ZA |
"Ze" harfinin adı. |
ZA-İ MU'CEME |
"Rı" harfinden ayırd etmek için "ze" harfine
verilen bir isim. |
ZA |
"Bu, şu" mânalarına gelir. Ve birleşik kelimeler yapılır.
Meselâ: Hâkezâ: Bunun gibi, böyle. |
ZA |
Sâhib, malik, erbab, ehil mânalarında olup, "Zî" ve "Zû"
şeklinde de kullanılır. (Müennesi "Zât" dır) |
ZA |
Zı harfinin bir adı. "Zâ-yı mu'ceme" de denir. Noktalı
olduğundan dolayı " : tı" harfinden ayırdetmek için bu isim verilmiştir. |
ZA |
(-Zây) f. " Doğuran" anlamına gelir ve birleşik kelimeler
yapılır. Meselâ: Nâdire-zâ $ : Nâdir şeyler yapan, bulunmaz şey meydana
getiren. |
ZAAF |
(Bak: Za'f) |
ZAAL |
Şâdlık, neşeli oluş, neşat. |
ZAAN (ZIÂN) |
Deve üstüne mahfe bağladıkları ip. |
ZAAR |
şiddetli korku. |
ZA'AR |
Zâlim kimse ki herkes ondan korkar. |
ZAARRE |
Kişinin ahlâk ve huyunun kötü olması. |
ZAAZİ' |
(Za'zaa. C.) Sarsmalar, ırgalamalar. |
ZAB |
(Zevben - Zevebânen) Eriyen, erimiş, eridi. |
ZAB' |
Sırtlan. |
ZA'B |
Avaz, ses, savt. * Bacanak. |
ZA'B |
Def'etmek, kovmak. * Doldurmak. |
ZABAB |
Rutubetli duman. Sis. |
ZABAZIB |
Devenin çok acıktığında karnının ötmesi. |
ZABB |
Kertenkele, keler. |
ZA'BEL |
(C.: Zeâbil) Karnı büyük, boynu ince olan çocuk. |
ZABIT |
Mahkeme, meclis gibi yerlerde söylenenlerin olduğu gibi yazılmışı.
* Alâkalılarca yazılarak karşılıklı imzalanan, karşılıklı anlaşmayı bildiren
yazı. * Yazı varakası. * Birçok kimselerce imzalanan rapor. |
ZÂBITA |
Yurt içinde emniyet ve intizamı korumakla vazifeli devlet kuvveti,
polis. * Fık: Bütün hususlara şâmil olmayıp yalnız bir hususa ve onun teferruatına
şamil olan hususi kaideye denir. Kanun ve âdet, zabt ve idareye vesile olan
bağ. |
ZÂBITA-İ AHLÂKIYE |
Ahlâk zâbıtası. |
ZÂBITA-İ BELEDİYE |
Belediye zâbıtası. |
ZÂBİH |
(Zebh. den) Boğazlayan, kesen. Kurban kesen. |
ZÂBİT |
(C.: Zâbitân) Askere kumanda eden rütbeli asker. * Kuvvetli, yavuz.
* Zabteden. Başkalarını zabtedip idare etmeğe memur olan. * Subay. * Mc:
Dediğini yaptıran, tuttuğunu koparan kimse. |
ZÂBİTÂN |
(Zâbit. C.) Zâbitler. Subaylar. |
ZABİL |
Kısa boylu. |
ZABT |
Zabt etmek. İdâresi altına almak. * Sıkıca tutmak. Kendine mal
etmek. * Kavramak. * Kaydetmek. Hülâsasını yazmak. * Bağlamak. |
ZABTIYYE |
Jandarma veya polis kuvveti. Memleket içi âsâyiş ve intizamı te'min
maksadı ile çalışan hükümet kuvveti. |
ZABTIYYE NÂZIRI |
Emniyet genel müdürü. |
ZABTIYYE NEZARETİ |
Emniyet Umum Müdürlüğü'nün eski ismi. |
ZABT-NÂME |
f. Hâdise veya vak'a yerinde alâkalı kimselerin hâdisenin oluş
şeklini imzâ altında kaydettikleri kâğıt. Zabıt tutulan kâğıt. |
ZABT U RABT |
Disiplin, âsâyiş, düzen. * Hüsn-ü tedbir ve basiret ile muhâfaza. |
ZABU' |
(C.: Zıbâ) Sırtlan. |
ZA'BUB |
Kısa boylu fena adam. |
ZABY |
Geyik, karaca, gazâl denen hayvan. |
ZABYAN |
Ağaç. |
ZABZAB |
Men'etmek, engel olmak. * Ayıp. * Zahmet. Maraz, hastalık. |
ZA'C |
Koparmak. |
ZAC |
Kara boya. |
ZACC |
Cenk arasında medet istemek. Savaşta yardım istemek. |
ZACİR(E) |
Mâni olan, alıkoyan, yasak eden. Zecreden. Zorlayan. |
ZAD |
Azık. Yolda yenecek veya içilecek gıda maddesi. |
ZÂD-I ÂHİRET |
Âhiret için hazırlık. Âhiret azığı. İbadet ve sâlih amel. |
ZAD |
f. "Doğma, doğmuş, evlâd" mânalarına gelerek birleşik
kelime yapılır. Meselâ : Mâder-zad : Anadan doğma. Nev-zad : Yeni doğmuş. |
ZAD |
(Ziyadet. den) Artsın, çoğalsın. |
ZADE |
(Ziyâdet. den fiil) Çoğaldı, ziyade oldu veya çok olsun, çoğalsın
(meâlinde). |
ZADE |
f. Evlâd, oğul. * İyi insan. * Nikâh neticesi olmuş çocuk. * Kelime
sonuna getirilerek birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Şah-zade (Şehzade)
$ : Padişah evlâdı. |
ZADE-İ TAB' |
(Zâde-i tabiat - Zâde-i hâtır) Bir kimsenin kabiliyetinden, tabiatından
meydana gelen eseri. |
ZADEGÂN |
f. Asâlet. * Temiz ve meşhur soydan olan. Tanınmış ve temiz âileden
olan. Aristokrat. * Meşhur ve belli âileler cemaatı. |
ZADEGÎ |
f. Asillik, soy temizliği, zadelik. |
ZADELLAH |
Allah ziyade eylesin, artırsın (meâlinde dua). |
ZADEN |
f. Doğmak, doğurmak. |
ZA'F |
Derhal, hemen öldürmek. |
ZA'F |
Zayıflık. Kuvvetsizlik. İktidarsızlık. |
ZA'F-I TE'LİF |
Edb: İbarenin, anlamayı güçleştirecek kadar karışık olması. |
ZAFAİR |
(Zafire. C.) Örülmüş saçlar. |
ZAFAR |
Yemen diyarında bir şehrin adı. |
ZAFER |
Muvaffak olma, maksada erme. Bir çok uğraşmadan sonra maksada erişme.
* Düşmanı yenme, üstün gelme. Başarma. |
ZA'FERAN |
(C.: Zeâfir) Güzel kokulu meşhur bir çiçek. |
ZAFERE |
Göze inen perde. |
ZAFER-YAB |
f. Muzaffer olan, muvaffakiyet gösteren. Üstün gelen. Gayesine
erişen. |
ZA'FÎ |
Zayıflığa aid. Kudretsizliğe, cılızlığa dair. |
ZAFİR |
Zafer bulan. Zafere erişen. |
ZAFİR |
Galib gelmiş olan. |
ZAFİRE |
Kapı perdesi. |
ZAFİRE |
Yar, yoldaş. * Kavim. Kabile. |
ZA'FİYYET |
Zayıflık, dermansızlık, güçsüzlük. |
ZAFR |
(Bak: Zufr) |
ZAFRE |
Çukur yer. |
ZAG |
(C.: Ziygan) f. Karga ve kuzgun. * Fitneci, gammaz. |
ZAGAFE |
(C.: Züguf) Nazik, yumuşak gömlek. * Geniş nesne. |
ZAGAİN |
(Zagine. C.) Kinler, nefretler. |
ZAGAK |
Kızılcık yemişinin çekirdeği. |
ZAGAN |
f. Çaylak. |
ZAGAR |
Av köpeği. |
ZAG-BEÇE |
f. Karga yavrusu. Yavru karga. |
ZAGİNE |
(C.: Zagain) Kin, nefret. |
ZAGT |
Bir şeyi bir yere zorla sokma, girdirme. |
ZAGZAG |
Zayıf nesne. |
ZAGZAGA |
Mânâsız söz. * Bir nesneyi gizlemek. |
ZAHA |
Çirkin kokulu, pis kokulu. |
ZAHAİR |
(Zahire. C.) Zahireler. Yiyecek, hububat gibi şeyler. |
ZAHAR |
Arka ağrısı. |
ZAHARA |
Ev eşyası. |
ZAHF |
(C.: Zuhuf) Ayaklarını sürüyerek yürüme. Sürünerek yürüme. * (Çocuk)
emekleme. * Askerin, düşmana karşı emekliyerek ilerlemesi. |
ZAHH |
Hışım ve gadap etmek, öfkelenmek, kızmak. * Kovmak, def'etmek. |
ZAHİB |
(Zehâb. dan) Giden, gidici. * Bir zanna kapılan. Bir fikre uyan. |
ZAHİD(E) |
(Zühd. den) Tas: Borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka
dünya süs ve makamlarından feragat eden kimse. Sofi. Müttaki. Zühd ve perhizkârlıkla
muttasıf. |
ZAHİDÂNE |
f. Zahide yakışır surette. Ehl-i takva gibi. |
ZAHİF |
Kibirli, mağrur. |
ZAHİF |
Nişandan beri düşen ok. * (C.: Zâhifât) Yılan gibi karnı üzerine
sürünerek yürüyen. |
ZAHİFE |
(C.: Zevâhif) Sürüngenler, (yılan gibi) yerde sürünenler. |
ZAHİH |
Ateş közünün parlaması. |
ZAHİK |
Berbat, perişan, helâk olmuş. * Bâtıl. Köhne. |
ZAHİL |
Sıkıntıdan sonra yüreği feraha erişen. * Unutan. |
ZAHİL |
(Zühul. den) İhmal eden. Unutan. |
ZAHİL |
Zakkum ağacı. |
ZAHİR |
(Zuhur. dan) Görünen, âşikâr olan. Açık, belli, meydanda olan.
* Görünüşe göre. * Şüphesiz. * Suret. Dış yüz. Görünüş. * Anlaşılan. * Meğer.
Galiba. Zannederim. Elbette. |
ZAHİR |
Parlak, parlayan. Hüsün ve safvet üzere olan. |
ZAHİR |
Engin denizler. * Taşkın, coşkun. * Semiz, tavlı ve bol olan. |
ZAHİR |
Yüksek şeref. * Neşv ü nemâ bulup, gelişip, etrafa sarılıp sarmaşmış
bitki. |
ZAHİR |
(Zahr. dan) Kuvvetli deve. * Yardımcı, arka çıkan. * Geriden gelen
kuvvet. |
ZAHİRE |
Anbarda saklanan yiyecek, hububat. Azık. |
ZAHİRE-İ ÂHİRET |
Ahiret azığı. Hayır ve iyilikler. Sâlih amel ve ibâdetler. |
ZAHİRE |
(C.: Zevâhir) Parlak. |
ZAHİRE |
(Zahâyir) Öğle vakitleri sıcaklığın çok olduğu vakitler. |
ZAHİRE |
Dışarı fırlamış olan göz. * Günün yarısında devenin otlamaktan
gelmesi. |
ZÂHİREN |
Görünüşe göre. Meydanda olduğu gibi. Göründüğü gibi. |
ZÂHİRÎ |
(Zâhiriyye) Görünüşte olduğu gibi. Zâhire âit ve müteallik. Asıl
ve hakiki olmayan. * Zâhiriyyun mezhebine âit olan. (Bak: Zâhir) |
ZÂHİRÎ MEZHEB |
Huk: Hanefî imamlarından İmam-ı Muhammed'in (El-Mebsut, El-Câmi-üs
Sagir, El-Câmi-ül Kebir, Ez-Ziyâdât, Es-Siyer-üs Sagir, Es-Siyer-ül Kebir)
nâmları ile mâruf olan altı kitabında münderiç bulunan mes'elelere denir.
Buna "Zâhir-ür rivâyât mesâili" denir. İmam bu eserlerde kendi
fıkhî görüşlerini değil, üstadları İmam-ı A'zam ve Ebu Yusuf'un akvâl-i
fıkhiyesini zikretmiştir. |
ZÂHİRİYYAT |
Dış görünüşler. |
ZÂHİRİYYUN |
Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler.
Ehl-i zâhir olanlar. * İlm-i Kelâm'da: Nassların zâhir mânalarına göre hüküm
çıkaran ve te'vil ve tevcihten geri duranlar ve tarafdarları. |
ZÂHİR-PEREST |
f. Bir şeyin iç yüzüne, hakikatına kıymet vermeyip görünüşüne kıymet
veren. Dış yüzüne ehemmiyet veren. İç yüzüne aldırış etmeyip, hakikatını
bilemeyen. |
ZÂHİT |
(Bak: Zâhid) |
ZAHK |
Hastalıktan dolayı tilkinin tüyü dökülüp derisi açılması. |
ZAHL |
Öç. İntikam almak. * Düşmanlık, adâvet etmek, kin tutmak. |
ZAHM |
İri. |
ZAHM |
Yara, ceriha. |
ZAHM-İ TÎG |
Kılıç yarası. |
ZAHM-İ ZEBAN |
Dil yarası. |
ZAHM |
Galebe etmek. * Omuz vurmak. * Sıkıştırmak. * Tazyik. |
ZAHMDAR |
f. Yaralı, mecruh. |
ZAHME |
f. Vurma, darbe. * Yara, ceriha. * Üzengi kayışı. |
ZAHMET |
Sıkıntı, eziyet. Yorgunluk. * Zor, güç. |
ZAHMHURDE |
f. Mecruh, yaralı. |
ZAHMİN |
f. Yaralı, mecruh. |
ZAHMKÂR |
f. Yaralayıcı, yara açan. |
ZAHMNAK |
f. Yaralı, zahmzede, mecruh. |
ZAHMRES |
f. Yara açan, yaralayıcı. |
ZAHMZEDE |
f. Yaralı. Mecruh. |
ZAHR |
(C.: Zuhur-Ezhâr) Binek devesi. * Kuş yeleklerinin kısa tarafı.
* Kara yolu. * Sırt, arka. * Yüksek yer. * Kur'an'ın lâfz-ı şerifi. * Haber. |
ZAHR-I GAYB |
Gıyabında, kendisi hâzır olmadan. |
ZAHR-I KALB |
Kuvve-i hâfıza. Ezber kuvveti. Ezbere. |
ZAHRÎ |
(Zahriyye) Arkaya âit, arka ile alâkalı. * Bir kâğıdın arkasına
yazılan yazı, şerh. |
ZAHZAH |
Uzak, baid. |
ZAHZAHA |
İkrar etme, uzaklaştırma. * Uzak, baid olma. |
ZAİ' |
Yayılmış olan. Dağılmış olan. Herkesçe bilinen şey. |
ZAİB |
Eriyici, eriyen. |
ZAİD |
Artan. Fazlalık. İlâve olunmuş. * Lüzumsuz, gereksiz. * Gr: Te'kid
için söylenen. * Mat: Müsbet işareti, artı. (+) (Bak: Harf-i zâid) |
ZAİF |
Kalp, eksik akçe. |
ZAİF |
(Za'f. dan) Güçsüz, iktidarsız, kuvveti az, kuvvetsiz, tâkatsız.
Kansız. Gevşek, tenbel. |
ZAİK |
Tadan, tadıcı, lezzet alan. Zevklenen. |
ZAİKA |
(Zevk. den) Tatma, tad alma. Tad alıcı kuvvet, tad duyurucu hassa.(Hakiki
ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatın ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası, Rahmet-i
İlâhiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i
zâikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlâhiyyenin envâını tartmak
ve tanımak; bir şükr-ü manevî suretinde cesede, mideye haber vermektir.
İşte bu suretle kuvve-i zâika yalnız maddî cesede bakmıyor, belki kalbe,
ruha, akla dahi baktığı cihetle midenin fevkinde hükmü var, makamı var.
S.) |
ZAİL |
(Zâile) Geçen, geçici.Devamlı olmayan. Tükenen. |
ZAİLAT |
(Zâil. C.) Zâil olan şeyler. |
ZÂİLÂT-I FÂNİYE |
Gelip geçici olanlar, bir hâlde durmayıp gidenler. |
ZAİM |
(Zeâmet. den) Zeâmet sahibi. Kefil. * Prens. Şef, lider. |
ZAİNE |
(C.: Zuun-Zaâyin-Zâân-Ez'ân) Mıhfe içinde olan kadın. |
ZAİR(E) |
Ziyaret eden, ziyaretçi. Hatır sormaya, görmeye giden. * Seyirci. |
ZAİT |
(Bak: Zâid) |
ZAK |
f. Dölyatağı, meşime. Rahim. |
ZAK-DAN |
f. Döl yatağı, rahim. |
ZA'K |
Çağırmak, bağırmak. |
ZAK |
Pak, arı, temiz. |
ZAKINE |
(C.: Zevâkın) Enek çukuru. |
ZAKİ |
(Zâkiyye) Saf ve temiz kimse. Hareket ve davranışları düzgün olan
kişi. |
ZAKİ |
Güzel kokulu, keskin kokulu. |
ZÂKİR |
Zikreden, zikredici. * Hafızası kuvvetli. * İlâhiler okuyan. Çok
çok duâ ve Esmâ-i İlâhiyeyi okuyan. * Tekrar eden. |
ZÂKİRÛN (ZÂKİRÎN) |
Zikredenler. |
ZÂKİRE |
Andıran, hatırlatan, hatıra getiren şey. |
ZAKKUM |
Cehennem'de bir ağacın ismi, cehennemliklerin yiyeceği. * Gösterişi
güzel, çiçekli ve zehirli meyvesi olan yâsemine benzeyen bir bitki ismi. |
ZAKM |
Yemek, ekl. |
ZAKN |
Yükletmek. |
ZAKNA' |
Uzun. * Kaba, yoğun. * Eğri. |
ZAKT |
Cima etmek. |
ZAKV |
Çağırıp bağırmak. |
ZAKZAK |
Yeynicek, hafif. * Bir karınca cinsi. |
ZAKZAKA |
Çocukların oynayıp sıçramaları. |
ZAL |
İhtiyar. Ak sakallı. * f. İranlı meşhur kuvvet ve pehlivanlık senbolü
Rüstemin babasının adı. |
ZAL |
() harfinin bir ismi. "Dal-i Mu'ceme ve "Zel" de
denir. * Horoz ibiği. |
ZAL' |
Eğilmek, meyl etmek. * Dar olmak. * Davarın ağır yük getirmekten
dolayı yürürken iki yanına eğilmesi. |
ZALAL |
Gölge eden. Gölge olan. |
ZALÂM |
Karanlık. Zulmet. |
ZALÂM-I ZULM |
Zulmün karanlığı. |
ZALEF |
Kum ve taş olmayan sağlam yer. |
ZALEME |
(Zâlim. C.) Zâlimler. |
ZALF |
Men'etmek. Nefsini bir işe rağbet ve teveccühten men etmek. * Mübah
şey. * Bâtıl. * Şiddet. * Beyhude. |
ZALİ' |
(C.: Zulu') Eğri, meyilli. * Müttehem kimse. Töhmetli. * Aksak
hayvan. |
ZALİ' |
Geniş, bol, vâsi. |
ZALİF |
Çok hor, çok hakir kimse. |
ZALİFEN |
Birisinin izine uyup gitmek. * İzini gizlemek, belirsiz etmek. |
ZALİK(E) |
Bu, şu, o. Kezâlik. Böylece. |
ZALİK |
Giden, gidici. |
ZALİL |
Gölgeli. |
ZÂLİM(E) |
Zulmeden, haksızlık eden. |
ZÂLİMÂNE |
f. Zâlim olana yakışır şekilde. Zulmeder surette. Zâlimce. |
ZÂLİMÎN |
(Zâlim. C.) Zâlimler, zulmedenler. |
ZÂLİMÛN |
(Zâlim. C.) Zulmedenler. Haksızlık edenler. Zâlimler. |
ZALİM |
(C.: Zılem-Zılmân) Deve kuşunun erkeği. * Kaymağı alınmadan içilen
süt. * Hiç bozulmamış yerden kazılan toprak. |
ZALLAM |
(Zalûm) Çok zulmeden. Çok zâlim. |
ZALM |
Kar. * Diş beyazlığı. |
ZALMA |
(C.: Zulem) Karanlık. |
ZALÛM |
Çok zulmeden. Çok zâlim. |
ZAM |
(Bak: Zamm) |
ZAM |
Ayıp. |
ZA'M |
Kelâm, söz. |
ZAMA' |
Susuzluk. |
ZAMA |
Diş etinin kanının az olması. |
ZAMAİM |
(Zamime. C.) İlâveler, ekler. Artırmalar. |
ZAMAİR |
(Zamir. C.) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri. * İsim yerine kullanılan
kelimeler. |
ZAMAİR-İ ŞAHSİYYE |
Şahıs zamirleri. " Ben, sen, o" gibi isim yerine geçen
kelimeler. (Bak: Şahıs zamiri) |
ZAMAN |
(Bak: Zeman) |
ZAMAN |
Kefil olma, kefillik. Bir şeyin mislini veya değerini vermek üzere
zarara karşı kefil olma, garanti. |
ZAMAN-I AMEL |
Üzerine alma. Deruhde etme. İltizam. |
ZAMAN-I RÜCU' |
Huk: Cayma tazminatı. Vadinden dönme tazminatı. |
ZAMANET |
Kötürümlük. |
ZAMİH |
Somak ağacı. ("Tadım" da denir) |
ZAMİLE |
(C.: Zevâmil) Yük hayvanı. * Küçük yük. |
ZAMİME |
Ek, ilâve. Artırma, katma, ekleme. |
ZAMİN |
Ödeyen. Kefil. Tazmine mecbur olan. |
ZAMİN |
Tazmin eden. Kefil olan. |
ZAMİN |
Hasta ve kötürüm kimse. |
ZAMİR |
Düdük çalan. Ney çalan. Ney-zen. |
ZAMİR |
Bir şeyi gizlemek. * İç. * Huk: Bir şeyin iç yüzü. * Niyet. * Vicdan.
Kalb. * Gaye. * Gr: Mütekellim, muhatab ve gaibe delâlet eden ve bunların
makamına kaim olan rumuzat harfleri ve harf terkiblerinin her biri. (Ben,
sen, o; ene, ente, hüve gibi) ismin yerini tutan kelime. |
ZAMİR-İ FİİLÎ |
Gr: Geçmiş zaman fiillerinin sonuna gelen -dim, -din, -Di, -dik,
-diniz, -diler... gibi eklerdir. |
ZAMİR-İ İZAFÎ |
Gr: Muzâfların sonuna gelen -im, -in, -i, -imiz, -iniz, -leri gibi
eklerdir. |
ZAMİR-İ MÜTEKELLİM |
Mütekellim zamiri, yani konuşanın isminin yerini tutan zâmir. ("Ben"
gibi) |
ZAMİR-İ NİSBÎ |
Gr: İsimlerin sonuna gelen, -im, -sin, -dir, -iz, -siniz, -dirler
gibi eklerdir. |
ZAMİR-İ ŞAHSÎ |
Gr: Şahıs gösteren ve şahısların ismi yerine kullanılan zamirler;
Ben, sen, o, biz, siz, onlar gibi. (Bak: Şahıs zamiri) |
ZAMM |
Bir şeye bir şeyi ekleme. Artırma. Katma. Fazla olarak verme. *
Kenarlarını bitiştirme. *Gr: Bir harfin zammeli (ötreli) okunuşu. |
ZAMME |
Ötre o, ö, u, ü, diye okunan harfin harekesi. |
ZAMME-İ MAKBUZE-İ HAFİFE |
(Ü) sesini veren zamme. |
ZAMME-İ MAKBUZE-İ SAKİLE |
(U) sesini veren zamme. |
ZAMME-İ MEBSUTA |
"O" sesi. |
ZAMME-İ MEBSUTA-İ SAKİLE |
(O) sesini veren zamme. |
ZAMMETÂN (ZAMMETEYN) |
İki zamme. |
ZAMPARA |
(Aslı "zenpare"dir) Kadınlar peşinde dolaşan ahlâksız
erkek. |
ZAMYA |
Yufka dudaklı. * Yufka kapaklı. * Dişinin etleri boz olup kanı
az olan kimse. |
ZAMYAN |
Palamut ağacına benzer bir ağaç. (Necid bölgesinde olur.) |
ZAMZAM |
(C: Zamâzim) Büyük ve kuvvetli arslan. * Gadaplı ve kızgın kimse. |
ZAN |
(Bak: Zann) |
ZAN |
Ayıp. |
ZA'N |
Göçmek. |
ZANBUR |
(Bak: Zünbur) |
ZANGOÇ |
(Ermenice) Kilisenin hizmetlerini gören ve çan çalan kimse. |
ZANİ(YE) |
Zina eden. Meşru olmayan nikâhsız cinsî münasebette bulunan. |
ZANİN |
Cimri, bahil ve hasis olan. |
ZANİN |
Suç işlediği zannedilen kimse. Töhmetli, suçlu kimse. |
ZANİYE |
(Bak: Zani) |
ZANK |
Dar yer. Dar şey. * Darlık, sıkıntı. |
ZANKÂ' |
(Bak: Dankâ') |
ZÂNN |
Zanneden. Sanan. Zannedici. |
ZANN |
şüphe. Zannetmek, samak. Sezme. |
ZANN-I GALİB |
Kuvvetli, hakikate en yakın olan zann. (Bak: Su-i zan) |
ZANN-I KABUL-Ü CUMHUR |
Bir hükmün doğruluğunu ekseri müçtehidlerin ve ehl-i reylerin zann
derecesinde, yani kuvvetli ihtimal ile kabul etmeleri.(Ümmeti da'vetle teşri'
edemez, fehmi şeriatten olur; lâkin şeriat olamaz. Müçtehid olabilir, fakat
müşerri' olamaz.İcma' ile cumhurdur, sikke-i şer'i görür. Bir fikre davet
etmek zann-ı kabul-ü cumhur, şart-ı evvel oluyor.Yoksa, davet bid'attır;
reddedilir, ağzına tıkılır; onda daha çıkamaz... Lemeât) |
ZANNÎ |
Zanna ait, zanna dâir ve müteallik. |
ZÂNÛ |
f. Diz. |
ZÂNÛ-BE-ZÂNÛ |
f. Diz dize. |
ZÂNÛ-BER-ZÂNÛ |
f. Diz dize. |
ZÂNÛ-BE-ZEMİN |
f. Diz çökerek, dizini yere koyarak. |
ZANÛN |
Düşünce ve tedbiri kıt olan adam. * Suyu olup olmadığı bilinmeyen
kuyu. * Suyu az olan kuyu. |
ZÂNÛZEDE |
f. Diz çökmüş. |
ZÂNÛ-ZEN |
f. Diz çökmüş. |
ZAPT-Ü RABT |
(Bak: Zabt ü rabt) |
ZAR' |
(C.: Zuru') Meme. * Süt veren hayvan memesi. |
ZAR |
f. İnleyen, sesle ağlayan. * Zayıf, dermansız. |
ZAR |
f. Kelimenin sonuna gelerek birleşik kelimeler olur. İsimlere eklenerek
yer adı bildirilir. Meselâ: Lâle-zar $ : Lâle bahçesi. |
ZA'R |
Bedende kılın az olması. |
ZA'R |
Meyletmek, eğilmek. |
ZARAAT |
(Derâat) Alçalma. Kendini küçük görme, küçültme. |
ZARAFET |
Zariflik, incelik, kibarlık. Nâzik davranış. Muamelede, harekette
ve giyimde hoşluk ve temizlik. |
ZARAFET-PERVER |
f. Zarafete düşkün olan, zarifliği seven. |
ZARAGIM |
(Zırgam. C.) Arslanlar. |
ZARAİF |
Zârif, ince, hoş şeyler. |
ZARAR |
Lüzumlu ve kıymetli bir şeyin eksilmesi veya kaybolması. Ziyan.
Kayıp.(Zarar, birşeye dahil olan eksikliktir ki, hastalık veya körlük, topallık
gibi sakatlık demektir. Nitekim anadan doğma a'maya ve pek zayıf hastaya
darir denilir. Mühimmat ve levazım tedarikinden âciz olmak da bu mânadadır.
Binaenaleyh zararlılar; dertli, sakat, âciz, özürlülerdir. Bunların gayrı
olan gayr-i uli-z zarar ise, sahih, salim ve kadir olanlar demek olur. E.T.) |
ZARAR-I ÂMM |
Umumla ilgili zarar. |
ZARAR-I BEYYİN |
f. Meydanda ve âşikâr olan zarar. |
ZARAR-I HASS |
Bir veya bir kaç şahsa âit olan zarar. |
ZARAR-I MAHZ |
Fık: Kendisinin faydası yerine zararı olan. |
ZARAR-I MA'NEVÎ |
Huk: Tazminat. Manevî zarar ve ziyan. |
ZARAR-DİDE |
f. Zarar görmüş olan. Ziyana, kayıba, noksanlığa uğramış olan. |
ZARB |
(Bak: Darb) |
ZARF |
Kap, kılıf. Mahfaza. * İçine mektup konulan kılıf kâğıt. * Gr: Bir
fiilin veya bir sıfatın veya başka bir zarfın mânasına "yer, zaman,
mâhiyyet" (Nicelik, nitelik) gibi cihetlerden başkalık katan vasıflarını
belirten kelime. |
ZARF-I MEKÂN |
Mekân gösteren kelime. ("Burada, dışarda, içerde" gibi) |
ZARF-I ZAMAN |
Gr: Zaman gösteren kelime. ("Erken, geç" gibi) |
ZARFİYYET |
Gr: Kelimenin zarf olması hâli, bir kelimenin zarf olarak kullanılması. |
ZARÎ |
Kanı durmayan damar. |
ZARİ' |
Hurma ağacının dikeni. |
ZARİ' |
(Zer'. den) Ekin eken. Çiftçi. |
ZARİ |
f. Ağlayıp sızlama. * Hakirlik ve itibarsızlık. |
ZARİB |
(C.: Zırâb) Bir ucu keskin yerli taş. * Küçük tepe. |
ZARİF(E) |
Zarafetli. İnce ve nâzik tavırlı. Güzel. Şık. İnce nükteli. * İnce
nükteli ve güzel tâbirlerle konuşan. |
ZARİF-ÜT TAB' |
İnce, zarif tabiatlı, güzel huylu. |
ZARİFANE |
f. Zariflikle, incelikle, zarif olana yakışır surette. |
ZARİFE |
Fazla ve lüzumsuz söz. |
ZARİH |
(Darih) Mezar, kabir. Türbe. |
ZARİR |
(C.: Ezırre-Zırrân) Kaba, sert yapılı ve muhkem yer. |
ZARİS |
Taşla yapılmış kuyu. |
ZARİYAT |
Kırıp ufalayan, toz duman edip götüren kuvvetler. * Velud kadınlar.
(Bak: Zerv) |
ZARİYAT SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 51. suresidir. Mekkîdir. |
ZARR |
Zarar. |
ZÂRR |
Zarar veren, zararlı. |
ZARR |
Soğuktan dolayı suyun donması. |
ZARRÂ' |
(Darrâ') Şiddet. Keder, mihnet, sıkıntı. |
ZARURAT |
(Zaruret. C.) Zaruretler. Sıkıntı ve muhtaçlıklar. |
ZARURET |
Çaresizlik. Muhtaçlık. Sıkıntı. Yoksulluk. ( $ kaidesi, yâni: "Zaruret,
haramı helâl derecesine getirir." İşte şu kaide ise, küllî değil. Zaruret,
eğer haram yoluyla olmamış ise, haramı helâl etmeye sebebiyet verir. Yoksa,
su-i ihtiyariyle, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmuş ise, haramı helâl
edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. Meselâ: Bir
adam su-i ihtiyariyle, haram bir tarzda kendini sarhoş etse; tasarrufatı,
ulema-i Şeriatça aleyhinde câridir, mâzur sayılmaz. Tatlik etse, talâkı
vâki olur. Bir cinâyet etse, cezâ görür. Fakat su-i ihtiyariyle olmazsa,
talâk vâki olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsı, zaruret
derecesinde mübtelâ olsa da, diyemez ki: "Zarurettir, bana helâldir."
S.)(Meşakkat teysiri celb eder. Yâni: Suubet, sebeb-i teshil olur ve darlık
vaktinde vüs'at gösterilmek lâzım gelir. Karz ve havale ve hacr gibi pek
çok ahkâm-ı fıkhıyye bu asla müteferri' dir. Ve fukahanın ahkâm-ı şer'iyyede
gösterdikleri ruhas ve tahfifat hep bu kaideden istihraç olunmuştur.Şu kadar
var ki hakkında nass-ı kat'i bulunan, meselâ yapılması her halde kat'iyyen
memnu bulunan bir hususda meşakkat özrile o nassın hilâfı irtikâb olunamaz.
Orada meşakkat, teysiri celb etmez.Bu kaide, Eşbah'da $ diye münderiçtir.Zaruretler,
memnu olan şeyleri mübah kılar. Yâni: İşlenmesi men ve nehy edilmiş bazı
şeyler vardır ki, bunları yapmak, zaruret halinde mübah hükmünde olur, bundan
dolayı yapan muahaza edilmez. Muteber bir ikraha mebni başkasının malını
itlâf veya açlıktan helâk havfından dolayı başkasının taamını rızası olmaksızın
yemek gibi.Maamafih haram ve memnu olan şeyler, üç nevidir. Birincisi: Memnuiyeti
aslâ sâkıt olmayan muharremattır. Başkasını zulmen öldürmek veya başkasının
haksız yere bir uzvunu kesmek gibi. İkincisi: Aslâ sâkıt olmayıp zaruret
vaktinde ruhsata mahal olan muharremattır. Başkasının malını itlâf gibi.
Üçüncüsü: Zaruret halinde memnuniyeti sâkıt olan muharremattır. Meyte gibi
temiz olmayan bir şeyi yemek gibi.Bu kaide, Eşbah'da $ diye münderiçtir
ve arz olunduğu üzere her memnua şâmil değildir. Ist. Fık. K.) |
ZARURÎ |
(Bak: Zaruriyye) |
ZARURİYYAT |
(Zarurî. C.) Mecburi işler. İster istemez olan işler. |
ZARURİYYAT-I DİNİYYE |
İman edilmesi zaruri olan dinin esasları, (Allah Teâlâya, Âhiret
gününe, Meleklere, Peygamberlere, Kitaplara ve hayrın ve şerrin Allah'tan
olduğuna inanmak.) |
ZARURİYYAT-I NÂŞİE |
Bir şeyin kendisinde bulunması zaruri olan ve ondan ayrılması mümkün
olmayan ve zâti hassadan meydana gelen zaruretler. |
ZARURİYYE |
(Zarurî) Mecburî. İster istemez olacak iş. İhtiyarî olmayan, mecburî
olan. |
ZAR ZAR |
f. Hazin hazin, yanık yanık, (sesle) ağlıya ağlıya. |
ZA'T |
Boğmak. Boğazlamak. |
ZÂT |
Hürmete lâyık kimse. * Kendi. Öz, asıl. * Ehil. Sâhib. (Zu'nun
müennesi) |
ZÂT-ÜL BEYN |
İki kişi arasındaki düşmanlık. |
ZÂT-ÜL CENB |
Yan zarı iltihab. Akciğer zarı iltihabı. |
ZÂT-UL ESMÂR |
Meyve veren. Meyveli. |
ZÂT-UL HAREKE |
Kendi kendine hareket eden cisim. Aslında hareketli olan cisim.
Otomatik. |
ZÂT-UL İLKAH-İ ZÂHİRE |
İlkahı (döllenmesi) çiçek vâsıtasıyla olan nebat. |
ZÂT-ÜL MATÂLİ' |
Birkaç matlâı bulunan akaside. |
ZÂT-ÜR RİE |
Akciğer zarı iltihabı. |
ZÂTEN |
Esâsen, aslında, asıl olarak. |
ZÂTÎ |
(Zâtiyye) Zâta mensub. Kendisine âit, ile alâkalı, hususi. Özel. |
ZÂTİYYAT |
şahsiyetler. Zâta mahsus işler. |
ZÂTÜLBEYN |
(Zât-ül beyn) İki kişinin arasında olan düşmanlık. |
ZÂTÜLCENB |
(Zât-ül cenb) Tıb: Akciğer zarı iltihabı. Akciğer veremi. |
ZÂT-ÜZ-ZEVC |
Kocası olan kadın. |
ZAUN |
Yük devesi. |
ZAV' |
Aydınlık. Işık. |
ZAV'-UŞ ŞEMS |
Güneş ışığı. |
ZAVABIT |
(Zâbıta. C.) Kaideler. Nizamlar, usuller. |
ZAVAHİR |
(Zâhir. C.) Görünüş. Dış görünüş. * Göze çarpan yerler. Yüksek
yerler. |
ZAVARİB |
Nabız damarları. |
ZAVİYE |
Köşe. * Küçük tekke. * İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe,
şekil. * Mat: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği
yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi 360 eşit parçaya bölündüğü
takdirde "derece", 400 eşit parçaya bölündüğü takdirde "grat"
tır. |
ZAVİYETÂN (ZAVİYETEYN) |
İki zaviye. İki açı. |
ZAY'A |
(C: Zıyâ') Geliri olan bina. * Tarla. Çiftlik. * Binasız arsa. |
ZAYA' |
Elden çıkma, yok olma. |
ZAYAN |
Yasemin çiçeği. |
ZAY'AT |
Kaybolma, kaybetme. |
ZAYF |
Misafir. Gelip geçen. |
ZAYH |
Çok sulu süt. |
ZAYH |
İncir ağacı. |
ZAYİ' |
(Ziya'. dan) Elden çıkan. Kaybolan. Yitik. Zarar, ziyan. |
ZAYİÂT |
Zarar ve ziyanlar. Yitikler. |
ZAYİG |
Mail, eğik, eğilmiş. |
ZAYİGA |
Meyledici, eğilen. |
ZAYİL |
Uzun etekli gömlek. * Uzun kuyruklu at. (Müe: Zâyile) |
ZAYR |
Mazarrat, ziyan. |
ZAYVEN |
(C.: Zayâvin) Yaban kedisi. * Erkek kedi. * Hırçın ve vahşi adam. |
ZA'ZA' |
Bir şeyi parça parça etmek. * şiddetle esen yel. |
ZA'ZAA |
şiddetle hareket ettirmek, sarsmak. |
ZA'ZAA-İ ESNÂN |
Dişlerin şiddetle birbirine vurması. |
ZA'ZAA |
Doldurmak. * Ayırmak. * Rüzgâra savurmak. |
ZE |
Kur'an alfabesinde onbirinci harftir ve ebcedi kıymeti 7'dir. |
ZE'A' |
Bölükler, fırkalar. |
ZEAL |
İnkârdan sonra ikrâr etmek. |
ZEAM |
Tamâ, hırs. |
ZEAMET |
Şeref, şan. Riyaset. * Yetiştirdikleri hayvanları ile birlikte
harbe iştirak eden ve Sipâhi denen Osmanlı askerine öşrü alınmak üzere verilen
en büyük timâr. |
ZE'B |
Ayıp. * Reddetmek. Hor ve hakir etmek, kepaze yapmak. |
ZEBAB |
Karasinek. (Bak: Zübab) |
ZEBAN |
f. Dil, lisan, lügat, lehçe. |
ZEBAN-ÂVER |
f. Düzgün konuşan, düzgün söz veya şiir söyleyen. * Dile getiren. |
ZEBAN-DIRAZ |
f. Dil uzatan, atıp tutan. |
ZEBANE |
f. Terazi gibi bazı âletlerin dili andıran parçaları. * Alev. |
ZEBANEKEŞ |
f. Alevlenen, alevli. |
ZEBANEŞ |
Onun dili. |
ZEBANİ |
Cehennem'de vazife gören melek. |
ZEBANİYÂN |
f. (Zebaniye) Zebaniler. Cehennemlikleri Cehennem'e atmaya vazifeli
melekler. |
ZEBANİYE |
Azap melekleri. |
ZEBANZED |
f. Ata sözü, darb-ı mesel. * Alışılmış, her zaman söylenen söz. |
ZEBAYİH |
(Zebiha. C.) Kurbanlık hayvanlar. |
ZEBB |
Üzüm kurutmak. |
ZEBB |
Men ve defetmek. Kovmak. * Yaban sığırı. |
ZEBEB |
Kaşın kıllı ve yoğun olması. |
ZEBED |
(C.: Ezbâd-Zübed) Köpük. * Kir ve pas, tüfl. |
ZEBER |
f. Üst. |
ZEBERCED |
Zümrüd cinsinden ve onun kadar kıymetli olmayan, sarımtırak yeşil,
cam parlaklığında kıymetli taş. |
ZEBERDEC |
Zeberced taşı. |
ZEBERDEST |
f. En üstün, galib, hâkim, âmir. * Mâhir. |
ZEBERDESTÎ |
f. Maharetlilik, ustalık. * El üstünlüğü, üstünlük, galibiyet. |
ZEBERİN |
f. Üstteki. |
ZEBG |
Yaramaz huy, kötü alışkanlık. |
ZEBH |
Kesme, boğazlama. Kurban kesme. (Boğazlanmış veya boğazlanacak
hayvana da "zebiha" denir.) |
ZEBİB |
Kuru üzüm. Kuru incir. * Yılan veya akrep gibi hayvanların zehiri. |
ZEBİH |
Kesme, boğazlama. Kesilecek hayvan. * Hz. İsmail'in (A.S.) ve Hazreti
Muhammed'in (A.S.M.) babası Hz. Abdullah'ın lâkabı. |
ZEBİHA |
Boğazlanmış veya kesilecek hayvan. (Bak: Zebh) |
ZEBİHEYN |
İki kurban. |
ZEBİL |
Fışkı, gübre. * Pislik. |
ZEBİR |
Sıkıntı, mihnet. * Yazılmış şey. Mektup. |
ZEBK |
Yolmak. |
ZEBL |
İnce belli olmak. * Çiçeğin solması. * Deniz kaplumbağasının sırt
kemiği. |
ZEBN |
Şiddetle def'etmek. * Devenin çifte vurması. |
ZEBR |
Kitab. Cüz. Kitap yaprağı. * Yazı yazma. * Söz. Yazı. * Akıl, zekâ.
* Kuvvetli, sağlam, şiddetli adam. * Men'eylemek. |
ZEBREC |
Ziyne, süs. |
ZEBTEL |
Kısa boylu. |
ZEBUN |
f. Zayıf, güçsüz, âciz. * Alışverişte aldanan. |
ZEBUNÎ |
f. Zayıflık, güçsüzlük, âcizlik. |
ZEBUN-KUŞ |
Düşkünleri ezen. Zâlim. Gaddar. |
ZEBUR |
Kitap. Mektub. * Peygamber Hz. Dâvud'a (A.S.) vahiy ile gelen mukaddes
kitabın adı. |
ZEBZEB |
Uzun gemi. |
ZEBZEB |
(C.: Zebâzib) Adam zekeri. |
ZEBZEBE |
Muallâkta kalma. * Mütereddit. * Titreme. * Asılı bir şeyi havada
oynatmak. |
ZE'C |
şiddetle emme, yutma. * Doldurmak. |
ZECA |
(Zecven - Zeccâ - Eczâ) Sevketmek, yürütmek. * Def etmek. |
ZECA' |
Hüküm geçmek. * Kolaylık. |
ZECC |
Süngünün arkasıyla vurmak. * Atmak. * Deve kuşunun yelmesi. |
ZECCA' |
Adımı birbirinden uzak olan. |
ZECCAC |
Şişeci. Camcı. Sırça işleri yapan. |
ZECEC |
Kaşın uzun ve ince olması. |
ZECEL |
Avaz, ses, savt. * Mübâlağa ile çağırmak. |
ZECL |
Atma. |
ZECME |
Kelime. |
ZECR |
Menetme, engel olma. Nehyetme. * Zorlama, zorla yaptırma. * Önleme.
Sıkma. * Kovma. Eziyet etme. * Angarya olarak çalıştırma. * Köpek balığı.
* Çağırma. * Sürme. |
ZECRE |
Çağırmak, bağırmak, sayha. * Men'etmek, engel olmak. |
ZECREN |
Zorlayarak, zorla. * Ceza olarak. * Engel olarak, menederek. |
ZECRÎ |
Cebren, zorlayıcı olarak. |
ZED |
f. Vurma, dövme. |
ZED |
"Vurucu, vuran" mânasına gelir ve birleşik kelimeler
yapılır. Meselâ: Guş-zed $ : Kulağa çalınan. Zeban-zed $ : Yayılmış söz. |
ZEDE |
(Zed) f. Birleşik kelimeler yapılarak, "vurulmuş, çarpılmış,
tutulmuş" manalarına gelir. Meselâ: Musibet-zede $ : Musibete uğramış. |
ZEDEGÂN |
(-zede. C.) f. Tutulmuşlar, çarpılmışlar, uğramışlar mânalarına
gelir ve birleşik kelimeler yapılır. |
ZEDERGÂH |
(Bak: Zidergâh) |
ZEELAN |
Yab yab yürümek. |
ZEFER |
Kötü koku. |
ZEFER |
Ağaca vurulan payanda, destek. |
ZEFERAT |
Soluk almalar. |
ZEFF |
Kişinin nikâhlısını kocasına teslim etmek. |
ZEFİF |
Çabuk davranan. Çevik. * Deve kuşunun yelmesi. * Gelini kocasına
göndermek. * Hızla gitmek. |
ZEFİR |
Çok şiddetli ses. * Hıçkırıkla nefes vermek. Göğüs geçirmek. *
Ağlatmak. * İnlemek. * Ateş gürültüsü. * Eşek anırtısının evveli. * Belâ. |
ZEFİRR |
Uzun boylu yiğit. * Kuvvetli deve. |
ZEFN |
Raksetmek, dansetmek. |
ZEFR |
Yükseltmek. * Yük getirmek. |
ZEFUR |
Kir, pas, vesah. |
ZEFZEFE |
Titreme, sarsılma. |
ZEGAB |
Kuş yavrusunun üstünde olan sarıca tüyler. |
ZEGAN |
f. Çaylak. |
ZEHAB |
Gitmek. * Zihnen bir yola sapmak. Yanlış düşünce. Bir fikre uymak.
Zan. |
ZEHADET |
Dünyadan, yâni nefsanî, fani ve fena şeylerden çekinmek. Zâhidlik.
Sıkı sıkıya dine bağlılık. |
ZEHAİR |
(Bak: Zahair) |
ZEHARİF |
(Zuhruf. C.) Yalancı süsler, yaldızlar, gösterişler. * Sahte süsler. |
ZEH-DAN |
f. Döl yatağı, rahim. |
ZEHDER |
Çakır doğan. * Doğan yavrusu. * Bir atın adı. |
ZEHEB |
Altın. |
ZEHEB-İ ZÂİB |
Eriyen altın. |
ZEHEBÎ |
Altına ait. Altından yapılma. |
ZEHEN |
(C.: Zehân) Zeyreklik, akıllılık. * Hıfz. * Kuvvet. |
ZEHEM |
Yağlı ve kirli olmak. |
ZEHER |
(C.: Ezhâr-CC: Ezâhir) Çiçek. |
ZEHF |
Yeynilik, hafiflik. |
ZEHİ |
(Bak: Zihi) |
ZEHİB |
Altın sürülmüş, yaldızlı. |
ZEHİD |
Az, kalil. |
ZEHİM |
(C.: Zühüm) Yağlı ve kirli. |
ZEHK |
Helâk olmak, mahvolmak. * Bâtıl olmak. * Okun nişanı aşıp geçmesi.
* Çıkmak, huruç. * Derin kuyu. |
ZEHK |
Yorulmak. |
ZEHL |
(Bak: Zahl) |
ZEHL |
Dalgınlıkla unutma, geciktirme. İş çokluğundan sonraya bırakma.
* Kasden unutma. |
ZEHLUL |
İyi at. |
ZEHNA' |
Düzgün. * Süs, ziynet. |
ZEHR(E) |
Çiçek. şükufe. |
ZEHR |
(Zehir) f. Zehir, ağu, semm. |
ZEHR-İ KATİL |
Öldürücü zehir. |
ZEHRA |
(Müe.) Ay gibi parlak olan. Çok parlak ve safi, berrak. |
ZEHR-AB |
f. Acı su. |
ZEHR-ABE |
f. Acı ve zehir gibi su. Zehirli su. * Mc: Acı, acılık. |
ZEHR-ALUD |
f. Zehirli. Zehir karışmış. |
ZEHR-AMİZ |
f. Acı, zehirli. |
ZEHRAVAN |
(Zehrâveyn) İki parlak şey. * Kur'an-ı Kerim'de Sure-i Bakara ile
Âl-i İmran Surelerine birlikte verilen isim. |
ZEHR-BAR |
f. Pek acı, zehir saçan. |
ZEHR-BAZ |
Zehir veren. Zehir yapan. * İmandan ayıran. |
ZEHRE |
(C.: Ezhâr) Çiçek. * Beyaz, berrak. Süs, ziynet. |
ZEHRE |
f. Kahramanlık, yiğitlik. * Öd. Safra. |
ZEHREÇÂK |
f. Çok korkmuş, ödü patlamış. |
ZEHREDÂR |
(C.: Zehredârân) f. Yiğit, cesur, yürekli, cesaretli. |
ZEHR-EFŞAN |
f. Zehir saçan. |
ZEHR-HAND |
f. Acı acı gülme. |
ZEHRİN |
f. Pek acı, zehir gibi. |
ZEHR-NAK |
f. Zehirli, ağulu. |
ZEHUK |
(Zehak) Boş, beyhude. Bâtıl. Zâil, yok olan. |
ZEHV |
Bâtıl. * Yalan. * Fahirlenmek, gururlanmak, tekebbürlenmek. * Güzel
manzara. * Taze ot. * Otun çiçeği. * Titremek. * Yürümek. * Yel esmek. *
Alacalanmış hurma koruğu. |
ZEHZEHE |
"Zehi zehi" demek. |
ZEİM |
Ayıplanmış. |
ZEİR |
Aslan kükremesi. |
ZEİR |
Öncü, çeri kimse. |
ZEKÂ |
Çabuk anlama ve bilme kabiliyyeti. Fehim ve idrakte çabuk olma.
* Ateşin alevlenmesi. * Güzel koku alma. |
ZEKÂ |
Saflık, duruluk. * Hâl düzgünlüğü. |
ZEKÂB |
f. Yazı mürekkebi. |
ZEKAN |
(C.: Ezkân) İki çenenin birleştiği yer. ("Enek" de derler.) |
ZEKÂRET |
Erkeklik. |
ZEKÂT |
Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini
fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma. * Temizlik.
Taharet. (Bak: Sadaka, Nisab).( $ Bu kelâmın mâkabliyle nazmını icab ettiren
münasebet ise: Namaz $ Yani dinin direği ve kıvamı olduğu gibi, zekât da
İslâmın kantarası, yani köprüsüdür. Demek; birisi dini, diğeri asayişi muhafaza
eden İlâhî iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır. İ.İ.)(Zekât
ile sadakanın lâyık oldukları mevkilerini bulmak için bir kaç şart vardır:1-
Sadakayı vermekte israf olmaması.2- Başkasından alıp başkasına vermek suretiyle
halkın malından olmayıp kendi malından olması.3- Minnetle in'âmın bozulmaması.4-
Fakir olmak korkusu ile sadakanın terk edilmemesi.5- Sadakanın yalnız mala
ve paraya münhasır olmadığı bilinmesi ile ilim, fikir, kuvvet, amel gibi
şeylere de muhtaç olanlara sadakanın verilmesi.6- Sadakayı alan adam, o
sadakayı sefahette değil, hâcât-ı zaruriyyesinde sarfetmesi lâzımdır. İ.İ.)(Sadakalar
kimlerin hakkıdır, bu cihete gelince, emr ü teşvik olunduğunuz infak u sadakat
$ Allah yolunda tutulmuş, din uğrunda ilme, cihada vakf-ı nefs etmiş, $
Yeryüzünde şuraya buraya gidemiyen, yani Allah yolunda meşguliyetlerinden
veya maraz ve acz gibi bir maniadan dolayı nafakalarını kazanmağa iktidarları
olmayan o fakirler içindir ki $ hallerini tecrübe etmeyen cahil, onları
$ taaffüflerinden, yani istemeğe tenezzül etmeyip tahammül ve tecemmül ile
iffetlerini muhafaza ve ibraz eylediklerinden dolayı, zengin zanneder. $
Sen onları simalarıyla, dikkat edildiği zaman hallerinde görülecek edeb
ü nezahet, yüzlerinde müşahede olunacak âsâr-ı fakr u zaruret gibi alâmetleriyle
tanırsın. $ İnsanlardan dilenmezler, hele $ ilhah-ı ısrar ile hiç dilenmezler,
olsa olsa pek muztar kaldıkları zaman ehline ifham-ı hâl ederler...Bu âyet,
Ashab-ı Suffa tesmiye olunan fukara-yı Muhacirîn hakkında nazil olmuştur
ki; dörtyüz kişi kadar vardılar. Medine'de ne bir meskenleri, ne aşiret
ve akrabaları, hiçbir şeyleri yoktu, daima Mescid-i Nebeviyeye mülazemet
ederler, mescidin sofasında ikamet eylerler, ilm-i Kur'an tahsil ederler,
mevâız ve tedrisat-ı Peygamberîyi istimâ' ile müstefid olurlar, hep oruçlu
bulunurlar. Hâsılı; ilm ü ibadete hasr-ı evkat ederler ve her ne zaman bir
gaza olursa giderlerdi. Bunlar Medrese-i Risalet'in Allah yoluna vakf-ı
nefs etmiş talebesiydiler.İbn-i Abbas Hazretlerinden vaki olan rivayete
göre birgün Resulullah (A.S.M.) Ashab-ı Suffa'nın başlarına durmuş, hallerini
nazar-ı tedkikten geçirmişti. Fukaralıklarını, çekmekte bulundukları zahmetleri
gördü ve kalblerini tatyib edip buyurdular ki: "Ey Ashab-ı Suffa! Size
müjdeler olsun ki, her kim şu sizin bulunduğunuz hal ü sıfatta ve bulunduğu
halden razı olarak bana mülaki olursa o benim refiklerimdendir. " İşte
bu âyet de bunlar dolayısiyle nâzil olmuştur. Ve fakat hükmü âmmdır. Allah
rızası için düşmana karşı nöbet bekleyen veya Allah rızası için medreselerde
dirsek çürüten veya Allah rızası için hidemât-ı âmmeye vakf-ı nefs eden
ve bu ahval içinde malı mülkü yok, muhtaç olmakla beraber nafakasını kesbe
vakit bulamayan veya kudreti yetişemiyen fukara-yı mü'minîn bu âyetin hükmünde
dâhildirler. Bunlar infakat ü sadakatın en güzel masrıfını teşkil ederler.
E.T.) |
ZEKÂVET |
Zeki oluş. Zeyreklik. Çabuk anlama ve kavrama. Keskin anlayış. |
ZEKEN |
İlim, feraset. |
ZEKER |
(C.: Zükrân - Zükur - Zikâr - Zikâre) Erkek. * Erkeklik organı. |
ZEKERİYYA (A.S.) |
Benî İsrail peygamberlerinden ve Hz. Süleyman Aleyhisselâm'ın neslindendir.
Beytül-Makdis'de Tevrat yazan ve kurban kesen reis idi. Zevcesi, Hz. Meryem'in
teyzesi idi. Benî İsrail'in büyüklerinden olan İmran namındaki zatın karısı
Hanne, Zekeriyya (A.S.) ın karısının kardeşidir. Hz. Meryem İmran kızı ve
Hanne'den doğmuştur. Zekeriyya Aleyhisselâm'ın himayesinde büyümüştü. Sonradan
Yahya isminde oğlu dünyaya geldi. Yahudiler Zekeriyya'ya (A.S.) iftira ederek
onu şehid ettiler. Kur'an-ı Kerim'de yedi defa ismi geçer. (Bak: Yahya A.S.) |
ZEKEVAT |
(Zekât. C.) Zekâtlar. |
ZEKİ(YE) |
Hâlis. Temiz. Hali temiz olan. |
ZEKİ(YE) |
Zekâ sahibi. Çabuk anlayışlı. |
ZEKİK |
Yazının satırlarının sık olması. * Yürürken kişinin adımlarının
bibirine yakın olması. |
ZEKİR |
Unutmayan. Hâfızası kuvvetli. |
ZEKİYY |
Tâhir ve pâk kimse. Temiz insan. |
ZEKK |
Zayıf. * Yürürken adımların birbirine yakın olması. |
ZEKUN |
Sivri ve sarkık enekli. |
ZEKURET |
Erkeklik. |
ZEKVE |
Tamamlamak. Kesmek. |
ZEKZEKE |
Çirkin ve yaramaz huylu olmak. |
ZELA' |
Ayağın altında ve üstünde; elin ise arkasında olan yarık. |
ZELAHLAH |
(C.: Zelahlahât) Büyük çanak. * Aceleci ve uzun boylu adam. * Derin
olmayan ırmak. |
ZELAK |
(Zelk) Yolmak (tıraş gibi). * Sürçmek. Ayağın kayması. |
ZELAK |
Sülük. |
ZELAKA |
(İzlâk - Zellâka) Fasâhat, kolaylık ve lisan inceliği, keskinlik.
Nutkun güzel ve çabuk olması. * Tecvidde: Keskin olarak çıkan $ harflerinin
ismi. Bunlara müzlika harfleri de denir. |
ZELALET |
Alçaklık, hakirlik, horluk. Zillet. |
ZELAZİL |
Zelzeleler. Yer sarsıntıları. |
ZELAZİL |
(Zilzil. C.) Uzun etekler. |
ZEL-CEDD |
Kudret, kuvvet, azamet ve büyüklük sâhibi. (Bak: Cedd) |
ZEL-CUD |
Bol bol ihsan eden, cud ve cömertlik sahibi. |
ZELEC |
Kaymak yer. |
ZELEF |
Burnun küçük ve ucunun, gerisine eşit olması. (O burun sahibine
"ezlef" derler) (Müe: Zülefâ) |
ZELEFE |
(C.: Zulef) Pâk ve ruşen nesne, parlak ve temiz cisim. * Kaypak,
düz yer. |
ZELEL |
Eksiklik. |
ZELEME |
Keçinin boğazı altında sarkık olan kıllar. (Müz: Ezlem. Müe: Zelmâ) |
ZELH |
Bir ok atımı yer. * Islaklığından dolayı ayak kayan yer. |
ZELİC |
(Ayak) kaymak. |
ZELİF |
Adımını atmak. |
ZELİK |
Düşük oğlan, sakat çocuk. |
ZELİL |
Sürçüp düşen. * Yanılan. |
ZELİL |
Hor, hakir, alçak. Aşağı tutulan. |
ZELİLÂNE |
f. Alçakça. Hakir ve aşağılık kimselere yakışır şekilde. |
ZELİLÎ |
Hakirlik, horluk, zelillik, alçaklık. |
ZELK(A) |
Sürçme, kayma. |
ZELL |
Yanlışlık yapma, yanılma. * Ayağı sürçme, kayma. |
ZELLAT |
(Zelle. C.) Yanılmalar, yanlışlar. * Sürçmeler, kaymalar. * Hatalar. |
ZELLE(T) |
Sürçme, sürçüp kayma. * Yanılma. Yanlış. Ufak suç. |
ZELLET-ÜL KARİ' |
Okuyanın yanılması. Namaz içinde, kırâat esnasındaki yapılan yanlışlık. |
ZELUH |
Kaypak yer. |
ZELUL |
Yumuşak huylu. Sert başlı olmayan. İtaatlı ve râm olan. * Hecin
devesi. * İnsanların emrindeki yeryüzünün hâli. |
ZELULÎ |
Başı yumuşak. Dayanıklı. Sabırlı, tahammüllü. |
ZELZAL |
(Zülzâl) Sarsıntı. Zelzele. Deprem. Sarsılma. (Bak: Zilzal) |
ZELZELE |
Yer sarsıntısı. * Sarsma.(Sual : Mâdem bu zelzele musibeti hatâların
neticesi ve keffaret-üz-zünubdur. Mâsumların ve hatâsızların o musibet içinde
yanması nedendir? Adâletullah nasıl müsaade eder? Yine manevî cânipten elcevab:
Bu mes'ele sırr-ı kadere taalluk ettiği için, Risale-i Kader'e havale edip
yalnız burada bu kadar denildi: $ Yani: "Bir belâ, bir musibetten çekininiz
ki, geldiği vakit yalnız zâlimlere mahsus kalmayıp mâsumları da yakar."Şu
âyetin sırrı şudur ki: Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı
teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif, iktizâ ederler ki, hakikatlar
perdeli kalıp, ta müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler, A'lâ-yı İlliyyîne
çıksınlar ve Ebucehiller, esfel-i sâfilîne girsinler. Eğer mâsumlar, böyle
musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller, aynen Ebubekirler gibi teslim
olup, mücahede ile mânevi terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.Mâdem,
mazlum, zâlim ile beraber musibete düşmek hikmet-i İlâhîce lâzım geliyor.
Acaba o biçâre mazlumların rahmet ve adâletten hisseleri nedir?Bu suale
karşı cevaben denildi ki: O musibetteki gazab ve hiddet içinde onlara bir
rahmet cilvesi var. Çünki o mâsumların fâni malları, onların hakkında sadaka
olup, bâki bir mal hükmüne geçtiği gibi, fâni hayatları dahi bir bâki hayatı
kazandıracak derecede bir nevi şehâdet hükmünde olarak, nisbeten az ve muvakkat
bir meşakkat ve azaptan büyük ve dâimî bir kazancı kazandıran bu zelzele,
onlar hakkında aynı gazab içinde bir rahmettir. S.) |
ZELZELET-ÜS SÂA |
Kıyamet sarsıntısı. Kıyamet kopması ânında meydana gelecek olan
çok müthiş zelzele. |
ZELZİL |
Ev içinde olan mal, mülk ve eşya. |
ZE'M |
Katı, şiddetli, şedid. * Hacet, ihtiyaç. * Mevt, ölüm. |
ZE'M |
Tahkir etmek, hakaret etmek. * Ayıplanmak. |
ZEMA' |
Tenbel olmak. * Dehşetli olmak. * Acele etmek. * Yırtmak. * Alçak
insan, kötü insan. |
ZEMAHŞERÎ |
(Hi: 467-538) Türkistan'da Harzem'in Zemahşer köyünde doğdu. Hanefî
fukahasındandır. Fevkalâde iktidar ve faziletine rağmen bir zamanlar itikadça
Mu'tezile'den olmuştu. Meşhur bir ilm-i belâgat âlimidir. |
ZEMAİM |
(Zemime. C.) Kötü haller. Beğenilmeyen, sevilmeyen hal ve hareketler. |
ZEMAM |
(Bak: Zimam) |
ZEMAN |
Zaman, devir, vakit, çağ, mevsim, mehil.(Levh-i Mahv-İsbat ise,
sâbit ve dâim olan Levh-i Mahfuz-u Azam'ın daire-i mümkinatta, yâni mevt
ve hayata, vücut ve fenâya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri
ve yazar bozar bir tahtasıdır ki, hakikat-ı zaman odur. Evet herşey'in bir
hakikatı olduğu gibi, zaman dediğimiz, kâinatta cereyan eden bir nehr-i
azimin hakikatı dahi Levh-i Mahv-İsbat'taki kitabet-i kudretin sahifesi
ve mürekkebi hükmündedir. S.) |
ZEMAN-I MEDİDE |
Pek uzun zaman. |
ZEMAN-I VUSÛL |
Varma zamanı. |
ZEMANE |
f. şimdiki zaman. * Vakit, devir. * Tâlih, baht, şans. |
ZEMANEN |
Zamanca, zaman bakımından. * Vaktinde, vaktiyle. |
ZEMANE(T) |
Belâ, musibet, âfet. * Bedenin bir azası eksik veya kötürüm olma. |
ZEMANÎ |
Zamanla ilgili, zamana ait. |
ZEMANİYAN |
f. İnsanlar. Beşer. |
ZEMAR |
Kamışa (ney'e) üfleyen. |
ZEMARE |
Savt, ses, sayha, bağırış, çığlık. |
ZEMCA |
Kuş kuyruğunun çıktığı yeri. |
ZEMCERE |
(C.: Zemâcir) Şiddetle çağırmak. |
ZE'ME |
Şiddetli ses, çığlık. * İhtiyaç, hâcet. |
ZEME |
(C.: Zemmâm) Suyu az olan kuyu. * Tenbellik. |
ZEMEC |
Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Doldurmak. |
ZEMEL |
Bir yanı üzerine çöküp öbür yanını yukarıya kaldırarak koşmak.
* Devenin ayağına ârız olan aksaklık. * Su tulumunun sarkması. |
ZEMEN |
Zaman, vakit. |
ZEMER |
İnce saçlı. * Bahadır, kahraman, yiğit kimse. |
ZEMEYAN |
Acele. |
ZEMHA |
Yaramaz huylu, bahil kimse. |
ZEMHARE |
(C: Zemâhir) Ok. |
ZEMHERİ(R) |
Karakış dönümünden (12 Aralıktan) 31 Ocağa kadar olan şiddetli
soğuk devresi. |
ZEMİL |
Tez, hızlı, seri. * Deve yürüyüşünden bir çeşit. |
ZEMİL |
Bir adamın hayvan üzerinde iken ardına binmiş olan adam. |
ZEMİM |
Burun suyu, sümük. * Koç ve teke zekerinden akan bevl. * Koyun
emziğinden akan süt. |
ZEMİME |
Zemme müstehak olan. Beğenilmeyen kötü hal ve hareket. |
ZEMİN |
Kötürüm kimse. |
ZEMİN |
f. Yer. Yeryüzü.* Meydan. Satıh. * Tarz. Eda. *Mevzu. |
ZEMİN-İ ŞURE |
Çorak yer. |
ZEMİN-BUS |
(Saygı ve hürmetten dolayı) yeri öpme. |
ZEMİN-DÂR |
(C: Zemindârân) f. Hâkim. Vâli. |
ZEMİN-KUB |
f. İkide bir ayağını yere vuran çengi, rakkase. * Yer tepici olan
at, deve, katır ve benzeri hayvanlar. |
ZEMİN Ü ZAMAN |
Vakit ve yer. * Münasebet. Mevzuya veya mes'eleye olan uygunluk,
hâl, vaziyet. |
ZEMİR |
Bahadır, kahraman, yiğit. |
ZEMİSTAN |
f. Kış. Kış mevsimi. |
ZEMİSTANÎ |
f. Kışlık. Kış mevsimine ait. |
ZEMK |
Sakal yolmak. (Yolunan sakala "zemika" veya "mezmuka"
derler.) |
ZEMKA |
Kuşun kuyruğunun bittiği yer. |
ZEML |
Atın, davarın neşeli yürüyüşü. * Yük yüklemek. * Refik. Arkadaş. |
ZEMM |
Birisinin ayıplarını söylemek, çekiştirmek. Kötülemek, yermek.
Ayıplamak. |
ZEMMÂM |
Ayıplayıcı, zemmedici, kötüleyici. |
ZEMMAR |
Düdük çalan. |
ZEMN |
Kötürüm olmak. |
ZEMR |
Düdük çalmak. |
ZEMR |
Savaşmak. * Bir nesne ile kandırmak. |
ZEMU' (ZEMİ') |
Aceleci ve seri kimse. * Sıçraması birbirine yakın olan tavşan. |
ZEMZEM |
Çok mübarek bir su. * Kâbe-i Mükerreme'nin yanındaki maruf kuyu.
(Süryanicede Zem: Dur, gitme mânasınadır. Vaktiyle Hz. Hacer, oğlu İsmail'in
(A.S.) ayağı altından su çıkıp aktığını veya bu kuyunun çok çok akmağa başladığını
görünce, "zem zem" diye söylemesi ile kuyunun akması kesilmiş
ve bu vecihle kuyu bu ismi almıştır.) *Kelimenin lügat manası: Yavaş yavaş
teganni ve terennüm eylemek, hafif ve yavaş yavaş türkü söylemek. * Çok
bol. |
ZEMZEME |
Nağme, hoş ses. Uzun uzadıya gürleyerek seslenmek. Geniz ve boğaz
ile ezgili ses çıkarmak. Yavaş yavaş geniz ve boğazdan ses çıkararak türkü
veya şarkı söylemek. * Cemaat. |
ZEMZEME-DÂR |
f. Ahenkli. |
ZEMZEME-PİRÂ |
f. Şarkı söyleyen, terennüm eden. |
ZEN |
f. Kadın, nisa. |
ZEN |
f. Vuran, kesen, atan mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır.
(Zeden: Vurmak mastarında emir köküdür) Lâf-zen $ : Söz atan, lâf atan. |
ZENA' |
Kısa boylu ve dar nesne. * Sidiğini tutup işemeyen kişi. |
ZENABİ |
Kuş kuyruğu. * Deve burnundan akan sümük. |
ZENABİL |
(Zenbil. C.) Zenbiller. |
ZENABİR |
(Zünbur. C.) Eşek arıları. |
ZENADIK |
(Zındık. C.) Zındıklar. Allah'a ve âhirete inanmayan dinsizler.
İçten inanmayıp zâhiren mümin görünen münafıklar. |
ZENADİKA |
(Zındık. C.) Zındıklar. |
ZENAH |
(Zenâhdân) f. Çene. |
ZENAN |
Kadınlar. |
ZENAN |
f. "Vurarak" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır.
Meselâ: Ta'ne-zenan $ : Söverek. |
ZENANE |
f. Kadınla alâkalı, kadına mahsus. Kadın işi. |
ZENAV |
(Bak: Avzen) |
ZENB |
Suç, günah, kabahat. |
ZENBAK |
Güzel kokulu bir çiçek. Zambak. * Yâsemin yağı. |
ZENBEREK |
(Zenburek) f. Hareket ettirmeğe yarıyan yay. Saatin zenbereği.
* Hayvan üzerinde taşınan ve ateşlenebilen küçük top. * Mc: Faaliyet ve
harekete sebep olan şey. |
ZENBERİYYE |
Büyük cins bir gemi. * İri vücutlu, enli erkek. |
ZENBİL |
İçine öteberi konulup elde taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst
tarafında yine sazdan kulpları olan, ağzı geniş kap. |
ZENBİLLİ ALİ EFENDİ |
Yavuz Sultan Selim Han ve Kanuni Süleyman devrinin meşhur Şeyh-ül
İslâmı ve âlimidir. Asıl adı Alâaddin Ali Cemâl Çelebi'dir. Allah rızası
ve Allah korkusundan başka birşey tanımaması sayesinde, pervasız hareketleri
ile bir çok insanın hayatlarını koruyabilmiş, adaleti te'min etmiştir. Sağlam
dindarların sultanlara karşı nasıl metanet ve cesaret göstereceğine nümunelik
bir zat olarak yaşamış, devlet reislerine istikameti gösterebilen bir İslâm
kahramanı olmuştur. Vefatı Mi: 1526 tarihine rastlar. Karaman'lı olduğu
söylenir. |
ZENBUC |
Yabani zeytin. |
ZENBUREK |
f. Zenberek. * Tar: Hayvan ile taşınan eski küçük toplar. |
ZENC |
Siyah, kara. |
ZENCEBİL |
Hoş kokulu bir baharat adı. |
ZENCERE |
Parmakla fiske vurmak. |
ZENCİ |
Siyah ırktan olan. Siyâhi. |
ZENCİR |
f. Zincir. |
ZENCİR-BEND |
f. Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı
katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir.
* Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra gelen mısraın ilk kelimesini
teşkil etmek şekliyle meydana getirilen manzumelere verilen addır. Divan
şâirleri arasında bunun yerine "Redd-ül acz an-is sadr", halk
şâirleri arasında ise "Zincirleme" veya "Ayaklı koşma"
denilirdi.Safter-i âlemsin, senden hidâyet,Hidâyet menbaı dilde begayet,Begayet
cemâlin nur-i beşâret,Beşâret gösterir hüsnün enveri.Enver-i cihansın, senden
münevver,Münevver sıfatın zât-ı mükerrer,Mükerrer eyledin dehri serâser,Serâser
okunur kenz-i ekberi(Lâ) |
ZEND |
(C.: Zinâd-Eznüd-Eznâd) Kolun bilekte olan mafsalı. * Çakmak taşı
ve demiri. |
ZENDEKA |
Kâfirlik, dinsizlik. (Zendeka sâhibine zındık denir. Bazılarınca
zındık; hem dinsiz, hem emvâl ve ezvacın iştirakine ve dehrin bekasına kail
olan kimsedir.) |
ZEN-DOST |
f. Kadınların peşinde dolaşan, kadınlardan hoşlanan, zampara. |
ZENEB |
Kuyruk. |
ZENED |
f. (Hâl sigası Zeden masdarından) Vuruyor, çarpıyor, tutuyor (meâlinde). |
ZENEK |
f. Küçük kadın. |
ZENEN |
Burundan sümük akıp durmak. |
ZENG |
Zenci. * Kir, pas. * Zil. |
ZENGÂR |
Bakır pası nev'inden bir mâden. Boyacılar kullanılır. Öldürücüdür.
Yeşil renktedir. |
ZENGEL(E) |
f. Çıngırak. * Çan. |
ZENH |
Yemeğin kokup bozulması. |
ZENİM |
Soyu bozuk, soysuz. Aslında o kavimden olmayıp sonradan ona katılan
kimse. * Aşağılık.(Zenim, Zeneme'den müştaktır. Zeneme, keçinin, koyunun
boynunda, kulağı dibinde derisinden küpe gibi yumrucuklara yahut kulağı
delinip de ucundan muallâk bırakılan sarkıntıya denir ve bu, her tarafa
sallanır durur. Lisanımızda o koyun veya keçiye küpeli denildiği gibi, Arapçada
ise zenim denilir. Mecazen: Dalkavuk veya kulağı kesik, kulağı küpeli tâbirlerindeki
mânayı andırır.İbn-i Cerir tefsirinde tafsil olunduğu üzere, târifinde şöyle
denmiştir: Nesebi mülhak, piç, şer ile mâruf, kötü damgalı, fâcir ilâahir...
E.T.) |
ZENİN |
Sümük. |
ZENK |
Bir taife adı. |
ZENKA |
Dar sokak. |
ZENME |
Keçinin kulağı ucunda küpe gibi sarkan kıllar. * Devenin kulağından
kesip ilişik koydukları parça. |
ZENNA' |
Sümüklü kadın. * Hayzı kesilmiş olmayan kadın. |
ZENNE |
Kadın kısmı. * Eskiden orta oyununda kadın rolü yapan erkek sanatkârlar
hakkında kullanılan bir tâbirdi. Eskiden kadınlar, oyunda rol alamadıkları
için erkekler kadın kıyâfetine girer ve oyunda kadın rolü yaparlardı. |
ZENNUN |
Sümüklü. |
ZENPARE |
f. Zampara. Zenperest. |
ZENPEREST |
(C.: Zenperestegân) f. Kadına düşkün, kadın peşinde dolaşır ahlâksız
kimse. |
ZENTERE |
Darlık, şiddet. |
ZENUB |
Sakaların su dağıttıkları bir kapdır ki; Kur'ân'da azabdan nasib
mânasına istiare olunmuştur. (E.T.) |
ZENYAN |
Men'etmek, engel olmak. Kabul etmemek, reddetmek. * Evmek, acele
etmek. * Rüzgârın sert esmesi. |
ZER |
Sarı. * Altın, akçe. * Nöbet. * Oruç. * Çile. |
ZER' |
Ekilmiş. Ekme. Tohum ekme. * Yetişmiş ekin. |
ZER' |
Çoğaltma. * Halketme, yaratma. * Tohum ekme. * Ağzından dişlerin
dökülmesi. * Saç ağarması. * Perde, hâil. |
ZE'R |
Kerih görmek. İğrenmek. Nefret etmek. |
ZER' |
Yaratmak. * Yere tohum saçmak. |
ZER' |
Ölçmek. * Kederli ve tasalı olmak. * Kalb. * El yaymak. * Kudret,
kuvvet, tâkat. |
ZE'R (ZEİR) |
Arslan kükremesi. * Çağırmak ve kükremek mânâsına mastar. |
ZERA' |
İplik eğirmekte elleri çabuk olan. |
ZERA' |
Vahşi sığırın buzağısı. * Tamâ, hırs, aç gözlülük. |
ZERA |
Gölgelik, perdelik. |
ZERAA |
Genişlik. * Hız, sür'at. |
ZERAB |
f. Beyaz şarap. * Yaldız mürekkep. |
ZERABÎ |
(Zürbiye) (Zirbiye. C.) İftihar eden. * Geniş, enli döşek, yatak. |
ZERAF |
f. Zürafa. |
ZERAFE (ZÜRÂFA) |
(C.: Zürâfât) Deveye benzer, boynu uzun ve art ayakları kısa bir
hayvan. Zürafa. |
ZERAFÎ |
(Zerafe. C.) Zürafalar. |
ZERAK |
Gök renkli. Mavi. |
ZERARE |
Saçılan şey. |
ZERARÎ |
(Zürriyet. C.) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller. |
ZER-BAF |
Sırma dokuyan. |
ZERBE |
Yüce avazlı, gür sesli olmak. |
ZERD |
f. Sarı. * Soluk, solgun. |
ZERD |
(Zered) (C.: Zürud) Halka halka örülmüş savaşçı zırhı. * Yutmak.
* Boğmak. |
ZERDAB |
(Zerd-âb) f. İrin, cerahat. * Safra. * Beyaz şarap. |
ZERD-ÂLÛ |
f. (Zerd: sarı; âlû: erik) Sarı erik, zerdali. |
ZERDE |
f. Safranla pişirilen bir çeşit pirinç tatlısı. Safran, sarı renge
boyadığı için bu ad verilmiştir. Eskiden düğünlerde pişirilirdi. * Safran.
* Yumurta sarısı. |
ZERDEC |
Usfur çiçeğinin evvel çıkan sarı suyu. |
ZERDEME |
Yutacak yer. |
ZERDFAM |
f. Sarı renkte. Sarı renkli. |
ZERDGUŞ |
f. İki yüzlü. Müraî. * Ürkek, korkak. |
ZERDÎ |
f. Sarılık. Sarı renkte olma. |
ZERDOST |
f. Cimri, hasis, tamahkâr. |
ZERDÜŞT |
Ateşe tapan, mecusi. * İlk önce nur ve zulmet diye iki ilâha inanmayı
uyduran adam. |
ZE'RE |
Meşelik. |
ZERE' |
Başın önünde vâki olan beyazlık. |
ZEREB |
(C.: Zerâib) Koyun ağılı. |
ZEREB |
Keskin nesne. * Midenin bozulması. |
ZERECUN |
(Zerâcin) Üzüm ağacı. * Üzüm asması. * Kızıl boya. * Çukur taş
içinde biriken yağmur suyu. |
ZERED |
Zırh. |
ZEREF |
(Zerefân-Zerâfe-Zerif) (C: Zevârif) Gözden yaş akmak. * Yavaş yürümek. |
ZERENDUD |
(Ze-endud) f. Altın yaldızlı. |
ZER-ENDUZ |
Altun kazanan. |
ZERGER |
(C.: Zergerân) Altın işleyen. * Kuyumcu. |
ZERGERÎ |
f. Kuyumculuk. |
ZERGÛN |
f. Altın gibi sarı renkli olan. Altın renkli. |
ZERH |
Yemeğe zehir katmak. |
ZER-HIRİD |
(Zer-hıride) f. Satın alınmış kimse, köle. |
ZERİ' |
Araya giren, şefaat edici. |
ZER'Î |
(C.: Zer'iyyât) Arşın ile ölçülen şey. |
ZERİ' |
Çabuk ve kolay olan. |
ZERİA |
(C.: Zerâi) Vesile. * Yol. * Geçit. * Avcının, arkasında gizlendiği
deve. |
ZERİN |
(Bak: Zerrin) |
ZERİR |
Yanmak. * Parlamak. |
ZERİR |
Zeki, hafif kimse. |
ZERİRE |
(C.: Ezirre) Göz otu. Tutya. |
ZER'İYYAT |
Ekim işleri. |
ZERK |
Çirkin söz söylemek. * Kuşun terslemesi. |
ZERK |
Hile. Riya. İki yüzlülük. * Şırınga yapmak, iğne ile vücuda ilâç
vermek. |
ZERK-ÂLÛD |
f. Riyalı, riya karışık. |
ZER-KEŞ |
f. Altın kakmalı, altın işlemeli. * Altın tel yapan. |
ZERK-FÜRUŞ |
f. Hileci, hilekâr. İkiyüzlü, müraî. |
ZERM |
Kesilmek. |
ZERNEB |
Turunç kokusu gibi güzel kokan bir ot. * Fercin dışarısında olan
et. |
ZERNİGÂR |
f. Altın ile işlenmiş. Yaldızlı. |
ZERR |
Zerre, en küçük parça. * Karınca yumurtası. * Ayırmak. |
ZERR |
Düğmeyi iliklemek. * Birbirine pekitip bağlamak. |
ZERRA' |
Ekinci, çiftçi. |
ZERRAD |
Zırh ören. |
ZERRAK |
(Zerk. den) İki yüzlü. |
ZERRAT |
(Zerre. C.) Zerreler. Pek ufak parçalar. Moleküller. |
ZERRE |
(C: Zerrat) Pek ufak parça. * Atom. * Çok küçük karınca. * Güneş
ışığında görünen ufacık tozlar. * Küçük boylu adam. |
ZERREVÂRİ |
f. Zerre gibi çok küçük. |
ZERREVÎ |
Zerre ile alâkalı, zerreye âit. |
ZERRİN |
f. Altından yapılmış. Altın gibi parlak. Sarı |
ZER-RİŞTE |
f. Altın tel. Sırma. * Sarı. |
ZERŞEK |
Kadın tuzluğu. Pars anberi. |
ZER-ŞİNAS |
f. Altın tanıyan, sarraf. |
ZER-TAR |
f. Altın tel, sırma. * Güneş ışını. |
ZERUF |
Seri, hızlı, aceleci. |
ZERUR |
Göz otu. |
ZERV |
Tutup götürmek. * Savurmak. * Kırıp götürmek. |
ZER-VER |
f. Altın yaldızlı olan. |
ZERYAC |
Zerde aşı. |
ZERZERE |
Sığırcık kuşunun ötmesi. |
ZE'T |
Boğmak. |
ZETT |
Ziynet, süs. |
ZEUM |
Yağlı mıdır değil midir bilinmeyen koyun. |
ZEUR |
Korkak kimse. |
ZEV' |
Ölüm sebebiyle gelen sıkıntı, keder. |
ZE'V |
Sürmek ve sulamak. |
ZEVABE |
(C.: Zevâib) Saç bölüğü. * Zülüf. * Kılıç tasması. |
ZEVABİ' |
Musibetler. Büyük belâlar. (Bak: Devâhi) |
ZEVACİR |
(Zâcire. C.) Yasak edenler, men'edenler, önleyenler. |
ZEVAD |
Azıklar, yiyecekler. |
ZEVADE |
Ziyadelik, çokluk. |
ZEVAH |
Gitmek. |
ZEVAHİF |
(Zâhife. C.) Yerde sürünerek yürüyen hayvanlar, sürüngenler. |
ZEVAHİR |
(Bk: Zavahir) |
ZEVAHİR |
Dolu, taşkın, coşkun denizler. * Mc: Yüksek şan ve şerefler. |
ZEVAHİR |
(Zühre. C.) Çiçekler. * Parlak yıldızlar. * Ziynetli, parlak ve
berrak olanlar. |
ZEVAİB |
(Zâib. C.) Erimiş şeyler, eriyenler. |
ZEVAİD |
(Zâide. C.) Fazlalıklar, fazla şeyler. Faydasız şeyler. |
ZEVAİL |
(Zail. C.) Zeval bulanlar. Zail olan şeyler. * Mc: Yıldızlar. |
ZEVAL |
Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek. * Güneşin
tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman. * Güneşin nısf-ı nehar dairesinden
batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna yaklaşması.(Gafletten kurtulan evvelki
adam, o şedit şefkatin elemine karşı ulvi bir tiryak bulur ki; acıdığı bütün
zihayatların mevt ve zevâlinde bir Zât-ı Bâki'nin bâki esmasının daimî cilvelerini
temsil eden âyine-i ervahları bâki görür; şefkatı, bir sürura inkılâb eder.
Hem zevâl ve fenâya mâruz bütün güzel mahlukatın arkasında bir cemâl-i münezzeh
ve hüsn-ü mukaddes ihsas eden bir nakış ve tahsin ve san'at ve tezyin ve
ihsan ve tenvir-i dâimîyi görür. O zevâl ve fenâyı, tezyid-i hüsün ve tecdid-i
lezzet ve teşhir-i san'at için bir tazelendirmek şeklinde görüp lezzetini
ve şevkini ve hayretini ziyadeleştirir. M.) |
ZEVAL-İ ELEM |
Elemin sona ermesi.(Zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet
dahi elemdir. S.) |
ZEVAL-İ LEZZET |
Lezzetin bitmesi, lezzetin sona ermesi. |
ZEVALÎ |
Zevale mensub, zevale ait ve müteallik. * Çok yaşlı. |
ZEVALNÂPEZİR |
f. Geçici ve muvakkat olmayan. Zeval bulmayan. Sona ermeyen. |
ZEVALPEZİR |
f. Geçici olan. Muvakkat. Sona eren. |
ZEVAMİL |
(Zâmile. C.) Küçük yükler. * Yük hayvanları. |
ZEVANİ |
(Zâniye. C.) Zâniyeler. Zina yapan kadınlar. |
ZEVARİ' |
Küçük tuluklar. |
ZEVAT |
(Zât. C.) Zatlar, şahıslar, kimseler. * Üzüm, buğday gibi şeylerin
kabuğu. |
ZEVAT-I KİRAM |
Şerefli, temiz, büyük zatlar. |
ZEVAT-I MA'DUDE |
Sayılı zevât. Sayılı kimseler. |
ZEVATA |
İki zat. * İki sahib. * Çift. |
ZEVAYA |
(Zâviye. C.) Zaviyeler. Açılar. Köşeler. Tekyeler. |
ZEVB |
Erime. |
ZEVC |
Çift. İki şeyden meydana gelen. * Sınıf, cins, nev'. * Karı ve
kocanın herbiri. * Koca, eş. |
ZEVCAT |
(Zevce. C.) Zevceler. Karılar. Kadın eşler. |
ZEVCE |
Kadın eş. Nikâhlı kadın, eş. |
ZEVCEYN |
Karı ile koca. Kadın ile erkek çift. |
ZEVCİYYET |
Kocalık, karılık. Eşlik. Karı ve koca oluş. |
ZEVD |
Ayırmak. * Uzaklaştırmka, ırak etmek. * Defetmek, menetmek. |
ZEVD |
Koyunu su yerinden sürmek. * Sevk. |
ZE'VE |
(C: Ze'vât) Zayıf koyun. |
ZEVEBAN |
Erime. |
ZEVEBAN ETMEK |
Fiz: Sıcaklığını artırarak bir cismin, katı hâlden sıvı hâline
geçmesi. Erimiş olması. |
ZEVEL |
Hafif, zeyrek, zarif kimse. (Müe: Zevle) |
ZEVER |
Meyl, eğrilik. |
ZEVF |
Adımını birbirine yakın atmak. |
ZEVG |
Bir şeyi bir tarafa eğme, bir yana meyillendirme. |
ZEVH |
şiddetle yürümek. |
ZEVH |
Develeri dağıtıp toplamak. |
ZEVİ |
(Zû. C.) Sahipler. |
ZEVİ-L EHSAS |
Duygu sahibi olanlar, duyanlar, hissedenler. |
ZEVİ-L ERHAM |
Yakın akraba. |
ZEVİ-L ERVAH |
Ruh sahipleri. Hayatlılar, ruhlular. Can sahibi olanlar. |
ZEVİ-L İDRAK |
İdrak sahipleri. Anlayış ve akıl ile kavrayışlı olan. |
ZEVİ-L UKUL |
Akıl sahipleri. Aklı olanlar. * Tas: Halkı zâhiren, Hakkı bâtınen
görenler. |
ZEVK |
Lezzet alma, hoşa gitme, tatma. * Hoş, hoşa giden. Mânevi haz.
* Boş vakit geçirmek. Eğlenmek. * Alay etmek. Güzeli çirkinden ayırma kabiliyeti.(Hayatın
zevkini ve lezzetini isterseniz, hayatınızı iman ile hayatlandırınız ve
ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz... S.) |
ZEVK-İ SELİM |
En temiz, nezih ve en yüksek derecedeki zevk. Selâmette olan zevk.
Meşru dairedeki zevk. * Sezme kabiliyeti. |
ZEVK-ÂLUD |
f. Zevkli, zevk karışık. |
ZEVK-BAHŞ |
f. Zevk veren, eğlendiren, neşelendiren. * Meşhur bir cins lâle. |
ZEVK-CÛ |
(C. : Zevkcuyân) f. Zevkine düşkün. Zevk arıyan. |
ZEVKİYYAT |
Zevk ve eğlenceye dair hususlar. |
ZEVKÎ |
Zevkle alâkalı. Zevke âit. |
ZEVK-YÂB |
f. Lezzet alan, zevklenen. |
ZEVL |
(C.: Ezvâl) Acib nesne. * Zâil olmak, geçici olmak. |
ZEVLAK |
Taraf, cânib. |
ZEVR |
Yalan, kizb. * Bâtıl mâbud. * Ziyaret etmek. * Göğüs üstü. |
ZEVR |
Göğüs altı. |
ZEVRA' |
Bağdat. * Dicle nehri. * Eğri ve eğilmiş nesne. Yay. * Derin kuyu.
* Uzak yer. |
ZEVRAK |
Kayık, sandal. * Mekke'de yapılan ve içine zemzem koymaya mahsus
olan kap, ibrik. |
ZEVRAKÇE |
f. Ufak kayık. Ufak sandal. |
ZEVRAKSÜVÂR |
f. Kayığa binen. Sandala binmiş olan. |
ZEVRE |
Uzaklık. * Ziyaret etmek. |
ZEVREKA |
(C.: Zevrak-Zevârik) Ölçek. * Küçük gemi. |
ZEVT |
Boğmak. |
ZEVV |
Irak diyarında bir dağın adı. * Kadr, kıymet. * Miktar. |
ZEVVAK |
Bir şeyi fazlasıyla deneyen. * Bir şeyi çok fazla tadan. |
ZEVY |
(Zevey) Döndürmek. Cem etmek, dürülmek. Tutmak. |
ZEVY |
Solmak. * Değişmek, mütegayyer olmak. |
ZEVZAT |
Doğurmak. * Sür'atle gitmek. * Reddedip uzaklaştırmak. |
ZEVZEK |
t. Geveze. Münasebetsiz, temkinsiz. Ağzı ve eli durmayan. Hoppa. |
ZEY' |
(Zeyean) Duyulma. Meydana çıkıp yayılma. |
ZEY' |
Güzelce pişip erimek. |
ZEYB |
(Bak: Zîb) |
ZEYBEK |
Hafif silâhlarla donanmış ve asâyişi muhafazaya memur olan eski
bir sınıf asker. |
ZEYD |
Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan isimlerdendir.
(Diğer isimler: Amr, Bekir, Beşir, Hâlid) |
ZEYD (ZİYÂD) |
Men'etmek, reddedip gidermek. |
ZEYD BİN SABİT (R.A.) |
Sahabe-i Güzinden ve Aşere-i Mübeşşeredendir. Henüz on bir yaşında
iken isteği ile İslâmiyet'i kabul etmiştir. Kur'ân-ı Kerim'i kemiklerde
yazılı ve hâfızların ezberinde iken bugünkü şeklinde ilk olarak yazan, bu
hizmette en büyük hizmet kendisine nasib olandır. Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.)
kâtipliğini yapmıştır. Süryanice de öğrenmişti. Hz. Ebu Bekir-i Sıddık'ın
(R.A.) hilâfeti mes'elesinde Ensar'ı tenvir etmiş, hakikatı izah etmiştir.
Hz. Ömer ve Hz. Osman (R.A.) devirlerinde büyük hizmetler görmüş ve beyt-ül
mâl te'sisinde ve tesbitinde büyük hizmetleri olmuştur. Hi: 45 tarihinde
56 yaşında irtihal etmiştir. |
ZEYEK |
İki uyluk arasının geniş olup birbirine uzak olması. |
ZEYF |
(C.: Ziyâf - Züyuf - Ezyâf) Kalp ve silik para veya akçe. |
ZEYG |
Şübhe. Doğruluktan ayrılma. * Bir tarafa meyletme. * Yanılma. *
Kamaşma. |
ZEYH |
(Zeyhân) Zulüm etmek. Haktan uzaklaşmak. |
ZEYH |
Mahvolmak. * Gitmek. * Uzak olmak. |
ZEYHAN |
Zulüm etmek. Zâlimlik yapmak. |
ZEYL |
Ayırma. Tefrik. |
ZEYL |
Ek, ilâve, bir şeyin altı, devamı. * Etek. |
ZEYLEN |
Ek olarak. İlâve ederek. |
ZEYLİYÂT |
İlâve ve ek olarak yazılan şeyler. |
ZEYN |
Zinet, süs. Süslemek. |
ZEYN-ÜD DİN |
Dinin süsü, dinin zineti. |
ZEYN-AB |
(Kürdçe) Su kaynağı, pınar. |
ZEYNEB |
Eski fetva metinlerinde kadını temsil eden isimlerden biri. * Gül.
(Bak: Hatice) |
ZEYN-ÜL ABİDİN |
(Zeynel âbidîn) Lügat mânası: İbadet edenlerin zineti. * (Hi: 38-94)
Oniki İmamın dördüncüsü olan zât (R.A.). Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın
torunu olan Hazret-i Hüseyin'in ortanca oğlu. Asıl adı: Ali'dir. Tâbiînin
büyüklerindendir. Medine-i Münevvere'de vefat etmiştir. (Rahmetullâhi Aleyh) |
ZEYR |
Eksilmek. |
ZEYT |
Zeytinyağı. Yağ. |
ZEYTUN |
Zeytin. |
ZEYTUNÎ |
Zeytin renginde olan. |
ZEYY |
(Bak: Ziyy) |
ZEYY |
Döndürmek. * Toplamak, cem'etmek. |
ZEYYAL |
Kuyruklu. * Uzun etekli. |
ZEYYAT |
Zeytin ağacı. |
ZE'ZEE |
Cem'etmek, toplamak. |
ZI |
Kur'an-ı Kerim alfabesinde onyedinci harftir. Ebcedî değeri: 900'dur. |
ZIA |
İşlenir toprak. Tarla. |
ZIAR |
Devenin ağzını bağlamak. |
ZIBA' |
(Zabu. C.) Sırtlanlar. |
ZIBAB |
(Zabb. C.) Kertenkeleler. Kelerler. |
ZID |
Aksi, muhâlif, zıt. * Nefret edilen, kerih şey. |
ZIDDÂN |
İki zıt. |
ZIDDEYN |
Birbirinin aksi olan iki şey. İki zıt. |
ZIDDİYET |
Birbirine muhâlif, zıt olma hâli. Zıtlık. Birbirinden nefret etme.
Zıt fikir veya kanaat sahibi olanların durumu. |
ZI'F |
İki kat. Bir şeyin miktarca iki katı. |
ZIFR |
Tırnak. Çengel. Pençe. |
ZIHAR |
İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi
birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak. * Karşılıklı yardımlaşmak.
* Fık: Bir kocanın, karısını müebbeden mahremi olan birisinin bakması câiz
olmayan bir yerine teşbih etmesi.Meselâ, bir adam karısına, "Sen bana
anam gibisin" demesi gibi. Bu halde karısı da ona haram olurdu. İslâmiyetten
evvel câhiliyet âdetleri olan ve bir nevi boşanma usulü sayılan bu çeşit
hareketi İslâmiyet men'etmiştir ve zecr için zıhar eden kimseye keffaret
vaz' olunmuştur. (O.L.) |
ZIHARE |
Elbisenin dış yüzü, dış tarafı. |
ZIHLİL |
Dayanacak ve kayacak dar mekân. |
ZIHRIT |
Koyun ve deve burunlarından akan sümük. |
ZIHRÎ |
(C.: Zıhârâ) Bir ihtiyaç için hazırlanıp saklanan nesne. |
ZIKKÎ |
Deriden yapılmış su tulumu. |
ZILAL |
(Zıll. C.) Gölgeler. |
ZILALE |
Gölgelik. |
ZILF |
Hayvanların çatal tırnağı. |
ZILL |
Gölge. * Perde. * Mc: Sahip çıkma, koruma, himaye etme. |
ZILL-I ZÂİL |
Geçen gölge. |
ZILL-I ZALİL |
Koyu gölgeli yer. |
ZILL-ÂLUD |
f. Gölgeli. |
ZILLÎ |
Gölge ile alâkalı. |
ZILLÎM |
Zulmü çok olan kimse. Zâlim insan. |
ZILLİYET |
Zâhirî sahiplik. Himaye edici olma. * Gölgelik. |
ZILLULLAH |
Cenab-ı Hakk'ın namına yeryüzünde tasarrufta bulunan insan, halife.
İlâhî kanunu tatbike çalışan halife ve pâdişahın nâmı. |
ZIMAD |
(C.: Zamâid) İlâç. * Merhemle yaraya sarılan sargı, bez. |
ZIMAN |
Zarar ve ziyana karşılık verilen bedel. |
ZIMAR |
Ele geçmesi mümkün olmayan kaybolmuş mal. Alacak veya yeri bilinmeyen
mal. * Gizli kalmış hazine, iş veya şey. |
ZIMAR |
Irz, namus. |
ZIMN |
İç taraf. * Maksad, gaye. * Açıktan söylenmeyip dolayısıyle anlatılan. |
ZIMNEN |
Açıktan olmayarak, dolayısıyla, ima yolu ile. İçinden olarak. |
ZIMNÎ |
İçinde saklı, gizli olarak. * Kendiliğinden. |
ZINDIK |
(Bak: Zendeka) |
ZINNE |
Töhmet, kabahat. |
ZINNET |
Cimrilik, pintilik. |
ZI'R |
(C.: Zıâr-Zuur-Ezâr) Süt anası. |
ZIRA' |
(Bak: Zirâ') |
ZIRAR |
Karşılıklı zarar vermek. |
ZIRBA' |
Maymuna benzer bir hayvan. |
ZIRBAN |
(C.: Zerâbin) Kokarca denilen küçük, kediye benzer, çirkin kokulu
bir hayvan. |
ZIRGAM |
(C.: Zarâgım) Aslan, gazanfer. |
ZIRH |
Cevşen. * Muharebe elbisesi, demirden örülmüş veya dökülmüş elbise. |
ZIRHPUŞ |
(C.: Zırhpuşân) f. Zırh giyinmiş, zırh giyen. |
ZIRR |
Gömlek ve kaftan düğmesi. * Tomurcuk. |
ZIVANA |
f. İki ucu açık küçük boru. * Birbirine geçen şeylere açılan boru
şeklinde delik. |
ZIVANADAN ÇIKMAK |
Taşkınlık göstermek. Haddini aşmak, edepsizlik etmek. |
ZIYA' |
Kayıp, yitim. Kaybolma. Mahvolma. |
ZIYA |
(Bak: Ziyâ) |
ZIYA' |
(Zay'a. C.) Küçük çiftlikler, tarlalar. |
ZIYK |
(Dıyyık - Dıyk) Dar. Sıkıntılı. |
ZIYYIK |
Pek dar. |
Zİ |
Kılık, kıyafet. Elbise. |
Zİ |
f. Türkçedeki "den, dan" mânasını ifade eder. Meselâ:
Zi-mısır $ : Mısır'dan. |
ZÎ |
Arapçada kelimenin yerine göre "Zâ, Zû, Zî" şeklinde
okunan, "sâhib" mânasını ifade eden ve birleşik kelimeler yapılan
bir edattır. |
ZÎ-FİKİR |
Fikir sahibi, tefekkür eden. |
ZİAB |
(Zi'b. C.) Kurtlar, canavarlar. |
ZİAMET |
(Bak: Zeâmet) |
ZÎB |
Zinet, süs. Düzgün, iyi elbise. |
Zİ'B |
Kurt. Canavar. |
Zİ'B-İ MÜTEGANNİM |
Koyun postuna girmiş kurt. |
Zİ'B-İ YUSUF |
Kabahati ve suçu olmadığı halde suçlandırılan kimse. |
ZİBA |
f. Güzel, süslü, yakışıklı. |
ZİBAC |
Nedimelik etmek. * Sohbet etmek. |
ZİBAK |
Cıva. |
ZİBAL |
Karıncanın ağzıyla götürdüğü şey. |
ZİBAR |
(Zebr. C.) Kitaplar. * Yazı yazmalar. * Kâğıt yaprakları. |
ZÎBARÛ |
(Zibâ-ru) f. Güzel yüzlü. Dilber. |
ZÎB-ÂVER |
f. Süsleyici, bezeyici. |
ZÎBAYÎ |
f. Süslülük, güzellik, yakışıklılık. |
ZİBBAH |
Ayak parmaklarının diplerinde olan yarıklar. |
ZİBBAN |
(Zübâb. C.) Sinekler. |
ZİBBİR |
Kuvvetli. |
Zİ'BE |
Eyerin ve semerin iki yanlarının arası. |
ZÎB-EFZA |
f. Güzelleştiren, süsü artıran, güzelliği çoğaltan. |
ZİBENDE |
f. Süslü, zinetli, yakışıklı. Lâyık, güzel. |
Zİ'BER |
Çok kaba dikişli bir Arap kaftanı. |
ZİBE'RA |
Yaramaz huylu kimse. * Kaba sakallı, yüzü ve kaşı kıllı kimse.
* Timsahın dişisi. * Boynuzuyla fili başında götüren canavar. |
ZİBERKAN |
Ay, kamer. Ay ve güneş. * Arap reislerinden bir reisin adı. |
ZİBH |
Boğazlanan davar. |
ZİBHA |
(Zübha) Kuşpalazı, difteri. |
Zİ'BIK |
Civa. |
ZİBL |
Süprüntü. Gübre. |
ZİBNİYE |
Zorla def'edici, zorla kovan. |
ZİBR |
Mektup. Kitap. |
ZİBRAK |
Sarartmak. |
ZİCAC |
Karanfil. |
ZİCAN |
Meyletmek, eğilmek. |
ZİCC |
Yumuşaklıkla def'etmek. Tatlılıkla kovmak. |
ZİDA(Y) |
Cilâlayıcı, temizleyip parlatıcı. |
ZİDB |
(C.: Ezdâb) Nasip, kısmet. |
ZİDE |
(Zidet) : f. "Çoğalsın, artsın" anlamlarına gelir ve
duâ ve temennilerde bulunmak üzere kullanılır. |
ZİDET FAZLUHU |
Bilgisi artsın, fazlı çok olsun! |
Zİ-DER |
f. Kapıdan. |
Zİ-DERGÂH |
f. Dergâhtan. |
ZİDK |
Sıdk, doğruluk. |
ZÎF |
Kenar, nâhiye, cânip, taraf. |
ZİFAF |
Gerdeğe girmek. Gerdek. |
ZİFAN |
(Zayf. C.) Misafirler. |
ZİFAN |
Öldürücü zehir. |
ZİFF |
Deve kuşunun yeleklerinin küçüğü. |
ZİFİL |
Katran. |
ZİFR |
(C: Azfâr) Kir, pas. * Yük. * Kırba. (Kırba götürenlere "Zevâfir"
derler.) |
ZİFRA |
(C.: Zifâri) Devenin kulağı ardında terleyen yer. |
ZÎFÜNUN |
Çok şeyler bilen, mehâret sâhibi olan, fen sâhibi. |
ZİH |
f. Kiriş. * Yay kirişi. * Kenar çizgisi. * Kaytan, şerit. |
ZÎH |
(C.: Züyuh-Ezyâh) Çok kıllı erkek sırtlan. (Müe: Zeyhâ) |
ZİHAF |
Çokluk. * Süstlük ve zayıflık ile yürümek. * Edb: İbarede uzun
okunulması gereken bir sesli harfin, vezin zarureti ile kısa okunuşu. (Bunun
zıddı: İmâle'dir) |
ZİHAM |
Kalabalık, sıkışıklık. |
ZÎHASSA |
Hassalı, özellik, hususiyyet sâhibi. |
ZÎ-HASSA-İ MEŞHURE |
Meşhur hususiyet sâhibi. |
ZÎ-HASSE |
Duygulu, duygu sâhibi, hisseden. |
ZÎ-HAŞMET |
Haşmet sahibi, haşmetli. |
ZÎ-HAYAT |
Hayatlı, hayata sâhip, canlı. (Bak: Hayat) |
ZİHBE |
(C. Zihâb) Yağmur katresi. |
ZİHİ |
"Şu, bu" mânasına gelen müennes işaret zamiri. |
ZİHİ |
f. Ne güzel. Ne iyi. Aferin. |
ZİHLAF |
Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Uzaklaştırmak, ırak etmek. |
ZİHİN |
(Zihn) Anlama, bilme, hatırlama kuvveti. Anlama kuvvet ve istidadı.
Hıfz kabiliyeti. (Bak: Dimağ) |
ZİHN-İ MAHDUD |
Dar zihin. |
ZİHNEN |
Zihin ile, düşünerek, akıl ile. |
ZİHNÎ |
(Zihniyye) Zihinle alâkalı. Zihne âit. |
ZİHNİYYÂT |
Zihne ait hususlar. Zihinle ilgili meseleler. |
ZİHNİYYET |
Düşünce. Düşünce yolu. * Anlayış. * Kafa. |
ZÎK |
(Bak: Dıyk) |
ZÎK |
Yaka kenarı. |
ZİKÂR |
(Zeker. C.) Erkekler. |
ZÎKARED GAZVESİ |
Zîkared, Gatafan diyarı civarında oniki mil mesafede bir kuyudur.
Rivayete göre Medine ile Hayber arasında ve Şam yolu üzerindedir ve Medine'ye
iki konak mesafededir. Bu Zîkared kuyusu yakınında yapılan gazaya Gabe Gazası
da denilir, hicretin altıncı yılında rebiül-evvel ayında vuku bulduğu rivayet
edilir.Hayberden üç gün önce bir takım Gatafan ve Fezare çapulcuları Resulullah'ın
sağılan develerine yağmacılık etmeleri üzerine bu gaza vuku bulmuştur. İbn-i
Sa'd, bu develerin yirmi tane olduğunu ve Gabe Korusu'nda yayılırken baskına
uğradığını bildiriyor. (S.B.M.) |
ZİKE |
Silâh. |
ZÎ-KIYMET |
Kıymet sâhibi, kıymetli. |
ZİKR |
(Zikir) Anmak, hatırlamak. Anılmak. * Allah'ı (C.C.) çok çok anıp
azametini düşünmek ve esmâ-i hüsnâsını okuyup tefekkür etmek. * Kur'ân-ı
Kerim'in bir ismi.(İ'lem eyyühel aziz! Tohum olacak bir habbenin kalbi yani
içi delindiği zaman, elbette sünbüllenip neşvü nemâ bulamaz; ölür gider.
Kezâlik, ene ile tâbir edilen enâniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua
ve hararetiyle yanıp delinse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlik-ı
Semâvat ve Arz'a isyan edemez. O zikr-i İlâhî sâyesinde (ene) mahvolur...Zikreden
adamın, feyz-i İlâhîyi celbeden muhtelif lâtifeleri vardır. Bir kısmı kalb
ve aklın şuuruna bağlıdır. Bir kısmı da şuursuz, yâni şuurlara tâbi değildir.
M.N.) |
ZİKR-İ ALENÎ |
Aşikâr ve açıktan toplanıp Allah'ı zikretmek. |
ZİKR-İ CEHRÎ |
Yüksek sesle yapılan zikir. |
ZİKR-İ HAFÎ |
İçten ve kalbden yapılan gizlice olan zikir. Nakşilerin zikir şekli. |
ZİKR-İ KALBÎ |
Kalb ile yapılan, sessiz zikir. |
ZİKR-ÂREND |
f. Zikreden. Anan. |
ZİKİR-HÂNE |
Allah'ın çok çok zikredildiği yer. Mescid, câmi. Ehl-i tarikatın
toplanıp Allah'ı zikrettikleri yer. Tekke. |
ZİKRA |
Anma, hatırlama. * Nasihat, öğüt. * İbret. Örnek. |
ZİKZAK |
Fr. Bir sağa ve bir sola doğru gidiş yapma. |
ZİLAL |
(Zelil. C.) Hor ve hakir olanlar. Zeliller. |
Zİ'LEB(E) |
Deve kuşu. * Hızlı yürüyen dişi deve. |
Zİ-L ECNİHA |
Çok cihetli, çok hususiyetli bulunan. * Kanatlar sahibi. * Çok
taraflı. |
ZİLHİCCE |
Hacca gitmenin içinde yapıldığı Arabi onikinci ay. Kurban bayramı,
bu ayın onuncu gününe rastlar. |
ZİLKA'DE |
Arabi ayların on birincisi. |
ZİLL |
Yumuşaklık. * Kolaylık, âsanlık. * Davarın alışması. |
ZİLLE |
Orak kuşu denilen bir böcektir, orak vaktinde öter. |
ZİLLET |
Aşağılık, horluk, hakirlik, alçaklık. |
ZİLLET-İ NEFS |
Nefis alçaklığı. |
ZİLYE |
(C.: Zelâli) Büyük döşek. |
Zİ-L YED |
Fık: Bir malı elinde bulunduran. Bu malın hakiki sahibi olsun veya
olmasın halen istediği şekilde kullanmakta bulunan kimse. |
ZİLZAL |
Zelzele, sarsıntı. |
ZİLZAL SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 99. suresidir. "Zelzele, İzâzülzile"
sureleri de denir. |
ZİLZİL |
(C.: Zelâzil) Uzun etek. |
Zİ'M |
Ayıp. |
ZİMAL |
(Bak: Zemel) |
ZİMAM |
Hayvan yuları. Yular. |
ZİMAM-DÂR |
f. Elinde yular tutan. * İdare eden. İdareci. İleri gelen. Bir
işi elinde tutan. |
ZİMAM |
Ahd, söz, yemin, eman. * Hak. * Hürmet. |
ZİMAR |
Deve kuşlarının sesi. |
ZİMAR |
Irz, namus. Kişinin koruması kendi üzerine vâcib olan aile efradı. |
ZİMEM |
(Zimmet. C.) Borçlar, zimmetler. |
ZİMEMAT |
(Zimem. C.) Borçlar. |
ZİMMAR |
Deve kuşu sesi. * "Bağırmak, savt ve sada etmek" mânâsına
mastar. |
ZİMMET |
Himayeyi te'min eden ittifak. * Borç. * Alâkalı. * Uhde. * Vicdan.
* Mes'uliyet. * Üst. Üstte olan şey. * Koruma zorunda kalma. |
ZİMMET-DÂR |
f. Hazine sâhibi. Vergiyi alan, toplayan. Alacaklı. |
ZİMMÎ |
Anlaşma ile İslâm diyarında yaşaması kabul edilmiş, hayatı hıfzedilen
gayr-ı müslim. Ehl-i zimmet.(Kâfir eğer zimmî olsa veya musalaha etse hakk-ı
hayatı var diye usul-ü şeriatın bir düsturudur. Hem Mezheb-i Hanefiyede,
ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür. Fakat fâsık, merdud-üş
şehadettir, çünkü hâindir. L.) |
ZİMMİT |
Ağır başlı, ciddi, vakarlı kimse. |
ZİMR |
(C.: Ezmâr) Bahadır, kahraman, yiğit. |
ZİMZİM |
İri gövdeli deve. |
ZÎN |
f. Binek hayvanlarına vurulan eyer. |
ZİNA |
Haram ve büyük günah olan ve nikâhsız olarak yapılan cinsi münasebet. |
ZİNAB |
(Zeneb. C.) Kuyruklar. |
ZİNABE |
Her şeyin ardı, arkası. |
ZİNAK |
Çene altının derisi. * Altından veya gümüşten yapılan ve kadınların
boyunlarına taktıkları boğmak. |
ZİNAKÂR |
f. Zina eden, zâni. |
ZİNBAR |
Hafif, zarif, hazırcevap kimse. * Yük götürebilen eşek. * Büyük
fare. * Çınar ağacına benzer bir ağaç. |
ZİNCAR |
Bir nevi balık. |
ZİNDAN |
f. Karanlık, yeraltı hapishânesi. Sıkıntı ve karanlık yer. |
ZİNDAN-I ATÂLET |
Atâlet zindanı. (Bak: Himmet) |
ZİNDANÎ |
(C.: Zindaniyân) Zindanlık. Zindana kapatılmış suçlu. * Zindan
muhafızı. Zindancı. |
ZİNDE |
f. Dinç, diri, canlı. * Güçlü, kuvvetli. |
ZİNDE-BÂD |
f. Yaşasın, çok yaşa, sağ ol. |
ZİNDE-DÂR |
f. Gece uyumayan, uyanık kalan. |
ZİNDE-DİL |
f. Kalbi diri olan, uyanık. |
ZİNDE-GÎ |
f. Canlılık, zindelik, dirilik. |
ZİNDIK |
(Zındık) Dinsiz, imansız. Müşrik. (Bak: Zendeka) |
ZİNE |
Düzgün. * Libas, elbise. |
ZİNET |
Süs. Bezek. Kadınlara mahsus kıymetli eşya.(Her bir çiçekte, her
bir meyvede bir mizan ve o mizan bir intizam içinde ve o intizam, tazelenen
bir tanzim ve tevzin içinde ve o tevzin ve tanzim bir zinet ve sanat içinde
ve o zinet ve san'at, manidar kokular ve hikmetli tadlar içinde bulunduğundan;
her bir çiçek o ağacın çiçekleri adedince Hakem-i Zülcelâl'e işaretler ediyor.
L.) |
ZİNFİLECE |
(Zinfelîce) Zenbile benzer bir nesne.ZİNHAR $ f. Sakın, aslâ, kat'iyyen,
olmaya, aman. * Elbette. |
ZİNHARHÂR |
f. Sözünde durmayan adam. * Aman dileyen. |
ZİNKÎR |
Tırnak kesintisi. |
Zİ-N NUR |
Nurlu, ışıklı. Parlak. * Bahtiyar. |
Zİ-N NUREYN |
"İki nur sâhibi" meâlinde cihar-ı yar-ı güzinden Hz.
Osman'ın (R.A.) lâkabı. (Hazret-i Resul-ü Ekrem (A.S.M.) ile iki kat akrabalığı
dolayısiyle) (Bak: Osman R.A.) |
ZİN-PUŞ |
Eyer örtüsü. |
ZİR |
f. Alt, aşağı. |
ZİR-İ ZEMİN |
Yeraltı. |
ZİR |
(C.: Zire) İnce kiriş. * Kadınlar sohbetini seven kişi. |
ZİRA |
f. Çünkü. Ondan ki, şundan, şu sebepten ki. |
ZİRA' |
El, kol uzunluğu. Yirmidört parmak uzunluğu. Arşın. * Bir kolun
dirseğinden orta parmak ucuna kadar uzunluk ölçüsü. (75-90 cm. kadar) *
Gökte ayın menzillerinden birisi. * Tulum. İçine peynir veya su, yağ gibi
şeyler konan deriden kap. |
ZİRAAT |
Çiftçilik, ekincilik. |
ZİRABE |
Keskinlik. |
ZİRAÎ |
Çitfçiliğe ait. Ziraate dair, onunla alâkalı. |
ZÎ-RAHM |
Nesebî akraba. |
ZİRAYE |
Hışım etmek, hiddetlenmek, kızmak. |
ZİR-BEND |
f. Kayış, kuşak, kemer. |
ZİREK |
f. Anlayışlı, uyanık, zeyrek. |
ZİREKÎ |
f. Uyanıklık, zeyreklik, anlayışlılık. |
ZİRFİN |
(C.: Zerâfin) Kapı halkası. |
ZİRİBA' |
Belâ, zahmet. |
ZİRİN |
f. Alttaki, aşağıdaki. |
ZİRNÎK |
Zırhım, fare otu. |
ZİRR |
Düğme. * Tomurcuk. |
ZÎ-RUH |
Ruhlu, canlı, hayattar. Zi-hayat. (Bak: Ruh) |
ZİR Ü ZEBER |
Altüst, karmakarışık, darmadağın. |
ZİRVE |
Bir şeyin, hususan dağın en yüksek noktası, tepesi. |
ZİRVE-İ BÂLÂ |
f. Yüksek zirve. * Yüksek makam. * Yüce kat. |
ZİRVE-İ CEBEL |
Dağ tepesi. |
ZÎ-ŞAN |
Şanlı, meşhur ve şerefli olan. |
ZÎ-ŞA'ŞAA |
Çok parlak. Şa'şaalı. |
ZİŞT |
f. Çirkin. Kötü. Kabih. |
ZİŞTÎ |
f. Çirkinlik. |
ZÎ-ŞUUR |
şuurlu. şuur sâhibi. |
ZÎT |
(Ziyât) Çağırmak. * Niza edişmek, çekişmek. |
ZİVANA |
(Bak: Zıvana) |
ZİVER |
Süs. Zinet. |
ZİVER |
Şiddetle yürümek. |
ZİYA' |
Kaybolma, mahvolma. |
ZİYA |
Işık, aydınlık, nur. Ruşenlik. (Nur, ziya'dan daha umumidir. Çünkü
ziyâ aydınlığın intişarı mülâhazası ile ve Nur, intişarı ve sebatı mülâhazaları
ile ıtlak olunmuştur ve bazıları indinde bizzat olan aydınlığa ziya; ve
vasıta ile olan aydınlığa nur ıtlâk olunur. L.R.)(Ziya ile; mevcudat görünür,
hayat ile, mevcudatın varlığı bilinir; her birisi birer keşşaftır. M.) |
ZİYA-YI KALB |
Kalbin ziyası, nuru, ışığı. Kalbin iman nuruyla ziyalanması, uyanması,
gafletten halâs olması. |
ZİYA-BÂR |
(Ziya-efşan - Ziyapâş) Işık saçan. |
ZİYA-DÂR |
Ziyalı, ışıklı, parlak. * Aydın. Akıllı, münevver. |
ZİYADE |
Artan, fazla kalan. Çok bol. Fazladan. * Artma, çoğalma. |
ZİYA-EFŞAN |
f. Işık saçan, ziya saçan. |
ZİYAF |
(Zeyf. C.) Kalp ve silik paralar. Karışık akçeler. |
ZİYAFE |
Merdut olmak. * Tenbel. * Değişmek. |
ZİYAFEŞAN |
f. Işık saçan, ziya saçan. |
ZİYAFET |
Misafire yedirip içirme, ikram etme. Misafir kabul etme.(Görünüyor
ki; bu âlemin sâhibi -yaptığı şu kadar fiillerin delâletiyle- hârika bir
sahâvete sahib olduğu gibi nur ve ziya ile dolu güneşler ve meyve ve semereler
ile hâmile eşcar ve ağaçlar misillü pek çok hazineleri vardır. Binaenaleyh
bu ebedî sahâvet, tükenmez servet, ebedî bir ziyafetgâhı ister ve devam
ile muhtaçların da devam-ı vücudunu iktiza eder... M.N.) |
ZİYAFET |
Karışık ve değişik olma. |
ZİYAİ |
(Ziyaiyye) Işığa ait. Ziyaya dair ve mensub olan. |
ZİYAL |
Uzun kuyruklu at. |
ZİYAME |
Ayıplı olmak. |
ZİYAN |
f. Zarar, ziyan, kayıp, hasar. |
ZİYANİSAR |
(Ziya-nisâr) f. Işık saçan, ışık serpen. |
ZİYANKÂR |
f. Zarar veren, ziyancı. Zarar ve ziyan edici. |
ZİYAPAŞ |
f. Işık ve aydınlık veren. Ziya saçan. |
ZİYA PAŞA |
(Mi: 1825 - 1880) İstanbul'da doğmuş ve Adana'da vali iken vefat
etmiştir. İslâm-Türk hürriyet-perverlerinden olan Ziya Paşa, "zekâvette
alemdar" bir şahsiyet olmasına rağmen, kâinatta cereyan eden hâdiselerin
gaye ve hikmeti karşısında şaşırmış, bu sebebten ıztırab çekiyor. "
Eyvah kimden kime şekvâ edeyim, ben dahi şaştım" diye feryad etmiştir.
Yine kâinattaki İlâhi güzellik ve zahirde çirkin olarak gözüken, fakat neticesi
hayır ve hikmetler dolu olan hadiseler karşısında da; Cenab-ı Hakk'ı tesbih
ederek ruhunun feryadını dindirmeğe çalışmıştır.Yeni Osmanlılar Cemiyetine
girmiş ve Namık Kemal ile 1876'da Paris'e hicret etmiştir. Zafernâme ve
üç cildlik Harabât adlı -Divan edebiyatı şairlerinin seçme şiirlerini toplayan-
kitabı vardır. |
ZİYAR |
Yavşa denilen nesne. (Baytarlar) onunla davar dudağını kıstırıp
zebun ederler. |
ZİYARE |
Meşhur, şöhretli. |
ZİYARET |
Görüşmeğe gitmek. Bir kimseyi görmeye varmak. |
ZİYARET-GÂH |
f. Ziyaret yeri. * Türbe. Makbul ve dine büyük hizmeti olan ve
veli tanınanların kabrinin bulunduğu yer. |
ZİYY |
(C.: Ezyâ) (Zeyy) Dış görünüş. * Libas. Kılık, kıyafet. Hey'et. |
ZİZA' |
Ot ve su olmayan yer. |
ZİZEFUN |
Ihlamur ağacı. |
ZORBAZ |
f. Kuvvet oyunları gösteren sanatkâr. Bu oyunlar hünerden çok güce,
kuvvete dayandıkları için, zor oyuncusu demek olan bu tabir meydana gelmiştir.
Eskiden cambazlar kuvvetli adamlar oldukları için ekseriyetle vücutlarının
kuvvet ve metanetine delil olan görülmeğe değer numaralar da gösterirlerdi.
Meselâ bazı cambazlar koca bir taşı yerden alıp havaya atarlar ve taş aşağıya
inerken, başlarının üstündeki lâstik topmuş gibi kâh göğüsleriyle, kâh arkalarıyla,
kâh başlarıyla karşılayıp taşa vururlar, yere düşmeden tekrar havaya çıkarırlar
ve böylece oynarlardı.Bazan da koca su küplerini karşılarına alıp, koç dövüşür
gibi karşıdan hızla gelip başlarıyla vurarak küpü parça parça ederlerdi.
Bu çeşit kuvvet oyunları gösteren cambazlara, zorbaz denirdi. (O.T.D.S.) |
ZÛ |
Kelimenin başına gelerek "sâhip, mâlik olan" mânasını
verir. (Bak: Zâ) |
ZÛ' |
Gece uçan kuşlardan birisi. * Erkek baykuş. |
ZÛ' |
(C.: Azvâ'-Ziyâ') Işık, aydınlık. |
ZUAFA |
(Zayıf. C.) Zayıflar. Zayıf olanlar. |
ZUAK |
Tuzlu su. |
ZUAMA |
(Zaim. C.) (Zeâmet. den) Kefiller. * Büyük tımar sâhipleri. |
ZU'BAN |
(Zi'b. C.) Canavarlar, kurtlar. |
ZUBE |
Bir taraf. |
ZUBBAN |
(Zabb. C.) Kelerler, kertenkeleler. |
ZUCRET |
Yürek darlığı, iç sıkıntısı. |
ZUCRETVER |
f. Sıkıntılı. |
ZUD |
f. Çabuk, tez, hemen olan, acele. |
ZUD |
Üçten ona kadar olan develer. |
ZUDAŞNA |
(Zud-âşnâ) f. Her gördüğü kimseyle dost olan. |
ZUDENDAZ |
(Zud-endâz) f. Akla geldiği şekilde, düşünülmeden söylenen söz. |
ZUDHİZ |
f. Vazifesini çok çabuk gören hizmetkâr. |
ZUDÎ |
f. Tezlik, çabukluk. |
ZUDRES |
f. Çabuk erişen. |
ZUDSİR |
f. Faydasız. Menfaatsiz. * Kötü huylu. * Bir şeyden çabuk bıkan,
usanan. |
ZUDTER |
f. Daha çabuk. |
ZU-ESMAR |
Meyveli. Semereli. |
ZUFR |
Tırnak. |
ZUFUR |
(C.: Ezfâr-Ezâfir-Zufir) Tırnak. * Yay başında kiriş takılan yerden
ucuna varıncaya kadar olan miktar. |
ZUGLE |
Her nesnenin bakiyyesi ve bölüğü. * Birşeyin bölük bölük olması. |
ZUGLUL |
Yeyni, hafif. * Küçük oğlan. |
ZUGR |
Şam vilayetinde bir yerin adı. |
ZUHAL |
(Bak: Zühal) |
ZUHAR |
Ok yeleği. Kanat yeleği. |
ZU-HAZZ |
Nasibi olan, nasibli. * Hoşlanan, zevk alan. |
ZUHR |
Öğle vakti. Öğleyin. |
ZUHR(E) |
İhtiyaç zamanı için muhafaza edilen, saklanan şey. Zahire. * Sâlih
amel. Âhiret için yapılan hazırlık. |
ZUHR |
Sahavetli zenginlik. * Yüksek şeref. |
ZUHREFE |
Süslemek, bezemek. |
ZUHRUF |
Yaldız. Yalancı süs. Gösteriş. Zinet. Altın. |
ZUHRUF SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 43. suresidir. Mekkîdir. |
ZUHUR |
Meydana çıkmak. * Ansızın meydana gelmek. * Baş göstermek. Görünmek.
* Hulul. * Galip olmak. * Âlîkadr. |
ZUHURÂT |
Birden oluveren şeyler. Hesapta olmayan umulmadık hâdiseler. *
Sünuhat. (L.R.) |
ZUK' |
(C.: Ezkâ) İki uyluk arası. |
ZUKAK |
(C.: Ezikka) Sokak. |
ZUKK |
Kuşun yavrusuna ağzından birşey yedirmesi. |
ZUKL |
Harâmi. * Küçük dar gemi. |
ZU'KUK |
(C.: Zeâkık) Yaramaz huylu kimse. |
ZULAME |
Mazlumun hakkı. |
ZULEL |
Gölgelikler. |
ZULEM |
Karanlıklar. |
ZULEMAT |
(Zulmet. C.) Zulmetler, karanlıklar. |
ZULLAME |
(Zalime) Zâlimin zulümle aldığı mal. |
ZULLÂN |
(Zelil. C.) Zeliller. |
ZULLE |
(C.: Zulel) Gölgelik. * Gölge eden bulut. * Sofa. |
ZULM |
(Zulüm) Haksızlık. * Eziyet, işkence. * Bir hakkı kendi yerinden
başka bir yere koymak.( $ sırrınca: Dostların hataları, hizmetimizde bir
nevi zulüm hükmüne geçtiği için, çabuk çarpılıyor. Şefkatli tokat yer, aklı
varsa intibaha gelir. Düşman ise, hizmet-i Kur'âniyeye zıddiyeti, mümânaati,
dalâlet hesabına geçer. Bilerek veya bilmiyerek hizmetimize tecavüzü, zendeka
hesabına geçer. Küfür devam ettiği için, onlar ekseriyetle çabuk tokat yemiyorlar.
Nasılki küçük kabahatleri işliyenlerin, nâhiyelerde cezaları verilir. Büyük
kabahatleri de büyük mahkemelere gönderilir. Öyle de: Ehl-i imanın ve has
dostların hükmen küçük hataları, çabuk onları temizlemek için kısmen dünyada
ve sür'aten verilir. Ehl-i dalâletin cinayetleri, o kadar büyüktür ki: Kısacık
hayat-ı dünyeviyeye cezaları sığışmadığından, muktezâ-yı adalet olarak Alem-i
Beka'daki Mahkeme-i Kübrâ'ya havale edildiği için, ekseriyetle burada cezaya
çarpılmıyorlar.İşte Hadis-i Şerifte $ mezkûr hakikata dahi işaret ediyor.
Yâni: Dünyada şu mü'min, kısmen kusuratından cezasını gördüğü için dünya
onun hakkında bir dâr-ı cezadır. Dünya, onların saadetli âhiretlerine nisbeten
bir zindan ve cehennemdir. Ve kâfirler, madem Cehennem'den çıkmıyacaklar.
Hasenatlarının mükâfatlarını kısmen dünyada gördükleri ve büyük seyyiatları
te'hir edildiği cihetle, onların âhiretine nisbeten dünya, cennetleridir.
Yoksa mü'min bu dünyada dahi kâfirden manen ve hakikat nokta-i nazarında
çok ziyade mes'uddur. Âdeta mü'minin imanı, mü'minin ruhunda bir cennet-i
maneviye hükmüne geçiyor; kâfirin küfrü, kâfirin mahiyetinde manevî bir
cehennemi ateşlendiriyor. L.) |
ZULM-Ü MÜTEHACCİR |
Taş haline gelmiş, zulüm. (Bak: Sanemperest) |
ZULMANÎ |
Karanlık. Karanlıkla alâkalı. Karanlıklı ve karanlık gaflet uykusunda
olan. |
ZULMAT |
(Zulümât - Zulemât) (Zulmet. C.) Karanlıklar. Kara gün. * Dinsizlik
ve zulüm devri. |
ZULMEN |
Haksızlıkla, zulüm yaparak. |
ZULMET |
Karanlık. * Mc: Sıkıntı. |
ZULMET-İ MÜNEVVERE |
Efkâr-ı hâzırada cehl-i basiti, cehl-i mürekkebe kalbeden en mühim
sebep. Meçhul bir şeye parlak bir isim takmakla anladım zannetmek ve izah
olundu zannetmektir. Manyetizma, telepati, kuvve-i mıknatısıyye ve elektrik
gibi isimleri takmakla o hârika hâdiseler izah olunmuş olamazlar. |
ZULMET-İ MÜZEVVER |
Dedikodu, fitneden hâsıl olan azab ve mânevi karanlık. |
ZULMET-ÂLUD |
Karanlıklı. Karışık ve sıkıntılı. |
ZULMET-EFZÂ |
(Zulmet-fezâ) Karanlığı artıran. |
ZU'LUB |
(C.: Zeâlib) Bez parçası. |
ZULUF |
(Zılf. C.) Koyun, keçi, inek gibi hayvanların çatal tırnakları. |
ZU'LUK |
Bir ot cinsi. |
ZULUL |
Gün geçirmek. * İşi gece yapmak. * (Zıll. C.) Gölgeler. |
ZULÜMAT |
(Bak: Zulmât) |
ZU'M |
(Zuum) Bâtıl zan. Şübhe. Yanlış zan. |
ZU'MİYYÂT |
Bâtıl, yanlış zanlarla alâkalı şeyler. |
ZUMNE |
Müzmin illet, zamanla yerleşmiş olan hastalık. |
ZU'MUM |
Yorulmak. |
ZUN |
Put, sanem. |
ZUNBUB |
İncik önünde olan kuru kemik. |
ZUNUN |
(Zann. C.) Zanlar. şübheler. |
ZUR |
(Zor) f. Kuvvet, güç. |
ZUR |
Yalan. Asılsız. Uydurma. |
ZU'R |
Korku, havf. |
ZURAFA |
(Zarif. C.) Zarifler. Zarif, hoş, tatlı ve nâzik konuşan, kibâr
ve nâzik hareket eden kimseler. |
ZURAR |
Keskin bir taş. |
ZURBA |
f. Zorba. Bir işi zorla yaptıran. * Kuvvetli, güçlü. |
ZURBAYÂNE |
f. Zorbalıkla, zorbacasına. |
ZURBAZ |
(Bak: Zorbaz) |
ZURHANE |
f. Spor salonu. |
ZURK |
Yonca içinde biten yaban otu. |
ZURKÂR |
f. Zorlayan. |
ZURMEND |
f. Güçlü, kuvvetli. |
ZURU' |
(Zar'. C.) İnek ve benzeri hayvanların memeleri. |
ZURUB |
Kısa boylu, şişman ve etli kimse. |
ZURUF |
(Zarf. C.) Zarflar. Kablar. |
ZU'RUR |
Yaramaz huylu kişi. * Kızılcık yemişi. |
ZUTT |
Zencilerden bir kabile. |
ZUYUC |
Meyletmek, yönelmek, eğilmek. |
ZUYUF |
(Zayf. C.) Misafirler. Geçici olarak duranlar. |
ZÛ-ZENEB |
Kuyruklu. Kuyruğu olan. |
ZÜ- |
"Sâhip, mâlik" mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. |
ZÜ-L CELAL |
Celal sâhibi. |
ZÜAF |
Tez, acele, hızlı seri. |
ZÜAF |
Ağu. Zehir. |
ZÜBAB(E) |
Sinek. |
ZÜBAB |
Şom. Şer, kötülük. Kovmak, uzaklaştırmak. |
ZÜBAD |
Bir ot cinsi. |
ZÜBALE |
Mum. Kandil fitili. |
ZÜBANA |
Yılan boynuzu. * Akrebin kuyruğu ucundaki dikeni. |
ZÜBBAD |
Değersiz şey. * Kaymak. |
ZÜBD |
Tereyağı, kaymak. |
ZÜBDE |
(C.: Zübüd) Netice, sonuç, hülâsa. * Bir şeyin en mühim kısmı.
* Kaymak. * Her nesnenin iyisi ve hâlisi. |
ZÜBDE-İ KEMÂL |
Kemâlin en ileri derecesi. |
ZÜBDE-İ MAKAL |
Sözün özü. |
ZÜBDÎ |
Tereyağıyla ilgili, tereyağına ait. Tereyağlı cisimler. |
ZÜBED |
(Zebed. C.) Köpükler. * (Zübde. C.) Özler, özetler, zübdeler, neticeler. |
ZÜBEH |
Bir ot. |
ZÜBEYR |
(Zübür. den) Yazılı küçük şey. |
ZÜBEYR BİN AVVAM (R.A.) |
Sahabe-i Kiramdan ve Aşere-i Mübeşşeredendir. Erkeklerin beşincisi
olarak onbeş yaşında iken İslâmiyeti kabul etti. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm'ı muhafaza için ilk kılıç çekenlerdendir. Bütün gazalarda bulunup
çok yara aldı. Mısır'ın Fethinde bulundu. Çok zengin olduğu hâlde bütün
varını İslâmiyete fedâ etti. Namaz kılarken şehid edildi (Hi: 67). Namazını
Hz. Ali (Radıyallahü anh) kıldırdı. |
ZÜBRE |
(C.: Züber) Büyük demir parçası. (Örs mânasına da gelir.) |
ZÜBUL |
Sararıp solma. Buruşma. * Pejmürdelik. |
ZÜBUL-YAFTE |
f. Gübrelenip kuvvetlenmiş olan. |
ZÜBUR |
(Zibr. C.) Mektuplar. Kitaplar. |
ZÜBÜR |
(Zebur. C.) Kitaplar. Mektuplar. |
ZÜBYE |
(C.: Zübâ) Tepe. |
ZÜCAC(E) |
Cam, şişe, sırça. |
ZÜCACÎ |
Camcı, şişeci, sırçacı. |
ZÜCACİYYE |
Cam veya sırçadan yapılı kaplar. |
ZÜCAL |
Oyuncu güvercin. |
ZÜCC |
(C.: Zicce-Zicâc) Süngü arkasının demiri. * Dirsek kenarı. * Ok
demiri. |
ZÜCLE |
(C.: Zücül) İnsanlardan bir taife. |
ZÜCUR |
(Zecr. C.) Yasak etmeler, mâni olmalar, önlemeler. Zorlamalar.
Eziyetler. Kovmalar. |
ZÜFF |
(Züfâf) : Az, kalil. |
ZÜFFE |
Bölük, zümre. |
ZÜFR |
Ulu kişi, seyyid. |
ZÜFRE |
(C.: Zeferât) Kükremek. Gürlemek. * Nefesi içeri çekip göğsünü
öttürmek. * Gam, tasa. * Atın orta yeri. |
ZÜFYAN |
Rüzgârın şiddetle esip sürüp götürmesi. |
ZÜHA' |
Miktar. |
ZÜHAL |
Satürn Gezegeni. |
ZÜHAR |
Zorla içi geçmek. * şiddetle teneffüs etmek. |
ZÜHBAN |
(Zühub) (Zeheb. C.) Altınlar. |
ZÜHD |
Dünyaya rağbet etmemek. Nefsâni zevk ve arzudan kendini çekerek
ibâdete vermek. |
ZÜHD-Ü KALB |
Kalben dünyaya değil, Allah rızasına müteveccih olmak. Kalbin dünya
alâkalarından kesilmesi. |
ZÜHDÎ |
Zühde ait ve müteallik. Zühde dair. |
ZÜHDİYYE |
Fls: Çilecilik. Eziyet ve sıkıntılara katlanarak mânevi terakki
sahibi olmağa çalışmak. |
ZÜHEYR |
Küçük çiçek. Çiçekcik. |
ZÜHLUK |
(C.: Zehâlik) Semiz,besili, şişman. |
ZÜHM |
İçyağı. |
ZÜHME |
(C.: Zühem) Çirkin koku. * Kedinin kuyruğu altında toplanan misk. |
ZÜHRE |
Çoban yıldızı. Sabah yıldızı. Târık. Venüs. Kervan kıran. Çulpan.
Güneşten ikinci derecede uzak olan ve sair seyyarelerden daha parlak olan
yıldızlar. * Berraklık, safilik. |
ZÜHREVÎ |
Frengi ve bel soğukluğu gibi hastalıklar. |
ZÜHRUF |
(Bak: Zuhruf) Yaldızlı zinet. |
ZÜHUB |
(Zeheb. C.) Altınlar. |
ZÜHUK |
Bitip tükenme, mahvolma, yok olma. Hükümsüz kalma. |
ZÜHUL |
(Zahl. C.) Düşmanlıklar. Adâvetler. Öç ve intikamlar. |
ZÜHUL |
Unutmak veya bir işi geciktirmek. Elde olmayan bir sebeple bir işi
geciktirmek. Yanılmak. Kasden unutur gibi olmak. |
ZÜHUL |
Uzak olmak, yerinden gitmek. Uzaklaşmak. |
ZÜHUL |
Gafil olmak, gaflette bulunmak. Meşgul olmak. |
ZÜHUMET |
Yağlılık. |
ZÜHUR |
Parlaklık. Parıldama. Zühuret. * Çiçekler. Ezhar. |
ZÜHUR |
(C.: Ezhâr) Darlık zamanı için saklanıp biriktirilen şey. |
ZÜHUR |
(Su) çok olmak. * (Irmak) su ile dolu olmak. * Büyük ve uzun olmak. |
ZÜHURET |
Parlaklık, parıldama. |
ZÜKA' |
Nakit. |
ZÜKA' |
Üveyik kuşunun sesi. |
ZÜKA' |
Güneş. |
ZÜKAE |
Malı çok olan, zengin. |
ZÜKAK |
(C.: Zekâk-Ezikka) Sokak. * Üveyik kuşunun sesi. * Ses, avaz, sadâ. |
ZÜKAM |
Nezle. |
ZÜKE |
Hışım, gadap, hiddet, öfke. * Üzüntü, gam, tasa. |
ZÜKK |
Üveyik kuşunun yavrusu. |
ZÜKME |
Kişinin son çocuğu. * Çocuk doğarken çıkan ses. * Ağır ve can sıkıcı
kimse. |
ZÜKR |
Kalbdeki fikir, düşünce. |
ZÜKRAN |
(Zeker. C.) Erkekler. |
ZÜKRE |
şarap konulan küçük tuluk. |
ZÜKRE |
Peklik. * Keskinlik. |
ZÜKUN |
(Zekan. C.) Yüzün alt uçları. Çeneler. |
ZÜKUR |
(Zeker. C.) Erkekler. |
ZÜKURET |
Erkeklik. |
ZÜLAKA |
(Bak: Zelâka) |
ZÜLÂL |
Saf, berrak, tatlı, hafif, güzel, soğuk su. * Yumurta akı. |
ZÜLÂL-İ VASL |
Sevdiğine, muhabbet ettiğine kavuşmanın neticesi hâsıl olan tatlılık
ve sürur. |
ZÜLÂLÎ |
(Zülâliyye) Yumurta akı özelliğinde olan maddeler. Yumurta akına
benziyen. |
ZÜLAM |
Parasız, züğürt. |
ZÜ-L CELAL |
Celâl sahibi, Allah (C.C.) Azamet, kibriyâ, izzet ve heybet sahibi
Cenâb-ı Hak. (C.C.) |
ZÜ-L CEMAL |
Cemâl,
lütuf, rahmet ve güzellik sâhibi Allah. (C.C.) |
ZÜ-L CENAH |
Çok cihetli, çok taraflı, her yana gidebilir. |
ZÜ-L CENAHEYN |
İki taraflı. Çitf kanatlı. * Hem dünya hem âhirete âit. Zâhiri
ve bâtıni bilgisi geniş olan kimse. İki mânevi yol takib eden. İki ayrı
meharet sahibi. |
ZÜ-L ECNİHA |
Kısım kısım, Çok taraflı, çok kanatlı. |
ZÜLEF |
(Zülfe. C.) Gecenin gündüze yakın saatleri. * Yakınlık. * Rütbe.
Menzile. |
ZÜLENKATA |
Zeker. * Kısa boylu kişi. |
ZÜLF |
(Zülüf). f. Yüzün iki yanından sarkan saç lülesi. |
ZÜLF-İ PERİŞAN |
f. Zülfün dağınık, perişan oluşu. Sevgilinin saçının darma dağın
oluşu. * Mc: Sevilen şeylerin, işlerin karma karışık oluşu. |
ZÜLF-İ YÂR |
f. Sevgilinin zülfü. * Mc: Menfaat, fayda, çıkar. * Hatır, onur,
şeref. |
ZÜLFA |
Yakınlık, yaklaşma. |
ZÜLFE |
Küçük saçak, püskül. * Yazı ıstahlarındandır, sülüs yazısındaki
eliflerin ucundaki çengele verilen addır. Eliflerini ucundaki çengel, ufak
saçağı benzediği için bu ad verilmiştir. |
ZÜLFET |
Yakınlık. |
ZÜ-L FİKAR |
(Zülfekar) Resül-ü Ekrem (A.S.M.) zamanında bir kâfire âit kılıç
iken Hz. Peygamber (A.S.M.) Bedir Muharebesinde Hz. Ali'ye (R.A.) verdiği
ve ucu iki kısma ayrılan meşhur kılıç.(Mecâzen, şimdiki devirde Hz. Peygamber
(A.S.M.) ve Kur'an-ı Kerim hakkında inkâra ve şüpheye düşenleri ilmen, aklen
ikna edip, mânen küfrü kesen Risale-i Nur Külliyatından çok mühim bir eserin
ismidir. Bu kitapta üç yüzden ziyade, râvileri ile birlikte hadis-i şerifler
nakledilerek Kur'an-ı Kerim'in mu'cizeliği ve Resül-ü Ekrem'in (A.S.M.)
hak peygamber olduğu isbat ve beyan edilmiştir.) |
ZÜLHUKA |
Çocukların üzerine çıkıp kaydıkları nesne. |
ZÜLKA |
Kaypak, düz yer. |
ZÜ-L KARNEYN |
İki boynuzlu. Kur'ân-ı Kerim'de adı geçen ve Peygamber olup olmadığı
tam bilinmeyen büyük bir hükümdar ismi. İki zülüflü yahut da şark ve garbın
hakimi olduğu için böyle denilir. Eski Yemen Padişahlarından birisidir.
Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm zamanında bulunup Hazret-i Hızır'dan ders
almıştır. Bazıları yanlış olarak bunu İskender-i Rumî ile karıştırır. İskender-i
Rumî Milâddan 300 sene evvel yaşamış ve Aristo'dan ders almıştır. Yemen'li
İskender'e İskender-i Kebir de denir. (Bak: Karn) |
SEDD-İ ZÜLKARNEYN |
Zülkarneyn'in yaptırdığı büyük sed.(İkinci sualiniz : Sedd-i Zülkarneyn
nerededir? Ye'cüc, Me'cüc kimlerdir?Elcevab: Eskiden bu mes'eleye dair bir
risale yazmıştım. O vaktin mülhidleri onunla mülzem olmuşlardı. Şimdilik
hem o risale yanımda yoktur, hem kuvve-i hâfızam tatil-i eşgal etmiş, yardım
etmiyor. Hem Yirmi Dördüncü Sözün Üçüncü Dalında bir nebze bu mes'eleden
bahsedilmiş. Onun için bu mes'elenin yalnız iki üç nüktesine gayet muhtasar
bir işaret edeceğiz. Şöyle ki:Ehl-i tahkikin beyanına göre, hem Zülkarneyn
ünvanının işaretiyle, Yemen padişahlarından Zülyezen gibi "zü"
kelimesiyle başlayan isimleri bulunduğundan bu Zülkarneyn, İskender-i Rumî
değildir. Belki Yemen padişahlarından birisidir ki, Hazret-i İbrahim'in
zamanında bulunmuş ve Hazret-i Hızır'dan ders almış. İskender-i Rumî ise,
milâddan takriben üçyüz sene evvel gelmiş, Aristo'dan ders almış. Tarih-i
beşerî, muntazam surette üçbin seneye kadar gidiyor. Bu nâkıs ve kısa tarih
nazarı, Hazret-i İbrahim'in zamanından evvel doğru olarak hükmedemiyor.
Ya hurafe-vâri, ya münkirâne, ya gayet muhtasar gidiyor. Bu Yemenî Zülkarneyn,
tefsirlerde eskiden beri İskender namiyle iştiharının sebebi, ya o Zülkarneyn'in
bir ismi İskender'dir ki, İskender-i Kebir ve Eski İskender'dir. Veyahut
âyât-ı Kur'aniye'nin zikrettiği hâdisat-ı cüziyeler, küllî hadisatın uçları
olduğu cihetle; Zülkarneyn olan İskender-i Kebir'in nübüvvetkârane irşadatiyle
akvam-ı zâlime ile milel-i mazlume ortasında hâil ve gaddarların garetlerine
mani olacak meşhur Sedd-i Çin'in binasını kurduğu gibi; İskender-i Rumî
misillü müteaddit cihangirler ve kuvvetli padişahlar, maddî cihetinde ve
manevî âlem-i insaniyetin padişahları olan bir kısım enbiya ve bazı aktâb
dahi manevî ve irşadî cihetinde o Zülkarneyn'in arkasında gidip iktida edip,
mazlumları zâlimlerden kurtaracak çarelerin mühimlerinden olan dağlar ortalarında
sedleri (Hâşiye), sonra dağlar başlarında kal'aları kurmuşlar. Ya bizzat
maddî kuvvetleriyle veyahud irşad ve tedbirleriyle te'sis etmişler. Sonra
şehirlerin etrafında surları ve ortalarında kal'aları, tâ son çare olan
kırk ikilik topları ve kal'a-i seyyar gibi diritnavtları yapmışlar. Hattâ
ruy-i zeminin en meşhur seddi ve kaç günlük uzak bir mesafe tutan Sedd-i
Çinî Kur'an lisaniyle Ye'cüc ve Me'cüc'ün ve tabir-i diğerle tarih lisanında
Mançur ve Moğol denilen ve âlem-i beşeriyeti kaç defa zir ü zeber eden ve
Himalaya Dağlarının arkasından çıkan ve şarktan garba kadar harab eden akvam-ı
vahşiye ve garetkâr milletlerin Hind ve Çin'deki akvam-ı mazlumeye tecavüzlerini
durdurmak için o Himalaya silsilelerine yakın iki dağ ortasında uzun bir
sed yaptığı ve o akvam-ı vahşiyenin kesretle hücumlarına çok zaman mâni
olduğu gibi, Kafkas Dağlarında Derbent cihetinde yine çapulcu garetgir akvam-ı
Tatariyenin hücumunu durdurmak için Zülkarneyn-misal eski İran padişahlarının
himmetiyle sedler yapılmıştır. Bu neviden çok sedler var. Kur'an-ı Hakîm
umum nev-i beşer ile konuştuğu için zâhiren bir hâdise-i cüz'iyyeyi zikredip,
umum o hâdiseye benzer hâdisatı ihtar ederek konuşuyor.İşte bu nokta-i nazardandır
ki, sedde ve Ye'cüc ve Me'cüc'e dair rivayetler ve akvâl-i müfessirîn ayrı
ayrı gidiyor.Hem Kur'an-ı Hakîm, münasebât-ı kelâmiye cihetinde bir hâdiseden
uzak bir hâdiseye intikal eder. Bu münasebâtı düşünmeyen zanneder ki, iki
hâdisenin zamanları birbirine yakındır. İşte seddin harabiyetinden kıyametin
kopmasını Kur'anın haber vermesi, kurbiyet-i zaman cihetiyle değil, belki
münasebât-ı kelâmiye cihetinde iki nükte içindir: Yâni bu sed nasıl harab
olacak, öyle de dünya harab olacaktır. Hem nasılki fıtrî ve İlâhî sedler
olan dağlar metindir, ancak kıyametin kopmasıyla harab olurlar; öyle de:
Bu sed dahi dağ gibi metindir, ancak dünyanın harab olmasiyle hâk ile yeksan
olabilir. İnkılâbât-ı zaman tahribat yapsa da, çoğu sağlam kalır demektir.
Evet Sedd-i Zülkarney'nin külliyetinden bir ferdi olan Sedd-i Çinî binler
sene yaşadığı halde daha meydanda duruyor. İnsanın eliyle zemin sahifesinde
yazılan, mücessem, mütehaccir, mânidar tarih-i kadîmden uzun bir satır olarak
okunuyor. L.)(Hâşiye): Ruy-i zeminde mürur-u zamanla dağ şeklini almış,
tanınmayacak bir surete gelmiş çok sun'î sedler vardır. |
ZÜ-L KAVAFİ |
İkiden fazla kafiyeli nazım şekli. |
ZÜLKUM |
Boğaz. |
ZÜLL |
Hakir olma, alçalma. Zillette oluş. Horluk. |
ZÜLL-İ TESLİM |
Teslim olma alçaklığı. |
ZÜLLAHA |
Arka ağrısı. |
ZÜLUL |
Vezinde eksik olmak. |
ZÜLÜF |
(Bak: Zülf) |
ZÜLÜL |
(Zelul. C.) Yavaş ve başı yumuşak olanlar. |
ZÜ-L YEDEYN |
İki elliler, insanlar. |
ZÜLZAL |
Zelzele, deprem, sarsılma. |
ZÜLZİL |
(C.: Zelâzil) Etek ucu. |
ZÜMER |
(Zümre. C.) Gruplar, zümreler. |
ZÜMER SURESİ |
Kur'an-ı Kerim'in 39. suresi. Mekkîdir. |
ZÜMH |
Yüce ve büyük olmak. |
ZÜ-MİRRE |
Halk. * Hasen yahut bediî eserler. |
ZÜMMAH |
Bahil, yaramaz kişi. |
ZÜMMEL (ZÜMMÂL) |
Zayıf, korkak kişi. |
ZÜMRE |
Bölük, cemaat, grup, takım, sınıf. Cins. |
ZÜMRE-İ MUVAHHİDÎN |
Bir Allah'a inanmış ve O'nun emirlerinden ayrılmak istemeyenler.
Bir Allah'a inanıp başka fikre aldanmayanlar. |
ZÜMRÜT |
Cam parlaklığında, güzel, yeşil renkte şeffaf bir süs taşı. |
ZÜMUH |
Uzak olmak. * Katı olmak. |
ZÜMUM |
(Zemm. C.) Ayıplamalar. Kınamalar. |
ZÜMÜRRÜD |
Zümrüt. * Mc: Çok yeşil olan renk. |
ZÜNABE |
Herşeyin ardı, arkası. |
ZÜNANE |
Borcun ve iddetin bakiyyesi. |
ZÜNBA' |
Akıllı, zeyrek kimse. |
ZÜNBUR (ZÜNBÂR) |
(C.: Zenâbir) Eşek arısı. * Ufak taş parçası. |
ZÜNEYB |
Küçük kuyruk, kuyrukçuk. * Küçük sap, sapçık. |
ZÜNNAR |
İp. * Hristiyan rahiplerinin veya puta tapanların, papazların bellerine
bağladıkları örme kuşak. (Rükûa mâni olduğu için kuşanılması İslâmiyette
küfür alâmeti sayılmıştır.) |
ZÜN-NUN |
(Sahib-i Nun) Yunus Peygamber'in (A.S.) bir namı. * Mısır'lı Ebul
Gayıd: Tasavvufun büyük müessislerindendir. Hi. 860'da vefat etmiştir. |
ZÜNUB |
(Zenb. C.) Günahlar. Kabahatlar, suçlar. * (Zeneb. C.) Kuyruklar. |
ZÜ'NUN |
Bir ot cinsi. |
ZÜNZÜN |
(C.: Zenâzin) Gömlek eteği. |
ZÜR'A |
Bir miktar ekilmiş yer. |
ZÜRARE |
Saçılan şey. |
ZÜR'E |
Aklık, beyazlık. |
ZÜREFA |
(Zarif. C.) Zarif kimseler. (Bak: Zurafâ) |
ZÜREYKA' |
Aş çervişi. (Aşın üstüne gelir) |
ZÜRİBE (ZİRİBE) |
(C.: Zerâbi) Enli ve iyi döşek. |
ZÜRKA(T) |
Mâvi, mâvimtırak renk. |
ZÜRKUM |
Çehresi gömgök kimse. |
ZÜRMANİKA |
Sof zırh. |
ZÜRNUK |
Küçük nehir. |
ZÜRRA' |
(Zari'. C.) Ekinciler. Ziraatçiler. |
ZÜRRAK |
(C.: Zerârik) Beyaz tüylü doğan. |
ZÜRRE |
Darı. |
ZÜRRİYAT |
(Zürriyet. C.) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller. |
ZÜRRİYET |
Soy, nesil, döl, kuşak. |
ZÜRU' |
Ekili tarlalar. |
ZÜRUD |
(Zerd ve Zered. C.) Savaşçıların halka halka örülmüş zırhları. |
ZÜRUR |
Ay, güneş ve yıldızın doğması. |
ZÜRZÜR |
Sığırcık kuşu. |
ZÜUBE |
(C.: Zevâib) Her nesnenin âlâsı, iyisi. * Ağaç başında olan incecik
budak. |
ZÜVAF |
Tez, hızlı, seri. |
ZÜVAL |
Yab yab, sallana sallana yürüyen kişi. |
ZÜVAN |
Buğday içinde çok olan ve gökçek adı verilen kara tohum. |
ZÜVENN |
Kısa boylu. |
ZÜVEYZA' |
Kısa boylu. |
ZÜVİYET |
Toplandı, dürüldü. (Bak: Zevy) |
ZÜVVAR |
(Zâir. C.) Ziyaretçiler. Hal hatır sormağa gidenler. |
ZÜYUF |
(Zeyf. C.) Kalp akça, sahte para. Mağşuş olmak, mağşuş akçalar. |
ZÜYUL |
(Zeyl. C.) İlâveler, ekler. Kuyruklar. Etekler. Bir kitaba yapılan
ilâveler. |
ZÜYUR |
(Bak: Ziver) |
ZÜYUT |
(Zeyt. C.) Yağlar. |