Kaynak: Ahi Evren ve Ahi Teşkilatı’nın Kuruluşu - Doç.Dr.Mikail Bayram, Damla Matbaacılık, Konya 1991

 

  1. Fütüvvetin kısaca tarihçesi (S.15-20)

Hicri II. asrın sonlarından itibaren islâm dünyasında tasav­vufi düşünce doğmaya ve hızla yayılmaya başladı. Tasavvuf ha­rekâtı yeni bir dinî anlayış ve yaşayış, değişik bir hayat telakkisi getirmiş oluyordu. Bu yeni düşünce tarzı ve dinî anlayış ilk önce iran'ın Horasan, Kirman, Maveraünnehr bölgelerinde ve Irak'ta daha çok halkın ilgisini çektiği, bu yüzden de bu bölgelerde daha etkili olduğu görülür.

Mutasavvıflar, kendi düşüncelerine uygun hümanist bir fütuvvet anlayışı yarattılar. Mutasavvıfların ideal kahramanı (Feta) silahla savaşmak, düşmanı kahretmek yerine, fevkelade dürüst, cömert, başkaları için çalışan yardımsever, engin hoşgörü sahibi, kusurları bağışlayan, çok merhametli, Allah'tan korkan, iyi huylu, karıncayı bile incitmekten çekinen, kusursuz gibi üstün meziyetlerle tarif edilir. Fütuvvete dair ilk olarak eser yazan Ebu Abdu'r-Rahman es-Sülemi (412/1021), talebesi Kuşeyrî (465/1073) ve bir Iran'lı prens olan Vuşm-gir-i Keykavus eserlerinde bu tür bir kahramanı idealize etmişlerdir..

Mutasavvıfların yaptığı gibi fütuvvet erbabı da meslek ve meşreplerini İslâmî menşe'e dayarlar ve ilk müslümanları özellikle Hz. Ali'yi ideal numune olarak görürler. Fakat gerçek şu ki, bu yeni fütuvvet anlayışı ile İslâmî fütuvvet, yani işar haslet arasında derin fark vardır. Bu bakımdan olmalı ki, bilinmeyen bir yazar tasavvufi hikâyeler ihtiva eden eserinde işar ile fütuvvet ayn bablar altında incelemiştir     . Bu yeni fütuvvet anlayışı ta­savvuf ile beraber ve tasavvufun doğduğu Horasan, Maveraünnehr ve Irak bölgelerinde Hicrî II. asır sonlarından itibaren islâm top­lumunda etkisini göstermeye başladı.

Tasavvufun eseri olarak doğan bu fütuvvet anlayışı büyük ölçüde eski İran kültürünün ve tran halkının içinde bulunduğu yeni siyasî ve dinî ortam karşısındaki ruhî durumunun tezahürü olarak meydana çıkmış ve şekillenmiştir.Meşhur Iran şairi Fir-devsî'nin "Şehnâme'si tran halkının islâm'dan sonra kurulan yönetime ve meydana gelen sosyal ve kültürel ortama karşı, tavrını yansıtması bakımından büyük önem taşır. Zaten Sa-sanîler zamanında Horasan ve Kirman'da bir yiğitlik ve kahra­manlık ülküsü yaygın olarak vardı. O dönemde bu ülküye "Cevan-merdî" bu mesleğin kahramanlarına da "Cevan-merd" denirdi. Bu yüzden yukarıda adı geçen Keykâvus, Kâbuş-name'sinde Fütuvveti "Cevan-merdî" başlığı altında incelemiştir. Nitekim Fütuvvet ehli­nin merasimlerinde, usul ve erkânında Zerdüştîliğin geniş etkisi görülmektedir . Şalvar giyme, şed (kuşak, Zerdüştilikte koşti) kuşanma gibi Fütuvvet üniforması (Libasü'l-futuvva) giymek ve bunları giyme ve kuşanma ile ilgili merasimlerin Iran menşe'li olduğu iyi bilinen bir husustur. İbnü'l-mi'mar'ın "Kitabü'l-futuvva'sini yayınlayan Mustafa Cevad ile Takiyü'd-Din Hilâli, bu esere yazdıkları önsözde Fütuvvet âdâb ve erkânının eski Iran Ayyarlanndan, Zerdüştî ve Manî dininden gelmiş olduğunu yazmaktadırlar

İranlı bir prens olan Unsur'ul-Ma'ali Keykâvus, oğlu Giylân-Şah için kaleme aldığı "Kâbus-name" sinde eski Iran gelenek ve törelerini, bu arada Cevan-merdlikle ilgili bölümünde de Sa-sanîler devrindeki Cevan-merdliğin esaslarını derlemiş olduğu ka­bul edilir.

Bu İranî Fütuvvet anlayışı ile islâm'ın özünden doğan ve Isâr adı verilen Fütuvvet telakkisi arasındaki farkı belirtmesi bakımından Belhli Şekik ile Ca'ferü's-Sadık arasında geçen birkonuşma enterasandır. Horasnlı bir Fütuvvet ehli olan Şaklk Me­dine'de Ca'fer es-Sadık ile karşılaşır. Karşılıklı fikir teatisi sırasında Şakîk, imâm Sadık'a mesleğini tarif sadedinde: "Allah bize verdiği zaman şükreder, vermediği zaman sabrederiz" diyor, imâm Ca'fer de ona: "Sizin bu yaptığınızı Medine'nin köpekleri de yapıyor" diye karşılık verir. Bunun üzerine Şakik, imâm Ca'fer es-Sadık'ın yolunu ve anlayışını öğrenmek maksadıyla kendisine: "Peki siz ne yaparsınız? Ey Peygamber'in kızının torunu" diye so­rar, imâm da bir neyi Isâr mefkuresini ta'rif ederek "Allah bize ve­rince başkalarına dağıtırız, vermediği zaman şükr ederiz" der Gerçi Belhli Şakiki'in sözü Hind telakkisini andıryor ama Hora­san ve Maveraünnehr'de teşekkül eden Tasavyufî düşüncenin or­taya koyduğu Fütuvvet anlayışı ile İslâmî Fütuvvet arasındaki fark, bu iki zatın konuşmasında açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır.

Bilindiği gibi Emeviler devrinde Irak çok kanlı olaylara sah­ne oldu. Hz. Ali ile Muaviye çatışması, Hz. Hüseyin'in şehid edil­mesi ve Hz. Hüseyin'in öcünü almak için girişilen savaşlar hep bu bölgede cereyan etti. Çoğunluğu iranlı olan ve kendilerine Mevâli denilen bu bölge halkı birçok defalar Emevîler'e karşı isyan etti­ler. Her defasında bu isyanlar çok merhametsiz ve kanlı bir şekilde bastırıldı ve katliamlara girişildi. Nihayet Ebu Müslim el-Horasanî başkanlığında Emeviler'e karşı başlatılan ayaklanma ve bu ayaklanmada Horasan ve Irâk'da cereyan eden kanlı olaylar, arkasından Emevî iktidarına son veren Abbasîler'in kin ve nefret dolu intikam duygusu ile Suriye ve Filistin'de Emevîler'e karşı giriştikleri katliam hareketleri sürüp gitmiştir. Bütün bu olay­ların müslümanlann ruhunda ve toplumun vicdanında derin ya­ralar açtığı, psikolojik çöküntülere sebep olduğu muhakkaktır.

İşte böyle bir siyasî ve sosyal ortam tabii olarak insanların af ve merhamet duygularının inkişafına, sevgi ve acıma hislerinin kabarmasına, kısacası insan fıtratındaki mistik duyguların gelişmesine ve hatta insanların mistikleşmesine yol açar. Hayata karşı bezginlik onları dünyadan el, etek çekmeye yöneltir. Şiddet ve baskı rejimleri karşısında çeresiz kalan ve kurtuluş ümidini yitiren insanları, bu insanî duygular üzerinde derin derin düşünmeye ve onları işleyip yaymaya yöneltir. Emeviler'in şiddetli fikrî, siyâsî baskılan ve muhaliflerine karşı merhametsiz tutumları karşısında çaresiz kalan, zulme uğrayan Irak halkı arasında bir "Mehdi" (esrarengiz kurtarıcı) inancının doğmasına, Abbasiler'in insafsız tutum ve davranışları, gerçekleştirdikleri zulüm ve şiddet altında ezilen, kurtuluş ümidi kalmayan Suriye ve Filistin halkı arasında da bir "Sufyan" (esrarengiz kurtarıcı) i-nancının doğmasına yol açmıştır. Iraklılar Mehdilerinin Hz.Ali soyundan, Suriyeliler ise Sufyanlarının Ebu Sufyan'ın soyundan olacağına inanmışlardır.

İşte islâm Dünyasında ortaya çıkan bu acıklı sosyal ve siyâsi manzara, Tasavvufî düşüncenin doğması, ilgi görmesi, tu­tunup sur'atle yayılmasının en önemli sebeplerinden biri olduğu gibi, yukarıda tarifini sunduğumuz hümanist Fütuvvet anlayışının doğmasının da en önemli sebebi olarak görünmektedir. Bir ölçüde islâm toplumunun içine düştüğü sosyal, kültürel ve siyasî ortamın tabiî sonucu olarak bu Fütuvvet hareketi doğup gelişmiştir. Irak ve Iran halkının Emevilere karşı sürdürdükleri mücadele bir yönüyle de Hz. Ali ve oğullarının hakkını ve intikamını almaya yönelik idi. Fütuvvet ehli arasında Hz. Ali'ye özel bir önem atf edilmesi ve saygı duyulmasının sebebi de burada aranmalıdır. Aynı şey Tasavvuf için de geçerlidir.

Bu ikinci devirde Fütuvvet ehlinin birtakım sınıflara ayrıldıkları, bir kısmına "Ayyar" (Çoğulu Ayyarun), bir bölüğüne "Şatır" (Çoğulu Şuttar), asker olanlarına "Sipahi" dendiği gibi, ba­zen sofîlik ve Fütuvvetin iç içe ve aynı sıfatları hâiz olmalarından dolayı Sofî sözü ile Fütuvvet ehli veya Fütuvvet ehli sözü ile de Sofinin kasd edildiği de olmuştur. Nitekim pekçok mutasavvıflar Fütuvveti Tasavvufun bir şubesi veya Tasavvuf da bir makam ola­rak görmüşler ve Tasavvufa dair eserlerinde bir bab veya fasılda Fütvvet'den bahs etmişlerdir . İlk önce Horasan ve Mevaraünnehir'de Hicri III. Asrın başlarından itibaren Fütuvvet ülküsüne bağlı kişilerin teşkilatlandıkları ve kendi aralarında gu­ruplara ayrıldıkları bilinmektedir. Bu grupların "Reisü'l-fityan" veya "Reisü'l-ayyann" denilen başkanlarının emri altında sosyal siyasî ve askerî olaylarda aktif rol oynadıkları görülür..

Fütuvvet çatışı altında toplanan bu zümreler içinde Arap ve iranlılarla birlikte şüphesiz Türkler de bulunuyordu. Bu dönemde Türklerdeki millî kahramanlık ülküsü de Islâmî bir yapıya dönüşmeye başlamış ve Türk Alp Erenler ve Akılar da Fütuvvet dairesine girmiş bulunuyorlardı. Özellikle Maveraünnehr sölgesinde Arap, tranlı ve Türkler'den oluşan Fütuvvet birlikleri içi içe bulunuyorlar ve birbirlerini kültür yönüyle etkiliyorlardı. Bu etkinin sonucu olarak eski Türklerdeki Alplik ülküsü Gazilik mefkuresi adı altında daha aktif ve heyecanlı bir safhaya gir­miştir.

Bu Fütuvvet birliklerinin bazan devletlerin hizmetlerine gir­dikleri görüldüğü gibi bazan da gayr-i sünni zümreler olarak devletlere karşı isyanlarda - Hatmiler ve Karmatîler isyanında olduğu gibi - aktif rol oynadıkları da görülür. Fütuvvet birlikleri­nin sosyal ve siyîsî faaliyetleri hakkında kaynaklarda pekçok geniş ma'lumat vardır

Fütuvvet hareketi Kuzey Afrika ve Mağrib'de yörenin etnik ve kültürel yapısından dolayı daha değişik bir gelişme tarzı göstermiştir. Ribat denilen karargâhlardan faaliyetlerini sürdürdükleri için kendilerine "Murabit" (Çoğulu Murabitun) de­niyordu . Bunlar senenin belli mevsimlerinde Afrika içlerine kadar gidiyor, sosyal, ticarî ve kültürel faaliyetlerde bulunuyor ve | belli zamanlarda gene Ribatlarına dönüyorlardı. İslâmı yayma ülküsü ile de dolu olan Murabltler-denizcilikte de ileri gitmişler ve Ortaçağ boyunca Ak Deniz ve Atlas Okyanusu'nda üstünlük kur­muşlardır. Doğu Şövalyeliğinin (Fütuvva) Batı şövalyeliğini etkile­mesi Doğu kültürünün batıya intikalinde bu Murabitlerin önemli rolü olmuştur .

Abbasî Halifeliğine de bağlı olan Mümbitler yörede devlet otoritesinin zayıfladığı dönemlerde yönetimi ellerinde tutmuş ve asayişi sağlamışlardır. XI. asırda bugünkü Tunus'tan Senegal'e ka­dar uzanan topraklarda "Murabitler Devleti" adı verilen büyük bir devlet kurmuşlardı . Kuzey Afrika'nın Osmanlı idaresine girme­sinden bir süre sonra Osmanlı Devleti'nin yöredeki otoritesinin zayıflaması üzerine kendilerine "Dayı" denilen yörenin yiğit ve kabadayıları bu otorite boşluğunu doldurmuşlardır

Fütuvvet erbabının kendilerine has bir dünya görüşü ve hayat anlayışları vardır. İnsanın nefsini kınaması ve yermesi (Levm) esasına dayanan bu düşünce ve yaşayış tarzına "Melâmet" veya "Melâmeti" denir. Fütuvvet hakkında ilk defa bir risale ya­zan Ebu Abdi'r-Rahman es-Sülemi, Melâmete dair de bir risale yazarak Fütuvvet ehlinin düşünce tarzını, inanç ve ahlâk esas­larını açıklamıştır. Fütuvvet Teşkilâtı'na mensup kişi, cömertçe ve yiğitçe davranışlarda bulunur, fakat bu dav­ranışlarından ötürü çevresinden takdir görmek (Teveccüh-i nas) ve bu yolla mal, şan ve şerefe sahip olmaktan sakınır. Çünkü o yalnız Allah rızasını gözetir, dünyevî şeref ve menfaate talip değildir.

Melâmet Felsefesi'nde kişinin  iyi ve  güzel davranışlarının Allah'ın eseri, kötü ve çirkin davranışlarının da nefislerinin eseri olduğuna inanılır . Bu bakımdan iyi ve güzelliklerin Allah'a ait olduğuna, Allah'a ait olan şeylere benimdir diye sahip çıkmanın, onunla övünmenin doğru olmayacağı savunulur.

 

  1. Şems-i Tebrizi’nin olay ile ilgisi (S.56-59)

 

Mevlânâ'nın şeyhi ve üstadı Şems-i Tebrizî'nin, ikinci defa Konya'ya gelişinden iki sene kadar sonra bazı çevrelerin düzenlediği bir suikasd sonucu öldürüldüğü (645/1247), Mevlânâ'nın da bundan çok müteessir olduğu bilinmektedir. Şems'in öldürülmesinde Mevlânâ'nın oğlu Alaü.'d-Din Çelebi'nin önemli bir rol üstlendiği, bu yüzden Mevlânâ'nın oğluna kırgın olduğu ve onu aile ocağından attığı Mevlevi yazarlar tarafından nakledilir.

Şems-i Tebrizî'nin öldürülmesinden hemen sonra Alâü'd-Din Çelebi'nin Kırşehir'e göçmesi. Şeyh Nasirü'd-Din Mahmud'un da tam bu tarihlerde Konya'dan Kırşehir'e gidip oraya yerleşmesi ha­liyle onun da Şems'in öldürülmesi olayı ile ilgisi bulunduğunu akla getirmekteydi. Mevlânâ ve Ahmet Eflâkî'nin onu şiddetle kötülemeleri ve hakaret etmelerinin ciddi bir sebebi olmalıydı. Bu konularda da ciddi araştırmaların yapılması gerekiyordu.

Mevlânâ ve etrafındakiler hakkında ve onların etrafında ce­reyan eden olayları ve hatıraları derleyen ilk Mevlevi yazarlar olan Ahmed Eflâkî ve Sipehsalar, Şems'in öldürülmesi olayında A. Çelebi'nin önemli bir rolü bulunduğunu bildirmektedirler. Si­pehsalar, A. Çelebi'nin Şems ile evlendirilen genç ve güzel bir ha­tun olan Kimya Hatun'a ilgi duyması. Şems ile aralarında sürtüşmeye sebep olduğunu bu sürtüşmenin yanında Şems aleyhin­deki dedikoduları Şems'in öldürülmesine sebep olarak göstermektedir . Eflâki ise, kimleri kasteddiğini açıklamaksızın A. Çelebi'nin bazı kötü kişilere uyarak bu suçu işlediğini bu yüzden de babasına asi olduğunu kaydeder

Diğer taraftan gene Eflâki, Şems'in Öldürülmesi olayının bir başka perdesini de söyle anlatıyor: Konya'daki Vezir Nâsirü'd-Din, Hanikâh'ında bir tören münasebetiyle bazı kimseler bir araya gelmis, çeşitli ilimlerden, tefsir ve hadisten eski bilginlerin sözlerini akletmekteydiler. Şems de orada bulunuyormuş. Bir ara toplu­luğa hitaben: "Ne zamana kadar onun, bunun sözünü nakledip du­racaksınız, kalbim bana Rabbim'den bu haberi veriyor diyecek yok mu?" deyince orada bulunanîann itiraz ve tepkileriyle karşılaşmıştır . Eflâkî'nin rivayetine göre aynı Hanikâhta gene bir tören sırasında Şems-i Tebrizî ile Vezir Nâsirü'd-Din arasında meydana gelen hoşnutsuzluk yüzünden Vezir Nâsirü'd-Din adam­larını gönderip, Şems'i katlettirmiştir . Nitekim, bir başka ri­vayete göre de Şems, Mevlânâ ile yalnız oturuyorken içeriye biri gelir. Şems'i dışan çağırır. Şems dışarıya çıkınca pusuda duran-Eflâkî'nin tabiriyle - kıskanç, hayırsız, alçak, mulhid yedi kişi ona bıçak saplayıp öldürmüşlerdir . Bu rivayeti yukarıdaki ri­vayete göre değerlendirecek olursak bu kişilerin Vezir Nâsirü'd-din'in adamları olduğuna hükmetmek gerekir. Eflâkî1 nin bu rivayetindeki Vezir Nâsirü'd-din'in bahsimize konu olan Ali Evren Şeyh Nâsirü'd-din olduğu ortaya çıkmaktadır. Gelişen olaylar bunu açık olarak göstermektedir. Ancak onun Vezirlik yaptığına dair bir kayda rastlanmamaktadır. Fakat II.Gıyasü'd-Din Keyhüsrev'in ölüm tarihi olan 643 (1245) yılından sonra gelen iki yıl içinde bu makamda bulunmuş olabilir. Vezirler genel olarak İl­miye sınıfından kişilere verildiğine göre onun vezirliğe getirilmiş olması mümkündür. Ola ki Eflâkî burada ona muhalefetinden do­layı "Vezir" kelimesini günahkâr anlamında kullanmıştır. Bilin­diği gibi "Vezir" kelimesi, "Vizr" kökünden olup günahkâr demek­tir. Vezir olan kimseler ülkelerindeki her haksızlıktan ve işlenen her günahtan sorumlu ve günahlan yüklenen kişi oldukları için bu makam "Vezir" (Günahkâr) kelimesiyle tesmiye olunmuştur.

Bu duruma göre Şeyh Nâsirü'd-Dirj, II. Izzü'd-Din Keykâvus'un saltanatının ilk yıllarında vezirlik makamına geti­rilmiştir. Eflâkî'nin anlattığına göre bir defasında II. Izzü'd-Din Keykavus, Mevlânâ'nın huzuruna gelip kendisine öğütte bulun masını taleb etmiştir. Mevlâna da ona : "Sana ne öğüt vereyim? Sana çobanlık vermişler, sen kurtluk yapıyorsun. Tanrı seni sul­tan yaptı. Sen şeytanın sözüyle hareket ediyorsun" demiştir. Mevlânâ'nın, Şeyh Nâsirü'd-Din'i kendisine vezir edinmesinden dolayı sultana muhalefet ettiğini, ve "şeytanın sözüyle hareket ediyorsun" sözü ile de Vezir Şeyh Nâsirü'd-Din'i kasdetmiş olabi­lir.

Eflâkî'nin bu rivayetinden Şeyh Nâsirü'd-Din'in (Ahi Evren) Konya'da bir hanikah yaptırdığını da öğreniyoruz. Bu hanikah VIII. H. asır ortalarında da faal idi . Şunu da belirtelim ki, bu rivayette adı geçen Vezir Nâsirü'd-Din'in, Nusratu'd-Din olduğuna dair iddia tutarlı değildir . Dolayısiyle bu vezir Nâsirü'd-Din, bahsimize konu olan Şeyh Nâsirü'd-Din Mahmud'dur. Biraz ileride sunacağımız başka belgeler de bunu te'yid etmektedir.

Böylece bu Şeyh Nâsirü'd-Din'in yani Ahi Evren'in, Alâü'd-Din Çelebi ile birlikte Şems-i Tebrizî'nİn öldürülmesinde parmağı bulunduğu ortaya çıkmaktadır, işte bu yüzden Mevlânâ'nın ve Ah-med Eflâkî'nin hakaretlerine ma'ruz kalmıştır. Hatta Eflâkî, onu her anışta olduğu gibi bu rivayette de gene hakaret maksadıyla "Vezir" kelimesini tevriyeli olarak hem günahkâr anlamında kul­lanmış, hem de bu kelime ile onun bir dönemde vezirlik maka­mında bulunmuş olduğuna da işaret etmek istemiştir. .

Şems-i Tebrizî öldürüldükten sonra cesedinin Ahi Bedrü'd-din Gühertaş'ın (659/1261) bahçesindeki kuyuya atıldığına dair ri-vayetler artık kesinlik kazanmış bulunuyor . Bu durumda Şems'in öldürülmesi olayında parmağı bulunanlardan biri de Ahi Bedrü'd-Din Gühertaş olmalıdır. Bu konuyu, henüz yayınlamadığımız "Şems-i Tebrizî'nİn öldürülmesi Mes'elesi" adlı makalede   geniş   olarak   ele   almış   bulunuyoruz.

 

  1. Ahi Evren çevresi ile Mevlana’nın çevresi arasındaki ihtilafın mahiyeti (S.89-92)       

Öncelikle şunu belirtelim ki, bu konu ayrı bir çalışmanın İhatta birkaç çalışmanın konusu olacak kadar geniş, çok yönlü ve kökleri eskiye uzanmaktadır, biz sadece bu ihtilafları ana hat­larıyla açıklamaya çalışacağız. Böylece Şems'in Ahiler tarafından öldürülmesinin esas sebebinin de bu ihtilaflara dayandığı gibi az ileride açaklanacağı üzere Ahi Evren ile A. Çelebi'nin öldürül­melerinin temelinde de bu ihtilafların önemli bir rolü bulunduğu gösterilecektir. Bu ihtilafları üç ana başlık altında sunalım.

a- Akılcılık ve Sezgicilik

Çok eskiden beri islâm dünyasında Akılcılar ile Sezgiciler arasında bir mücadele sürüp gelmekte idi. Sezgiciler gerçek ilme sezgi ile yani bir iç duyuş ve seziş ile varılabileceğini savunurlar. Gerçek bilginin yolu sezgidir derler. Akılcılar ise, akıl ile, araştırma, inceleme ve gözlem ile gerçek bilgiye varılabileceğine inanırlar. Akıl yürütme bilgi edinmenin yoludur derler. Sezgici olan İmam Gazzali (505/1111) akılcı filozoflara karşı felsefenin yıkımı demek olan "Tehafütü'l-felasife" adlı eserini kaleme almıştı. Endülüslü meşhur filozof İbn Rüşt (595/1198) de İmam Gazzali'nin bu eserine karşı "Tehafütü't-tehafüt" (Tehafüt'ün yıkımı) adlı eserini yazmıştı {54). Gene büyük bir akılcı olan Ahi Evren'in hocası Fahru'd-Din-i Râzi ile Mevlânâ'nın babası Bahaü'd-din Veled arasında münakaşalar olmuştu. Bu münakaşalar kırgınlıkla sonuçlanınca, Harezm sultanı Mu-hammed Şah da Fahr-i Razi'yi destekleyince Baha Veled oradan göçetmek zorunda kalmış ve Anadolu'ya gelmişti . Gençliğinde uzun süre Razi'den ders alan ve ondan son derece etkilenen Ahi Evren de Baha Veled'den önce Anadolu'ya gelmişti. Böylece Baha Veled ile Fahr-i Razi arasındaki ihtilaf önce Ahi Evren ile Baha Veled arasında, daha sonra da Mevlânâ ile Ahi Evren arasında de­vam etmiştir. Ahi Evren Kayseri'de bulunduğu 603-625 (1206-1228) yıllan arasında Baha Veled de bir süre Kayseri'de bulunmuştur. Bu bakımdan Baha Veled'in "Maârif inde aleyhinde bulunduğu Kadı Nazîr büyük bir ihtimalle Ahi Evren Şeyh Nasîrüd-Din Mahmud'dur.

Bilindiği gibi Mevlânâ'da babasının yolunda, sezgici bir filo-zofdur. "Mesnevi" sinde akılcılığa karşı tutumu önemli bir yer tu­tar. Buradaki papağan hikâyesinde akıl ile ve akıl yürütme (kıyas) ile alay etmektedir ' . Gerek mevlânâ'nın eserlerinde gerek Şems'in "Makâlât" ında birçok defalar Fahru'd-Din-i Râzi'ye ve felsefecilere tenkidler yöneltilmiştir . Bu hücumlar elbette Ana­dolu'da Fahri Razi'yi temsil eden, akılcı ceryanın önderi olan Ahi Evren'e yöneliktir. Bu yönüyle Ahi Evren ile Sadru'd-Din Konevî arasında da bir ayrılık vardır. Bu ayrılık da Razi ile İbnül Ara­bi'ye dayanmaktadır. Ibnü'l-Arabi, Fahr-i Râzi'ye yazdığı mektup-da ona tenkidler yöneltmektedir . Bu ayrılık Konevi ile Ahi Ev-ren'in karşılıklı mektuplaşmalarında aralarında münakaşa konusu olmaktadır. Muhtemelen Konevî, Ahi Evren'in etkisiyle

hocası Muhyi'd-din ibnü'l-Arabi'nin "Vahdet-i Vucud" culuğunu ak-lileştirmeye (Rasyonalize) çalışmaktadır

b- Tasavvufi İhtilâf

Tasavvuf yolunda da Mevlâna ile Ahi Evren arasında derin bir fikir ayrılığı vardır. Mevlâna "Seyr-i Suluk" da benliğe dönük, yani enfüsî (Sübjektif) yolu tutmuşken, Ahi Evren dışa dönük yani afakî (objektif) yolu tutmuştur. Aslında bu ihtilâf mevlânâ'nın Şeyhi Şems ile Ahi Evren'in Şeyhi Evhadu'd-Din arasındaki ihti­lafın devamıdır. Evhadü'd-Din-i Kirmanı ile Şems-i Tebrizî arasında geçen Eflâki'nin naklettiği bir konuşma bu iki şeyh arasındaki ayrılığı ifade etmesi bakımından önemlidir. Evhadü'd-Din tekkesinde murakebe halinde iken Şems-i Tebrizî içeriye gi­riyor ve Kirmani'ye: "Ne işle meşgulsün" diyor. Kirmânî de Cenab-ı Allah'ı eşyadaki tecellisinde, yani san'atında görmeye çalıştığını kasdederek "Ay'ı leğendeki suda seyrediyorum" diyor. Şems de ona: "Ensende çiban yoksa başını kaldırıp gök yüzünde niye seyretmiyorsun?" diyerek Cenab-ı Allah'ı kendi içinde ve benliğinde, yani sezgi yoluyla bulması gerektiğini Kirmani'ye hatırlatıyor ' . Câmi de "Nafahat" ında Şems ile Kirmânî arasındaki bu uyanlığı şöyle ifade etmektedir: "Evhadü'd-Din Şuhûd-ı hakikata mezâhir-i suri ile tevessül eder idi. ve cemâl-i mutlakı suver-i mukayyedatda müşahede eyler idi" . Mevlâna da Evhadü'd-din'in bu anlayışını kınamıştır.Eflâkî, Şems'in öldürülmesinin sebepleri arasında bardağı taşıran son damla olarak zikrettiği olaydan anladığınıza göre. Şems Nasirü'd-Din'in yani Ahi Evren'in tekkesinde bulunmuş ora­da araştırmaya ve nakle dayanan ilmî konuşmalar olmuş. Şems de onlara karşı: " Ne zamana kadar şundan bundan rivayet edip övünecek, ve atsız eğere binip erlerin meydanında koşacaksınız İçinizde: kalbin bana Rabbimden şu haberi veriyor diyecek kimse yok  mu? ve  ne  zamana  kadar başkalarının  asâsiyle  ayakta yürüyeceksiniz?"    demiş ve orada bulunanların  tepkisiyle karşılaşmıştır, şems bu sözleriyle Ahi Erven'in meşrebine muhalif sözler sarfetmiş yani seyr-i enfüsî'yi önermiştir. Bu olaydan üç gün sonra da öldürülmüştür

 

  1. Ahi Evren’in öldürülmesi ve Ahilerin isyanı (S.97-100)

 

Burada Ahi Evren'in öldürülmesi ve Ahilerin dağıtılması ile sonuçlanan olayların nasıl geliştiği açaklanacaktır. Ancak kay­naklar bu olayların sebep ve mahiyetini müphem bıraktığı için Ahi Evren'in ölüm tarihini tesbite çalışırken olayların seyir tarzı ve mahiyeti de sunulacaktır. Yukarıda da değinildiği gibi bugüne kadarkl, çalışmalarda Ahi Evren'in ölüm tarihi şöyle dursun iki asırlık zaman içinde yaşadığı çağ dahi belirlenememiştir. Bu bakımdan Ahi Evren'in ölüm tarihini kesin olarak ortaya koya­cak olan bu çalışmamızın önemi rahatlıkla anlaşılmış olacaktır. Bu bakımdan O'nun ölüm tarihini nasıl tesbit ettiğimizi izah ile işe başlıyoruz .

            AHİ EVREN'İN ÖLDÜRÜLMESİ İLE İLGİLİ HABERLER  Ölüm Tarihinin Tesbiti

Ahi Evren şeyh Nasiru'd-Din Mahmud'un 20 kadar eseri bu­lunduğunu belirtmiştik. Bu eserlerde ve bu eserlerin yazma nüshalarında' bulunan bazı kayıtlar, Eflâkî'nin onun hakkında anlattığı olayların ışığı altında değerlendirmeğe tabi ututulunca Ahi Evren'in ölüm tarihi kesin olarak ortaya çıkmaktadır.

Evvelâ dostu Sadru'd-Din Konevî'ye yazdığı mektuplardan bi­rinde bir münasebetle o günün 25 şevval 653 (27 Kasım 1255) Cu-murtesi günü olduğunu kaydetmiştir Bu kayıtla onun bu tarihte hayatta olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Keza Sultan II. İzzü'd-din keykavus'a ithaf ettiği "Lataif-i hikmet" adlı eserinin önsözünde "655 (1257) yılının sonuna gelindiği zaman" cümlesini kullan­maktadır ki, bu kayıttan da onun 655 yılının son ayı olan Zi'l-hiççe (Aralık 1257) yılında hayatta olduğunu öğreniyoruz. Diğer taraftan 673 (1275) yılında hayatta olmadığına dair bir kayıt bu­lunduğu gibi  "Menahic-i seyfî" adlı eserinin 10 Receb 660 (31 Mayıs 1262) istinsah tarihli nüshasının  müstensihi Konyalı Ali b. Süleyman b. Yunus, bu nüshanın la sahifesinde eser ve yazarı için düşürdüğü kayıtta eserin yazarının adını tesbit ettikten sonra onu

şeklinde coşkun bir dua-ile yadetmiştir. Bu duadan Ahi Evren şeyh Nasîrü'd-Din Mahmud el-Hoyi'nin belirtilen tarihte de hayatta ol­madığı kesin olarak anlaşılmaktadır. Duanın rast gele bir duadan farklı oluşu, yani coşkun ifadelerle ölünün yadedilmiş olması, ölümünden duyulan acının tazeliğini gösterir. Bu bakımdan Ahi Evren şeyh Naşirü'd-din Mahmud'un 10 Receb 660 (31 Mayıs 1262) tarihine yakın bir zamanda vefat ettiğine hükmedilebilir. Böylece Ahi Evrenin vefat tarihini, Zilhicce 655 (Aralık 1257) ile 10 Receb 660 (31 Mayıs 1262) yıllan arasında ve fakat muhtemelen verilen ikinci tarihe daha yakın bir tarihte vefat ettiğini belirlemiş olu­yoruz. Bununla beraber Eflâki'nin Sivaslı Nefisü'd-Din'den naklen anlattığı bir olay bu ihtimali doğrulamakta ve bu tarihi, yıl ola­rak belirlemeyi mümkün kılmaktadır.

Olay şöyledir: Konya'da Vezir Ziyaû'd-Din Hanikâhı diye bir hanikâh ve bu hanikahın büyük bir şeyhi varmış ki, iki hamkâhm şeyhliğini yapıyormuş, ismi açıklanmayan ve fakat Mevlânâ'nın muarızlarından olduğu tasrih edilen bu şeyh, Dünya'dan göçünce , Mevlânâ devrin mâliye nazırına bir mektup yazarak Vezir Ziyaü'd-din Hanikâhı şeyhliğine Hüsamü'd-din Çelebi'nin tayin edilmesini ister . Mevlânâ'nın bu mektubu üzerine,   Mâliyi  işlerine  bakan  Vezir  Tâcü'd-Din   Mu'tez'in aracılığı   ile   Vezir   Ziyaü'd-din   Hanikâhı'nın   Hüsamü'd-Din Çelebi'ye verilmesi hakkında sultandan ferman alınır Çelebi Hüsamü'd-din'in posta oturma merasimi yapılmak üzere Mevlânâ ve bütün yakınları sözü edilen hanikâha giderler, merasim sırasında orada bulunan Ahi Ahmed ayağa kalkar ve : "Biz bu adamın (Hüsamü'd-Din Çelebi'nin) şeyhliğini kabul etmiyoruz." der. Hüsamü'd-Din'in serilmiş bulunan seccadesini de katlayarak orada bulunanlardan birinin eline verir. Az kalsın büyük bir fitne kopacaktı. Mevlânâ o sırada yalınayak dışarı çıkar. Şeyhler ve ileri gelenler geri çevirmek için uğraşırlarsa da muvaffak olamaz­lar. Büyüklerin ve Emirlerin araya girmesine rağmen Ahi Ahmed'i red ve tard ederek kulluğa kabul etmez. Sultan bu durumdan ha­berdar edilince Ahi Ahmed'i öldürtmek ister. Fakat Mevlânâ buna, rıza göstermez. Sonunda o şeyhten boşalan her iki hanikâhın da şeyhliği Çelebi Hüsamü'd-Din'e verilir .

Eflâkî bu şeyhin ölümüyle ilgili olarak bir hikâye daha nak-letmiştir . O da şöyledir: Mevlânâ, Hüsamü'd-Din Çelebi'nin bağında imiş, yakınlarıyla sema yaparlarken Mevlânâ birden bire: "Ey dostlar. Ziyaü'd-Din Hanikâhı'nın Çelebi Hüsamü'd-Din'e ait olmasını istiyorum" demiş, ertesi gün şehirden gelenler, hiçbir hastalığı ve rahatsızlığı olmadığı halde Ziyaü'd-Din Hanıkâhı şeyhinin öldüğünü ve minareden sela verdikleri haberini getirmislerdir. Eflâkî, bu şeyhin kibirli, zorba, dünya sevgisi ve ga­razkârlığı yüzünden Mevlânâ ve çevresindekileri devamlı kötülediğinl ve aleyhlerinde bulunduğunu, bu yüzden de Cennet ehli'nin okuna hedef olup öldüğünü belirttikten sonra, bu şeyhin ölümünden üç gün sonra Hazret-i Mevlânâ'nm emri ile Çelebi Hüsamü'd-Din'in posta oturma merasimi yapıldığını da kaydet­mektedir. Bu demektir ki, Mevlânâ, bu şeyhin ölümünden önce Ziyaü'd-Din Hanikâhı'mn Hüsamü'd-Din Çelebi'ye verilmesi ile il­gili yukarıda sözü edilen mektubunu hemşehrisi Vezir Tacü'd-Din Mu'tez'e yazmıştır.

 

  1. Ahi Evren’de teşkilatçılık fikrinin kaynakları (S.143-147)

Ahi Evren'in taşkilâtçılığı büyük ölçüde onun felsefî şal siyetinden kaynaklanmakla beraber, ondaki teşkilâtçılık fik­rin n bazı kaynakları da yok değildir, islâm Dünyası'nda çok eskiden beri siyasî, dinî, iktisadî maksatlı teşkilâtlar kurulduğu bilinmektedir. Burada Ahi Evren'in bu örgütlerden hangileriyle ilgisi bulunduğu belirtilmeye çalışılacaktır.a- İhvanu's-SafaAhi Evren'in eserleri onun derin bir felsefe kültürü almış olduğunu göstermektedir. Özellikle "İhvanu's-Safa" risalelerinin onun fikir yapısında önemli bir etkisi müşahade edilmektedir. Eserlerinde bu risalelerden geniş ölçüde yararlanmıştır.Hükemaya yaptığı atıfların çoğu bu risalelere dayanmaktadır  . Ha ta yukarıda temas ettiğimiz san'atla ilgili görüşleri dahi aynen "İhyanu's-safa" risalelelerinden alınmıştır Bu durum Ahi Evren Şeyh nasirü'd-Din Mahmud'un, IV (X).asırdan beri dinî ve siyasî maksatla gizli bir teşkilât halinde faaliyet gösteren   "İhvanu's-safa" örgütünü tanıyor olduğunu göstermektedir. Dolayısıyle Ahi Evren'de teşkilâtçılık fikrinin bir yönü bu teşkilâta dayandığı söylenebilir. Ahilik üzerindeki çalışmalarda Ahi Teşkilâtı'nın bu yönü yani İhvanu's-safa ile ilgisi farkedilememiştir.

b- Haşişiyye Örgütü

Bilindiği gibi Mısır Fatımî Devleti, Eyyubîler tarafından ortadan kaldırıldıktan sonra Mısır'dan iran'a gelen Hasan Sabbah (518/1224) Kazvin yakınlarında Alamut Kalesi'ni alarak uzun süre Selçuklu Delveti'ni uğraştırmıştır. Hasan Sabbah, Alamut Kalesi merkez olmak üzere, dinî, siyasî bir örgüt kurmuştur, bu örgütün yetiştirdiği fedai ajanlar etrafa dehşet saçmakta idi. Hulagu Han 1260'da bu örgütün merkezini ele geçirdikten sonra örgüt mensubu fanatik Batmiler sağa sola dağıldılar Ahi Evren aslen Azerbaycanlı olması bakımından bu Batınî Örgütü yakından tanıma imkânı bulmuş olmalıdır. Hocası Fahrü'd-Din-i Razi'nin bu Batınî fedailerden tedirgin olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla bu örgütün Ahi Evren'de teşkilâtçılık fikrinin uyanmasına yol açtığı muhakkaktır. Ahilerin başlangıçtan itibaren   kendilerine   karşı   olanlara   suikast   düzenlemeleri san'atta tekelci bir zihniyete sahip olmaları Ahi Teşkilâtı'nın Hasan Sabbah'ın kurduğu Haşişiyye örgütüne benzer bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir.

c- Tasavvuf

İslâm Dünyası'nda Hicrî III. asır başlarında doğup gelişen Tasavvuf, V. (XI). asırdan itibaren de çeşitli tarikatlar (tasavvufî ekoller) halinde daha yaygın bir şekil aldı. Tarikatlar, bir şeyhin liderliğinde, müritlerin oluşturduğu bir teşkilât niteliğindedir. Ahi Evren de felsefî yönü ağır basmakla beraber Tasavvufa bağlılığı da vardır. Bu yolda Türkmen bir Şeyh olan Evhadü'd-Din-i Kirma-'ni'ye mensup olduğunu belirtmiştik, İşte Ahi Evren'in teşkilâtını kurmada bu kurumdan da yararlandığı görülmektedir. Bunu kısaca şöyle izah edebiliriz: Ahimiz, tarikatlardaki şeyh, halife, mürit ve muhibler arasındaki ilgiyi iş yerlerine uygulayarak bu iş ocaklarında çalışan usta, kalfa, çırak, yamak arasındaki ilgi ve münasebeti tarikatlardaki esasa göre düzenlemiştir. Keza iş yerle­rinde çalışan çeşitli derecelerdeki işçilerin terbiyesi, eğitim ve öğretimlerini de bir tarikat usul ve disiplini şeklinde düzenlemiştir, iş yerlerindeki işçileri dinî ve ahlâkî yönden eğitmek için basitten mürekkebe doğru bir tertip içinde halk tipi eserler yazmıştır. "Ağaz u encam", "Menahic-i seyfî" ve "Metali'u'l-İman" adlarındaki eserleri böyle bir tertiple ve bu maksatla ka­leme alınmıştır. Hemen her eserinde-özellikle adları anılan halk tipi eserlerinde, devrenin genel anlayışına uyarak tasavvuf yoluna girmenin zorunlu olduğunu ve bu yolda bir şeyhe bağlanmanın şart olduğunu ısrarla savunmaktadır . Bu bakımdan şüphe yok ki, Ahi Evren iş yerlerindeki işçileri tarikat anlayışı ve terbiyesi içinde yetiştiriyordu.

d- Ahi Evren ve Melâmet

Çok yönlü bir fikir adamı olan Ahi Evren'in fikir hayatında en önemli ve en büyük yeri, Melâmilik işgal etmektedir. Eserle­rinde adının anılmayışının sebebi de bu melâmet anlayışındaki iyilik, üstün meziyet ve kabiliyetlerini insanlardan gizli tutma, "Teveccuh-i nas" dan sakınma düşüncesinden kaynaklanmak­ladır. Bu bakımdan Gelibolulu Âli, Ahi Evren'den bahsederken insanlardan gizli yaşamış olduğunu tesbit ettiğini" bildirirken bu gerçeğin farkına varmış olduğunu görmekteyiz. Muhtemelen Âli Efendi, Ahi'nin bazı eserlerinin bulunduğunu tesbit etmiş ve bu eserleri inceledikten sonra bu kanaate varmıştır. Ahi Evren'in Şeyhi, Evhadü'd-Din-i Kirmanî'nin meşrebinin en belirgin yanı melâmet yolunda sivrilmiş olmasıdır. Menakıb-nâmesinde onun bu meşrebiyle ilgili pekçok hikâye (menkıbe) anlatılmaktadır Melâmet bir inanış tarzı ve bu inanış tarzına dayalı olan ahlâk kuralları ve yaşayış stilidir. Ahi Evren'in tasavvuf meşrebinde melâmet yolunu tutmuş olması haliyle Ahi Teşkilâ-tı'nın iş ve sanat ahlâkının büyük ölçüde melâmiliğe dayan­dığında şüphe yoktur. Bu bakımdan Melâmet ne demektir, kısaca belirtelim: Melâmet felsefesinde kişinin iyi ve güzel davranışları Al­lah'ın eseri, kötü ve çirkin davranışları da nefislerinin eseri olduğuna inanılır. Çünkü Allah kötülük dilemez. İyilikse Allah'ın dileğidir. Bu bakımdan Melâmiler yaptıkları iyilikleri, hayırlı ve güzel işleri gizlerler. Güzel davranışları açığa vurmak, onlara sahip çıkmak, kendini beğendirmek, sevdirmek, menfaat edinmek gibi duygulardan kaynaklanır. Oysa insan, güzel dav­ranışlarının sahibi değildir. Onların gerçek sahibi Allah'dır. On­lara sahip çıkmak Allah'ın hakkına müdahale ve hatta Allah'ın hakkını gasb etmek demektir. Buna karşılık kötü davranışlarını da gizlemeye gerek görmezler. Çünkü kötülüklerin sahibi insanın kendisidir. Bu yüzden kendisinin olan şeye sahip çıkmakta sakınca görmezler. Üstelik iyi davranışlara sahip çıkmak sah­tekârlık olacağı gibi, kötü davranışların gizlenmesi de riyakârlık olacağına inanılır. Bu bakımdan Melâmet felsefesi kısaca "insanın iyiliklerini gözlemesi, kötülüklerini açığa vurması" diye

tarif edilir . Nefsin yerilmesi, kınanması, hakir tutulması esasına dayanır. Melâmet kelime olarak da yermek anlamına ge­lir. Böylece nefsi (benlik) kınamaya, yermeye çalışılır.

Ahilik ülküsündeki kendini topluma adama ve topluma hizmet aşkı, karşılık beklemeksizin yolcuya, düşküne, muhtaca yardım elini uzatma, yedirme, içirme, barındırma v.s. Melâmet felsefesinin prensiplerinden alınmıştır. Bu durum Ahiliğin prensiplerinin Melâmîlikten geldiğini açık olarak göstermektedir.