UBAB |
Her nesnenin muazzamı, her şeyin büyüğü. * Cemaat, topluluk.
* Taşkın sel suyu. * Pek taşkın, coşkun. |
UBAR |
f. Ağlama, inilti. |
UBEYD |
Küçük kul, kulcuk. |
UBEYDE BİN CERRAH (R.A.) |
Aşere-i Mübeşşere'den olup, asıl ismi Amir bin Abdullah'tır. Her
din muharebesinde bulunup çok büyük şecaat ve metanet göstermiştir. Adaleti
ile de meşhurdu. Şam'ın fethinde kendisi kumandandı. Hicri 18 senesinde
58 yaşında iken taundan vefat etmiştir. |
UBR |
Çok. * Sedir ağacından su kenarlarında biten ağaç. |
UBS |
Huzursuzluktan yüz burkulmak. Yüz ekşime, surat asma. |
UBSUR |
Seri. Çok yürüyen deve. |
UBUD |
(Ebed. C.) Ebedler, sonsuzluklar. |
UBUDET |
Kulluk. (Aslında zillete derler.) |
UBUDİYYET |
Bendelik, kulluk, kölelik. Kul olduğunu bilip Allah'a itaat etmek.
Allah'a teslim olup, Kur'an ve Peygamber (A.S.M.) vasıtası ile verilen emirleri
aynen icra ve tatbike çalışmak.(İnsanlar kendileri için değil, Allah'a ubudiyet
için yaratılmışlardır.)(Ubudiyet, emr-i İlâhîye ve rıza-i İlâhîye bakar.
Ubudiyetin dâîsi, emr-i İlâhî ve neticesi rıza-i Hak'tır. Semeratı ve fevaidi,
uhreviyedir. Fakat ille-i gaiye olmamak, hem kasden istenilmemek şartıyla,
dünyaya ait faideler ve kendi kendine terettüb eden ve istenilmeyerek verilen
semereler, ubudiyete münafi olmaz. Belki zaifler için müşevvik ve müreccih
hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatler, o ubudiyete,
o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, o ubudiyeti kısmen
ibtal eder. Belki o hasiyetli virdi akim bırakır, netice vermez. İşte bu
sırrı anlamıyanlar, mesela yüz hasiyeti ve faidesi bulunan Evrad-ı Kudsiye-i
Şah-ı Nakşibendî'yi veya bin hasiyeti bulunan Cevşen-ül Kebir'i o faidelerin
bazılarını maksud-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faideleri göremiyorlar
ve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki o faideler, o evradların
illeti olamaz ve ondan onlar kasden ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar
fazlî bir surette, o halis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse,
ihlası bir derece bozulur. Belki ubudiyetten çıkar ve kıymetten düşer.Yalnız
bu kadar var ki; böyle hasiyetli evradı okumak için, zaif insanlar bir müşevvik
ve müreccihe muhtaçtırlar. O faideleri düşünüp, şevke gelip, evradı sırf
rıza-yı İlahî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu
hikmet anlaşılmadığından; çoklar, aktabdan ve selef-i salihînden mervî olan
faideleri görmediklerinden şübheye düşer, hattâ inkar da eder. L.) (Bak:
Rububiyet) |
UBUR |
Geçmek. Atlamak. * Zorlamak. * Suyun öte kıyısına geçmek. |
UBUS |
Çatık yüzlü. Abus. * Utanmaz kimse. |
UBUSET |
Yüz ekşiliği. Çehre çatıklığı. Somurtkanlık. |
U'BÜD |
İbadet et (meâlinde emir.) |
UBYE |
Büyüklenmek, kibirlenmek. |
UCAB |
(Uccâb) Çok şaşılacak fazla gülünç olan şey. |
UCACET |
(C.: İcâc) Dişi deve sürüsü. * Toz. * Yüce avazlı, yüksek sesli. |
UCALE |
Misafirlerin yolda yemek için götürdükleri azık. * Çiftçilerin
azık diye evvelce koyup getirdikleri buğday ve arpa. |
UCAM |
Çekirdek. |
UCARİM |
Kuvvetli adam. |
UCAVE |
Tırnağa bitişik olan sinir. |
UCB |
(Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe
güvenmek. * Varlığı nâdir olan şeyi görünce istiğrab etmek hâli. * Yabancı
kadın taifesiyle beraber oturmak ve konuşmaktan pek hoşlanan.(Arkadaş! Ye'se
düşen adam, azabdan kurtulmak için istinad edecek bir noktayı aramaya başlar.
Bakar ki, bir miktar hasenât ve kemâlâtı var, hemen o kemâlâtına bel bağlar.
Güvenerek der ki: "Bu kemalât beni kurtarır, yeter" diye bir derece
rahat eder. Halbuki a'mâle güvenmek ucubdur. İnsanı dalâlete atar. Çünkü
insanın yaptığı kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara
güvenemez. Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü, kendisinin
eser-i san'atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lekita olarak temellük de
etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan
almış değildir. Ancak, o vücut havi olduğu garip san'at, acip nakışların
şehadetiyle, bir Sani-i Hâkim'in dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir
hane olup, insan o hanede emâneten oturur. O vücudda yapılan binlerce tasarrufattan
ancak bir tane insana aittir. M.N.) |
UCB-ÜZ ZENEB |
(Bak: Acb-üz-zeneb) |
UCBE |
Acaib ve şaşılacak şey. |
UCCAB |
(C.: Eâcib) Şaşırıp taaccüp edecek nesne. |
UCCET |
Kaygana aşı. |
UCD |
Atın kuvvetli olması. |
UCFET |
Kuru üzüm çekirdeği. |
UCLE |
Acele ile ve çabuk yapılan iş. |
UCM |
Araptan gayrisi. Arap milletinden olmayanlar. * (Acmâ. C.) Dilinde
tutukluk olanlar. |
UCME |
Dil tutukluğu. Tutuk tutuk kekeliyerek konuşma. * Acemlik. |
UCRE |
(C.: Ucer) Ağaç boğumu. * Düğme. * Bedenin tomur kabaran yeri.
* Ayıp. |
UCRUF |
(C.: Acârif) Uzun ayaklı karınca. |
U'CUBE |
Taaccüb olunacak şey. Ucube. Pek acib ve garib olan. * Hayret edilecek
derecede olan isti'dad. |
U'CUBE-İ HİLKAT |
Yaratılıştan insanlara hayret verici olan. Şaşılacak, hayrete düşülecek
hilkat garibesi. |
UÇBEYİ |
Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta
çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları
devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri artar, neticede müstakil devlet
olarak ortaya çıkanlar olurdu. Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayet Osmanlılar
bu şekilde müstakil bir devlet olarak meydana gelmişlerdir. (O.T.D.S.) |
UD |
Meşhur bir sazın adı. * Bir hoş kokulu buhur. * Ağaç parçası. *
Budak. |
UDAL |
Katı, şiddetli. * Pek zor. * Ağır hastalık. |
UDAT |
Düşman. |
UDDET |
Gelecek zamanın hâdiseleri için, darlığa düşmemek için mal ve silâh
gibi şeylerde hazırlık. Mühim levâzımat. * İstidad. * Gençlerin yüzlerinde
çıkan sivilce. |
UDHİY |
Deve kuşu yumurtası. |
UDHİYE |
Cenab-ı Hakk'ın rızası için kurban niyetiyle kesilen hayvan. |
UDHUKE |
Gülünç şeyler. Komedi. |
UDHUKEPERDÂZ |
f. Güldürücü, komik. |
UDİ |
İnce taştan kapak. |
UDİKA |
Demir çengel. |
UD'İYYE |
(C.: Eda'i) Mesel, hikâyat. * Bilmece, yanıltmaç. |
UDLET |
(C.: Uzul) Zahmet, meşakkat. * şiddet. |
UDLUL |
Doğru yoldan sapma. İslâmiyetten ayrılma, sapıtma. |
UDM |
Ekmek katığı. |
UDME |
Buğday renklilik. * Beyazı çok olan deve. |
UDMUS |
Karanlık. |
UDRE(T) |
Yel inip hayası büyümek. |
UDRİC |
Sarı kaftan. * Hızlı ve çok yürüyen at. |
UDTUMME |
Kişinin aslı. |
UDUBE |
Keskinlik. |
UDUL |
Yoldan çıkma, dönme, sapma. * Vazgeçme. * (Âdil. C.) Âdiller, âdil
olanlar. |
UDVA' |
Kuru, sert yer. * Üzerine oturulduğunda rahat olmayan yer. * Evin
uzak olması. |
UDVAN |
Düşmanlık, haksızlık, zulüm. |
UFAFE |
Memede kalan süt artığı. |
UFAT |
Haramdan nefsini koruyanlar. |
UFAVE |
Çorbanın sonu. |
UFAZE |
Pamuk kozası. * Yüksek yer. |
UFFARE |
Her nesnenin evveli. * Katılık. * Şiddet. |
UFFE |
Bir deniz hayvanı. * Davarın emziğinde kalan süt bakiyesi. |
UFK |
Kıyı, kenar. * Rüzgârın estiği cihetler. * Ufuk. Gökle yerin birleşmiş
gibi göründüğü yer. Görüşümüzün nihayetindeki yerler. * Mc: Görüş ve düşünüş
derecesi. |
UFKA |
İnce deri. * Sünnet edilen deri. |
UFKÎ |
Ufka ait. Ufka dair ve müteallik. * Yatık düzlük. Yatay. |
UFRE |
Başın ortasında olan saç. |
UFUC |
(C.: Afâc) Vurmak. * Göden bağırsağı denilen bağırsak. |
UFUL |
Gurub, batış. Gözden kayboluş. Görünmez olmak. * Mc: Ölmek. |
UFUNET |
Çıban veya yaranın çürüyüp fena kokması. * İltihab. * Her hangi
bir maddenin çürümesinden hasıl olan pis koku, çürük kokusu. * Sıkıntı veren
manevî ağırlık. |
UFURE |
Üzerinde her ne varsa yenilip hiç bir şey kalmayan yer. |
UFUSA |
Kekrelik. |
UGEYLİME |
Küçük oğlan çocukları. |
UGLUTA |
(C.: Uglulât - Egalit) Bilmece, bulmaca, yanıltmaca. |
UGNİYE |
Şarkılar, ilâhiler. Teganni edilen sözler. |
UGNİYYE |
(C.: Egâni) Ahenk. |
UGTUBE |
Azar, tekdir. |
UGVİYYE |
Belâ. Zahmet. Musibet. |
UHAH |
Susuzluk. * Galiz, kaba, yoğun. |
UHBUŞE |
Türlü kabilelerden meydana gelen topluluk. |
UHCİYYE |
Bilmece, bulmaca, yanıltmaca. |
UHCÜVVE |
Bulmaca, yanıltmaca, bilmece. |
UHDE |
Bir işi üzerine alma. Söz verme. * Ahidnâme. Bir kimsenin üstünde
olan iş veya şey. * Mes'uliyet hududu. * Ric'at ve taalluk dâiresi. * Becerme,
yapma. * Mes'uliyet, sorumluluk. |
UHDUD |
(C.: Ahâdid) Çukur. * Uzun hat. * Yeryüzündeki uzun yarık ve çatlak.
* Hendek. * Kamçı vurulmasından vücutta hâsıl olan yara ve iz. |
UHDUSE |
Hayret edilecek derecede uydurma haber. * Haber verilen nesne. |
UHFUK |
(C.: Ehâfik) Yer yarığı. |
UHKUK |
Yarık, hendek. |
UHNE |
(C.: Ühan) Kin tutmak. |
UHRA |
Sâir, diğer, başka. Ahir, gayr, son, sonra. |
UHRE |
Bir şeyin sonu. |
UHREVÎ |
Âhirete dair, âhiretle alâkalı. Öteki dünyaya ait. |
UHRUN |
f. Doğurmayan, kısır kadın veya hayvan. |
UHT |
(C.: Ahavât) Kızkardeş. |
UHTEYN |
İki kızkardeş. |
UHUD |
(Ahd. C.) Ahidler, yeminler, peymanlar, anlaşmalar, sözleşmeler. |
UHUD-İ ATİKA |
Eski anlaşmalar. |
UHUD-U MER'İYE |
Yürürlükteki anlaşmalar. |
UHUD MUHAREBESİ |
Uhud, Medine-i Münevvere'nin bir mil kuzeyinde kırmızı bir dağ
olup, Hz. Peygamberimizin (A.S.M.) ashâbıyla Kureyşliler arasında vuku bulmuş
olan Uhud Gazasıyla meşhurdur.Uhud gazası, hicretten 2 sene 6 ay 7 gün sonra
olmuştur. Bunun zahirî sebebi: Daha evvel yapılmış olan Bedir Gazasında
Kureyşliler mağlub olduklarından, Kureyşlilerden Bedir Gazasında akrabaları
öldürülmüş olan bazı kişiler Ebu Süfyan'a giderek harp teklifinde bulunmuşlardı.
Ebu Süfyan, kendi kumandası altında Kureyş müşriklerinden ve Kenane ve Tehâme'den
üçbin ikiyüz kişi kadar alarak karısı Hind ve diğer bazı kadınlarla birlikte
Medine'ye doğru hareket edip Uhud Dağı'na gelmişlerdi. Hz. Resulullah (A.S.M.)
Efendimiz, bunların önüne çıkmak fikrinde bulunmayıp, şehre girdiklerinde
müdafaa yapmayı teklif etmişse de, bazı ashabın ısrarı üzerine muharebeye
çıkmağa karar vermişlerdi. Hz. Peygamber (A.S.M.) sahabeden 700 kişiyle
küffâra karşı çıktı. Muharebede müslümanlar bazan galip, bazan mağlub olarak
Peygamberimizin amcası. Hz. Hamza ile birlikte 70 sahabe şehid olmuştu.
Hatta Peygamberimizin de dişi kırılmış, yüzü ve dudağı yaralanmıştı.(Mühim
bir sual: Fahr-ül-Âlemîn ve Habib-i Rabb-ül-Âlemîn Hazret-i Resul-ü Ekrem
Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Sahabelerinin, müşrikîne karşı Uhud'un nihayetinde
ve Huneyn'in bidayetinde mağlubiyetinin hikmeti nedir?Elcevab: Müşrikler
içinde o zamanda saff-ı Sahabede bulunan ekâbir-i Sahabeye istikbalde mukabil
gelecek Hazret-i Halid gibi çok zatlar bulunduğundan, şanlı ve şerefli olan
istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, hikmet-i
İlahiyye, hasenat-ı istikbaliyelerinin bir mükâfat-ı muaccelesi olarak mazide
onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış. Demek mazideki Sahabeler,
müstakbeldeki Sahabelere karşı mağlup olmuşlar. Tâ o müstakbel Sahabeler,
berk-i süyuf korkusuyla değil, belki bârika-i hakikat şevkiyle İslâmiyete
girsin ve o şehâmet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin. L.) (Bak: Huneyn) |
UHUVVET |
Kardeşlik. Din kardeşliği. Samimi dostluk. |
UHUVVET-İ EFKÂR |
Fikir kardeşliği. |
UHUVVETKÂR |
f. Kardeş gibi davranan. Kardeş gibi muâmelede bulunan. |
UHUVVETKÂRANE |
f. Kardeşçesine, kardeş gibi olarak. Birlik, beraberlik ve karşılıklı
sevgi ile.(Uhuvvetin sırrı: Şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip, onların
nefislerini kendi nefsine tercih etmek. L.)(Her ikinizin, Hâlikınız bir,
Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir... Bir bir, bine kadar bir bir.
Hem Peygamberiniz bir, Dininiz bir, Kıbleniz bir.. Bir bir yüze kadar bir
bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir... Ona kadar bir
bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet
ve uhuvveti iktiza ettiği; ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlıyacak mânevi
zincirler bulundukları hâlde; şikak ve nifaka, kin ve adâvete sebebiyet
veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü'mine
karşı hakiki adâvet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir
hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münâsebât-ı
uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i'tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise
aklın sönmemiş ise anlarsın! M.) |
UHUZ |
Göz ağrısı. |
UHZ |
Sihir, efsun. |
UKAB |
Duman, toz. |
UKAB |
(C.: Ukbân-Ekub) Tavşancıl kuşu. |
UKABEYN |
İşkence veya asmak için dikilen iki tane dar ağacı. * Kovayı muhafaza
etmek için kuyu içinde olan yumru taş. * Kuyu duvarı arasına koyulan saksı
parçası. * Havuz içinde akan suyun yolu. * Büyük ilim. |
UKAD |
(Ukde. C.) Düğümler, bezler, şişlikler. Boyun, koltuk altı ve kasıkta
bulunan guddeler. |
UKAD-I HAYATİYE |
Can alıcı noktalar, hayat düğümleri. Bir şeyi meydana getiren aslî
rükünler. |
UKALA |
(Âkıl. C.) Akıllılar. * Halk dilinde: Akıllılık iddia edenler. |
UKAM |
Çok sert. Pek şiddetli. |
UKAMA' |
(Akîm. C.) Kısırlar. Zürriyeti olmayanlar. |
UKAMİS |
Çok. |
UKAR |
şarap. * Lüks mobilya. |
UKAS |
Bir cins ot. * "Kesmek" mânâsına mastardır. |
UKAYKAN |
Karınca. |
UKAZ |
Mekke-i Mükerreme yakınındaki bir pazar adı. |
UKBA |
Âhiret, öbür dünya, bâki olan âlem. * Ceza. |
UKBA-İ FERDA |
f. Gelecek olan âhiret. Yarınki devir. |
UKBE |
Nöbet. * Çorba bakiyyesi. |
UKBE BİN AMİR BİN KAYS EL-CÜHENÎ (R.A.) |
Ashab-ı Kiramın mümtaz fakihlerinden ve Kur'an-ı Kerim'i ezberleyip
yazanlardandır. 55 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Mısır Valiliğinde bulunmuş
ve orada Hicri 58 tarihinde vefat etmiştir. |
UKD |
Düğüm. * Yoğun. * Gazap, hiddet. * Sâkin olmak. |
UKDE |
Düğüm, bağ. * Karışık ve müşkil iş. Zorluk, zor iş. Vâlilik ve
halifelik için akdolunan biat. * Ağaçlık yer. * Pelteklik, kekemelik. *
Arzu edip de ulaşamadığından dolayı içe dert olan şey. |
UKDE-İ HAYAT |
f. Hayat düğümü. (Çekirdek gibi) |
UKDE-İ LİSAN |
f. Kekelemek. |
UKDEGİR |
f. Müşkil, zor. * Şüpheli. * Düğümlü. |
UKDEGÜŞA |
f. Müşkilleri yenen. |
UKDEVÎ |
Düğüm biçiminde olan. Ukde ile alâkalı. |
UKHUVAN |
Papatya. |
UKIYYE |
(Bak: Okiyye) |
UKKAŞE BİN EL-MİHSAN EL-ESDÎ (R.A.) |
Efâdıl-ı Sahabeden ve kahramanlardan olup hususan Bedir muharebesinde
ve Hazret-i Ebu Bekir (R.A.) devrinde mürtedlerle olan muharebede yararlıklar
göstermiştir. Peygamberimizin vefat tarihinde 44 yaşlarında idi. |
UKKAZE |
(C.: Akâkiz) Ucu demirli sopa. |
UKKE |
Tulum, deriden yapılan kap. |
UKLE |
Bağlamak. * Hile edip aldatmak. |
UKLUM |
Kuvvetli deve. |
UKM |
Kısırlık. * Verimsizlik. |
UKNE |
Taş oda veya kulübe, kümes. |
UKNE |
(C.: Uknâ-Akân-Uknât) Karın büklümü. (Şişmanlık ve semizlikten
olur.) |
UKNUM |
(C.: Ekanim) Asıl. |
UKR |
Kısırlık. * Kısır olan kadının veya dişi hayvanın hali. * Mc: Netice
alamama. |
UKRE |
Kısır. Doğurmayan kadın veya hayvan. |
UKRUBAN |
Akrebin erkeği. |
UKSUME |
(C.: Ekasim) Nasib, kısmet. Hisse, pay. |
UKTUA |
Alâkayı kesmek gayesiyle gönderilen şey. İlgiyi kesmek üzere verilen
şey. |
UKUB |
Her nesnenin sonu. |
UKUB |
Toz. * Çömlek kaynaması. * Kalabalık. |
UKUBAT |
(Ukubet. C.) Cezalar. İşkenceler, eziyetler. * Kısas ve şahsî cezalar. |
UKUBET |
(C.: Ukubât) İşkence, azab, eziyet. * Ceza. |
UKUD |
(Akid. C.) Akidler. Şartlar, bağlar. İki tarafça kabul edilen şeyler. |
UKUD SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in beşinci suresi olan Mâide Suresinin diğer bir
ismi. |
UKUK |
Anaya babaya itaatsizlik ve hürmetsizlik etmek. Zorbalık, tanımamak,
âsi olmak. |
UKUL |
(Akıl. C.) Akıllar. |
UKUL-U AŞERE |
(Bak: Akl-ı evvel) |
UKUNNE |
(C.: Ukun) Taştan yapılmış nesne. |
UKUS |
(Aks. C.) Akisler, yankılar, çarpmalar. |
UKUSA |
Berklik, muhkemlik, sağlamlık, sertlik. |
UKVE |
Kuyruk dibi. |
ULA |
Birinci, ilk, evvel. * Eskiden vezirlikten sonra gelen sivil rütbe. |
ULA |
Şanlı, şerefli kimse. |
ULALE |
Süt bakiyyesi. * Her nesnenin bakiyyesi, artığı. |
ULASE |
Yağ. Birbirine karışmış olan iki şey. |
ULAT |
Demir örs. * Üstünde keş kurutulan taş. |
ULBARİ |
Bir ot cinsi. |
ULBE |
(C.: Uleb-İlâb) Fıçı. * Büyük kutu. * Sandık. |
ULCUM |
(C: Alâcim) Erkek kurbağa. * Dağ keçisinin erkeği. * Deve kuşu.
* Sağlam ve dayanıklı deve. * Çok su. * Gece karanlığı. |
ULEB |
(Ulbe. C.) Fıçılar. * Büyük kutular. * Sandıklar. |
ULEBİT |
Yoğun ve büyük nesne. * Koyun sürüsü. |
ULEMA |
(Âlim. C.) Âlimler. Osmanlı devrinde yüksek ilim ve fıkıh âlimleri.
İlmiye mensubları. |
ULEMA-İ ÂMİLÎN |
İlmine ve bilgisine göre amel eden, ilmini tatbik eden âlimler. |
ULEMA-İ BÂTIN |
Şeriatın, zâhir ve hükümlerinden daha çok, mânâ ve esrarını bilen
âlimler.(Ulema-i zâhir ve bâtının Tâbiîn zamanında en büyük reisi ve İmam-ı
Ali'nin mühim ve sadık bir şakirdi olan Hasan-ı Basri... M.) |
ULEMA-İ İLM-İ HURUF |
Kur'anın bir harfinden, bir sahife kadar esrar bulduklarını söyleyen
ve dâvalarını, o fennin ehline isbat edenler. |
ULEMA-İ RÂSİHÎN |
Hak ve hakikat ilminde meleke kazanmış âlimler. |
ULEMA-İ RÜSUM |
Resmî, merasim âlimleri. Kendileri resmen âlim bilinen fakat hakiki
âlim olmayan kimseler. (Zâhirî ulema da denir.) |
ULEMA-İ ZÂHİR |
Kur'an-ı Kerimin zâhir mânâsına göre hakikatları değerlendiren
âlimler. Şeriatın mâna ve esrarından daha çok, zâhirini ve hükümlerini bilen
âlimler. |
ULEMA-ÜS SÛ' |
Kötü âlimler. Dünya için âhiretini unutan âlimler. Dünyayı dine
tercih eden âlimler. Menfaat için hakikatı örten âlimler. |
ULGUZE |
Bilmece, bulmaca, yanıltmaca. |
ULİ |
Sâhib. Ehil. |
ULK |
şarap. |
ULKA |
Kahvaltı. * Az nesne. * Küçük çocuklara yapılan elbise. |
ULKUM |
(C.: Alâkım) Çok karanlık gece. * Pek sağlam deve. |
ULLAME |
Kına. |
ULLEF |
Muz. |
ULLİYYE |
(İlliyye) Yüksek tabaka. En yüksek. En şerefli. * Çardak. |
ULTA |
Gerdanlık. * Kadınların süs olarak yüzlerine çektikleri siyah çizgi. |
ULUF |
(Elf. C.) Binler, bin sayıları. * Ülfet ve ünsiyete ziyade meyyal
ve alışkan olan. |
ULUFE |
Yeniçerilere ve sipahilere dağıtılan maaş. * Bir nevi hayvan yemi. |
ULUFE-HÂR |
(C.: Ulufehârân) Ulufesi olan, ulufeci. |
ULUHİYET |
İlâhlık. * Allah'ın kâinattaki tasarruf ve hâkimiyeti ile herşeyi
kendisine ibadet ve itaat ettirmesi. |
ULUHİYET-İ MUTLAKA |
Kayıt altında olmayan, mutlak uluhiyet. Ancak bir tek İlâhın mâbud
oluşu.(Evet, nev'-i beşerin her taifesi birer nevi ibadetle fıtrî gibi meşgul
olması ve sair zihayatın belki cemâdâtın dahi fıtrî hizmetleri birer nevi
ibadet hükmünde bulunması ve kâinatta maddî ve manevî bütün nimetlerin ve
ihsanların herbiri bir Ma'budiyet tarafından hamd ve ibadeti yaptıran perestişe
ve şükre birer vesile olmaları ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhât-ı
gaybiye ve tezahürat-ı maneviyenin, bir tek İlâhın ma'budiyetini ilân etmeleri;
elbette ve bedahetle bir uluhiyyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hüküm-ferma
olduğunu isbat ederler. Ş.) |
ULUHİYET-İ SÂRİYE VE HAYAT-I SÂRİYE |
Vahdet-ül vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî
sıfatların ve hayatiyetin eşyaya sirayet etmesi, yani tecelli etmesi mânasında
olan bu tabirlerden, ehil olmayanlar; Allah'ın tecessümünü veya eşyaya hulûl'ünü
veya eşya ile ittihad ve ittisal'ini zu'metmek gibi bâtıl vehimlere düştüler.Bu
mes'eleye dair Mesnevi-i Nuriye'den nakledeceğimiz veciz bir paragraftan
bu tabirler daha iyi anlaşılabilir:"Evet, delil içinde neticeyi görmek,
âlemde sânii müşahede etmek, tarîk-ı istigrakkârane cihetiyle cedavil-i
ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlâhiyeyi; ve melekutiyet-i eşyada sereyan-ı
füyuzatı; ve meraya-yı mevcudatta tecelli-i esma ve sıfâtı yalnız zevken
anlaşılır birer hakikat iken dîk-i elfaz sebebiyle, uluhiyet-i sariye ve
hayat-ı sariye tabir ettiler.Ehl-i fikir, o hakaik-ı zevkiyeyi nazarın mekayisine
sıkıştırdığından, çok evham-ı bâtılaya menşe' oldu." |
UL'UL |
Göğüs altında ve karın üzerinde dile benzer bir kemik. * Çekik
kuşunun erkeği. |
UL'UL |
Yaramazlık. * Çağırmak. * Budak. |
ULUM |
(İlm. C.) İlimler, bilgiler. |
ULUM-U ÂLİYE |
(Âlet. den) Âlet ilimleri. (Gramer, sarf, nahiv, belâgat ve mantık
gibi.)(Ulum-u medarisin tedennisine ve mecrayı tabiiden çevrilmesine bir
sebeb-i mühim budur: Ulum-u âliye $ maksud-u bizzat sırasına geçtiğinden,
ulum-u âliye $ mühmel kaldığı gibi, libas-ı mânâ hükmünde olan ibare-i Arabiyenin
halli, ezhanı zaptederek, asıl maksud olan ilim ise tebeî kalmakla beraber
ibareleri bir derece mebzul olan ve silsile-i tahsile resmen geçen kitaplar;
evkat, efkârı kendine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir. R.N.) |
ULUM-U ÂLİYE |
Dinden bahseden ilimler. (Tefsir, kıraat, hadis, marifetullah,
fıkıh, kelâm, ahlâk bilgileri gibi.) |
ULUM-U BEDİHİYYÂT |
Delil ve isbatına lüzum görülmeyip kolaylıkla bilinen ilimler.
(Bak: Kaziye-i bedihiyye) |
ULUM-U BEDİİYE |
(Bak: İlm-i bedi') |
ULUM-U HAFİYE |
Gizli ilimler. Ancak veraset-i Nübüvvet muhakkiklerince veya bir
kısım hakikatların esrarına vakıf âlimlerce bilinen ilimler.(İlm-i Cifrin
mühim bir düsturu ve ulum-u hafiyyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı
gaybiyye-i Kur'aniyyenin mühim bir miftahı tevafuktur. M.) |
ULUM-U KEVNİYE |
Kâinatın ilmi. Yaratılışa dair olan ilimler. |
ULUM-U MÜTEÂREFE |
Herkesin bildiği ve tanınmış olan ilimler. |
ULUM-U NAKLİYE |
Hadis, tefsir, fıkıh gibi ve mukaddes kitaplardan nakil olunan
ve rivâyet üzerine kurulmuş olan ilimler. |
ULUM-U NAZARİYE |
Yalnız görüş halinde kalmış, tatbikata konulmamış ilimler, teoriler. |
ULUM-U SİYASİYE |
Siyasî ilimler. |
ULUM-U ŞETTÂ |
Dağınık bilgiler, çeşit çeşit ilimler. |
U'LUME |
(C.: Eâlim) Alâmet, işaret, nişan. |
ULÜ |
Sahipler. Bir şeyin ehli olanlar. |
ULÜ-L AZM |
Kat'i azim sahibi, ciddiyet, sabır, sebat sahibi büyük zâtlar,
hususan peygamberler (Aleyhimüsselâm). Başta Hz. Muhammed (A.S.M.), İsa,
Musa, İbrahim, Nuh (A.S.).(Kur'an-ı Hakîm ehl-i şuura imamdır. Cin ve inse
mürşiddir. Ehl-i kemale rehberdir. Ehl-i hakikata muallimdir. Öyle ise,
beşerin muhaveratı ve üslubu tarzında olmak zaruri ve kat'idir. Çünkü, cin
ve ins münacâtını ondan alıyor. Duâsını ondan öğreniyor. Mesailini onun
lisaniyle zikrediyor. Edeb-i muaşeretini ondan taallüm ediyor ve hakeza.
Herkes onu merci' yapıyor. Öyle ise eğer Hz. Musa'nın (A.S.) Tur-i Sina'da
işittiği kelâmullah tarzında olsa idi; beşer bunu dinlemekte ve işitmekte
tahammül edemezdi ve merci' edemezdi. Hz. Musa (A.S.) gibi bir ulü-l azm
ancak birkaç kelâmı işitmeğe tahammül etmiştir. S.) |
ULÜ-L EBSAR |
Basiret sâhibleri. |
ULÜ-L ELBAB |
Akıl sâhibleri. Düşünebilenler. Akl-ı selim sahibleri. |
ULÜ-L EMR |
Müslümanları şeriat nâmına idare eden (Halife, kadı, İslâm reisi,
pâdişah, sultan, reis-i cumhur, reis, müdür gibi) zâtlar. |
ULÜ-N NÜHA |
Akıllı kimseler. |
ULÜF |
(Ulûfe. C.) Yemler, ulufeler. * Yeniçeri maaşları. |
ULÜVV |
Büyüklük, yükseklik. * Bir şeyin yukarısına çıkma. * Şan, şeref
ve kadr sahibi olma. |
ULÜVV-Ü CENABLIK |
Âlî cenablık. * Kerem ve cömertlik sâhibi ve faziletli olmak. Büyüklük. |
ULÜVV-Ü HİMMET |
Yüksek himmetlilik, gayret ve himmeti çok olmak. (Bak: Himmet) |
ULÜVV-Ü ŞAN |
Şânı şerefi büyük. Yüksek şeref. |
ULVAN |
Mektup ve yazı başlığı. * Övünme, tefahur. |
ULVİ |
(Ulviye) Yüksek, yüce. * Manevî ve göğe mensub. |
ULVİYET |
Ulvilik, yücelik, yükseklik, ululuk. |
ULYA |
(Müe.) Pek büyük, pek yüce, daha yüksek. Çok yüksek olan. |
UMALE |
Bir işçinin, işi karşılığında aldığı ücret. |
UMDE |
İnanılacak şey. * Prensip, temel fikir. * Dostluk. Güvenilecek
yer veya kimse. * Kavim veya kabilenin muteber ve mu'temedi olan. Reis.
Serasker. |
UMK |
Derinlik. Dibi derin. * Kuyu veya denizin derinliği. |
UMKAN |
Derinliğine. |
UMMAL |
(Âmil. C.) İdare âmirleri. Valiler. Tahsildarlar. |
UMMAN |
Büyük deniz. Okyanus. * Hindistan ile Arabistan arasındaki büyük
deniz. |
UMRA |
Bir kimsenin mülkünü bir kimseye "Ömrüm oldukça veya senin
ömrün oldukça sana i'tâ ettim, ölsen yine benim olsun" demesi. |
UMRAN |
İmar ile şenlendirilmiş olan. Bayındırlaşmak. Medenilik. Saâdet.
Mutluluk. |
UMRE |
Ziyâret. Hac mevsimi dışında Kâbe'yi ve Mekke ve Medine'deki mukaddes
yerleri ziyaret etmek. Ist: Kâbe-i Muazzama'yı tavaftan ve Safâ ile Merve
denilen iki mukaddes mevki arasında sa'yetmekten ibarettir. Farz olan hacca
Hacc-ı Ekber denildiği gibi, Umreye de Hacc-ı Asgar denilir. Cuma gününe
tevafuk eden hacca da Hacc-ı Ekber denilir. |
UMRE-İ NEBEVÎ |
Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, hac farz olmadan evvelki haccı. |
UMUD |
(Amud. C.) Direkler. Sütunlar. * Mc: Seyyidler. Askerî elçiler. |
UMUHET |
Yapılacak işte tereddüt gösterme, tutulacak yolda duraklama. |
UMUM |
Umumi olmak. Hep, bütün, cümle, herkes. |
UM'UME |
İnsan topluluğu. |
UMUMEN |
Bütün, hep. |
UMUMET |
Amcalık. Amca akrabalığı. |
UMUMÎ |
Herkesle alâkalı, herkese dâir. |
UMUMİYET |
Bir şeyin herkese âit olması. Umumilik. |
UMUMİYETLE |
Umumi olarak. Genel olarak. |
UMUR |
(Emir. C.) Emirler. İşler. Hususlar. Maddeler.(Mühim ve büyük bir
umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle
çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı, ihlâs kuvvetine dayanmak
gerektir. L.) |
UMUR-U ASKERİYE |
Askerlik işleri. |
UMUR-U DÜNYEVİYYE |
Dünya işleri. Dünyaya ait işler. |
UMUR-U GAYBİYE |
Gaybi olan ve hissiyâtımızla bilinmeyen işler. Geçmiş zamana yahut
geleceğe dâir olan ve hazırda mevcut olmayan işler. |
UMUR-U HASİSE |
Çirkin ve kötü işler. |
UMUR-U İZÂFİYE |
Birbirisiz olmayan ve birbirine nisbet ve mukayese ile anlaşılan
vasıflar. (Meselâ: Karanlık olmasa, aydınlığın bilinmemesi gibi) |
UMUR-U MÜTENASİBE |
Aralarında uygunluk ve münasebet bulunan şeyler. |
UMUR-U MÜTEZADDE |
Aralarında uygunluk olmayan birbirine zıt şeyler. |
UMURAŞNA |
(Umur-âşnâ) f. İşten anlar, işbilir. |
UMURAT |
(Umre. C.) Umreler. Hac mevsiminin haricinde Kâbe'yi ve Mekke-i
Mükerreme'nin mübarek yerlerini ziyaret etmeler. |
UMURDİDE |
(C.: Umurdidegân) f. İş görmüş, işten anlar ve tecrübeli kimse. |
UMYA |
(Bak: Amya) |
UMYAN |
(A'mâ. C.) A'mâlar, körler. |
UMYE |
Azgın ve sapkın olmak. * Husumet ve inat etmek. |
UNAB |
Büyük burun. * Akıl. * Karın. |
UNAT |
(Ani. C.) Esirler. * Adi, bayağı ve aşağılık kimseler. |
UNAYİL |
(C.: Anâyil) Berk, metin, sağlam, dayanıklı, muhkem. |
UNCUD |
Çekirdeği çıkmış üzüm. |
UNF |
Kabalık. Sertlik. Cebir ve zor. |
UNFEN |
şiddetle, sertlikle. Zor kullanarak. |
UNFÎ |
(Unfiyye) Sert, şiddetli, kaba. |
UNFUS |
Edepsiz ve hayâsız kadın. |
UNFUVAN |
Gençlik ve güzelliğin başlangıcı, en parlak zamanı. * Parlaklık,
tazelik. |
UNFUVAN-I ŞEBAB |
Gençlik çağı, tazelik. |
UNK |
Boyun, gerdanlık, gerdan. |
UNKUD |
Salkım. |
UNSUL |
Ada soğanı. |
UNSUR |
Kimyevî maddeden her biri. Mürekkeb cisimlerde bulunan basit maddelerin
her birisi. * Umumdan ayrılan kısım. * Tam olan şeyin her bir parçaları.
* Madde, esas, kök. Element. |
UNSURİYET |
Irkçılık. Bir kavmi veya kendi soyunu daha şerefli sayarak diğer
insanları hakir görmek. Menfî milliyetçilik.(Cây-ı dikkat bir hal: Türk
milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her
tarafında olan Türkler ise müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı
müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa müslümandır.
Müslümanlıktan çıkan ve müslüman olmayan Türkler Türklükten dahi çıkmışlardır
-Macarlar gibi-. Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-i
müslim var. M.) |
UNSUT |
Kıldan bükülme ip. |
UNUŞE |
Refah, huzur, rahatlık. * Adâlet. Merhamet. * Şarap. * Beğenme. |
UNV |
Alçaklık. * Alçak gönüllülük, tevâzu etmek. |
UNVE |
Zor, kuvvet gösterme. |
UNVETEN |
Cebren, zorla, kuvvet göstererek. |
UNZUB |
(C.: Anâzıb) Erkek çekirge. |
UNZUBA' |
Çekirge olan yer. |
UNZUR |
Bak, gör (Meâlinde emir). |
UNZUVAN |
Herze ve hezeyan söyleyen kimse. * Bir ot. |
UNZUVANE |
Dişi çekirge. |
UR |
Önünde hendek olan istihkâm. Yüksek ve müstahkem yer, toprak tabya.
Burç. |
UR |
Tek gözlüler. * Silâhsız, mühimmatsız olanlar. |
URA |
Çıplaklık. |
URA' |
İlmek yapmak. |
URA'IR |
(C.: Arâır) Semiz etli deve. * Şerefli adam. * Kavmin reisi. |
URAM |
Eti soyulmuş kemik. * Çokluk. * Kötü ahlâk. * Şiddetli muhâlefet.
* Çocuğun edepsizlik yapması. |
URAME |
Hiddet. * şiddetli muhalefet. * Kötü ahlâk. * Edepsizlik etmek. |
URAT |
(Uryan. C.) Elbisesi olmayanlar. Çıplaklar, uryanlar. |
URAZA |
Misafire çıkarılan yiyecek. * Hediye, armağan. |
URB |
Şiddetli akıcı çay. * Ferah, sevinç, neşat. |
URBA |
(Aslı dır.) İtl. Esvab, elbise. * Arabçada: Ukde, köstek, büklüm,
düğüm. * Zekâvet. * Mekir, hile. |
URBAN |
Çöl arabaları. * Aşiretler. |
URBUN |
Müşterinin bâyie verdiği pey. |
URCA |
Bir nesnenin üzerine durmak veya üstüne çıkmak. |
URCAN |
(A'rec. C.) Topallar. |
URCUN |
Kurumuş hurma dalı. Ay gibi eğilen dal. Hurma salkımının dalı. |
UREFA |
(Ârif. C.) İrfan sâhibi kimseler. (Bak: İrfan) |
URF |
(C.: A'râf) At yelesi. * Horuz ibiği. * Âdet. * Cennet ile Cehennem
arasında bir makam. * İhsan. |
URGAN |
t. İp. Halat. |
URGUN |
t. Vurgun, âşık. |
URRAK |
Kabuğu soyulmuş ağaç. * Eti gitmiş kemik. |
URRET |
Uyuz hastalığı. |
URRET |
(C.: Urr) Devenin dudaklarında ve ayaklarında çıkan bir çıban.
* Ulaşmak, varmak. * Kuş tersi. |
URS |
(Urus) Düğün yemeği. |
URŞ |
Boğazın iki tarafında olan iki uzun etin birisi. |
URUB |
(Arub. C.) (Bak: Arube) |
URUC |
Yukarı çıkmak. Yükselmek. |
URUC-U İSA |
Hz. İsa'nın (A.S.) göğe çıkması. |
URUK |
(Irk. C.) Irklar. * Kökler, damarlar. |
URUK-U BEŞER |
İnsan ırkları. |
URUK-U İNSANİYETKÂRANE |
f. İnsanlığa yakışır damar, kök veya huylar. |
URUK |
Kadının hayız görmesi. |
URUM |
(Urume) Alâmet, nişane. * Kök, dip. * Başın tepesi. |
URUSAT |
(Urs ve Urus. C.) Düğün yemekleri. |
URUŞ |
(Arş. C.) Gökler, arşlar. Tavanlar. |
URUZ |
(A'raz. C.) Fık: Nakit para, hayvan ve yenecek şeylerden olmayıp,
kitap, manifatura eşyası, kumaş gibi mallar. |
URUZ |
Zâhir olmak, görünmek. * Gelme, ârız olma. * (Arz. C.) Bildirmeler,
keyfiyetler. |
URVA |
Sıtma. Sıtmaya tutulma. |
URVE |
(C.: Urâ) Düğme iliği. * Yazda ve kışta yaprağı dökülmeyen ağaç.
* Daima bâki olan nesne. * Arslan. Kudretten kinaye olur. * Kulp. Yapışacak
sap. Tutacak yer. |
URVET-ÜL VÜSKA |
Sağlam kulp. Metin ve muhkem olan tutulacak şey. * İslâmiyet. *
Kur'an-ı Kerim. |
URYAN |
Çıplak. |
URYANİ |
Çıplaklık. * Bir cins erik. |
URYE |
Ari olmak. Çıplak olmak. |
URZ |
Mania, engel. Açıktan hedef gibi bir şeye mâruz olup duran. * Hâcet,
ihtiyaç. * Taraf, nâhiye, cânip. * Vasat, orta. |
URZA |
Hedef. |
US |
(C.: İsâs) Büyük kadeh. |
USAFE |
Buğday sapından düşen parça. |
USAM |
Pire. |
USAS |
Çok kıl. |
USARE |
Vücud bezlerinden akan faydalı su. Sıkılmış şeylerden çıkan su.
Öz su. |
USARE-İ İNEB |
Üzüm suyu. Şıra. |
USARE-İ MİDEVİYE |
Mide suyu, mide salgısı. |
USAT |
(Asi. C.) Asiler, zorbalar, itaat etmeyenler. * Günahkârlar. |
USBE |
Cemaat. İnsanlar. Atlılar. Atlar veya kuşlardan cemaat. |
USBUD |
Kelp aşmasından olan kurt yavrusu. |
USDE |
Kaftan altına giyilen küçük gömlek. |
USEFA |
(Asif. C.) Rençberler. Irgatlar. |
USEYBE |
(C.: Useybât) Yaprağı bir takım kısımlara ayıran liflerden herbiri.
Damar. |
USEYLE |
Bal gibi tatlı olan küçük bir şey. * Çiftleşme, cinsî münasebet. |
USFÜR |
Bir asıl boya. |
USKUL |
Hurma salkımı. |
USLUC |
(C.: Asâlic) Yeni belirmeğe başlamış ağaç budağı. |
USM |
Her nesnenin bakiyyesi, artık. |
USM |
Zeytin ağacı. |
USMUH |
Kulak. * Kulak deliği. |
USMUR |
(C.: Asâmir) Döndükçe suyu çıkarıp döken dolap gözleri. |
USNUN |
(C.: Asânin) Sakal ucu. * Her nesnenin evveli. * Devenin çenesi
altında olan uzun kıllar. |
USR |
(C.: Usur - A'sâr) Sığınacak yer. Melce'. * Dehr, zaman, devir. |
USR |
Tavşancıl kuşu. * Yalan söz. |
USR |
Güçlük, zorluk. Zor iş. * Sıkıntı. Darlık. Kıtlık. |
USR-ÜN NEFES |
Nefes darlığı. |
USRA |
Güçlük, zorluk. |
USRET |
Zorluk, güçlük. Darlık, sıkıntı. İşlemezlik. |
USRET-İ HAZM |
Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu. |
USRET-İ TENEFFÜS |
Teneffüs zorluğu, nefes darlığı. |
USRET |
Sığınacak ve kurtulacak yer. |
USSE |
Güve denilen böcek. |
USTAM |
f. Güvenilir, emin. İtimad edilir. * Altın veya gümüşten yapılmış
at eğeri. |
USTUBLE |
Üstüpü. |
USTUMME |
Her nesnenin aslı. |
USUBE |
İhâta etmek, kaplamak, içine almak. |
USUL |
(Asıl. C.) Ana, baba. Cedler. * İstinadgâh. * Râcih delil, kaide.
Asıllar, kökler, temeller. Bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lâzım
gelen esaslar. Bir hedefe ulaşmak için tutulan düzenli yol. * Tarz, metod,
tertip. |
USUL-Ü ERBAA |
(Bak: Edille-i erbaa) |
USUL-Ü FIKIH İLMİ |
Fıkıh ilmine âit bilgilerin esası ve istinadgâhı olan bir ilimdir.
Şer'i hükümlerin mufassal ve muayyen delilleri ve hikmetleri bu sayede bilinir
ve bu dini hükümler, bu muayyen ve müşahhas deliller vâsıtası ile istinbat
ve isbat olunur. Bu ilme "Hikmet-i teşriiye" de denilmiştir. |
USUL-ÜD-DİN |
(Bak: İlm-i Kelâm) |
USULİYYUN |
Fıkıh usulüyle uğraşan İslâm âlimleri. Usul-ü Fıkıh müellifleri. |
USUR |
Gözcülük etmek. |
USUR |
Asırlar. (Bak: Asr) |
US'US |
Kuyruk sokumu. |
USÜVV |
Kaba ve iri olmak. * Katı olmak. * Gece karanlık olmak. * Yakın
olmak. |
USVE |
Çoktandır taranmamış sakal. |
UŞABE |
(C.: Eşâyib) Karışık olan. * Nesebi karışık kişi. |
UŞARA |
Uzunluğu on zira' miktarı olan. |
UŞB |
(C.: A'şeb) Taze ot. |
UŞERE |
(C.: Uşur-Uşerat) Sütleğen cinsinden dikenli, yassı yapraklı ağaç. |
UŞEYYA |
(Eşyâ. dan) Küçük şeyler, eşyacıklar. |
UŞİR |
Taze çayır, taze ot. |
UŞŞ |
Kuş yuvası. |
UŞŞAK |
(Âşık. C.) Âşıklar. |
UŞVE |
Gece vakti uzaktan görünen ateş. |
UTAHİYE |
Akılsız, ahmak kimse. |
UTARİD |
Araptan bir kabile adı. * Merkür gezegeni. |
UTAŞ |
İnsana ârız olan bir hastalıktır ve hasta insanın yüreği yanar,
suyu içer, yine kanmaz. |
UTAT |
(Ati. C.) Serkeşler, âsiler. |
UTAT |
Arslan. * Bahadır er, kahraman. |
UTBUL |
(C.: Atâbil) Uzun boylu güzel kadın. |
UTEKA |
(Atik. C.) Azatlılar. Azat olmuş köle veya cariyeler. |
UTİY |
(Bak: Atiy) |
UTLE |
Boş ve muattal olmak. * Hurma salkımı. * Şahıs. |
UTM |
(Utüm) Yabani zeytin ağacı. |
UTME |
İğde gibi zeytin biçimindeki meyve. |
UTRUFE |
(Turfe. C.) Tuhaf, az bulunur. |
UTRUŞ |
Sağır. |
UTTEL |
Üzerinde ziynet eşyası olmayan kadınlar. |
UTUB |
Pamuk. |
UTUFET |
Nezaket, lütuf. şefkat. |
UTUH |
Aklı noksan olan. |
UTULL |
Soğuk, sert ve cimri insan. Câhil ve hayırdan men'eden. Galiz ve
bahil kimse. |
UTUM |
Taş duvar. Taş yapı. * Köşk, kasr. |
UTUN |
Katı şey. Şiddetli. |
UT'UT |
Yiğit. * Küçük buzağı. |
UT'UT |
Eşek sıpası. |
UTÜV |
(Atiy-Utiy) Haddini aşma, tecavüz. Kibir. Serkeşlik. * Ayaklanma.
İsyan. |
UTYE |
Pamuk parçası. * Yanmış bez parçası. |
UVA |
şiddetli ses. Avaz, sayha. |
UVERA |
(Bak: Avrâ) |
UVVAM |
Dalgıç adam. |
UVVAR |
(C.: Avâvir) Korkak adam. * Dağ kırlangıcı. |
UVZ |
Bir kimseye sığınmak. |
UYKU |
(Bak: Kaylule) |
UYUB |
(Ayıb. C.) Ayıblar, kusurlar. |
UYUN |
(Ayn. C.) Gözler. * Kaynaklar, pınarlar. |
UZAFİRE |
Katı. şiddetli, şedid. |
UZBET |
(Bak: Uzube) |
UZEMA' |
(Azim.
C.) Mevki ve şeref bakımından büyükler. |
UZEYM |
(C.: Uzeymât) Kemikcik. |
UZEYVAT |
(Uzeyve. C.) Küçük uzuvlar, uzuvcuklar. |
UZEYZA' |
Kuyruk kemiği. |
UZFUR |
Asma filizi. * Tırnak. |
UZHUL |
(C.: Azâhil) Yeyni, hafif. * Yük vurulmayan deve. |
UZİMA |
Vücutta bir organın ateşsiz ve ağrısız olarak şişmesi. |
UZLET |
Yalnızlık. İnsanlardan ayrılarak bir tarafa çekilip yalnız kalmak. |
UZLETGÂH |
f. Oturulan tenhâ yer. Yalnızlık köşesi. |
UZLETGÜZİN |
f. Tenhada yaşayan, yalnızlık köşesine çekilen. |
UZLETNİŞİN |
f. Tenha bir köşeye çekilip yalnız yaşayan. |
UZLUFE |
Kayalık. Yalçın kaya. |
UZM |
Ululanma, kibirlenme. |
UZMA |
(Müe.) Büyük. İri. * En büyük. Çok büyük. (Müz: A'zam) |
UZME |
Aşiret. * Birinin mensub olduğu âile. * Akrabâ. |
UZRET |
Önde olan saç. |
UZRİYY |
Şiddetli muhabbet. Şiddetli sevgi. |
UZTUMME |
İnsanın ırk ve nesebi. * Her şeyin aslı. |
UZUB |
Kayıp ve görünmez olmak. |
UZUBE |
(Uzbe) Bekârlık. Erginlik hâleti varken tecerrüd halinde kalmak.
Evlenmemek. |
UZUBET |
Tatlılık, şirinlik. |
UZUBET-İ LİSÂN |
Tatlı dillilik. Dil tatlılığı. |
UZUF |
Nefsi kötülüklerden ve şüphelerden menedip uzaklaştırmak. |
UZUV |
(Uzv) Bir canlının vücud yapısının kısımlarından herbiri. Azâ.
Organ. |
UZVÎ |
(Uzviye) Uzva ait. Canlı. Organik. |
UZVİYET |
Uzuv oluş. Canlılık. Canlı uzva ait. |
UZZA |
İslâmiyetten evvel câhiliyet devrinde büyük putlardan birisinin
ismi. |
UZZAB |
Zevc veya zevcesi olmayan. Bekâr. |
ÜBAB |
Şiddetli ve taşkın sel suyu. |
ÜBATİR |
Akrabasını arayıp sormayan kişi. |
ÜBBEHET |
Ululuk, büyüklük, azamet. |
ÜBEYD |
(Abd. dan) Kölecik, kulcağız. |
ÜBHET |
(Bak: Übbehet) |
ÜBNE |
(C.: İben) Ağaç boğumu. |
ÜBUD |
Ürkmek. |
ÜBÜLLE |
Basra yakınında bir harap şehir. * Bir miktar hurma. |
ÜBÜVVET |
(Eb. den) Babalık, atalık. |
ÜBÜVVETEN |
Babalık sıfatıyla. Atalık cihetiyle. |
ÜCAC |
Tuzlu, acı su. |
ÜCAHİN |
(C: Acâhine) Hizmetkâr. * Aşçı. Dost. * Deyyus. |
ÜCEM |
(Ecme. C.) Sık ağaçlık yerler. |
ÜCRA |
f. Pek uçta ve kenarda olan. Uzak. (Bu kelime, Arapça zannedilerek
"hücra" yazılması yanlıştır.) |
ÜCRET |
Hizmet karşılığı verilen şey. |
ÜCUM |
Kale. |
ÜCUN |
Suyun renginin ve tadının bozulması. |
ÜCUR |
(Ecir. C.) Ecirler, sevablar. |
ÜCURAT |
(Ücret. C.) Ücretler. |
ÜCÜMM |
Medine ehlinin taştan yaptıkları hisar. * Sığınacak yer. * Damlı
dört köşeli ev. |
ÜDEBA |
(Edib. C.) Edibler, edebiyatçılar. * Edeb sâhibleri. Zarif kimseler. |
ÜF |
Kulak kiri. * Tırnak arasında olan kir. * Hüzün ve kedere işaret
eden kelime. |
ÜFÇE |
f. Bostan korkuluğu. |
ÜFF |
Of! |
ÜFFE |
Necis, pis. |
ÜFHUD |
Yetişmiş çocuk. |
ÜFHUS |
(C.: Efâhis) Kayalarda olan kuş yuvası. |
ÜFKUHE |
Şaşılacak şey. |
ÜFN |
Hamâkat, ahmaklık. |
ÜFNUN |
Hâl. Nev, çeşit. Saçma sapan söz. Dedikodu. |
ÜFTADE |
f. Düşmüş. Fakir, biçare. * Âşık, tutkun. |
ÜFTADEGÂN |
(Üftade. C.) f. Düşkünler. Tutkunlar. Âşıklar. |
ÜFTADEGÎ |
f. Düşkünlük, biçarelik. |
ÜFTAN |
f. Düşen. Düşerek. |
ÜFUK |
(Efk) Yalan söylemek. * Kaçmak. * Bir işten sapmak. |
ÜFUL |
Batmak, kaybolmak. * Mc: Ölmek. |
ÜF'ULE |
Vazife, görev. |
ÜF'UVAN |
Erkek yılan. |
ÜFÜRRE |
Karışmak. |
ÜHBE |
Yolculuk veya asker için hazırlanmış elbise ve malzeme. * Süt. |
ÜHCİYYE |
(Ühcüvve) Hicvetmeğe sebep olan şey. |
ÜHCÜVVE |
Hicvetmeğe sebep olan şey. * Yerme, hicvetme. |
ÜHKUME |
Alaylı söz veya hal. |
ÜKEL |
(Ükle. C.) Lokmalar. |
ÜKİLE |
Gıybet. |
ÜKL |
(Ükül) Meyve, yiyecek, azık. * Zekâ. |
ÜKLE |
(C.: Ükel) Lokma. |
ÜKNE |
Çukur içinde olan kuş yuvası. |
ÜKRE |
Yuvarlak nesne. Top. * Çukur. |
ÜKRUME |
Kerem, bahşiş, lütuf. |
ÜKSUM |
Çimenlik yer. Çayırı bol ve güzel olan bahçe. |
ÜKSUS |
Sarmaşık. |
ÜKULE |
Sürüden ayırıp beslenilen koyun. |
ÜKÜL |
(Bak: Ükl) |
ÜKZUBE |
Yalan. Uydurma, söz. |
ÜLBE |
Kıtlık. * Açlık. |
ÜLBUB |
Kiraz çekirdeği. |
ÜLEMA |
(Bak: Ulemâ) |
ÜLFET |
Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulunmak. Ünsiyet. Ahbablık,
dostluk. Huy etme. Görüşme, konuşma.(İnsanları fikren dalâlete atan sebeblerden
biri; ülfeti, ilim telâkki etmeleridir. Yâni me'lufları olan şeyleri kendilerince
mâlum bilirler. Hattâ ülfet dolayısıyla âdiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler.
Halbuki ülfetlerinden dolayı mâlum zannettikleri o âdi şeyler birer hârika
ve birer mu'cize-i kudret oldukları halde, ülfet sâikasiyle onları teemmüle,
dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyâleye im'an-ı
nazar edebilsinler. Bunların meseli deniz kenarında durup, denizin içerisindeki
hayvanata ve sâir garip halâtına bakmıyarak yalnız rüzgâr ile husule gelen
dalgalara ve şemsin şuâatından peyda olan parıltısına dikkat etmekle Mâlik-ül
Bihâr olan Allah'ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.İ'lem
Eyyühel-Aziz! İnsanların arza âit mâlumat ve müsellemat-ı bedihiyatları
ülfete mebnidir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir.
Hakikate bakılırsa zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki,
Kur'an, âyetleriyle insanların nazarını me'lufatları olan şeylere çeviriyor.
Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar,
başını eğdirir. O ülfetin altındaki havârik-ul-âdât mu'cizeleri o âdiyat
içerisinde gösterir. M.N.) (Bak: Tefekkür) |
ÜLFETGER |
f. Ülfet eden. Ülfet edici. |
ÜLHİYYE |
Çocuk oyuncağı, oyuncak. |
ÜLHÜVVE |
Oyuncak, çocuk oyuncağı. |
ÜLİNNÜHA |
(Üli-n nühâ) Akıllı kimseler. |
ÜLKER |
(Bak: Süreyya) |
ÜLKÜ |
Bazı öz türkçecilik taraftarlarınca kullanılmış bir kelimedir.
Divan-ı Lügat-ıt Türk'te "Peyman" mânasına geldiğine merhum A.
Hamdi Elmalılı işaret ediyor: "Ahd ü misak" da denir. Emanî, ideal
mânâsına kullananlar varsa da yanlıştır. |
ÜLTİMATOM |
(Oltimatom) Fr. Kat'i ve dönülmez söz. Son söz. * Bir devletin
başka bir devlete verdiği ihtar. |
ÜL'UBE |
Piyes, oyun. |
ÜLUF |
Binler. (Bak: Uluf) |
ÜLUHİYET |
(Bak: Uluhiyet) |
ÜL'ÜBAN |
Oyuncu, aktör. |
ÜLÜM |
f. Bölük, takım, cemaat. |
ÜLYA |
(Bak: Ulyâ) |
ÜMA' |
Kedi miyavlaması. |
ÜMDUD |
Usûl, âdet, görenek. |
ÜMDUHA |
Medhedilmeğe sebep olan hal veya iş. |
ÜMEM |
(Ümmet. C.) Ümmetler. Milletler. |
ÜMEM-İ SÂLİFE |
Geçmişteki ümmetler. İslâmiyetten evvel diğer Peygamberlere tâbi
olmuş ümmetler. |
ÜMENA |
Emin kimseler. Eminler. Emniyet sahibleri. |
ÜMERA |
(Emir. C.) Emirler, beyler. Seyyidler. şerifler. * Yüksek rütbeli
zabitler. |
ÜMHUD |
Çömlek. * Tuzluk. |
ÜMİD |
f. Ummak. Emel. Arzu. İntizar. Umut. Rica. |
ÜMİDBAHŞ |
f. Ümitlendiren, ümit veren. |
ÜMİDBESTE |
f. Ümitlenmiş, ümit bağlamış. |
ÜMİDGÂH |
f. Bir şey ümit edilen yer veya makam. |
ÜMİDVÂR |
f. Ümitli. Ümit besleyen.(Evet, ümidvâr olunuz; şu istikbal inkılâbı
içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır. M.) (Rahmet-i İlâhiyyeden
ümid kesilmez. Çünkü Cenab-ı Hak bin seneden beri Kur'anın hizmetinde istihdam
ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu
ve muazzam cemaatını muvakkat arızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o
nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir... M.) |
ÜMLUC |
Yaprak. * Selvi yaprağına benzer uzun, karışık bir ot. |
ÜMLUD |
(C: Müled) Kamış dalı. |
ÜMM |
Ana, anne, vâlide. Nine. * Asıl, esas. * Başlıca olan şey. |
ÜMM-İ SELEME |
(Mi: 542-626) Ümmehât-ı Mü'minînden olup, Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm'ın son vefat eden zevcesi idi. 378 Hadis-i şerif rivayet etti.
(R.A.) |
ÜMM-ÜD DEM |
Kırmızı kan damarlarında görülen kabarma. Bu nabız damarlarından
birisine açılan kan kesesi. |
ÜMM-ÜD DİMAĞ |
Beyin zarı. |
ÜMM-ÜD DÜNYA |
Dünyanın anası. Mısır. |
ÜMM-ÜL BİLÂD |
Mekke-i Mükerreme. |
ÜMM-ÜL HABÂİS |
Şarap, rakı gibi haram olan içki. |
ÜMM-ÜL KİTAB |
Kitabın anası, esası. Levh-i Mahfuz ve ilm-i İlâhî. (Yâni: Kur'ân,
İlm-i İlâhîde, Levh-i Mahfuz'da ezelî ve ebedî olarak mahfuz bulunduğundan
Kur'anın aslı ve anası mânasında kullanılan bir tabirdir.) * Kur'an-ı Kerim'in
müteşabih olmayan muhkem âyetlerine de kitabın anası, esası mânasında Ümm-ül
Kitab denilir. * Fâtiha Suresi. * Diğer bir mânada bütün müsbet ve faydalı
kitabların anası ve mercii olarak Kur'an-ı Kerim'e de denir.) |
ÜMM-ÜL KURÂ |
Mekke-i Mükerreme. |
ÜMM-ÜL KUR'AN |
Fâtiha Suresi. |
ÜMM-ÜL VELED |
Huk: Çocuğunun kendi efendisinden olduğunu söyleyen çocuk doğurmuş
cariye. |
ÜMM-ÜN NÂFİ' |
Tavuk. |
ÜMM-ÜN NÜCUM |
Gök. Sema. |
ÜMM-ÜT TAÂM |
Buğday. |
ÜMM-ÜT TÂRIK |
Deve kuşu. |
ÜMM-ÜT TARÎK |
Ulu yol. Yüce yol. |
ÜMMAN |
Emin kimse. Emniyetli kişi. |
ÜMMEHAT |
(Ümm. C.) Analar. * Esaslar, asıllar. * İslâmî ana eserler. Me'haz
olabilecek kıymetli ilmî eserler. |
ÜMMEHÂT-ÜL MÜ'MİNÎN |
Mü'minlerin anaları. Peygamberimiz Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm'ın mübarek zevceleri. |
ÜMMET |
Cemaat, kavim, taife. * Bir hâkim milletin ashabından olan hey'et-i
içtimaiye. * Bir peygambere inanıp onun yolundan giden insanların hepsi.
Bir peygamberin Hakka davet ettiği cemaat. * Bir dille konuşan millet. *
Arkasına düşülecek bir cemaat veya tarikat. |
ÜMMET-İ KAİME |
Hakşinas, doğru, doğrudan ve Allah için kalkan, müstakim ve âdil
ümmet. |
ÜMMİ |
Anasından doğduğu gibi kalmış ve tahsil görmemiş, mekteb ve medresede
okumamış kimse. Yazı yazmak bilmeyen. (Ümmi ile câhil arasında fark vardır.
Ümmi yalnız okuyup yazmak bilmiyendir. Câhil ise, okuyup yazmak bilse de,
bir şey bilmiyen kimsedir, her ümmi câhil değildir.) * Anaya mensub olan.(Mefhar-i
Âlem (A.S.M.) hiç bir mektebde, medresede ve hiçbir beşerden tahsil görmeden,
ümmiliğiyle beraber, evvel, âhir ilimlerle mücehhez olması, Âlem-i İslâma,
âlemlere ve dünyaya rahmet olması ve Onun bir misli ve benzeri bulunmaması,
en büyük mu'cizelerden ve Hak Peygamber olduğuna dair en mühim delillerdendir.) |
ÜMMİ SİNAN |
(Vefatı Hi: 958, Mi: 1551) Halvetî Tarikatı, Sinaniye kolunun piridir.
Bursa'lı olduğu nakledilir. Karaman'lı olduğu hakkında da rivayet vardır.
Risale-i Şerife-i İstanbulî Ümmi Sinan adında bir eseri vardır. (R. Aleyh.)
(Osmanlı Müellifleri sh: 214) |
ÜMMİYANE |
f. Bir şey bilmiyormuşçasına. Ümmilere yakışır halde. Okur yazar
olmadan. |
ÜMMİYYE |
Analık, annelik. |
ÜMMİYET |
Ümmi oluş. Ümmi kimsenin hali. Okur-yazarlığı olmamak. |
ÜMNİYYE |
Umut, ümid. * Arzu, istek, talep. * Niyet, kuruntu. |
ÜMSÜLE |
Örnek olarak verilen beyit. Misal olarak gösterilen mısra. |
ÜMUMET |
(Ümm. den) Annelik, analık. |
ÜM'UZ |
Keçi veya karaca. |
ÜMÜLDAN |
Taze fidan. Körpe dal. * Genç, güzel. * İnce ve narin vücud. |
ÜNAFİ |
Büyük burunlu kimse. |
ÜNAH |
Süstlük, zayıflık. |
ÜNAN |
İnleme. |
ÜNAS |
Halk. İnsanlar. |
ÜNBUB |
(Ünbube) Kamıştaki boğum arası kısım. * Parmak uçları. * Tüp. İnce
boru. |
ÜNBUSE |
Çocukların oyunu. |
ÜNBUŞ |
(Ünbûşe) Bitki kökü. Kökü yerden takımıyla birlikte çıkarılan fidan. |
ÜNCUC |
(C.: Anâcic) Hızlı yürüyen at. |
ÜNCUR |
Şişe kılıfı. |
ÜNF |
(Bak: Unf) |
ÜNKUA |
Yağ biriken yer. |
ÜNMA |
İçi saman veya ot doldurulmuş şey. |
ÜNS |
Alışkanlık, alışma. * Arkadaş. Hemdem. |
ÜNS TUTMAK |
Alışmak, birlikte düşüp kalkmak. |
ÜNSA |
Dişi. Kadın, kız. |
ÜNSA-ÜNS |
Sıkıfıkı konuşma. |
ÜNSÎ |
(Ünsiye) Alışmış, ünsiyet etmiş, sokulgan. * Arkadaş. |
ÜNSİYET |
Alışkanlık, dostluk. Birlikte düşüp kalkmak. Ahbablık. |
ÜNŞUDE |
(Bak: Neşide) |
ÜNŞUTA |
Düğüm, ilmik. |
ÜNUF |
Henüz daha yedirilmemiş olan çayır. * (Enf. C.) Burunlar. |
ÜNUSET |
Dişilik. Müennes oluş. |
ÜNÜN |
Ayağı ve burnu kırmızı, vücudu kara olan bir kuş. |
ÜNVAN |
İsim. Lâkab. Adres. * Önsöz, mukaddeme. |
ÜNVAN-I MÜLÂHAZA |
Bir şeyin hakikatını bir derece düşünebilmek için olan isim, tabir
ve vasıta.(Mi'raciyedeki mâceralar, mâlumumuz olan mânalarla, o kudsi ve
nezih hakikatları ifade edemiyor. Belki o muhavereler birer ünvan-ı mülâhazadır;
birer mirsad-ı tefekkürdür ve ulvi ve derin hakaika birer işarettir ve imanın
bir kısım hakaikına birer ihtardır. Ve kabil-i tabir olmayan bazı mânalara
birer kinayedir. Yoksa ma'lumumuz olan mânalar ile birer mâcera değil. Biz
hayalimiz ile o muhaverelerden o hakikatları alamayız; belki kalbimizle
heyecanlı bir zevk-i imanî ve nuranî bir neş'e-i ruhanî alabiliriz. M.) |
ÜNZUHA |
Gurur, kibir, büyüklük. |
ÜRBA |
Belâ, mihnet. |
ÜRBE |
Büklüm. * Düğüm. * Hile. |
ÜRBUN |
Pey akçesi, pey olarak verilen para. |
ÜRCUCE |
Salıncak. |
ÜRCUFE |
(C.: Erâcif) Yalan. Uydurma söz. |
ÜRCUHA |
Salıncak. |
ÜRCUZE |
(Recez. den) Edb: Mısraları kafiyeli, kısa vezinli nazım. (Bak:
Kaside) |
ÜRD |
f. Gibi, benzer. |
ÜRDÜNN |
Uyuklamak. * Bir büyük ırmak. |
ÜRK |
Mekân, mevki. |
ÜRMULE |
(C.: Erâmil) Ergen delikanlı. |
ÜRNE |
Taze peynir. * Keler tuzağı olan yer. |
ÜRÜMEK |
f. Havlamak. (İt ürür, kervan yürür)Ürüyen köpek ısırmaz: Tehdit
savuran, işi gürültüye boğan kimselerden yılmamak lâzım geldiğini anlatır. |
ÜRVİYYE |
(C.: Ervâ-Erâvi) Dağ keçisinin dişisi. |
ÜRYAN |
(Bak: Uryan) |
ÜSAL |
Çok miktar mal. |
ÜSAME |
Davar otlatmak. * Arslan. |
ÜSAME BİN ZEYD (R.A.) |
Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın azadlısı olan Zeyd bin
Harise'nin oğludur. Meşhur sahabedendir. 128 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir.
75 yaşında iken 54 yılında vefat etmiştir. (R.A.) |
ÜSARA |
(Bak: Üsera) |
ÜSARE |
(Bak: Usare) |
ÜSBU' |
Hafta. Yedi günlük zaman. |
ÜSBUBE |
(C.: Esâbib) Sövme, küfür. |
ÜSBUÎ |
(Üsbuiyye) Haftalık. |
ÜSERA |
(Üsârâ) Esirler. Harbde teslim alınanlar. * Köleler. |
ÜSFİYYE |
(C.: Esâfi) Üzerine tencere koyup yemek pişirilen ocak taşı. |
ÜSİR |
Yaranın iyi olduktan sonra kalan izi. |
ÜSKUB |
Sıra ile dikilmiş olan ağaçlar. * Kunduracı. * Dökülmüş olan, akan
su. * Demirci. |
ÜSKUF |
(C.: Esâkıf) Kâfirlerin kadısı ve ruhbanları. |
ÜSKUF |
(C.: Esâkife) Pabuç diken, kunduracı. |
ÜSKUTUSS |
(Rumcadan) Cevher, asıl, unsur, madde. |
ÜSKUN |
Koruk halinde hurma salkımı. |
ÜSKÜDAR |
Mushaf cildi. |
ÜSKÜFFE |
Eşik tahtası. |
ÜSKÜR |
f. Kirpi. |
ÜSLEM |
El arkasında hınsırla pınsır arasındaki damar. |
ÜSLUB |
Tarz, yol. Biçim. İfade tarzı. Dizmek. |
ÜSLUB-U ÂDÎ |
Alelâde ifade tarzı. İfadesinde hiçbir üstünlük bulunmayan tarz. |
ÜSLUB-U ÂLÎ |
Edb: Üstün ifade tarzı. İfadenin yüksek ve nezih olanı. |
ÜSLUB-U HAKÎM |
Edebî san'atlardan biridir. Sorulan bir suale, soranın halini nazara
alarak başka bir sual gibi telâkki edip, ona göre cevab vermek demektir.
Meselâ : Bazı Ashab Resulüllah'a (A.S.M.) hilâlin ince başlayıp, kalınlaşarak
bedr şekline gelip, sonra yine başladığı şekle dönmesinin sebebini sordular.
Bunun cevabı onlara lâzım olmadığı için, Kur'ân-ı Kerim o vaziyetin neticesine
terettüb eden hikmeti, yani ayın takvimcilik yaptığını söylemiştir. Çünkü
bu, soranlar için daha mühim ve anlaşılması daha kolaydır. |
ÜSLUB-U MÜCERRED |
(Sade üslub) Bu üslupta tabiîlik, akıcılık, selâset, kısalık, mânâ
ve maksada kifayet sıfatları vardır. Bu üslup, âlet ilimlerinde, ders kitablarında,
konuşmalarda ve beşerî muamelelerde kullanılır. |
ÜSLUB-U MÜZEYYEN |
(Ziynetli ve parlak üslub) Bu üslub tergib ve terhib (teşvik etme
ve sakındırma) gibi hususları tazammun eder. Hitabiyat ve iknaiyatta kullanılır. |
ÜSLUB-PERESTLİK |
Kelâmın mâna ve maksada uygunluğuna değil de, ifade tarzının güzelliğine
önem vermek. |
ÜSR |
Sidik tutulması, sidik zoru. |
ÜSRE |
Seleften gelen şan şeref. * Söz veya hadis nakletmek. |
ÜSRE |
Cemaat, topluluk. |
ÜSRUŞ |
f. Güzel ses. |
ÜSRÜB |
f. Kurşun. |
ÜSS |
Esas, asıl. Kök, temel. * Askerlikte herhangi bir düşman hücumuna
karşı esas dayanak olmak üzere önceden hazırlanmış yer. * Harb gemilerinin,
noksanlıklarını tamamladıkları yer. * Mat: Bir sayının hangi kuvvete çıkarıldığını
gösteren sayı. |
ÜSS-ÜL ESAS |
Hakiki sağlam temel. |
ÜSS-ÜL HAREKÂT |
Askerî harekâtın başlangıcına esas olan yer. |
ÜSTAD |
(Üstaz) İlim veya san'atta üstün olan kimse. Usta, san'atkâr. Muallim,
profesör. Bilgide veya san'atta veya amelde meharetli zât. |
ÜSTAD-I A'ZAM |
En büyük üstad. Muallimlerin en üstünü ve reisi olan. |
ÜSTAD-I EZELÎ |
Cenab-ı Hak. Bütün ilim ve bilgilerin, marifetlerin öğreticisi.
Alîm-i Mutlak ve Hakîm-i Ezelî.(... Hem maden-i kemalât ve muallim-i ahlâk-ı
âliye olan o dellâl-ı vahdaniyet ve saadet kendi kendine söylemiyor, belki
söylettiriliyor. Üstad-ı Ezelîsinden ders alır, sonra ders verir... M.) |
ÜSTAD-I KÜLL |
Herkesin üstadı. Her çeşit ilimde çok ileri bilgisi olan. |
ÜSTAD-ÜL BEŞER |
Beşerin bütün insanlığın üstadı, hocası, daha bilgili ve ârif.
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam. |
ÜSTADANE |
f. Üstâda yakışır surette. Ustaca. |
ÜSTADÎ |
f. Üstadlık, ustalık. |
ÜSTAH |
f. Edebsiz, hayasız, utanmaz kimse. |
ÜSTAM |
f. Güvenilir, itimad edilir, inanılır, emin. * Gümüş veya altından
yapılmış üzengi, at eyeri. |
ÜSTİBAH |
Masura. |
ÜST PERDEDEN BAŞLAMAK |
Ağız bozmak, sert konuşmak. |
ÜSTUN |
f. Direk. Sütun. |
ÜSTUR |
f. At, katır
davar gibi dört ayaklı hayvan. |
ÜSTURE |
Edb: Efsane, uydurma hikâye demek olan "esâtir" kelimesinin
müfredidir. |
ÜSTÜHAN |
f. Kemik. |
ÜSTÜHANPÂRE |
Kemik parçası. |
ÜSTÜKUS |
(C.: Üstükusât) Cevher, madde, asıl. * Geometri. |
ÜSTÜMM |
(C.: Esâtim) Deniz suyunun toplandığı yer. |
ÜSTÜMME |
Orta, vasat. |
ÜSTÜRE |
f. Ustura. |
ÜSTÜVANE |
Geo: Silindir. Direk şeklindeki sütun. İçi boş direk şekli. |
ÜSTÜVAR |
f. Kuvvetli, dayanıklı, sağlam, muhkem. * Güvenilir, itimad edilir. |
ÜSTÜVARİ |
f. Sağlam, kuvvetli, emniyetli. |
ÜSUN |
Suyun tad ve renginin değişmesi. * Bir kimse kuyuya girdiğinde
buharından veya murdar kokulardan dolayı aklının gitmesi. |
ÜSÜR |
Yara izi. * Kılıcın rengi ve cevheri. |
ÜSVE(T) |
Beraberlik. * Halka reis olmak. * Dert ortağı. Sâdık arkadaş. Manevî
tabib. * Nümune ve örnek tutulacak olan insan. |
ÜŞABE |
Irkı, nesebi karışık adam. * Karışık cemaat. * Rüşvet ve hırsızlık
gibi yollarla elde edilen kazanç. |
ÜŞBE |
Kurt, böcek. |
ÜŞER |
Dişlerini birbirine sürüp keskinleştirmek. |
ÜŞGULE |
Uğraşılacak iş. Meşguliyet. |
ÜŞGUR |
f. Oklu kirpi. |
ÜŞHUB |
Süt sağılırken çıkan ses. |
ÜŞKUFE |
f. Çiçek. |
ÜŞKUH |
f. Ululuk, büyüklük, şan ü şeref. |
ÜŞKÜFTE |
f. Açılmış çiçek. |
ÜŞKÜR |
Mest içine dikilen astar. |
ÜŞNE |
Yosun. |
ÜŞTÜLÜM |
f. Kavga, gürültü. |
ÜŞTÜLÜMKÂR |
f. Kavgacı, gürültücü. |
ÜŞTÜR |
f. Deve. |
ÜŞTÜRBÂN |
f. Deveci. |
ÜŞTÜRDİL |
f. Kinci, fesatçı, hasedçi. |
ÜŞTÜREK |
f. Dalga. Mevc. |
ÜŞTÜRGAV |
f. Zürafa. |
ÜŞTÜRHU |
f. Deve huylu. Kinci, hased eden. |
ÜŞTÜRMURG |
f. Deve kuşu. |
ÜTAM |
Sidik tutulması. İdrar tutukluğu. |
ÜTRUR |
Subaşı oğlanı. |
ÜVAM |
Susuzluk. |
ÜVERA' |
Ateş ve güneş harareti. * Susuzluk harareti. |
ÜVEYL |
Çığlık, vâveylâ. |
ÜVEYS-EL KARANÎ |
Hz. Ebu Bekir ve Ömer (R.A.) devirlerinde Medine-i Münevvere'de
çok hürmet gören ve Tabiînin büyüklerinden olup hadis-i şerif ile medh ü
senâsı yapılan büyük bir veli. Peygamberimiz (A.S.M.) zamanında yaşamış
ise de vâlidesine çok hürmetinden dolayı Peygamberimizle görüşememiş, fakat
ona bütün ruh u canı ile bağlı kalmıştır. Sıffîn Muharebesinde Hz. Ali'nin
(R.A.) askerleri arasında şehid düşmüştü. (Hi: 37) Veys diye de anılır. |
ÜVEYSÎ |
(Üveysî tarzı) Veysel Karanî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine
bağlı olduğu zatı görmeden ve gaybî olarak olan muhabbet ve bağlılık; ve
bu muhabbetle bağlı olduğu zattan manevî feyz almak tarzı. |
ÜYEL |
(C: Eyâyil) Dağ keçisi. |
ÜZANİ |
Kulakları büyük olan adam. (Merkepten kinaye olarak söylenmiştir.) |
ÜZEYR |
(A.S.) Kur'an-ı Kerim'de ismi bulunan büyük zâtlardandır. Peygamber
olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır. |
ÜZFUR |
(C.: Ezfâr-Ezâfir) Tırnak. |
ÜZLUFE |
(C.: Ezâlif) Sarp kayalı yer. |
ÜZN |
Kulak. İşitme organı. |
ÜZN-Ü DÂHİLÎ |
İç kulak. |
ÜZUF |
Yakın olmak, yaklaşmak. |