Arabçaya göre harfinin okunuşu. Ebced hesabında iki sayısını ifade eder. Mektup ve eski evraklarda Receb ayına işarettir.
BÂ-İ CERRE  Arabçada kendinden sonraki kelimeyi "esre" okutan bâ. (Bismillâhi'deki gibi).
BÂ-İ KASEM  Arabçada yemin maksadı ile kelime başına getirilen bâ. $ "Billâhi" gibi. * Farsçada: Bâ $ diye yazılırsa; ile, beraber, birlikte, sâhip mânalarına gelir. Arapçadaki Zû gibidir.
BA'  Kulaç. * Erişme. * Yetme. * Kuvvet, kudret, beceriklilik. * şeref, kerem. * Vergili, verimli olma.
BAAD  Helâk olmak.
BA-ANKİ  Şu sûretle ki, o şartla ki.
BAAS  (Bak: Ba's)
BA-ASAM  Günahlarla.
BÂB  Kapı. * Kısım. * Mevzu. * Fasıl. Bölüm. Parça. Kitab. * Hususi madde. * Sığınacak yer. * İş. * Şekil. * Tövbe.
BÂB-I ÂLEM  Âlemin kapısı. Herkesin girip çıktığı yer. 
BÂB-I ÂLÎ  Yüksek kapı. * Tanzimattan önce sadrazam kapılarının, daha sonra da hükümet dairelerinin çoğunun içinde toplandığı bina. * Mc: Osmanlı Hükümeti.
BÂB-I ÂSAFÎ  Tar: Sadrazam konağı. 
BÂB-I FETVA  Eskiden şeyhülislamların oturduğu daire. Fetvalar burada verilirdi.
BÂB-I HÂNE  f. Hırsızların yeri. * Fuhuşhane. * Tembeller yurdu.
BÂB-I HIFZ VE HAFÎZİYET  Cenab-ı Hakk'ın herşeyi muhafaza edip varlığını devam ettirmesi bahsi.
BÂB-I HİKMET  Cenab-ı Hakk'ın herşeyi hikmetli ve maslahatlı yaratması bahsi.
BÂB-I HÜKÜMET  Hükümet dairesi, hükümet kapısı.
BÂB-I HÜMAYUN  Topkapı Sarayı'nın ilk kapısı.
BÂB-I İHYA VE İMATE  Öldürmek ve diriltmek bahsi ve mevzuu.
BÂB-UL MENDEB  Kızıldeniz'de Hint Denizi yakınlarında bulunan bir boğazın adı.
BÂB-I SAADET  Saadet kapısı. * Sultanın sarayı. * İstanbul şehri.
BÂB-I SERASKERÎ  Serasker kapısı. Eski Milli Müdafaa Vekâleti. Milli Savunma Bakanlığı. Şimdiki İstanbul Üniversitesi'nin kapısı.
BÂB-I ŞERÎF  Konya'da bulunan Mevlana türbesinin kapısı.
BÂB  f. Lâyık, uygun, münasib, elverişli. * Hayır, uğur. 
BAB(A)  f. Evlat sahibi erkek. Ata, ecdat. * Gemi halatlarının bağlandığı yer. * İnşaatta ağırlıkların bindirildiği direk. * Mânevi rehber, şeyh. * Bektaşi şeyhi. * Hayırhah ve muhterem. * Daha çok zencilerde olan bir hastalık cinsi.Aile reisi babadır. Babanın hayatta en büyük eseri, yetiştireceği hayırlı evlâttır. Evlâdın yaptığı hayır ve sevap işleri, onu yetiştiren babanın amel defterine de geçer. Her baba çocuğunu müslüman olarak yetiştirmekle görevlidir. Evlâd da dine aykırı olmayan emirlerini saygı ile yerine getirmekle yükümlüdür. İslâm ailesinde baba-evlat ilişkisi sadece bu dünya hayatıyla sınırlı değildir. Ebedi âlemde de devam edeceği esasına göre olur.
BABA-YI ÂLEM  Hz. Adem (A.S.)
BABA-YI ATİK  Babaeski. (Trakya'da bir şehir)
BABACAN  Biraz kalender davranışlı, cana yakın.
BABAYAN  (Baba. C.) f. Tarikat babaları, şeyhleri. Bektaşi şeyhleri.
BABAYİĞİT  Yetişmiş delikanlı, tam bedenî kuvvetini almış genç. Cesur, yiğit.
BA-BERAT  Berat ile.
BABET  f. Bent, fırka. * Münasip bir şey. Taalluk, münasebet, alâka, ilişki.
BABEYN  İki kapı. * Mc: Dünya ve âhiret.
BAB HARCI  Mahkemelerde kadıların, naiblerin, mal ve mukataa kalemlerinde bulunan memurların aldıkları bir nevi harç.
BÂBİL  Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda "Çeh-i Bâbil" olarak yer alan ve birçok dillerin meydana gelmesi bakımından da adı geçen "Bâbil Kulesi"nin bulunduğu ilkçağdan kalma bir şehir.
BÂBİL KULESİ  Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini değiştirmiş ve birbirlerini anlamaz hale getirmiştir. Bundan dolayı tamamlanamamış ve 72 dil burada meydana gelmiştir. (Buna "tebelbül-i akvam" denir.) Müslümanlıkta, bu kuleyi Nemrud'un gökyüzüne yükselerek Allah'ın işlerine karışmak maksadıyla yaptırmış olduğu rivayet edilir. Milâttan önce yaşamış olan eski Yunan tarihçisi Herodot, Bâbil'deki Baal Ma'bedinin gayet yüksek bir kule olduğunu seyahatinde görerek anlatmıştır ki; Bâbil ve Nemrut Kulesi denen şeyin bu olması ihtimali vardır. (T.L.)
BABUR  (Zahirüddin Muhammed) Hindistan'da büyük Müslüman Türk devletinin kurucusu ve Timur'un beşinci göbekten torunudur. Fergana Emiri olan babası Ömer Şeyh'in ölümünden sonra tahta geçmiştir. (1494) 
BABUR-NAME  f. Bâbur Şah'ın Vekayi ismindeki meşhur hatıra kitabı.
BABÜK  Ahmak, sersem adam.
BABZEN  f. Ağaçtan veya demirden yapılmış olan kebap şişi.
BA'C  Karına dürtmek, karın yarmak. 
BÂC  f. Vergi. * Kudretli hükümdarın zayıf olan hükümdardan aldığı vergi. * Eskiden halktan alınan öşür veya haraç ve gümrük vergisi. * Renk. * Çeşit.
BÂC-I KIRTIL  Hayvanlardan alınan vergi.
BÂC-BÂN  f. Geçiş vergisi tahsildarı. Bac toplayan memur.
BACENG  f. Baca. * Ufak pencere. Tepe penceresi.
BÂC-GİR  f. Vergi toplayan kimse. Vergi toplama memuru.
BÂC-GÜZAR  f. Vergi veren, haraç veren. * Geçiş parasına tâbi.
BÂD  f. Yel. Rüzgâr. Soluk. Nefes.
BÂD-I BERÎN  Sabah rüzgârı. * Lâtif hava.
BÂD-I CEM  Hz. Süleyman Peygamberin hükmettiği yel, rüzgar.
BÂD-I CENUBÎ  Güney rüzgârı.
BÂD-I HAZÂN  Sonbahar rüzgârı.
BÂD-I HEVÂ  Hevâ ve heves. Eğlence. Bedava. Boş.
BÂD-I PÜRGÛ  Devamlı sesler çıkaran, ıslık çalan rüzgar.
BÂD-I SABÂ  Baharda esen hafif ve hoş rüzgar, seher yeli. 
BÂD-I SEMÛM  Çölde, sıcakta gündüz esen sıcak yel. Sam yeli. Zehirli rüzgâr.
BÂD-I SUBH  Sabah rüzgârı.
BÂD-I ŞİMALÎ  f. Kuzey rüzgârı. * Nefes, soluk. * Ah sesi, ah çekme. * Allah'ın inâyeti. * Medih. * Söz. * Büyüklük taslama, kibirlilik. * şarap.
BÂD-I TECELLİ  Tecelli rüzgârı. * Kader.
BÂDÎ  Rüzgâra ait. * Muvakkat. Geçici.
BÂD  f. "Olsun, ola, olaydı" mânasına gelir ve kelimelerin sonuna getirilir. Meselâ: Aferin bâd $ : Aferin olsun. Çok yaşa. Afiyet bâd $ : Afiyet olsun.
BA'D  Zaman zarfıdır ve te'hir ifade eder. * Helâk olmak mânâsına mastardır.
BAD'  Kesmek. Yarmak. * Suya kanmak.
BAD'A  (C.: Bida') Et parçası. 
BA-DAD  f. Adaletli, âdil, sâdık, doğru.
BADAM  f. Badem.
BADAME  f. İpek kurdu. * Zincir halkası. * Et beni. * Nazarlık. * Süslü şey. * Eski hırka.
BADAŞ  f. Mükâfat.
BAD-BAN  f. Yelken. * Gemi sereni.
BAD-BAZ  f. Yelpaze.
BAD-BEDEST  f. Elinde avucunda birşey bulunmayan. İflas etmiş.
BAD-BER  f. Uçurtma. * Daima kendini methettiği halde elinden bir iş gelmiyen kimse.
BAD-BİZ  f. Yelpaze.
BADD  Az az akmak. * Nazik deri.
BAD-DAR  f. Mağrur, kibirli. * Divane, deli. * İri vücut, şişman. * Hiç bir işle alâkası bulunmayan kişi.
BA'DE  Sonra.
BÂDE  f. şarap, içki. Kadeh. (İçkinin her çeşiti haramdır, büyük günahtır. İnsan sağlığına zararları ilmî bir gerçektir. Aile, cemiyet hayatı ve ahlâk için de yıkıcıdır. İçkiden ve içenlerden uzak durmak gerekir.)
BÂDE-İ İKBAL  İkbal şarabı. Yüksek mevkide bulunmanın verdiği geçici neşe ve keyif.
BA'DE BU'DİN  Hayli zaman geçtikten sonra, neden sonra.
BAD-EFRA(H)  f. Mücazât, ceza. * Bir çeşit fırıldak.
BA'DEHÂ, BA'DEHÛ  Bundan sonra. Ondan sonra.
BA'DE HARAB-İL BASRA  Basra harab olduktan sonra. * Mc: İş işten geçtikten sonra.
BA'DEHUM  Onlardan sonra.
BÂDEKEŞ  İçki içen.
BA'DEL EDA  (Ba'de-l edâ) Yapıldıktan sonra.
BA'DEL HARB  (Ba'de-l harb) Muharebeden, harpten sonra.
BA'DEL İFA  (Ba'de-l ifâ) Yapıldıktan, ifâ edildikten sonra.
BA'DEL MEVT  (Ba'de-l mevt) Ölümden sonra.
BA'DEL MİLAD  (Ba'de-l milâd) Milâddan sonra. Tarih başlangıcı kabul ettikleri seneden sonra.
BA'DEL MUSÂLAHA  (Ba'de-l musâlaha) Musâlahadan, barıştan sonra. 
BA'DEL MÜTÂLAA  (Ba'de-l mütâlaa) Mütâlaa ettikten sonra, okuduktan sonra. 
BA'DEL YEVM  (Ba'de-l yevm) Bugünden sonra.
BA'DEMA  (Minba'd, fimâba'd) Ondan sonra. Bundan sonra. Bundan böyle.
BADEMCİK  Tıb: Boğazın iki tarafında, badem biçimindeki bezler.
BADEN  Semiz, iri gövdeli kimse.
BA'DETTEŞEKKÜL  (Ba'de-t teşekkül) Teşekkül ettikten sonra, oluştuktan sonra.
BA'DEZA  (Ba'dezin) Bundan sonra.
BA'DEZZEVAL  (Ba'de-z zevâl) Zevalden sonra, sona erdikten sonra.
BA'DEZZUHR  (Ba'de-z zuhr) Öğleden sonra.
BAD-GÂN  f. Bekçi, gözetici, gözeten. * Hazinedar.
BAD-GÂNE  f. Kafesli pencere.
BAD-GERD  f. Kasırga.
BAD-GÎR  f. Vantilatör. * Baca. * Semaver ve nargilenin başlığı.
BAD-HERZE  f. Büyü, sihirbazlık. * Letâfet, güzellik.
BADİ'  Deniz içinde olan ada. * Et. * Deri.
BADİ  f. Geçici. * Havaya veya rüzgâra âit.
BADİ  Sebeb. İllet. Mûcib. Vesile. * Zâhir ve âşikâr olan. * Halkeden. Hâlık. Yaratan.
BADİA  Derisini ve etini yarıp kanatmış olan, fakat kanı çıkmayıp akmayan baş yarası.
BADİH  (Bâdihe) Beklenmedik ziyaret. * Erkek ziyaretçi. * Birden bire gelen ilham. * Ansızın, âniden.
BADİLE  (C.: Bâdil) Koltukla meme arasında olan et.
BADİN  Şişman, bedeni büyük, iri vücutlu.
BADİNC  f. Hindistan cevizi. 
BADİNCAN  f. Patlıcan.
BADİR  Hemen yapmak isteyen. * Birdenbire vuku bulan. * Dolunay. * Büyümüş (çocuk). * Olgun (meyva).
BADİRE  Birdenbire meydana gelen hâl. Felâket. Musibet. * Kabahat. * Birden, zahmetsizce söylenen söz. * Kılıcın, namlunun veya her çeşit nebatın ucu. * Zor geçit.
BÂDİYE  f. Kır. Ova. * Sahrâ. Çöl.
BÂDİYET-ÜŞ-ŞAM  Fırat ve Dicle nehirlerinin birleşip denize döküldükleri yerden, batıya doğru uzanan çöl.
BADK  Tükürmek.
BAD-NÜMA  f. Rüzgârın esme istikametini gösteren âlet. * Fırıldak.
BAD-PA(Y)  f. Ayağı çabuk olan (at ve sâire).
BAD-PER  f. Kağıttan yapılmış olan uçurtma. * Hodbin, kendini beğenen ve öven kimse. * Kamçı topacı.
BAD-PEYMA  f. Başıboş, boş gezen, âvâre, serseri.
BAD-REFTAR  f. Rüzgâr gibi hızlı yürüyen. Çabuk ve hızlı koşan, sür'atli.
BAD-SENE  f. Kibirli, mağrur. Büyüklük taslıyan. * Kötü niyetli.
BAD-SER  f. Mağrur, kibirli. * Serkeş, isyânkar, âsi. * Taassub ehli, mutaassıb.
BAD-SEYR  f. Hızlı yürüyen, rüzgâr gibi koşan, ayağına çabuk.
BAD-SÜVAR  f. Koşu atı, hızlı yürüyen at. * Hızlı giden atlı.
BAD-ZEHR  f. Panzehir.
BAD-ZEN  f. Yelpâze.
BÂF  f. Dokuyan, dokuyucu mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ:
ZER-BÂF  Sırma dokuyan.
BAĞ  f. Büyük bahçe. Bostan. * Üzüm asmaları bulunan yer. * Üzüm asması.
BAGAJ  Fr. Yolcu eşyası. * Yolcu eşyası koymaya mahsus yer, yolcu eşyası vagonu.
BAGAL  (C.: Bigâl) Katır.
BAGAL  f. Koltuk.
BAGAN  f. Bahçeler. Bostanlar.
BAGAR  Bir yakıcı hastalıktır ki devede vâki olur; suyu içip kanmaz ve sonunda ondan helâk olur.
BAGARE  Şiddetle yağan yağmur.
BAGAT  (Bağ. C.) Bağlar, üzüm bağları.
BAGAYA  (Bagiyy. C.) Fahişeler.
BAGBAGA  Evmek, acele.
BAG-BAN  f. Bahçıvan, bağcı. Bahçe bekçisi.
BAG-BANÎ  f. Bahçıvanlık, bağcılık. Bağ bekçiliği.
BAG-ÇE  f. Bahçe.
BAGDA'  şiddetli nefret, hiç sevmemek.
BAĞDADÎ  Bağdad şehrine mensub. Bağdad ahalisinden olan. Bağdadlı. * Dar, ensiz tahta pervazlarından yapılmış ve üstü sıvanmış bölme veya tavan.
BAGEL  f. Ilık su. Sıcak ve soğuk olmayan, harareti ikisinin arasındaki bir ısıda olan su.
BAGGAL  (Bagl. dan) Katırcı.
BAGİ  İsteyen. * Zâlim. * İsyan etmiş. Asi. Yoldan sapmış. * Fık: İmâm-ı Adile âsi olan.
BAGİLİK  Serkeşlik, âsilik.
BAĞİSTAN  f. Bağlık ve bahçelik yer.
BAGİYANE  f. Allah'a isyan edenlere ve âsilere yakışır surette. * Zâlimlere yakışır şekilde.
BAGİYY  (C.: Begâyâ) Haddini tecavüz eden. * Zina edici, zâni.
BAGİZ  Adavet olunmuş, düşmanlık yapılmış.
BAGİZ  (Bugz. dan) Herkese nefret eden, buğzeden. Hiç kimseyi sevmeyen. Tiksinen.
BAGL  Katır, ester.
BAGLE  Dişi katır.
BAGSA'  Tüyü siyahlı beyazlı olan ve yer yer de benler bulunan koyun.
BAGŞE  (C.: Buguş) Çisenti yağmurdan biraz fazlaca olan yağmur.
BAGT  Ansızlık. Ansızdan gafil iken gelmek.
BAGTETEN  Ansızın. Füc'eten. Birdenbire. Apansız. 
BAG-VAN  f. Bahçıvan, bağcı.
BAGY  Azgınlık. Zulüm, İsyan. * İstemek, talep etmek. * Haddini tecâvüz etmek. * Yaranın şişmesi. * (Yağmur) şiddetle yağmak.
BAGZA  şiddetli nefret, hiç sevmeme.
BAG-ZAR  f. Bağlık yer, bağ, bostan.
BAH  şehvet.
BAH'  Helâk etme.
BÂHA  Ev ortası.
BÂHÂ  Suyun derin yeri. * Açık meydanlık. Alan. * Bir evin çevresindeki kapalı avlu veya bahçe. 
BAHÂ  f. Kıymet. Değer. Bedel. Pahâ.
BAHÂ  Güzellik. Zariflik. * Zinet. * İzzet. * Bir şeye alışıp ünsiyet etmek.
BÂ-HABER  Haberi olan, haberli. * Zeki, akıllı. * İhtiyatlı, tedbirli.
BÂ-HABERAN  (Bâ-haber. C.) Haberliler, haberi olanlar. Akıllı, zeki, ihtiyatlı kimseler.
BAHA-DAR  f. Pahalı değerli, kıymetli.
BAHADIR  f. Kahraman. Cesur. Yiğit. Dilâver.
BAHADIRANE  f. Yiğitçesine, kahramana yakışır surette.
BAHADIRÎ  f. Yiğitlik, bahadırlık, kahramanlık.
BAHAİM  (Bak: Bahayim)
BAHAK  Göz patlama veya patlatma.
BAHAL  Malını kimseye vermeyip saklamak.
BAHANDAT  Gövdeli, besili kadın.
BAHANE  f. Vesile. Sebeb. * Yalandan özür. * Kusur. Noksan. * Garaz.
BAHANE-CÛ  f. Bahane arayan, fırsat kollayan.
BAHAR  Güzellik. * Güzel. * Papatya. * Ölçek. * Put, sanem. * Atılmış pamuk. * Tarçın, karanfil ve karabiber gibi güzel kokulu ve ısıtıcı tohumlar ki, bazı yiyecek ve içeceklere de karıştırılır. * Sığır gözü. * İyi kokulu bir sarı çiçek.
BAHAR  f. Kış ile yaz arasındaki mevsim. İlk bahar. Rebi'.
BAHAR-I HAYAT  Hayatın baharı olan gençlik çağı.
BAHAR-I ÖMR  Ömrün baharı, gençlik.
BAHAR  Ağız kokusu.
BAHARAT  Karanfil, tarçın, karabiber gibi sert kokulu şeyler. 
BAHARET  Üstünlük, seçkinlik. 
BAHARET  Galip olmak.
BAHARÎ  İlkbahara âit. İlkbaharla ilgili.
BAHARİSTAN  f. İlkbaharın hüküm sürdüğü zaman. * Yeşil ve çiçekli yer. * Molla Câmi'nin eseri.
BAHARİYYE  Edb: Birini övmek için yazılan ve bahar tasviriyle başlayan kaside. * Tar : Yeniçeri ağasından itibaren padişah tarafından Yeniçeri kâtibiyle ocak ağalarına verilen baharlık.
BAHAS  Deve tırnağı. * Ayak eti. * Parmak diplerinin ayak tarafındaki etleri. * Gözün üstünde veya altında beliren yumruca et.
BAHATİR  (Bühter. C.) Kısa boylu kadınlar, bodur kimseler.
BAHAYİM  (Behaim) (Behime. C.) Suriye'de bir sıradağ ismi. * Canavarlar. * Dört ayaklı hayvanlar.
BAHBAH  Şâdlık, şenlik.
BAHBAH  "İyi iyi" demek.
BAHBAHA  Boğazdan boğuk ses çıkartmak.
BAHBAHA  Devenin kükreyip ses çıkarması. * Çıtırdama. Mışıldama. * Deve çağırmak.
BAHDELE  İşte çabukluk gösterme. * Eğilme, kırılma. (Kürek kemiği için).
BAHE  f. Kaplumbağa.
BAHEK  f. İşkence, eziyet.
BA-HEM  f. Birlikte. Beraber. (Arabçadaki "Maa" mânasına)
BAHH  Ses kesilmek, boğaz kısılmak.
BAHHA'  Sesi kesilmiş olan kadın. (Müz: Ebahh)
BAHHAL  (Buhl. dan) Çok bahil, çok tamahkâr, pek cimri. Çok alçak adam.
BAHHAR  (Bahr. den) Gemici, denizci.
BAHHAS  (Bahs. den) Çok bahseden, bahsetmeyi seven.
BAHÎ  şehvete dâir. şehvetle ilgili.
BAHİCE  Ses, savt, sadâ.
BAHİK  Tek gözü kör olan adam.
BAHİKA  Görmiyen, kör (göz).
BAHÎL  Hasis. Cimri. Tamahkâr. Hayırlı işlere malını (varsa bile) harcamayan.
BAHÎLÂN  f. Bahiller, cimriler, tamâhkârlar.
BAHİL  Avâre, başıboş, serseri. * Yularsız deve. Deyneği olmayan çoban.
BAHİLE  Arap kabilelerinden birinin ismi. * Dul kadın.
BÂHİR  Yalancı. Ahmak, serseri adam. * Kırmızı kan.
BAHİR  (Bak: Bahr)
BÂHİR  Aşikâr. Açık. Belirli. Apaçık. * Güzel. * Meşhur, namdar. * Galip.
BAHÎRA  Süryâni rahiblerindendir. Zamanın ilim ve fenlerine vâkıf ve bilhassa hey'et ve nücumda ihtisas sahibiydi. Bu sebepten rahiblerin câhilleri kendisinden hoşlanmazlardı. Hazret-i İsâ'nın ulûhiyetini ve Hz. Meryem'in ümmullah olduğunu inkâr ve ilân ettiğinden, bulunduğu manastırın reisi tarafından kovulmuş ve Şam yolu üzerinde Busra civârında bir manastır edinmişti.İbn-i Hişam'ın siretinde İbn-i İshak'tan rivâyet olunarak: "Bahîra, kilise âleminde büyükten büyüğe intikal edip gelen bir kitaba malik bulunuyordu. Resül-i Ekremin bütün ahvâl ve evsafı bu kitabda yazılıydı." deniliyor ki, bu kitab "El-Enbâ" ünvânıyla bıraktığı rivâyet olunan bir kitab olacaktır. Kitabın başlıca bahisleri, yakında Arabistanda bir Nebi-i Zişân çıkacağı, tevhid itikadına dâvet edeceği ve putlara ibâdetten nehyedeceği mevzuu etrafında toplanıyordu.(Meşhur Bahîra-yı Rahib'in meşhur kıssasıdır ki: Nübüvvetten evvel, Resül-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, amcası Ebu Tâlib ve bir kısım Kureyşî ile beraber, Şam tarafına ticarete gidiyorlar. Bahira-yı Râhib'in Kilisesi civarına geldikleri vakit oturdular. İnsanlar ile ihtilât etmiyen münzevi Bahira-yı Râhib birden çıka geldi. Kafile içinde Muhammed-ül Emin'i (A.S.M.) gördü. Kafileye dedi: "Şu Seyyid-ül-Alemîndir ve Peygamber olacaktır." Kureyşîler dediler: "Neden biliyorsun?" Mübarek Râhib dedi ki: Siz gelirken baktım ki, havada üstünüzde bir parça bulut vardı. Siz otururken, şu Muhammed-ül-Emin (A.S.M.) tarafına bulut meyletti, gölge yaptı. Hem görüyordum ki: Taş, ağaç ona secde eder gibi bir vaziyet gördüm. Bu ise, nebilere yapılır. M.)
BÂHİRE  Dikenli ağaç. * Çok koşan cins bir deve.
BÂHİRE  Vapur. Gemi.
BAHİRE  Kulağı kesik deve.
BÂ-HİRED  f. Akıllı, zeki.
BÂHİS  Anlatan. Bahseden. Araştıran. Araştırıcı. * Bir şeye dâir bilgileri içine alan. Bir mes'eleye dair beyanatı ihtiva eden.
BAHİT  Baht ve ikbalden vasıftır. Tâlii yaver olan adama denir. (Kamus'tan)
BÂHİZ  Güçsüz, âciz. Meşakkatli.
BÂHİZA  Musibet. Belâ.
BAHKA'  Gözü çıkmış.
BAHL  Cimrilik.
BAHR  (C.: Bihâr - Ebhâr - Ebhur - Buhur) Deniz. * Âlim. Çok bilen. * Büyük göl veya nehir. * Yarmak, yırtmak. * Çok yürüyen at. * İyi kimse. * Deve hastalığı. * Aruzda aslî bir vezinle ondan tevellüd eden vezinler mecmuası. Bunlardan Arap nazmı haricinde kullanılan bahirler şunlardır:1- Hezec (Neş'eyle şarkı söyleme):a) Mefâîlün, mefâîlün, mefâîlün, mefâîlün.b) Mefâîlün, mefâîlün, feûlün.c) Mefâîlün, feûlün, mefâîlün, feûlün.d) Mef'ûlü, mefâîlün, mef'ûlü, mefâîlün.e) Mef'ûlü, mefâîlü, mefâîlü, feûlün.g) Mef'ûlü, mefâîlü, feûlün.2- Recez (Titrek):a) Müstef'ilün, müstef'ilün, müstef'ilün, müstef'ilün. b) Müfte'ilün, müfte'ilün, müfte'ilün, müfte'ilün.c) Müfte'ilün mefâilün, müfte'ilün, mefâilün.d) Müfte'ilün, müfte'ilün, fâilün.e) Müstef'ilâtün, müstef'ilâtün.f) Mefâilün, mefâilün, mefâilün, mefâilün.3- Remel (Koşan):a) Fâilâtün, fâilâtün, fâilâtün, fâilün.b) Fâilâtün, fâilâtün, fâilün.c) Fâilâtün (feilâtün) feilâtün, feilâtün, feilün (fa'lün).d) Fâilâtün (feilâtün), feilâtün, feilün (fa'lün).4- Münserih (Akıcı):a) Müfte'ilün, fâilün, müfte'ilün, fâilün.b) Müstef'ilün, feûlün, müstef'ilün, feûlün.5- Muzari' (Benziyen):a) Mef'ûlü, fâilâtü, mefâîlü, fâilün.b) Mef'ûlü, fâilâtün, mef'ûlü, fâilâtün.6- Müctes (Kopmuş): a) Mefâilün, feilâtün, mefâilün, feilâtün.b) Mefâilün, feilâtün, mefâilün, feilün (fa'lün).7- Seri' (Çabuk):a) Müfte'ilün, müfte'ilün, fâilün.8- Hafif:a) Fâilâtün (feilâtün), mefâilün, feilün (fa'lün)9- Mütekarib (Yakın):a) Feûlün, feûlün, feûlün, feûlün.b) Feûlün, feûlün, feûlün, feûl.10 - Kâmil:a) Mütefâilün, mütefâilün, mütefâilün, mütefâilün. b) Mütefâilün, feûlün, mütefâilün, feûlün.
BAHR-İ AHDAR  Hint Okyanusu. 
BAHR-İ AHMER  Kızıl deniz, Şap Denizi.
BAHR-İ BÎKERÂN  Hudutsuz, sınırsız deniz.
BAHR-İ BÎPAYAN  Çok büyük sonsuz deniz.
BAHR-İ EBYAZ  "Beyaz Deniz" İskandinavya Yarımadasının doğusunda Kanin Yarımadasına kadar olan deniz.
BAHR-İ HAZER  Hazer Denizi.
BAHR-İ LÛT  Filistinde seviyesi denizden aşağıda olan şaplı bir göl.
BAHR-İ MUHİT-İ ATLASÎ  (Bahr-ı Muhit-i Garbî) Atlas Okyanusu.
BAHR-İ MUHİT-İ HAVAÎ  Yıldızların, seyyarelerin içinde dolaştığı feza. Büyük feza denizi.
BAHR-İ MUHİT-İ HİNDÎ  (Bahr-i Muhit-i Şarkî) Hindistan Yarımadasının doğusunda kalan deniz.
BAHR-İ MUHİT-İ KEBİR  (Bahr-i Muhit-i Mutedil) Büyük Okyanus. Pasifik Okyanusu.
BAHR-İ MUHİT-İ ŞİMALÎ  İskandinavya Yarımadasının batısından İngiliz Adalarına kadar uzanan deniz.
BAHR-İ MUTAVASSIT  Akdeniz.
BAHR-İ MÜNCEMİD-İ CENUBÎ  Güney kutbunu çeviren deniz. Güney Buz Denizi.
BAHR-İ MÜNCEMİD-İ ŞİMALÎ  Kuzey kutbunu çeviren deniz. Kuzey Buz Denizi.
BAHR-İ RECEZ  (Bak: Bahr)
BAHR-İ RUM  (Bahr-i Sefid) Akdeniz.
BAHR-İ SİYAH  Karadeniz.
BAHR-İ SÜKÛN  (Lût Denizi) Sularının kesif ve dalgasızlığından dolayı bu isim verilmiştir.
BAHR-İ UMMAN  Arabistan ve İran'ın güneyinde kalan deniz.
BAHRE  Arz, belde.
BAHREN  Denizden. Deniz yolu ile.
BAHREYN  İki deniz. (Basra Körfezi ile Hind Denizi veya Karadenizle Akdeniz. Yahut da Akdenizle Hind Denizi) * Basra Körfezi'nde bulunan bir devlettir. 1971 yılında İngilterenin körfezden çekilmesi üzerine istiklâliyetini ilân etmiştir. Bahreyn, Manama ve Muharrak Adalarından müteşekkildir. Halkı, Arap ve Acemlerdir. (Yüzolçümü 662 km2, nüfusu 1972'de 216 078) * İki büyük esas ve temel şey.
BAHRÎ  Denize âit, denize mensup, denizle alâkalı.
BAHRİYE  Donanma ile ilgili işler. Devletin donanma ve deniz askerleri.
BAHRİYYUN  Gemiciler ve kaptanlar gibi deniz işlerini bilen kimseler.
BAHS  Kazmak. * Ayırmak. * Saçmak. * Birşey hakkında etrafiyle söz söyleyip hakikatı araştırma. Konuşulan şey. * Teftiş. * Söz münazarası, muaraza, mübahese. * Bir mevzû hakkında tafsilât, açıklama. * İddialaşma.
BAHS  Noksanlık. Azlık. Nâkıs. Az. * Akarsu ile sulanmayıp yağmur suyu ile mahsül alınabilen tarla.* Zulüm. İşkence. * Uzaklık. * Gümrük almak. * Göz çıkarmak.
BAHSAN  f. Bozuk, soluk. * Salına salına yürüyen. * Kıyafeti bozuk, pejmürde.
BAHSERE  Dağıtma. * Gizli bir şeyi aşikâr yapma, meydana çıkarma. * Kesilerek tane tane olma.
BAHSET  f. Uykuda ağırlık basma. * Uyurken olan horultu.
BAHSÎ  (Bahs. den) Bahisle ilgili, bahse ait.
BAHŞ  f. Bağış. Verme. İhsan.
BAHŞ-I KALENDERÎ  Cömertçe ihsan yapma, dağıtma.
BAHŞAYENDE  f. Bağışlayıcı, afvedici.
BAHŞAYİŞ  f. Bağışlayış. İhsan. İhsan etmek. Afv. Atiyye.
BAHŞENDE  f. Bağışlayan, ihsan eden. Afveden.
BAHŞİŞ  f. Lütfedip verilen para. Fazladan, iyilik olsun diye verilen. İhsan. Hediye, mükâfat.
BAHŞÛDE  f. Bağışlanmış, verilmiş. * Afvedilmiş.
BAHT  Öz. Hâlis. Saf. Sade.
BAHT  f. Kader. Tâli. Uğur. Alın yazısı. Kısmet. İkbal. * Saadet. Lezzet.
BAHT-I BÎDÂD  Kötü şans, insafsız tâlih.
BAHTAK  f. Evvelce savaşlarda başa giyilen demirden yapılmış başlık. Miğfer.
BAHT-AVER  f. Talihli, şanslı, bahtlı.
BAHTE  Semiz, besili koyun. * Burulmuş üç yaşında koç.
BAHTEK  f. Uykuda iken ağırlık basma. * Fena tâlih, küçük şans.
BAHTERÎ  Salına salına yürüyen, yürüyüşü güzel olan adam. * Mağrur, kibirli. Kendini beğenmiş.
BAHTİYAR  f. Bahtlı, talihli, mes'ud, mutlu, şanslı.(Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın. Âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, mâlâyâni şeylerle ömrünü telef etmesin. Kendini misafir telâkki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin. Selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin. M.)(Bahtiyar odur ki: Kevser-i Kur'anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanmak için bir buz parçası nev'indeki şahsiyetini ve enaniyetini o havuz içine atıp eritendir. L.)
BAHTİYARANE  f. Bahtiyarcasına, mutlucasına, mesut olana yakışacak şekilde.
BAHTİYARÎ  f. Bahtiyarlık, saadetlilik, mutluluk. * İran'da bulunan şöhretli bir kavim.
BAHUR  Çok sıcak. Çok sıcaklık.
BAHÛR  Sıcakta yerden yükselen buhar. * Tütsü. Yakılarak güzel kokular elde edilen ot ve sâir şey.
BAHÛRDÂN  f. İçinde tütsü yakılan kap.
BAHUSUS  Hususiyle. En çok. Hele.
BAHUZÛR  Huzur ile. Huzuru ile.
BAHV  Hurmanın yaş olanı.
BAHYE  f. Dikiş, teyel.
BAHYE-ZEN  f. Terzi, dikiş diken, dikişçi.
BAHZ  Sıkıntılı olma, can sıkma. * Yük ağır gelip hayvanı çökertme. * Bir adamı çenesinden, sakalından tutup çekme.
BAHZEC  Yaban sığırının buzağısı.
BAİD  (Bu'd. dan) Uzak. Irak. * Umulmadık.
BAİD-ÜL İHTİMÂL  İhtimalden uzak.
BAİKA  (C.: Bevâik) Belâ, felâket, musibet.
BAİM  Heykel, put, sanem. * Bön adam, câhil kimse.
BAİN  Dibi geniş olan bostan kuyusu. Geniş dipli kuyu. (Bak: Bâyin)
BAİR  Erkek deve.
BAİR  Şaşkın, şaşırmış. Perişan durumlu.
BAİRE  Sürülmemiş, ekilmemiş, sert toprak.
BAİS  Fakir. * Şiddet ve zahmete uğramış kimse.
BAİS  (Ba's. dan) Gönderen. Sebeb olan. İcab ettiren. * Yeniden yaratan. Ölüleri tekrar dirilten. * Peygamber gönderen (Allah C.C.)
BAİS-İ MESERRET  Sevinmeye sebep olan, sevinç sebebi.
BAİS-İ SÜR'AT  Hızlı gitmesine, sür'atli olmasına sebeb olan.
BAJ  f. Haraç. Gümrük parası.
BAJ-BÂN  f. Haraççı, gümrükçü.
BA-JURNAL  Zabıt varakası ile.
BÂK  f. Korku, havf, çekinme, sakınma.
BAK'  Geniş olmak, büyük olmak. 
BÂKA  Tutam, demet, deste. * Tere ve sebzevat destesi.
BAK'Â  Siyah beyaz alacalı koyun. * Belde ismi. * Ucuzluk ve biraz kıtlık olan yıl.
BAKALORYA  Fr. Lise tahsilinden sonra imtihan neticesi kazanılan olgunluk. Olgunluk imtihanı ve diploması.
BAKAN  (Bak: Nâzır)
BAKAR  (C.: Bukur-Bikar) Öküz. Dana. Sığır.(Bakr, yarmak demek olduğundan, bu hayvan dahi toprağı sürüp yarmak için kullanılması itibariyle bu isim verilmiştir. E.T.)
BAKARA  İnek. Dişi sığır.
BAKARA SÛRESİ  Kur'an-ı Kerim'in 2. Sûresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. (Bu sûre, Mûsâ Aleyhisselâm'ın risâleti ile o milletin seciyelerine girmiş olan bakarperestlik mefküresini kesip öldürdüğünü, bir bakarın zebhi ile anlatır ve şu cüz'i hadise ile beşerin dünyevî menfaatlarına en çok vesile olan şeylere perestiş etmesi gibi, gaflet ve dalâletin köklerini kesecek bir külli düsturu, her vakit hem herkese gayet lüzumlu bir ders-i hikmet olarak ulvi bir icaz ile beyan eder. Asrımızda hâlâ ineğe tapanların mevcudiyyeti ve bu sureye El-Bakara isminin verilmesi ne kadar mânidâr olduğunu akıl sahiplerine bildirir, ihtar eder...)
BAKAR-PEREST  f. Öküzü mâbut yapan. Öküz ve emsalini put yapıp ona ibâdet eden sapkınlar. Ehl-i dalâlet.
BAKAYA  Artıklar, fazlalıklar. * Ask: Son yoklamaları yapıldıktan sonra istenildiklerinde gelmeyen veya gelip de kıtalarına varmadan savuşanlar. (Bakayadan sayılmak suçtur.)
BAKBAK  Çok söyleyici. Çok konuşan.
BAKBAKA  Desti ve bardaktan çıkan ses.
BAKIA  Dert, belâ, musibet.
BAKIL  Sakalı belirmiş kişi.
BAKIR  Çobanları ile beraber olan sığır sürüsü. * Geniş. * Aslan.* Göz damarı. * Hz. Hüseyn'in (R.A.) torunu İmâm-ı Bâkır'ın bir lâkabı.
BÂKİ  Ebedî, dâimî. Sonu gelmez. Ölmez. * Sonsuz. * Cenab-ı Hak. * Artan. Geri kalan. * Bundan başka.(Madem beka, Bâki-i Zülcelâl'e mahsustur ve mâdem Bâki'nin esması bâkiyedir ve mâdem Bâki'nin âyineleri Bâki'nin rengini, hükmünü alır ve bir nevi bekaya mazhar olur. L.)
BÂKÎ  Ağlayan.
BÂKİ'  Geniş, vâsi.
BAKÎ'  (C.: Buk'ân) Medine şehrinde bir makbere yeri.
BÂKİR  Tâze. El sürülmemiş. Bozulmamış. * Erken.
BAKÎR  Yensiz gömlek. * Sığır sürüsü. * Karnı yavrusundan dolayı yarılan deve.
BÂKİRE  Kız. Kızlığı izale edilmemiş. * El sürülmemiş.
BÂKİYÂNE  f. Ağlayarak.
BÂKİYÂNE  f. Bâki olana yakışır surette. Ebediyyete yakışır şekilde. Sonsuzca. 
BÂKİYÂT  Bakiler. Devam edenler. Geri kalanlar. 
BÂKİYÂT-I SÂLİHÂT  İnd-i İlahîde ecr-i sâliha. Bâki olan sâlih ameller. * Elhamdülillah, Sübhanallah ve Allahuekber gibi kudsî kelâmlar.
BAKİYYE  Artık. Geri kalan. Artan.
BAKİYYE-İ ÂSÂR  Eserlere âit geri kalan izler. Eserlerin geri kalanı.
BAKİYYET-ÜS-SÜYÛF  Kılıçtan kurtulan kimseler. * Mc: Arta kalan kişiler.
BAKKA  Sivrisinek. * Tahtabiti.
BAKKAL  Sebzevât satıcı.
BAKKAR  Sığır çobanı, sığırtmaç.
BAKL  (C.: Bükûl) Tere ve sebzevatın her birisi. * Sakal bitmek ve diş çıkmak mânâsına mastardır.
BAKLA'  Bakla. * şahtere dedikleri ota " baklat-ül melik" derler. * Semizotu denilen bitki.
BAKR  Açmak. * Genişletmek.
BAKTERİ  Fr. Basit, çekirdeksiz, bölünerek çoğalan tek hücreli canlılara verilen addır. Çeşitli şekilleri vardır: Kürevî (coccus), çubuk şeklinde (basil), virgül şeklinde (vibriyon), burmalı (spiril).Bakteriler ya tek tek, ya da birkaçı bir arada bulunmalarına göre de ayrı adları vardır. Havanın oksijeni ile yaşayabilenleri olduğu gibi havasız yaşayanları da vardır. Faydalı enzimler çıkaranlar olduğu gibi, boya maddeleri, gaz ve toksin (zehir) çıkaranları da vardır.
BAKTERİ TEDAVİSİ  Bazı hastalıkların tedavisinde ölü veya canlı bakterilerin kullanılması ile yapılan tedavi.
BAKTERİYOLOJİ  yun. Bakterilerin ve umumiyetle mikropların biçimlerini, hususiyetlerini inceleyen bilim.
BAKÛRE  Sığır sürüsü. * Budala. Fayda ile zararı birbirinden ayırt edemeyen.
BAKÛRE  Turfanda yemiş. * Evvel yetişen.
BAKVA  Bâkilik, ebedilik, sonsuzluk.
BAKY  Bakmak, nazar. * Muntazır olup yol gözlemek.
BA'L  (C.: Buûl) Cahiliyet devrine mahsus bir put. Güneş Tanrısı. * Karıkocadan herbiri. * Yılda bir kez yağmur yağan yüksek yer. * Hayret. * Zaaf, zayıflık.
BÂL  f. Kanat. * Kol, pazu. * Kol, cenah.* Üst, yukarı. * Boybos, endam.
BÂLÂ  f. Yüksek. Yukarı. Yüce. Yüksek kat.
BÂLÂ-YI BÜLEND  Uzun boy.
BÂLÂ-BÜLEND  f. Uzun boylu.
BÂLÂDEST  f. Galip, eli üstün.
BÂLÂDESTÎ  f. El üstünlüğü, galibiyet. * Zulüm.
BÂLÂHÂN  f. Birşeyi ifrat derecede yüksek gösteren.
BÂLÂHÂNE  f. Çatı, evin en üst tarafı. Tavan arası.
BÂLÂHÂNÎ  f. Bir şeyi aşırı derecede yüksek gösterme, abartma, şişirme.
BÂLÂHİMMET  f. Himmeti fazla olan kimse.
BÂLÂKAMET  f. Yüksek boy. * Yüksek şeref. 
BALAM  Sığır. 
BALANİŞİN  f. Üstte, yukarıda oturan.
BALAPERVAZ  Yüksekten uçan. * Kendini olduğundan yüksek makamda gösterip gururlanan.
BALAPERVAZANE  Yüksekten uçar gibi. * Çok yüksek rütbelilere yakışır şekilde.
BALAPÛŞ  f. Palto, pardesü, manto gibi üste giyilen eşya.
BALAREV  f. Yüksekten giden. 
BALAST  ing. Demir yollarında traverslerin altına; şoselerde ise düzeltilmiş toprak üzerine döşenen taş parçaları.
BALATER  f. Pek yüksek, daha yüksek. 
BA'LE  Erkeğin karısı, zevce. 
BALGAM  Solunum yolları tarafından salgılanan ve ağızdan dışarı atılan sümük, irin ve kan karışımı maddedir. * Eskiden bedende bulunduğu sanılan dört unsurdan biri. (Bak: Ahlât)
BALGAM-I CİSSÎ  Beyaz ve yoğun balgam.
BAL-GÜŞÂ  f. Kanat açan, uçan.
BALIKHANE KAPISI  Topkapı Sarayı'nın Marmara kıyısındadır. Padişahlarca cezandırılan vezirler burada idam edilir, sürgün edileceklerse buradan gemilere bindirilirlerdi.
BALİ  Eski, köhne.
BALİDE  f. Gelişmiş, uzamış, büyümüş.
BÂLİĞ  (Bâliğa) Yetişmiş. Olgun yaşına gelmiş. Aklı kemal bulmuş, erişmiş, varmış.
BÂLİĞ  f. Boynuzdan yapılan kadeh.
BÂLİGA  Koyun ve keçi ayağı.
BALİMEZ  16. ve 17. yy. larda Osmanlılar tarafından kara ve deniz savaşlarında kullanılan uzun menzilli top. (Bak: Balyemez)
BALİN  f. Yastık. Koltuk. İskemle yerine kullanılan yuvarlak yastık.
BALİNA  Denizde yaşıyan ve yaklaşık olarak 20 ilâ 35 metre kadar uzunlukta olan memeli hayvan.
BALİN-PEREST  Hizmetçi, hâdim, hademe. * Tenbel, uykucu.
BALİSTİK  yun. Merminin ateşlendikten sonra hedefe varıncaya kadar uğradığı te'sirleri tedkik edip inceleyen ilim dalı.
BALİŞ  f. Yastık. * Altın. * Nakit.
BALİYE  Zayıf ve çürümüş olan şey.
BALKAN  Doğu Avrupada batıdan doğuya uzanan dağ sırası.
BALKANLAR  (Balkan Yarımadası) Yugoslavya'nın büyük kısmı ile Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan ve Trakya'yı içine alan yarımada.
BALKAR  Kafkasya Türkleri'nin Kıpçak kolundan olan bir boy.
BALON  Fr. Hava veya hafif gazlarla doldurulan küre. Bugünkü uçaklar balonculuğun geliştirilmesiyle elde edilmiştir. Zeplin adı verilen güdümlü balonlar hava ulaşımında ve savaşta kullanılmıştır. 
BALOTAJ  Fr. Bir seçimde herhangi bir adayın, oyların ekseriyetini alamaması hali.
BAL-ŞİKESTE  f. Kanadı kırık.
BÂLÛ  f. Ana baba bir olan kardeş. * Siğil, sivilce.
BÂLÛAT  Su dökecek çukur. * Lağım kuyusu.
BALÛDE  f. Boy atmış, büyümüş.
BALVANE  f. Dağ kırlangıcı. * Darı kuşu.
BALYEMEZ  Osmanlıların bir zamanlar kullandıkları uzun menzilli toplar.
BALYOZ  Fr. Vaktiyle Avrupa devletlerinin büyükelçi ve büyük konsoloslarıyla, general ve amiral gibi kişilerine verilen bir ünvandır. * (Yunancadan) Kazık çakmak, büyük taşları kırmak için kullanılan uzun saplı, iri ve ağır çekiç.
BALZEN  f. Kanat vuran. Uçan.
BAM  Dam. * Çatı. * Kubbe. * Kemer * Sakf. * Sabah vakti. * Telli sazlarda en kalın tel.
BAM-I BÜLEND  Yüksek çatı. * Gökyüzü, sema.
BAM-I ÇEŞM  Gözkapağı.
BAMDAD(AN)  f. Sabah, sabahleyin, seher vakti. Tan yeri.
BAMDADÎ  f. Seher vakti, erken.
BAME  f. Sakalı gür olan. * Sık, uzun ve kaba olan sakal.
BAM-GAH  f. Seher vakti. * Seher vaktinde.
BAN  Dam, çatı. * Sorgun ağacı. Bey söğüdü. * yun. Sevgilinin boyu. Farsçada kelime sonuna gelerek, Türkçedeki "ci, cu" ekleri yerini tutan mânâda kullanılır. Meselâ: Bağban: Bağcı.
BANBU  (Malezya dilinden) Sıcak ve yağışlı bölgelerde yaşıyan bir bitki cinsi. Buğday ailesinden olup ikiyüzden fazla çeşiti vardır.
BANDIRA  İtl. Geminin hangi devlete ait olduğnu gösteren bayrak.
BANDO  Askeri mızıka takımı.
BANEVA  f. Zengin, mal, mülk sahibi. * Meşhur, şöhret bulmuş, ünlü, namdar.
BANG  f. Ses, sadâ, haykırma, bir ağızdan alkış.
BANG-İ NEMAZ  f. Ezan.
BANİ  Kurucu. Yapan. Yapıcı. Yaptırıcı. Binâ eden.
BANKA  İtl. Faizle para alıp veren, kredi, iskonto, kambiyo işlerini gören ticari kuruluş.Faiz dinimizde günahtır. Bankalar dar gelirlilerin paralarını faiz karşılığı toplar, zenginlere daha yüksek faizle verir. Bunlar dar gelirlilerin tasarruf ettikleri paralarla bir iş yeri açar, bir mal üretir ve bu malın fiatına, ödedikleri faizi de ekliyerek paranın asıl sahibine satarlar. Böylece bankada faiz karşılığı para yatıran dar gelirliler, kendi paralarıyla üretilen bu malları satın almakla kendi aldıkları faizden daha fazlasını yani zenginin bankaya ödediği faizi ödemiş olurlar. Hem bankacıyı, hem banka ile iş yapan ticaret erbabını kendi paralarıyla çalışmadan zengin etmiş, fiatlarını yükseltmesine ve dar gelirlilerin zulme uğramasına âlet olmuş olurlar.İslâma uygun olan; iş ortaklığıdır. İş adamı paralarını kullandığı insanları, paraları ölçüsünde işine ortak yapmalı, kârını da zararını da buna göre bölüşmelidir. Böyle olursa hem fiatlar yükselmez, hem de bir kısım insanlar zenginleşirken, diğerleri fakirleşmez.
BANKER  Fr. Çok zengin kimse. Büyük sarraf. 
BANKET  Bir otomobili uçtan uca kaplayan ve tek parçadan ibaret olan oturacak yer. * Karayollarında asfaltın her iki yanındaki balastlı kısım.
BANKINOT  (Banknot) ing. Kâğıt para.
BANKİZ  Kutub bölgelerinde deniz suyunun donmasıyla meydana gelen buzların tamamı. Bunlar ençok Kuzey Buz Denizinde görülürler.
BANLİYÖ  Fr. Bir şehrin yakın çevresinde bulunan mahalle ve yerleşme yerleri.
BANT  (Band) Fr. Ensiz, uzun zarf.
BÂNÛ  f. Kadın, hatun, hanım. * Gelin. * Gülsuyu gibi şeylerin şişeleri.
BÂNÛ-Yİ MISIR  Zeliha.
BANÛC  f. Salıncak.
BANYOL  Bu kelime; zindan, hapishâne mânâlarında kullanılırdı. Buraya katiller, hırsızlar ve beylik esirlerin satışa yaramıyanları konurdu.
BÂ-POSTA  Posta ederek, posta ile.
BÂR  f. Ek olup "saçan, yağdıran, döken, ışık veren" gibi mânâda kelimeler teşkil edilir. Meselâ: Ateşbâr : Ateş saçan. Ateş yağdıran.
BÂR  f. Yük. Zahmet. Eziyet. Sıkıntı. * Def'a. Kerre. * Yemiş, meyve. * Sebeb-i masraf ve ıztırab olan şey. Kale duvarı. * İzin.
BÂR-I DİL  Gönül yükü, elem, keder, gam, hüzün.
BÂR-I GİRÂN  Ağır yük. 
BÂR-I MİHNET  Eziyet. * Elem yükü.
BÂR-I SAKİL  Ağır yük.
BARAJ  Fr. Bir akarsuyun akışına mâni olmak için yapılan set.
BARAKA  İtl. Temelsiz küçük yapı.
BARAKLİT  (Bak: Faraklit)
BÂRÂN  f. Yağmur. Rahmet.
BÂRÂNÎ  f. Çivit mavisi renginde, Osmanlılar zamanında Selânik'te dokunan bir cins çuha. Yeniçeri ve Acemi oğlanlarına aralık ve ocak (erbain) aylarında verilen yağmurluk bârâniden yapılırdı. Yağmurluk, yağmurdan muhafaza eden şey. * Yağmurla ilgili.
BÂRÂN-RİZ  f. Yağmur saçan, yağmur döken.
BARAS  Tedavi edilmesi mümkün olmayan ve vücutta beyaz lekeler meydana getiren bir hastalık.
BARBAKAN  Fr. Emniyetle ateş etmek için sur duvarlarında açılan dar mazgal deliği. Kale kapılarının savunması için yapılan tahkimat.
BARBAR  Lât. Eski Yunan, Roma ve daha sonra Hristiyanlara göre kendi kavimleri dışında kalan herkes. * Vahşi, ilkel.
BARBARLIK  Medeniyetsizlik, vahşilik. 
BARBAROS  Hayreddin Paşa: (Mi: 1466-1546) Tarihin en büyük Denizcisi Hayreddin Paşa, kardeşleri ile İslâm âlemini birleştirmek, tek bir bayrak altında muhteşem imparatorluğumuzun himayesinde toplamak için çalıştı. Sonunda müstakil devleti ile, Osmanlı Devletine iltihak etti. Kaptan-ı Derya olarak Akdenizi bir göl halinde devlete kazandırdı. Preveze'de, Haçlı donanmasını perişan etti. Dinin hayırlı evlâdı Hayreddin Paşa bir korsan değil, din yolunda muharebe eden mücâhid gazi idi... Beşiktaş'taki evinde vefat etti ve oradaki türbesine defnedildi.
BAR-BER  f. Hamal, yük taşıyan kimse.
BAR-BERDAR  f. Sabırlı, tahammüllü. * Yük kaldıran. * Hamal.
BARBUT ALTINI  Tanzimattan önce Osmanlılarda kullanılan bir çeşit altın sikke. Yüzlük Mecidiye altını kıymetinde ve ayarında, iki kırat ağırlığında idi.
BAR-DAR  f. Yüklenmiş, yüklü. * Gebe olan.
BARE  f. At. * Zülf. * Kal'a, kale. * Def'a, kerre.
BAREKALLAH  Allah mübarek etti. Allah mübarek etsin. Hayırlı ve bereketli olsun.
BAREKTE  Sen mübarek ve bereketli eyledin (meâlinde dua).
BAREM  Fr. Devlet memurlarının aylıklarını tasnif ve tanzim eden, miktarlarını gösteren sistem veya cetvel.
BARENDE  f. Yağdıran, yağdırıcı.
BA-RENG  f. Renkli.
BARGÂH  f. İzinle girilecek yer. Padişah divanhanesi. * Huzur-u Rabb-il Âlemin. Dua edilen yer.
BARGAM  Levreğe benzer bir cins balık.
BARGİR  Yük taşıyan. * Beygir.
BARHA  f. Def'alarca, zaman zaman, sık sık, devamlı olarak.
BAR-HANE  f. Yük yeri, yüklük. * Yolcu eşyası indirilecek ve saklanacak yer.
BARI  (Farsça: Bârû) Etrafı surlarla çevrilmiş yer. 
BARİ'  Bir kalıptan döker gibi, düzgün, tertipli ve güzel yaratan. Aza ve cihâzatları birbirine mütenasip ve kâinattaki umumî nizama ve gayelere uygun ve münasebettar olarak halkeden Cenâb-ı Hak (C.C.)
BARİ  f. Hususu ile. Hele. Hiç olmazsa. Bir def'a.
BARİ'  Tam üstün. Mükemmel.
BARİA  Yakınlarından üstün vasıflı. Emsalinden üstün. Tam ve mükemmel.
BARİD  Soğuk, bürudetli. * Mc: Hoş olmayan.
BARİDANE  f. Soğukça.
BARİH  (C.: Bevârih) Samyeli adı verilen sıcak ve şiddetli bir çeşit rüzgâr.
BARİHA  Dünkü gece, evvelki günün gecesi. * Dünkü gün, dün.
BARİK  Şimşek. Işık. Şimşekli bulut. Yıldırım parıltısı.
BARÎK  f. İnce. Nârin. Dakik.
BÂRİKA  (C: Berâik) Üzerine biraz yağ dökülmüş olan süt. * (C.: Bevârık) Parıltı. Parıldayan.
BÂRİKA-İ HAKİKAT  Hakikatın parıltısı ve parlaklığı. Hakikat nuru.
BÂRİKA-ÂSÂ  şimşek gibi.
BARİKAT  Fr. Bir yolu kapamak üzere, ele geçirilen her türlü eşyadan faydalanılarak meydana getirilen engel.
BARİK-BÎN  f. İnce gören, dikkatle inceleyen, bir şeyi iyice gözden geçiren.
BARİK-NÜMA  f. Işıklı. Parlak.
BARİMETRE  Fr. Gürültünün şiddetini ölçmeğe yarıyan âlet.
BARİMETRİ  Fr. Beden ölçümü yardımıyla hayvanların ağırlığını tayin etme.
BÂRİŞ  f. Yağmur. * Sağnak.
BARİYA  (C.: Bevâri) Hasır.
BARİYY  (C.: Bevâri) Kaba hasır.
BARİZ  Doğan. Zâhir ve âşikar. Meydanda olan. Belli. Açıkça.
BAR-KEŞ  f. Hamal, yük taşıyan. * Mütehammil, tahammül eden, sabırlı.
BAR-MEND  f. Yemiş veren, yemişli ağaç.
BAR-NAME  f. Eşya, yük pusulası.
BAROGRAF  yun. Hava basıncını ölçen bir alet. (Bu alet vasıtasıyla bir yerin yüksekliği de ölçülür.)
BAROK  Klâsik Rönesans devrinden sonra başlayan bir mimari ve süsleme tarzı.
BAROMETRE  Fr. Hava basıncını gösterir âlet.
BAROSKOP  Fr. Cisimler üzerine havanın yaptığı basıncı gösteren âlet.
BAROTAKSİ  Fr. Bazı tek hücreli canlıların basınca göre hareketleri.
BAROTERAPİ  Fr. Bazı hastalıkların basınçlı hava ile tedavisi.
BARR  (C.: Berere) İyilik ve ihsan edici, muhsin.
BAR-SENC  f. Yük tartan, dirhem.
BÂRÛ  f. Kale duvarı, tabyanın gezinti yeri, hisar burnu, sur. * Sığınak, siper.
BARUT  yun. Güherçile ile kükürt ve kömürden mürekkeb, alev alıcı bir maddedir ki, toz halinde olup, umumiyetle ateşli silahlarda ve taş kırmak gibi işlerde kullanılır. * Mc: Çabuk kızan, şiddet ve hiddete kapılan.
BAR-VER  f. Yemiş veren, meyvedar, verimli, meyve verici. * Mc: Faydalı, faydayı mucib, iyi netice veren. Yararlı.
BARYUM  yun. Kim: "Ba" sembolü ile gösterilen bir element.
BAS'  Cem' etmek, toplamak.
BA'S  Gönderme, gönderilme. * Cenab-ı Hakk'ın peygamber göndermesi. * Diriliş. Yeniden diriltme. İhyâ. * Uykudan uyandırma.
BA'S-UL EMVAT  Ölmüşlerin dirilmesi.
BA'S-İ ENBİYA  f. Peygamberlerin gönderilmesi.
BA-SAFA  Safalı. Safa ile.
BASAİR  (Basiret. C.) Basiretler. İbretli görüşler. Deliller. İbretler. Hüccet ve bürhanlar. Gözler. * Kalb duyguları.
BASAL  Bot: Soğan ve benzeri gibi kökler.
BASAL-İ HARİF  Acı soğan.
BASALA  Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde yaradılıştan olan kabartı.
BA-SAMAN  f. Varlıklı, zengin. * Düzenli, tertipli, düzgün.
BASAR  (C.: Ebsâr) Görme duygusu. * Kalble hissetme. Kalb gözü. * Gözün görmesi. * İdrak. Fikir. * İlm-i Kelâm'da: Kendi şânına lâyık bir vecih ile Cenab-ı Hakk'ın "görme sıfatı"dır. Kâinatta hiçbir şey O'nun görmesinden hâriçte kalamaz.
BASARET  (Bak: Besaret)
BASARIK  Çulha tezgâhının ayaklığı. * Piyano ayaklığı gibi çifte ayaklık.
BASARÎ  (Basar. dan) Görüşle ilgili olan, görmeye ait.
BA-SAVAB  Doğruca, doğrulukla.
BASBASA  Dalkavukların nefret edilecek hâlleri, tabasbusları, yaltaklanması. * Köpeğin, kuyruğunu sallayarak sokulması.
BA'SERET  Dikkatle teftiş etme. * Keşif ve istihrac etme. * Perâkende edip dağıtma. * İnkılâb. Karıştırma. Bulandırma. * Meydana çıkma. * Kirli leke.
BASIK  Yükselmiş. Uzamış. Çıkmış.
BASIK  Eli açık. Cömert. Dolup taşan.
BASIKA  Beyaz ve sâfi bulut. * Âfet, dâhiye. * Makbul bir cins sarı hurma.
BASIM  (Uydurma bir kelimedir) Matbaacılık. Tab'etme sanatı.
BASIN  Uydurma bir kelime olup "matbuat" yerine kullanılır. Gazete, mecmua gibi belli zamanlarda çıkan matbuatın hepsi.
BASINÇ  (Bak: Tazyik)
BÂSIR  Gören. Dikkatli ve göz kuvveti ile gören.
BÂSIT  Açan. Yayan. Serici. * Ferahlık veren. * Dilediği kulunun rızkını genişlendiren Allah (C. C.). * Mücerred olup, mürekkep ve müellef olmayan. * Tıb: Bir uzvu uzatıp açan adele.
BÂSIT-ÜR-RIZK  Allah.
BASİ'  (C.: Busu') Ter.
BASİA  Çok kırmızı dudak.
BASİK  Gövde damarı. (Dirsek içinde bulunan üç damarın aşağısında olandır.)
BASİKA  Su ile tamamen dolu olan kuyu.
BASİL  Kahraman, cesur, yiğit kimse. * Fena, sert, kırıcı, kötü söz. * Haram olan şey. * Güzel olmayan, çirkin kimse.
BASİL  Fr. İnce, uzun bir bakteri çeşidi.
BASİLE  Bir nevi soğan. Bir soğan çeşidi.
BASİM  (Besm. den) Güleryüzlü, şen kimse.
BASİNE  Ekincilerin sabanı. * Sanat ehlinin âletleri. * Kaba çuval.
BASİR  Basiret sâhibi ve anlayışlı olan. Hakikatları anlayan. En iyi ve en çok anlayışlı. Kalb gözü ile gören. * İt, köpek, kelp.
BASİR  Kararmış. * Ekşi yüzlü ve katı yürekli kimse.
BASİRANE  f. Görerek. Bilerek. Basiret sahibine yakışır halde.
BASİRET  Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiyye. Ferâset. İm'ân-ı dikkat. * İbret alınacak hidâyet sebepleri. Beyyine. Hüccet. * Bir evin iki tarafının arası. * Yer üstündeki kan. (Bak: Süveydâ-i kalb)
BASİRET-İ KALB  Gönül uyanıklığı. Kalb basireti.
BASİRET-KÂR  f. Basiretli, ferâsetli, önceden gören.
BASİRET-KÂRÎ  Basiretlilik, önceden görmeklik.
BASİT  Kıymetsiz. * Geniş * Yaygın olan. * Mücerred ve münferid olup, mürekkeb ve müellef olmayan. * Neş'eli. Güleryüzlü. Düz, arızasız, engelsiz. * Edb: Aruz vezinlerinden biri.
BASİT KESİR  Sûreti (payı), mahrecinden (paydasından) küçük kesir. 2/5 gibi. 
BASİTA  Uzak yer.
BASİTE  Yükseklik ölçen yayvan güneş saati. * Döşeme minder. * Düz yer.
BASKI  t. Basıp sıkacak, tazyik edecek şey. Sıkı tazyik. * Basan, ağırlık veren şey. * Kalıp, damga. * Bir eserin yeni basılışlarının her seferi. * Bir basmanın bir def'ada basılan miktarının tamamı. Meselâ: Bu lügatın baskısı 25.000 dir.
BASKIN  t. Ağır, sakil. * Basıp geçen, galip, üstün. * Ansızın, birdenbire hücum.
BASKÜL  Fr. Büyük ağırlıkları, küçük bir ağırlık yardımıyla tartmayı sağlamak üzere birkaç kaldıracın uygun bir tarzda birleştirilmesiyle meydana getirilmiş âlet.
BASRA  Yumuşak küfki taşı. (Bu sebepten Basra şehri, "Basra" diye isimlendirilmiştir.)
BASRİYYUN  Milâdi 8. yy. da Basra'da yaşamış lisaniyat âlimlerinden bir grup.
BAST  Genişlemek, açmak, yaymak. * Bir şeye el uzatmak. * Sevindirmek. * Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak. * Özür kabul etmek. * Kaplamak. * Tas: Allahın cemâl tecellisiyle kalbin sükûn ve huzur içinde ferahlaması. (Mukabili: "Kabz"dır.)(... Teellümât-ı ruhaniye ise; sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbani bir kamçıdır. Çünki emn ve ye'sin vartasına düşmemek hikmetiyle havf ve reca müvazenesinde sabır ve şükürde bulunmak için kabz-bast haletleri, Celâl ve Cemâl tecellisinden intibah ehline gelmesi, ehl-i hakikatça medar-ı terakki bir düstur-u meşhurdur. K.L.)
BAST-I DÂVÂ  Dâvâ açma.
BAST-I MAKAL  Söz açma.
BAST-I MUKADDEMAT  Asıl maksada girmeden önce bir şeyler söyleme.
BAST-I ÖZÜR ETMEK  Bir hata işleyerek başkalarına da nümune olmak, aynı hatayı işlemelerine zemin hazırlamak.
BAST-I YED  Elini bir şeye uzatmak. * Mc: Tasallut ve istilâ manasındadır.
BAST-I ZAMAN  Az zamanda çok uzun bir zaman yaşamış olmak.(Bu hakikata işareten Leyle-i Kadir gibi bir tek gece seksen küsur seneden ibaret olan bin ay hükmünde olduğunu nass-ı Kur'ân gösteriyor. Hem bu hakikata işaret eden ehl-i velâyet ve hakikat beyninde bir düstur-u muhakkak olan "bast-ı zaman" sırrı ile çok seneler hükmünde olan birkaç dakikalık zaman-ı mirac, bu hakikatın vücudunu isbat eder ve bilfiil vukuunu gösteriyor. Mirâcın birkaç saat müddeti, binler seneler hükmünde vüs'atı ve ihâtası ve uzunluğu vardır. Çünkü o mirac yolu ile, beka âlemine girdi, beka âleminin birkaç dakikası, şu dünyanın binler senesini tazammun etmiştir. Hem şu hakikata bina edilen beyn-el evliyâ kesretle vuku bulmuş olan bast-ı zaman hâdiseleridir. Bâzı evliya bir dakikada bir günlük işi görmüş. Bâzıları bir saatte bir sene vazifesini yapmış. Bazıları bir dakikada bir hatme-i Kur'âniyeyi okumuş olduklarını rivâyet edip ihbar ediyorlar. Böyle ehl-i hak ve sıdk, bilerek kizbe elbette tenezzül etmezler. Hem o derece hadsiz ve kesretli bir tevatürle bast-ı zaman hakikatını aynen müşâhede ettikleri medar-ı şüphe olamaz. Şu bast-ı zaman herkesçe musaddak bir nevi rüyada görünüyor. Bazan bir dakikada insanın gördüğü rüyayı, geçirdiği ahvali, konuştuğu sözleri, gördüğü lezzetleri veya çektiği elemleri görmek için yakaza âleminde bir gün, belki günler lâzımdır. L.)
BASTÂN  f. Tarih. * Mazi, geçmiş zaman. * Eski.
BASTÂN-ŞİNÂS  f. Geçmiş zaman, tarih.
BAST FÎ MAKAM-İL-KALB  Nefis makamında ricâ mesabesindedir. Lütuf ve rahmeti, kurb ve ünsü kabule işarettir.
BA'S-Ü BA'D-EL MEVT  Öldükten sonra tekrar dirilmek, diriltmek. (Bak: Ahiret)
BÂSÛR  (C.: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden makaddan kan ve cerahat gelmesi hastalığı.
BAŞ  t. Reis, birinci, evvel. Başlıca, en mühim.
BAŞALTI  t. Gemilerin baş tarafında tayfa ve er koğuşları. * Yağlı güreşlerde baş'ın altındaki derece.
BAŞAM  f. Perde, örtü.
BAŞAME  f. Kadınların örtündükleri yaşmak. Tülbent, başörtüsü.
BAŞBUĞ  t. Osmanlı devrinde başıbozuk veya akıncı kuvvetlerinin kumandanı. * Lider.
BAŞE  f. Atmaca kuşu.
BÂŞE-İ FELEK  Nesr-i Tâir ve Vâki adı verilen iki yıldız.
BAŞED  f. Olur, ola...
BAŞENG  f. Tohumluk olmak için saklanan sarı, iri hıyar, salatalık. * Asma üzerindeki üzüm salkımı.
BAŞGÛN  f. Uğursuz. * Ters, başaşağı.
BAŞIBOZUK  t. Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker olmayan siviller için de kullanılmıştır.
BAŞİK  (C.: Bevâşık) Atmaca denilen kuş.
BAŞİR  Müjdeci, müjde veren. * Mutlu, mesut.
BAŞKENT  t. Başşehir. Bir devletin idare merkezi olan şehir. Devlet merkezi. Payitaht.
BAŞKIRDİSTAN  Rusya'da halkı Türk olan bir bölge.
BAŞMAK  Eskiden kullanılan bir çeşit ayakkabı.
BAŞTİNA  Osmanlı İmparatorluğu zamanında Balkanların bazı yerlerinde devlet arazisinden tapu ve miras suretiyle geçen tarla.
BÂŞÛRE  (C.: Bevâşir) Yeni yetişmiş, turfanda olan nesne.
BATAET  Tenbellik, yavaşlık. Ağırlık.
BATALESE  Ptolemeos soyundan gelen hükümdarlar.
BATALET  Avarelik. İşsizlik. * Boş şeyler söylemek. * Bahadırlık. Cesurluk. Cesâret.
BATANET  Oburluk, çok yiyicilik. * Şişmanlık.
BATAR  Çok kibirlenme, gururlanma. * Haksızlık etme. Başkasının hakkını çiğneme. * Çok sevinme.
BATARİKA  (Batrik. C.) Patrikler.
BATARYA  İtl. Elektrik elde etmek için hazırlanmış şişeler takımı. * Ask: Bir subayın emrine verilen belli sayıdaki ağır silâhlarla bunların hizmetinde bulunan insan, hayvan ve malzemenin hepsine birden verilen isim.
BATERE  f. Tef.
BATH  (C.: Bitah) İçinde kum ve çakıl taşları olan geniş su akıntısı.* Yüz üzeri düşme. * Serilip yatan adamın boyu. * Bırakma.
BATHA  Çakıllı, taşlı büyük dere. * Dağ arasındaki dere. * Mekke-i Mükerreme'nin eski bir ismi. * Kamışlık ve sazlık yer.
BATIL  Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla kabul olmayan ibadet ve muâmele. Meselâ: Bir özür bulunmaksızın taharetsiz kılınan namaz gibi. (Bak: Fasid)(Bir bayram akşamı, gökte ay ve hilâli arıyanlar içinde, ihtiyar bir zat da bulunur. Bu zat, gökteki hilâli görmek için bütün kasıd ve dikkatiyle nazarını göğe tevcih edip, hilâli araştırmakla meşgul iken, gözünün kirpiklerinden uzanan ve gözünün hadakası üzerine eğilen beyaz bir kıl, nasılsa gözüne ilişir. O zat, derhâl : "Hilâli gördüm."der, "İşte bu gördüğüm aydır." diye hükmeder.İşte sathî ve dikkatsiz nazarlar bu gibi hatalara düştükleri gibi, yüksek bir cevhere ve mükerrem bir mahiyete mâlik olan insan, kasdı ve dikkati ile daima hak ve hakikatı ararken, bazan sathî ve dikkatsiz bir nazarla bâtıla bakar. O bâtıl da; ihtiyarsız, talebsiz, davetsiz fikrine gelir. Fikri de, çâr nâçâr alır saklar; yavaş yavaş kabul ve tasdikine mazhar olur. Fakat onun o bâtılı kabul ve tasdiki, bütün hikmetlerin mercii olan nizam-ı âlemden gaflet etmesinden ve madde ile hareketinin ezeliyete zıd olduğuna körlük gösterdiğinden ileri gelmiştir ki, şu garip nakışları ve acib san'at eserlerini esbab-ı câmideye isnad etmek mecburiyetiyle o dalâletlere düşmüşlerdir. İ.İ.)
BÂTIN  İç, dâhilî. Gizli. İçyüz. Sır, esrar. Künh ve zâtı itibarı ile gizli. (Zıddı: Zâhir'dir) (Bak: Batn)
BÂTIN-I KALB  Kalbin içi. Kalbdeki hisler.(Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mâna-yı harfiyle sev. Mâna-yı ismiyle sevme. "Ne kadar güzel yapılmış" de. "Ne kadar güzeldir" deme. Ve kalbin bâtınına, başka muhabbetlerin girmesine meydan verme. Çünki: Bâtın-ı kalb, âyine-i Samed'dir ve O'na mahsustur. S.)
BÂTIN-I UMÛR  İşlerin, hâdiselerin ve eşyanın içyüzü ve mahiyeti. Yani: Beş duygu ile bilinemiyen melekûtiyet ve kanuniyet cihetleri.
BÂTINEN  İçinden olarak. Dâhilen, içyüzünde.
BATINÎ  İçe ait olan. Dış görünüşe ve zâhire dâir olmayan. Bâtına mensub ve müteallik. Dâhili ve manevi meselelere âit. * Tas: Bâtiniyyeden olan.
BATINİYYE  Kur'an-ı Kerim'deki âyetlerin ve hadis-i şeriflerin zâhir ve âşikâr mânalarından ayrılarak, usûlsüz ve yanlış te'viller ile âyet ve hadislerin gizli ve sırlı mânalarını bulmak iddiasında olan sapık bir tarikat ve buna bağlı olanlar.Esasen âyet ve hadislerin ince, derin ve küllî mânalarını tefsir ve te'vil ile keşfedip bulmak vardır. Fakat zâhir mânaları ve bunlardan çıkan kat'i hükümleri esas almak ve bunlara aykırı olmamak ve şeriattaki ve tefsir ilmindeki usûle uygun olmak gibi şartlara riâyet etmekle makbul olur.O.T.D. Sözlüğünde bu hususta şu malûmat verilmiştir: Bâtınîlere, muhtelif vesileler ile verilmiş olan isimler şunlardır : 1- Karamıta, 2- Saibiye, 3- İsmailiye, 4- Mübarekiye, 5- Bâbekiye.Bunlardan başka Bâtınîlere; hakikatın, yalnız Mâsum İmamın talimi ile öğrenilebileceği iddialarından dolayı Talimiye; dini mahremata riayet etmedikleri için İbahiye vs. isimleri de verilmiştir. Tohumu İbni Sebe tarafından atılmış olup Abbasilerden Mutasım zamanında yaşıyan Ehvaz'lı Meymun tarafından filizlendirilen Bâtıniye mezhebine en evvel, takiyyeyi terk ile alenen davet eden Muhammed Ali Berkaî'dir. (Hicri : 255)
BATÎ  Ağır hareketli. Ağır. Yavaştan.
BATÎ-ÜL HAREKE  Davranış ve hareketi ağır.
BATÎ-ÜL HAZM  Sindirimi güç, hazmi zor.
BATİH  Zengin. Gani. Mâldâr. * Geniş yer.
BATİHA  (C.: Batâyih) Kamışlı ve sazlı dere.
BATİK  Keskin.
BATİN  Uzak yer. * Şişman.
BATİR  Hayvanları nallayan kimse.
BATİR  f. Turna kuşu.
BATİR(E)  (C.: Bevâtir) Keskin kılıç.
BATİŞ  (Batş. dan) Sertlikle, şiddetle hareket eden. Güçlü.
BATİYE  Büyük çanak.
BATMAN  Eski ağırlık ölçülerinden olup, iki okkadan sekiz okkaya kadar yeryer değişir. Ekseriya altı okkadır. Bu, hâlen kullanılan sekiz kilo kadardır.
BATN  İç, karın, insanın içi. Mide. * Soy, nesil. * Birbirlerine hısımlığı pek yakın olmayan küçük kabile.
BATNEN BA'DE BATNİN  Nesilden nesile, soydan soya.
BATŞ  Şiddetle tutup kapma. Kuvvet. Şiddet. * Hastalık geçtikten sonraki zayıflık.
BATT  Kaz. * Kaz şeklinde yapılmış olan sürahi, su kabı.
BATTAL  Boş. Hükümsüz. * İşsiz. * Metrûk. Kullanılmaz. olan. * Bâtıl. Mensuh ve mefsuh. * Faydasız. * Pek büyük. Hantal.
BATTALİYE  (Battal. dan) Eskiden, işi bitmiş olan resmi kağıtların konduğu torbaya denirdi.
BAÛDA  (Baûza) Sivrisinek. Sinek.
BA-VEHİM  Vehim ile, şüphe ile.
BA-VEKAR  Ciddi, vakarlı, ağırbaşlı.
BAVER  f. Sağlam. Pek doğru. * Tasdik, inanma. Razı olma.
BÂ-VÜCUD Kİ  f. Bununla beraber, böyle iken.
BAY  f. Bey. Mir. Emir. Zengin.
BAYESTE  f. Lüzumlu, gerekli, zaruri.
BAYEZİD-İ BİSTAMÎ  (Hi: 188-261) Ehl-i Sünnet ve Cemâatın büyük âlimlerinden ve büyük evliyadandır. İran'ın Bistam şehrinde doğmuştur. Künyesi, Ebu Yezid Tayfur bin İsa El-Bistamî'dir. Cafer-i Sâdık Radıyallahü Anhu'dan kırk sene sonra dünyaya gelmiş ve ondan üveysî olarak feyz almıştır. Mücerret bir hayat geçirmiştir. (K.Sırruhu)
BAYGAN  f. Muhafız, koruyucu, bekçi.
BAYINDIR  Mamur, şenlikli. * Bir Oğuz oymağının ve Akkoyunlu hanedânının ismi.
BAYIR  Az inişli yer. Fazla yokuş olmayan yer.
BAYIZ  (Beyzâ. dan) Yumurtlayıcı, yumurtlayan.
BAYİ'  Satıcı. Mal satan.
BAYİCE  (C.: Bevâyic) Belâ, mihnet, zahmet, âfet, dâhiye.
BÂYİİYYE  Eskiden pazar kurulan yerlere gönderilen mevad ve eşyadan gümrük ihtisab vergisinin haricinde alınan ikinci vergi.
BÂYİKA  (C.: Bevâyık) Belâ ve şer olan şey, dâhiye.
BAYİN  (Beyn. den) Aralayıcı. Ayıran. Ayırıcı.
BAYİR  Sürülmemiş, açılmamış, sert, ham toprak.
BÂYİSTE  f. Zaruri, lâzım, gerekli.
BAYKAL  Asya Türk ülkelerinde bulunan yaban kısrağı.
BAYKAR  Çulha, bez ve kumaş dokuyan.
BAYKARA  Helâk olma, mahvolma. * Böbürlene böbürlene sallanarak yürüme. * Malı çok olma. * Yırtıcı bir kuş.
BAYRAK  Devletin belirli alâmetlerini hâvi ve belirli renklerde kare veya dikdörtgen şeklinde yapılmış olan bez. Sancak, alem. 
BAYRAKDAR  f. Alemdar, bayrak taşıyan asker. * Bir kabile veya cemaatın başı, reisi.
BAYRAM  Bir dinde mübarek addolunan gün.
BAYRAMİYYE  Hacı Bayram-ı Veli tarafından 14. yüzyılın sonlarında Ankara'da kurulan bir tarikattır.
BAYSUNGUR  Şahin cinsinden olan yırtıcı bir kuş.
BAYTAR  Hayvan tedavicisi, veteriner. 
BAYTARA  Hayvan hekimliği, baytarlık. 
BAY U GEDA  Zengin ve fakir. 
BAYZAR  Sövme, sövüp sayma. * Rahmin başlangıcındaki et parçası.
BÂZ  f. Doğan. Yırtıcı kuş. Av kuşu. * Açık. * Ayırma. Temyiz etme. * İniş. 
BÂZ-UL EŞHEB  Akdoğan. * Abdulkadir-i Geylâni Hazretlerinin bir nâmı.
BAZ  f. Yeniden, tekrar oynatan, oynayan, geri ve arka tarafa doğru... gibi manalara gelir. Kelimenin sonuna veya baş tarafına getirilerek kullanılan bir "ek" dir. Meselâ: Ateşbâz : Ateşle oynayan.
BA'Z  Bir şeyin bir kısmı. Bir parça. Bâzısı. Biraz.
BAZAK  Üzüm sıkıntısı. (Kaynatıp koyarlar ve köpüklenir.)
BAZAR  f. Alış-veriş. Ahz ü itâ. * Alış-veriş yeri. Pazar. Üstü açık yer ki, hergün veya belirli günlerde herkes satacağını oraya çıkarıp pazarlıkla veya açık artırmayla satar. * Fiat kararlaştırılıp alış-verişte uyuşmak için yapılan konuşma veya çekişme, pazarlık.
BÂZ-BAN  f. Kuşçu. Doğancı.
BÂZ-DÂR  f. Kuşçu, avcı, doğancı.
BÂZEK  f. Küçük doğan (kuş).
BAZENDE  f. Oynıyan, oynayıcı.
BAZENDE-ZEBAN  f. Boş boğaz, geveze, çok konuşan.
BÂZERGÂN  f. Tüccar, alış veriş eden esnaf. * Bezirgan.* Ağa makamındaki yahudilere verilen isim.
BÂZERGANÎ  f. Tüccarlık, tâcirlik.
BAZ-GEŞT  f. Geri dönme. * Pişmanlık, pişman olma, nedamet. * Gerileme. Çöküş.
BAZGÛN(E)  f. Uğursuz. * Ters, başaşağı.
BAZ-GÜŞA  f. İnsandaki ayırdetme kuvveti.
BAZIA  Tıb: Derisi kopmak üzere olan yara.
BAZIK  Zeki. Anlayışlı. * Üzümün sıkılmış suyu.
BÂZİ  f. Oyun. Eğlence.
BÂZİ  Beğenmeyen, ehemmiyet vermeyen. * Küfürbaz.
BÂZİÇE  f. Oyuncak, eğlence. Mel'abe.
BÂZİG  Ortak, şerik.
BAZİGÂH  f. Eğlence yeri, oyun yeri.
BAZİGEDE  f. Oyun yeri, eğlence yeri.
BAZİGER  f. Oynayan, rakseden, köçek.
BAZİGÛŞ  f. Lâtifeci, şakacı, şen kimse.
BAZİH  Büyük. Âli. Yüce.
BAZİHANE  f. Oyun yeri, eğlence yeri.
BAZİL  (C.: Büzül-Bevâzil) Sekiz dokuz yaşında olan deve. * Devenin, önce biten dişi. * Şey. * Kan akan baş yarığına "şecce-i bâzile" denir.
BAZİL  (Bezil. den) Bol bol veren, dağıtan. Cömert.
BAZİLE  Tıb: Göğüs veya karnın içinde husule gelen gaz veya su şişlerinin mahfazasını delmeye mahsus ve boru içinde mahfuz bir mil.
BAZİR  Ekici, eken.* Dedikodu yapan, laf taşıyan. Geveze.
BAZİRGÂN  Eskiden Musevi tüccarlar hakkında kullanılan bir tabirdi.
BA'ZİYET  Bazılarına âit oluş. Herkese âit olmama. Herkesle alâkalı olmama. Bir şeyin bir kısmı ve bir miktarı.
BAZMANDE  f. Kafasız, ahmak, kabiliyetsiz. * Durmuş, geri kalmış.
BAZOKA  (Bazuka) Tanklara karşı kullanılan bir çeşit silâhtır. Soba borusuna benzer, omuza konarak nişan alınıp ateşlenir.
BAZPES  f. Tekrar, yeniden. * Geri.
BÂZU  f. Kolun omuz ile dirsek arasında kalan kısmı, pazu. Adud. * Mc: Güç, kuvvet ve istidat.
BÂZUBEND  f. Pazvand. Kola bağlanan duâlı kağıt.
BÂZUDİRÂZ  f. Kolu uzun olan. * Nüfuzlu, sözü geçer. * Müdahaleci. * Zâlim, zulmeden.
BE  f. Kelime başına getirilerek, Türkçedeki: "de, da, den, dan, ile, için" mânalarında kullanılır.
BE-CÂ  f. Yerinde. Yerine. Uygun. Münâsib.
BE-ZİYARET  (Berâ-yı ziyâret) Ziyaret için. Ziyaret maksadı ile.
BEBAN  Tarz, yol, üslup, metod.
BEBGA  Papağan.
BEBR  f. Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile korkutur bir hayvandır.
BECA'  Geniş, bol.
BECÂ  f. Yerinde, münasip, lâyık, uygun, şâyeste.
BECÂ NÂ-BECÂ  f. Yerli yersiz.
BECAYİŞ  f. Değişme. Trampa. Birini verip ötekini alma.
BECAYİŞ-İ MEKÂNÎ  f. Yer değiştirme. Mekân değişikliği.
BECBAC  Semiz, besili. * Zayıf kimse.
BECBECE  Çocuk avutmak için yapılan tuhaf hareketler, gürültü.
BECC  Yarmak. * Vurmak.
BECE  Çıban, arpacık, sivilce.
BECEL  Şaşma, tuhafına gitme. * Yalan, iftira.
BECER  Göbeğin çıkıp şişmesi. * Suyu içip kanmayan koyun.
BECİDD  f. Ciddi, gerçek, hakikat. * Cidden, gerçekten.
BECİL  Büyük, itibarlı, muhterem, hatırı sayılan kimse. * Şişman.
BECİR  Birçok.
BECRA'  Yüksek yer, yüksek tepe. * Göbeği çıkmış kadın.
BECREC  Sığır buzağısı.
BECREM  (C.: Becârim) Belâ ve zahmet, dâhiye.
BEÇE  (C.: Beçegân) f. İnsan veya hayvan yavrusu.
BEÇE-İ HUNİN  Kanlı yavru. * Mc: Acı gözyaşları.
BEÇE-İ TAVUS-U ULVÎ  Gökteki tavusun yavrusu. * Kamer, ay. * Güneş, şems. * Ateş, nar.* Gündüz.* Yâkut.
BEÇE-DAR  f. Yavrusu olan, çocuğu olan. * Gebe, hâmile.
BEÇE-GÂN  (Beçe. C.) f. Çocuklar, yavrular.
BEÇEK  f. Bir nevi kesici alet. * Küçük silah.
BED'  (C.: Ebdâ-Büdü') İslâm içinde kazılan kuyu. * Evvel, ibtidâ, başlangıç. * Hisse, nasip. * Başlama, başlayış, ilk.
BED  f. Fenâ. Kötü. Çirkin. Yaramaz. şer. şeni'.
BEDA'  Fikir, rey. * Çöle çıkmak.
BEDA  (Bedâat) Hayret verici, yenilik ve iyiliklerde üstünlük. Acib ve garib olma. Yeni zuhur etme.
BEDÂD  Gözükme, zahir olmak. * Sayış, sayma. * Fırka. * Savaşacak akran. * Nasib, hisse, pay.
BEDÂDÂN  Eyerin iki yanı.
BED-AGAZ  f. Başlangıcı fena, kötü. Kötü bir şekilde başlanmış.
BEDAH  (C.: Büduh) Geniş yer.
BEDAHAT  (Bedihî. C.) Delil ve isbata ihtiyacı olmayan şekilde âşikâr olan şeyler.
BED-AHD  f. Ahdinde, sözünde durmayan, vefasız.
BEDAHET  Açıklık. Zâhir delil. Belli, açık, aşikâr. * Birdenbire, hazırlıksız söz söyleme. * Atın yürümesi. * Her şeyin evveli, öncesi.
BEDAHETEN  Birdenbire, aniden, ansızın. Düşünmeksizin. Açık ve zâhir olarak.
BED-AHLAK  f. Ahlâkı ve huyu kötü olan kimse.
BED-ÂHÛ  f. Karakteri bozuk, huyu kötü.
BEDAL  Değişme, değiştirme, mübadele. Trampa.
BED-AMEL  f. Hareketi ve işi fenâ olan.
BED-ÂMUZ  f. Kötülük, fenalık öğrenmiş. * Fenalık, kötülük öğreten.
BEDAN  (Bed. C.) Kötüler, fenalar. Yaramazlar. * Çirkinler. 
BEDANET  Yağlı, besili olma. Semizlik.
BEDARF  Muayyen bir gayenin gerçekleşmesi için zaruri olan veyâ zaruri görülen muayyen kalitede bir mal veya meta miktarıdır.
BED-ASL  f. Aslı kötü, soyu fena.
BEDAVA  f. Parasız, meccanen, karşılıksız. * Mc: Çok ucuz. (Meselâ: Bunu bu fiata bedava almışsın, cümlesinde olduğu gibi.)
BEDAVE(T)  Çölde oturmak, Bedevilik. (Bak: Bedeviyet)
BEDAYİ'  (Bedi'-Bedia. C.) Yeni ihdâs olunmuş, görülmedik şeyler. Bedi'alar.
BEDAYİ'  (Bidâa. C.) Sermayeler, anamallar.
BEDBAHT  f. Bahtsız, talihsiz, bahtı kara.
BEDBİN  f. Kötü görüşlü. Ümidsiz. Her şeyin fena cihetini görmek isteyen. Bed ve fena görüp, beğenmez, istihsan etmez olan. $ sırriyle $ kaidesinin sırriyle $ gayet kısacık bir meâli: "Sözleri dinleyip en güzeline tâbi olup fenasına bakmayanlar, hidâyet-i İlâhiyeye mazhar akıl sahibi onlardır" meâlinde. Bizler için şimdi herşey'in iyi tarafına ve güzel cihetine ve ferah verecek vechine bakmak lâzımdır ki mânasız, lüzumsuz, zararlı, sıkıntılı, çirkin, geçici hâller nazar-ı dikkatimizi celbedip kalbimizi meşgul etmesin. Sekizinci Söz'de, bir bahçeye iki adam, biri çıkar biri giriyor. Bahtiyarı bahçedeki çiçeklere, güzel şeylere bakar, safa ile istirahat eder. Diğer bedbaht, temizlemek elinden gelmediği hâlde çirkin, pis şeylere hasr-ı nazar eder, midesini bulandırır. İstirahata bedel sıkıntı çeker, çıkar gider. Şimdi hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin safhaları hususan Yusufiye Medresesi bir bahçe hükmündedir. Hem çirkin, hem güzel, hem kederli, hem ferahlı şeyler beraber bulunur. Âkıl odur ki; ferahlı ve güzel şeylerle meşgul olup çirkin, sıkıntılı şeylere ehemmiyet vermez, şekva ve merak yerinde şükreder, sevinir. ş.)
BEDBİNÂNE  f. Kötümser şekilde. Ümitsizce, bedbincesine.
BEDBİNÎ  f. Bedbinlik, kötümserlik, ümitsizlik, fenâ görürlük.
BED-BU  f. Fena kokulu, pis kokan.
BED-BUK  f. Hâin, korkak.
BED-CİNS  f. Cinsi bozuk.
BED-CU  f. Kötülük arayan. Kötülük düşünen.
BED-ÇEŞM  f. Nazarı değen, haset kimse.
BEDDA'  Gövdeli, şişman kadın.
BEDDAL  Bakkal.
BEDDE  Derman, takat, güç, kuvvet.
BED-DİL  f. Korkak, yüreksiz.
BED-DUA  (Bedduâ) f. Bir kimsenin kötülüğü için duâ. Kötü duâ.
BEDE'  Başlayış. Başlama. Bir şeyi başkasından evvel işlemek.
BEDED  İki uyluk arasının geniş olması.
BED-EDA  f. Terbiyesiz, nezâketsiz ve kaba olan kimse.
BEDEL  (C.: Bedelât) Elde ve ayakta olan zahmet ve ağrı. * Karşılık. Bir şeyin yerine verilen ve yerini tutan şey. İvaz. * Başkasının adına hacca giden. * Gr: Söz esnâsında bir şeyi sıfatı veya vasfı ile beraber söylersek ve fakat kasdımız o şeyin vasfı veya sıfatı değil de zâtı olursa, zikredilen sıfat veya vasfa " bedel" denir." Kardeşin Ahmedi gördüm" derken, kasdedilen kardeşin değil Ahmet'in kendisidir. İşte bu sözde "kardeşin" kelimesi "Ahmet"in" bedel'i olur.
BEDEL-İ FERAG  Huk: Arazi-i emiriye ve icareteynli vakıf gayr-i menkullerinin tasarruf haklarının devredilmesi karşılığı alınan bedeldir. 
BEDEL-İ İCAR  Huk: Arazi hukukunda tasarruf hakkı mukabilinde verilen emsâline uygun peşin para.
BEDEL-İ MÜSEMMA  Huk: Akidde belirlenen bedel.
BEDEL-İ NAKDÎ  Eskiden fiili askerlik hizmeti yerine belli bir miktarda para verilmesi usülü idi.
BEDEL-İ NÜZÛL  Tar: Osmanlı İmparatorluğu devrinde askerlerin bir yere konaklamasında yapılacak olan masraflar için alınan vergi.
BEDEL-İ ÖŞR  Huk: Arazi-i emiriye üzerinde bina yaparak veya meyvesiz ağaç dikerek koru haline koyma sebebiyle öşre bedel alınan kira.
BEDEL-İ RAKABE  Huk: Kölenin sahibi tarafından azad edilmesi için, şahsı yerine geçen kıymeti veya nefsi karşılığında vermeyi kabullendiği ıtk veya kitabet akçesi.
BEDELEN  Mukabilinde, karşılığında, yerine.
BEDELEYN  İvazlı akidlerde iki tarafın yüklendikleri karşılık.
BED'EN  Başlangıçta. İlk önce, ilkin.
BEDEN  (C.: Ebdân) Gövde, vücut, ten.* Vücudun kol, bacak ve baş gibi ayrıca kısımlarından başka diğer merkezi kısmı. * Ağacın dal ve budaktan başka olan kısmı, kütük. * Kale bedeni.
BED-ENDAM  f. Endâmı bozuk, biçimsiz, çarpık.
BED-ENDİŞ  f. Kötü fikir sahibi, fena düşünen.
BEDENE  (C.: Büdün) Kurbanlık deve.
BEDENEN  Vücutça. Beden ile.
BEDER  f. Hariç. Dışarı. Taşra.
BEDERGAH  f. Kapıya çıkma. * Tar: Çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere, acemi ocağına ve ocak dışına verilen acemilerin, Yeniçeri Ocağı'na kayıt edilmeleri.
BEDESTAN  f. Değerli, kıymetli kumaşlar, silâhlar ve mücevherler vs. alış-verişine mahsus üstü örtülü ve mahfuz çarşı.
BED'ET  Başlangıç.
BEDEVÎ  Çölde yaşayan. Göçebe. Medeni olmayan ve şehir hayatı yaşamıyan. * Seyyid Ahmed-i Bedevî nâmındaki büyük bir zâtın tarikatı ve onun mensubu olan. (Bak: Ahmed-i Bedevî)
BEDEVİYANE  f. Bedevilere uygun şekilde, çölde yaşayanlar gibi.
BEDEVİYET  (Bedâvet) Göçer hayatı yaşayış. Göçebelik. Bedevilik.
BED-FERCAM  f. Sonu kötü. Sonu korkulu ve lânetlenmiş olan. Akibeti fena.
BED-FİAL  f. Yaptığı işleri kötü olan.
BEDG  Bulaşmak.
BED-GÛ  f. Fitnekâr, dedikoducu.
BEDH  Vurmak, darp. * Âcizlik. * Aşikâre olmak, aleniyyet, açıklık.
BEDH  Ansızdan olmak.
BED-HAH  f. Fenalık isteyen. Herkesin kötülüğünü isteyen. Kötülük isteyen.
BED-HAL  f. Kötü ahlâklı. Kötü huylu. Hâli düşkün. Fakir olan.
BED-HİSAL  Hasletleri kötü, fena huylu. 
BED-HU(Y)  f. Huysuz. Bed huylu, kötü huylu. * Kötü huy.
BEDİ'  (Bedia) Eşi, benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan. * Garib. Acib. * Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Kimseye benzemeyen. İcad edici olan. * Hâlık ve Hallak-ı Cihan olan. * Beğenilen. * Yeni bulunmuş ve görülmedik tarzda olan. * Edb: Sözün garib ve güzel olması hâli.
BEDİ-İ PÜR-MAÂNÎ  Çok mânâları bulunup bedi' olan. Çok mânaların bedi' ve güzel oluşu.
BEDİ-ÜL BEYAN  İfadesi ve beyanı görülmedik güzellik ve gariplikte olan.
BEDİ-ÜZ ZAMAN  (Bak: Bediüzzaman)
BEDİA  Nâdide ve güzel, yeni icad edilmiş şey. Beğenilen ve takdir edilen çok yeni şey.
BEDİA-İ HAYALİYE  İdeal, ülkü, gaye, mefkûre.
BEDİD  Büyük sahra, geniş çöl.
BEDİD  Su az az akmak.
BE-DİDAR  f. Görünür olmak, kendini göstermek. Meşhur. Namdar.
BEDİH  Şanı, şerefi yüce, yüksek ve büyük olan.
BEDİHE  Birdenbire ve düşünmeden söylenilen güzel söz. Hazırcevaplık. * Başlangıç.
BEDİHE-GÛ  f. Güzel ve hoş söz söyleyen. Tatlı söz söylemeye alışık olan kimse.
BEDİHÎ  Aşikâr, belli ve açık olma. * Ansızın zuhur eden. * Delil ve isbata muhtaç olmayacak derecede açıklık.
BEDİHİYYAT  (Bedihî. C.) Delil ve isbatına lüzum olmayan sarih ve açık şeyler.(Mister Karlayl yine diyor: "En evvel kulak verilecek sözlerin en lâyıkı Muhammedin (A.S.M.) sözüdür. Çünkü: Hakiki söz onun sözleridir." Hem yine diyor ki: "Eğer hakikat-ı İslâmiyede şüphe etsen, bedihiyat ve zaruriyat-ı kat'iyyede iştibah edersin. Çünki, en bedihî ve zarurî bir hakikat ise İslâmiyettir."İşte bu meşhur feylesof, İslâmiyet hakkında bu şehadetini eserinde müteferrik yerde yazmış. H.)
BEDİHİYYET  Açıklık. Kolayca anlaşılır ve görülür olmak.
BEDİH-ÜL BUTLAN  Bâtıl olduğu âşikar surette belli. Bâtıl, haksız bir hüküm veya görüş olduğu herkesçe bilinen.
BEDÎÎ  Bedi' ve güzel olan. Ebedî ve güzel olan. İlahî ve güzel eserlere müteallik bulunan.
BEDÎÎ KIRAET  Mantıki kıraet şartlarına riâyet ettikten başka rikkat mevkiinde sesini indirmek, şiddet makamında yükseltmek -acemi aktör tavrı takınmaksızın- mevzuu ses ve işaretle canlandırmaktır.
BEDİL  Bir şeyin mukabili, karşılığı. * Tutuşulan bir bahiste yenilen veya aldananın vereceği şey. * (C.: Ebdâl) Sâlih kişi.
BEDİÜZZAMAN  Zamanın bedi'i olan. Zamanında kendisi gibi görülmedik olan. Kimseye benzemiyen ve zamanın garib ve acibi bulunan. (Bak: Said Nursî)Bediüzzaman hakkında Said Nursî kelimesinde bir derece izahat verildiği için burada sadece kronolojik hayat safhalarına ait bir liste ile sonunda ibretamiz bir vakayı koymakla iktifa edildi.Bilinmeyen taraflariyle Bediüzzaman Said Nursî isimli eserin kronolojik fihristinden seçmeler:1894 - 1895- Müsbet ilimleri tetkik ve kısa zamanda her birisine vâkıf olması.- "Bediüzzaman" lâkabının verilmesi.- 80-90 cild kitabı üç ayda bir defa ezberden tekrarlaması.1907- İstanbul'a üniversite açtırmak niyetiyle gelmesi. - Şekerci Hanı'nın kapısına " Her suale cevap verilir" levhasını asıp âlimleri sual sormaya dâveti.- Sultan Abdülhamid'e Şarkta üniversite açılması için müracaatı.1909 - 31 Mart'ta Bediüzzaman'ın yatıştırıcılığı.- İsyan etmiş olan sekiz taburu itaate getirmesi - Bediüzzaman'ın Divan-ı Harb'e verilişi.- Divan-ı Harb'de beraet edişi ve serbest bırakılması.1911 - 1914- şam'a gelişi ve Câmi-i Emeviye'de muhteşem bir hutbe irad etmesi.- Sultan Reşad'la beraber Rumeli seyahatine çıkması. - Van'a gitmesi ve Şark Üniversitesinin temelini attırması.1915 - 1916- Milis Kumandanı Bediüzzaman, Pasinler cephesinde Ruslarla çarpışıyor.- Bediüzzaman'ın Ruslara esir düşmesi.1918-Bir bahar günü Bediüzzaman'ın Kosturma'dan firar edişi.-17 Haziran 1918 : Bediüzzaman'ın Varşova, Viyana ve Sofya tarikıyla İstanbul'a avdeti.- Enver Paşa'nın vazife teklifini kabul etmeyen Bediüzzaman'a Harbiye Nezareti ikramiye ve harb madalyası veriyor.-13 Ağustos 1918 : Ordu-yu Hümayun'un tavsiyesiyle Dâr-ül Hikmet'e âzâ oluşu.1920- İngiliz işgaline karşı "Hutuvât-ı Sitte" yi neşrederek mücadele etmesi.1922- Bediüzzaman güz mevsiminde İstanbul'dan Ankara'ya geliyor.-9 Kasım 1922: Bediüzzaman'a Meclis'te hoşâmedî yapılması.1923 -19 Ocak 1923 : Bediüzzaman Meclis'te mebuslara hitaben bir beyanname neşrediyor.-17 Nisan 1923 : Ankara'da umduğunu bulamayan Bediüzzaman'ın Van'a gitmek üzere yola çıkması.1925 - 1927-Bediüzzaman'ın Van'dan nefyi. - Isparta'da bir müddet kalan Bediüzzaman önce Eğridir oradan da Barla'ya getiriliyor.- Risale-i Nur'lar te'lif edilmeye başlanıyor.1934 -Yaz ortalarında Barla'dan alınan Bediüzzaman'ın Isparta'ya getirilişi.- 27 Nisan 1935 : Dahiliye Vekili Şükrü Kaya ve Jandarma Umum Kumandanı askerî bir kıt'a ile Isparta'ya geliyor ve Bediüzzaman tevkif olunuyor.- Tevkif edilen Bediüzzaman ve talebeleri, muhakeme edilmek üzere Eskişehir'e götürülüyor.1936 -27 Mart 1936 : Tahliye edilen Bediüzzaman, Kastamonu'da ikamete mecbur ediliyor.1943-20 Eylül 1943 : Bediüzzaman'ın tevkif edilerek Çankırı yoluyla Ankara'ya getirilmesi. 1944 - Denizli mahkemesinin başlaması.- 15 Haziran 1944 : Denizli Ağır Ceza Mahkemesi Bediüzzaman'ın beraetini ilân ediyor.- Ağustos 1944 sonlarında Ankara'dan gelen emirle Bediüzzaman Emirdağ'da ikamete mecbur ediliyor.1948-23 Ocak 1948 : Emirdağ'da kış ortasında Bediüzzaman ve talebelerinin tevkif edilişi ve Afyon mahkemesine sevki.- 6 Aralık 1948 : Afyon Mahkemesinin mevhum ve mesnedsiz iddialarla Bediüzzaman ve talebelerine mahkûmiyet kararı verişi ve temyiz.1952- Ocak 1952 de İstanbul'da mahkeme için gelen Bediüzzaman Sirkeci'de Akşehir Palas Oteline yerleşti.- 5 Mart 1952 Salı: Bediüzzaman'ın Gençlik Rehberi dâvasından beraeti.1958- Nur Risalelerinin ve bu arada Tarihçe-i Hayat'ın matbaalarda neşredilmesi.- 23 Mart 1960 Çarşamba : Bediüzzaman Ramazan'ın 25. günü gece saat 03.00 civarı Urfa'da bu fani âleme veda etti.(Bediüzzaman'ın akıllara hayret veren bir seciyesi)(Ehl-i Sünnet Mecmuasının 15 Teşrin-i evvel 1948 tarihli nüshasında neşredilmiştir. Ehl-i Sünnet Gazetesi sahibi avukat bir zâtın makalesidir.)Ben, Birinci Cihan Harbinde Bitlis mevkiinde yaralı olarak esir olurken, Bediüzzaman da o gün esir düşmüştü. O Sibirya'ya gönderilmiş, en büyük esirler kampında idi. Ben Bakü'nün Nangün Adasında idim. Günün birinde esirleri teftişe gelen ve kampı gezerken Bediüzzaman'ın önünden geçen Nikola Nikolaviç'e o hiç ehemmiyet vermiyor ve yerinden kımıldanmıyor. Baş kumandanın nazar-ı dikkatini çekiyor. Tekrar bir bahâne ile önünden geçiyor. Yine kımıldanmıyor. Üçüncü def'asında önünde duruyor, tercüman vasıtasıyla aralarında şöyle bir muhâvere geçiyor:- "Beni tanımadılar mı?- "Evet tanıdım. Nikola Nikolaviç, Çar'ın dayısıdır, Kafkas Cephesi başkumandanıdır."- "O halde ne için hakaret ettiler?"- "Hayır, afvetsinler ben kendilerine hakaret etmiş değilim. Ben mukaddesatımın emrettiğini yaptım."- "Mukaddesat ne emrediyormuş?"- "Ben müslüman âlimiyim. Kalbimde iman vardır. Kendisinde iman olan bir şahıs, imanı olmayan şahıstan efdaldir. Ben ona kıyam etseydim, mukaddesatıma hürmetsizlik yapmış olurdum. Onun için ben kıyam etmedim."- "Şu halde, bana imansız demekle benim şahsımı, hem ordumu, hem de milletimi ve çarı tahkir etmiş oluyor. Derhal divan-ı harb kurulunda isticvab edilsin."Bu emir üzerine divan-ı harb kuruluyor, karargâhtaki Türk, Alman ve Avusturya zabitleri, ayrı ayrı Bediüzzaman'a rica ederek başkumandana tarziye vermesi için ısrar ediyorlar. Verdiği cevab bu oluyor:- "Ben âhiret diyarına göçmek ve huzur-u Resülullah'a varmak istiyorum. Bana bir pasaport lâzımdır. Ben imanıma muhalif hareket edemem."Buna karşı kimse sesini çıkarmıyor, neticeyi bekliyor. İsticvab bitiyor. Rus çarını ve Rus ordusunu tahkir maddesinden idam kararını veriyorlar. Kararı infaz için gelen bir manga askerin başındaki subaya kemâl-i şetaretle: "Müsaade ediniz, onbeş dakika vazifemi ifa edeyim." diye abdest alıp iki rek'at namaz kılarken, Nikola Nikolaviç geliyor, kendisine hitaben:- " Beni affediniz! Sizin beni tahkir için bu hareketi yaptığınızı zannediyordum. Hakkınızda kanuni muamele yaptım. Fakat şimdi anlıyorum ki, siz bu hareketinizi imanınızdan alıyorsunuz. Hükmünüz iptal edilmiş, dini salâhatinizden (sâlihliğinizden) dolayı şâyân-ı takdirsiniz; sizi rahatsız ettim; tekrar tekrar rica ediyorum beni afvediniz."Bütün müslümanlar için şâyân-ı misâl olan bu salâbet-i diniye ve yüksek seciyeyi, arkadaşlarından bir yüzbaşı, müşahedesine müsteniden anlatıyordu. Bunu duydukça, ihtiyarsız olarak gözlerim yaşla doldu. Abdurrahim) (ş.)
BEDİY  Çok âşikâr, göze çarpan. * Çölde sahrada oturan.
BED-KÂR  f. Kötü iş yapan. Fena hareketli kimse. Fiil ve ameli kabih olan.
BEDLİGAM  f. Serkeş at, gem almaz at.* İsyan eden, âsi, serkeş, söz dinlemiyen kimse. * Bedevi, çöl adamı.
BED-LİKA  f. Çirkin yüzlü, kötü yüzlü.
BEDMAYE  f. Ahlâksız. * Soysuz. Sütü bozuk.
BEDMEST  f. Kendinden geçmiş derecede sarhoş.
BED-MİHR  f. İyilik etmiyen, insâniyetsiz.
BEDNAM  f. Kötü tanınmış, adı kötüye çıkmış olan.
BED-NİGAH  f. Kötü bakışlı.
BEDNİHAD  f. Kötü huylu.
BEDPESEND  f. Kötülüğü beğenen, kötülüğü öven, medheden. * Güç beğenir, müşkülpesend.
BEDPEYMAN  f. Verdiği sözde durmayan. Sözünün eri olmayan. Sözünü tutmayan.
BEDR  (Bedir) Dolunay. Ayın en parlak olduğu hâli. * Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer ismi. * Bir şeyin tamam olması. * Sibâk ve sür'ât etmek. * Bir işin ansızın zâhir olması.* Tam ve münasib olan âzâ. * Dolu şey. * İyi hizmet eden köle.
BEDR MUHAREBESİ  Bedir, Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer olup; Hz. Peygamber Efendimizin hicretinin ikinci senesi orada Kureyşîlere karşı kazandıkları muzafferiyetle meşhurdur. Bedir, bir ovanın kenarında olup Mescid-ül Gamame isminde bir câmi ve Bedir muharebesinde şehid olan sahabelerden 13 zâtın türbeleri mevcuttur. Bedir harbi, Ramazanda Cuma günü vuku bulup Peygamber Efendimizin (A.S.M.) maiyetinde 320 kişi vardı. Bunların sekseni muhacirînden, gerisi ensardandı. Kureyş kervanı ile Şam'dan dönen Ebû Süfyan'ın önüne çıkılmış iken, Ebû Süfyan haber alarak Mekke'den yardım istemiş, Ebû Cehil'in maiyetinde Mekke'den gelenlerle beraber Kureyşliler 1000 kişi kadar olmuşlardı.
BED-RAH  f. Kötü yola sapan.
BEDRAKA  f. Delil. Kılavuz. Mürşid. * Allah yolu.
BEDRAKA-İ EFKÂR  Fikirlerin mürşid ve kılavuzu.
BED-RAM  f. Lâtif, hoş, yakışıklı, süslü. * Sert başlı at. * Dâima, devamlı.
BEDRE  (C.: Bider) Kuzu veya oğlak derisi. * İçi altun dolu olan kese. * Onbin dirhem.
BED-REFTAR  f. Gidişi ve hareketi fenâ olan.
BED-REG  f. Huysuz, aslı kötü olan hayvan veya insan.
BEDREKA  (Bak: Bedraka)
BED-RENG  f. Açıkla koyu arasında kirli bir renk.
BEDRÎ  Bedr'e ait ve onunla alâkalı. * Erkek ismidir. (Müennesi: Bedriye)
BEDRUC  Bir ot cinsidir ve bazı yerlerde tere-i Horasani diye isimlendirilir.
BED-SİGAL  f. Kötü düşünceli, herkes hakkında kötü söyliyen.
BED-SİYRET  f. Ahlâksız. Ahlâkı ve huyu kötü olan.
BED-TER  f. Çok kötü, daha kötü, beter.
BED-TIYNET  f. Yaradılışı, fıtratı, tabiatı fena ve kötü olan, soyu bozuk, bayağı adam.
BEDUD  Suyu az olan kuyu.
BEDUH  Eski yazıda mektub zarfları üzerine yazılması ve zarfa basılan mühüre kazdırılması mûtad ve aslı meçhul bir sözdür.
BE-DUŞ  f. Omuza, omuzda.
BED-ÜSLÛB  f. Üslûbu fena; tavrı, gidişi kötü.
BEDV  Zihinde bir şeyin peyda olması. Bir şey zâhir olma. * Başlama. * Sahraya çıkma.
BED-ZEBAN  f. Kötü söz söyliyen, hicveden. Ağzı pis, ağzı bozuk. * Kötü dil.
BEDZEHRE  f. Korkak, yüreksiz, ödlek kimse.
BEFM  f. Keder, tasa, iç sıkıntısı, üzüntü.
BEFŞ  f. Azamet, büyüklük, heybet, debdebe.
BEFTERE  f. Avcılar tarafından kullanılan ve hususi olarak alıştırılmış kuş.
BEGAYA  Askerin ön karakol takımı.
BEGAYE  Talep etmek, istemek.
BEGAYET  f. Son derece. Pek ziyâde.
BEGEND  f. Yuva. * Kümes, folluk.
BEGNEK  f. Kuyruğu kesik hayvan.
BEGONYA  Fr. Etli ve güzel renkli yaprakları olan bir süs bitkisi.
BEGTER  f. Eskiden kullanılan zırhlı elbise.
BE-GÜN  f. (Bak: Bikün tevbe)
BEHA  Gökçek olmak, şirin ve lâtif olmak.
BEHA  (Bak: Bahâ)
BEHACET  Güzellik. Güzel yüzlü olma.
BEHAK  İnsanın derisinde pul pul beyazlık ve alaca bir renk peyda eden bir çeşik hastalık.
BEHAMİN  f. Bahar mevsimi.
BEHANET  Nefesi iyi ve lâtif olan kadın.
BEHAS  Susama.
BEHATT  Sütlaç, süt lapası.
BEHBEHAN  Papağan, tûti kuşu.
BEHBEHÎ  Etli ve gövdeli, kişi. Bahadır, yiğit, kahraman.
BEHBUD  f. Sağlık, sıhhat, sağlamlık, iyilik.
BEHC  Her zaman neşeli olma. Birisini şâd ve mesrur etme, sevindirme. * Güzellik, hüsn.
BEHCET  Sevinç. Güleryüzlülük. Güzellik, şirinlik.
BEHDEL  Sırtlan yavrusu. * Erkeğin memelerinin büyük olması.
BE-HEM  f. Hep. Beraber. Toplu. Bir yerde. Hep bir yere. (Bak: Bâhem)
BEHEM-BER-ÂMEDEN  f. Toplanmak, cem olmak, birikme. * Mc: Kızmak, sinirlenmek, asabileşmek, müteessir olmak. ("Behemâmeden" de denir.)
BEHEMEHAL  f. İster istemez. Mutlaka. Her halde.
BEHEMZEDE  f. Topluluğu dağıtmış, cemiyeti bozmuş.
BEHER  f. Her, her bir, herbirisine.
BEHER-HAL  f. Mutlaka, her hâlde.
BEHET  f. Sütlaç. Süt lapası. * Pirinç unu ile pişirilen ve Me'muniye adı verilen helva.
BEHETTA  Pirinç çorbası. * Sütlü pirinç yemeği.
BEHİ  Şirin, lâtif, gökçek. (Bak: Behiye)
BEHİC  Güleryüzlü. Güzel. Şen. Şâduman olan.
BEHİCE  Şen, güzel. Güler yüzlü kadın.
BEHİM  Düz siyah şey. * Alacasız hayvan. * Dik, pürüzsüz ses.
BEHİM  (Behime) Dört ayaklı hayvan.
BEHİMÂT  Hayvanlar.
BEHİME  (Bak: Behim) 
BEHİMÎ  Hayvanca, hayvana mahsus ve müteallik. Hayvanlık.
BEHİMİYYET  Hayvanlık, canlı olmakla beraber akılsız oluş.
BEHİN  (Bak: Bihin)BEHİR(E) : Nefesi sıkışıp çok soluyan kimse. Nefesdarlığı olan. * Göğüsdarlığı hastalığı sebebiyle solumaktan yol yürüyemiyen kimse.
BEHİŞT  f. Cennet. Ahirette iyi kulların gideceği mükâfat yeri. Adn. Firdevs.
BEHİŞT-İ GINÂ  Cenab-ı Hak'tan başka hiç kimseye minnet etmeden hâsıl olan saadet, cennet. Gına ve istiğnânın cenneti.
BEHİŞT-HIRÂM  f. Cennete gitmiş.
BEHİŞTÎ  f. Behiştle ilgili, cennetlik.
BEHİŞT-NİŞİN  f. Cennette oturan.
BEHİŞT-ZÂR  f. Cennet gibi yer.
BEHİTE  İftira etmek. * Kabile ismi.
BEHİYE  Güzel.
BEHKELE  Nârin vücutlu kız, sevgili.
BEHKEN(E)  Nârin güzel ve gösterişli vücudu olan kimse.
BEHKEŞE  Emir ve işde çabukluk, bir işi acele yapma.
BEHL  Az şey; az su. * Lânet, nefret, istememe.
BEHLE  (Behli) f. Yırtıcı kuşlarla uğraşanların giydiği eldiven.
BEHLEL  Abes, boş boşuna. Batıl, beyhude.
BEHLÜL  Çok gülen, çok gülücü. * Hayır sahibi, çok iyi adam. * Hârun-ür Reşid'in kardeşinin adı olup meczûbâne ve hikmetli hareketleriyle meşhur olmuştur.
BEHM  Çok siyah olan şey. Rengi başka renkle karışık olmayan nesne.
BEHMAN  f. Filân, filânca.
BEHMAR  f. Çok, ziyade, fazla.
BEHME  (C.: Bühüm, bihâm; Cem'ul Cem: Bihâmât) Kuzu. Oğlak. Buzağı. * Keçi otu.
BEHNAN (E)  Güler yüzlü, iyi huylu ve devamlı olarak gülen kimse.
BEHNANE  f. Beyaz pide. * Maymun.
BEHNE  Yumuşak yer.
BEHNEKE  Etli, büyük, şişman kadın.
BEHNES  Çirkin, sakil ve kaba olan adam.
BEHR  Nasip. * Galip olmak. * Nefesi tutulmak. * Ümidin boşa çıkması. * Felâket, musibet. * Uzaklık, mesafe.
BEHRA  f. Ondan dolayı, ona binaen, onun için.
BEHRAM  f. Eskiden bir İran padişahının adı. * Bir pehlivan ismi. * Merih yıldızı. 
BEHRAME  f. Yeşil elbise.
BEHRAMEC  Çiçeği kokulu bir nevi söğüt ağacı. * Her renkte olan leylâk çiçeği.
BEHRAMEN  f. Bir çeşit kırmızı yakut. * Kadınların kullandıkları allık. * İpekten dokunan güzel bir kumaş. * Kırmızı gül, asfur çiçeği. 
BEHRE  f. Nasib, pay, hisse. * Tez tez solumak. * Vasat, orta.
BEHREBER  f. şerik, ortak.
BEHREBERÎ  f. Ortaklık, şeriklik.
BEHREC  Eksik veya ayarı bozulmuş para. * Arzuya, isteğe bırakılmış şey, iş. * Faydasız, işe yaramaz olan şey.
BEHREDAR  Hisseli. Nimetlenmiş. Faydalanmış.
BEHREK  f. Yaralardan çıkan iltihap. * Çok çalışmaktan dolayı el ve ayak derilerinin sertleşmesi, nasırlaşması.
BEHREM  Kırmızı gül. * Kısa boylu kimse.
BEHREME  Saç ve sakalın kınayla boyanması. * Çiçeğin göz alıcı ve câzib olan güzellik ve parlaklığı. * Hindlilerin ibadeti.
BEHREME  f. Burgu, matkab.
BEHREMEND  f. Nasibi olan, hissedar. * Bilen, anlayan.
BEHREVER  f. Hisse ve nasibini almış, payını zimmetine geçirmiş.
BEHREYAB  f. Nasibi olan, hissesi olan.
BEHS  Neşe ve güleryüzle karşılama. * Kahraman, yiğit, mert adam. * Cür'etkârlık.
BEHSALE  (C.: Behâsile) Etli, kısa boylu, tıknaz kadın.
BEHSUS  Az miktar, az şey.
BEHŞ  Muki otunun yaşı. * Kara yüz.
BEHT  Yalan söylemek. * Ansızın bir şeyi almak. * Tenbellik galebe etmek. * Şaşkınlık. Hayranlık.
BEHTERE  Yalan söyleme.
BEHUR  Tütsü. (Dilimizde buhur şeklinde kullanılır)
BEHUT  (C.: Bühüt) İşitenleri şaşkına uğratan iftira, yalan.
BE-HÜKM  Hükmiyle, hükmünce.
BEHV  (Behve) Misafir odası. * Yer altında hayvan ağılı. (Bu iki mananın cem'i Ebhâ-Bühüvv şeklindedir) * Geniş meydan, yer. * Göğüsün içi, boğazdan mideye kadar olan aralık. * Rahim ile mahrecinin arası.
BEHV  f. Çardak. * Köşk. * Sofa. Salon. * Cumba.
BEHVET  Sofa. * Çardak. * Odaların önüne yapılan oda.
BEHZ  Benû Selim kavminden bir cemaatin adı. * İleri itme. * Şiddetle göğse vurma.
BEHZERE  (C.: Behâzere) Semiz davar.
BEHZET  Ağırlaştırmak, meşakkatli yapmak. * Zebûn etmek.
BEİS  (Be's) Zarar. Kuvvet ve şiddet. Zahmet. Zor. Fenâ. Bed.
BEJENDÎ  f. Geçim darlığı. Maişet derdi.
BEJMAN  f. Yırtık, dökük, pejmürde, dağınık. * Hüzünlü, kederli, üzgün, yaslı.
BEK'  Birbiri ardınca şiddetle vurmak. * Karşılayıp istikbâl etmek.
BEK'  (C.: Bilkâ) Sütü az olan davar.
BEKA  Devamlılık. Evvelki hâl üzere kalma. Dâim ve sâbit olma. * İlm-i Kelâm'da : Varlığının asla sonu olmayan Cenab-ı Hakk'ın bir sıfatıdır. * Bâki olmak. Ebedîlik.(... Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hâdiselerin ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidâdını hissetmiş. Ve insan, acib cemiyetli istidâdiyle yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış. Belki ebede meb'ustur ki, ebede uzanan arzular, mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni dünya insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece hissetmeğe başlamış. Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayâliyeye denilse : "Sana dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak, fakat sonunda hiç dirilmeyecek bir sûrette bir idam senin başına gelecek." Elbette hakiki insaniyetini kaybetmiyen ve intibaha gelmiş o insanın hayâli, sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf ve eyvâhlarla saâdet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak. H.)
BEKA-İ DÜNYEVÎ  Dünya hayatında devamlılık. Uzun ömür.
BEKA-İ NEV'  Nev'in devamı. Meselâ: İnsan nev'inin, yani insanların devam edip bitmemesi, çocukların doğması ile olduğu gibi.
BEKALE  Yağla karışmış keş. * Karıştırmak.
BEKAM  f. İsteğine, meramına kavuşan, nail olan. Arzu ettiğine erişen. Mesut, bahtiyar.
BEKAMET  Dilsizlik, dili olmamaklık.
BEKÂR  Hiç evlenmemiş, zevcesi olmayan adam. * Taşralı olup, büyük bir şehirde bir işle meşgul olarak, ailesiz yaşayan adam. (Bak: Tecerrüd, Mücahede)
BEKÂRET  Kızlık. Erkek görmemiş kızın hali.
BE-KAVL  f. Sözüne göre, dediğine göre. 
BEKAYA  Geride kalanlar, bakiyeler. * Maliye işlerinde tahsil olunmayan gelir, meblağ.
BEKBEKE  Depretmek, tahrik.
BE-KEF  f. Elde, avuçta olan.
BEKİL  Yakışıklı delikanlı, genç.
BEKİLE  Yağla karışmış keş.
BEKİM  Dilsiz adam.
BEKK  Bir şeyi kakmak.
BEKKÂÎN  (Bükâ. dan) Ağlayanlar.
BEKKE  Mekke-i Mükerreme'nin eski ismi. * Bir yerde toplanmak. Bir yere cem'olmak. * İzdihamlık, kalabalık.
BEKL  Karıştırmak, halt. 
BEKR  Genç erkek deve. (Müe: Bekre)
BEKRE  Kuyu ve benzerlerinde kullanılan makara, çıkrık, çark. * Mafsallarda bulunan makara şeklindeki kemik.
BEKRÎ  Erken. Sabah. * İçkiye çok düşkün. Sarhoş.
BEKTAŞ  f. Akrân. Eş. Arkadaş.
BEKTAŞÎ  Hacı Bektaş-ı Veli tarikatına mensub olan kimse.
BEKTAŞİYÂN  f. Bektâşiler. Yeniçeriler.
BEKÛRÎ  İlk evlat, ilk doğan çocuk.
BEKÛRİYYET  İlk evlâtlık.
BEKÜSİSTE  f. Kopuk, kopmuş. Düşük, düşmüş. Gevşek, çözük.
BEL  Bilâkis, belki, katiyyetle, ihtimaldir, öyle, dahi kelimeleri mânasına tercüme edilir. İ'rab edatıdır.
BEL  f. Ökçe. Ayakkabı altının topuğa rastlayan yüksek kısmı.
BEL  t. Geminin orta kısmı. * Bedenin ortası. Göğüs ile karnın arası. * Yüksek dağın iki zirvesi arasındaki kavisli kısmı veya alçakça olan geçit ve boğazı.
BEL'  Yutma. Emme. * Belirsiz etme. Ortadan kaldırma.
BEL'-İ LOKMA  Lokmanın yutulması.
BELÂ  (c.: Belâyâ) Afet. Sıkıntı. Tasa, kaygı. Musibet. Mücazat. İmtihan. Dâhiye. * Yaramaz nesne. (Bak: Sadaka)(Ey insan! Mâdem canavar sûretinde bir hayvan, insanların hânesine misafir geldiği vakit berekete medar oluyor; öyle ise, mahlukatın en mükerremi olan insan; ve insanların en mükemmeli olan ehl-i iman; ve ehl-i imanın en ziyade hürmet ve merhamete şâyan aceze, alil ihtiyareler; ve alil ihtiyarların içinde şefkat ve hizmet ve muhabbete en ziyâde lâyık ve müstahak bulunan akrabalar; ve akrabaların içinde dahi en hakiki dost ve en sadık muhib olan peder ve valide, ihtiyarlık hâlinde bir hanede bulunsa, ne derece vesile-i bereket ve vasıta-i rahmet ve $ sırriyle yâni: "Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi belâlar sel gibi üstünüze dökülecekti." ne derece sebeb-i def'-i musibet olduklarını sen kıyas eyle. M.)
BELÂ-YI NÂGÂH  Ansızın gelen musibet. Habersiz gelen belâ.
BELÂ-YI SİYÂH  Kara belâ. * Mc: Acı olan olaylar, kötü hâdiseler.
BELA  Evet. (Nefiyden sonra isbat için söylenir.) Meselâ: Kur'ân-ı Kerim'de mezkûr; Cenab-ı Hakkın ruhlara karşı, "Ben Azîmüşşan sizin rabbiniz değil miyim?" diye sorduğunda, ruhlar $ Yâni: "Evet sen bizim Rabbimizsin" dediler. (Bak: Bezm-i Elest) * Farsçada "Belî" diye söylenir.
BELABİL  (Belbâl - Belbele. C.) Vesveseler. Kederler. Tasalar. * (Bülbül. C.) Bülbüller. Andelibler.
BELÂ-CÛ  Belâ arayan. Belâsını istiyen.
BELAD(E)  Kötü kimse. Müzevir, günahkâr. Fena ve kötü şey.
BELADET  Ahmaklık, sersemlik, kalınkafalılık. Budalalık.
BELÂ-DİDE  f. Belâ görmüş, belâya çatmış.
BELADİR  f. Kadınların kullandıkları altun, gümüş, zümrüt, yakut, elmas gibi süs eşyası. * Belâyı def etmek için verilen sadaka.
BELÂ-ENDER-BELÂ  f. Belâ üstüne belâ. Zahmet içinde zahmet.
BELÂG  Eriştirme, yetiştirme. * Maksada uyan güzel ifâde. Kâfi gelme, kifâyet.
BELÂGAN MÂ-BELÂG  Bol bol. Çok kâfi derecede.
BELÂGAT  Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme san'atı. Muktezâ-yı hâle mutâbık söz söylemek. * Belâgat, hem düzgün, hem yerinde söz söylemeyi öğreten ilmin de adı olur. Ve maani, beyan, bedi' diye üç kısma ayrılır. Bu gün Edebiyat denilen bilgiye, ilm-i belâğat denilir. (Edb. L.)(Arkadaş! Kelâmların hüsnünü artıran ve güzelliğini fazlaca parlatan belâgatın esaslarından biri de şudur ki: Bir havuzu doldurmak için etrafından süzülen sular gibi, beliğ kelâmlarda da zikredilen kelimelerin, kayıtların, hey'etlerin tamamen o kelâmın takib ettiği esas maksada nâzır olmakla onun takviyesine hizmet etmeleri, belâgat mezhebinde lâzımdır.... Belâgat, muktezâ-yı hâle mutabakattan ibarettir. Kur'anın muhatabları, muhtelif asırlarda mütefavit tabakalardır. Bu tabakalara mürâaten, muhavere ve mükâlemeyi o asırlara teşmil etmek üzere, çok yerlerde ta'mim için hazf yapıyor; çok yerlerde, nazm-ı kelâmı mutlak bırakıyor ki; ehl-i belâgat ve ulûm-u Arabiyece güzel görünen vecihler, ihtimâller çoğalsın ki, her asırda her tabaka, fehimlerine göre hissesini alsın. İ.İ.)
BELÂGAT-FÜRUŞ  f. Belâgat taslıyan.
BELÂGAT-PERDÂZ  f. Düzgün konuşabilen, iyi söz söyliyebilen.
BELÂGAT-PİRÂ  Belâgata süs veren. Süslü ve belâgatlı konuşan.
BELAH  Büyüklenmek, kibir. 
BELAHA  Yetişmemiş hurma koruğu. * Kurumak, yebs. * Yormak.
BELAHET  Ahmaklık. Düşüncesizlik. Ne yaptığını iyi bilmemek.
BEL'AK  Yaşlı, zayıf. * Bir hurma cinsi.
BELAK  Ayakları alacalı at.
BELÂKEŞ  f. Belâ çeken. Sıkıntı içinde olan.
BELAKİK  (Bülükka. C.) Sahralar, çöller. Düzovalar.
BELAL  Islaklık. Islatış. Su gibi ıslatan.
BEL'AM  Terbiyesiz, açgözlü, obur. * Hz. Musa (A.S.) hakkında, yalan ve fena söyleyerek Beni-İsrail'i kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı.
BEL'AME  Yutmak.
BELAREK  f. İyi su verilmiş kılıç, çelik. * Ok temreni, ok mahfazası.
BEL'AS  Büyük karınlı dişi deve.
BELAT  Döşenmiş taş. * Düzyer. * Köy adı.
BELAYA  (Belâ. C.) Musibetler. Afetler. Beliyyeler. Belâlar.
BELA-ZEDE  f. Belaya uğramış, başına musibet gelmiş olan.
BELBAL  (Belbele) Vesvese. Tasa. Telâş. Yürek yanması. Iztırab. * Tehyic ve tahrik eylemek.
BELBED  Akılsız ve ahmak kimse ki, ne ettiğini bilmez.
BELBEL  Tasa, kaygı. Yürek yanması.
BELBELE  (C.: Belâbil) Vesvese vermek, gamkin etmek, kuruntu vermek.
BELBÛS  f. Bir nevi haşhaş. * Yabani soğan. Dağ soğanı, sarmısak.
BELCA'  Kaşları arası açık olan kadın. (Müz: Eblec)
BELDAH  Kişinin kendini yere vurması.
BELDARAN  Geçit yerleri muhafızlarının adı. Tanzimattan sonra bunlara zaptiye denmiştir. İkinci Meşrutiyetten beri jandarma olarak adlandırılırlar.
BELDE  Memleket, şehir. * Büyük köy. * Yer, arz. * Göğüs, sadır. * İki kaş arasında kıl olmayıp açık olması.
BELDE-İ TAYYİBE  Güzel ve hoş belde. Medine-i Münevvere.
BE-LEB  f. Dudakta.
BELEC  Zâhir ve rûşen olmak. Gözükmek.
BELED  (Belde. C.) Beldeler. Memleketler.
BELED SÛRESİ  (El-beled) Kur'an-ı Kerim'de 90. sure olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
BELEDÎ  (Beled. den) şehir veya kasaba ahalisinden olan, şehirli. * Şehir ve kasabaya ait. * Belediye İdaresine mensub. * Mahallî, yerli.
BELEDİYE  Bir şehir veya kasabanın temizliği, bayındırlığı ve nizamiyle ilgilenen daire.
BELEH  Sersemlik, bönlük, ahmaklık, budalalık.
BELEL  Yaşlık, rutubet, ıslaklık. * Zafer, galibiyet.* Mihnet, keder, üzüntü. * Mücadele, kavga. * Hastalıkdan iyileşen. * Düşkünlük.
BELEM  Üzerinden yol geçen tepe.
BELEMUN  Çakır dikeni.
BELENDAH  Bodur, şişman kimse.
BELENDÎ  Enli.
BELENSEM  Katran.
BELES  İncire benzer bir yemiştir ve Yemen'de çok olur.
BELEŞ  (Arabça bilâşey'den galattır) Ücretsiz, bedava.
BELET  Kesilmek, inkıtâ.
BELGE  (Bak: Vesika)
BELGİN  Belâ, zahmet, dâhiye.
BELH  Bazan, sivâ (gayri) manasını ifâde eder.
BELHA'  Bir gözüne sürme çekip, diğer gözünü unutan ve gömleğini ters giyen akılsız kadın.
BELHÂ  Gönlü kibirli olan kadın. 
BELHAM  Çiftçilikte kullanılan saban. Çift sürmeğe yarayan âlet.
BELHAM  Nalbant. Baytar.
BELİ  f. Evet.
BELİD  (Belâdet. den) Ahmak, sersem, bön, budala.
BELİĞ  Edb: Belâgatli kimse. Meramını tamamen, noksansız ve güzel sözlerle anlatmağa muktedir olan. * Kâfi derecede olan. Yeter olan.
BELİGANE  f. Beliğcesine, düzgün ve fasih olarak.
BELİL  Islanmış olan şey. * Serin ve yağmurlu rüzgâr.
BELİNOGRAF  Fr. Telefon hatlarıyla fotoğraf, şekil ve yazıyı uzak mesafeye nakleden cihaz.
BELİTA  Kamış kap.
BELİYYAT  (Beliyye. C.) Felâketler. * Gamlar. Kederler.
BELİYYE  (C.: Beliyyât) Belâ. Müşkilât. Musibet. Âfet. Tasa. Keder.
BELK  Kapı açmak. * Ak ile kara alaca olma. * Büyük terazi.
BELKA'  Tenha çöl. Harap ve boş yer. * Yazı. * Yalan yere yemin etmek. * Su, süt gibi boğaz ıslatan şeyler. * Bir hurma cinsi.
BELKA'  Alaca. Alaca bacaklı olan at.
BELKAA  Şam vilâyetinde bir yerin adı. * Kara ile ak alaca nesne. * Parlak nesne.
BELKIS  Süleyman (A.S.) zamanında, Yemen'de Sebe şehrinde hükümet süren Himyerîlerden bir melikedir. Süleyman (A.S.) bunu Filistin'e çağırdı, geldi ve iman etti. (Bak: Taht-ı Belkıs)(Hz. Süleyman (A.S.) Taht-ı Belkısı yanına celb etmek için, vezirlerinden bir âlim-i ilm-i celb dedi: "Gözünüzü açıp kapayıncaya kadar sizin yanınızda o tahtı hazır ederim" olan hâdise-i harikaya delalet eden şu âyet $ ilââhir... İşaret ediyor ki: Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sûreten ihzar etmek mümkündür. Hem vâki'dir ki; risaletiyle berâber saltanatla müşerref olan Hz. Süleyman (A.S.) hem mâsumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzat zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek, bir mu'cize sûretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek Cenab-ı Hakk'a itimad edip Süleyman'ın (A.S.) lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadiyle Cenab-ı Hak'tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etse; ona dünya bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen'de iken Şam'da aynıyla veyahud sûretiyle hâzır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleriyle beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i sûrete ve savta haşmetli bir sûrette işaret ediyor. S.)
BELKİ  Umulur, ihtimal, olabilir. * Hattâ. * Kat'iyyetle. Dahi. Şüphesiz.
BELL  Yaş etmek. Islatmak. * Ulaştırmak. * Hastanın sağlamlaşması.
BELLET  (C.: Bilel) Cisimlerin yüzeyinde olan yaşlık, ıslaklık.
BELMA  f. Faydasız, faydası olmayan. İri ve kaba şey.
BELSEK  Elbise değdiğinde yapışıp ayrılmayan bir ot.
BELT  Kesmek. 
BELTA'  Her hususta hazakati ve feraseti olan.
BELTAH  Kişi nefsini yere vurmak.
BELTEM  Akılsız kimse. * Peltek adam.
BELÛ  (Bel'. den) Çok yiyici, obur.
BELUL  Kurtulma. Hastalıkdan, marazdan kurtulma. Halâs olma.
BELÛS  f. Tevazu, mahviyet. Hileci. Hile, yalan, dolan. 
BELÛT  Bot: Meşe ağacı. * Meşe ağacının meyvesi olan palamut.
BELV  (Belvâ) Dert, çile. Musibet. Zahmet. * İmtihan, tecrübe.
BELVAZ  f. Çıkıntı. Duvardan dışarı doğru çıkan direğin ucu.
BELVE  Belâ.
BELY  Mahvolmak. * Belirsiz olmak.
BELYAD  f. Nakışsız, sade kostüm.
BELZİ  Muhkem, güçlü, sağlam deve.
BEM  Bazı sıfatlara katılarak mübalağa beyan eder.
BEMBEYAZ  Her tarafı beyaz, çok beyaz.
BEN  (Bak: Ene) t. Psk: Şuurlu kişiliğimiz. Başlangıçta çocuğun benliği şuurlu değildir. Kendisini başkasından ayıramaz. Fakat canlı olarak ihtiyaç ve istekleri vardır. Benin bu şuursuz haline "alt ben" denir. Kendisi ile başkası arasındaki farkı anlamaya, münasebetler kurmaya, düşünmeğe başlayınca şuurlu kişiliği, beni ortaya çıkar. Ben, kendi menfaatına gördüğü, haz duyduğu herşeyi ister. İsteklerine kendisi için tehlikeli, acı verici gördüğü yerde, yani yine kendisi için sınır koyar. Başkalarını hesaba katmaz. Ahlâk ve din terbiyesiyle ben, her istediğini yapmaması gerektiğini öğrenir. Vicdan ve namus duygusuna sahip olur. Böylece "üst ben" mertebesine ulaşır. İsteklerini dizginlemesini öğrenir. "Alt ben"in had, sınır tanımayan arzularıyla din ve ahlâkın benliğimizdeki sesi durumunda olan "üst ben" arasında bir zıddiyet ve çatışma vardır. Ben, bu ikisi arasında ahenkle denge kurmaya çalışır. Bir suç ve günah işlediğinde benlikte suçluluk duygusu uyanır. Bundan kurtulmak için en küçük bahane ve şüphelere yapışır. Ve ahlâk ve dinî esasları inkâra yönelir. Bu sebeple her günahta küfre giden bir yol açılır. İslâm terbiyesi alan bir insanın benliği meşru sınırlarda Allahın emir ve rızası dairesinde kalır. Günah sınırlarına varmaz. Benin mahiyeti hakkında felsefî ve psikolojik muhtelif görüşler vardır. Henüz benliğin mahiyeti açıklanamamıştır. İslâm açısından bu mevzuda yazılan en esaslı yazı Risale-i Nurlardan Ene ve Zerre Risalesi'dir.
BENADIK  (Bunduk. C.) Yuvarlak kurşunlar. * Fındıklar.
BENADİR  (Bender. C.) Ticaret yerleri. Ticareti işlek limanlar.
BE-NAM  f. Meşhur. Namlı. Mütemayiz. Seçkin. Mâlum bir isimle tesmiye edilen.
BENAM  Parmak ucu.
BENAN  Parmak uçları. Parmaklar.
BENANE  (C: Benân-Benânât) Parmak başı.
BENÂT  (Bint. C.) Kızlar. * Bebekler.
BENÂT-I Bİ'SE  Musibetler, belâlar, felâketler, âfetler.
BENÂT-ÜL ARZ  Pınarlar, ırmaklar.
BENÂT-ÜR RÜŞDE  Nikâhlı kadından doğan evlat.
BENÂT-ÜS SADR  Endişe. * Hayal. * Kederler.
BENÂT-ÜD DEHR  Âfetler. * Zahmetler.
BENAVER  f. İri, büyük çıban. Kan çıbanı.
BENBEL  f. Ekşi şey. * Ekşi elma.
BENC  Türkçede "benek" adı verilen bir ot cinsidir ve tohumuna "bezr-ül benec" derler.
BENCİL  t. (Bak: Hodbin, Hodgâm)
BENCİLEYİN  t. Benim gibi.
BEND  f. Bağlanan. Bağlanmış. * Bağ. Boğum. Mafsal. * Su bendi. Baraj. * Gam. Gussa. * Mekir. * Hile. * Mülâhaza. Fıkra. Madde. * Aldatmak.* Birisini emri altına almak, bendetmek. * Edb: Baştan sona kadar aynı vezinli bir çok parçalardan meydana gelen ve kısım kısım gazel tarzında kafiyeleri değişen manzûmelerin her bir parçası. (Bak: Terkib-i bend)
BEND-İ ÂHENİN  Demir bağ. Demirden mânia.
BENDE  f. Bağlanmış olan. Köle. Esir. Hizmetçi. Hizmetkâr. Kul.
BENDE-İ FERMÂN  Emir kulu, ferman kölesi.
BENDE-İ HALKA-BEGÛŞ  Kulağı halkalı olan köle, esir. * Mc: İtaatli, muti'.
BENDEGÂNE  Hizmetçi gibi. Bağlanmışçasına.
BENDEGÎ  Kölelik. Hizmetçilik. * Ubudiyyet, kulluk. 
BENDE-HİRÎDE  Satın alınmış köle.
BENDEKA  Hiddetle bakma, sert bakış. * Bir şeyi fındık kadar ufak yapma.
BENDENE  f. Esvabın, giyilecek şeylerin bazı yerlerine dikilen düğme, kopça.
BENDENÜVAZ  f. Kölesini iltifatlandıran, adamını taltif eden.
BENDEPERVER  f. Köle besleyici, adam besleyici.
BENDER  (C.: Benâdir) Ticaret yeri, işlek ticaret iskelesi, büyük iskele.
BENDEREK  f. Küçük iskele. * Boğaz ve liman ağızlarında yapılan küçük kale. Mendirek.
BENDERGÂH  f. İşlek iskele, liman, şehir.
BENDERZ  f. Çuvaldız.
BENDEYAN  Hizmetçiler. Kullar. * Mensuplar. 
BENDE-ZADE  f. Köle çocuğu. * Mc: Çocuğunu onun kölesi yerinde tutup mütevâzi muâmelede bulunan.
BENDİDE  f. Esir, köle. * Bağlı, bağlanmış.
BENDİME  f. Elbise yakasına ve kollarına açılan küçük delik. * Düğme, ilik.
BENDİŞ  f. Altın ve gümüş üzerine işlenilen nakış.
BEND-RÛG  f. Tarla ve bostan kenarlarına suyun akıntısını kesip havuz gibi birikmesi için yapılan setli çukur.
BENE  f. İnce urgan, ip.
BENEFSEC  Menekşe.
BENEFŞ(Î)  f. Menekşe rengi, mor renk.
BENEFŞE  f. Menekşe denilen güzel kokulu, küçük çiçek. * Mor.
BENEFŞE-GÛN  f. Menekşe renkli, mor renkli. Gökyüzü.
BENEFŞE-ZÂR  f. Menekşe tarlası, menekşe bahçesi, menekşelik.
BENEK  f. Atlas zemin üzerine sırma işlemeli bir çeşit kumaş.
BENES  Kötülükden, fenalıkdan ve iyi olmayan şeylerden çekinme ve kaçınma. 
BENEVRE  f. Temel, esas, asıl.
BENG  f. Bir bitki ve tohumu ki, afyon gibi uyuşturan, keyf verici olarak da kullanılan bir madde. Esrar. * Atlas üzerine işlenmiş sırma işlemeli bir çeşit kumaş. * Küçük çitlenbik.
BENGAH  f. Keçeden yapılmış olan Türkmen evi.* Âmirlere ve büyük rütbeli şahıslara ait çadır.
BENGERE  f. Çocukları uyutmak için, çocuğu uyutan kişi tarafından söylenen ninni.
BENGÎ  f. Beng tiryakisi, esrarkeş.
BENÎ  Oğullar, evlâtlar, çocuklar. (Aslı: Benûn-Benîn)
BENÎ ÂDEM  Âdem oğlu. İnsan. Âdem oğulları.
BENÎ BEŞER  İnsanlar.
BENÎ İSRÂİL  İsrâil oğulları. Yahudiler. Yahudi.
BENÎ ÜMEYYE  Emeviler.
BENİKA  (C.: Benâyık) Elbisenin koltukaltı parçası.
BENİMSEMEK  t. Sahip çıkmak, bir şey hakkında benimdir iddiasında bulunmak. Kabullenmek.
BENÎN  (İbn. C.) Oğullar, erkek çocuklar. * Akıllı, temkinli, tedbirli kimse.
BENİYYE  Kâbe-i Muazzama.
BENK  Her nesnenin aslı.
BENNA  Mimar, usta, kalfa. Her türlü bina yapan. Yapıcı.
BENNA-GÛŞ  f. Kulağın aşağı sarkan yumuşak kısmı ki, küpe asılan yerdir.
BENNE  (C.: Binân) Güzel, hoş koku.
BENS  Tehir etmek, geciktirmek.
BENŞ  Tenbellik. İhmâl.
BENÛ(H)  f. Yığın, küme, demet.
BENÛ  Oğullar.
BENU-D DÜNYA  Beni Âdem, insanlar.
BENU-L ALLAT  Baba bir kardeş.
BENU-L A'YAN  Baba ve ana bir kardeş.
BENU-L GABRA  Dervişler, uğrular.
BENU-L ÜMM  Ana bir kardeş.
BENÛN  (Benîn) (İbn. C.) Oğullar. Zâdeler. Veledler.
BENU-S SEBİL  Misafirler.
BEN-VAN  f. Harman, tarla, ekin bekçisi.
BENZOL  Benzin ve toluen karışımı bir akaryakıt.
BEPGA  f. Papağan.
BER  f. Üzere, üzerine, yukarı mânasına (ve Arabçadaki "Alâ" yerine edat-ı isti'lâdır) * Göğüs, sine, bağır, sadır. * Fayda. * Hamil. * Hıfz. * Yan. * Taraf. * Nâkil. Götürücü. * Meyve. * Yaprak. Varak. * Meme.* Genç kadın.* Evin kapısı.
BER  f. (Burden) "Götürmek" mastarının emir köküdür. Kelimenin sonuna getirilerek terkipler yapılır. Emirber $ : Emir dinleyen, emir götüren. Fermanber $ : Emir veren. Emir dinleyen... gibi.
BE'R  Kuyu kazmak.BER' : (Berâ, Bur', Bürü') Yaratmak. Halketmek. * Hastanın iyileşmesi. Sağlamlık.
BERA'  Her ayın ilk ve son günü.
BERAA  (Beria, Berua) İlim ve fazilet ve cemalde üstünlük (manasına fiil kökü.)
BERÂAT  Haşmet, metanet. İlim ve şecaatta, güzel vasıflarda emsâlinden üstünlük. Hüsn ve cemâlde tam olmak,emsâlinden üstün olmak.
BERÂAT-ÜL İSTİHLÂL  Bir eserin içindekilerini güzel bir başlangıçla baş tarafında anlatmak. İyi bir alâmet. Güzel bir başlangıç. * Bir ibarede müradif ve mukni birkaç kelime bulunması, hüsn ve insicamdaki ibarenin vech-i mergub üzere te'lif ve terkibi. * Maaş, rütbe, nişan için hükümetçe bildirilen yazı gibi vesika.
BERABER  f. Birlikte bulunan. * Müsavi, eşit. * Bir hizada olan. * Refakat, birlik.
BERABERÎ  f. Eşitlik, müsavilik, beraberlik.
BERABER MÎ-ZENEND HER ŞEY  Herşey berâber söylüyor, çarpıyor, konuşuyor.
BERACİM  (Bürcume. C.) Boğumlar, mafsallar.
BERÂET  Temize çıkma. Temizlik, münezzehiyet. Bulaşık ve giriftâr olmama. Âri olma. * Huk: Bir davânın neticesinde suçsuz olduğu anlaşılma. (Bak: Ber')
BERÂET-İ ZİMMET  Zimmetinde birşey olmayış, suçsuzluk.
BERAGİS  (Bürgus. C.) Pireler.
BERAH  şiddet. Ezâ ve meşakkat.
BERAH  Açık işlenmiş yer. * Zâil olmak. * Ağaçsız arazi.
BERAHİDE  f. Yola çıkarılmış, gönderilmiş.
BERAHİHTE  f. Daha ziyade silâh hakkında kullanılan bir tâbirdir. Çıkarılmış, çekilmiş mânâlarına gelir.
BERAHİME  Berehmenler. Bâtıl ve sapkın Hind ve Mecûsi dinindekilerin reisleri.
BERAHİN  (Bürhan. C.) Deliller. Şâhidler. Bürhanlar.
BERAHİN-İ ALENİYYE  Meydanda ve açık olan deliller.
BERAHİN-İ KATIA  Şeksiz ve şüphesiz olan kat'i deliller, bürhanlar.
BERAHİN-İ KAVİYYE  Sağlam deliller, kuvvetli bürhanlar.
BERAİL  Horozun, güvercinin ve diğer kuşların boynunda çarpık bitmiş olan yelek.
BERAK  (C.: Berkân) Göz kamaşmak. * Bir yaşındaki kuzu.
BER-AKİS  f. Aksine, zıddına, tersine.
BERARENDE  f. Üste getiren, üzerine çıkaran.
BERARİ  (Berriyye. C.) Sahralar, çöller. Geniş kumluklar.
BERAS  Leke hastalığı.
BERASİN  (Bürsün. C.) Yırtıcı hayvanların pençeleri.
BERAŞ  Ekseri yüzde olan küçük kara noktalar.
BERAT  Nişân. Rütbe. İmtiyaz ve taltif için verilen resmi kâğıt.
BERAT GECESİ  Arabi Şâban ayının onbeşinci gecesi. Şâban ayı mübarek şuhur-u selâseden (üç aylardan) olup, onbeşinci gecesi mahlûkatın rızıklarına, ömürlerine, amellerine dâir taraf-ı İlâhîden meleklere tâlimat verildiği hususunda rivâyât-ı sahiha vardır.(Bu gelen gece olan "Leyle-i Berât" bütün senede bir kudsî çekirdek hükmünde ve mukadderât-ı beşeriyenin programı nev'inden olması cihetiyle "Leyle-i Kadr"in kudsiyetindedir. Herbir hasenenin Leyle-i Kadirde otuzbin olduğu gibi, bu Leyle-i Beratta herbir amel-i salihin ve herbir harf-i Kur'anın sevabı, yirmibine çıkar. Sair vakitte on ise, şuhur-u selâsede yüze ve bine çıkar. Ve bu kudsî leyâli-i meşhûrede, onbinler yirmibin veya otuzbinlere çıkar. Bu geceler elli senelik bir ibadet hükmüne geçebilir. Onun için elden geldiği kadar Kur'anla ve istiğfar ve salâvatla meşgul olmak büyük bir kârdır. Ş.)
BERAT-I CİBAYET  Vergi, icâre ve resim gibi vakfa veyahut da hazineye ait olan paraları toplamak salâhiyetini veren vesika.
BERAT-I HÜMAYUN  Padişahlara mahsus ferman.
BERATİL  (Birtîl. C.) Hediyeler, rüşvetler.
BER-AVER  f. Yemiş ağacı. 
BERAVERDE  f. İltimas ile korunarak ileri çekilmiş adam. * Seçilmiş, ayrılmış şey. * Yükseğe kaldırılmış.
BERÂY  f. İçin, dolayı, binâen. (Arabçadaki "Li, li ecli" yerinde bir tâbirdir.)
BERÂY-I İSTİKBÂL  Karşılamak için.
BERÂY-I MALÛMAT  Mâlûmat için.
BERÂY-I TENEZZÜH  Tenezzüh için, gezinti için.
BERÂY-I TİCÂRET  Ticâret için. Ticâret maksadı ile.
BERAYA  (Beriye. C.) Halk. Bütün mahlûkat. * Halkın kılıç kullanabilenleri ve vergi hârici tutulan müslüman kısmı.
BERAZ  Az olan şey, kalil.
BERAZİK  Bölük, cemaat.
BERBAD  f. Harap. Kötü. Virâne. Bozuk. Perişan. Telef ve helâk olmuş.
BERBAR(E)  f. Evin dam kısmında bulunan oda. * Çardak. * Kemeriye. * Tahtaboş. Damın düz bir kısmı ki, en çok çamaşır sermeye yarar ve çinko ile döşelidir.
BERBEKAN  Arapların giydiği bir elbise cinsi.
BER-BELEND  f. Çok yüksek yer veya rütbe.
BER-BEND  f. Ufak çocuğu annesinin sırtına bağlamağa yarıyan göğüs kuşağı.
BERBER  f. Tıraş eden, saç kesen. * Afrika'nın kuzeyindeki bir kavim.
BERBERE  Kızgınlık ânında söylenip çağırmak bağırmak.
BER-CA  f. Yerinde, münâsib.
BERCED  Kalın kilim. * Halı. 
BERCESTE  f. Sağlam ve lâtif. * Seçme. * Edb: Zahmetsizce hatıra geliveren ve fakat çok kıymetli olan söz.
BERCİS  Müşteri denilen gezegen. * Bol sütü olan deve.
BERÇİDE  f. Devşirilmiş, toplanmış.
BERÇİN  f. Toplayıcı.
BERD  Soğuk. Soğukluk. Soğutmak. Noksan hararet. * Ölmek. * Soğuk su ile gusletmek. * Uyumak. * Sabit olmak. * Zayıf olmak. * Bir şeyi eğelemek. * Sürme çekmek. * Söğmek. * Tutya, çinko. (L.R.)
BERD-İ BEYZÂ  (Bak: Nâr-ı beyzâ)
BERDAHT  f. Pürüzünü giderme. Pürüzsüz yapma. * Cilâlama, parlatma. * Düzleme, düzeltme.
BERDAR  f. Asılmış, yukarı kaldırılmış.* Tutucu. İtaat edici ve ettirici. * Meyveli. Meyve verici olan.
BERDAŞTE  f. Yükseğe kaldırılmış, yukarı çıkarılmış.
BERDE  Tıb: Mide dolgunluğu.
BERDEC  Sürmek. (Farisîden muarrebtir).
BERDEGİ  f. Esirlik, esaret, kölelik.
BERDENG  f. Çöl ortasında yer alan küçük dağ ve tepe.
BERDEVAM  f. Devam üzere. Devamlı sürüp giden.
BERDİ  Hasır yapımında kullanılan bir ot cinsi.
BERDİS  Habis kişi, pis kimse.
BERDİYY  Suriye'de bulunan iki nehrin, bir köyün ve Hicaz'da da bir dağın adı.
BER-DÛŞ  f. Omuzda, omuz üzerinde.
BERD-ÜL ACÛZ  Kocakarı soğuğu. (Rûmi şubatın 26'sında başlar ve 7 gün şiddetle devâm eder.)
BERE  Fr. Sipersiz ve yumuşak olan bir çeşit başlık.
BERE  f. Kuzu. Koyun yavrusu.
BERE  t. Tıb: Ezilme veya kılcal damarların kopması sonunda kanın, dokular içinde birikmesi ve bundan dolayı meydana gelen morluk.
BERED  Daha ziyade fırtınalı havalarda yağan dolu.
BEREDE  Dolu. * Çok yemekten midenin dolması.
BEREHMEN  (Berhemen) f. Puta tapan. Ateşperestlerin bilginleri ile puta tapan kimselerin papazları.
BEREHNE  f. Çıplak.
BEREHNEGÎ  f. Çıplaklık.
BEREHREHE  Güzel, nâzik kadın.
BEREKÂT  (Bereket. C.) Bereketler. Bolluklar.
BEREKET  Bolluk. Çokluk. Feyiz. Cenab-ı Hakk'ın lütfu, ihsanı. Uğurluluk. Meymenet, saadet.(.. Kanaat-ı kat'iye verecek derecede tecrübeler vardır ki: Nasıl çocukların aczlerine binâen rahmet tarafından rızıkları hârika bir sûrette memeler musluklarından gönderiliyor ve akıttırılıyor... Öyle de, mâsumiyet kesbeden imanlı ihtiyarların rızıkları da, bereket sûretinde gönderiliyor. Hem bir hânenin bereket direği, o hanedeki ihtiyarlar olduğu; hem bir hâneyi belâlardan muhafaza edici, içindeki beli bükülmüş mâsum ihtiyarlar ve ihtiyareler bulunduğu, Hadis-i Şerifin bir parçası olan $ yani: "Beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasaydı, belâlar sel gibi üzerinize dökülecekti." diye ferman etmekle, bu hakikatı isbat ediyor. L.)
BEREM  (C.: Ebrâm) Kumar oyununa dâhil olmayan.
BEREM  f. Asma ve kabak çardağı. * Üzüm çubuklarının altına konulan çatal şeklindeki ağaç. Herek.
BERENCEN  f. Kadın bileziği.
BEREND  f. Nakışı olmayan ipek kumaş. * Keskin olan hançer, kılıç, pala v.b. âletler. * Kılıcın suyu.
BERENDAHTE  f. Yükseğe çıkarılmış, üste çıkarılmış. Yükseğe kaldırılmış.
BER-ENDAZ  f. Bir yana atan. Yukarı kaldırıp atan.
BERERE  (Bârr ve Berr. C.) Dindar ve temiz kimseler. Takvâ ehli olan, her çeşit günahlardan sakınanlar. Çok hayır sahibi kimseler.
BERESTÛK  Kırlangıç denilen deniz balığı.
BERE'TE  Sen yarattın (meâlinde fiil). (Bak: Ber')
BEREVÂT  (Berat. C.) Eskiden bir kimseye nişan, rütbe veya imtiyaz verildiğini bildiren fermanlar.
BEREZE  (Bak: Bürüz)
BERF  f. Kar.
BERF-ÂB  f. Karlı soğuk su. Kar suyu.
BERF-ÂLUD  f. Kar içinde, kara batmış.
BERF-DÂN  Buzhane, buzluk, karlık.
BERF-DÂR  f. Karlı.
BERFEND  f. Asker, nefer, er. * Güzel ve hoş söz. * Derin yer.
BERFİN  f. Kar ile ilgili, kardan.
BERF-NAK  f. Kış yaz devamlı karlı olan yer.
BERFÛK  f. Şeftali yemişi.
BERFÛZ  f. Ağzın dış kenarı, dudakların çevresi.
BERG  f. Sed, bend.BERG : f. Yaprak. * Azık. * Azm, kasd. * Hazırlık. Mal, mülk. * İntizam-ı hal. * Serencam.
BERG-İ DİRAHT  Ağaç yaprağı.
BERG-İ SEBZ  Hediye. * Yeşil yaprak.
BERGAB  f. Su bendi. Suyun biriktirildiği yer. Baraj.
BERGAL  (C.: Beragil) Sırtlan eniği.
BERGAMAN  f. Ejder. Büyük yılan. 
BERGAMOT  Turunçgillerden bir ağaç ve bu ağacın meyvesi. Meyvenin kabuğundan güzel kokulu bir esans da çıkarılır.
BERGAŞ  (C.: Berâgiş) Sivrisinek. * Tahta biti.
BERGAŞTE  f. Yüz çevirmiş.
BERGERDE  f. Hatırda tutulmuş, ezberlenmiş, hıfzedilmiş.
BERGEŞİDE  f. Sıyrılmış, çekilmiş. * Tartılmış.
BERGEŞTE  f. Tersine dönmüş. Yüz çevirmiş. Mâkûs. 
BERGEŞTE-HÂL  f. İşi bozulmuş, geçimi güçleşmiş, düşkün.
BERGRİFTEN  f. Ayırmak. Kaldırmak. Gidermek.
BERG-RİZ  f. Yaprak döken. Sonbahar, güz.
BERGÜZAR  f. Hatırlatmak için armağan, hediye vermek.
BERGÜZİDE  f. Seçkin. Seçilmiş.
BERH  şiddet, eziyet, meşakkat, zorluk, zahmet.
BERH  f. Balık, semek. * Parça, kısım, hisse, nasib. * Su birikintisi. * Şimşek, berk. * Yaş olan odunun, yanarken çıkardığı yaşlık.
BERHABE  Minder. Döşek, yatak. * Aynı döşek veya yatakda beraber yatılan kimse.
BERHÂNE  f. Eskiyip harap olmuş konak.
BERHAST(E)  f. Ayaklanmış, kalkmış.
BERHAVA  (Berhevâ) f. Boş, faydasız. * Havaya uçurulmuş. Havaya gitmiş.
BERHAY  Yaramaz, haylaz.
BERHAYAT  f. Yaşayan. Hayat üzere olan.
BERHE  Müddet, an, zaman.
BERHEM  f. Karışık, çapraşık. * Toplu, birlikte, berâber.
BERHEME  Gözünü kıpırdatmadan bir şeye bakıp durmak.
BERHEMEN  (C.: Berhemûn) Hakîm. * Efsun okuyucu.
BERHEM-ZEDE  f. Karmakarışık, altı üstüne getirilmiş.
BERHEM-ZEN  f. Karmakarışık eden, altını üstüne getiren.
BERHEM-ZENED  f. Birbirine çarpıyor. Beraber çarpıyor. Birlikte çalışıyor.
BER-HEVA  f. Kaybolmuş, havaya gitmiş.
BERHİHTE  f. Silâh çekilmiş, hamle edilmiş.
BERHİZ  f. Atılan, kalkan, sıçrayan. Zorbalık eden.
BERHÛD  f. Saçmasapan söz, mânasız söz.
BERHUDAR  f. Selâmette. Mükâfata erişen. Nasibli.
BERHÛH  f. Sabun.
BERHÛN  f. Çember, daire, ortası boş olan yuvarlak nesne. * Hisar, varoş, duvar veya bostan kenarlarına ve tarla aralarına çalıçırpı ve diken ile yapılan çit. * Küçük ev, oda, hücre.
BERHÛR  f. Pay, nasib, hisse.
BERHÛZ  f. Torba, dağarcık. 
BERÎ  (Berâet. den) Kurtulmuş. Temiz. Kayıt ve hüküm altında olmayan. Zimmeti bulunmayan adam. Hiçbir karışıklık, kusur ve noksanı olmayan. Hastalıktan sâlim olan. (Bak: Ber') 
BERİA  Akılda güzellik, zekâda ve kıyasette emsalinden üstün olan. (Bak: Beraa)
BERİBERİ  (Seylanca) Asya'nın güneydoğusu ile Okyanusya, Senegal ve Brezilya'nın yerli halklarında görülen ve B vitamini eksikliğinde vücuda gelen bir hastalık.
BERİCEN  f. İçerisinde ekmek pişirilen ocak veya fırın.
BERİD  Postacı. Haberci. Elçi. * Sürücü. * Dört fersah mesâfe.
BERİD-İ FELEK  Satürn (Zühal) gezegeni.
BERİG  f. Set, bent.
BERİK  Yıldırayıcı, çok parlak nesne. (Mübâlağası: Berrak) * Parıltı, ışık, ziya.
BERİKE  Yırtmak. Paralamak. * Un helvası.
BERİLYUM  yun. Zümrüt gibi bazı taşların bileşiminde bulunan bir elementtir. (Be) sembolü ile gösterilir.
BERİM  Siyah ve beyaz ipliklerden meydana getirilen ip. * Cemaat. * Etsiz yemek.
BERİN  f. Pek yüksek, en yüce. * Yarık, yırtık, delik.
BERİSA'  Halk, insan topluluğu.
BERİT  (C.: Berâyıt) Halk, beriyye.
BERİYYE  Halk. Mahlûk. İnsan. * Sahra. Çöl. * Kır.
BERJ  f. Kuvvetli kasırga. Su girdabı.
BERK  t. Katı. Sert. * Serin. * Metin, sağlam.
BERK  Şimşek çakması. Parlama.* Yıldırım. * Zinetlenme, süslenme. * Tas: Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet. * Ahmak olmak.
BERK-İ BASAR  Gözün şimşek çakması. * Birdenbire tepesinde çakan şimşekten mâruz olduğu dehşet ve şiddet hâlinden mecaz olarak, ansızın başına gelen mühlik hâdisenin şiddetli âlâm ve ıztırabıyla dehşet ve hayret içinde duyulan keskin intibahı ifade eder. (E.T.)
BERK-İ HÂTIF  Kapıp götüren veya göz kamaştıran şimşek.
BERK-İ SÜYUF  Kılıçların şimşeği, kılıç korkusu.
BERK  (C.: Bürük) Göğüs, sadr. * Çok çöken deve.
BERK  f. Yaprak.
BERKA'  (C.: Berkavât) Yüksek yer. * Taşlı balçık.
BERKA'  (Bak: Burku)
BERKAA  Dört ayak üstüne durmak.
BERKAN  f. Tüyü kıvırcık olan kuzu postu veya kürkü.
BERKAN  Parıldama. * Volkan.
BERKARAR  Kararlı. Yerleşmiş. Devamlı.
BERK-ASA  f. şimşek gibi parlak.
BERKAŞ(A)  Nakşetmek, nakışlamak.
BERKATA  Birbirine yakın olan adım.
BERK-EFŞAN  f. şimşek saçan.
BER-KEMAL  f. Mükemmel.
BERKENAR  f. Hâşiye. Kenara yazılan yazı. Kenarda.
BERK-ENDAZ  f. Parlayıcı, parıldayıcı.BERKENDE : f. Koparılmış, sökülmüş, kökünden çıkarılıp atılmış.
BERKEŞİDE  f. Kınından çıkarılmış, sıyırılmış, çıkarılmış.* Mc: İlerletilmiş, çekilip meydana getirilmiş. BERKİYYE : Şimşek gibi. Şimşeğe âit. Elektrik. Telgraf.
BERKİ'  Yedinci kat gök.
BERKU'  Yüz örtüsü. Peçe.
BERKUK  Şeftali, kayısı, zerdali.
BERM  f. Hıfzetme, hatırda tutma, ezberleme.
BERMAH(E)  f. Burgu, matkab.
BERMAL  f. Zirve, dağ tepesi. Dağın üstü, en yüksek yeri.
BER-MÛCİB  f. Gereğince, icabına göre.
BERMURAD  f. Emeline kavuşan, arzusu yerine gelen, dileğine eren.
BERMU'TAD  f. Her zamanki gibi. Âdet olduğu üzere, alışıldığı gibi.
BERNA  f. Delikanlı, yiğit, genç.
BERNAME  f. Mektub başlığı. * Zarfın üzerindeki adres. * Fihrist.
BERNİK  Su aygırı.
BERNİŞ  f. Romatizma ağrısı, mafsal sancısı. * Karın ağrısı, sancısı.
BERNİYE  (C.: Berâni) Büyük küp. * Küçük horoz. * Bir hurma cinsi.
BERNÛN  f. İnce tül. Çok ince ipek kumaş.
BERPA  f. Ayakta, ayak üzerinde, dik.
BERR  (C.: Ebrâr) Va'dinde sâdık. Sözünde duran. Muhsin. Keremkâr. * Nimetleri herkese, umuma ihsan eden. * Gerçeklik, sıdk. * Susuz, kuru yerler. * Toprak. Yeryüzü, yer.
BERR-İ ATİK  Eski karalar. Asya, Avrupa ve Afrika.
BERR-İ CEDİD  Yeni karalar. Amerika ve Avusturalya.
BERRADE  Suyu soğutmaya ait kap, buzdolabı, karlık. * Bardak asacak yer.
BERRAH  Sahra, çöl. * Zeval, sona ermek. * Gitmek, zehab.
BERRAK  Nurlu, pek parlak. * Bulanık olmayan, duru, açık, saf.
BERRAN  f. Kesen, kesici, keskin.
BERRANÎ  (Berr. den) Sahra ve kıra ait. Yabani. * Hâricî, zâhirî. * Şer'î hükümlere uymayan.
BERRAT  Bıçkı. * Törpü.
BERREN  Karadan, kara yoluyla.
BERRÎ  Toprağa ait, kara ile ilgili.
BERRİYE  Toprağa âit. * Çöl. Beyaban. Sahra. * Kara askeri. Piyade.
BERRÛD  Tül ağacı.
BERRÜSTE  f. Karpuz, kavun, kabak, çimen gibi dalbudak salıp da yükselmiyen nebat. * Mc: Alçak, edepsiz, rezil kimse.
BERS  (C.: Bürâs-Ebrâs) Çukur, yumuşak yer.
BER-SABIK  f. Eskisi gibi.
BERSAK  Sevinmek, sürur ve ferah.
BERSER-ZEDEN  f. Başa kakmak, azarlamak.
BERŞ  f. Afyon şurubu, keten yaprağı ile yapılan bir nevi sarhoş edici mâcun. * Arzu, gönül isteği.
BERŞA'  Uzun boylu, iri gövdeli ahmak kimse.
BERŞAK  Ok atmak.
BERŞAN  f. Ümmet. Bir peygamberin tebliğ ettiği dine ve kitaba iman eden cemaat.
BERŞEM  f. Kederin belli oluşu. * Dikkatli nazar.
BERTAL  Rüşvet almak.
BERTAM  Dudağı kalın adam.
BERTAME  Gadaptan müntefih olmak, hiddetlenmek.
BERTARAF  f. Bir tarafa atılan, bir yana atılmış, ortadan çıkmış, zâil olmuş.
BERTARUM  f. Kubbe üzerinde. Dam üstünde.
BERTER  f. Daha yüksek, daha üstte, âlâ.
BERTİH  Aşırma.
BERTİL  (C.: Beratil) Uzun taş. * Uzun, sağlam demir.
BERÛD  Soğutucu. * Göze çekilen sürme.
BERÛMEND  f. Faydalı, verimli. * Ter ü taze. * Nasibli, hisseli.
BERÛMENDÎ  f. Faydalı, menfaatli olma.
BERÛZ  Zâhir olmak, zuhur etmek, görünmek.
BERÛZ  f. Kavga, savaş, muhârebe.
BERVAR(E)  f. Sayfiye. * Havadar köşk, mesken. * Evin küçük, arka kapısı.
BERVAZE  f. Gezinti için hazırlanan yemek.
BER-VECH  f. Olduğu gibi, aynen.
BER-VECH-İ ATİ  f. Gelecek tarz üzere. Aşağıdaki gibi.
BER-VECH-İ BÂLÂ  Yukarıda olduğu gibi.
BER-VECH-İ İŞTİRÂK  Ortaklıkla, iştirak ederek.
BER-VECH-İ MAKTU'  Muayyen bir bedel karşılığı olarak.
BER-VECH-İ MÛTAD  f. Adet olduğu gibi.
BER-VECH-İ YESİR  Kolaylıkla, kolayca.
BER-VECH-İ ZİR  f. Aşağıdaki gibi. Gelecekte görüleceği üzere.
BERZ  f. Ziraat, ekim.
BERZAH  İki âlemin arası. Kabir. Dünya ile âhiret arası. * Perde. * Sıkıntılı yer. * İki yer arasındaki geçit. * Mani'a, engel, (Bak: Sırat köprüsü). Ölen insanların ruhları kıyamete kadar berzah âleminde bulunurlar. Berzah büyük ve mânevi bir âlemdir. Dindar olup cennetlik olanlar, berzah âleminde sevdikleri kimselerle ve iyi insanlarla görüşürler ve çok zevkli yaşarlar. Kıyamet kopunca Allah bütün ruhları haşir meydanında cesetleri ile diriltip toplayacaktır.
BERZE  f. İpekli kumaş * Yakışıklı, nâzik. * Ekin, zirâat. * Dal, budak. * Letâfet, zerâfet.
BERZEDE  f. Toplanılmış, biriktirilmiş, bir araya getirilmiş.
BERZE-GAV  f. Tarla sürecek öküz, çift öküzü.
BERZEN  f. Sahra, çöl. * Sokak, cadde. Mahalle. Köşebaşı.
BERZ-GAR  f. Ekinci.
BES  f. Kâfi. Yeter. Yetişir. (Allah bes, gayri heves)
BE'S  Azab, şiddet. Korku. * Zarar, ziyan. * Zorluk, meşakkat, zahmet. * Fenalık. (Arapçada: "Savaşta şiddetli harekette bulunmak veya sıkıntı ve fakirlikten fenâ durumda olmak" mânâlarına gelir.)
BESA'  Yumuşak yer. * Benî Selim vilayetinde bir yerin adı.
BESÂ  f. Pek çok, hayli miktarda, nice nice.
BE'SA  Fakirlik, muhtaçlık ve benzerleri.
BESA'  Ülfet, alışma, ünsiyet.
BESA  (Arnavutça) Arnavut yemini. * Kan güden hasımlar arasında yeminle akdolunan anlaşma.
BESAİT  (Basit. C.) Basit şeyler. Mürekkeb ve memzuç olmayanlar.
BESALET  Yiğitlik. Bahadırlık. Yürek sağlamlığı.
BESAMET  Güler yüzlülük. Mütebessimiyet.
BESARE  f. Sofa, salon. Divanhâne.
BESÂRE-NİŞİN  f. Sofada oturan, uşak, hâdim, hizmetçi.
BESARET  Göz açıklığı. Dikkatle bakış.
BESASA  Göz, ayn.
BESAT  (Bisât) Düz. * Döşenmiş. * Geniş. * Yayvan kab. * Düz açık yer.
BESATET  Basitlik. Düzgünlük. Sadelik. Düzlük. * Dilde düzgünlük.
BESATİN  (Bostan. C.) Bostanlar.
BESATİN-İ CİNAN  Cennet bostanları. Cennet bahçeleri.
BESBAS  f. Saçmasapan, manâsız söz.
BESBASE  Bir ağaç adı.
BESBELE  Bakla.
BESBES  (C.: Besâbis) Herze. Mânasız, saçma sözler.
BESBESE  Haberi yaymak. * İşini halka bildirmek.
BESBESE  Bir nesneyi yaş etmek, bir şeyi ıslatmak. * Çok çabuk yürüme. Hızlı yürüme.
BESEK  (Besdek) f. Esneme. * Harman yerinde toplanılarak demet yapılan arpa ve buğdaylar.
BESEN  şirin, lâtif, gökçek, hüsn.
BESEND(E)  f. Kâfi, kifayet eder, tamam, yeter, yetişir.
BESFAYİC  Bir ot kökü ki, içinde fıstığa benzer bir yemişi olur.
BE-SER  f. Baş üzerine.
BE-SER Ü ÇEŞM  f. Başgöz üstüne.
BE-SER Ü PÂ  f. Baştan ayağa.
BESGÛY  f. Geveze. Çok konuşan.
BESÎ  f. Çokluk, fazlalık, ziyadelik. * Birçok.
BESİC  f. Hazırlık. Sefer hazırlığı, yol hazırlığı. * Yol ve sefer azığı, harçlığı.
BESİL  Çirkin yüzlü.
BESİLE  Kap içinde kalmış içki artığı.
BESİM  (Besm. den) Güleryüzlü kimse.
BESİN  t. Zihayat varlıkların yaşama, gelişme ve çalışmaları için gerekli olan çeşitli gıda maddeleri.
BESİR  Ziyade, çok, birçok.
BESİSE  Bir çeşit yemek. * Yağ ve undan yapılan bir çeşit bulamaç. * Ayrılık, nifak, iftira, ihtilaf.
BESİT(A)  (C.: Besâit) Döşenmiş nesne, yer yüzü. * Yalnız tek. * Geniş yer. 
BESK  Yırtmak. * Yarmak ve ayırmak.
BESK  Tükürmek. * Uzamak. * Büyümek.
BESKELE  f. Kapı sürgüsü, kapı mandalı.
BESL  Helâk etmek. * Men'etmek.* Çirkin yüzlü olmak. * Helâl ve haram.
BESM  Tebessüm etmek.
BESMAN  f. Bir muahededen, bir anlaşmadan sonra rehin olarak bırakılan şey. Kapora.
BESMELE  $ in kısaltılmış ismi. Müslüman her işine Bismillah ile başlar. Yani her işi Allah adına ve Allah için yapar. Atomlardan yıldızlara kadar her varlık da Allah adına ve Allah için hareket eder. İnsan da Bismillah diyemiyeceği, yani Allah'ın emri ve izni olmayan bir işi ve hareketi yapmamak, onun emri dairesinde kalmakla gerçekten insan olur. Aksi halde hayvanlardan aşağı dereceye iner.
BESMELE-HÂN  f. Besmele çeken.
BESNE  Yumuşak yer.
BESNİYYE  Alçak ve yumuşak yerde biten buğday. * Şam diyarında belli bir yerde yetişen buğdaya da derler.
BESR  Çok, kesir.
BESR  Yüz ekşitmek. * Talep etmek, istemek. * Acele etmek. Hamlık atmak.
BESR  (Besere) (C.: Besûr) Vücutta çıkan bir çeşit ufak sivilce.
BESERE-İ HABİSE  Çıktığı yeri kangren eden ve adına da kara kabarcık denen öldürücü bir hastalık.
BESRİK  (Bisrik) Hafif ve hızlı yürüyüşlü bir cins hecin devesi.
BESS  İçindekini açığa vurmak. * Neşretmek, yaymak. * Ayırmak. * Dert, keder. * Merak.
BESS  Parça parça olmak, dağılıp serpilmek.
BESSAM  Güler yüzlü olan adam. Çok gülen kimse.
BESSASE  Mekke-i Mükerreme.
BEST  Döşemek.* Yaymak, neşr.
BEST  f. Düğüm.
BESTA  Uzunluk, bolluk, genişlik. Yaygın olmak.
BESTAK  Hizmetçi, hâdim. 
BESTE  f. Bağlanmış, bitiştirilmiş, bağlı. * Kapalı. Tutucu. Donmuş. * Bir nevi ipek kumaş. * Gr: "Besten" fiilinin ism-i mef'ulüdür. Kelimelerin başına veya sonuna getirilerek mürekkeb kelimeler (Birleşik kelimeler) yapılır. * Müzikte: Şarkının makam ve âhengi.
BESTE-DEHÂN  f. Dili bağlı. Ağzı kapalı, susan, sükût eden.
BESTE-DEM  f. Nefesi tutulmuş.
BESTE-GÎ  f. Bağlılık. Kapalılık.
BESTE-KÂR  Besteliyen. Besteci.
BESTE-LEB  f. Dudağı kapalı.
BESTE-RAHİM  f. Çocuk doğuramayan, kısır kadın.
BESÛR  (Besr. C.) Siğiller, sivilceler, küçük çıbanlar.
BESÛS  Okşadıkça süt veren deve.
BESV  Yüz ekşitmek.
BEŞAAT  Kabahat, suç. * Yiyecek ve içeceklerdeki acılık.
BEŞAHE  Çirkinlik.
BEŞALE  Harislik, hırslı olma.
BEŞAM  Hicaz'da yetişen bir cins ağaçtır ki, hoş kokuludur ve dallarından misvak yapılır.
BEŞANİKA  Boşnaklar.
BEŞARAT  (Beşaret. C.) Beşaretler. (Bak: Beşaret)
BEŞARE  (C.: Beşâir) Hüsn, güzellik, cemâl.
BEŞARET  (Doğrusu Bişârettir) Müjde. Sevindirici haber. Hayırlı haber. * Müjdeye verilen ihsan. * Yeni çıkan acib şey.
BEŞARET-ÂVER  Beşaret veren, müjdeci.
BE-ŞART-I ANKİ  f. Bu şartla ki. Şu şartla ki.
BEŞAŞ  (Beşeş, beşüş) Açık yüzlü. Güler yüzlü.
BEŞÂŞET  Güler yüzlülük. * Tazelik.
BEŞE  f. Atmaca kuşu.
BEŞEL  Hırslı kişi. Haris kimse.
BEŞEL  f. İki kimsenin birbiriyle tutuşması. İki şeyin birbirine sarılması. * Beşelîden masdarından emir ki; asıl, sarıl, mânâlarına gelir.
BEŞEM  f. Kederli, hüzünlü, yaslı. * Hazmı güç olan şey.
BEŞEN  f. Uzun boy. * Beden, cisim. * Taraf, uç, kenar.
BEŞENC  f. Yüz güzelliği, parlaklığı.
BEŞER  (Beşere) İnsan derisinin dış yüzleri. * İnsan. Âdem.(Hem istikrâ-i tâmme ile ve fenlerin tahkikatıyla sabit olmuş ki; mahlûkat içinde en mükerrem, en ehemmiyetli beşerdir. Çünki beşer, hilkat-ı kâinattaki zâhiri esbab ve neticelerinin mabeynindeki basamakları ve teselsül eden illetlerin ve sebeplerin münâsebetlerini aklıyla keşfedip san'at-ı İlâhiyeyi ve muntazam hikmetli icadât-ı Rabbaniyenin taklidini san'atcığıyla yapmak ve ef'âl-i İlâhiyeyi anlamak için ve san'at-ı İlahiyeyi bilmek ve cüz'î ilmiyle ve san'atlarıyla anlamak için bir mizan bir mikyas, kendi cüz-i ihtiyariyle işlediği maddelerle Hâlık-ı Zülcelâl'in küllî, muhit ef'al ve sıfatlarını bilerek kâinatın en eşref ve ekrem mahlûku olduğunu isbat ediyor.Hem İslâmiyetin kâinata ve beşere ait hakikatlarının şehadetiyle, mükerrem beşer içinde, en eşref ve en âlâsı ehl-i hak ve hakikat olan ehl-i İslâmiyet, hem istikrâ-i tâmme ile, tarihlerin şehadetiyle, en mükerrem beşer içindeki en müşerref olan ehl-i hakkın içinde dahi bin mu'cizâtı ve çok yüksek ahlâkının ve İslâmiyet ve Kur'an hakikatlarının şehadetiyle en efdal, en yüksek olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dır. H.)
BEŞERÎ  İnsana ve insanın fıtrî hallerine mensub ve müteallik. İnsanla ilgili.
BEŞERİYYET  İnsanın tab' ve hilkati ve fıtrî halleri. İnsanlık.
BEŞG  f. Dolu; kar; çiy, şebnem. * Naz, cilve, işve.
BEŞGEN  (Bak: Muhammes)
BEŞİ'  Tadı fena olan çirkin şey; acı, ekşi.
BEŞİR  Müjdeli haber veren. Müjde getiren. * Güler yüzlü. Hub. Cemil. * Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir vasfı.(İşte o Zât bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi; bir rahmet-i binihayenin kâşifi ve ilâncısı; ve Saltanat-ı Rububiyetin mehasininin dellalı, seyircisi; ve künûz-u Esma-i İlâhiyenin keşşafı, göstericisi olduğundan... S.)
BEŞİŞE  Açık yüzlü olmak.
BEŞK  Yalan söylemek. * İşleri yaramaz olmak. * Deve, sür'atle gitmek. * Elbise dikmek.
BEŞM  Çok yemekten dolayı midenin dolması.
BEŞM  f. Kırağı; çiy. Şebnem. * Taberistan ile Rey arasında havası çok soğuk olan bir mevki. * Dinsiz, mezhebsiz.
BEŞME  f. Her çubuğu ayrı ayrı beş renkte olan yollu kumaş. * İşlenmemiş ham deri. * Göz ilâcı.
BEŞR  Eski fetva metinlerinde erkeği temsil eden isimlerden biri. (Bak: Zeyd)
BEŞŞ  Açık yüzlü olmak.
BEŞŞAK  Yalancı, kezzab.
BEŞTEK  (Beştük) f. Zarf. Vazo. Kap. Kâse. Çiniden yapılmış saksı.
BEŞÛŞ  (Bak: Beşaş)
BEŞÛŞÂNE  f. Güler yüzlüce. Hoş olarak.
BEŞYÛN  f. Semiz, besili, yağlı.
BET'  Boynu uzun olmak. * Aşikâre ve zâhir olmak. Açık ve görünür olmak.
BET  Çehre rengi, beniz.
BET  f. (Bak: Bed)
BETA'  İkamet. Bir yerde oturma.
BE-TAHSİS  Hele, hususiyle.
BETAİN  Astarlar.* Yatak yüzleri.
BETAL(E)  Bahâdır, yiğit, kahraman.
BETALET  (Bak: Batalet)
BETAN  (C.: Bitnân) Çukur yer.
BETANE  Büyük karınlı olmak.
BETAR  Çok fazla sevinmek. * Hayret. * Dehşet. * Tekebbürlenmek, gururlanmak.
BETARE  Eksiklik, noksanlık.
BETAT  Azık. Bir yolculukta gereken öteberi. * Ev eşyası. * Kesin, kat'i.
BETATRON  yun. Fiz: Elektronları hızlandıran elektromanyetik bir âlet.
BE-TEKRAR  f. Tekrar ile. 
BETER  (Bed-ter'in muhaffefi) Daha kötü, daha fena.
BETİ'  Eğlenici, eğlenen.
BETİHA  (C.: Bitâh-Betâyih) Ufak taşlı büyük dere. * Kamışlık ve sazlık yer.
BETİK  Kat'etmek, kesmek. * Yapışıp bir şeyi çekmek.
BETİL  Hz. İsa'nın (A.S.) anası olan Hz. Meryem'in lâkabı. * Salkımları sarkmış ağaç. * Nehirlerdeki akıntılar. * Ağacın gövdesinden veya ana ağaçdan ayrılıp başka kök salan fidan.
BETİLE  (C.: Betâil) Hurma fidanı.
BETİN  Yalnız midesini düşünen kimse.
BETİN  Büyük karınlı. Şişman. * Irak, baid, uzak.
BETK  Kesmek, kat'etmek. * Yapışıp bir şeyi çekmek.
BETKİŞ  f. Atılacak okların içine konulup omuza asılan mahfaza. Ok mahfazası, okluk.
BETL  Kesmek, kat'etmek.
BETLE  Kesilmiş, maktû.
BETONARME  Fr. İskeleti demir çubuklardan yapılmış olan beton.
BETR  Kat', kesme. * Hatalı, eksik bırakma.
BETRA  (Müz: Ebter) Çocuğu olmayan. Kısır. * Kuyruğu kesik dişi hayvan.
BETRE  Dişi eşek.
BETT  (C.: Betût) Kesmek, kat'. * Kilim.
BETTÂR  Çok kesen, fazla keskin.
SEYF-İ BETTÂR  Çok keskin kılıç.
BETTAT  Kilim satıcı. * Kesici.
BETTE  Kat'i. * Kesilmiş, ayrılmış, maktu'. * Tiftikten şal.
BETTER  f. (Bed-ter) Daha kötü. Çok fena.
BETÛK  f. Yuvarlak tabla, bakkal tablası ve sepeti.
BETÛK  Çok keskin.
BETÛL  (Betâl) Erkekten kaçınan nâmuslu kadın. * Hz. Fatımatüzzehra ve Hz. Meryem'in sıfatı.
BETV  Durmak, ikamet.
BETYAB  f. Mihnet, keder, dert, gam, kaygı, elem.
BETYAR(E)  f. şeytan, ifrit. * Düşman, adüvv. * Görülmesi istenilmeyen şey.BE'V : Fahirlenmek, büyüklenmek, kibirlenmek.
BEV  Deve yavrusunun derisi. (Bunu samanla doldurup anasına gösterirler. tâ ki sağılmaktan kaçmasın diye.) BEV : Geri çekmek. * Lâyık olmak. * İkrar etmek.
BEV'  Kulaç, kulaçlama. * Sataşma, musallat olma. * Kuytu yer.
BEVA'  Benzer, beraber, eş, denk. * Hazır etmek. * Doğrulanmak. * Nüzul etmek, inmek.
BEVABET  Kapıcılık, kapı bekçiliği.
BEVABÎ  Kapıcılık, kapı bekçiliği.
BEVADİ  (Bâdiye. C.) Bâdiyeler, sahralar, çöller.
BEVADİR  (Bâdire. C.) Bâdireler, olagelen hâdiseler.
BEVAH  Aşikâr, meydanda, belli. Herkesin gözleri önünde.
BEVAHE  (Bûhe. C.) Dişi baykuşlar. * Çakır doğan kuşları. * Ahmak, ebleh adamlar.
BEVAHEN  Belli olarak, âşikar.
BEVAHİD  Musibetler, felâketler, âfetler, belâlar.
BEVAİK  (Bâika. C.) Belâlar, musibetler, felâketler, âfetler.
BEVAKİ  (Bâki, Bâkiye. C.) Bâkiler, kalanlar, daim olanlar.
BEVANİ  Kaburga kemikleri. * Deve ayakları.
BEVAR  Mahvolma, çürüme, yok olma. * Kadının kocaya varmayıp evde kalması.
BEVARİ  (Bâriyye. C.) Hasırlar, ince kumaştan örülmüş hasırlar.
BEVARİD  (Bârid. C.) Soğutulmuş yemekler. * Omuzlarda boyun arasında, gerdanın yanında veya kulaklar arasında ve ensede olan etler. * Sakat şeyler.
BEVARİH  (Bârih. C.) Şiddetli sıcaklar ve şiddetli rüzgârlar ki, adına Samyeli denir.
BEVARİK  (Bârika. C.) Şimşek ve yıldırım parıltıları. * Parıltılar, gözleri kamaştırıcı olan şeyler.
BEVÂRİK-İ SÜYUF  Kılıçların parıltıları.
BEVAS  f. Sıkıntı, keder, mihnet, elem, dert, kaygı, gam. * Yokluk.
BEVASİR  (Bâsur. C.) Mayasıllar, basurlar.
BEVAŞE  Çiftçilerin harman savurmakda kullandıkları çatal şeklindeki tahta kürek, yaba.
BEVATIL  (Bâtıl. C.) Batıllar, hurafeler. Hak olmayanlar, sahteler.
BEVATIN  (Bâtın. C.) Gizli ve kapalı şeyler. Aşikâr olmayan şeyler. (Zıddı: Zevahir'dir.)
BEVATİR  (Bâtire. C.) Keskin, çok kesen kılıçlar.
BEVB  Menetmek.
BEVBAT  Sahra, çöl, geniş kumluk araziler.
BEVC  Berk, şimşek. * Yorulma. * Bağırma, haykırma.
BEVÇ  Azamet, büyüklük, heybet. Gösteriş, ihtişam. * Zinet, süs, debdebe. 
BEVD  Kuyu.
BEVE'  Geri çekmek. * İkrar etmek. * Lâyık olmak.
BEVG  Üstünlük, galibiyet, galib gelme.
BEVGA  Yumuşak toprak.
BEVH  Musibete, belâya uğrama; felâket gelmesi. Kederlenme. * Gizli şeyin, sırrın açığa çıkması.
BEVH  Kızgınlık ve hiddetin geçmesi. * Ateşin sönmesi.
BEVH  Lânet etme, beddua etme, söğme. * Haberli olma. * Düşünme.
BEVİŞ  f. Tahmin, farzetme.
BEVJ  f. Şiddetli kasırga, su çevrintisi, girdap.
BEVK  Fenalık, düşmanlık, keder ve belâ meydana getirme. * Musibet, felâket. * İzinsiz ve habersiz olarak bir yere aniden çıkagelme. * Çalıp çırpma. * Yalan söz. * Boşboğaz (adam). * Şiddetli yağmur.
BEVK  Sıçrayıp binme. * Toplanma. Bir araya gelme. * Karışma, karmakarışık olma. * Su kaynağını karıştırarak açma.
BEVKA'  Kargaşalık, karışıklık.
BEVL  Sidik, idrar.
BEVLE  Çok işeyen adam. * Kız çocuğu.
BEVLİYE  Tıb: İdrar yolları ve böbrek hastalıkları. Bu hastalıkların teşhis ve tedavisiyle uğraşan tıp dalı. (Üroloji) 
BEVN  f. Nasib, pay, hisse.
BEVN  İki şey arasındaki mesafe. Uzaklık. * Fazilet, meziyet.
BEVN-İ BAİD  Çok açıklık, uzak mesafe.
BEVNE  Küçük kız çocuğu.
BEVR  Helâk olma. Yok olma. * Sınama, deneme. * Alış-veriş sıkıntısı. * Sürülmemiş yer.
BEVS  Acele, ileri geçme, ileri gitme. * Bıktırıncaya kadar israr etme. * Bir kimseden kaçıp gizlenme. * Bir şeyin rengi.
BEVS  Bahsetmek.
BEVS  Öpmek. (Farisîden muarrebdir.)
BEVŞ  Her biri bir yerden gelmiş olan bir bölük cemaat.
BEVŞ  f. Çalım, gösteriş, debdebe, ihtişam.
BEVT  Zengin iken fakir düşme. Düşkünlük.
BEVVA  Hindistan cevizi.
BEVVAB  Kapıcı. * Menedici.
BEVVAB-I Mİ'DE  Mide kapısı.
BEVVABAN  (Bevvâb. C.) Kapıcılar.
BEVVABÎN  (Bevvâb. C.) Kapıcılar.
BEVVAL  Çok bevl eden, aşırı derecede işeyen.
BEVVÂL-İ ÇEH-İ ZEMZEM  Zemzem kuyusuna işeyen. * Mc: Yalnız şöhret kazanmak ve adı anılmak için uygunsuz iş yapan.
BEVVAN  (C.: Büven-Ebvine) Çadır direği.
BEVVEE  Hazırladı, yerleştirdi, sâhib kıldı (meâlinde fiil).
BEVZ  Devamlı oturuş. Daimi oturma. * Çillerin kaybolmasından sonra yüzün güzelleşmesi.
BEVZ(EK)  f. Rutubetten dolayı yiyecek ve giyeceklerde meydana gelen yeşil renkte küf. * Ağacın, kök kısmına yakın olan yerleri. * Eşek arısı.
BEY'  Satmak. * Fık: Bir malı diğer bir mal ile değiştirmek.
BEY'-İ BÂT  Kat'i satış.
BEY' U ŞİRÂ  Alım-satım. Alış-veriş.
BEYA  f. Dolu, dolmuş. * Kapı, girilecek yer.
BEYABAN  f. Çöl. Sahra. * İmar olunmamış arazi. * Kır.
BEYAD  Mahvolma, yok olma, hiç olma.
BEYADIKA  (Beyâzıka) (Beydak ve Beyzak. C.) Küçük yapılı, bodur boylu ve çabuk yürüşlü adamlar, paytaklar. * Satranç oyununda paytaklar, piyadeler.
BEYADİR  Harmanlar.
BEYAH  (C.: Büyâh) Küçük balık.
BEYAN  İzah. Açıklama. Anlatma. Açık söyleme. * Öğretme. * Fesahat ve belâgat. * Edb: Belâgat ilminin hakikat, mecaz, kinâye, teşbih, istiâre gibi bahislerini öğreten kısmı. (Bak: Belâgat) * Söz olsun, iş olsun; vukû' bulan şeyden murad ne olduğunu o şey ile alâkası ve münâsebeti bulunan bir sözle veya bir fiil ile açıklamaktır.
BEYAN-I EFKÂR  Fikirleri beyan etme, fikirleri söyleme.
BEYAN-I HÂL  Halini anlatma, durumunu bildirme.
BEYAN-I İFHAMİYE  Bildirmek ve anlatabilmek için yapılan açıklama.
BEYAN-I TEFSİR  Huk: Mücmel ve mübhem bir sözden maksadın ne olduğunu açıklayan beyan.
BEYAN-I ZARURET  Huk: Zaruri beyandır. Susmak suretiyle ifade edilen mâna, beyan-ı zaruret kabilindendir.
BEYANAT  (Beyan. C.) Nutuklar, izahlar, açıklamalar, beyanlar.
BEYANNAME  f. Durumu yazı ile bildiren açıklama.
BEYARE  f. Kısa boylu ve bodur olarak yerde yetişen nebat, meyve ve sebze. Kavun, karpuz, kabak...gibi.
BEYARİŞ  f. Çare. Tedbir. Deva, derman. İlâç, tiryak.
BEYAT  Geceleyin çalışma, geceyi işle geçirme.
BEY'AT  (Bak: Biat)
BEYAVAR  f. Meşguliyet, meşgul olma, uğraşma, iş.
BEYAZ  Aklık, beyazlık. * Aydınlık. * Yumurta akı. * Müsveddenin temize çekilmesi.(Aynada saçıma baktıkça, beyaz kıllar bana diyorlar: "Dikkat et!" İşte o beyaz kılların ihtariyle vaziyet tavazzuh etti. Baktım ki; çok güvendiğim ve ezvakına meftun olduğum gençlik elveda diyor ve muhabbetiyle pek çok alâkadar olduğum hayat-ı dünyeviye sönmeğe başlıyor ve pekçok alâkadar ve âdeta âşık olduğum dünya, bana "Uğurlar olsun" deyip, misafirhâneden gideceğimi ihtar ediyor. L.)
BEYAZÎ  Aklık, beyazlık. * Uzunluğuna açılan yazma kitap. * Sığır dili.
BEYD  Helâk olmak. * Gayr, diğer.
BEYDA  Tehlikeli mevki. * Sahra, çöl. * Medine ile Mekke arasında bulunan düz bir yer.
BEYDAH  f. Sert başlı, haşarı at.
BEYDAHA  İri ve şişmanca kadın.
BEYDAK  Piyade dedikleri nesne. (Satranç âletlerindendir.)
BEYDANE  (C.: Beydânât) Yabani dişi eşek.
BEYDE  Gr: "Enne" lâfzı gibi, "şu kadar var ki, lâkin" mânâsında istisna edatlarındandır.
BEYDER  f. Ekin harmanı. * Doğru lügat.
BEYDERÎ  Harmancı.
BEYDÛDET  Mahviyet, hiçlik, yok olma.
BEY-GÂH  f. Pazar yeri, pazar.
BEYGAR(E)  f. Tekdir, azarlama, çıkışma. Sövme.
BEYHAKÎ  (Hi: 384-458) Büyük hadis ve fıkıh âlimlerinden olup asıl adı Ebubekir Ahmed bin Hüseyn'dir. İmam-ı Şâfii mezhebinde sözü sened yerine geçen büyük bir hadis âlimidir. Kendisi gibi daha birçok faziletli âlimler yetiştiren Beyhak bölgesinin Hüsrevcurd köyündendir. "Kitab-ün Nusus-uş-Şafiî" ile "Kitab-üs-Sünen Vel'âsar" ve "Essünen-ül-Kebir" ve bir de "Delâil-ün-Nübüvve"gibi eserleri vardır. (K.S.)
BEYHAN  Sır saklamıyan, aklında ve kalbinde olanları söyleyen kimse. Boşboğaz.
BEYHOŞ  f. (Bihûş) Şaşkın. Akılsız. Deli. Serseri.
BEYHÛC  Höyük. (Tarlada ve bostanda dikerler.)
BEYHÛDE  f. Boşuna. Boş yere. Faydasız. 
BEYHUŞT  f. Kökünden çıkarılmış, dibinden koparılmış olan şey.
BEYİN  t. Kafatasının en büyük kısmını kaplayan, kalınca ve dayanıklı üç zarla örtülmüş olan bir sinir merkezidir. Yumuşak ve beyazımsı bir kitle olan beyin, duygu ve bilgi merkezidir. Ak ve boz maddeden yapılmıştır ve iki yarım küre olarak yaratılmıştır. Yarım kürelerden birinde bir arıza sebebiyle bu merkezin vazifesini yapamaması hâlinde diğer yarım küre o vazifeyi yapmağa devam etmek ve ârızayı telâfi etmek özelliğinde yaratılmıştır. Meselâ: Bir yarım küredeki görme merkezi bozulsa insan kör olmaz. Diğer yarım küredeki merkez, bu vazifeyi devam ettirir.
BEYİNCİK  Art kafa çukurunda beyin kökünün üst arka kısmında bulunan merkezi sinir sisteminin bir organıdır. Mühim bir görevi, hareketlerimizin âhenk içinde olmasını sağlamaktır.
BEYİT  (Bak: Beyt)
BEYKARA  Kişinin başını sallayarak sür'atle gitmesi.
BEYKEM  f. Oda, salon, sofa. * Kasr, köşk.
BEYKUR  Sığır.
BEYLEK  f. Ferman, emir. Hüccet, vesika.
BEYLEM  Rende. * Kazma.* Açılmamış pamuk kozası.
BEYLERBEYİ  Tar: Sancak beylerinin başı. Osmanlı eyalet umumi valisi.
BEYN  Arası, arasında, aralık. İki şeyin arası. İkisinin ortası. Firkat. Ayrılık. * Burnu ve ayakları uzun karga.
BEYN-EL AHALİ  Halk arasında, ahali arasında.
BEYN-EL AKRÂN  Akranlar arasında.
BEYN-EL GUZÂT  Gaziler arasında.
BEYN-EL MİLEL  Milletler arası. (International)
BEYN-EL ULEMÂ  Âlimler arasında.
BEYN-NAS  İnsanlar arasında, halk beyninde.
BEYN-ES SEMÂ VE-L ARZ  Yer ile gök arasında. Arz ile sema arasında.
BEYN-EZ ZEVCEYN  Karı-koca arasında.
BEYNAMAZ  (Bak: Bînamaz) 
BEYNE BEYNE  İkisinin ortası. İkisinin arasında. Mücerred. Ne iyi, ne kötü.
BEYNEHÜMA  İkisi arasında.
BEYNELMİLEL  (Beyn-el milel) Milletler arası. Milletler arasında. International.
BEYNİYE  Tecvidde: Harfler okunurken sesin mükemmelen akıp akmama arasında olması, kalın ile yumuşak arası okunması. Bu durumda okunan harfler şunlardır: (Râ, mim, ayn, nun, lâm.)
BEYNÛNET  Fâsıla, iki şey arasındaki mesafe, aralık. * Fark, ihtilaf, muhalefet. Zıddiyet, anlaşmazlık, terslik. * Ayrılmak, firkat.
BEYR  Helâk olmak. * Bâtıl olmak.
BEYREM  (C.: Beyârim) Marangoz rendesi. * Uzun ve sert taş.* Bir yeri kazmakta kullanılan kazma âleti.
BEYSAN  Şam hududunda bir yerin adı.
BEYT  Ev, oda,hane. * Geceyi bir işle geçirmek. * Edb: İki satırlık manzume.
BEYT-ÜL ANKEBÛT  Örümcek yuvası. * Mc: Derme çatma yapılmış ev. * Dayanıksız ve kuvvetsiz şey.(İnkılâb-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın dinde hissesi; beyt-ül ankebût gibi zayıf düşmüş cehalettir, onu korkutur... Takliddir, onu telâşa düşürttürür. Zira itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükümetin cebinden zannettiğinden; kalbini, aklını da hükümetin kesesinden tahayyül eder, korkar. M.N.)
BEYT-İ ATİK  Kâbe-i Muazzama. (Çok eskiden beri Cenab-ı Hak tarafından her türlü tehlikelerden korunduğu ve kurtarıldığı ve hiçbir kimsenin ona mâlik olmayıp aslının hür olduğundan kinaye olarak bu isim verilmiştir.)
BEYT-ÜL ARUS  Gelin odası.
BEYT-ÜL KASİD  Edb: Kasidenin seçilmiş en güzel beyti.
BEYT-ÜL MAKDİS  Mukaddes ev. Beyt-ül Mukaddes de denir. Çok eskiden Peygamberlerin inşâ ettikleri kudsî mâbet. Bir ismi de Mescid-ül Aksâdır. * İnsanın, Cenab-ı Hak'tan başka kimse ile tatmin olmayan kalbine de aynı isim verilir.
BEYT-İ MA'MÛR  İ'mar edilmiş ev. * Kâbe'nin bir ismi.
BEYT-İ MURASSA'  Edb: Mısrâların ikisi de kafiyeli olan beyit.
BEYT-ÜZ ZİFÂF  Gelin odası. * Edb: Aynı vezinde iki mısra'dan ibâret söz.
BEYTAR  Yarılmak.
BEYTAR  Nalbant. * Baytar, veteriner. Hayvan hastalıkları hekimi.
BEYTARA  Yarılmak. * Hayvan hekimliği, baytarlık.
BEYTAŞÎ  (Bak: Bektaşî) 
BEYTULLAH  Kâbe, câmi, mescid gibi ibadet edilen yer.
BEYTÛTET  (Beyt. den) Gece kalma, geceleme. * Ayırmak, teferruk. * Gece baskın yapmak.
BEYT-ÜL GAZEL  Edb: Gazelin en güzel olan beyti.
BEYT-ÜL HARAM  (Beyt-ül Haram) Kâbe-i Muazzama'nın etrafının bir ismi. Kâfirlerin yaklaşmaları men' edildiği, onlara haram olduğu için bu isimle alınır. (Bak: Kâbe) 
BEYTÜLMAL  (Beyt-ül mâl) İlk defa Hz. Muhammed (A.S.M.) tarafından kurulan ve gelir kaynaklarıyla sarfiyat yerleri şer'î olarak tayin edilmiş İslâm devletinin mâliye hazinesi.Gelir kaynakları: 1- Zekât ve sadakalar. 2- Ganimetler. 3- Fey=Zekât ve ganimet dışında kalan ve beyt-ül male ait olan mallar.Beyt-ül malden yapılan harcamalar şu kimseleri ihtiva eder:1- Fakirler ve miskinler. 2- Zekât memurları. 3- Borçlular. 4- Yolda kalmış olanlar ve garipler. 5- Azat etmek üzere köle satın alanlar. 6- Allah yolunda cihad edenler. 7- İslâma ısındırmak ve yakınlaştırmak için gönlü hoş tutulması gerekenler.
BEYÛ  f. Gelin.
BEYÛG  f. Gelin.
BEYÛGANÎ  f. Düğün.
BEYÛN  f. Afyon.
BEYÛN  Dip tarafı geniş olan kuyu, bostan kuyusu.
BEYÛS  f. Arzu, istek, taleb. * Ümit. * Tamah. * Alçak gönüllülük. Mütevazilik.
BEY' U ŞİRA  Alım-satım. Alış-veriş. (Bak: Bey')
BEYUZ  Yumurtlayan tavuk.
BEYYA'  (Bey'. den) Dellal. * Alıp satan kimseler. * Perâkende olarak satış yapan küçük tüccar.
BEYYAB  Saka, sucu.
BEYYAHE  Balık ağı.
BEYYİN(E)  Aşikâr. Açıklanmış. Gün gibi vâzih delil. * Müteaddit noktaları beyan eden ve açıklayan.* Şâhid. İsbat vasıtası. Kavi bürhan.
BEYYİNE-İ ÂDİLE  Huk: Adaletli kimselerin şehadetleri.
BEYYİNE SÛRESİ  Kur'an-ı Kerim'in 98. suresi olup "Kayyime, Münfekkin, Beriyye, Lemyekün" Sûresi gibi isimlerle de söylenir.
BEYYİNAT  (Beyyine. C.) Beyyineler. Bürhanlar.
BEYYİNEN  Vâzıhan, aşikâr olarak, alenen, açık olarak.
BEYZ  (C.: Büyuz) Yumurta. * Kuşun yumurtlaması. * Hayvanların bilhassa atın ayaklarında çıkan yumurta iriliğindeki şişler.
BEYZA  (Müe.) Parlak. Beyaz. Sefid. * Afet, dâhiye, belâ, musibet.
BEYZA  Yumurta. * Demir başlık. * İnsanın hayası. Husye.
BEYZAT-ÜL BELED  Devekuşu yumurtası. * Mc: Aciz, zelil kimse.
BEYZAT-ÜD DÎK  Horoz yumurtası. * Mc: Bulunmaz şey.
BEYZAT-ÜL HARR  Şiddetli sıcaklık.
BEYZAT-ÜL HIDR  Kapalı, örtülü güzel kadın.
BEYZA'  (C.: Biyâz) Kasaba, köy. * Güzel yüzlü kadın. (Müz: Ebyaz)
BEYZADE  Osmanlı Sultanlarının oğulları. * Bey oğlu. Babası reis veya âmir olan. * Soylu, asil, necib.
BEYZAH  İri yapılı, etine dolgun, şişmanca adam.
BEYZAN  Beyazlar, aklar.
BEYZAR(E)  Geveze, çok konuşan.
BEYZARE  Büyük ve uzun sopa.
BEYZAT-ÜL İSLAM  İslâm milleti. * İslâm'ın yayıldığı saha, İslâm ülkesi. * İslâm'ın hakiki merkezi.
BEYZAVÎ  Vefatı (Hi: 685) Büyük âlim ve müfessirlerdendir. Yazdığı Tefsiri "Beyzavî" ismiyle meşhurdur. Tebriz'de medfundur. (K.S.)
BEYZAVÎ  (Beyzî) Yumurta gibi. Yumurtaya benzer şekil.
BEZA  Konuşmada açık saçıklık. * Hayasızlık, utanmazlık.
BEZAAT  Sermaye.
BEZADÎ  Mavimsi bir cins değerli taş. Küçük yakut.
BEZAGA  Ortaklık, şirket.
BEZAGA  f. Kertenkele, keler.
BEZAH  Büyüklenmek. Kibir, gurur.
BEZANE  f. Esici. Esen rüzgâr. 
BEZAZET  Perişanlık, pejmürdelik. Kıyafetin düzgün ve intizamlı olmayışı.
BEZAZET  Bezcilik. Manifaturacılık.
BEZBAZ  f. Hindistan cevizinin kabuğu.
BEZBEZE  şiddetle sarsma, depretme. * Sür'atli yürüme. Kaçma.
BEZBEZE  Galibiyet, zafer, galebe, üstünlük. * Sıkılma, daralma. * Kısmet, nasib, pay. Hisse.
BEZE  Bez.
BEZE  Miskin, zavallı.
BEZE  f. Kabahat, suç, hata. Günah.
BEZEC  (C.: Bezecât) Boyun çekmek. * Laf vurmak. * Kuzu, hamel.
BEZEK  Zinet, süs, debdebe, gösteriş.
BEZEKÂR  f. Suçlu, günahkâr. 
BEZEKÂRÎ  f. Suçluluk, günahkârlık. 
BEZER  Gevezelik, boşboğazlık, çok konuşmaklık.
BEZESTEN  f. Değerli eşyanın satıldığı kapalıçarşı.
BEZEVEN  Sıçramak.
BEZG  Yarmak, şakk. * Neşter vurmak.
BEZHA'  Göğsü dışarı çıkıp arkası içeri giren kadın.
BEZİ'  Uslu, akıllı, zarif çocuk. * Zarif.
BEZİE  Çirkin, kabih. Otsuz yer.
BEZİM  Boncuk dizilen iplik.
BEZİM  Kuvvetli, güçlü kişi. * Hiddet ve kızgınlığını belli etmeyip soğukkanlı olarak hareket eden kişi.
BEZİR  Geveze, fazla konuşan.
BEZİR  Ekilecek tohum, tane. * Keten tohumundan çıkarılan bir yağ. Bu yağ, yağlıboya yapmakta kullanılır.
BEZİRGAN  (Bâzâr-gân) f. Tacir, tüccar, alışveriş eden esnaf. Efendi ve ağa yerine Yahudiler için söylenen ünvandır.
BEZİYY  Hayâsız, utanmaz kimse.
BEZK  Tükürmek.
BEZL  Bol. Bol bol verme. Esirgemeden vermek.
BEZL-İ CAN  Canını esirgemeden vermek.
BEZL-İ CEHD  Gücü yettiği kadar çalışma.
BEZL-İ NÜKUD  Parayı bol verme, para dökme.
BEZLA'  Kavi, sağlam, muhkem. * İyi fikir.
BEZLE  f. Lâtife, hoşa giden kibar ve nâzik söz. Şaka tarzında söylenen söz. * Ahenk ile okunan şiir.
BEZLE-BÂZ  f. Şakacı, lâtifeci.
BEZM  Yayın kirişini çekip, sonra salıverme. * Bir şeyi diş ucuyla ısırma.
BEZM  f. Sohbet meclisi. Muhabbet yeri. Yiyip içme, îş u nûş. Meclis.
BEZM-İ AŞK  Aşk meclisi.
BEZM-İ CİHÂN  Dünya meclisi. Dünya.
BEZM-İ ELEST  Cenab-ı Hak ruhları yarattığında "Ben Rabbiniz değil miyim? meâlinde: $ diye sorduğunda, ruhlar, $ "Evet Rabbimizsin" diye cevap vermeleri ânına "Elest meclisi" veya "Bezm-i elest" tabir edilir.
BEZM-İ GAM  Gam meclisi.
BEZM-İ HÂSS  Hususi meclis.
BEZM-İ SAFÂ  Safâ meclisi, eğlence meclisi.
BEZME  Gündüzleyin yenilen bir öğün yemek.
BEZME  f. Muhabbet ve sohbet meclisinin bir köşesi.
BEZMGÂH  f. Eğlence yeri.
BEZR  Tohum. Keten tohumu. Mercimek, bakla, arpa gibi taneli tohum.
BEZR  f. Ziraat, ekim.
BEZRE  Koltuk kılının az olması. Yüzük halkası.
BEZREKA  (Bak: Bedraka)
BEZR-GER  f. Çiftçi, ekinci. Tohum serpen.
BEZR-KÂR  f. Ekinci, çiftçi. Tohum saçan.
BEZV  Beraberlik. * Denk, eşit, misil.
BEZV  Et çok olmak. * Ağaçlar sık bitmek.
BEZYÛN  Altın işlemesi atlas ki, adına sündüs denilir. * İnce kumaş.
BEZZ  Galip olmak.
BEZZ  Keten veya pamuktan mamul dokuma.
BEZZAZ  Bez satan. Manifaturacı.* Muhaddislerden bir zatın nâmı.
BEZZAZİSTAN  f. Esnaf çarşısı. Bedestan.
BEZZE  Hor ve hakir olmak.
BID'  (Bıd'a) Geceden bir kısım. * Üçten ona ve onikiden yirmiye varana kadar olan sayılar. * Cima, nikah.
BIDAA(T)  Bilgi. * Sermaye.
BIDADA  Derinin nazik ve yumuşak olması.
BIDIŞGAN  Sarmaşık otu.
BIGA'  Zina etmek.
BIGYE  Azgınlık. * Sıçramak. 
BIGZA  şiddetli nefret. Hiç sevmeyiş.
BIHRİT  Mücerred ve hâlis nesne.
BIKA  (Buka. C.) Topraklar, memleketler, ülkeler.
BILGIN  Musibet, belâ, felâket, âfet.
BINGILDAK  Yeni doğmuş olan çocuğun kafasının üst tarafı. Bu kısım yumuşaktır. 
BIRANDA  Alm. Savaş gemilerinde, askerlerin yattığı asılı yatak.
BIRTIL  (C.: Berâtıl) Rüşvet. * Meşru olmayarak, kanunen bir iş gördürmek için vazifeli olan kimseye rüşvet olarak verilen şey ki, para vesair menfaatlardır.
BITA  Ağır davranma, gevşek davranma, gecikme.
BITAKA  (C.: Batâik) Varaka, pusla kâğıdı.
BITANE  Gizlenilen hâl. Gizli şey. Herkesin görüp bilmesi istenilmeyen ve aşikâr olmayan şey. * Mahrem, sırdaş. * Astar. * Bir şehrin ortası, merkezi.
BITN  Zengin. * Bodur. * Obur. * Şaşkın. * Yalnız kendi nefsini düşünen.
BITNA  Malın, paranın ve servetin ziyadeliğinden doğan sürur, sevinç. * Mide dolgunluğu.
BITR  Bir şeyin boş yere zâyi olması. * İnkâr etmek.
BITRİK  (C: Betârika) Reis. * Emir. * Çavuş.
BITTA  Yağ koydukları bardak.
BITTİH  Karpuz. Kavun.
BIZR  Beyhûde, boşu boşuna. 
Bİ-  Başına eklendiği kelimeyi "e" haline getirir. İle, için mânâlarını vererek Farsçadaki "be" edatıyla aynı vazifeyi görür. Harf-i cerdir. Yâni; kendinden sonraki kelimeyi esre ("İ" diye) okutur. Yemin için de kullanılır.
 f. Kelimenin başına getirilerek o kelime menfi yapılır.Misâlleri için, "BİA" kelimesinden sonraki kelimelere bakınız.
 f. İstek bildirmek için emir sigasının başına getirilr. Meselâ:
BİCU  ( Custen : Aramak) mastarının emir köküne "bi" eklenerek yapılmıştır. Ara, bul mânasında emirdir.
BİA  (C: Biyâ) Kilise.
BÎ-AB  f. Susuz, kuru. * Donuk. * Rezil, utanmaz, hayasız.
BÎ-ADD  Sayısız.
BÎ-ADİL  Eşsiz. Eşi olmayan. 
BÎ-AMAN  Amansız.
BÎ-AR  Arsız, hayasız, utanmaz.
BİAS  Deprenmek, ıztırab.
BİAT  Bağlılığını, itimadını bildirmek. Birisinin hakemliğini veya hükümdarlığını kabul etmek. El tutarak bağlılığını alenen izhar etmek. Bağlılığını tazelemek. * Rey vermek.
BİAT-I RIDVAN  Kur'an-ı Kerim'in 48. Sûresi olan Fetih Sûresinde zikri geçen, Hz. Peygamber'e (A.S.M.) bağlılıklarını bildiren sahabelerin biatlarıdır. 1400 veya daha fazla olduğu bildirilir. Bu cemaata Ashab-ı Rıdvan da denir. (R.A.)
BÎ-BAHA  Bahasız, Çok değerli.
BÎ-BEHRE  Nasibsiz. Mahrum.
BÎ-BEKA  Bekasız, devamsız.
BİBERON  Fr. Emzik.
BİBİ  Hala, babanın kızkardeşi.
BÎ-BİDAAT  f. Sermayesiz.
BİBLİYOGRAF  yun. Kitaplar üzerinde geniş bilgisi olan kişi.
BİBLİYOGRAFYA  yun. Kitaplar hakkında bilgi. Belirli mevzular üzerindeki neşriyatın tamamı.
BİBLO  Fr. Salonlarda, masaların ve rafların üzerine süs için konan vazo gibi küçük eşya.
BÎ-BÜNYAD  f. Esassız, temelsiz.
BÎ-CA  f. Yersiz.
BİCAD  Hz. Abdullah'ın lâkabı. * Çizgili olarak yol yol dokunmuş aba, kilim, halı.
BİCAD  f. Yakuttan daha az değerli kırmızı bir taş. * Kırmızı dudak.
BİCADE  Alaca boncuk.
BİCAL  Büyük gövdeli şey. Azîm. Cesîm. 
BÎ-CAN  f. Ruhsuz, cansız. 
BÎ-CİĞER  f. Korkak, ciğersiz, yüreksiz.
BİCİŞK  f. Bilgin, hakîm. * Serçe kuşu.
BİCRİT  Temiz, hâlis şey. 
BİCÛ  (Custen: Aramak) mastarının emir köküne "bi" eklenerek yapılmıştır. Ara, bul meâlinde emirdir.
BÎ-ÇARE  f. Çaresiz. Zavallı. Şaşkın.
BÎ-ÇAREGÂN  f. Zavallılar. Biçareler.
BÎ-ÇAREGÎ  f. Zavallılık, biçarelik.
BÎ-ÇAREVÂR  f. Zavallı gibi, biçare gibi.
BİÇİŞK  f. Doktor, hekim.
BİÇİZ  f. Pek küçük ve değersiz şey.
BİÇREK  f. Kandırılıp aldatılarak kendisiyle daima alay edilen kimse.
BÎ-ÇÛN  f. Emsalsiz, eşsiz, ortaksız, benzersiz. * Sebep sorulmaz. (Allah C.C.) 
BİD  Yok olma.
BİD  f. Söğüt ağacı.
BİD'  Birden dokuza kadar veya üçten ona; yahut da onikiden yirmiye kadar olan sayılar. Birkaç. * Gecenin bir kısmı.
BİD'  İlim, şecaat ve şerafette kâmil ve yegâne. * Yeni.
BİDA'  (Bid'at. C.) Bid'atlar. Sonradan meydana çıkan şeyler. (Bak: Bid'at)
BİDAA  (Bidâat) Sermaye, ana para. * Tahsil olunmuş ilim.
BÎ-DAD  Zâlimlik. Zulüm. İşkence. Adaletsizlik.Ne mümkün zulm ile bî-dâd ile imhâ-yı hakikat.Çalış, kalbi kaldır muktedirsen âdemiyyetten.
BÎ-DADGER  f. Gaddar, zâlim, hain.
BÎ-DADGERÎ  f. Gaddarlık, hainlik, zâlimlik.
BÎ-DADÎ  Adaletsizlik. Zâlimlik.
BİDAH  f. Sert başlı, huysuz at, aygır.
BİDAL  Bir şeyi başka diğer bir şeyle değiştirme, tırampa etme.
BİDANET  Semizlik, besililik, yoğunluk.
BÎDAR  f. Uykusuz, uyumayan. Uyanık.
BÎDAR-BAHT  f. Mutlu.
BÎDAR-DİL  f. Uyanık, aydın.
BİDARE  f. Tutkun, âşık, düşkün.
BÎ-DARÎ  Uyanıklık. Dikkatlilik.
BİD'AT  (Bid'a) Sonradan çıkarılan âdetler. * Fık: Dinin aslında olmadığı hâlde, din namına sonradan çıkmış olan adetler. Meselâ: Giyim ve kıyafetlerde, cemiyet (toplum) hayatındaki ilişkilerde, terbiye ve ahlâk kurallarında, ibadet hayatında yani dinin hükmettiği her sahada, dine uygun olmayan şekiller, tarzlar, kurallar, âdet ve alışkanlıklardır ki, insanı sapıklığa götürür. Din âlimleri tarafından din namına beğenilen ve dinle ilgili yeni icad ve hükümlere bid'a-yı hasene; beğenilmeyip tasvib görmeyenlere de bid'a-yı seyyie denilmektedir. (Bak: Sünnet, Fitne)(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: $ Yâni $ sırrı ile: Kavaid-i Şeriat-ı Garra ve desatir-i Sünnet-i Seniyye, tamam ve kemalini bulduktan sonra yeni icadlarla o düsturları beğenmemek veyahut hâşâ ve kellâ, nâkıs görmek hissini veren bid'aları icad etmek, dalâlettir, ateştir.Sünnet-i Seniyyenin merâtibi var. Bir kısmı vâcibdir, terkedilmez. O kısım, Şeriat-ı Garrâ'da tafsilâtiyle beyan edilmiş, onlar muhkemattır. Hiçbir cihette tebeddül etmez. Bir kısmı da nevâfil nev'indendir. Nevâfil kısmı da, iki kısımdır. Bir kısmı, ibadete tâbi Sünnet-i Seniyye kısımlarıdır. Onlar dahi Şeriat kitablarında beyan edilmiş. Onların tağyiri bid'attır. Diğer kısmı, "Âdâb" tabir ediliyor ki, Siyer-i Seniyye kitablarında zikredilmiş. Onlara muhalefete, bid'a denilmez. Fakat, âdâb-ı Nebeviyeye bir nevi muhalefettir ve onların nurundan ve o hakiki edebden istifade etmemektir. Bu kısım ise (örf ve âdat) muamelât-ı fıtriyede Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tevâtürle mâlum olan harekâtına ittiba etmektir. Meselâ: Söylemek âdâbını gösteren ve yemek ve içmek ve yatmak gibi hâlâtın âdâbının düsturlarını beyan eden ve muaşerete taalluk eden çok Sünnet-i Seniyyeler var. Bu nevi Sünnetlere "âdâb" tabir edilir. Fakat o âdâba ittiba eden, âdâtını ibadete çevirir. O âdâbdan mühim bir feyz alır. En küçük bir âdâbın mürâatı, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmı tahattur ettiriyor; kalbe bir nur veriyor. Sünnet-i Seniyyenin içinde en mühimmi, İslâmiyet alâmetleri olan ve şeâire de taalluk eden sünnetlerdir. Şeâir, adeta hukuk-u umumiye nev'inden cemiyete ait bir ubudiyettir. Birisinin yapmasiyle o cemiyet umûmen istifade ettiği gibi, onun terkiyle de umum cemaat mes'ul olur. Bu nevi şeâire riya giremez ve ilân edilir. Nâfile nev'inden de olsa, şahsi farzlardan daha ehemmiyetlidir. L.)(Sünnet-i Seniyyenin herbir nev'ine tamamen bilfiil ittiba etmek, ehass-ı havassa dahi ancak müyesser olur. Ona bilfiil olmasa da, binniyyet, bilkasd tarafdarane ve iltizamkârane talib olmak, herkesin elinden gelir. Farz ve vâcib kısımlara zaten ittibaa mecburiyet var. Ve ubûdiyyetteki müstehab olan Sünnet-i Seniyyenin terkinde günah olmasa dahi, büyük sevabın zâyiatı var. Tağyirinde ise, büyük hata vardır. Adat ve muamelâttaki Sünnet-i seniyye ise, ittiba ettikçe, o âdât, ibadet olur. Etmese itab yok. Fakat, HABİBULLAH'ın âdâb-ı hayatiyesinin nurundan istifadesi azalır. Ahkâm-ı ubudiyette yeni icadlar, bid'attır. Bid'atlar ise, $ sırrına münafi olduğu için merduddur. Fakat, tarikatta evrad ve ezkâr ve meşrebler nev'inden olsa ve asılları Kitab ve Sünnet'ten ahzedilmek şartiyle ayrı ayrı tarzda, ayrı ayrı surette olmakla beraber, mukarrer olan usul ve esâsat-ı Sünnet-i Seniyeye muhalefet ve tağyir etmemek şartiyle, bid'a değillerdir. Lâkin bir kısım ehl-i ilim, bunlardan bir kısmını bid'aya dahil edip, fakat "bid'a-i hasene" namını vermiş. İmam-ı Rabbâni Müceddid-i Elf-i Sâni (R.A.) diyor ki: "Ben seyr-i sülûk-u ruhanide görüyordum ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmdan mervi olan kelimat, nurludur. Sünnet-i Seniyye şuaı ile parlıyor. Ondan mervi olmayan parlak ve kuvvetli virdleri ve hâlleri gördüğüm vakit, üstünde o nur yoktu. Bu kısmın en parlağı, evvelkinin en azına mukabil gelmiyordu. Bundan anladım ki: Sünnet-i Seniyyenin şuaı, bir iksirdir. Hem o Sünnet, nur isteyenlere kâfidir, hariçte nur aramağa ihtiyaç yoktur." L.)
BİD'AT-ÜZ ZAMAN  Zamanın bid'ası. Yeni çıkan harikulâde şey. Zamanın acib ve garibi.
BİDÂYET  Başlangıç. İlk önce. Evvel ve ibtida. İlk olarak.
BİDÂYETEN  İlk olarak.
BİDAYET MAHKEMESİ  Bu tâbir eskiden Asliye Mahkemeleri için kullanılırdı.
BİDDE  Derman, tâkat, güç, kuvvet.
BÎDEVLET  f. Mutsuz, zavallı.
BİDH  Geniş ova.
BÎ-DİL  f. Ürkek, korkak. * Âşık. * Kalbsiz, gönülsüz. * Nüktesiz.
BÎ-DİMAĞ  f. Kafasız, akılsız.
BÎ-DİN  f. Dinsiz. * Merhametsiz, acımasız.
BÎ-DİRENG  f. Durmıyan, oyalanmayan, eğlenmeyen, çabuk.
BÎ-DİRİĞ  f. Esirgemeyen, elinden geleni yapan. * Esirgenmeyen.
BİDİSTAN  f. Söğütlük.
BİD'İYYAT  (Bid'a. C.) Bid'alar. (Bak: Bid'a)
BİDRE  Ağaç kurdu.
BİDRÛD  f. Sağlık, salimlik, selâmet.
BÎ-DUHT  f. Kızı olmıyan. * Zühre Yıldızı.
BİE  Yurt, konak.
BÎ-EDEB  Edebsiz. Terbiyesiz. 
BÎ-EMANÎ  Emin olmamak. Emniyetsizlik.
BÎ-ENBAZ  şeriki ve benzeri ve eşi olmayan, eşsiz. Allah (C.C.)
Bİ-ESRİHİ  Hep birlikte, hep bir arada.
BİET  Bir menzile konma. * Hal, durum, nitelik, keyfiyet.
BÎ-FASAL  (Kürtçe) Fırsat vermeyen, kocaman mahlûk.
BÎ-FETRET  (Bilâ-fetret) Dâimâ, kesiksiz olarak.
BÎ-GAH  f. Vakitsiz, zamansız.
BİGAL  f. Kargı, mızrak.
BİGAL  (Bagl. C.) Katırlar, esterler.
BÎ-GÂNE  Kayıtsız. Alâkasız. * Aldırışsız. Yabancı. Dünya ile alâkayı kesmiş olan.
BÎ-GÂNEGÎ  f. Yabancılık.
BÎ-GAREZ  f. Garezsiz. * Taraf tutmıyan, tarafsız.
BÎ-GAYAT  (Bi-gaye. C.) f. Sonu olmayanlar, sonsuzlar.
BÎ-GAYE(T)  Gayetsiz, sonsuz. * Gayesiz.
BÎ-GERAN  f. Sınırsız.
BÎ-GIŞŞ  f. Hilesiz, safi, karışıksız. * Samimi.
BÎ-GÜMAN  f. şeksiz, şüphesiz.
BİH  O, onu, ona, ondan, onunla mânâlarına gelir.
BİH  f. Menba, kaynak. * Temel, asıl, kök.
BİH  f. Yeğ, iyi. * Ayva.
BÎ-HABER  f. Habersiz, bilgisiz.
BİHAH(E)  Ses kısıklığı.
BİHAK  Erkek kurt.
BİHAK  Gözsüz etmek, kör etmek.
Bİ-HAKKINÌ  Tamamıyla, hakkıyla.
BİHAM  Dolu, memlû.
BİHAN  (Bih. C.) f. İyiler, iyi adamlar.
BÎ-HANÜMAN  f. Çoluk çocuksuz, yersiz yurtsuz.
BİHAR  (Bahr. C.) Denizler. Deryalar. * Mc: İlmi çok olan âlimler.
BÎ-HAR  f. Dikensiz.
BÎ-HAREKET  f. Kımıldamıyan, hareketsiz.
BİHASEB-İL ÂDE  Âdet kabilinden, âdet kabul ederek.
BÎ-HASIL  f. Ebedî, sonsuz, nihayetsiz, bâki. * Verimsiz, faydasız.
BÎHASTE  f. Şaşkın. Yorgun. Aciz.
BİHBUD  f. Sağlam, sıhhi vücud, iyi, sağ.
BÎ-HEMAL  f. Benzersiz, eşsiz.
BÎ-HEMTA  f. Eşsiz. Dengi olmayan. Benzersiz.
BÎ-HENGAM  f. Vakitsiz, zamansız.
BÎ-HESAB  f. Sayısız, hesapsız.
BİH-GÜZİN  f. Sarraf. * Bir şeyin en güzelini seçen.
BİHİ  f. Ayva.
BÎ-HİCAB  Hicabsız, perdesiz, âşikâr olarak.
BİHİM  O, onları, onlara, onlardan, onlarla mânâlarına gelir ve zamirdir.
BİHİMA  O ikisi, o ikisine, o ikisinden, o ikisiyle mânâlarına gelir ve zamirdir.
BİHİN(E)  f. En iyi, pek iyi, seçkin. * Hallaç.
BİH-KEN  f. Kökünden çıkaran, kök söken.
BİHNANE  f. Beyaz ve has ekmek.
BÎ-HOD  f. Çılgın, kendinden geçmiş olan, ne yaptığının farkında olmayan. * Bayılmış.
BİHR  Ağız kokusu.
BİHRAM  f. Savm, oruç.
BİHRED  Akıllı kimse.
BİHTE  f. Kalburdan geçirilmiş, elenmiş.
BİHTER(EK)  f. En iyi, daha iyi.
BİHTEREK  f. Farslılarca, 120 senede bir def'a 13 ay kabul edilen yılın ismi.
BİHTERÎ  f. Üstünlük, en iyi ve üstün olma.
BİHTERÎN  f. Pek iyi, en iyi.
BÎ-HUDE  f. Boşuna, beyhude, boşu boşuna.
BÎ-HUŞ  Akılsız. Sersem, bunak.
BÎ-HUZUR  f. Rahatsız, huzursuz, tedirgin.
BÎ-İDAD  Sayısız. * Eşsiz, benzersiz. * Denksiz.
BÎ-İHTİYAR  İhtiyarsız. Elinde olmadan.
BÎ-İNSAF  f. Acımasız, insafsız.
BÎ-İNTİHA  f. Sonsuz, nihâyetsiz.
BÎ-İRTİYAB  f. Şüphesiz. 
BÎ-İŞTİBAH  Şüphesiz. Şeksiz. 
Bİ-İZNİLLAH  Allah'ın izni ile.
BİJE  f. Safi, halis, katıksız, sade, sırf. * Hususiyle.
BİJENG  f. Kapı anahtarı, miftah.
BİKA  Mercimek.
BİKA'  (Buk'a. C.) Ülkeler, memleketler. Topraklar, yerler.
BÎ-KÂR  f. Kârsız, işsiz kimse. Bekâr kişi. (Bekârlık, bikârların kârıdır. İşârât)
BÎ-KARAR  Kararsız.
BÎ-KAYD  Kayıtsız, şartsız. *Alâkasız, aldırmaz.
BÎ-KERAN  (Bî-girân) f. Sınırsız, sonsuz. * Kenarsız. * Hesabsız.
BÎ-KES  Kimsesiz.
BÎ-KIYAS  f. Kıyassız, ölçüsüz.
BİKLE  Fıtrat, yaradılış, tabiat. * Kılık, kıyafet. Şekil, biçim.
BİKR  (Bikir) Bozulmamış. Temiz. * Bekâr. El sürülmemiş. * Her şeyin evveli. * Eşi benzeri görülmemiş, misli sebkat etmemiş her amel ve vaziyet.
BİKR-İ FİKİR  f. İlk olarak söylenen fikir.
BİKR-İ MAZMUN  İlk def'a söylenmiş mazmun. (Bak: Mazmun)
BÎ-KUSUR  f. Eksiksiz, kusursuz, tam, mükemmel.
Bİ-KÜNEM  Yapayım.
Bİ-KÜN TEVBE  Tevbe et. 
BİLÂ  Olmayarak, sahib olmıyan "...sız,...siz" mânâları yerine kullanılan edattır. Kelimenin başına getirilerek menfi mânâ hasıl olur.
BİLÂ-ADDİN  f. Sayısız. Adetsiz.
BİLÂ-BEDEL  Bedelsiz. Ücretsiz, meccanen.
BİLABİL  Elem, keder, tasa, dert, gam. * Telâş.
BİLÂD  (Belde. C.) Beldeler. Diyarlar. Memleketler. Şehirler.
BİLÂD-I ÂMİRE  İmar edilmiş, yapılmış beldeler. * Devlet idaresindeki yerler.
BİLÂD-I CESİME  Büyük ülkeler.
BİLÂD-I SELÂSE  Eskiden İstanbul, Edirne ve Bursa'nın üçüne birden verilen isim.
BİLADE  f. Müzevvir, fâsid, fesatçı, ispiyon eden.
BİLÂ-FAİZ  Fâizsiz.
BİLÂ-FASILA  Fâsılasız, aralıksız, durmadan.
Bİ-L-AHİRE  Sonra, sonradan, sonunda.
BİLÂ-İSTİSNA  İstisnâsız, ayırt etmeksizin.
BİLÂ-KAYD U ŞART  Kayıtsız şartsız.
BİLAKİS  Aksine. Tersine. Zıddına.
BİLAL  Siyah ve beyaz, yâni kara ile ak olmak. (Bak: Belal)
BİLAL-İ HABEŞÎ  Resûl-i Ekrem'in (A.S.M.) müezzini idi. Sesi çok güzeldi. Ezan okurken çokları ağlardı. Kölelikten Hz. Ebu Bekir-i Sıddîk (R.A.) satın alıp azâd etmişti. Her gazada hazır bulunmuştu. (Hi: 20) de dâr-ı bekaya göçtü. (R.A.)
BİLANÇO  ing. Ticarî bir müessesenin muayyen bir devre sonunda alacak verecek durumunu göstermek üzere meydana getirdiği cetvel. * Mc: Herhangi bir işte belirli bir müddet sonundaki iyi ve kötü neticelerin karşılıklı durumu.
BİL'ASALE  Bizzat. Kendisi. Eli ile. Başkasını vâsıta etmeden. Asâleti ile.
BİLÂ-SEBEB  Sebepsiz.
BİLÂ-TEEMMÜL  Düşünmeden. Düşünmeksizin. Dikkatli olmadan.
BİLÂ-TEVAKKUF  Durmadan, tereddüt etmeden.
BİLÂ-UDUL  Dönmeden, sapmadan. Udul etmeden.
BİLÂ-ÜCRET  Parasız, ücretsiz.
BİLÂ-VASITA  Vasıtasız. Araya biri girmeden, doğrudan doğruya.
BİL'AYAN  Açık olarak. Meydanda olarak.
BİLAZ  Kaçkın kimse. * Yemeği doyana kadar yiyen. * Kısa boylu adam.
BİLBEDAHE  Açıktan. Aşikâr olarak. Meydanda olarak. Besbelli.(...Hem şu âlemin Sâni-i Zülcelal'i bütün güzel masnuatiyle kendini zişuur olanlara tanıttırması ve kıymetli nimetler ile kendini onlara sevdirmesi bizzarure onun mukabilinde, zişuur olanlara marziyatı ve arzu-yu İlâhiyelerini bir elçi vasıtasiyle bildirmesini istemesine mukabil; en âlâ ve ekmel bir surette, Kur'an vasıtasıyla o marziyat ve arzuları beyan eden ve getiren yine bilbedahe O Zât'tır. M.)
BİLCÜMLE  Bütün, hepsi. Umumiyetle.
BİLDEM  Göğüs önü. * Boğaz. * Akılsız kimse.
BİLEK  f. Çatal temrenli bir nevi ok.
BİLFARZ  Olduğunu kabul ederek. Farzolarak.
BİLFİİL  Sırf kendisi. Kendi çalışması ile. Başkası karışmadan.
BİL-GUDUVV-İ VE-L-ÂSÂL  Sabah ve akşam.
BİLHADS  Hads ile. Son derece bir sür'at-i intikal ile. (Bak: Hads)
BİLHADSİSSÂDIK  Doğru bir hads ile. (Bak: Hads)
BİL-HASSA  Hususi olarak, mahsus, özellikle.
BİL-HAYR  Uğurlu olarak, hayırla.
BİL-ITLAK  Mutlak olarak. Hiçbir şeye bağlı olmaksızın. (Bak: Itlak)
BİL-İCMA  İcma ile. (Bak: İcma')
BİL-İLTİZAM  Bile bile. Bir şeyi doğru ve lüzumlu görüp taraftar olmakla. 
BİL-İMTİSAL  Uyarak, imtisal ederek.
BİLİNÇ  t. Psk: İnsanın kendi varlığından ve kendine tesir eden çevresinde meydana gelen hadise ve değişikliklerin, bilgisine sahip olması hali. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum ve düşündüğümü biliyorum, yine düşündüğümü bildiğimi de biliyorum ve hakeza. Şuurlu olma ruhun bir vasfıdır. Maddede şuur yoktur. Ve şuurun maddi izahı şuursuzca bir izah olup batıldır. (Bak: Şuur)
BİLİNÇALTI  t. Psk: Şuur altı. Geçmişte yaşadığımız ve etkisi altında kaldığımız hâdiselerden şimdi hatırlayamadıklarımız, şu anda da varlığımızda meydana gelen hadiselerden bilgisine sahip olmadıklarımızın hepsi. İnsan şuurlu hareket ettiği gibi şuuraltı etkilerle de hareket eder. İnsan şuuraltının etkisiyle hareket ettiği zaman bu hareketini şuuruyla izah ederken bahane sebepler bulur. Ama bu sebepler hareketin mahiyetini izahtan uzak kalır.
BİLİNEMEZCİLİK  (Bak: Lâedriye)
BİLİRKİŞİ  (Bak: Ehl-i vukuf)
Bİ-LİSAN-İL-ARZ  Arzın diliyle. Yeryüzünün lisân-ı hâliyle.
BİLİSTİHKAK  Lâyıkıyla, liyakatı olarak. Hakkıyla. Haklı olarak.
BİL-İSTİKLAL  Başlıbaşına, istiklâl üzere.
BİL-İŞTİRAK  Birleşerek, ortaklaşa.
BİLİTTİFAK  İttifak ile. Beraberce, birlikte, elbirliğiyle.
BİLKASD  Kasd ile, düşünerek. Bilerek.
BİLKUVVE  Fiil mertebesine varmadan. Tasavvurda, tasavvurî olarak. Düşünce halinde. Kabiliyet ve istidat ile.
BİLKÜLLİYE  Tamamı ile. Büsbütün. Bütün ile. Tamamen.
BİLL  Mübah olan şey.
BİLLAHİ  Allah'a, Allah'tan. * (Yemin) maksadı ile söylenir.
BİLLE  Yaşlık, ıslaklık. Çiy dedikleri rutubet ki sabah vakitlerinde olur.
BİLLİT  Akıllı, hâzık ve mâhir kimse.
BİLLİZ  Kısa boylu adam. * Şişman kadın.
BİLLUR  Şeffaf, parlak taş, elmas gibi kıymetli. Cam gibi parlayan.
BİLMUKABELE  Karşılıklı. Karşılık olarak. Mukabil olarak.
BİL-MÜNAVEBE  Değişerek, nöbetleşe.
BİLMÜŞAHEDE  Görmek suretiyle, görerek.(Hem Sâni-i Âlem'in nihayet cemalde olan kemal-i san'atı üzerine enzar-ı dikkati celb etmek, teşhir etmek istemesine mukabil, en yüksek bir sada ile dellallık eden; yine bilmüşâhede O Zat'tır... M.)
BİLSAM  f. Zâtülcenb, akciğer zarı iltihabı.
BİL-UMUM  Bütün, tamamı, hep.
BİLV  Belâ. * Zahmet. * Tecrübe, imtihan.
BİLVASITA  Vâsıta ile. Birisinin vâsıta olması, aracılığı ile. * Edb: Terci' ve terkib-i bentleri teşkil eden parçaları birbirine bağlayan beyit.(Bak: Musarra')
BİLYAKÎN  Bir şeyi şeksiz ve şüphesiz olarak itikad-ı kavi ve sahih ile bilmek, derk etmek. (Bak: Yakin)
BİLYE  (C.: Belâya) Belâ, * Zahmet. * Tecrübe, imtihan.
BİM  f. Korku, havf. * Tehlike.
BİM-İ CÂN  Can korkusu, ölüm korkusu.
BİM Ü ÜMİD  Korku ve ümid.
BİMANEND  Eşsiz, nazirsiz.
BİMAR  (C.: Bimârân) f. Mariz, hasta, alil.
BİMARE  f. Hasta, alil. * Muharebeler veya akınlar esnasında ele geçirilen kadın esirlerin ayrıldıkları sınıflardan birinin adı.
BİMARHANE  Tımarhane. Akıl hastahanesi.
BİMARİSTAN  f. Tımarhane. * Hastahane.
BÎ-MEAL  f. Hükümsüz, mânasız, saçmasapan söz.
BÎ-MECAL  f. Mecalsiz, halsiz, dermansız, zayıf.
BÎ-MEKÂN  f. Mekânsız, yersiz, yurtsuz. * Serseri.
BÎ-MER  f. Sayısız, hesapsız.
BÎ-MİHR  f. Sevgisiz, şefkatsiz.
BİM-NAK  f. Korkmuş.
BÎ-MÜDAM  Devamsız.
BÎ-MÜDANÎ  Eşsiz. Denksiz.
BÎN  f. Kelime sonuna ilâve ile "gören, görücü" mânalarına gelir. Meselâ:
DÜRBÎN  Uzaktan gören, dürbün.
BİNA  f. Gören, görücü. * Göz.
BİNA'  (C.: Ebniye) Yapı, ev. Yapma, kurma. * Gr: Müteaddi, lâzım, meçhul, mütavaat gibi fiillerin esasını mevzu yapan kitab.
BİNABERİN  f. Bunun üzerine, bu sebebe binâen, bundan dolayı.
BİNA-DİL  f. Basiretli. Kalbi hakikatı kavrayan.
BİNA EMİNİ  İnşaatı kontrol eden.
BİNÂEN  ...den dolayı, bu sebepten. Mebni ve müstenid olarak. Dayanarak.
BİNÂENALÂHAZA  Bundan dolayı. Buna binaen.
BİNÂENALEYH  Bunun üzerine, ondan dolayı.
BİNAGUŞ  f. Kulak tozu. * Kulak memesi.
BÎ-NAM  f. İsimsiz, nâmsız.
BÎ-NAMAZ  f. Namaz kılmayan, namazı terkeden, namazsız. Beynamaz. (Bak: Târik-üs salât) Namaz, İslâmın temel şartlarından biridir. Peygamberimiz (A.S.M.), namaz dinin direğidir demiştir. Namazını terkeden dininin direğini yıkmış olur. Beş vakit namaz için bir saat yetmektedir. İnsan bir günün 24 saatinden bir saatini Allah'ın huzuruna çıkmak demek olan namaza ayırmazsa büyük ziyana uğramış olur. Namaz kılan insan kötülükten korunur. Yaptığı işler de güzel bir niyetle ibadet hükmüne geçebilir.
BÎ-NASİB  f. Nasibsiz, tâlihsiz.
BİNAVEND  f. Mâni, engel.
BİNA-YI MECHUL  Fiilde fâilin, öznenin meçhul olması hâli. Meselâ: "Yazmak" fiilinin binâ-yı meçhulü olan "yazıldı" kelimesinde olduğu gibi. Fiilde fâilin belli olması hâlinde de "binâ-yı malûm" denir. "Nuri yazdı" gibi.
BÎ-NAZ  f. Naz etmeden Nazsız.
BÎ-NAZİR  f. Benzeri olmayan. Nasirsiz.
BİNBAŞI  Ask: Bin kişiye yakın olan bir tabur askere kumanda eden subay; yarbayın bir alt, yüzbaşının bir üst derecesidir.
BİNC  Her nesnenin aslı ve kökü.
BİNCİŞK  f. Şerçe kuşu.
BİNEFSİHİ  Bizzat, kendisi, kendisi ile.
BİNEK  f. Gözbebeği, hadeka.
BÎ-NEMEK  f. Lezzetsiz, tatsız, tuzsuz.
BİNENDE  f. Görücü, gören. * Tedbirli, ilerisini düşünen, akıllı.
BÎ-NENG  f. Rezil, namussuz.
BÎ-NEVA  f. Zavallı, nasibsiz, muhtaç, çaresiz.
BİNEVEND  f. Mâni, engel.
BİNÎ  f. Burun. (İnsan ve deniz için kullanılır.) * Dağ tepesi. * Zirve, uç nokta. * Yayın ele alınan kısmının ucu. * Görürlük, görmeklik.
BÎ-NİHAYE  f. Sonsuz, nihayetsiz, ebedi, bâki, tükenmez.
BİNİŞ  f. Basiret, görüş, görme kabiliyeti. * Mülâkat.
BÎ-NİYAZÎ  f. Zenginlik.
Bİ-N-NEFS  Kendi kendisi.
BİNNETİCE  Neticede, netice olarak.
BİNNİHAYE  Sonuna kadar. Sonsuz.
Bİ-N-NİSBE  Nisbetle, bir dereceye kadar.
BİNNİYET  Kastederek. Niyetle.
BİNSAR  (Binsır) Serçe parmakla orta parmak arasındaki parmak. Yüzük parmağı.
BİNT  Kız. Kızı. "Fâtıma bint-i Resûl-i Ekrem (A.S.M.): Resûl-i Ekrem'in (A.S.M.) kızı Fâtıma (R.A.)"
BİNT-ÜL-FİKİR  Düşünce mahsulü.
BİNT-ÜL KEREM  şarap, hamr.
BİNT-İ LEBUN  Üç yaşına girmiş dişi deve.
BİNT-İ MEHAD  İki yaşına girmiş olan dişi deve.
BİNT-ÜL MENİYYE  Ölüm, vefat, mevt.
BÎ-NUKAT  f. Ebced hesabında noktasız harfler. (Bak: Mühmel)
BÎ-PAYAN  f. Sonsuz. Payansız.
BÎ-PERVA  f. Korkusuz. Pervasız.
Bİ'R  Kuyu.
Bİ'R-İ MUATTAL  Suyu kesilmiş kuyu. Susuz kuyu.
Bİ'R-İ ZEMZEM  f. Zemzem kuyusu.
BİRA  (Felemenkçe) İçinde alkol bulunan ve bu sebeple haram olan bir cins içki.
BİRABBİ  Rabbimle, Rabbime.
BİRAD  f. İhtiyar, pir. Dermansız, güçsüz kimse.
BİRADER  (Berâder) f. Kardeş.
BİRADER-İ MANEVÎ  Din veya âhiret kardeşi.
BİRADER-İ RIDAÎ  Süt kardeşi.
BİRADERANE  f. Dostça, kardeşçe.
BİRADERÎ  f. Kardeşle ilgili. Kardeşlik.
BİRADERZADE  f. Kardeş oğlu. (Yeğen: Kızkardeşin oğludur.)
BÎ-RÂHE  f. Çıkmaz sokak. Sapa yer, yolu bulunmayan yer.
BİRAK  Cennet merkeplerinden bir bineğin adı.
BİRAN(E)  f. Viran, harab, yıkık, dökük, eski.
BİRASTE  f. Budanmış ağaç. Fazla dalları kesilmiş ağaç.
BÎ-RAYB  (Bî-reyb) şüphesiz. şeksiz.
BİRAZ  Karşı karşıya kavga etme. Savaşa atılma.
BİRBAS  Derin kuyu.
BİRCİS  Sütlü Deve. Müşteri yıldızı.
BÎ-RENG  f.Renksiz . Taslak halinde resim.
BİRE'SİHİ  Kendi başına, bizzat.
BÎ-REYB  f. şüphesiz, şeksiz.
BİR GÛNA  Hiçbir suretle. Bir suretle. Bir türlü.
BİRİG  f. Üzüm salkımı.
BİRİNC  f. Bir hububat cinsi olan pirinç. * Pilav. * Pirinç madeni.
BİR'İS  Sütlü deve.
BİRİŞTE  f. Kızartılmış.
BİRKAŞ  (C.: Berâkış) Serçeye benzer bir küçük kuşun adı.
BİRKÎL  Tüfek. * Zemberek adı verilen bir savaş aleti.
BİRLEME  (Bak: Tevhid)
BİRNAS  Derin kuyu.
BİRNİS  f. At kestanesi.
BİRR  Temizlik. * Günahtan çekinmek. * Takvâ. * İn'âm ve ihsan etme. * Amel-i sâlih, iyi amel. * Koyunu sevketmek. * Gönül, kalb. * Tilki yavrusu. * Fâre.
BİRS  Pamuk.
BİRSA'  Uzun boylu, semiz. 
BİRSAM  (Hallüsinasyon) Akıl hastalarının, gerçekten var olmayan bir şeyi varmış gibi yanlış idrak etmeleri halidir. Meselâ karınlarında veya başlarının içinde yılan bulunduğunu söylemeleri yahut bir canavarın ağzını açıp kendilerine baktığını söylemeleri birsam hâlini gösterir.
BİRŞAM  Hiddetli nazar, kızgın bakış.
BİRUN  f. Dışarı, hârici, dış. * Fazla.
BİRUNANE  Haddini aşarak. Haddini tecavüz ederek.
BÎ-RUYÎ  f. Yüzsüzlük, edebsizlik, hayâsızlık.
BİRUZ  f. Değersiz, zümrüte benzer yeşil renkte bir taş.
BİRYAN  f. Kebabın bir nev'i. Piran. Pürân.
BİRZEVN  (C.: Berâzin) Semer vurdukları at. (Farisîde "esb-i palanî" derler)
BİRZİN  Ağaç maşrapa.
BÎ-SÂMAN  f. Sermayesiz, parasız.
BİSAT  (C.: Büsüt) Döşek. * Döşeme, kilim, minder.
BİSAT-I ARZ  Yeşillik, çimen.
Bİ'SE  Ne fena, ne kötü, ne çirkin mânâlarına gelir. Ve birleşik kelimeler yapılır.
BÎ-SEBEB  f. Sebepsiz, boşuna, yok yere.
BİSELAMET-İL-EMR  İşin kolaylıkla ve zahmetsiz yapılması.
BİSER(E)  f. Atmaca cinsinden, zaganos denilen bir nevi avcı kuşu.
BÎ-SER  f. Başsız.
BÎ-SER Ü PÂ  Sefil ve perişan. 
Bİ'SET  Gönderilme. İnsanları hak ve doğru yola sevk için gönderilen Cenab-ı Peygamberimiz Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) nübüvvetinin başlangıç zamanı, nübüvvetinin bidayeti.(Nasârâ ulemâ-yı benâmından İbn-ül Alâ, bi'setten ve Peygamber'i görmeden evvel haber vermiş. Sonra gelmiş. Hz. Peygamber'i (A.S.M.) görmüş, demiş: $ Yani: "Ben senin sıfatını İncil'de gördüm. İman ettim. İbn-i Meryem, İncil'de senin geleceğini müjde etmiş." M.)
Bİ'SET-İ NEBEVİYE  Allah tarafından Peygamberin gönderilmesi.
BİSİNOZ  yun. Pamuk işçilerinde görünen, pamuk tozlarının sebebiyet verdiği bir akciğer hastalığı.
BİSMARK  (Bak: Prens Bismark)
BİSMİHİ  Onun adı ile, onun namına. * Allah'ın adıyla.
BİSMİL  f. Boğazlanmış, kesilmiş.
BİSMİL-GÂH  f. Hayvan kesilen yer, salhâne.
BİSMİLLAH  Allah namına, Allah için, Allah'ın adı ve izni ile.(Esbab-ı zâhiriye eliyle gelen nimetleri, o esbab hesabına almamak gerektir. Eğer o sebep ihtiyar sahibi değilse -meselâ hayvan ve ağaç gibi- doğrudan doğruya Cenab-ı Hak hesabına verir. Mâdem o, lisan-ı hâl ile Bismillâh der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak Bismillâh de, al. Eğer o sebep ihtiyar sâhibi ise; o Bismillâh demeli, sonra ondan al, yoksa alma. Çünkü $ âyetinin mânâ-yı sarihinden başka bir mânâ-yı işârisi şudur ki: "Mün'im-i Hakiki'yi hatıra getirmiyen ve onun nâmıyla verilmiyen nimeti yemeyiniz" demektir. O hâlde hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli. Eğer o bismillâh demiyor, fakat sen de almağa muhtaç isen sen bismillâh de, onun başı üstünde rahmet-i ilâhiyenin elini gör, şükür ile öp, ondan al. Yâni: Nimetten in'âma bak, in'âmdan Mün'im-i Hakiki'yi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o zâhirî vasıtaya istersen dua et. Çünki o nimet onun eliyle size gönderildi. L.)(Kur'an-ı Kerim nimetleri, âyetleri, delilleri tâdad ederken $ âyet-i celilesi tekrar ile zikredilmekte olduğundan şöyle bir delâlet vardır ki: Cin ve insin en çok isyanlarını, en şedit tuğyanlarını, en azîm küfranlarını tevlid eden şöyle bir vaziyetleridir ki, nimet içinde in'âmı görmüyorlar. İn'âmı görmediklerinden Mün'im-i Hakiki'den gaflet ederler. Mün'imden gafletleri saikasıyla, o ni'metleri, esbaba veya tesadüfe isnad ederek, Allah'tan o nimetlerin geldiğini tekzib ediyorlar. Binaenaleyh, herbir nimetin bidâyetinde, mü'min olan kimse Besmele'yi okusun. Ve o nimetin Allah'tan olduğunu kasdetmekle, kendisi ancak Allah'ın ismiyle, Allah'ın hesabına aldığını bilerek, Allah'a minnet ve şükranla mukabelede bulunsun. M.N.)
BİSMİL-ŞÜDE  f. Boğazlanmış, kesilmiş.
BİSR  Vücudu sivilceli olan kişi.
BİSRE  Sivilce, siğil.
BİSSÜYÛF  Kılıçlarla ve kuvvet ile.
BİST  (C.: Ebsât-Büsât) Yavrusu yanında olan dişi deve. * Salıverilmiş, bırakılmış olan şey.
BİST  f. Yirmi. (20)
BİSTAH  f. Küstah, hayâsız, edepsiz, arsız, utanmaz adam.
BİSTAM  f. Kıymetli bir cins taş olan mercan.
BİSTAR  f. Çarpık, eğri. Gevşek.
BİSTER  f. Yatak, döşek.
BİSTUH  f. Beceriksiz, âciz. zayıf, cılız kimse.
BİSTÜM  Yirminci.
BÎ-SUD  f. Faydasız, boş, neticesiz.
BÎ-SÜKÛN  f. Sükûn bulmaz, durmaz, hareketli.
BİSYAR  f. Ziyade, çok , fazla.
BİSYARÎ  f. Çokluk.
BİŞ  f. Artık, ziyade. Bıldırcın otu denilen zehirli bir ot.
BİŞAR  f. Esir, kul, köle. Harpte teslim alınan kimse. * Altın, gümüş kakmalı işlemeler. * Takatsiz, dermansız, halsiz.
BİŞARET  (Bak: Beşâret)
BİŞ-BAHA  f. Pahalı, fiatı yüksek, değerli, kıymetli.
BİŞE  f. Orman, meşelik.
Bİ-ŞEK  f. Şüphesiz, şeksiz.
Bİ-ŞERM  f. Utanmaz.
BİŞÎ  f. Fazlalık.
BİŞİNG  f. Balyoz. Kazma. Küskü. Burgu.
BİŞİR  Talâkat, güzel yüzlülük.
BİŞKEL  f. Elem, keder, gam, tasa, kasavet. * Orak şeklinde ağaç anahtar. * Kıvırcık saç.
BİŞKUFE  f. Kusma, istifra. * Çiçek.
BİŞKUH  f. İktidarlı. Kuvvet sahibi. Muhterem ve saygıdeğer kimse.
BİŞKUL  f. Becerikli, çevik. * İhtiyatlı, tedbirli. * Akıllı. * Kuvvet sahibi.
BİŞPUL  f. Pejmurde, perişan, dağınık.
BİŞR  Sevinç eseri.
BİŞTAM  f. Sığıntı, parazit, asalak.
BİŞ-TER  f. Daha çok, daha fazla.
Bİ-ŞUMAR  f. Sayısız, pek çok.
BÎT  Kut. Gıda.
BİTA'  Bal şerbeti.
BÎ-TAB  Yorgun, takatsiz, güçsüz.
BÎ-TABÎ  f. Halsizlik, tâkatsizlik, bîtablık.
BÎ-TAİL  f. Menfaatsiz, faydasız. İşe yaramaz, boşuna.
BİTAİN  Astar. (Bak: Betâin)
BİTAKA  Küçük parça. (Üzerinde kumaşın fiatını yazıp kumaş içine koyarlar.)
BİTAN  Deve kolanı. Karnı tok kimse.
BİTANE  (C.: Betâyin) Çarşaf. * Kaftan astarı. * Dostluk. * Hâlis olmak. * Kuvvetli olmak.
BÎ-TARAF  Tarafsız. Hiç bir tarafı tutmayan.(Ehl-i ilhad ile ve bilhassa Avrupa mukallitleriyle münâzara ile iştigal edenler büyük bir tehlikeye mâruzdurlar. Çünki, nefisleri tezkiyesiz ve emniyetsiz olması ihtimaliyle tedricen hasımlarına mağlup olur ki, bîtarafane muhakeme denilen münsifane münazarada nefs-i emmareye emniyet edilemez. Çünki, insaflı bir münazır, hayalî bir münazara sahasında, arasıra hasmının libasını giyer, ona bir dâva vekili olarak onun lehinde müdafaada bulunur. Bu vaziyetin tekrariyle dimağında bir tenkit lekesinin husule geleceğinden, zarar verir. Lâkin niyeti hâlis olur ve kuvvetine güvenirse, zararı yoktur! Böyle vaziyete düşen bir adamın çare-i necatı, tazarru ve istiğfardır. Bu suretle o lekeyi izale edebilir. M.N.)
BİT(E)  Bir gece yiyecek yemek.
BİTE(T)  Geceleme, gece kalma.
BİTEVÎ  (Biteviye) t. Sürekli, durmadan. * Bütün yekpare.
BİTKE  Kesinti. * Kesilen bir nesnenin ufak parçaları, cüz'leri.
BİTLAB  f. Hurma çiçeğinin tomurcuğu.
Bİ-T-TAFSİL  Tafsilâtiyle, etrafiyle, uzun uzadıya.
BİTTAHRİK  Hareket ettirerek, oynatarak. * Kışkırtarak, teşvik ederek.
BİT-TARİK-İL ULA  Birinci usul veya yol ile. Elbetteki. Evleviyetle.
BİTTASAVVUR  Tasavvur ile, niyet ederek, düşünerek. (Bak: Tasavvur)
Bİ-T-TAV'  İstek ile, isteyerek.
BİTTEDRİC  Yavaş yavaş.
Bİ-TEŞVİK  Kışkırtarak, teşvik ederek. 
BİTÜM  Yerin altında bulunup sıvı ve sarımtırak veyahut katı ve kara bir durum ve renkte olan maddedir ki, asfalt yol yapılırken kullanılır.
BİTYAR(E)  f. Elem, keder, tasa, sıkıntı.
BİÛZA  Sivrisinek.
BİV  f. Güve.
BİVAN  Çadır direği.
BİVAR  f. "Onbin" sayısı.
BÎ-VARE  f. Âciz, fakir, miskin, zavallı, kimsesiz, garib.
BÎ-VAYE  f. Mahrum, nasipsiz.
BİVAZ  f. Yarasa kuşu. Muvâfakat, kabul.
BİVE  f. Dul kadın, kocasız kadın.
BÎ-VEFA  f. Vefasız, dönek.
BİVEGÎ  f. Dulluk. Kocasız kadının hâli.
BÎ-VUKUF  Vukufsuz, bîhaber, malûmatsız, habersiz.
BİYA'  (Bia. C.) Kiliseler.
BİYAET  (C.: Biyâât) Satılık mal.
BİYAH  (C.: Büyâh) Ufak balık.
BİYAN  Gece. Gece ile gelen belâ.
BİYOCOĞRAFYA  yun. Nebat ve hayvanların yer yüzünde dağılışını ve sebebelerini tetkik eden ilim kolu. Hayatî Coğrafya. Biyojeografi.
BİYOELEKTRİK  Canlı varlıkların vücutlarında yaratılmış olan elektrik. (Bu elektriğin varlığı, hususi âletlerle anlaşılır)
BİYOFİZİK  Canlıların bünyelerindeki hâdiselerin fizikî cephesini inceleyen ilim kolu.
BİYOĞRAFİ  Şahısların hayatlarını mevzu edinen yazı çeşitlerine verilen isim.
BİYOKİMYA  Canlıların kimya ile ilgili yapılarını, tepkilerini, belirtilerini inceleyen bilim dalıdır. 19. Asırda başlatılan bu çalışmalarla proteinler, vitaminler, hormonlar anlaşılır duruma gelindi.
BİYOLOG  Biyoloji ilmiyle uğraşan âlim.
BİYOLOJİ  yun. Canlı varlıkları inceliyen ilim. Hayvanları inceleyen bölümüne zooloji; bitkileri inceleyen bölümüne botanik denir. Biyoloji, incelediği konulara göre çeşitli isimler alır. Canlının dış yapısını inceleyen: Morfoloji; dokuları inceleyen; histoloji canlıların büyüyüp gelişmelerini: embriyoloji; hayatî faaliyetleri inceleyen: fizyoloji; iç salgı bezlerin faaliyetlerini inceleyen: endrokrinoloji; hastalık hallerini inceleyen: patoloji; canlıların sınıflandırılmasını yapan: sistematik; bitki veya hayvan neslinin ıslahı ile uğraşan: zootekni; mikroskobik canlıları inceleyen: mikrobiyoloji'dir. İç yapısını inceleyen: anatomi; hücreleri inceleyen; sitolojidir.
BİYONİK  Canlıların, yaşadıkları muhit içinde değişen şartlara uygun nasıl hareket ettiklerini inceleyerek canlıları model almak suretiyle benzer hareketleri yapabilecek makinelerin yapılması işiyle uğraşan ilim ve fen.
BİYOTERAPİ  Tıb: Bazı hastalıkların tedavisinde canlı varlıklardan faydalanma usûlü.
BİYT  Kuvvet.
BİYZ  (Bîd) Parlak ve beyaz.
BİZA'  Birisine kaba muamelede bulunma. * Faydasız, boş yaramaz söz.
BÎ-ZAR  f. Bıkmış, usanmış, fütur getirmiş.* Bezginlik.
BİZARE  f. Desise, hile, tuzak.
BİZÂTİHİ  Kendi kendine, aslında, kendiliğinden, esasında, kendisi, yalnızca zâtından, aslından.
BİZAZ  (Bak: Bezazet)
BÎ-ZER  f. Altınsız.* Cimri, hasis, pinti.
BÎ-ZEVAL  f. Zevâlsiz, sona ermez, bitmez, tükenmez.
BİZİŞK  f. Tabib, hekim, doktor.
BİZİŞKÎ  f. Doktorluk, hekimlik, cerrahlık.
BİZLAH  Geveze, boşboğaz, çenesi düşük.
BİZLE  Gündelik elbise.
BİZLE  f. Lâtife, şaka.
BİZR  Heder olmak.
BİZR  (C.: Büzûr) Sebzevât. * Kuru ot tohumu.
BİZZ  Açmak, feth.
Bİ-Z-ZARURE  Zarûri olarak, ister istemez.
Bİ-Z-ZAT  Kendisi, aslında. Kendi zatı ile. Binefsihi.
BLOK  Fr. Birbirine bitişik yapılar. * Büyük ve ağır yığın. * Resim kağıtları saklanan karton kap.
BLÖF  ing. Karşısındakini yanıltmak veya yıldırmak için aslı olmayan şeyleri gerçekmiş gibi göstermek.
BOBİN  Fr. Tel veya iplik sarılmaya mahsus silindir şeklinde makara.
BODUR  Enine göre boyu kısa ve tıknaz olan.
BOLŞEVİKLİK  (Bolşevizm) Rusya'da kanlı komünizm ihtilalini yapan ve bütün hür dünya milletlerinin de aynı ihtilal metotlarıyla komünizmin hâkimiyeti altına gireceğini savunan Marksist Leninist siyasî görüş. Bu görüşün temsilcileri önce Rus halkını aldattılar, onlara en çok özledikleri şeyleri va'dederek onları aldatıp kendilerine bağladılar ve cinayetlerine ortak ettiler. Sonra da va'dettiklerinin tam tersini uygulıyarak halkı köleleştirdiler. Daha sonra gerçeklerden habersiz başka milletlerin gençlerini ve işçilerini aldatarak memleketlerini komünizmin esaretine soktular. Bugün memleketimizde ve başka ülkelerde anarşizmin kaynağı bolşevizm (Komünizm)dir. Allah'ı, peygamberi, âhireti inkâr eden,vatan millet tanımayan, inançsız ve acımasız, insanları âlet olarak kullanarak milletleri içten yıkmak ve sonra hâkim olarak onları sömürmek isteyen bolşevizme ve komünizme karşı en büyük silâh Allah'a iman ve İslâmiyet'tir. Bolşevizm ve komünizm gibi üvey kardeşleri olan kapitalizm ve faşizm de insanlığa kan ve acıdan başka birşey vermemişlerdir. Gafletten uyanan insanlar, İslâmiyet'in yegâne kurtarıcı olduğunu anlamaya başlamışlardır. İstikbal İslâmındır ve İslâm'ın olacaktır. (Bak: Komünizm)
BOMBARDIMAN  Fr. Bomba, top gibi ağır silahlarla yapılan hücum.
BONKÖR  Fr. Hulus-i kalb. Kalb temizliği. İyilik.
BONO  İtl. Ticaret senedi. Muayyen bir va'denin sonunda belirli bir paranın belli bir kimseye ödeneceğini bildiren senet.
BORA  yun. Birdenbire çıkan fırtına. Pek şiddetli rüzgâr.
BORÇ  Geri verilmek niyetiyle ihtiyaç sahiplerine verilen para. Müslümanlıkta faizle borç vermek haramdır, günahtır. Borcunu ödiyemiyecek durumda onların borçlarını bağışlamak veya sonraya bırakmak sevaptır. Borcunu ödeyebilecek durumda olanlar da borçlarını zamanında ödemelidirler. Ödeyemiyecek olanlar da zamanından önce alacaklıya durumlarını bildirmelidir ki, o da işlerini ona göre ayarlasın. İslâm'da devletin vazifelerinden biri de borçlulara yardımcı olmaktır.
BORNUZ  Başlıklı ve kollu hamam havlusu.
BORSA  (Ticarette) Vasıfları belli ölçülere uyan yani standartlaştırılabilen malların örnekleri üzerinden alım satımının yapıldığı devlet kontrolü altında teşkilâtlanmış pazar yeri.
BOSTAN  (Bustan) f. Ağacı, çiçeği, yeşilliği çok olan yer, kokulu yer. Sebze bahçesi. * Kavun, karpuz.
BOSTAN-I HUDÂ  f. Huda'nın, Allah'ın bostanı meâlinde olup, İlâhî güzellikleri ve tecelli-i İlâhînin aksettiği yer mânâsında kullanılır. "Vahidiyet mertebesi" diye de söylenmiştir.
BOŞANMAK  t. Eşi ile olan nikâh bağını bozmak. Eşinden ayrılmak.(Medeni kanun, boşama yetkisini mahkemeye bırakmıştır. İslâm dini evlenmeyi Allah'ın emirleri dahilinde karşılıklı rızaya bağlı hür bir sözleşme olarak gördüğünden kadınla erkek boşanma yetkisinin kimde olacağını da kararlaştırabilirler. İsterlerse mahkemeyi, isterlerse velilerini, isterlerse eşlerden birini yetkili kılabilirler. Görülüyor ki, İslâm dini insanlara medeni kanundan daha çok hak ve hürriyet tanımıştır. İslâmiyet evleneceklerde denkliği, (küfüv) (din ve ahlâkta denklik) şart koşar. Evlendikten sonra bazı bakımlardan anlaşamamazlıklar çıkarsa karşılıklı birbirine katlanmalarını ve sabırlı olmalarını tavsiye eder. Boşanma son çaredir. Eğer istek erkek tarafından geliyorsa mehir denilen tazminatı kadına ödemek zorundadır. Görülüyor ki, İslâmiyet, kadın haklarının korunmasını istemektedir.) (Bak: Aile)
BOŞBOĞAZ  t. Yerli yersiz mutlaka bir şey söylemeden içi rahat etmiyen. Saklanması gereken şeyleri söyleyiveren, sır saklamayan.(Eşyada olan asvat, birer savt-ı vücuddur: "Ben de varım" derler. O kâinat-ı sâkit birden söze başlıyor. "Bizi câmid zannetme ey insân-ı boşboğaz!" S.)
BOTANİK  Bitkileri inceleyen biyoloji ilmi. (Bak: Biyoloji)
BOYKOT  (Boykotaj) Fr. Bir şahıs veya devlete karşı alış-verişi, münasebetleri kesmek. Bir ülkeyi, bir topluluğu veya bir şahsı zarara sokmak maksadıyla onunla her türlü ilgiyi kesme. * Bir işten geçici olarak çekilme; işe, çalışmaya hep birlikte katılmama.
BOYLAM  t. Yer yüzünde bir yerin başlangıç dairesine olan uzaklığının açı cinsinden değeri. (Bak: Tul)
BOZKIR  Yağışlı mevsimler de yeşeren ot cinsinden bitkilerin ve bazı bodur ağaçların yetişebildiği yarı kurak yer.
BOZOK  Bugünkü Yozgat vilâyetimizin Osmanlılar devrindeki adı.
BÖN  Budala, ahmak, saf.
BRONŞ  yun. Tıb: Nefes borusunun akciğerlere giden iki kolundan her birinin adı.
BU'  Bir şeyi kucaklayıp çekmek.
BU(Y)  f. Koku, râyiha.
BUAK  Şiddetli sel. * Şiddetli ses, sadâ. Haykırış. * Birden bire, ansızın gelen yağmur.
BU'BAB  Cemaat, topluluk.
BUBÜRD(EK)  f. Andelib, bülbül.
BU'D  (C.: Eb'ad) Uzaklık. Baid olma. * Aralık. * Geo: Bir cismin uzunluk, genişlik ve derinliği.
BU'D-İ MESAFE  Gidilen yolun uzaklığı.
BUD  f. Varlık.
BUD U NEBUD  f. Var-yok. * Oldu-olmadı.
BUDALA  Zekâca geri, salak.
BU'DAN  (Baid. C.) Uzaklar, ırak yerler.
BUDEÎ  f. (Hindistan'da) Buda Dininden olan.
BUDENE  f. Bıldırcın kuşu.
BUDHA  Sâha. Avlu, meydan.
BUDU'  Can sıkılması. * İdrak etme, anlama.
BUG  f. Elde omuzda, kucakta taşınmak üzere hazırlanmış eşya çıkını.
BUGAS  Leşle beslenen kuşlar, leş yiyen kuşlar.
BUGAT  (Bâgî. C.) Haksızlık edenler, âsiler, serkeş kimseler.
BUGRA  f. Turna kuşu veya turna kuşu sürüsünün önünde uçan turna horozu.
BUĞZ  Sevmeme. Birisi hakkında gizli ve kalbi düşmanlık hissetme. Kin, husûmet.
BUH  Zeker.* Nefis.
BUH(E)  Erkek baykuş. * Çakır doğan.
BUHALA'  (Bahil. C.) Tamahkârlar, cimriler.
BUHAR  Suyun buğu haline gelmiş şekli. * Seyyal, lâtif cisim.
BUHARÎ  (Hi: 194-256) Buhâralı. 600 bin hadisten seçilen 7275 hadis ile en mu'teber ve en sahih Sahih-i Buharî ismi ile anılan hadis kitabının müellifi. (Bak: Kütüb-ü Sitte)(Buharî ve Müslim ki, Kur'andan sonra en sahih kitab olduklarını, ehl-i tahkik kabul etmiş. M.)
BUHAYRA-İ RAHİB  (Bak: Bahira)
BUHAYRE  Göl. Küçük deniz.
BUHBUHA  Saha. Alan, orta yer.
BUHHA  Boğaz kısılmak.
BUHL  Bahillik, eli dar olma, cimrilik, tamahkârlık, pintilik.
BUHLE  f. Semizotu.
BUHNUK  Kadınların başlarına örtüp iki uçlarını çenesi altına bağladıkları bez. (Türkçe "destâr" derler)
BUHRAN  Sıkıntı. Darlık. Nöbet. Kriz. Hastalığın ağır zamanı. * Bir işin tehlikeli ve karışık hâl alması.
BUHT  Arabî ile Acemîden doğmuş develer.
BUHT  f. Veled, oğul, mahdum.
BUHTEC  Pişmiş.
BUHTER  Her şeyin esası, aslı. * Kısa boylu.
BUHTİYYE  Melez dişi develer.
BUHTU(R)  f. Ra'd, gök gürültüsü.
BUHU  Mütevazi bir şekilde hakkını isteme.
BUHUH  Ses kısıklığı.
BUHUL  Tamahkârlık, cimrilik.
BUHUR  Tütsü. (Bak: Bahur)
BUHUR-DÂN  f. Tütsülük.
BUHUR  (Bahr. C.) Denizler.
BUJENE  f. Tomurcuk. * Henüz açılmamış çiçek.
BUK  Düdük. Boru.
BUK'A  Yer parçası, ülke. * Boş ve ıssız yer. * Sağlam ve büyük bina. * Benek leke.
BUKALEMUN  f. Bulunduğu yerin rengine giren, fare büyüklüğünde, böcek yiyen bir hayvan. * Mc: Sık sık fikir ve kanaat veya meslek değiştiren.
BUKET  Fr. Çiçek demeti.
BUKKARÎ  Musibet, belâ, âfet, felâket.
BUKTA  Perişan, pejmurde, dağınık, dökük saçık. * Cemaat, güruh, topluluk, kalabalık.
BU'KUKE  İzdiham, kalabalık.
BUKYA  Sonsuzluk, bâkilik, ebedilik.
BULVAR  Fr. Geniş ve ağaçlı cadde.
BUM  f. Yer, toprak, zemin, memleket, yurt.* Huy, haslet, tabiat. * Sürülmemiş tarla, arazi.
BUM(E)  f. Zool: Baykuş.
BUMBAR  f. Koyun ve benzeri gibi hayvanların kalın bağırsağı. * İçine kıyma, pirinç vs. doldurulmuş bağırsakla yapılan bir cins yemek.
BUMEHEN  (Bumehin) f. Deprem, zelzele, yer sarsıntısı. * Koyun bağırsağı.
BUN  f. Nihâyet, dip. * Kolay, suhûletli. * Rahim. * Temizlenmiş olan koyun bağırsağı.
BUNDUK  Yuvarlak küçük taşlar. * Yuvarlak küçük kurşun. * Fındık.
BUR  Hayırsız kişi. * Ekine elverişli olmayan tarla.
BUR  f. Fıstıkî renk. * Sülün. * Doru at.
BUR'  (Bak: Ber')
BURA  (Bak: Bevr) 
BURAHA  şiddet. Ezâ ve meşakkat.
BURAK  Binek. Cennet'e mahsus bir binek vâsıtası.(Kelimenin kökü; (Berk) dir. Burak'ın Hadis-i Şerife göre ta'rifi: "Merkepten büyük, katırdan küçük hacimde bir dâbbe ki; ayağını gözünün müntehasına basar." Bu ise bir berk ve elektrik sür'atini anlatır. (E.T. sh: 3150)
BURC  Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi. * Tek hisar kule, kale çıkıntısı. * Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir kadarı.
BURCAS  Hedef. Yüksek bir yerde bulunan nişangâh.
BU'RE  Çukur. * Çölde çukur tarzında yapılan ocak.
BURHAN  (Bak: Bürhan)
BURİYA  f. Hasır.
BURJUVA  Fr. Orta halli olup, ne çok zengin ve ne de çok fakir olan halk. Eskiden Avrupa'da köylü ve asilzade olmayıp şehirde yaşayan halka denirdi. Kendi başına işi ve malı olan, ücretle çalışmayan, ferde bağlı iş hayatını güden sınıftan olan.
BURJUVAZİ  Fr. Burjuvaların meydana getirdiği içtimaî (sosyal) sınıf. Avrupa'da burjuvazi, ticaret ve sanayi ile zenginleşti. Soylular sınıfı ile mücadele ederek Fransız İhtilali ile iktidara geldi. İhtilalde işçilerin, köylülerin, fakir halk tabakalarının desteğini sağladı. Onlara eşitlik, hürriyet, adalet vaad etti. İktidara gelince menfaatlerinin bu çalışan sınıflarınkiyle çatıştığını görerek vaadini yerine getirmedi. Buna karşılık olarak işçiler arasında sosyalizm fikriyle teşkilâtlanma başladı. Bu yeni hareket de yalan sözlerle köylülerin desteğini de sağlıyarak Rusya'da 1917'de kanlı bir ihtilalle iktidarı ele geçirdi. Burjuvaziyi ortadan kaldırdı, o da vaatlerini yerine getirmedi. Burjuvazi, mülkiyeti, kişinin hakkı saydı ve kişi tahakkümünü getirdi. Sosyalizm, mülkiyeti cemiyetin ortak hakkı saydı ve cemiyet adına bir azınlığın elinde bulunan devlet tahakkümünü getirdi. Siyasi, hukuki bütün kuvvetleri elinde bulunduğu için devlet tahakkümü çok daha şiddetli, insafsız, zalim ve kanlı olmuştur. İslâm dini mülk sahibi olarak Allah'ı kabul ettiği için kişi tahakkümünü de, devlet tahakkümünü de reddeder. Bu sebeple insanlık için tek kurtuluş yolu İslâm'dır.
BURKAT  Sanem, heykel, put.
BURKU'  (Berku') Kadınların yüz örtüsü, peçe. * Kâbe örtüsü. * Yedinci kat gök.
BURS  Fr. Devlet veya bazı müessese yahut şahıslarca tahsil veya ilmî tetkik için gerekli masraflara kullanmak üzere verilen para.
BURUC  (Burc. C.) Burçlar, hisarlar, kuleler. (Bak: Büruc)
BURUT  Bıyık.
BURZAG  Şişmanca, etine dolgun delikanlı. * Delikanlılık çağındaki neşe.
BUS  f. "Öpen" mânasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Damen-bus $ : Etek öpen.
BUSA  Bir gemi cinsi.
BUSAK  Ağız suyu.
BUSAT  (Bisat. C.) Bisatlar, döşekler, kilimler, minderler, keçe yaygıları.
BUSAYRÎ  (Şeref-üd-din) (Mi: 1213-1295) Busayr'da doğdu. Meşhur Arap şair ve hattatıdır. "Kaside-i Bürde" sahibidir. Esas ismi "El-Kevakib-üd-Dürriyye fi Medh-i Hayrilberiyye" olan kasidesine; tutulmuş olduğu hastalıktan, rü'yasında Resûlullah'ın hırkasını (bürde) üzerine örtüp şifa bulması sebebiyle "Kaside-i Bürde" ismini vermiştir.
BUSE  f. Öpme.
BUSE-CÂ  f. Öpecek yer.
BUSE-ÇİN  f. Öpücük alan, öpücük toplayan.
BUSE-GÂH  f. Öpülecek yer.
BUSENDE  f. Öpen, öpücü.
BUSEYLA'  Pazu dedikleri ot.
BUSE-ZEN  f. Öpen, öpücü.
BUSİDE  f. Öpülmüş.
BUSİDEN  f. Öpmek.
BÛSİŞ  f. Şapırtılı öpüş.
BUSTAN  f. Çiçek ve gül kokularının çok olduğu yer, bahçe.
BUSTAN-BÂN  f. Bahçıvan.
BUSULA  Pusula.
BU'SUSA  Küçük canavar.
BU'SUT  Derenin ortası. 
BUTAKAT  (C.: Bevatık) Pota dedikleri kap ki içinde maden eritirler.
BUTHA  İyi huy, güzel haslet. Müsbet alışkanlık.
BUTHAN  Medine-i Münevvere'de bir derenin adı.
BUTİN  Menazil-i Kamer'den üç yıldız.
BUTLAN  Haksızlık. Bâtıl olma. Boş ve abes olmak. Hak olmamak.
BUTLAN-I HİS  Ameliyat için bir uzvun hissinin iptâli, duyarsız hâle getirilmesi.
BUTM  Çitlenbik ağacı. (Yemişine "habbet-ül hadar" derler.)
BUTU'  Geç kalma, gecikme.
BUTUL  Çürüklük, boşluk, beyhudelik.
BUTULE  Çok kahraman ve bahadır olmak.
BUTUN  (Batn. C.) Batınlar, karınlar, kucaklar. * Nesiller, soylar.
BUTV  Eğlenmek, geç gelmek.
BUUC  Karında olan yaralar.
BUULE  Kadın eş, zevce.
BUULET  Zevciyet. Karıkocalık. * İmtinâ ve red ve muhalefet etmek.
BUUS  Sefalet. Yokluk içinde olma.
BUY  f. Koku. * Ümit, umma. * Sevgi, muhabbet. * Tamah.* Huy. Tabiat. * Kısmet, pay, nasib.
BUY-İ EZHAR  Çiçeklerin kokusu.
BÛYA  Güzel kokulu.
BÛYAHYA  Azrail (A.S.) 
BÛYÇE  f. Sarmaşık (nebat)
BÛY-DAR  f. Kokulu.
BUYE  Özleme, hasret.
BUYİDEN  f. Koklamak, koku almak.
BUY-PEREST  f. Av köpeği.
BUYRULTU  t. Sadrazam, kaptan-ı derya, vezir, beylerbeyi gibi devlet erkânının yazılı emirleri.
BUZAK  Tükrük. (Ağızda "buzak", ağızdan çıksa "rıyk" denir.)
BUZİNE  Maymun.
BUZRA  Üst dudağın ortasından dışarı taşan et parçası.
BÜAK  Yağmuru şiddetle yağan bulut.
BÜ'BÜ'  Her nesnenin aslı. * İzzet, kerem. * Zeyrek akıllı, zarif kişi. * Hâkim, seyyid. * Gözbebeği. * Mc: Çok kıymetli ve değerli olan şey.
BÜC  f. Keçi.
BÜCAL  f. Ateş koru. * Kömür.
BÜCBÛHA  Bir yerin orta kısmı. Orta yer.
BÜCC  Kuş yavrusu.
BÜCDET  İlim, bilgi. 
BÜCEYR  Ashab. Etba'.
BÜCR  Şaşılacak, taaccüb edilecek şey. * Şer, kötü, iyi olmayan.
BÜCRİYY(E)  Musibet, belâ, felâket, âfet.
BÜCUD  Bir yerde mukim olma, oturma. İkamet.
BÜCÛL  f. Tıb: Topuk kemiği. Aşık kemiği.
BÜÇ  f. Avurt. Ağzın iç tarafı.
BÜD  f. Sâhip. * Maşa.
BÜDAD  Nasip, hisse, pay. * Nihayet, son.
BÜDAE  Her şeyin öncesi, evveli.
BÜDBÜDEK  f. İbibik kuşu, çavuş kuşu, hüdhüd.
BÜDD  Uzaklaşma. Birbirinden uzak düşme. * Perâkende etmek, dağıtmak. Put, sanem. * Firak. * Tâkat, kudret.
BÜDDE  Nasib, hisse, pay. * Nihayet, son.
BÜDN  Yoğun gövdeli ve şişman olmak.
BÜDUH  Yürümek, meşy. * Esmâullahdan bir isim. (Vedud mânâsına)
BÜDUR  İleri geçme, hızla geçme.
BÜDÜN  (Bedene. C.) Kurbanlık develer.
BÜDÜV  Görünür hâle gelme. Aşikâr olma. Zâhir hâle gelme.
BÜFE  Fr. İçinde sofra takımı konulan dolap. * Davetlileri ağırlamak için çeşitli yiyecek ve içeceklerin hazır bulundurulduğu masa. * İstasyon lokantası. * Sigara, kibrit, gazete, sandviç v.s. satılan yer.
BÜGA'  İstemek, talep etmek.
BÜGAS  (C.: Bügasât-Ebgıse) Ufak, küçük kuşlar.
BÜGASE  Ufak kuş.
BÜGEYG  Koyun. * Besili erkek geyik. * Semiz keçi. * Bir yerin adı.
BÜGUR  Düşmek, sukut.
BÜGYE  İstenen ve kasdedilen şey.
BÜH  Baykuşa benzer bir kuştur, ondan küçüktür. Dişisine büvâhâ derler; ahmak, akılsız kimseyi ona benzetirler. * Puhu.
BÜHAR  Deniz balıklarından bir beyaz balık.
BÜHARİSE  Altın ve gümüşten üç kıntar veya üçyüz rıtıl.
BÜHAT  Bühtan edici, iftiracı.
BÜHBUHA  Bir yerin ortası, orta yer.
BÜHHÜT  Haramzâde, piç.
BÜHLUL  Güzel yüzlü.
BÜHMÂ  Dikenli ağaç.
BÜHME  (C.: Bühüm) Cemaat, topluluk.* Leşker. * Bahâdır, kahraman.
BÜHR  Galip olmak. * Yürümekten nefesini tez tez verip solumak.
BÜHRE  Geniş yer, büyük mekân. * Kesik kesik soluyuş. * Dere içindeki sazlık ve çayırlık.
BÜHSUL  İri gövdeli kimse.
BÜHT  İftira, isnad edilen yalan. * Bir seyyarenin bir günlük hareketi.
BÜHTAN  İftira. Birisine yalandan bir şey isnad etme. Birisini suçlu gösterme. * Dalgınlık. * Medhûş ve mütehayyir olma.
BÜHTÜR(E)  Bodur, kısa boylu.
BÜHUR  Büyük emir.
BÜHUR  Işıklı, nurlu, aydınlık.
BÜHÜT  (Behût. C.) İşitenleri hayrete düşürecek kadar olan iftira ve yalanlar.
BÜHÜVV  (Behv. C.) Misafirlere mahsus odalar. * Hayvanlar için yerin altına yapılmış ahırlar.
BÜJHAN  f. Gıpta etme, imrenme.
BÜJMEJE  f. Kaya keleri, kertenkele.
BÜJUL  f. Aşık kemiği; topuk kemiği.
BÜKÂ  Ağlama.
BÜKÂ-Yİ SÜRÛR  Sevinçten dolayı akan gözyaşı.
BÜKÂ-ÂLÛD  f. Ağlatıcı, gözyaşı döktürücü.
BÜKÂ-ENGİZ  f. Ağlatıcı. Gözyaşı döktürücü.
BÜKÂT  Ağlayanlar.
BÜKMÂ  (Ebkem. C.) Dilsizler. Ebkemler.
BÜKRE  Erken. Sabah vakti.
BÜKSE  Kiremit parçası. * Saksı.
BÜKY  Ağlayıcılar, ağlıyanlar.
BÜL'A  Değirmen taşının tane dökülecek yeri.
BÜLÂG  f. Pınar, çeşme.
BÜLÂLET  Islaklık, nemlilik, yaşlık.
BÜLBÜL  (C: Belâbil) Andelib. Güzel öten bir nevi kuş.
BÜLBÜL-İ NÂLÂN  Ağlıyan bülbül.
BÜLBÜL-İ ZÂR  İnleyen bülbül.
BÜLBÜLAN  (Bülbül. C.) Bülbüller. Andelibler.
BÜLBÜLE  (C.: Belâbil) Emzikli bardak.
BÜLBÜLVEŞ  Bülbül gibi. 
BÜLCET  Genişlik, vüsat.* İki kaş arasında olan açıklık.
BÜLDAN  (Belde ve Beled. C.) Beldeler, şehirler, iller, memleketler.
BÜLEGA  (Belig. C.) Beliğ olanlar, Belâgat sâhipleri. Belâgat ilmi mütehassısları. Edebiyatçılar.
BÜLEHNİYE  Maişet genişliği. * Gani olmak, zenginleşmek.
BÜLEND  f. Yüksek, büyük. 
BÜLEND-ÂVÂZ  f. Haykırma, yüksek ses.
BÜLEND-HİMMET  f. İyi çalışır.
BÜLENDÎ  f. Yükseklik, yücelik.
BÜLEND-PÂYE  f. Rütbesi yüksek, pâyesi bülend olan.
BÜLGA  Maaşa yetecek nesne.
BÜL-GAME  f. Herşeye hevesli olan.
BÜLGAT  Geçinmeye kâfi gelecek kadar olan şey.
BÜLHEVES  f. Heves ve isteği çok, maymun iştahlı.
BÜLKA  Kısa boylu. * Bir kuşun adı.
BÜLKUT  (C.: Belâki) Bir hurma cinsi. * Ot ve su olmayan harap ve boş yer. * Yalan yere yemin etmek.
BÜLLET  (C.: Bilâl) Hurmanın ıslanıp yaş olması.
BÜLS  İçine incir koyulan kilimden dokunmuş büyük çuval.
BÜLSÜN  Mercimek mesabesinde hububattan bir habbe. (Bâzı yerde mercimek de derler.)
BÜLTEN  Fr. Halka bilgi veren, özet olarak yazılmış resmi yazı. * Bir müessesenin, kurumun faaliyetlerini tanıtan ve belli zaman aralıklarıyla yayınlanan mevkute.
BÜLUC  Zâhir olmak, gözükmek. Parlamak, ruşen olmak.
BÜLUD  Mukim olmak, ikamet etmek, oturmak. * Köhne olmak, eskimek. * Meclise geç gelmek.
BÜLUĞ  Erginlik. Olgunluk. Çocukluk devresini tamamlayıp ergenliğe geçiş. Ergenliğe ulaşan genç, namaz kılmak ve oruç tutmak gibi farzlarla mükellef (yükümlü) olur. * Yaklaşıp çatma.
BÜLUH  Beceriksiz, âciz. * İşe yaramama, yorgun ve bitkin olma.
BÜL'UM  Gırtlak, hançere.
BÜM  (C.: Ebvam) Baykuş.
BÜN  Meziyyet, üstünlük.
BÜN  Temel, esas, kök, netice, son.
BÜN-İ HİSÂR  Hisarın dibi. 
BÜNDAD  f. Temel. Binanın esası. * Destek, payanda. Duvar, set.
BÜNDAR  f. Zengin, asil ve kibirli kişi.
BÜNDUKA  (C.: Bünduk, Benâdik) Fındık tanesi. * Kemankere taşı. Küçük yuvarlak taş.
BÜNİYYE  (C.: Büniyyat) Her nesnenin aslı ve yaratılması, fıtrat. * Sazan balığı. * Meçhul yol.
BÜNLAD  f. Destek, payanda, duvar, set. * Temel. Esas, bina.
BÜNN  Yemen kahvesi.
BÜNUD  (Bend. C.) Büyük bayraklar, sancaklar.
BÜNÜVVET  Evlâtlık, oğulluk.
BÜNYAD  f. Temel, esas. Yapı, binâ.
BÜNYAMİN  Yakup Aleyhisselâm'ın en küçük oğlu.
BÜNYAN  Yapı. Bina. Duvar. Esas. Yapı yapmak.
BÜNYAN-I KAVÎ  Sağlam bina.
BÜNYAN-I MERSUS  Kaynaşmış sağlam bina. Birbirine kurşunla kenetlenmiş sağlam yapı.
BÜNYE  Bir şeyin vücut yapısı. Vücut, beden. Fıtrat. * Şekil, tarz, sûret.
BÜNYE-HÎZ  f. Vücudu canlandıran, bünyeyi kaldıran.
BÜR'  (Büru') Hastanın iyileşmeğe başlaması. * Kurtulmak. * Fazilette ve bilgide üstünlük. (Bak: Ber')
BÜRA'  Ağaç yongası. Törpüden çıkan talaş.
BÜRA  Kamıştan yapılan hasır.
BÜRABE  Kalem yongası, törpüden çıkan talaş.
BÜRAD  Soğuk.
BÜRADE  Eğeden çıkan talaş ki, "bürâde-i zeheb, bürâde-i fizza ve bürâde-i hadid" denir.
BÜRAKA  Bütün gün yüzünü süsleyen kadın. * Yemek sırasında bir kimseye kızıp, yemeği kimseye vermeyip yalnız yiyen kadın.
BÜRAM  Kene dedikleri böcek.
BÜRAYE  Yontulan ağaçtan çıkan yonga.
BÜRBUR  Bulgur. (Buğdaydan yapılır.)
BÜRC  (C.: Bürûc-Ebrac) Hisar. * Yıldız.
BÜRCAS  Havada ağaç başında olan nişan.
BÜRCEME  (C: Berâcem) Parmak boğumu.
BÜRCÜD  Arap elbiselerinden bir nevi kalın elbise.
BÜRD  f. Bilmece, bulmaca.
BÜRDA  Tıb: Sıtma hastalığı.
BÜRDBAR  f. Ağırbaşlı. Sabırlı, mütehammil, uysal, tahammüllü kimse.
BÜRDBARÎ  f. Ağırbaşlılık, sabırlılık.
BÜRDE  Hırka. Üstten giyilen libas, elbise.
BÜRDEK  f. Küçük bilmece.
BÜRDÎ  Hurmanın iyisi.
BÜRE  (C.: Bürât-Bürâ-Bürin) Deve burnuna takılan halkalar. * Bilezik gibi olan halkaların her birisi.
BÜREHA  Şiddetli azab. Sıkıntı.
BÜREHNE  f. Açık, yalın çıplak.
BÜREHNE-GÎ  f. Çıplaklık.
BÜREHNE-SER  f. Başı açık.
BÜRESA'  Nâs mânâsına kullanılan bir isim.
BÜREYDE BİN EL-HUSAYB EL-ESLEMÎ  Horasan diyarında en son hicri 62 veya 63 yılında vefat eden sahabedir. (R.A.). Müslümanların ilk sancaktarıdır. 177 Hadis-i Şerif nakletmiştir. 14 tanesi Buharî ve Müslim'de mezkûrdur.
BÜRGUR  Buzağı.
BÜRGUS  (C.: Beragis) Pire.
BÜRHAN  Delil, hüccet, isbat vasıtası. * Man: Yakînî mukaddemelerden meydana gelen kıyas. * Red ve inkâr için itiraz kabul edilmeyecek surette isbat-ı hakikat eden kavi hüccet.(Bir bürhan ile elde edilen netice-i tevhidi buzı insanlar isti'zam ile dar zihinlerine sıkıştıramazlar. Veya bozuk hayalleri tahammül edemez. Bu hule karşı o kat'i, sahih bürhanı reddetmek üzere: "Bu neticeyi, bu kadar azametiyle şu bürhan (onu) intac edemez." diye bahaneler ile kabul etmez. O miskin bilmez mi ki, neticenin kayyûmu imandır. Bürhan, ancak onu görmek için bir menfezdir. Veya bir süpürge gibi o neticeye konan vehimleri süpürür. Maahâza bürhan bir değildir, bin değildir. Zerrat-ı âlem adedince bürhanlar vardır. M.N.)
BÜRHAN-I AKLİYYE  Akla dayanan bürhan.
BÜRHAN-I ENFÜSÎ  İnsanın içinde ve hayatında görünen bürhan. Nefse ve şahsa ve içe ait bürhan.
BÜRHAN-I İNNÎ  Hâdiselerden kanunlarına, neticelerden sebeblerine ve eserden müessire olan delil. Dumanın ateşe delil olması gibi.
BÜRHAN-I KATI'  Kat'î, en sağlam ve şeksiz delil. * Farsça bir lügat kitabının ismi.(İşte şu Zât (A.S.M.), şu mevcûdat Hâlikının vahdaniyetinin hakkaniyeti derecesinde hak bir bürhan-ı nâtık, bir delil-i sâdık olduğu gibi, haşrin ve saadet-i ebediyenin dahi bir bürhan-ı kâtıı, bir delil-i sâtııdır. S.)
BÜRHAN-I LİMMÎ  Kanunlardan hâdiselerine, sebeblerden neticelerine ve müessirden esere olan istidlâl. Yani eseri meydana getirenden esere olan delil. Kablî delil. Ateşin dumana delil olması gibi.(Kelime-i şehâdetin iki kelâmı birbirine şahiddir. Birincisi ikincisine bürhan-ı limmîdir, ikincisi birincisine bürhan-ı innîdir. M.) (Bak: Limmî)
BÜRHAN-I MANTIKÎ  Kesin kaziyelerden teşkil ettirilen kıyasa, bürhana denir.
BÜRHAN-I NÂTIK  Konuşan bürhan. Mecaz olarak Peygamberimiz Hz. Muhammed (A.S.M) kastedilir ki; bütün hakikatları isbat ve izhar etmiştir. 
BÜRHAN-I NÜBÜVVET  Peygamberliğin hak olduğunu isbat eden bürhan ve delil. (Bürhan-ı risalet de aynı mânâdadır.)
BÜRHAN-I RİSALET  (Bak: Bürhan-ı nübüvvet) 
BÜRHAN-I SÂTI'  Aşikâr, şeksiz ve şüphesiz, parlak delil. (Bak: Sâtı')
BÜRHAN-ÜT TEMÂNÜ'  İstiklâliyet, ulûhiyetin zâtî bir hassası ve zaruri bir lâzımı olduğuna dair ve şirkin butlanını isbat eden delil ki; eşyanın yaradılışı müteaddit ellere ve esbaba verilse, âlemdeki nizam bozulup karışıklıklar çıkacağını gösterir, isbat eder.
BÜRHE  Zaman, an, müddet.
BÜRHİN  Zahmet, güçlük, zorluk.
BÜRHUN  f. Duvar. Kemer. * Çember, daire. * Hâne, ev ve kale kapısı. * Mâni, engel, çit. Avlu.
BÜRİD  Oniki mil.
BÜRİDE  f. Kesilmiş.,
BÜRİDE-SER  f. Başı kesik.
BÜRİN  f. Dilim (Daha çok meyveler için kullanılır.)
BÜRKA  (C.: Birak) Taşlık yer.
BÜRKA'  Kadınların örtündükleri yaşmak, peçe.
BÜRKAN  Yanardağ, volkan, lavlar saçan dağ.
BÜRKE  Martı. * Kurbağa. * Havuz. * Küçük göl.
BÜRME  (C.: Birem-Birâm) Çömlek yapımında kullanılan yumuşak taş. * Çömlek. * Baş örtüsü.
BÜRNA(H)  f. Yiğit, delikanlı, genç.
BÜRNAK  f. Delikanlı, yiğit, genç. 
BÜRNÜS  (C.: Berânis) Bir uzun takke. (İbtidâ-i İslâm'da ruhbanlar giyerlerdi.)
BÜROKRASİ  Fr. Hükûmet dairelerinde aşırı kırtasiyecilik, muamele çokluğu. İşlerin yürütülmesinde şekilciliğin ve idarî işlemlerin ağır basması hâli. Devlet görevlilerinden meydana gelen zümre veya sınıf. Memurlar sınıfı. Bürokrasi, her çeşit rejimde tahakküm vasıtası olmaktadır. Oysa İslâmiyet'te devlet makamları tahakküm değil, hizmet makamıdır. Devlet görevlileri müslüman halkın hizmetindedir, kendileri saygı beklemez, saygılı davranır. Kimseye tahakküm edemez. Çünkü Allah'ın emirlerine uymak zorundadır. Hazreti Ömer (RA), devlet başkanı olunca "Allah'ın emirlerinin dışına çıkarsam, beni kılıçlarınızla doğrultun" demekle bunun örneğini vermiştir. Zulüm ve tahakkümü kaldırarak adaleti getirmiştir. Gerçek adalet ve hürriyet ancak İslâm'da vardır.
BÜROKRAT  Fr. Memur sınıfından olan. * Devlet işlerinde muamelelerde şekle aşırı ehemmiyet veren.
BÜRR  Buğday.
BÜRRAN  f. Keskin, kesici.
BÜRS  Ardıç ağacının meyvesi.
BÜRSAN  f. Ejderha, büyük yılan. 
BÜRSUTE  Tehlikeli yer.
BÜRSÜN  (C.: Berâsin) İnsan eli. * Vahşi hayvanların pençesi. * Develere vurulan bir nevi damga.
BÜRT  Nebat şekeri. Zelil, aşağılık kimse. * Balta.
BÜRTULE  (C.: Bürtul) Kalpak dedikleri keçe takke. * Rüşvet.
BÜRU'  Fazilet, ilim ve iyilikte benzerlerine olan üstünlük. * (Hasta) iyiliğe yüz tutma.
BÜRUC  (Burc. C.) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır. * Bunlara teşbihen veya zuhur mânâsıyla semâdaki bir kısım yıldızlara veya bazı yıldızların toplanmasından meydana gelen şekillere ve farazi suretlere burc denilmiştir. Bilindiği gibi yıldız kümelerini felekiyatçılar muayyen bâzı suretlere benzeterek her mevsim ve ayda göründükleri şekillere göre isimlendirmişlerdir.Bunların altısı şimal (kuzey) altısı cenub (güney) cihetinde olarak oniki burç kabul edilmiştir. Bu burçların bulundukları sahaya da mıntıkat-ül burûc ismi verilmiştir. Burçların isimleri Hamel, Sevr, Cevzâ, Seretan, Esed, Sünbüle, Mizan, Akrep, Kavs, Cedi, Delv ve Hut'tur.
BÜRUC SURESİ  Kur'an-ı Kerim'in 85. suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur.
BÜRÛD  Berd, soğuk. * İşten soğuma, bıkma.
BÜRUDET  Soğukluk. Soğuk olmak. Hararetsizlik. * Mc: Münasebetteki soğukluk. Münaferet. Muhasama.
BÜRUDET-İ MUAMELE  Yapılan muamelenin soğukluğu.
BÜRUFE  f. Mendil. * Sarık. * Kuşak, bel kuşağı. Forma.
BÜRUK  Bir şeyin şakıması, parlaması. * (Berk. C.) Berkler, şimşekler.
BÜRUK  Un helvası, undan yapılan bir nevi helva. * Büyük oğlu varken evlenen kadın. * Deve çökmek (mânâsına mastardır.)
BÜR'UM  Açılmamış gonca çiçek.
BÜR'ÛME  (C.: Bür'um - Berâim) Açılmamış tomurcuk gonca çiçek.* Gül gılafı.
BÜRUZ  Zâhir olma, belirme, meydana çıkma. Çıkmak.
BÜRZEA  (C.: Berâzi) Yuna dedikleri keçe ki, eyer altına koyarlar, teğelti de derler.
BÜRZU'  Dolu, dolmuş, mümteli.
BÜ'S  Güçlük, zorluk. * Fakirlik.
BÜSAK  Tükürmek.
BÜSED  Kırmızı boncuk. * Mercan.
BÜSLE  Efsuncuya verilen ücret.
BÜSLET  Nam, şöhret, ün, şan.
BÜSRE  Herşeyin ucu ve başı. * Herşeyin tâzesi. * Genç kız veya oğlan. * Hurma koruğu. * Biraz büyümüş olan ekşi ot.
BÜSSED  Mercan taşı.
BÜSTAH  f. Edebsiz, küstah, utanmaz.
BÜSTE  f. Fındık.
BÜSTÛKA  (C.: Besâtik) Küçük küp. Küpçük.
BÜSUK  Bir kimsenin, akranına üstün olması. * Ağacın uzaması. * Uzunluk.
BÜSUL  Beddua, lânet.
BÜSUT  Cömertlik, civanmertlik. El açıklığı.
BÜSÛTA  Genişlik. * Tekellüfsüzlük.
BÜŞ  f. At yelesi. * Kahkül. * Noksan, eksik.
BÜŞİY  Fakir ve evlâdı çok olan kimse. 
BÜŞRA  Müjde. Sevinçli, hayırlı haber. * İncil'in bir ismi.
BÜT  f. Put, heykel. Sanem. 
BÜTÇE  Fr. Devletin veya diğer kuruluşların yıllık gelir ve giderlerini (sarfiyat ve varidatlarını) gösteren ve bunlarla ilgili harcamaları tayin eden hesap işleri.
BÜTEKA  (C.: Bevâtık) Pota dedikleri âlettir ve kuyumcular içinde altın ve gümüş eritirler.
BÜTEYRA  Sonunda evlâdı kalmayan. * Vitir namazını bir rekat kılmak. * Şems, güneş. * Sabah.
BÜTLAL  f. şaşa kalan, hayret eden, hayran olan.
BÜTPEREST  f. Putu mâbut ittihaz eden. Heykellere ibâdet eden. (Bak: Putperest)
BÜTŞİKEN  f. Put kıran.
BÜTU'  Uzaklaşma. * Kesilme.
BÜTUL  Bâtıl olmak.
BÜTUN  (Batn. C.) Batınlar, karınlar, kucaklar. * Soylar, nesiller.
BÜÜRE  Çukur kazmak. * Çukur.
BÜVAN  (C: Ebvine) Çadır direği, direk.
BÜYU'  (Bey'. C.) Satışlar. Satın almalar.
BÜYUD  Yok olma, hiç olma, in'idam.
BÜYUN  Geniş ve derin kuyu. * Mıntıkalar, bölgeler, yerler.
BÜYÛT  (Beyt. C.) Beytler, evler.
BÜYÛTÂT  (Büyût. C.) Asilzâde aileleri. * Asil kimseler, soylu kişiler. * Ev kümeleri.
BÜYÛZ  (Beyz. C.) Yumurtalar.
BÜYÜ  Cin gibi manevî varlıklar aracılığı ile insan veya başka varlıklar üzerinde etki meydana getirme işi. Dinimiz büyücülerin şerrinden, kötülüklerinden Allah'a sığınmamızı emreder. Müslüman büyücülük yapmaz.
BÜYÜKLENMEK  t. Kendini büyük görmek, büyüklük taslamak. (Kötü huylardan biridir, günahtır.)
BÜZ  f. Keçi.
BÜZ  Harap yer.* Fâsid nesne. * Helâk.
BÜZA'  Kibar, zarif.
BÜZAA  Kibarlık, incelik, zerafet.
BÜZAK  Salye, tükrük.
BÜZARE  Üst dudakta fazlalık olarak sarkık deri olması.
BÜZ-BAN  f. Keçi çobanı.
BÜZBÛN  Altıda bir, südüs.
BÜZGALE  f. Keçi yavrusu, oğlak.
BÜZİÇE  f. Oğlak. Küçük, yavru keçi.
BÜZM  Kesin karar ve tahammül. * Sertlik, kuvvet. * Doğru rey.
BÜZR  Herkesin sözünü dinleyen. Dinleyici.
BÜZÛ'  Doğmak, tulû' etmek.
BÜZUL  Yarılmak, inşikak. 
BÜZUR  (Bezr. C.) Tohumlar, çekirdekler.
BÜZUZET  Perişanlık, kıyafetsizlik, pejmürdelik, bezazet.
BÜZÛZET-İ HÂL  Kıyafet pejmürdeliği, hâl perişanlığı.
BÜZÜRG  (C.: Büzürgân) f. Cesim, kebir, azîm, büyük, ulu. * Reis, baş, başkan, şef. * Türk musikisinde bir mürekkep makamın adı.
BÜZÜRGÂN  (Büzürg. C.) Büyükler, azimler, cesimler, ulular.
BÜZÜRGÂNE  f. Büyük, ulu bir kimseye yakışacak sûrette.
BÜZÜRGÎ  f. Azîm olmak. Büyüklük. Ululuk.
BÜZÜRGMENİŞ  f. Yüksek fikirli, fikirleri değerli olan.
BÜZÜRG-SAL  f. İhtiyar, yaşlı.
BÜZÜRG-VAR  f. Büyük, saygıdeğer, ulu (kimse).
BÜZZAKA  Kabuksuz sümüklü böcek.