Kaynak: İsmail Cerrahoğlu-Tefsir Tarihi cilt 2, Diyanet Yayınları, Ankara-1988
1-Batınî haretketi (İsmaililer).(S: 380-381)
İsmailîler :
Câ'fer es Sâdık (Ö.
148/765) tan sonra imâmın, büyük oğlu İsmail
mi yoksa küçük oğlu Musa el-Kâzım mı? olacağı hususunda çıkan ihtilaf
neticesinde, ismail'i imâm tanıyanlara İsmâilî, Seb'iyye
(yedinciler) denmeye
başladı. Şiânın ihtilalci müfritleri ismail'i,
siyâsî mutediller ise
Musa'yı imâm tanımışlardı. Ca'fer es-Sâdık'ın
vefatından sonra
başlıyan İsmâilîlerin hareketi Hicri 3., milâdi 9. asrın
sonuna kadar gizli bir hareket olduğundan, bu devir bilinmeyen
meçhullerle doludur.
İsmâilîlik mertebeler silsilesine dayalı bir teşkilat
olarak gelişmiştir. Bu hareket bir yeraltı faaliyeti olarak devam
etliği müddetçe, gizli kalan imama ilâveten her biri dâi adını
alan ve bir bas
dâinin nezâretinde çalışan yedi dereceli bir idareciler
sistemi teşekkül etmiştir... Bu idareciler, hepsi gizli çalışmakla
beraber, hareketin
dışındaki şahıslarla belirli normal temasları vardır.
Bu hareketin, tarihte
ilk başarısı, Karmatîler olarak bilinen
281/894 senelerinde
Bahreyn'de bir devlet kurma hareketine kalkışmalarıdır.
Bunlar, dâileri vasıtasıyle, Abbasî hilâfetinin muhtelif
yörelerine, îsmâilî
propagandayı taşıdılar. O günkü karışık durumdan
istifâde ederek, bazı yerlerde iyi muamele dahi gördüler. IV.asırda,
bastırılması güç Karmatî isyanlarına sebep oldular. Onlardan
diğer bir kol, Kuzey Afrika'da, Tunus'ta Ağlebîler hanedanını
297/909 da yıkarak,
gizli (gâib) imâmın kendisini Ubeydullah'ın
şahsında el-Mehdî
unvanı ile izhâr etmesiyle ve 363/973 de Mısır'ı,
zaptedip, merkezlerini
yeni kurdukları Kahire şehrine naklederek, Fâtımîler
adiyle bir İsmâilî devlet kurdular. Bunlar Abbasi hâlifelerini
tanıyan bir kisve
altında, dâilerini bütün islâm ülkelerine göndererek,
kendilerinin İslâm dünyasının meşru idarecileri olduklarını iddia
ettiler. Bu hanedan
idaresinde Mısır'da bazı gelişmeler oldu ve
Kahire bir kültür
merkezi hâline geldi. Bu günkü Ezher Üniversi-
tesi bu devirde
kuruldu. Fâtımilerin, islâm dünyasına duyurmaya
çalıştıkları tebliğ,
sadece siyasî değil, aynı zamanda fikrî bakımdan
da, ince bir şekilde işlenmiş bir kelâm ilmini de ihtiva etmekteydi.
Sünnî kelamcılar ancak
hicri V. asırdan itibaren. Fâtımîlerin
fikrî delillerine cevap
vermek zaruretini hissettiler. Genel olarak
İsmâilî akidesi iktitafçıdır. Fikirlerinin çoğu, Ortadoğunun eski
dinlerinden ve
bilhassa Yeni Eflâtuncu felsefeden gelir. Sünnî islâmiyet
ile hemen hemen hiç ilgisi yoktur. Dışarıdan gelen bu fikirlerin
çoğu bâtınî te'vîl yolu ile ithal edilmiştir ki, bu İsmâilîye
fırkasının kendine hâs
bir esâs olup, bâtını deyiminin ortaya çıkısına
sebep olmuş ve bu fırka ekseriya bu isim ile tanınmıştır. İsmâilîye akidesine
göre, Kur'ân ve bütün dinî hükümlerin iki mânası
vardır: biri, harfî ve zahiri (zahir); diğeri yalnız müridlerin
bildiği mecazî ve
bâtinî mânâ ismâilîlerin kültür yönünden islâm'a
tesiri olmuş,
inkişaflarının en yüksek devrinde, şâir, ilâhiyatçı, filozof
ve âlimler ismâilî merkezlerde toplanmışlardır. X. asırda
meydana
getirilmiş olan din, felsefe ve ilim ansiklopedisi mesabesinde
olan "Resâilu ihvâni's-Safa" Ismâilî akidesi ile doludur. Şâir
el-mütenebbî,
îsmâilîlerin tesiri altında kalmıştı. Meşhur Nasır-ı
Hüsrev bir İsmâilî idi.
İsmâilîlik uzun müddet gerek sosyal gerek
kavmî bakımdan tazyik
gören sınıflar ile gayr-ı memnun münevverler üzerinde
câzib bir tesir icra
etmiştir.
İsmailîler miladî
XVI. asırda iki kola ayrıldılar: Davudilerin,
merkezi Hindistan'da,
Süleymânîlerin merkezi de Yemen'dedir. Ismâilî
akidesine göre Nizâr ile oğlu Mısır'da hapishanede katledilmişlerdi.
Fakat Nizâr'ın küçük yaştaki torunu İran'a kaçırılmış
ve Hasan Sabbah
tarafından orada yetiştirilmişti. Son Alamût hâkimi
Rüknettin'in oğullarından biri, çocuk iken gizlenmiş ve neslinden
bir çok imâm yetiştirmişti; ki, bunlar hakkında hemen hemen
hiç bir şey
bilinmemektedir. XIX. asırda imâm "hocalar" nâmı ile tanınan kişi, sâliklerinin
ekserisinin bulunduğu iran'dan Hindistan'a
kaçtı. Günümüzde tanıdığımız Ağa Hân bunların torunlarından biridir.
2-Batınî esaslara göre te’vil yapılması.(S: 383-384)
İslâm âleminde, çeşitli
hükümdarların devamlı mücâdeleleri yüzünden
perişan hâle gelmiş olan iran'ı terkeden Nasır-ı Hüsrev, dolaştığı
diğer İslâm ülkelerini de aynı vaziyette buldu. O devirdeFâtımîlerin
iş başında bulunduğu Mısır da, zenginlik, refah ve sulh
vardı. Bu vaziyet
karşısında, İslâmiyet'in doğru yoldan ayrıldığına
ve müminleri
ancak İsmâilîliğin kurtaracağına kani oldu ve İsmâilî
mezhebine girdi.
Halife Mustansır tarafından memleketi olan Horasan'a dâi olarak gönderildi.
Faaliyetlerini genişletmesi Selçuklular
tarafından hoş karşılanmadı Gıylân da iken, Kur'ân'a, Bâtınî inanışlarına uygun
bir tefsir yazması, şiirlerinde dâima Bâtinîliği
övmesi, âlimlerin
hücumlarını üzerine çekti. Kur'ân'a yazmış olduğu
tefsir takibata uğradı. Kâdi Nasrullah bu tefsirdeki bazı inançlar
yüzünden müellifinin katline fetva verdi. Bunun üzerine doğum
yeri olan Belh'e kaçtı; sonra Yemgan vadisini daha emin bularak,
oraya sığındı ve orada öldü. Bu gün bu bölgede, akidelerini
Nasırın te'villerine
göre devam ettiren Nâsiriyye tarikatı mevcuttur.
Bu gün ortadoğuda ve
Pamir İsmâilîleri arasında meşhur olan,
Nâsır'ın "Vech-i
Din" adlı eseri, bâtını te'villerle doludur. Şeriat
hükümlerini,
Kur'ânı, namazların rekatlarını, bayramı, bayram namazını,
zekâtı, orucu, hadleri, Deccalı... bâtinî esaslara göre te'vil etmektedir
Her İsmaili, inancını kuvvetlendirmek için bu kitabı okumağa
mecburdur. Yine bu zat "Hânu'l-Ihvân" adlı eserinde,
bâtını inançlarını felsefî te'villerle izah
eder. Keza kitapta mucize ve
kerametler de te'vil edilmektedir.
Mesela Hz. Musa'nın Tur Dağında
gördüğü ateş tevhid nurudur. Kıyametten maksat, kıyamet sahibi
olan yedinci imamın kıyamı yani kalkmasıdır.
Nasır-ı Hüsrev'in dînî anlayışının esâsını te'vil teşkil eder. Ona göre nasların zahiri tuzlu deniz suyudur. Te'vil ise denizde hâsıl olan incidir. Te'vîlsîz nassı anlamaya kalkanların ,din yolunda sağ gözleri kördür. Zahir, dinin tenidir. Onun ruhu bâtındır. Tenzilin sahibi Hz. Peygamber olduğu gibi, Te'vilin sahibi de Hz. Ali'dir. Lafızların bir zahiri ve bir de mânâdan ibaret olan bâtını vardır. Batınî mânâ, zahirin zıddiyeti ile anlaşılır. Nasır, Cenneti akıl, Cennetin kapılarım da zamanın peygamberi ve onun olmadığı zaman da vasisi ve hiç bir zaman yer yüzünün kendisinden hâli olmadığı imâm diye te'vil etmiştir. Cehennem ise bilgisizlik ve cehalettir
3-Gulam Ahmet’in ölümünden sonra seçilen halifeler.(S: 406-407)
Gulâm Ahmed'in 1908 de ölümünden sonra Kâdiyânîlerin bey'atları ile Hakîm Nureddin getirilirse de, mezhep içerisinde onu kabul eden ve etmiyenler seklinde bazı hareketler başgösterir. 1914 yılında Nureddin'in ölümü ile mezhep "Kâdiyân" ve "Lahor" kollan olarak ikiye ayrılır.
Kâdiyân kolu,
kendilerine "Mesihin ikinci Halifesi" unvanı
ile Gulâm Ahmed'in oğlu
Mirza Beşiruddin Mahmûd Amed (1889-1965) halife seçerler. Mahmûd Ahmed, babası
Gulâm Ahmed'in kâmil
bir nebi olduğunu ileri sürmüş, ancak onun nübüvvetinin Hz.Peygamber'in
son peygamber oluşunu zedelemediğini söylemiştir.
Kâdiyân kolunun 1947 den beri merkezi Kâdiyân'dan, Rabva'ya
nakledilmiştir... Bu
kolun başında bu gün Mirza Nasır Ahmed, bulunmaktadır.
Lahor kolu ise, Hakîm Nuriddin'in ölümünden kısa
bir süre sonra,
Lahor'a yerleşerek Mevlânâ Muhammed Ali'nin başkanlığında
"Ahmedîyye Encümen-i İşâ'ât-ı islâm" adlı bir teşkilât
kurmuş ve
faaliyetlerini bu kuruluş aracılığı ile yürütmektedirler.
Bu kol, Gulâm Ahmed'in
nebilik iddialarım reddeder ve hattâ onun
Mesihliğinin bile
üzerinde fazla durmaz. Özellikle islâm'ın bütün
dünyaya yayılması ve
tanıtılması hususunda hayli fâaliyetleri olmuştur.
Mevlâna Muhammed Ali (1871-1951) Kur'ân-ı Kerîm'i 1917
yılında İngilizceye,
1923 yılında da Urduca'ya çevirmiştir. Bu gün,
bu kolun başında
Mevlânâ Sadreddin bulunmaktadır. Pakistan'da
bu gün Kâdiyânilik,
parlementonun 7 Eylül 1974 tarihli kararı
ile "İslâm dışı
azınlık" olarak ilân edilmiştir. Ancak mezhebin kollan
1913 den beri Avrupa, Afrika, Güney ve Kuzey Amerika, Asya
ve pasifik adalarının muhtelif ülkelerinde faal misyonlar kurmuş
ve kurmaktadır.
Görüldüğü gibi Gulâm Ahmed iddialarına müceddidlikle başlamış, adım adım ilerliyerek "Mehdî" ve "Mesîh" olduğunu iddia etmiş ve nihayet vahiyler geldiğini ve mucizeler gösterdiğini söylemiştir. Kimin çocuğu olup olmayacağını, kimin ne zaman öleceğini, depremler ve veba gibi felâketler hakkında, kehânetlerde bulunmuştur. Sonunda isi kendisinin Peygamber olduğuna kadar götürmüştür. Âlimlerin müdâheleleri üzerine, peygamberliği meselesini zaman zaman te'vil etmiştir. Hinduları da safına çekmeyi düşünen Gulâm Ahmed "Krişna Avatarı" olduğunu da ilân etmiştik. Hasta bir vücud yapısına sahip olan ve derin bir ilmi bulunmayan, halktan topladığı paralan da yiyen Gulâm Ahmed, genellikle eserlerinde, ilâhî ilham, keramet, kehânet ve şahsî övünmelerde bulunur. Vahiy aldığını da söyler. Dinler yönünden karışık bir muhitte yaşayan ve bu gibi söz ve görüşlere alışık olan Hind müslümanları, onun bu sözlerini pek yadırgamamışlarsa da, ileri görüşlü âlimler ve bilhassa Mevlâna Muhammed Huseyn ona karşı gelmiştir. Gulâm Ahmed kendisine muarız olanları, çekememezlik ve kıskançlıkla suçlamıştır.
4-Kadiyan Ahmedilerin namaz kılmaları.(S: 418)
Kâdiyân Ahmedîleri, kendilerinden olmıyanların arkasında namaz kılmazlar. Onlardan biri olan Pakistan eski dış işleri bakanı M. Zaferullah Hân'ın, Kâidi Azam Muhammed Ali Cinnah'ın cenaze namazına, namazı kıldıran bir Ahmedî olmadığı ve üstelik Ahmedîlere mürted ve kâfir diyen biri olduğu için, katılmadığı bilinmektedir. Kâdiyân Ahmedîlerinin namaz konusunda gösterdikleri bu ayırıcı tutumu, evlilik konusunda da görmek mümkündür. Onlara göre, bir Kâdiyanînin kızını, Kâdiyâni olmayanla evlendirmesi caiz değildir. Mirza Beşiruddin Mahmûd Ahmed "Kızını, Kâdiyânî olmayan biri ile evlendiren, kendisinin Kâdiyânî olduğunu ileri sürse bile, mezhebimizin safları dışına çıkar" demektedir. Ama, müslümanların, hindûların ve Sih'lerin kızlarını almaya izin verilmiştir. Bu konuda Gulâm Ahmed kendine tâbi olanlara "Rabbımın bana haber verdiği gibi şunu bilin ki, inkarcı, yalancı, yahut mütereddid adamın arkasında namaz kılmak size kesinlikle haramdır.Aksine imamınızın ancak sizden biri olması gerekir." Gulâm Ahmed'in oğlu ve 2. halifesi Mirza Beşiruddin Mahmûd Ahmed ise şöyle demektedir "Ahmedîlerden başkalarının arkasında namaz kılan kimselerin, cenaze namazlarının kılınmasının caiz olmadığına inanıyorum. Onlar öldükleri zaman benim yanımda Ahmedî değildirler. Aynı şekilde kızlarını Ahmedîlerden başka erkeklere nikahlayıp da tevbe etmçden ölen kimselerin cenaze namazının kılınması da, caiz değildir.
5-Mirza Muhammed tarafından kurulan Babilik hareketi.(S: 385-386)
Bâbiler ve Bahâiler
Bâb lakabı ile anılan Mirza Ali Muhammed tarafından kurulan Babilik, daha sonraları Bahailik adiyle devam etmiştir. Babilik aslında, îmâmiye Şiası içinde teşekkül eden "Şeyhîlik" adlı bir tarikatın ürünüdür. Şeyhîlik'te, İmâmiyye Şiasının onikinci imamının gaybından sonra başlıyan Gaybet-i Suğrâ (küçük gizlilik) devrinden (260-329/873-941) sonraki Gaybet-i Kübrâ (büvük gizlilik) döneminde, Şiilerin "Hüccetullah" olarak görülen imamlarının manevi nurunu aksettirecek veya onunla irtibat kuracak bir "Kâmil Şiî'' nin varlığı esasına dayanır. Bu iddiayı ilk ortaya koyan tarikâtın kurucusu Şeyh Ahmed el-Ahsâî (Ö.1241/1826) dir. O, Hz.Muhammed'in hakikatinin kendinden önceki Peygamberlerde kısmen belîrdiğini kendinden sonra gelen oniki imâmda tamamen apaçık bir şekilde görüldüğünü, ancak bu hakikatin bin yıl gizli kaldıktan sonra şimdi kendisinde ve kendisinden sonra da müridi Seyyid Kâzım Reştî (ö. 1260/1844) de ortaya çıktığını söylemiştir. Ona göre bu iş, Allah'ın Peygamberlerinde, onlardan sonra imamlarda ve nihayet kendisindeki en büyük tecellisi olduğundan, hepsi de aynı bir varlığın aynı tezahürlerinden başka bir şey değildirler. Kısaca bu hakikat, kendilerinde zuhur eden Allah'tır;…..
6-Bahailerin sapık inançları.(S: 398-400)
Bunlar, İsIam düsmanlarının hudutsuz yardımı ve faal bir çalışma ile dünyanın her tarafına yayılmışlardır. Bunların akıl ve mantık dışı ve islâm'la hiç ilgisi bulunmayan görüşlerini şöylece sıralayabiliriz(40). Bahâi inancına göre Allah, zatı ve sıfatlan itibariyle birdir, tek'dir, eşsizdir, öncesizdir, sonsuzdur, bakidir ve değişmezdir. Bab Ali Muhammed ise, içinde Allah'ın cemâli görünen bir aynadır ve herkes O'nu orada temaşa edebilir. Nitekim "el-Beyân" da şöyle demektedir : "Kendilerinizi ve işlerinizi öyle bîrer ayna haline getirin ki, bunlarda yalnız ve yalnız sevdiğiniz güneşten başka bir şey görmeyesiniz".
Hurufîlik, Bahailik
inancında önemli yer tutar. Mesela, Bâb'a
iman eden ilk 18
kişiye "Hurûf-u
Hayy'' denir. Ondokuzuncusu Babın
kendisidir. Bu yüzden 19 rakamı mukaddestir. Yıl 19 ay, aylarda
19 gündür. Bahâullah'a göre, Allah'ın zuhuru
devamlıdır. Nitekim
O, bâb'da zuhur ettiği gibi, kendisinde
de zuhur etmiştir. O,
bu
zuhurla kendinden önce gelen peygamberlerin öğretilerinde mündemiç
olan hakikatları, yaşanılan şartlara göre
yeniden ifâde etmektedir. Bu bakımdan
ne dinlerin, ne de peygamberlerin
sonu gelecektir. Nitekim, ''Ne Hz.
Muhammed (s.a.s.) son peygamber, ne de islâm son dindir, der.
Ona göre Hz.
Muhammed resullerin
değil,
nebilerin sonuncusudur;
çünkü Allah'ın
"mürsillik"
(Peygamber göndericilik) sıfatı son
bulmaz.
Bahâi inancı, insanlık âleminin birliği, bütün dinlerin, dil ve yazının birliği, kadın-erkek eşitliği, din ve ilim arasındaki ahenk, genel mecburî öğretim gibi hususlardan ibarettir, denilebilir. Bahâilere göre dinî, millî, ırkî, vatanî, siyasî taassuplar, insanlar için en tehlikeli unsurlar olduğundan, terkedilmelidir. Genel barış ancak Bahâullahın öğretileriyle sağlanabilir.
"Bahâilerde bazı dinî hükümler de vardır. Onbeş yaşını bitiren her kız ve erkek Bahâinin, yetmiş yaşına kadar Babailiğin ser'i hükümlerini yerine getirmesi vâcib ve farzdır. Bunlar namaz, oruç, hac, zekât, kutsal âyetlerin okunması gibi hususlardır. Onlara göre namaz, samimi bir kalble Allah'ı anmadır. Namaz ferdidir ve duadan ibarettir. Üç türlü namaz vardır : 1) Büyük namaz: günde bir defa, Allah'a yalvarış için istek duyukduğunda kılınır. 2) Orta namaz, günde üç defa kılınır. 3) Küçük namaz ise, bir ayetten ibaret olarak, günde bir defa ve öğle üzeri kılınır. Bu üç çeşit namazdan birine karar verip kılmak kâfidir. Namaz kılmak Bahâullah'ın eserlerindeki kısımları, duaları, cümleleri okumaktan ibarettir. Kıble, Akkâ'da bulunan Bahâullah'ın mezarıdır.
Oruç, Bahâilerde
19. ay olan Âlâ ayında 19 gün olarak tutulur
(2
Mart-21
Mart arası). Güneşin doğusundan batışına kadar hiç bir
şey yeyip içmemektir. On beş yaşından
küçükler, hastalar, yolcular,
ihtiyarlar, hamileler ve çocuğunu emziren anneler, oruçla mükellef değildir. 21
Mart günü oruç bayramı olup aynı zamanda
Bahai
yılının ilk günüdür.