın esirlerin ayrıldıkları sınıflardan birinin adı. |
BİMARHANE |
Tımarhane. Akıl hastahanesi. |
BİMARİSTAN |
f. Tımarhane. * Hastahane. |
BÎ-MEAL |
f. Hükümsüz, mânasız, saçmasapan söz. |
BÎ-MECAL |
f. Mecalsiz, halsiz, dermansız, zayıf. |
BÎ-MEKÂN |
f. Mekânsız, yersiz, yurtsuz. * Serseri. |
BÎ-MER |
f. Sayısız, hesapsız. |
BÎ-MİHR |
f. Sevgisiz, şefkatsiz. |
BİM-NAK |
f. Korkmuş. |
BÎ-MÜDAM |
Devamsız. |
BÎ-MÜDANÎ |
Eşsiz. Denksiz. |
BÎN |
f. Kelime sonuna ilâve ile "gören, görücü" mânalarına gelir. Meselâ: |
DÜRBÎN |
Uzaktan gören, dürbün. |
BİNA |
f. Gören, görücü. * Göz. |
BİNA' |
(C.: Ebniye) Yapı, ev. Yapma, kurma. * Gr: Müteaddi, lâzım, meçhul,
mütavaat gibi fiillerin esasını mevzu yapan kitab. |
BİNABERİN |
f. Bunun üzerine, bu sebebe binâen, bundan dolayı. |
BİNA-DİL |
f. Basiretli. Kalbi hakikatı kavrayan. |
BİNA EMİNİ |
İnşaatı kontrol eden. |
BİNÂEN |
...den dolayı, bu sebepten. Mebni ve müstenid olarak. Dayanarak. |
BİNÂENALÂHAZA |
Bundan dolayı. Buna binaen. |
BİNÂENALEYH |
Bunun üzerine, ondan dolayı. |
BİNAGUŞ |
f. Kulak tozu. * Kulak memesi. |
BÎ-NAM |
f. İsimsiz, nâmsız. |
BÎ-NAMAZ |
f. Namaz kılmayan, namazı terkeden, namazsız. Beynamaz. (Bak: Târik-üs
salât) Namaz, İslâmın temel şartlarından biridir. Peygamberimiz (A.S.M.),
namaz dinin direğidir demiştir. Namazını terkeden dininin direğini yıkmış
olur. Beş vakit namaz için bir saat yetmektedir. İnsan bir günün 24
saatinden bir saatini Allah'ın huzuruna çıkmak demek olan namaza ayırmazsa
büyük ziyana uğramış olur. Namaz kılan insan kötülükten korunur. Yaptığı
işler de güzel bir niyetle ibadet hükmüne geçebilir. |
BÎ-NASİB |
f. Nasibsiz, tâlihsiz. |
BİNAVEND |
f. Mâni, engel. |
BİNA-YI MECHUL |
Fiilde fâilin, öznenin meçhul olması hâli. Meselâ: "Yazmak" fiilinin
binâ-yı meçhulü olan "yazıldı" kelimesinde olduğu gibi. Fiilde fâilin belli
olması hâlinde de "binâ-yı malûm" denir. "Nuri yazdı" gibi. |
BÎ-NAZ |
f. Naz etmeden Nazsız. |
BÎ-NAZİR |
f. Benzeri olmayan. Nasirsiz. |
BİNBAŞI |
Ask: Bin kişiye yakın olan bir tabur askere kumanda eden subay;
yarbayın bir alt, yüzbaşının bir üst derecesidir. |
BİNC |
Her nesnenin aslı ve kökü. |
BİNCİŞK |
f. Şerçe kuşu. |
BİNEFSİHİ |
Bizzat, kendisi, kendisi ile. |
BİNEK |
f. Gözbebeği, hadeka. |
BÎ-NEMEK |
f. Lezzetsiz, tatsız, tuzsuz. |
BİNENDE |
f. Görücü, gören. * Tedbirli, ilerisini düşünen, akıllı. |
BÎ-NENG |
f. Rezil, namussuz. |
BÎ-NEVA |
f. Zavallı, nasibsiz, muhtaç, çaresiz. |
BİNEVEND |
f. Mâni, engel. |
BİNÎ |
f. Burun. (İnsan ve deniz için kullanılır.) * Dağ tepesi. * Zirve, uç
nokta. * Yayın ele alınan kısmının ucu. * Görürlük, görmeklik. |
BÎ-NİHAYE |
f. Sonsuz, nihayetsiz, ebedi, bâki, tükenmez. |
BİNİŞ |
f. Basiret, görüş, görme kabiliyeti. * Mülâkat. |
BÎ-NİYAZÎ |
f. Zenginlik. |
Bİ-N-NEFS |
Kendi kendisi. |
BİNNETİCE |
Neticede, netice olarak. |
BİNNİHAYE |
Sonuna kadar. Sonsuz. |
Bİ-N-NİSBE |
Nisbetle, bir dereceye kadar. |
BİNNİYET |
Kastederek. Niyetle. |
BİNSAR |
(Binsır) Serçe parmakla orta parmak arasındaki parmak. Yüzük parmağı. |
BİNT |
Kız. Kızı. "Fâtıma bint-i Resûl-i Ekrem (A.S.M.): Resûl-i Ekrem'in
(A.S.M.) kızı Fâtıma (R.A.)" |
BİNT-ÜL-FİKİR |
Düşünce mahsulü. |
BİNT-ÜL KEREM |
şarap, hamr. |
BİNT-İ LEBUN |
Üç yaşına girmiş dişi deve. |
BİNT-İ MEHAD |
İki yaşına girmiş olan dişi deve. |
BİNT-ÜL MENİYYE |
Ölüm, vefat, mevt. |
BÎ-NUKAT |
f. Ebced hesabında noktasız harfler. (Bak: Mühmel) |
BÎ-PAYAN |
f. Sonsuz. Payansız. |
BÎ-PERVA |
f. Korkusuz. Pervasız. |
Bİ'R |
Kuyu. |
Bİ'R-İ MUATTAL |
Suyu kesilmiş kuyu. Susuz kuyu. |
Bİ'R-İ ZEMZEM |
f. Zemzem kuyusu. |
BİRA |
(Felemenkçe) İçinde alkol bulunan ve bu sebeple haram olan bir cins
içki. |
BİRABBİ |
Rabbimle, Rabbime. |
BİRAD |
f. İhtiyar, pir. Dermansız, güçsüz kimse. |
BİRADER |
(Berâder) f. Kardeş. |
BİRADER-İ MANEVÎ |
Din veya âhiret kardeşi. |
BİRADER-İ RIDAÎ |
Süt kardeşi. |
BİRADERANE |
f. Dostça, kardeşçe. |
BİRADERÎ |
f. Kardeşle ilgili. Kardeşlik. |
BİRADERZADE |
f. Kardeş oğlu. (Yeğen: Kızkardeşin oğludur.) |
BÎ-RÂHE |
f. Çıkmaz sokak. Sapa yer, yolu bulunmayan yer. |
BİRAK |
Cennet merkeplerinden bir bineğin adı. |
BİRAN(E) |
f. Viran, harab, yıkık, dökük, eski. |
BİRASTE |
f. Budanmış ağaç. Fazla dalları kesilmiş ağaç. |
BÎ-RAYB |
(Bî-reyb) şüphesiz. şeksiz. |
BİRAZ |
Karşı karşıya kavga etme. Savaşa atılma. |
BİRBAS |
Derin kuyu. |
BİRCİS |
Sütlü Deve. Müşteri yıldızı. |
BÎ-RENG |
f.Renksiz . Taslak halinde resim. |
BİRE'SİHİ |
Kendi başına, bizzat. |
BÎ-REYB |
f. şüphesiz, şeksiz. |
BİR GÛNA |
Hiçbir suretle. Bir suretle. Bir türlü. |
BİRİG |
f. Üzüm salkımı. |
BİRİNC |
f. Bir hububat cinsi olan pirinç. * Pilav. * Pirinç madeni. |
BİR'İS |
Sütlü deve. |
BİRİŞTE |
f. Kızartılmış. |
BİRKAŞ |
(C.: Berâkış) Serçeye benzer bir küçük kuşun adı. |
BİRKÎL |
Tüfek. * Zemberek adı verilen bir savaş aleti. |
BİRLEME |
(Bak: Tevhid) |
BİRNAS |
Derin kuyu. |
BİRNİS |
f. At kestanesi. |
BİRR |
Temizlik. * Günahtan çekinmek. * Takvâ. * İn'âm ve ihsan etme. * Amel-i
sâlih, iyi amel. * Koyunu sevketmek. * Gönül, kalb. * Tilki yavrusu. * Fâre. |
BİRS |
Pamuk. |
BİRSA' |
Uzun boylu, semiz. |
BİRSAM |
(Hallüsinasyon) Akıl hastalarının, gerçekten var olmayan bir şeyi
varmış gibi yanlış idrak etmeleri halidir. Meselâ karınlarında veya
başlarının içinde yılan bulunduğunu söylemeleri yahut bir canavarın ağzını
açıp kendilerine baktığını söylemeleri birsam hâlini gösterir. |
BİRŞAM |
Hiddetli nazar, kızgın bakış. |
BİRUN |
f. Dışarı, hârici, dış. * Fazla. |
BİRUNANE |
Haddini aşarak. Haddini tecavüz ederek. |
BÎ-RUYÎ |
f. Yüzsüzlük, edebsizlik, hayâsızlık. |
BİRUZ |
f. Değersiz, zümrüte benzer yeşil renkte bir taş. |
BİRYAN |
f. Kebabın bir nev'i. Piran. Pürân. |
BİRZEVN |
(C.: Berâzin) Semer vurdukları at. (Farisîde "esb-i palanî" derler) |
BİRZİN |
Ağaç maşrapa. |
BÎ-SÂMAN |
f. Sermayesiz, parasız. |
BİSAT |
(C.: Büsüt) Döşek. * Döşeme, kilim, minder. |
BİSAT-I ARZ |
Yeşillik, çimen. |
Bİ'SE |
Ne fena, ne kötü, ne çirkin mânâlarına gelir. Ve birleşik kelimeler
yapılır. |
BÎ-SEBEB |
f. Sebepsiz, boşuna, yok yere. |
BİSELAMET-İL-EMR |
İşin kolaylıkla ve zahmetsiz yapılması. |
BİSER(E) |
f. Atmaca cinsinden, zaganos denilen bir nevi avcı kuşu. |
BÎ-SER |
f. Başsız. |
BÎ-SER Ü PÂ |
Sefil ve perişan. |
Bİ'SET |
Gönderilme. İnsanları hak ve doğru yola sevk için gönderilen Cenab-ı
Peygamberimiz Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) nübüvvetinin başlangıç zamanı,
nübüvvetinin bidayeti.(Nasârâ ulemâ-yı benâmından İbn-ül Alâ, bi'setten ve
Peygamber'i görmeden evvel haber vermiş. Sonra gelmiş. Hz. Peygamber'i
(A.S.M.) görmüş, demiş: $ Yani: "Ben senin sıfatını İncil'de gördüm. İman
ettim. İbn-i Meryem, İncil'de senin geleceğini müjde etmiş." M.) |
Bİ'SET-İ NEBEVİYE |
Allah tarafından Peygamberin gönderilmesi. |
BİSİNOZ |
yun. Pamuk işçilerinde görünen, pamuk tozlarının sebebiyet verdiği bir
akciğer hastalığı. |
BİSMARK |
(Bak: Prens Bismark) |
BİSMİHİ |
Onun adı ile, onun namına. * Allah'ın adıyla. |
BİSMİL |
f. Boğazlanmış, kesilmiş. |
BİSMİL-GÂH |
f. Hayvan kesilen yer, salhâne. |
BİSMİLLAH |
Allah namına, Allah için, Allah'ın adı ve izni ile.(Esbab-ı zâhiriye
eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebep
ihtiyar sahibi değilse -meselâ hayvan ve ağaç gibi- doğrudan doğruya Cenab-ı
Hak hesabına verir. Mâdem o, lisan-ı hâl ile Bismillâh der, sana verir. Sen
de Allah hesabına olarak Bismillâh de, al. Eğer o sebep ihtiyar sâhibi ise;
o Bismillâh demeli, sonra ondan al, yoksa alma. Çünkü $ âyetinin mânâ-yı
sarihinden başka bir mânâ-yı işârisi şudur ki: "Mün'im-i Hakiki'yi hatıra
getirmiyen ve onun nâmıyla verilmiyen nimeti yemeyiniz" demektir. O hâlde
hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eğer o bismillâh
demiyor, fakat sen de almağa muhtaç isen sen bismillâh de, onun başı üstünde
rahmet-i ilâhiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yâni: Nimetten in'âma
bak, in'âmdan Mün'im-i Hakiki'yi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o
zâhirî vasıtaya istersen dua et. Çünki o nimet onun eliyle size gönderildi.
L.)(Kur'an-ı Kerim nimetleri, âyetleri, delilleri tâdad ederken $ âyet-i
celilesi tekrar ile zikredilmekte olduğundan şöyle bir delâlet vardır ki:
Cin ve insin en çok isyanlarını, en şedit tuğyanlarını, en azîm küfranlarını
tevlid eden şöyle bir vaziyetleridir ki, nimet içinde in'âmı görmüyorlar.
İn'âmı görmediklerinden Mün'im-i Hakiki'den gaflet ederler. Mün'imden
gafletleri saikasıyla, o ni'metleri, esbaba veya tesadüfe isnad ederek,
Allah'tan o nimetlerin geldiğini tekzib ediyorlar. Binaenaleyh, herbir
nimetin bidâyetinde, mü'min olan kimse Besmele'yi okusun. Ve o nimetin
Allah'tan olduğunu kasdetmekle, kendisi ancak Allah'ın ismiyle, Allah'ın
hesabına aldığını bilerek, Allah'a minnet ve şükranla mukabelede bulunsun.
M.N.) |
BİSMİL-ŞÜDE |
f. Boğazlanmış, kesilmiş. |
BİSR |
Vücudu sivilceli olan kişi. |
BİSRE |
Sivilce, siğil. |
BİSSÜYÛF |
Kılıçlarla ve kuvvet ile. |
BİST |
(C.: Ebsât-Büsât) Yavrusu yanında olan dişi deve. * Salıverilmiş,
bırakılmış olan şey. |
BİST |
f. Yirmi. (20) |
BİSTAH |
f. Küstah, hayâsız, edepsiz, arsız, utanmaz adam. |
BİSTAM |
f. Kıymetli bir cins taş olan mercan. |
BİSTAR |
f. Çarpık, eğri. Gevşek. |
BİSTER |
f. Yatak, döşek. |
BİSTUH |
f. Beceriksiz, âciz. zayıf, cılız kimse. |
BİSTÜM |
Yirminci. |
BÎ-SUD |
f. Faydasız, boş, neticesiz. |
BÎ-SÜKÛN |
f. Sükûn bulmaz, durmaz, hareketli. |
BİSYAR |
f. Ziyade, çok , fazla. |
BİSYARÎ |
f. Çokluk. |
BİŞ |
f. Artık, ziyade. Bıldırcın otu denilen zehirli bir ot. |
BİŞAR |
f. Esir, kul, köle. Harpte teslim alınan kimse. * Altın, gümüş kakmalı
işlemeler. * Takatsiz, dermansız, halsiz. |
BİŞARET |
(Bak: Beşâret) |
BİŞ-BAHA |
f. Pahalı, fiatı yüksek, değerli, kıymetli. |
BİŞE |
f. Orman, meşelik. |
Bİ-ŞEK |
f. Şüphesiz, şeksiz. |
Bİ-ŞERM |
f. Utanmaz. |
BİŞÎ |
f. Fazlalık. |
BİŞİNG |
f. Balyoz. Kazma. Küskü. Burgu. |
BİŞİR |
Talâkat, güzel yüzlülük. |
BİŞKEL |
f. Elem, keder, gam, tasa, kasavet. * Orak şeklinde ağaç anahtar. *
Kıvırcık saç. |
BİŞKUFE |
f. Kusma, istifra. * Çiçek. |
BİŞKUH |
f. İktidarlı. Kuvvet sahibi. Muhterem ve saygıdeğer kimse. |
BİŞKUL |
f. Becerikli, çevik. * İhtiyatlı, tedbirli. * Akıllı. * Kuvvet sahibi. |
BİŞPUL |
f. Pejmurde, perişan, dağınık. |
BİŞR |
Sevinç eseri. |
BİŞTAM |
f. Sığıntı, parazit, asalak. |
BİŞ-TER |
f. Daha çok, daha fazla. |
Bİ-ŞUMAR |
f. Sayısız, pek çok. |
BÎT |
Kut. Gıda. |
BİTA' |
Bal şerbeti. |
BÎ-TAB |
Yorgun, takatsiz, güçsüz. |
BÎ-TABÎ |
f. Halsizlik, tâkatsizlik, bîtablık. |
BÎ-TAİL |
f. Menfaatsiz, faydasız. İşe yaramaz, boşuna. |
BİTAİN |
Astar. (Bak: Betâin) |
BİTAKA |
Küçük parça. (Üzerinde kumaşın fiatını yazıp kumaş içine koyarlar.) |
BİTAN |
Deve kolanı. Karnı tok kimse. |
BİTANE |
(C.: Betâyin) Çarşaf. * Kaftan astarı. * Dostluk. * Hâlis olmak. *
Kuvvetli olmak. |
BÎ-TARAF |
Tarafsız. Hiç bir tarafı tutmayan.(Ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupa
mukallitleriyle münâzara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye
mâruzdurlar. Çünki, nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle
tedricen hasımlarına mağlup olur ki, bîtarafane muhakeme denilen münsifane
münazarada nefs-i emmareye emniyet edilemez. Çünki, insaflı bir münazır,
hayalî bir münazara sahasında, arasıra hasmının libasını giyer, ona bir dâva
vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrariyle
dimağında bir tenkit lekesinin husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin
niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur! Böyle vaziyete
düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi
izale edebilir. M.N.) |
BİT(E) |
Bir gece yiyecek yemek. |
BİTE(T) |
Geceleme, gece kalma. |
BİTEVÎ |
(Biteviye) t. Sürekli, durmadan. * Bütün yekpare. |
BİTKE |
Kesinti. * Kesilen bir nesnenin ufak parçaları, cüz'leri. |
BİTLAB |
f. Hurma çiçeğinin tomurcuğu. |
Bİ-T-TAFSİL |
Tafsilâtiyle, etrafiyle, uzun uzadıya. |
BİTTAHRİK |
Hareket ettirerek, oynatarak. * Kışkırtarak, teşvik ederek. |
BİT-TARİK-İL ULA |
Birinci usul veya yol ile. Elbetteki. Evleviyetle. |
BİTTASAVVUR |
Tasavvur ile, niyet ederek, düşünerek. (Bak: Tasavvur) |
Bİ-T-TAV' |
İstek ile, isteyerek. |
BİTTEDRİC |
Yavaş yavaş. |
Bİ-TEŞVİK |
Kışkırtarak, teşvik ederek. |
BİTÜM |
Yerin altında bulunup sıvı ve sarımtırak veyahut katı ve kara bir durum
ve renkte olan maddedir ki, asfalt yol yapılırken kullanılır. |
BİTYAR(E) |
f. Elem, keder, tasa, sıkıntı. |
BİÛZA |
Sivrisinek. |
BİV |
f. Güve. |
BİVAN |
Çadır direği. |
BİVAR |
f. "Onbin" sayısı. |
BÎ-VARE |
f. Âciz, fakir, miskin, zavallı, kimsesiz, garib. |
BÎ-VAYE |
f. Mahrum, nasipsiz. |
BİVAZ |
f. Yarasa kuşu. Muvâfakat, kabul. |
BİVE |
f. Dul kadın, kocasız kadın. |
BÎ-VEFA |
f. Vefasız, dönek. |
BİVEGÎ |
f. Dulluk. Kocasız kadının hâli. |
BÎ-VUKUF |
Vukufsuz, bîhaber, malûmatsız, habersiz. |
BİYA' |
(Bia. C.) Kiliseler. |
BİYAET |
(C.: Biyâât) Satılık mal. |
BİYAH |
(C.: Büyâh) Ufak balık. |
BİYAN |
Gece. Gece ile gelen belâ. |
BİYOCOĞRAFYA |
yun. Nebat ve hayvanların yer yüzünde dağılışını ve sebebelerini tetkik
eden ilim kolu. Hayatî Coğrafya. Biyojeografi. |
BİYOELEKTRİK |
Canlı varlıkların vücutlarında yaratılmış olan elektrik. (Bu elektriğin
varlığı, hususi âletlerle anlaşılır) |
BİYOFİZİK |
Canlıların bünyelerindeki hâdiselerin fizikî cephesini inceleyen ilim
kolu. |
BİYOĞRAFİ |
Şahısların hayatlarını mevzu edinen yazı çeşitlerine verilen isim. |
BİYOKİMYA |
Canlıların kimya ile ilgili yapılarını, tepkilerini, belirtilerini
inceleyen bilim dalıdır. 19. Asırda başlatılan bu çalışmalarla proteinler,
vitaminler, hormonlar anlaşılır duruma gelindi. |
BİYOLOG |
Biyoloji ilmiyle uğraşan âlim. |
BİYOLOJİ |
yun. Canlı varlıkları inceliyen ilim. Hayvanları inceleyen bölümüne
zooloji; bitkileri inceleyen bölümüne botanik denir. Biyoloji, incelediği
konulara göre çeşitli isimler alır. Canlının dış yapısını inceleyen:
Morfoloji; dokuları inceleyen; histoloji canlıların büyüyüp gelişmelerini:
embriyoloji; hayatî faaliyetleri inceleyen: fizyoloji; iç salgı bezlerin
faaliyetlerini inceleyen: endrokrinoloji; hastalık hallerini inceleyen:
patoloji; canlıların sınıflandırılmasını yapan: sistematik; bitki veya
hayvan neslinin ıslahı ile uğraşan: zootekni; mikroskobik canlıları
inceleyen: mikrobiyoloji'dir. İç yapısını inceleyen: anatomi; hücreleri
inceleyen; sitolojidir. |
BİYONİK |
Canlıların, yaşadıkları muhit içinde değişen şartlara uygun nasıl
hareket ettiklerini inceleyerek canlıları model almak suretiyle benzer
hareketleri yapabilecek makinelerin yapılması işiyle uğraşan ilim ve fen. |
BİYOTERAPİ |
Tıb: Bazı hastalıkların tedavisinde canlı varlıklardan faydalanma
usûlü. |
BİYT |
Kuvvet. |
BİYZ |
(Bîd) Parlak ve beyaz. |
BİZA' |
Birisine kaba muamelede bulunma. * Faydasız, boş yaramaz söz. |
BÎ-ZAR |
f. Bıkmış, usanmış, fütur getirmiş.* Bezginlik. |
BİZARE |
f. Desise, hile, tuzak. |
BİZÂTİHİ |
Kendi kendine, aslında, kendiliğinden, esasında, kendisi, yalnızca
zâtından, aslından. |
BİZAZ |
(Bak: Bezazet) |
BÎ-ZER |
f. Altınsız.* Cimri, hasis, pinti. |
BÎ-ZEVAL |
f. Zevâlsiz, sona ermez, bitmez, tükenmez. |
BİZİŞK |
f. Tabib, hekim, doktor. |
BİZİŞKÎ |
f. Doktorluk, hekimlik, cerrahlık. |
BİZLAH |
Geveze, boşboğaz, çenesi düşük. |
BİZLE |
Gündelik elbise. |
BİZLE |
f. Lâtife, şaka. |
BİZR |
Heder olmak. |
BİZR |
(C.: Büzûr) Sebzevât. * Kuru ot tohumu. |
BİZZ |
Açmak, feth. |
Bİ-Z-ZARURE |
Zarûri olarak, ister istemez. |
Bİ-Z-ZAT |
Kendisi, aslında. Kendi zatı ile. Binefsihi. |
BLOK |
Fr. Birbirine bitişik yapılar. * Büyük ve ağır yığın. * Resim kağıtları
saklanan karton kap. |
BLÖF |
ing. Karşısındakini yanıltmak veya yıldırmak için aslı olmayan şeyleri
gerçekmiş gibi göstermek. |
BOBİN |
Fr. Tel veya iplik sarılmaya mahsus silindir şeklinde makara. |
BODUR |
Enine göre boyu kısa ve tıknaz olan. |
BOLŞEVİKLİK |
(Bolşevizm) Rusya'da kanlı komünizm ihtilalini yapan ve bütün hür dünya
milletlerinin de aynı ihtilal metotlarıyla komünizmin hâkimiyeti altına
gireceğini savunan Marksist Leninist siyasî görüş. Bu görüşün temsilcileri
önce Rus halkını aldattılar, onlara en çok özledikleri şeyleri va'dederek
onları aldatıp kendilerine bağladılar ve cinayetlerine ortak ettiler. Sonra
da va'dettiklerinin tam tersini uygulıyarak halkı köleleştirdiler. Daha
sonra gerçeklerden habersiz başka milletlerin gençlerini ve işçilerini
aldatarak memleketlerini komünizmin esaretine soktular. Bugün memleketimizde
ve başka ülkelerde anarşizmin kaynağı bolşevizm (Komünizm)dir. Allah'ı,
peygamberi, âhireti inkâr eden,vatan millet tanımayan, inançsız ve acımasız,
insanları âlet olarak kullanarak milletleri içten yıkmak ve sonra hâkim
olarak onları sömürmek isteyen bolşevizme ve komünizme karşı en büyük silâh
Allah'a iman ve İslâmiyet'tir. Bolşevizm ve komünizm gibi üvey kardeşleri
olan kapitalizm ve faşizm de insanlığa kan ve acıdan başka birşey
vermemişlerdir. Gafletten uyanan insanlar, İslâmiyet'in yegâne kurtarıcı
olduğunu anlamaya başlamışlardır. İstikbal İslâmındır ve İslâm'ın olacaktır.
(Bak: Komünizm) |
BOMBARDIMAN |
Fr. Bomba, top gibi ağır silahlarla yapılan hücum. |
BONKÖR |
Fr. Hulus-i kalb. Kalb temizliği. İyilik. |
BONO |
İtl. Ticaret senedi. Muayyen bir va'denin sonunda belirli bir paranın
belli bir kimseye ödeneceğini bildiren senet. |
BORA |
yun. Birdenbire çıkan fırtına. Pek şiddetli rüzgâr. |
BORÇ |
Geri verilmek niyetiyle ihtiyaç sahiplerine verilen para. Müslümanlıkta
faizle borç vermek haramdır, günahtır. Borcunu ödiyemiyecek durumda onların
borçlarını bağışlamak veya sonraya bırakmak sevaptır. Borcunu ödeyebilecek
durumda olanlar da borçlarını zamanında ödemelidirler. Ödeyemiyecek olanlar
da zamanından önce alacaklıya durumlarını bildirmelidir ki, o da işlerini
ona göre ayarlasın. İslâm'da devletin vazifelerinden biri de borçlulara
yardımcı olmaktır. |
BORNUZ |
Başlıklı ve kollu hamam havlusu. |
BORSA |
(Ticarette) Vasıfları belli ölçülere uyan yani standartlaştırılabilen
malların örnekleri üzerinden alım satımının yapıldığı devlet kontrolü
altında teşkilâtlanmış pazar yeri. |
BOSTAN |
(Bustan) f. Ağacı, çiçeği, yeşilliği çok olan yer, kokulu yer. Sebze
bahçesi. * Kavun, karpuz. |
BOSTAN-I HUDÂ |
f. Huda'nın, Allah'ın bostanı meâlinde olup, İlâhî güzellikleri ve
tecelli-i İlâhînin aksettiği yer mânâsında kullanılır. "Vahidiyet mertebesi"
diye de söylenmiştir. |
BOŞANMAK |
t. Eşi ile olan nikâh bağını bozmak. Eşinden ayrılmak.(Medeni kanun,
boşama yetkisini mahkemeye bırakmıştır. İslâm dini evlenmeyi Allah'ın
emirleri dahilinde karşılıklı rızaya bağlı hür bir sözleşme olarak
gördüğünden kadınla erkek boşanma yetkisinin kimde olacağını da
kararlaştırabilirler. İsterlerse mahkemeyi, isterlerse velilerini,
isterlerse eşlerden birini yetkili kılabilirler. Görülüyor ki, İslâm dini
insanlara medeni kanundan daha çok hak ve hürriyet tanımıştır. İslâmiyet
evleneceklerde denkliği, (küfüv) (din ve ahlâkta denklik) şart koşar.
Evlendikten sonra bazı bakımlardan anlaşamamazlıklar çıkarsa karşılıklı
birbirine katlanmalarını ve sabırlı olmalarını tavsiye eder. Boşanma son
çaredir. Eğer istek erkek tarafından geliyorsa mehir denilen tazminatı
kadına ödemek zorundadır. Görülüyor ki, İslâmiyet, kadın haklarının
korunmasını istemektedir.) (Bak: Aile) |
BOŞBOĞAZ |
t. Yerli yersiz mutlaka bir şey söylemeden içi rahat etmiyen.
Saklanması gereken şeyleri söyleyiveren, sır saklamayan.(Eşyada olan asvat,
birer savt-ı vücuddur: "Ben de varım" derler. O kâinat-ı sâkit birden söze
başlıyor. "Bizi câmid zannetme ey insân-ı boşboğaz!" S.) |
BOTANİK |
Bitkileri inceleyen biyoloji ilmi. (Bak: Biyoloji) |
BOYKOT |
(Boykotaj) Fr. Bir şahıs veya devlete karşı alış-verişi, münasebetleri
kesmek. Bir ülkeyi, bir topluluğu veya bir şahsı zarara sokmak maksadıyla
onunla her türlü ilgiyi kesme. * Bir işten geçici olarak çekilme; işe,
çalışmaya hep birlikte katılmama. |
BOYLAM |
t. Yer yüzünde bir yerin başlangıç dairesine olan uzaklığının açı
cinsinden değeri. (Bak: Tul) |
BOZKIR |
Yağışlı mevsimler de yeşeren ot cinsinden bitkilerin ve bazı bodur
ağaçların yetişebildiği yarı kurak yer. |
BOZOK |
Bugünkü Yozgat vilâyetimizin Osmanlılar devrindeki adı. |
BÖN |
Budala, ahmak, saf. |
BRONŞ |
yun. Tıb: Nefes borusunun akciğerlere giden iki kolundan her birinin
adı. |
BU' |
Bir şeyi kucaklayıp çekmek. |
BU(Y) |
f. Koku, râyiha. |
BUAK |
Şiddetli sel. * Şiddetli ses, sadâ. Haykırış. * Birden bire, ansızın
gelen yağmur. |
BU'BAB |
Cemaat, topluluk. |
BUBÜRD(EK) |
f. Andelib, bülbül. |
BU'D |
(C.: Eb'ad) Uzaklık. Baid olma. * Aralık. * Geo: Bir cismin uzunluk,
genişlik ve derinliği. |
BU'D-İ MESAFE |
Gidilen yolun uzaklığı. |
BUD |
f. Varlık. |
BUD U NEBUD |
f. Var-yok. * Oldu-olmadı. |
BUDALA |
Zekâca geri, salak. |
BU'DAN |
(Baid. C.) Uzaklar, ırak yerler. |
BUDEÎ |
f. (Hindistan'da) Buda Dininden olan. |
BUDENE |
f. Bıldırcın kuşu. |
BUDHA |
Sâha. Avlu, meydan. |
BUDU' |
Can sıkılması. * İdrak etme, anlama. |
BUG |
f. Elde omuzda, kucakta taşınmak üzere hazırlanmış eşya çıkını. |
BUGAS |
Leşle beslenen kuşlar, leş yiyen kuşlar. |
BUGAT |
(Bâgî. C.) Haksızlık edenler, âsiler, serkeş kimseler. |
BUGRA |
f. Turna kuşu veya turna kuşu sürüsünün önünde uçan turna horozu. |
BUĞZ |
Sevmeme. Birisi hakkında gizli ve kalbi düşmanlık hissetme. Kin,
husûmet. |
BUH |
Zeker.* Nefis. |
BUH(E) |
Erkek baykuş. * Çakır doğan. |
BUHALA' |
(Bahil. C.) Tamahkârlar, cimriler. |
BUHAR |
Suyun buğu haline gelmiş şekli. * Seyyal, lâtif cisim. |
BUHARÎ |
(Hi: 194-256) Buhâralı. 600 bin hadisten seçilen 7275 hadis ile en
mu'teber ve en sahih Sahih-i Buharî ismi ile anılan hadis kitabının
müellifi. (Bak: Kütüb-ü Sitte)(Buharî ve Müslim ki, Kur'andan sonra en sahih
kitab olduklarını, ehl-i tahkik kabul etmiş. M.) |
BUHAYRA-İ RAHİB |
(Bak: Bahira) |
BUHAYRE |
Göl. Küçük deniz. |
BUHBUHA |
Saha. Alan, orta yer. |
BUHHA |
Boğaz kısılmak. |
BUHL |
Bahillik, eli dar olma, cimrilik, tamahkârlık, pintilik. |
BUHLE |
f. Semizotu. |
BUHNUK |
Kadınların başlarına örtüp iki uçlarını çenesi altına bağladıkları bez.
(Türkçe "destâr" derler) |
BUHRAN |
Sıkıntı. Darlık. Nöbet. Kriz. Hastalığın ağır zamanı. * Bir işin
tehlikeli ve karışık hâl alması. |
BUHT |
Arabî ile Acemîden doğmuş develer. |
BUHT |
f. Veled, oğul, mahdum. |
BUHTEC |
Pişmiş. |
BUHTER |
Her şeyin esası, aslı. * Kısa boylu. |
BUHTİYYE |
Melez dişi develer. |
BUHTU(R) |
f. Ra'd, gök gürültüsü. |
BUHU |
Mütevazi bir şekilde hakkını isteme. |
BUHUH |
Ses kısıklığı. |
BUHUL |
Tamahkârlık, cimrilik. |
BUHUR |
Tütsü. (Bak: Bahur) |
BUHUR-DÂN |
f. Tütsülük. |
BUHUR |
(Bahr. C.) Denizler. |
BUJENE |
f. Tomurcuk. * Henüz açılmamış çiçek. |
BUK |
Düdük. Boru. |
BUK'A |
Yer parçası, ülke. * Boş ve ıssız yer. * Sağlam ve büyük bina. * Benek
leke. |
BUKALEMUN |
f. Bulunduğu yerin rengine giren, fare büyüklüğünde, böcek yiyen bir
hayvan. * Mc: Sık sık fikir ve kanaat veya meslek değiştiren. |
BUKET |
Fr. Çiçek demeti. |
BUKKARÎ |
Musibet, belâ, âfet, felâket. |
BUKTA |
Perişan, pejmurde, dağınık, dökük saçık. * Cemaat, güruh, topluluk,
kalabalık. |
BU'KUKE |
İzdiham, kalabalık. |
BUKYA |
Sonsuzluk, bâkilik, ebedilik. |
BULVAR |
Fr. Geniş ve ağaçlı cadde. |
BUM |
f. Yer, toprak, zemin, memleket, yurt.* Huy, haslet, tabiat. *
Sürülmemiş tarla, arazi. |
BUM(E) |
f. Zool: Baykuş. |
BUMBAR |
f. Koyun ve benzeri gibi hayvanların kalın bağırsağı. * İçine kıyma,
pirinç vs. doldurulmuş bağırsakla yapılan bir cins yemek. |
BUMEHEN |
(Bumehin) f. Deprem, zelzele, yer sarsıntısı. * Koyun bağırsağı. |
BUN |
f. Nihâyet, dip. * Kolay, suhûletli. * Rahim. * Temizlenmiş olan koyun
bağırsağı. |
BUNDUK |
Yuvarlak küçük taşlar. * Yuvarlak küçük kurşun. * Fındık. |
BUR |
Hayırsız kişi. * Ekine elverişli olmayan tarla. |
BUR |
f. Fıstıkî renk. * Sülün. * Doru at. |
BUR' |
(Bak: Ber') |
BURA |
(Bak: Bevr) |
BURAHA |
şiddet. Ezâ ve meşakkat. |
BURAK |
Binek. Cennet'e mahsus bir binek vâsıtası.(Kelimenin kökü; (Berk) dir.
Burak'ın Hadis-i Şerife göre ta'rifi: "Merkepten büyük, katırdan küçük
hacimde bir dâbbe ki; ayağını gözünün müntehasına basar." Bu ise bir berk ve
elektrik sür'atini anlatır. (E.T. sh: 3150) |
BURC |
Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi. * Tek hisar
kule, kale çıkıntısı. * Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir
kadarı. |
BURCAS |
Hedef. Yüksek bir yerde bulunan nişangâh. |
BU'RE |
Çukur. * Çölde çukur tarzında yapılan ocak. |
BURHAN |
(Bak: Bürhan) |
BURİYA |
f. Hasır. |
BURJUVA |
Fr. Orta halli olup, ne çok zengin ve ne de çok fakir olan halk.
Eskiden Avrupa'da köylü ve asilzade olmayıp şehirde yaşayan halka denirdi.
Kendi başına işi ve malı olan, ücretle çalışmayan, ferde bağlı iş hayatını
güden sınıftan olan. |
BURJUVAZİ |
Fr. Burjuvaların meydana getirdiği içtimaî (sosyal) sınıf. Avrupa'da
burjuvazi, ticaret ve sanayi ile zenginleşti. Soylular sınıfı ile mücadele
ederek Fransız İhtilali ile iktidara geldi. İhtilalde işçilerin, köylülerin,
fakir halk tabakalarının desteğini sağladı. Onlara eşitlik, hürriyet, adalet
vaad etti. İktidara gelince menfaatlerinin bu çalışan sınıflarınkiyle
çatıştığını görerek vaadini yerine getirmedi. Buna karşılık olarak işçiler
arasında sosyalizm fikriyle teşkilâtlanma başladı. Bu yeni hareket de yalan
sözlerle köylülerin desteğini de sağlıyarak Rusya'da 1917'de kanlı bir
ihtilalle iktidarı ele geçirdi. Burjuvaziyi ortadan kaldırdı, o da
vaatlerini yerine getirmedi. Burjuvazi, mülkiyeti, kişinin hakkı saydı ve
kişi tahakkümünü getirdi. Sosyalizm, mülkiyeti cemiyetin ortak hakkı saydı
ve cemiyet adına bir azınlığın elinde bulunan devlet tahakkümünü getirdi.
Siyasi, hukuki bütün kuvvetleri elinde bulunduğu için devlet tahakkümü çok
daha şiddetli, insafsız, zalim ve kanlı olmuştur. İslâm dini mülk sahibi
olarak Allah'ı kabul ettiği için kişi tahakkümünü de, devlet tahakkümünü de
reddeder. Bu sebeple insanlık için tek kurtuluş yolu İslâm'dır. |
BURKAT |
Sanem, heykel, put. |
BURKU' |
(Berku') Kadınların yüz örtüsü, peçe. * Kâbe örtüsü. * Yedinci kat gök. |
BURS |
Fr. Devlet veya bazı müessese yahut şahıslarca tahsil veya ilmî tetkik
için gerekli masraflara kullanmak üzere verilen para. |
BURUC |
(Burc. C.) Burçlar, hisarlar, kuleler. (Bak: Büruc) |
BURUT |
Bıyık. |
BURZAG |
Şişmanca, etine dolgun delikanlı. * Delikanlılık çağındaki neşe. |
BUS |
f. "Öpen" mânasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ:
Damen-bus $ : Etek öpen. |
BUSA |
Bir gemi cinsi. |
BUSAK |
Ağız suyu. |
BUSAT |
(Bisat. C.) Bisatlar, döşekler, kilimler, minderler, keçe yaygıları. |
BUSAYRÎ |
(Şeref-üd-din) (Mi: 1213-1295) Busayr'da doğdu. Meşhur Arap şair ve
hattatıdır. "Kaside-i Bürde" sahibidir. Esas ismi "El-Kevakib-üd-Dürriyye fi
Medh-i Hayrilberiyye" olan kasidesine; tutulmuş olduğu hastalıktan,
rü'yasında Resûlullah'ın hırkasını (bürde) üzerine örtüp şifa bulması
sebebiyle "Kaside-i Bürde" ismini vermiştir. |
BUSE |
f. Öpme. |
BUSE-CÂ |
f. Öpecek yer. |
BUSE-ÇİN |
f. Öpücük alan, öpücük toplayan. |
BUSE-GÂH |
f. Öpülecek yer. |
BUSENDE |
f. Öpen, öpücü. |
BUSEYLA' |
Pazu dedikleri ot. |
BUSE-ZEN |
f. Öpen, öpücü. |
BUSİDE |
f. Öpülmüş. |
BUSİDEN |
f. Öpmek. |
BÛSİŞ |
f. Şapırtılı öpüş. |
BUSTAN |
f. Çiçek ve gül kokularının çok olduğu yer, bahçe. |
BUSTAN-BÂN |
f. Bahçıvan. |
BUSULA |
Pusula. |
BU'SUSA |
Küçük canavar. |
BU'SUT |
Derenin ortası. |
BUTAKAT |
(C.: Bevatık) Pota dedikleri kap ki içinde maden eritirler. |
BUTHA |
İyi huy, güzel haslet. Müsbet alışkanlık. |
BUTHAN |
Medine-i Münevvere'de bir derenin adı. |
BUTİN |
Menazil-i Kamer'den üç yıldız. |
BUTLAN |
Haksızlık. Bâtıl olma. Boş ve abes olmak. Hak olmamak. |
BUTLAN-I HİS |
Ameliyat için bir uzvun hissinin iptâli, duyarsız hâle getirilmesi. |
BUTM |
Çitlenbik ağacı. (Yemişine "habbet-ül hadar" derler.) |
BUTU' |
Geç kalma, gecikme. |
BUTUL |
Çürüklük, boşluk, beyhudelik. |
BUTULE |
Çok kahraman ve bahadır olmak. |
BUTUN |
(Batn. C.) Batınlar, karınlar, kucaklar. * Nesiller, soylar. |
BUTV |
Eğlenmek, geç gelmek. |
BUUC |
Karında olan yaralar. |
BUULE |
Kadın eş, zevce. |
BUULET |
Zevciyet. Karıkocalık. * İmtinâ ve red ve muhalefet etmek. |
BUUS |
Sefalet. Yokluk içinde olma. |
BUY |
f. Koku. * Ümit, umma. * Sevgi, muhabbet. * Tamah.* Huy. Tabiat. *
Kısmet, pay, nasib. |
BUY-İ EZHAR |
Çiçeklerin kokusu. |
BÛYA |
Güzel kokulu. |
BÛYAHYA |
Azrail (A.S.) |
BÛYÇE |
f. Sarmaşık (nebat) |
BÛY-DAR |
f. Kokulu. |
BUYE |
Özleme, hasret. |
BUYİDEN |
f. Koklamak, koku almak. |
BUY-PEREST |
f. Av köpeği. |
BUYRULTU |
t. Sadrazam, kaptan-ı derya, vezir, beylerbeyi gibi devlet erkânının
yazılı emirleri. |
BUZAK |
Tükrük. (Ağızda "buzak", ağızdan çıksa "rıyk" denir.) |
BUZİNE |
Maymun. |
BUZRA |
Üst dudağın ortasından dışarı taşan et parçası. |
BÜAK |
Yağmuru şiddetle yağan bulut. |
BÜ'BÜ' |
Her nesnenin aslı. * İzzet, kerem. * Zeyrek akıllı, zarif kişi. *
Hâkim, seyyid. * Gözbebeği. * Mc: Çok kıymetli ve değerli olan şey. |
BÜC |
f. Keçi. |
BÜCAL |
f. Ateş koru. * Kömür. |
BÜCBÛHA |
Bir yerin orta kısmı. Orta yer. |
BÜCC |
Kuş yavrusu. |
BÜCDET |
İlim, bilgi. |
BÜCEYR |
Ashab. Etba'. |
BÜCR |
Şaşılacak, taaccüb edilecek şey. * Şer, kötü, iyi olmayan. |
BÜCRİYY(E) |
Musibet, belâ, felâket, âfet. |
BÜCUD |
Bir yerde mukim olma, oturma. İkamet. |
BÜCÛL |
f. Tıb: Topuk kemiği. Aşık kemiği. |
BÜÇ |
f. Avurt. Ağzın iç tarafı. |
BÜD |
f. Sâhip. * Maşa. |
BÜDAD |
Nasip, hisse, pay. * Nihayet, son. |
BÜDAE |
Her şeyin öncesi, evveli. |
BÜDBÜDEK |
f. İbibik kuşu, çavuş kuşu, hüdhüd. |
BÜDD |
Uzaklaşma. Birbirinden uzak düşme. * Perâkende etmek, dağıtmak. Put,
sanem. * Firak. * Tâkat, kudret. |
BÜDDE |
Nasib, hisse, pay. * Nihayet, son. |
BÜDN |
Yoğun gövdeli ve şişman olmak. |
BÜDUH |
Yürümek, meşy. * Esmâullahdan bir isim. (Vedud mânâsına) |
BÜDUR |
İleri geçme, hızla geçme. |
BÜDÜN |
(Bedene. C.) Kurbanlık develer. |
BÜDÜV |
Görünür hâle gelme. Aşikâr olma. Zâhir hâle gelme. |
BÜFE |
Fr. İçinde sofra takımı konulan dolap. * Davetlileri ağırlamak için
çeşitli yiyecek ve içeceklerin hazır bulundurulduğu masa. * İstasyon
lokantası. * Sigara, kibrit, gazete, sandviç v.s. satılan yer. |
BÜGA' |
İstemek, talep etmek. |
BÜGAS |
(C.: Bügasât-Ebgıse) Ufak, küçük kuşlar. |
BÜGASE |
Ufak kuş. |
BÜGEYG |
Koyun. * Besili erkek geyik. * Semiz keçi. * Bir yerin adı. |
BÜGUR |
Düşmek, sukut. |
BÜGYE |
İstenen ve kasdedilen şey. |
BÜH |
Baykuşa benzer bir kuştur, ondan küçüktür. Dişisine büvâhâ derler;
ahmak, akılsız kimseyi ona benzetirler. * Puhu. |
BÜHAR |
Deniz balıklarından bir beyaz balık. |
BÜHARİSE |
Altın ve gümüşten üç kıntar veya üçyüz rıtıl. |
BÜHAT |
Bühtan edici, iftiracı. |
BÜHBUHA |
Bir yerin ortası, orta yer. |
BÜHHÜT |
Haramzâde, piç. |
BÜHLUL |
Güzel yüzlü. |
BÜHMÂ |
Dikenli ağaç. |
BÜHME |
(C.: Bühüm) Cemaat, topluluk.* Leşker. * Bahâdır, kahraman. |
BÜHR |
Galip olmak. * Yürümekten nefesini tez tez verip solumak. |
BÜHRE |
Geniş yer, büyük mekân. * Kesik kesik soluyuş. * Dere içindeki sazlık
ve çayırlık. |
BÜHSUL |
İri gövdeli kimse. |
BÜHT |
İftira, isnad edilen yalan. * Bir seyyarenin bir günlük hareketi. |
BÜHTAN |
İftira. Birisine yalandan bir şey isnad etme. Birisini suçlu gösterme.
* Dalgınlık. * Medhûş ve mütehayyir olma. |
BÜHTÜR(E) |
Bodur, kısa boylu. |
BÜHUR |
Büyük emir. |
BÜHUR |
Işıklı, nurlu, aydınlık. |
BÜHÜT |
(Behût. C.) İşitenleri hayrete düşürecek kadar olan iftira ve yalanlar. |
BÜHÜVV |
(Behv. C.) Misafirlere mahsus odalar. * Hayvanlar için yerin altına
yapılmış ahırlar. |
BÜJHAN |
f. Gıpta etme, imrenme. |
BÜJMEJE |
f. Kaya keleri, kertenkele. |
BÜJUL |
f. Aşık kemiği; topuk kemiği. |
BÜKÂ |
Ağlama. |
BÜKÂ-Yİ SÜRÛR |
Sevinçten dolayı akan gözyaşı. |
BÜKÂ-ÂLÛD |
f. Ağlatıcı, gözyaşı döktürücü. |
BÜKÂ-ENGİZ |
f. Ağlatıcı. Gözyaşı döktürücü. |
BÜKÂT |
Ağlayanlar. |
BÜKMÂ |
(Ebkem. C.) Dilsizler. Ebkemler. |
BÜKRE |
Erken. Sabah vakti. |
BÜKSE |
Kiremit parçası. * Saksı. |
BÜKY |
Ağlayıcılar, ağlıyanlar. |
BÜL'A |
Değirmen taşının tane dökülecek yeri. |
BÜLÂG |
f. Pınar, çeşme. |
BÜLÂLET |
Islaklık, nemlilik, yaşlık. |
BÜLBÜL |
(C: Belâbil) Andelib. Güzel öten bir nevi kuş. |
BÜLBÜL-İ NÂLÂN |
Ağlıyan bülbül. |
BÜLBÜL-İ ZÂR |
İnleyen bülbül. |
BÜLBÜLAN |
(Bülbül. C.) Bülbüller. Andelibler. |
BÜLBÜLE |
(C.: Belâbil) Emzikli bardak. |
BÜLBÜLVEŞ |
Bülbül gibi. |
BÜLCET |
Genişlik, vüsat.* İki kaş arasında olan açıklık. |
BÜLDAN |
(Belde ve Beled. C.) Beldeler, şehirler, iller, memleketler. |
BÜLEGA |
(Belig. C.) Beliğ olanlar, Belâgat sâhipleri. Belâgat ilmi
mütehassısları. Edebiyatçılar. |
BÜLEHNİYE |
Maişet genişliği. * Gani olmak, zenginleşmek. |
BÜLEND |
f. Yüksek, büyük. |
BÜLEND-ÂVÂZ |
f. Haykırma, yüksek ses. |
BÜLEND-HİMMET |
f. İyi çalışır. |
BÜLENDÎ |
f. Yükseklik, yücelik. |
BÜLEND-PÂYE |
f. Rütbesi yüksek, pâyesi bülend olan. |
BÜLGA |
Maaşa yetecek nesne. |
BÜL-GAME |
f. Herşeye hevesli olan. |
BÜLGAT |
Geçinmeye kâfi gelecek kadar olan şey. |
BÜLHEVES |
f. Heves ve isteği çok, maymun iştahlı. |
BÜLKA |
Kısa boylu. * Bir kuşun adı. |
BÜLKUT |
(C.: Belâki) Bir hurma cinsi. * Ot ve su olmayan harap ve boş yer. *
Yalan yere yemin etmek. |
BÜLLET |
(C.: Bilâl) Hurmanın ıslanıp yaş olması. |
BÜLS |
İçine incir koyulan kilimden dokunmuş büyük çuval. |
BÜLSÜN |
Mercimek mesabesinde hububattan bir habbe. (Bâzı yerde mercimek de
derler.) |
BÜLTEN |
Fr. Halka bilgi veren, özet olarak yazılmış resmi yazı. * Bir
müessesenin, kurumun faaliyetlerini tanıtan ve belli zaman aralıklarıyla
yayınlanan mevkute. |
BÜLUC |
Zâhir olmak, gözükmek. Parlamak, ruşen olmak. |
BÜLUD |
Mukim olmak, ikamet etmek, oturmak. * Köhne olmak, eskimek. * Meclise
geç gelmek. |
BÜLUĞ |
Erginlik. Olgunluk. Çocukluk devresini tamamlayıp ergenliğe geçiş.
Ergenliğe ulaşan genç, namaz kılmak ve oruç tutmak gibi farzlarla mükellef
(yükümlü) olur. * Yaklaşıp çatma. |
BÜLUH |
Beceriksiz, âciz. * İşe yaramama, yorgun ve bitkin olma. |
BÜL'UM |
Gırtlak, hançere. |
BÜM |
(C.: Ebvam) Baykuş. |
BÜN |
Meziyyet, üstünlük. |
BÜN |
Temel, esas, kök, netice, son. |
BÜN-İ HİSÂR |
Hisarın dibi. |
BÜNDAD |
f. Temel. Binanın esası. * Destek, payanda. Duvar, set. |
BÜNDAR |
f. Zengin, asil ve kibirli kişi. |
BÜNDUKA |
(C.: Bünduk, Benâdik) Fındık tanesi. * Kemankere taşı. Küçük yuvarlak
taş. |
BÜNİYYE |
(C.: Büniyyat) Her nesnenin aslı ve yaratılması, fıtrat. * Sazan
balığı. * Meçhul yol. |
BÜNLAD |
f. Destek, payanda, duvar, set. * Temel. Esas, bina. |
BÜNN |
Yemen kahvesi. |
BÜNUD |
(Bend. C.) Büyük bayraklar, sancaklar. |
BÜNÜVVET |
Evlâtlık, oğulluk. |
BÜNYAD |
f. Temel, esas. Yapı, binâ. |
BÜNYAMİN |
Yakup Aleyhisselâm'ın en küçük oğlu. |
BÜNYAN |
Yapı. Bina. Duvar. Esas. Yapı yapmak. |
BÜNYAN-I KAVÎ |
Sağlam bina. |
BÜNYAN-I MERSUS |
Kaynaşmış sağlam bina. Birbirine kurşunla kenetlenmiş sağlam yapı. |
BÜNYE |
Bir şeyin vücut yapısı. Vücut, beden. Fıtrat. * Şekil, tarz, sûret. |
BÜNYE-HÎZ |
f. Vücudu canlandıran, bünyeyi kaldıran. |
BÜR' |
(Büru') Hastanın iyileşmeğe başlaması. * Kurtulmak. * Fazilette ve
bilgide üstünlük. (Bak: Ber') |
BÜRA' |
Ağaç yongası. Törpüden çıkan talaş. |
BÜRA |
Kamıştan yapılan hasır. |
BÜRABE |
Kalem yongası, törpüden çıkan talaş. |
BÜRAD |
Soğuk. |
BÜRADE |
Eğeden çıkan talaş ki, "bürâde-i zeheb, bürâde-i fizza ve bürâde-i
hadid" denir. |
BÜRAKA |
Bütün gün yüzünü süsleyen kadın. * Yemek sırasında bir kimseye kızıp,
yemeği kimseye vermeyip yalnız yiyen kadın. |
BÜRAM |
Kene dedikleri böcek. |
BÜRAYE |
Yontulan ağaçtan çıkan yonga. |
BÜRBUR |
Bulgur. (Buğdaydan yapılır.) |
BÜRC |
(C.: Bürûc-Ebrac) Hisar. * Yıldız. |
BÜRCAS |
Havada ağaç başında olan nişan. |
BÜRCEME |
(C: Berâcem) Parmak boğumu. |
BÜRCÜD |
Arap elbiselerinden bir nevi kalın elbise. |
BÜRD |
f. Bilmece, bulmaca. |
BÜRDA |
Tıb: Sıtma hastalığı. |
BÜRDBAR |
f. Ağırbaşlı. Sabırlı, mütehammil, uysal, tahammüllü kimse. |
BÜRDBARÎ |
f. Ağırbaşlılık, sabırlılık. |
BÜRDE |
Hırka. Üstten giyilen libas, elbise. |
BÜRDEK |
f. Küçük bilmece. |
BÜRDÎ |
Hurmanın iyisi. |
BÜRE |
(C.: Bürât-Bürâ-Bürin) Deve burnuna takılan halkalar. * Bilezik gibi
olan halkaların her birisi. |
BÜREHA |
Şiddetli azab. Sıkıntı. |
BÜREHNE |
f. Açık, yalın çıplak. |
BÜREHNE-GÎ |
f. Çıplaklık. |
BÜREHNE-SER |
f. Başı açık. |
BÜRESA' |
Nâs mânâsına kullanılan bir isim. |
BÜREYDE BİN EL-HUSAYB EL-ESLEMÎ |
Horasan diyarında en son hicri 62 veya 63 yılında vefat eden sahabedir.
(R.A.). Müslümanların ilk sancaktarıdır. 177 Hadis-i Şerif nakletmiştir. 14
tanesi Buharî ve Müslim'de mezkûrdur. |
BÜRGUR |
Buzağı. |
BÜRGUS |
(C.: Beragis) Pire. |
BÜRHAN |
Delil, hüccet, isbat vasıtası. * Man: Yakînî mukaddemelerden meydana
gelen kıyas. * Red ve inkâr için itiraz kabul edilmeyecek surette isbat-ı
hakikat eden kavi hüccet.(Bir bürhan ile elde edilen netice-i tevhidi buzı
insanlar isti'zam ile dar zihinlerine sıkıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri
tahammül edemez. Bu hule karşı o kat'i, sahih bürhanı reddetmek üzere: "Bu
neticeyi, bu kadar azametiyle şu bürhan (onu) intac edemez." diye bahaneler
ile kabul etmez. O miskin bilmez mi ki, neticenin kayyûmu imandır. Bürhan,
ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi o neticeye konan
vehimleri süpürür. Maahâza bürhan bir değildir, bin değildir. Zerrat-ı âlem
adedince bürhanlar vardır. M.N.) |
BÜRHAN-I AKLİYYE |
Akla dayanan bürhan. |
BÜRHAN-I ENFÜSÎ |
İnsanın içinde ve hayatında görünen bürhan. Nefse ve şahsa ve içe ait
bürhan. |
BÜRHAN-I İNNÎ |
Hâdiselerden kanunlarına, neticelerden sebeblerine ve eserden müessire
olan delil. Dumanın ateşe delil olması gibi. |
BÜRHAN-I KATI' |
Kat'î, en sağlam ve şeksiz delil. * Farsça bir lügat kitabının
ismi.(İşte şu Zât (A.S.M.), şu mevcûdat Hâlikının vahdaniyetinin hakkaniyeti
derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sâdık olduğu gibi, haşrin ve
saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı kâtıı, bir delil-i sâtııdır. S.) |
BÜRHAN-I LİMMÎ |
Kanunlardan hâdiselerine, sebeblerden neticelerine ve müessirden esere
olan istidlâl. Yani eseri meydana getirenden esere olan delil. Kablî delil.
Ateşin dumana delil olması gibi.(Kelime-i şehâdetin iki kelâmı birbirine
şahiddir. Birincisi ikincisine bürhan-ı limmîdir, ikincisi birincisine
bürhan-ı innîdir. M.) (Bak: Limmî) |
BÜRHAN-I MANTIKÎ |
Kesin kaziyelerden teşkil ettirilen kıyasa, bürhana denir. |
BÜRHAN-I NÂTIK |
Konuşan bürhan. Mecaz olarak Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M) kastedilir
ki; bütün hakikatları isbat ve izhar etmiştir. |
BÜRHAN-I NÜBÜVVET |
Peygamberliğin hak olduğunu isbat eden bürhan ve delil. (Bürhan-ı
risalet de aynı mânâdadır.) |
BÜRHAN-I RİSALET |
(Bak: Bürhan-ı nübüvvet) |
BÜRHAN-I SÂTI' |
Aşikâr, şeksiz ve şüphesiz, parlak delil. (Bak: Sâtı') |
BÜRHAN-ÜT TEMÂNÜ' |
İstiklâliyet, ulûhiyetin zâtî bir hassası ve zaruri bir lâzımı olduğuna
dair ve şirkin butlanını isbat eden delil ki; eşyanın yaradılışı müteaddit
ellere ve esbaba verilse, âlemdeki nizam bozulup karışıklıklar çıkacağını
gösterir, isbat eder. |
BÜRHE |
Zaman, an, müddet. |
BÜRHİN |
Zahmet, güçlük, zorluk. |
BÜRHUN |
f. Duvar. Kemer. * Çember, daire. * Hâne, ev ve kale kapısı. * Mâni,
engel, çit. Avlu. |
BÜRİD |
Oniki mil. |
BÜRİDE |
f. Kesilmiş., |
BÜRİDE-SER |
f. Başı kesik. |
BÜRİN |
f. Dilim (Daha çok meyveler için kullanılır.) |
BÜRKA |
(C.: Birak) Taşlık yer. |
BÜRKA' |
Kadınların örtündükleri yaşmak, peçe. |
BÜRKAN |
Yanardağ, volkan, lavlar saçan dağ. |
BÜRKE |
Martı. * Kurbağa. * Havuz. * Küçük göl. |
BÜRME |
(C.: Birem-Birâm) Çömlek yapımında kullanılan yumuşak taş. * Çömlek. *
Baş örtüsü. |
BÜRNA(H) |
f. Yiğit, delikanlı, genç. |
BÜRNAK |
f. Delikanlı, yiğit, genç. |
BÜRNÜS |
(C.: Berânis) Bir uzun takke. (İbtidâ-i İslâm'da ruhbanlar giyerlerdi.) |
BÜROKRASİ |
Fr. Hükûmet dairelerinde aşırı kırtasiyecilik, muamele çokluğu. İşlerin
yürütülmesinde şekilciliğin ve idarî işlemlerin ağır basması hâli. Devlet
görevlilerinden meydana gelen zümre veya sınıf. Memurlar sınıfı. Bürokrasi,
her çeşit rejimde tahakküm vasıtası olmaktadır. Oysa İslâmiyet'te devlet
makamları tahakküm değil, hizmet makamıdır. Devlet görevlileri müslüman
halkın hizmetindedir, kendileri saygı beklemez, saygılı davranır. Kimseye
tahakküm edemez. Çünkü Allah'ın emirlerine uymak zorundadır. Hazreti Ömer
(RA), devlet başkanı olunca "Allah'ın emirlerinin dışına çıkarsam, beni
kılıçlarınızla doğrultun" demekle bunun örneğini vermiştir. Zulüm ve
tahakkümü kaldırarak adaleti getirmiştir. Gerçek adalet ve hürriyet ancak
İslâm'da vardır. |
BÜROKRAT |
Fr. Memur sınıfından olan. * Devlet işlerinde muamelelerde şekle aşırı
ehemmiyet veren. |
BÜRR |
Buğday. |
BÜRRAN |
f. Keskin, kesici. |
BÜRS |
Ardıç ağacının meyvesi. |
BÜRSAN |
f. Ejderha, büyük yılan. |
BÜRSUTE |
Tehlikeli yer. |
BÜRSÜN |
(C.: Berâsin) İnsan eli. * Vahşi hayvanların pençesi. * Develere
vurulan bir nevi damga. |
BÜRT |
Nebat şekeri. Zelil, aşağılık kimse. * Balta. |
BÜRTULE |
(C.: Bürtul) Kalpak dedikleri keçe takke. * Rüşvet. |
BÜRU' |
Fazilet, ilim ve iyilikte benzerlerine olan üstünlük. * (Hasta) iyiliğe
yüz tutma. |
BÜRUC |
(Burc. C.) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne
çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır. *
Bunlara teşbihen veya zuhur mânâsıyla semâdaki bir kısım yıldızlara veya
bazı yıldızların toplanmasından meydana gelen şekillere ve farazi suretlere
burc denilmiştir. Bilindiği gibi yıldız kümelerini felekiyatçılar muayyen
bâzı suretlere benzeterek her mevsim ve ayda göründükleri şekillere göre
isimlendirmişlerdir.Bunların altısı şimal (kuzey) altısı cenub (güney)
cihetinde olarak oniki burç kabul edilmiştir. Bu burçların bulundukları
sahaya da mıntıkat-ül burûc ismi verilmiştir. Burçların isimleri Hamel,
Sevr, Cevzâ, Seretan, Esed, Sünbüle, Mizan, Akrep, Kavs, Cedi, Delv ve
Hut'tur. |
BÜRUC SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 85. suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. |
BÜRÛD |
Berd, soğuk. * İşten soğuma, bıkma. |
BÜRUDET |
Soğukluk. Soğuk olmak. Hararetsizlik. * Mc: Münasebetteki soğukluk.
Münaferet. Muhasama. |
BÜRUDET-İ MUAMELE |
Yapılan muamelenin soğukluğu. |
BÜRUFE |
f. Mendil. * Sarık. * Kuşak, bel kuşağı. Forma. |
BÜRUK |
Bir şeyin şakıması, parlaması. * (Berk. C.) Berkler, şimşekler. |
BÜRUK |
Un helvası, undan yapılan bir nevi helva. * Büyük oğlu varken evlenen
kadın. * Deve çökmek (mânâsına mastardır.) |
BÜR'UM |
Açılmamış gonca çiçek. |
BÜR'ÛME |
(C.: Bür'um - Berâim) Açılmamış tomurcuk gonca çiçek.* Gül gılafı. |
BÜRUZ |
Zâhir olma, belirme, meydana çıkma. Çıkmak. |
BÜRZEA |
(C.: Berâzi) Yuna dedikleri keçe ki, eyer altına koyarlar, teğelti de
derler. |
BÜRZU' |
Dolu, dolmuş, mümteli. |
BÜ'S |
Güçlük, zorluk. * Fakirlik. |
BÜSAK |
Tükürmek. |
BÜSED |
Kırmızı boncuk. * Mercan. |
BÜSLE |
Efsuncuya verilen ücret. |
BÜSLET |
Nam, şöhret, ün, şan. |
BÜSRE |
Herşeyin ucu ve başı. * Herşeyin tâzesi. * Genç kız veya oğlan. * Hurma
koruğu. * Biraz büyümüş olan ekşi ot. |
BÜSSED |
Mercan taşı. |
BÜSTAH |
f. Edebsiz, küstah, utanmaz. |
BÜSTE |
f. Fındık. |
BÜSTÛKA |
(C.: Besâtik) Küçük küp. Küpçük. |
BÜSUK |
Bir kimsenin, akranına üstün olması. * Ağacın uzaması. * Uzunluk. |
BÜSUL |
Beddua, lânet. |
BÜSUT |
Cömertlik, civanmertlik. El açıklığı. |
BÜSÛTA |
Genişlik. * Tekellüfsüzlük. |
BÜŞ |
f. At yelesi. * Kahkül. * Noksan, eksik. |
BÜŞİY |
Fakir ve evlâdı çok olan
kimse. |
BÜŞRA |
Müjde. Sevinçli, hayırlı haber. * İncil'in bir ismi. |
BÜT |
f. Put, heykel. Sanem. |
BÜTÇE |
Fr. Devletin veya diğer kuruluşların yıllık gelir ve giderlerini
(sarfiyat ve varidatlarını) gösteren ve bunlarla ilgili harcamaları tayin
eden hesap işleri. |
BÜTEKA |
(C.: Bevâtık) Pota dedikleri âlettir ve kuyumcular içinde altın ve
gümüş eritirler. |
BÜTEYRA |
Sonunda evlâdı kalmayan. * Vitir namazını bir rekat kılmak. * Şems,
güneş. * Sabah. |
BÜTLAL |
f. şaşa kalan, hayret eden, hayran olan. |
BÜTPEREST |
f. Putu mâbut ittihaz eden. Heykellere ibâdet eden. (Bak: Putperest) |
BÜTŞİKEN |
f. Put kıran. |
BÜTU' |
Uzaklaşma. * Kesilme. |
BÜTUL |
Bâtıl olmak. |
BÜTUN |
(Batn. C.) Batınlar, karınlar, kucaklar. * Soylar, nesiller. |
BÜÜRE |
Çukur kazmak. * Çukur. |
BÜVAN |
(C: Ebvine) Çadır direği, direk. |
BÜYU' |
(Bey'. C.) Satışlar. Satın almalar. |
BÜYUD |
Yok olma, hiç olma, in'idam. |
BÜYUN |
Geniş ve derin kuyu. * Mıntıkalar, bölgeler, yerler. |
BÜYÛT |
(Beyt. C.) Beytler, evler. |
BÜYÛTÂT |
(Büyût. C.) Asilzâde aileleri. * Asil kimseler, soylu kişiler. * Ev
kümeleri. |
BÜYÛZ |
(Beyz. C.) Yumurtalar. |
BÜYÜ |
Cin gibi manevî varlıklar aracılığı ile insan veya başka varlıklar
üzerinde etki meydana getirme işi. Dinimiz büyücülerin şerrinden,
kötülüklerinden Allah'a sığınmamızı emreder. Müslüman büyücülük yapmaz. |
BÜYÜKLENMEK |
t. Kendini büyük görmek, büyüklük taslamak. (Kötü huylardan biridir,
günahtır.) |
BÜZ |
f. Keçi. |
BÜZ |
Harap yer.* Fâsid nesne. * Helâk. |
BÜZA' |
Kibar, zarif. |
BÜZAA |
Kibarlık, incelik, zerafet. |
BÜZAK |
Salye, tükrük. |
BÜZARE |
Üst dudakta fazlalık olarak sarkık deri olması. |
BÜZ-BAN |
f. Keçi çobanı. |
BÜZBÛN |
Altıda bir, südüs. |
BÜZGALE |
f. Keçi yavrusu, oğlak. |
BÜZİÇE |
f. Oğlak. Küçük, yavru keçi. |
BÜZM |
Kesin karar ve tahammül. * Sertlik, kuvvet. * Doğru rey. |
BÜZR |
Herkesin sözünü dinleyen. Dinleyici. |
BÜZÛ' |
Doğmak, tulû' etmek. |
BÜZUL |
Yarılmak, inşikak. |
BÜZUR |
(Bezr. C.) Tohumlar, çekirdekler. |
BÜZUZET |
Perişanlık, kıyafetsizlik, pejmürdelik, bezazet. |
BÜZÛZET-İ HÂL |
Kıyafet pejmürdeliği, hâl perişanlığı. |
BÜZÜRG |
(C.: Büzürgân) f. Cesim, kebir, azîm, büyük, ulu. * Reis, baş, başkan,
şef. * Türk musikisinde bir mürekkep makamın adı. |
BÜZÜRGÂN |
(Büzürg. C.) Büyükler, azimler, cesimler, ulular. |
BÜZÜRGÂNE |
f. Büyük, ulu bir kimseye yakışacak sûrette. |
BÜZÜRGÎ |
f. Azîm olmak. Büyüklük. Ululuk. |
BÜZÜRGMENİŞ |
f. Yüksek fikirli, fikirleri değerli olan. |
BÜZÜRG-SAL |
f. İhtiyar, yaşlı. |
BÜZÜRG-VAR |
f. Büyük, saygıdeğer, ulu (kimse). |
BÜZZAKA |
Kabuksuz sümüklü böcek. |