Kaynak: Bektaşî Menkıbelerinde İslam Öncesi İnanç motifleri - Ahmet Yaşar Ocak, Enderun Kitabevi, İst-1983

 

 

  1. Şamanizm’den kaynaklanan motifler (S.95-96)

       1.    UMÛMÎ DÜŞÜNCELER:

Giriş kısmında Şamanizm'in eski Türkler'in ilk dini olmadığı konusu, en yeni çalışmaların sonuçlarına dayanılarak belirtilme­ye gayret edilmiş ve Şamanizm'in bir din olmaktan ziyade bir bü­yü sistemi mahiyetini gösterdiğine işaret olunmuştu. İşte bu bö­lümde ele alınacak motifler, açıkça görüleceği üzere, Şama­nizm'in bu cephesini yansıtanlardır. Söz konusu motifleri ihtiva eden menkabelerin kahramanları olan kişiler, yaptıkları işler göz önüne alındığı takdirde

a)        Sihirbazlık yapan,

b)                Hastaları iyileştiren,

c)                 Gaipten ve gelecekten haber veren,

d)       Ruhları bedenlerini terk edip tekrar dönen,

e)        At üstünde göğe yükselip Tanrı ile konuşan,

f)                    Tabiat kuvvetlerim istediği gibi yönlendiren,

g)        Ateşin yakıcılığından etkilenmeyen,

h)    Yenilmiş hayvanları kemiklerinden tekrar dirilten,

ı)    Kadın-erkek müşterek âyinler yapan,

j)    Tahta kılıçla savaşan

kimseler olarak gözümüzde canlanmaktadırlar. Onlar bu hüviyetleriyle, J. Andrew Boyle'un şamanlar üzerindeki çalışmaları so­nunda tesbit ettiği ve bir kısmı Eliade'ın eserinde bulunmayan

a)         Gelecekten haber verme,

b)        Havayı değiştirme,

c)                   Ürünleri yeşertme,

d)         Felâketleri önleme ya da düşman üzerine yollama,
e)    Hastalan iyi etme,

 

f)         Ateşe hükmetme,

g)                Sihirli uçuş,

h)       Ruhunu bedeninden ayırma

i)         Göğe çıkma veya yer altına inme

den ibaret1, bir şamanın ana görev ve kabiliyetlerinden çoğunu izhar ederler. Ancak şunu unutmamalıdır ki, Şamanizm burada sayılan hususlara, Türkler'de mevcut çok çeşitli dinlere ait inanç­lardan bir kısmım önemli ölçüde kendi bünyesine aldıktan sonra sahip olmuştur. Bu arada özellikle Gök Tanrı unsuru bu sistemin vazgeçilmez parçalarından bîri haline gelmiştir. Bozkır hayatının temel hayvanı at da böyledir.

 

  1. Gaipten ve Gelecekten haber vermek yalanı (S.103-106)

      Bir şamanın üçüncü temel vazifesi de, gaipteki şeylerden, ge­lecekte olacaklardan haber vermektir. Menâkıbnâmelerde en sık rastlanan motiflerden biri budur. Menkabelerin Önemli bir kıs­mında kahramanlar, müridlerini gaipte olup bitenlerden, gelecek­te vukua gelecek olaylardan haberdar eden kişiler olarak görün­mektedirler. Meselâ bir seferinde, Abdal Musa, müridlerinin tekke inşa etmek maksadıyla kazdıkları temelden çıkan bir kazan do­lusu altının sahiplerini bildirmiş, gerçekten de bir müddet sonra sahipleri çıkagelrnişlerdir. Yine Abdal Musa, gerçek velî olduğu­na inanmıyan ve kendisine hasım olan Teke beğinin, kendini yakmak üzere bir ateş hazırlattığını ve tevkif ettirmek için adam­larıyla tekkeye baskına geldiğini müridlerine haber vermiş, karşı­lamaya çıkmıştır25.

Otman Baba, müridlerinin başına bir felâket geldiğinde, ne­rede olursa olsun, hemen bilir ve yardıma koşarak onları kurtarır­dı. Müridlerinin niyazı vasıtasız olarak kendine ulaşırdı36. Fatih'in İstanbul'u fethettiği gün, fetih saatinden önce sabah erkenden müridleriyle Tırnova şehrinin köprüsü yanında bir kaya üzerine çıkarak, «Allahü Ekber! İstanbul'u aldık.» diye bağırmış, gerçek­ten fetih bundan bir müddet sonra, yani kuşluk vakti vukûbul-muştu27.

Bir gün avdan dönerken Silivrikapı'dan geçen Fatih, orada oturmakta olan Otman Baba'ya rastlar. Padişahı gören Baba ona, Belgrad üstüne gitmemesini, çünkü şehri alamıyacağım söyler. Hakikatte sefere çıkma niyetinde olan Fatih bu sözlere kızar ve kılıcını çekerek Otman Baba'ya hücum etmek isterse de, Mahmut Paşa Bataa'nın bir velî olduğunu bildirerek kendisini teskin eder. Nitekim Otman Baba haklı çıkmış ve Fatih Belgrad'ı alamadan geri dönmüştür28.

Hacı Bektaş kendini Sulucakaraöyük'ten kovan Kırşehir vali­si Nuruddîn Caca'ya, makamından azledileceğim ve işkence göre­ceğini " bildirmiş, aynen dediği çıkmıştır. Hatta atıldığı zindanda gözleri kör olmuş ve orada ölmüştür29. Aynı şekilde, suçsuz bir ada­mı hapisten çıkarması için başvurduğu Kayseri beğinden red ce­vabı alan Hacı Bektaş, ona da idam edileceğini haber vermiştir. Beğ ona çok kızmışsa da, şeyh gittikten biraz sonra sultanın adanılan gelerek kendisini alıp götürmüşler ve idam etmişler­dir30.

Benzerleri Kur'an-ı Kerim ve hadislerde31 ve diğer menâkıb-nâmelerde32 de geçen bu motifi, hastaları iyileştirme konusundaki gibi, şamanist geleneğe bağlamak kanaatimizce daha doğru gö­rünmektedir. Zira bu inanç, İslâm öncesi devirde Türkler arasın­da çok yayılmıştır. Ancak islâmî gelenekte benzer örneklerin bu­lunuşu, onun devamını temine yaramıştır denilebilir.

İbn Sîna el-lşârât'ta samanların gayba ve geleceğe dair ha­berler verdiklerini kaydetikten sonra şöyle bir de yorumda bu­lunmaktadır: «Bazı kimseler vardır ki, bu hususta (gaipten ve gelecekten haber verme konusunda) hisleri şaşırtacak ve akıllara durgunluk verecek bir takım işlerden faydalanırlar. Hislerin şaş kınlığa uğradığı ve akla durgunluk geldiği esnada hayal gücü belirli bir noktaya tevcih olunacak olursa, gaybı algılayan kuvvet bu hususta tamamiyle hazırlanmış ve gaybı kabule kabiliyet ka­zanmış olur. Türkler geleceğe ait malumat alabilmek için kâhin (şaman) lere müracaat ederler».

Görüldüğü üzere İbn Sina'nın bu yorumu gayet açıktır ve es­ki Türkler'de samanların önemli bir fonksiyonlarının açıklaması­nı yapmaktadır. Cüveynî de Uygurlar'da kam (şaman) ların ken­dilerine yardıma gelen şeytanlar aracılığıyla gelecekte vuku bu­lacak olan hadiseleri öğrendiklerini iddia ettiklerini yazmaktadır. Bunlara göre, şeytanlar kendi çadırlarının penceresi önüne gele­rek bu bilgileri aktarmaktaydılar. Cüveynî bu bilgiyi aktardıktan sonra, «herhalde bir takım fena ruhlarla bu samanların dostluğu vardı» demek suretiyle kendinin de buna inandığını göstermiş ol­maktadır35.

XIII. yüzyılda Moğol samanları da geleceğe dair haberler naklederlerdi. Mengü Han'ın baş şamanı bu konuda çok mahir olup söylediklerine kesinlikle inanılırdı. Aynı şekilde Kumanlar'da da samanların gelecekle ilgili kehânetlerine büyük itibar beslenir, bu kehânetlerin Tanrı tarafından bildirildiği sanılırdı.

Eski Türkler ve Moğollar'da geleceğe dair haberler öğrenme­de koyunun kürek kemiğinin kullanıldığına dair bazı kayıtlar mevcuttur. Hunlar zamanından beri bu usulün yaygın olduğu, At-tila'nın sık sık bu yola başvurduğu bilinmektedir. XIII. yüzyılda Moğol samanlarının da aynı yolla geleceği öğrenmeğe çalıştıkları haber verilmektedir. Kemik ateşte kızdırılmakta, üzerinde mey­dana gelen izlerden gelecek okunmaya çalışılmaktaydı. Bu usul bugün Kazak ve Kırgızlar'da, Altay ve Yakut şamalarında da ge­çerlidir.

Samanların gaipten ve gelecekten haber vermeleri konusunda uyguladıkları ve hem tarihte, hem de günümüzde örnekleri bulunan iki ana usûl vardır ki, bunlardan biri, şamanın ruhunun ge­çici olarak bedeninden ayrılıp gizli âlemlerde dolaşmak suretiyle gaip bilgilerini alması, öteki de, göğe yükselerek Tanrı'nın yanına gidip gelecekte olup bitecekleri bizzat ondan öğrenmesidir. Kay­nağımız olan menâkıbnâmelerde bu iki yola ait tipik misaller vardır.

 

 

 

 

  1. Ruhun bedenden geçici olarak terk etmesi iddiası (S.106-109)

       Bu konuda iki tipik menkabe bulunmaktadır. Menâkıbul-Kudsîye'de yer alan ilkine göre, Baba İlyas'ın oğullarından Yah­ya Paşa, istediği zaman «bir sipahinin atım koyup gitmesi gibi» bedenini terk edip bir müddet sonra tekrar dönerdi. Bazan bu terk ediş kırk gün, hatta iki ay bile sürerdi. Otman Baba ise, za­man zaman, tekbir getirip namaza başladığı an, cisminden çıkıp gider, bir saat sonra tekrar cismine girerek rükû ve secde yapar­dı. Kendisine nereye gittiği sorulduğu vakit, evliyanın ruhunun ara sıra beyninden ayrılarak «âlem-i Ulviyyet»i seyre gittiği ce­vabını verirdi.

Bu iki menkıbede anlatılanlar dikkatle mütâlâa edilecek ol­duğu takdirde, Şamanizm'de mevcut bir olayla karşı karşıya bu­lunulduğu görülmektedir. Menkıbelerden anlaşıldığına göre, Yahya Paşa ve Otman Baba vecid ve istiğrak haline girdiklerinde ruhları bedenlerini terk etmekte, duruma göre kısa veya uzunca bir müddet başka yerlerde dolaştıktan sonra yeniden bedenlerine girmektedir. Ruh bu dolaşmayı yaparken beden yerinde hareket­siz kalmaktadır. Bu olaylar, tamamen samanların sık sık ger çekleştirmeye çalıştıkları bir tecrübeden ibarettir. Bunun örnek­leri eski devirlerde geçtiği gibi"3, XIX. yüzyılda Radloff tarafından da tesbit edilmiştir44. Onun anlattığına bakılırsa, Altaylar'da Tan­rı Bay Ülgen'e kurban sunma merasiminde, kurban edilecek atın yularını tutmakla görevli bir kişi tayin edilir. Şaman, sık yaprak­lı bir kayın dalı ile hayvanın sırtını sığazlamakta, bu hareketle onun ruhunu Bay Ülgen'e yollamaktadır. İşte bu sırada, atın ru­huyla beraber onun yularını tutan kişinin ruhu da Bay Ülgen'in huzuruna gidip kendisiyle konuşmaktadır45. Bundan başka, genel olarak geleceğe dair bir haber sorulduğunda veya hastalık tedavi­sinde de şamanın ruhu bedenini terkeder. Bunun için şaman Özel bir mevkide çeşitli şekillerde, çoğu defa dans ederek, atlayıp sıç-rıyarak vecde gelmektedir ki, tam bu sırada gelecekteki olaylarla ilgili sorular kendisine sorulup cevapları alınmaktadır.

İşte bu vecd ve istiğrak halinde şamanın ruhu bedeninden çı­karak çeşitli yerleri dolaşmakta, ruhlarla görüşmekte, yahut iyi­leştireceği hastanın ruhunu bularak tekrar bedenine dönmeğe ik­na için çalışmaktadır. Bunu başardıktan, yahut gelecekle ilgili bilgileri öğrendikten sonra yine bedenine dönmekte, etrafındakile­re olup bitenleri, gördüğü yerleri tafsilatıyla anlatmaktadır.

W. Ruben, samanların bu transmigration halini Budizm'deki yoga ile ilgili görmektedir. Ona göre, yogilerde de istiğrak halin­de aynı durum söz konusudur. Aslına bakılırsa Ruben'in bu gö­rüşü, Eliade'm Şamanizm'in Önemli ölçüde budik etkilere maruz kaldığı hakkındaki görüşü48 ile beraberce mütâlâa olunursa ger­çekten yerindedir.

Şamanizm'in hangi tabiî şartlarda ve ruhî etkenler sebebiyle ortaya çıktığı meselesini en geniş bir biçimde araştıran ve saman­ların ruh hallerini tahlile tabi tutan Ohlmarks bu konu ile de meşgul olmuştur. O, samanların ruhlarının bedenlerinden ayrıl­ması işinde, Şamanizm'in menşei meselesinde olduğu gibi arktik etkiye yer vermektedir. Ona bakılırsa, cezbe ve vecd (extase) du­rumunda olan bir kimse, vücudunu aktif halde tuttuğu zaman da kendinden geçip başka yerlere gittiği intibaına kapılabilmektedir. Ancak onu seyredenler, şamanın vücudu hareketsiz kaldığı için gerçekten ruhunun bedenini terkettiğine inanmaktadırlar. Ohl­marks bu hadisenin ancak arktik bölge şamanizminde mümkün olduğunu, her şamanın bu kabiliyete sahip bulunmadığını ileri sürmektedir50. Bu hale gelen bir şamanın vecd halinden çıktık­tan sonra çok büyük bir yorgunluk hissettiği müşahede olunmuş­tur.

İşte Yahya Paşa ve Otman Baba'nın ara sıra bedenlerini terkederek kısa veya uzun müddetle gizli âlemleri dolaşıp tekrar be­denlerine döndüklerini nakleden menkabelerin bu bilgilerin ışığı altında değerlendirilmesi icab eder. Buna benzer olayların başka kaynaklarda da rivayet olunduğu görülmektedir. XIII. yüzyılın ünlü Türkmen şeyhlerinden ve San Saltık'ın halifelerinden olan Barak Baba'nın da bu şekilde vecd ve istiğrak haline girdikten sonra geleceğe dair bir takım kehânetlerde bulunduğu hakkında kaynaklarda haberler vardır. Bundan başka, Mevlânâ'nın da bir gün halvette iken bedenini terkederek Bağdad'da bir müddet do­laştığı; sonra yeniden cismine dönerek gördüklerini anlattığı riva­yet olunur.

 

 

  1. Göğe yükselip Tanrı ile konuşma yalanı  (S.109-111)

       Göğe çıkarak Tanrı ile konuşup geleceği bizzat ondan Öğren­mek her şamanın yapabileceği bir iş değildir. Yalnız ve yalnız bü­yük samanların kudreti dahilinde bu işle ilgili sadece Menâkıbu'l-Kudsîyede iki menkabe vardır. Bunlardan biri, Baba İlyas'ın kü­çük oğlu Muhlis Paşa, öteki onun oğlu Âşık Paşa'ya dairdir.

Anlatıldığına göre Muhlis Paşa babasının intikamını almak için harekete geçmiş ve Selçuklu sultanı II. Gıyasuddîn Keyhusrev'e karşı ayaklanma teşebbüsünde bulunmuştur. Sultan kendisi­ni yakalatarak çeşitli işkencelerle öldürtmeyi denemiş, fakat başa­ramayınca anlaşma yoluna giderek valilik teklif etmiştir. Muhlis Paşa bu teklife karşı, hareketlerinin Allah'ın emriyle olduğunu, Allah'ın ona yer yüzünün iktidarım bağışlıyacağım bizzat bildir­diğini söylemiştir.

Aşık Paşa'nın kerametlerini anlatan menkıbelerden birinde de, tıpkı Hz. Muhammed'in mîrâcı gibi, Allah katına çıkarak onunla bizzat görüştüğü, gizli âlemleri baştan başa seyrettirildiği ve zahir bâtın her hususun bizzat Allah tarafından kendisine açıklandığı anlatılır.

Görüldüğü gibi her iki menkıbede, her ne kadar yapılan iş islâmî bir hava içinde imiş gibi tasvir edilse de, hem Muhlis Paşa, hem de Âşık Paşa adetâ Hz. Muhammed tarzında Allah ile vasıta­sız temasa geçirilerek yapacakları işlere dair ondan talimat al maşlardır. Hakikatte bu iki menkabede,    göğe çıkarak Tanrı ile görüşüp ondan bir takını bilgi ve haberler alan samanların hüvi yeti rahatça teşhis edilebilir. Bu konuda elimizde tarihî misaller vardır. Hatta bunlardan tipik birisi yine Muhlis Paşa'nın babası Baba îlyas ile ilgilidir.

Bu zatın 1240 yılında yönettiği Baba Resul ayaklanmasın yaşamış ve bu olayla alâkalı başka hiç bir kaynakta bulunmayan çok değerli bilgiler ve müşahedeler tesbit etmiş olan Simon du Saint-Quentin'in anlattığına göre, Amasya'daki muharebede Sel­çuklu askerlerine yenilen Paperroissole (Baba Ilyas) 'a taraftarları niçin zafer kazanacaklarını kendilerine vâdettiği halde yenildik­lerini sormuşlardı. Buna Baba İlyas'ın verdiği cevap aynen şöy­leydi: «Yarın Tanrı ile konuşacağım ve sizin hepinizin huzurunda size ve bana bu talihsizliğin neden eriştiğini soracağım». Görgü şahitliğine dayalı şu ifadeler, seyircilerinin huzurunda Gök Tanrı ile temasa hazırlanan bir şamanın sözlerinden başkası olamaz. Baba Ilyas bu cevabıyla, şamanist hüviyetini açıkça ortaya koy­muştur.

İkinci tarihî misal, daha erken bir devre, Cengiz'in hüküm­dar ilân olunduğu bir döneme rastlamaktadır. Cüveynî'nin nak­lettiğine göre, Teb-Tengri namıyla halk arasında meşhur olup şid­detli kışlarda bile dağ bayır çıplak dolaşan bir şaman, at üstünde göğe çıkıp Tanrı ile konuştuğunu, Tanrı'nın yeryüzünün hâkimi­yetini Timuçin'e verip adını da Cengiz koyduğunu kendine söy­lediğini iddia ediyordu. Teb-Tengri, etrafına çok kalabalık bir kit­le toplamış ve iktidarı ele geçirme çabasına düşmüş olduğu için bir eğlence sırasında Öldürülmüştü57.

Bu iki olayda, yani Teb-Tengri ile Baba İlyas olayı arasında­ki benzerlik, üzerinde hassasiyetle durulmağa değer görünmek­tedir. Her iki olayda da, Tanrı ile istediği zaman temas kurabi­len üstün kabiliyetli iki din adamının siyasî iktidarı ele geçirme çabalan hâkim motif gözüküyor. Samanların zaman zaman bu manevî güçlerine dayanarak iktidar olma teşebbüslerini bazı ilim adanılan şöyle açıklıyorlar: Orta çağ Türk ve Moğol toplulukların da şamanlar ekseriya kabile şefleriyle özdeşleştiriiiyorlardı. Zira şefin her şeyi bilmesi, eski ataların ruhlarıyla olduğu kadar gizli güçler ve yer altı ruhlarıyla da münasebeti olması gerekiyordu. Bunu da ancak şamanlar yapabiliyorlardı. «Beyaz elbise» giyip «beyaz at» a binen şamanlar, bu sebeple bozkır aristokrasisini teş­kil eden yöneticiler durumundaydılar50. İşte onlar sahip oldukları bu hem dinî hem siyasî imtiyazlar yardımıyla ara sıra kendilerini kuvvetli hissettikleri vakit merkezî otoriteyi sarsma ve iktidarı kendi ellerinde toplama teşebbüsüne geçiyorlardı. Teb-Tengri'yi ve Baba İlyas'ı harekete geçiren motif temelde işte buydu.

Altaylar'da eski samanların göğe çıkarak Tanrı ile konuşma ve haberleşme gücüne hâlâ inanılmakta, ne var ki çağımızdaki sa­manların bu gücü göstermemesinden yakımlmaktadır. Altaylılar'da ve Yakutlar'da şamanlar artık göğe seyahat işini temsilî olarak yapmaktadırlar. Bunun için hususî bir takım merasimler uygulanmakta ve Gök Tanrı'ya «beyaz bir at» kurban edilmekte­dir. Şaman bu beyaz atın ruhunu göğe yollarken kendi ruhunun da Tanrı katına eriştiğine inanmakta, etrafında bulunanlara seya­hati sırasında gördüklerini ve Tanrı ile neler konuştuğunu anlat­maktadır. Bu telâkki Dede Korkut Kitabı gibi bazı islâmî devir metinlerine de yansımıştır. Bu eserdeki «Allah Teâla ile haberle-şeyim», «Götürdüğün göğe yetiren görklü Tanrı» ve benzeri ifa­deler, Tanrı ile konuşmağa giden şamanın sözlerini hatırlatmak­tadır.

 

 

  1. Tanrı’nın insan şeklinde görünmesi iftirası (S.111-113)

      Hulul inancı ile karıştırılmaması gereken bu şamanist motif, tek bir menâkıbnâmede, Menâkıbu'l-Rudsîye'de bulunmaktadır. Yine islâmî unsurlarla gizlenmiş bu menkabe aynen şöyledir: Bir gece Âşık Paşa zâviyesindeyken nûranî yüzlü biri gelerek kendi­sini «ilm-i ledünnî» ıssının, yani Tanrı'nın çağırdığını söyler. Mî-râc hâdisesinde Hz. Muhammed'e yapıldığı gibi «inşirah-ı sadr» denilen kalbin göğüsten çıkarılıp temizlenmesi ameliyesi Âşık Pa-şa'ya da yapılır. Bundan sonra o kişi, şeyhi bir makama getirir; kendisi dışarda kalır. Şeyh içeri girdiğinde nurlar içinde pırıl pı­rıl parlayan «Kaba Türk» suretinde ihtiyar bir zat görür. Fakat şiddetli nur yüzünden fazla bakamaz, yüzünü beri yana çevirmek zorunda kalır, işte Âşık Paşa ilm-i ledünnîyi, yani gizli şeylere ait Allah katında olan ilmi, bu «Kaba Türk» suretindeki ihtiyardan, daha doğrusu Tanrı'dan öğrenmiştir.

Bu çok ilgi çekici menkabede Tanrı'nın bir ihtiyar şeklinde göründüğüne dair eski bir şamanist inanç, Hz. Muhanımed'in mi­racına benzetilmekle islâmî bir çehreye bürünmüş olarak ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu inancı yansıtan tipik şamanist masal­lara bugün Altaylar'da rastlanmaktadır. Bunlardan Ay-Mangus masalında, adı olmayan bir çocuğa Tanrı tarafından ad konulma­sı bahis konusudur. Çocuk adının Tanrı tarafından konulacağını öğrenince onu aramaya çıkar. Dolanırken bir ara insan sesine ben­zeyen bir sesin kendisini çağırdığını duyar. Sesin geldiği yana gittiğinde, kayın ağaçlarının birinde duran bir ihtiyar görür, ih­tiyar çocuğa Ay-Mangus adını verir. Çocuk kim olduğunu sorun­ca da şu cevabı alır: «Ben insan değilim; ben yaradan Tanrı'yım; babasız bir insana ad verdim». Bunun gibi daha pek çok Altay efsâne ve masalında Tanrı'nın hep böyle «gök sakallı ihtiyar» kı­lığında göründüğü bilinmektedir65. Kırgızlarda Taraı'ya Kojo-Kuday denilmekte, bazan da sadece Kojo, yani Koca kelimesi kulla­nılmaktadır, ki bugün hâlâ Anadolu'da «Hey koca Allah'ını!» ve benzeri «Koca Allah» kelimelerinin kullanılmasının temelinde de, muhtevası artık tamamiyle unutulmuş bu kavramı görmek müm­kündür.

Günümüz Anadolu'sunda Kızılbaşlar arasında akaid ve ilmi­hal kitabı vazifesini gören meşhur îmam Cafer Buyruğu'nda da Tanrı'nın insan suretinde görüneceği hakkındaki bu inancı bul­mak kabildir. Burada yazıldığına göre, «ve dahi sıfat hasebiyle Hak Teâlâ on dört yaşında ayın on dördüncü gecesi gibi ve günün kaba kuşluk vaktinde bir güzel bakire kız suretinde göründü»67. Yine BuyrıuVa göre, «Hak Teâlâ hazreti mü'min ve muslini ve derviş ve sûfî kullarına (bunların hepsiyle Kızılbaşlar kastedili­yor) yedi kimsenin suretinde görünür. Birinci: Kendi suretinde; ikinci; üstad suretinde; üçüncü: pir (ihtiyar) suretinde; dördün­cü: kendinin sevdiği suretinde; beşinci: on dört yaşında masum pak suretinde; altıncı: muhabbeti (karısı ?) suretinde; yedinci: otuz üç yaşında cennet ehli suretinde görünür»68. Görüldüğü üze­re, hurda da Tann'nın kullarına hazan ihtiyar bir insan şeklinde görüneceği inancı vardır. Buyruk'taki bu inancın da hiç şüphesiz şamanist menşeli olduğu açıktır.

Mevlânâ ile ilgili benzer inancı yansıtan bir menkabe bulun­maktadır. Rivayete göre bir gün Mevlânâ medreseyi dolaşırken, odalardan birinde Şems-i Tebrizî ile hanımı (kendi kızı) Kimya Hatun'un seslerini duyar. Yanlarına girip sohbetlerine katılmak ister. Fakat içeri girdiğinde Şems-i Tebrizî'den başkasını göreme­yince Kimya Hatun'un nereye gittiğini sorar. Şems'in verdiği ce­vap dikkat çekicidir: «Cenab-ı Hak beni o derece kendine dost edinmiştir ki, hangi surette dilesem yanıma gelir. Demin Kimya Hatun suretinde gelmiş ve insan gibi şekil almıştı; Bâyezid-i Bis-tamfye genç delikanlı şeklinde görünürdü»69.

Bu menkabeyle Buyruk'taki satırlar ve dolayısıyla bu eski şa­manist Türk inancı arasında menşe* birliği görmek her halde zor olmamalıdır. Menâkıbiı'l-Kudsîye'ye ve Buyruk'a girmesi bir de­receye kadar tabiî olan bu inancın Menâkibu'l-Arifîn'e de yansı­ması hakikaten düşündürücüdür. Bu eski şamanist inancın, bir­birinden hayli farklı görünen iki tasavvufî çevre içinde yer bula­bilmiş olması, üzerinde düşünmeğe değerdir.

 

 

 

  1. Kemiklerden diriltmek yalanı (S.121-125)

       Kemik çok eski çağlardan beri insan ve hayvan vücûdunun en devamlı unsuru olarak görülmüştür. Bazı kavimlerdeki inanç­lara göre, ölümsüz olan ruh, kemiklerde bulunmaktadır. Bu se­bepledir ki, aralarında Türklerin, Moğollar'ın, Finoğurlar ve La-ponlar'ın bulunduğu bazı kavimlerde kemik, saygı duyulan bir nesne olarak telâkki edilmiş ve avlanan hayvanların eti yendik­ten sonra kemikleri titizlikle korunmuştur105. Bu telâkkinin teme­linde yeniden dirilişin kemikler sayesinde meydana geleceğine dair olan inanç yatmaktadır. Şamanizm'de iskeletin bir mânada yaratılıştaki ilk duruma dönüş kabul edildiği görülmektedir. Bu inancın Asya dışındaki bazı yerlerde de bulunduğu tesbit edil­miştir. Frazer ve Frobenius tarafından kemiklerin yeniden haya­ta dönüş unsuru olduğu inancına Kuzey ve Güney Amerika ve hatta bazı Afrika yerlilerinde rastlanmıştır. Eliade bu inancın iptidâi dinlerden intikal suretiyle gelişmiş dinlerde de efsâneler halinde yer bulduğunu kaydetmektedir. Meselâ bir Gagauz efsânesine göre, Hz. Âdem oğullarını evlendirecek kız temin etmek için bazı hayvanların kemiklerini bir araya toplamış ve Allah'a dua ederek bu kemiklerden kızların yaratılmasına vesile olmuş tur. Hatta Hindistan sihrî folklorunda da bazı azizler ve yogile­rin bizzat kendi kemiklerinden yeniden kendilerini diriltecek kudrete sahip olduklarına inanılmaktadır.

Kemiklerden dirilmekle ilgili olarak kaynaklarımızda iki menkabeye tesadüf edilmiştir. Bunlardan birine göre, Hacı Bektaş'a yeni mürid olmuş bir adamcağız, onu ve öteki müridleri evi­ne yemeğe davet eder. Yemek için evinde ne kadar kuzusu varsa hepsini boğazlar. Yenilip içildikten sonra şeyh adamı çağırtarak kendisine ne derece candan bağlı olduğunu ispat eden bu hareke­tinden dolayı teşekkür eder. Sonra müridlerine emrederek yenilen her koyunun kemiklerini birbirine karıştırmadan ayrı ayrı kendi derilerinin içine koydurup başlarını da yanlarına bıraktırır. Mü­teakiben kalkıp iki rekât namaz kılar ve dua eder. Dua biter bit­mez kuzuların hepsi de dirilerek ayağa kalkarlar.

İkinci menkabe ise Sultan Şucâuddîn'le ilgilidir. Anlatıldığı­na göre Baba Mecnun adında iranlı bir şeyh müridleriyle Rum (Anadolu) diyarına gelip Sultan Şucâuddîn'e mürid olmak ister. Ancak daha önce onu bir tecrübe etmeyi de gönlünden geçirmek­tedir. Bu maksatla bir oğlak kılığına girer. Sultan adamlarına emrederek onu kestirir; derisini yüzdürüp kafasını ayırdıktan sonra etini bir kazanda pişirtir. Pişen et topluca yenilip bitince, geri kalan kemikler bir yerde toplanır. Baş ve deri getirilip üze­rine bırakılır. Bu iş olur olmaz oğlak dirilir ve hemen arkasından yeniden insan şekline döner, Baba Mecnun olur. Bu kerameti gö­ren Baba Mecnun derhal müridliği kabul eder".

Görüldüğü üzere her iki menkabede kemiklerden dirilme inancı dile getirilmektedir. Kur'an-ı Kerim'de bir vak'a bu inan­cı bize hatırlatır. Üzeyr Peygamber bir gün harap bir kasabaya gelip yüz yıl kadar bir uykuya dalmıştır. Yüz yıl sonra uyandı­ğında ancak kısa bir süre uyuduğunu sanmıştır. Fakat beraberin­deki merkebini aradığında yerinde bir yığın kemik görmüş ve Al­lah'ın kendisine bir ibret dersi vermek istediğini anlamıştır. Cenab-ı Hak kudretiyle hemen kemikleri birleştirmiş ve merkebi yeniden yaratmıştır. Kıyamet günü inancını insanlara telkin et­mek ve hiç yoktan yarattığı gibi, öldükten sonra da varlıkları tekrar eski halleriyle diriltmeğe Allah'ın gücünün yeteceğini an­latmak maksadıyla nakledilen bu vak'a, hoş bir hikâye haline so­kularak eski halk kitaplarına da geçmiştir.

Kemiklerden dirilme inancının hıristiyan halk geleneğinde dahi mevcut olduğu görülmektedir. Curcis imana davet ettiği hü­kümdar tarafından kılıçla on parçaya doğrandıktan ve eti kemik­lerinden ayrıldıktan sonra kemikleri bîr kuyuya atılmıştır. Tam hükümdar yakınlarıyla sofra başındayken bir yıldırım gürler ve Curcis dîrilmiş olarak yeniden hükümdarın karşısına dikilir. Bu mucizeyi görenler derhal iman ederlerse de hükümdar inadında diretir.

Bu iki örnekle müslüman ve hıristiyan geleneğindeki yerini tesbit edebildiğimiz kemiklerden dirilme inancının, başka din­lerde de mevcut olduğu anlaşılıyor. Bu inancın İslâmiyet ve Hı­ristiyanlıkta âhiret kavramı ile yakın alâkası sebebiyle iptidaî dinlerdekinden farklı olduğuna şüphe yoktur. Nitekim Eiade, ipti­daî dinlerde rastlanan kemiklerden dirilme inancının tipik bir Orta ve Kuzey Asya inancı olduğunu kabul etmektedir115. Gerçekten bü­tün arkeolojik kaynaklar muhtelif Asya kavimlerinin çok eski za­manlardan beri iskelete büyük bir önem atfettiklerini ve kişinin yahut hayvanın yeniden dirilişinin bu sayede olacağını düşün­düklerini gösterir mahiyettedir". Bu sebeple, insan veya hayvan öldüğü zaman kemiklerinin en ufak bir parçasının bile kaybolmamasına özen ve dikkat gösterilirdi117.

İslâm öncesi devirde Türkler ve Moğollar'da kurbanların et­leri yenildikten sonra kemikleri kırılıp parçalanmaz, büyük bir itina ile toplanarak ya gömülür ya da yakılırdı. Bu suretle o hay­vanın gökte yeniden dirilerek Tanrı'ya ulaşacağına inanılırdı. Kemiklere bir zarar verildiği yahut birkaçı eksik olduğu zaman o hayvanın sakatlanacağı düşünülmekteydi118. İşte burdan hareket­le Türkler ve Moğollar'da başka bir inancın teşekkül ettiği görül­mektedir: Düşmanın tekrar dirilip güçlenmesine engel olmak, öl­dürüldüğü zaman cesedini dolayısıyla kemiklerini yakmakla mümkün olacaktır.

Bu inancın etkisiyle hareket eden Türkler ve Moğolların, bü­yük düşmanlarının cesetlerini bazan gerekirse mezarlarından çı­kararak yaktıklarına dair tarihte misaller bulunmaktadır. Cengiz Han'ın oğlu Tuluy, Merv'de Sultan Sencer'in, Tus'da Harun Re-şid'in Gazne'de Gazneli Mahmud'un mezarlarını açtırarak çıkan kemikleri yaktırmıştır. Aynı şekilde Hârezmşah Muhammed'in cesedi de, yakılmak üzere Cengiz Han'a gönderilmişti. Rouxya göre Şah ismail'in, Dulkadirli beğlerinin, İmam-ı Âzam Ebû Hanife'nin ve Abdulkadir Gîlânî'nin «lezarlarını açtırarak kemikle­rini yaktırmasının sebebi de, sanıldığı gibi hakaret kasdı değil, bu şahsiyetlerin maneviyatından ebediyen bir zarar görmemek inan­cıdır121. Bunu yaparken Şah İsmail, onlardan tamamen kurtuldu­ğu inancıyla hareket ediyordu.

A. İnan, kemiklerden dirilme inancının bugün de Altaylı şamanistler, hatta müslüman Türkler'de bile mevcut olduğunu kay­detmektedir. Âyinlerde kurban edilen hayvanların kemikleri kı­rılmaz; köpeklere verilmez; ya yakılır, ya da gömülür. Bazı özel âyinlerde ise, kurbanın kemikleri toplanıp bîr torbada kayın ağa­cına asılır.

Bu inanç günümüz Anadolu'sunda da hâlâ geçerliliğini koru­maktadır. Tabiî bunda islâmî geleneğin de etkisini her zaman ol­duğu gibi hatırdan uzak tutmamak gerekir. Anadolu'da yaygın inanca göre, insanın kuyruk sokumunda bulunan kemiği asla çürümez. Çünkü Kıyamet gününde insanlar bu kemikten dirilecek­lerdir.

Bundan başka halk arasında bu inançla ilgili efsâneler de anlatılmaktadır. Hasan Tahsin Okutan, bunlardan birini vaktiyle Şebinkarahisar civarında tesbit etmiştir. Bu efsâneye göre, Yavuz Çaldıran seferine giderken yolda bir çobana misafir olmuştur. Ço­ban sürü içinden dört koç keserek pişirir. Sofraya oturulduğunda, etleri yedikten sonra kemikleri atmayıp biriktirmelerini misafir­lerine söyler; dediği gibi yapılır. Yemekten kalkınca toplanan kemikleri çoban yeniden derilere doldurur ve dua eder. Duanın peşinden herkesin gözü önünde dört koç silkinerek ayağa kalkar. Yalnız birinin topalladığı görülür. Çoban kemiklerden birinin ek­sik olduğunu, bu yüzden koçun topalladığını söyler. Bunun üze­rine şaşkınlığını gizleyemeyen Yavuz, sakladığı kemiği çıkarıp ve­rir»

 

 

 

 

 

     

  1. Allah’ın insan bedenine  girmesi yalanı (S.146-166)

 

HULUL  (INCARNATION)  İNANCI :

 

Türk heterodoksisinin temel inançlarından biri de, hulul, ya­ni, Allah'ın insan bedenine girmesi inancıdır. Bununla beraber, kaynaklarımızda bu inancı yansıtan sadece iki menkabe vardır. Bunlardan biri, yine Menâkıbu'l-Kudsîye'de, öteki Vilâyetnâme-i Otman Baha'dadır. Hulul inancının sade bu ikisinde yer alıp öte­kilerde bulunmamasının sebebi herhalde, uzun asırlardan beri Sünnî müslümanlık anlayışının kuvvetle hakim olduğu Anadolu'­da, bu anlayışın temeli olan tevhid akidesine taban tabana zıt, kamufle edilmesi güç bir inanç oluşu olsa gerektir. Nitekim söz konusu iki menkabede de kamufle bir tarzda ortaya konulmuştur.

Menâkıbu'l-Kudsîye'de Âşık Paşa'dan bahseden kısımda onun üstün vasıfları anlatılırken şu sözler yer almaktadır:

Çünki takdir var idi ezelî

Gör ki ne kıldı lûtf-ı Lem Yezelî

Diledi kudretin kıla zahir

Malum ola habîs ger tâhir

Diledi kendûyi kıla malum

Ademî suretin kılur merkum

 

Yani Cenab-ı Hak kendi kudretinin açığa çıkması ve insanlar ta­rafından tanınması için insan şeklinde görünmeyi uygun bulmuş­tur. İlk bakışta, Allah'ın, tanınmak için insanları yaratmaya ka­rar verdiği ve bu sebeple Hz. Âdem'i kendi suretinde yarattığı şeklindeki islâmî telâkkiyi imâ ediyor intibaını uyandırabilir. Fa­kat, yukarıya alınan bu sözler, yer aldığı metinle birlikte mütâ­lâa edilecek olursa, o zaman bahis konusu yapılanın, adetâ Âşık Paşa olduğu intibaı uyanıyor. Nitekim biraz aşağıda Âşık Paşa için

Mazhar-ı Hak muzhır-ı kudret

Nokta-i ilm merkez-i hikmet

sıfatlan kullanılarak Âşık Paşa'nın sanki Cenab-ı Hakk'ın zuhur ettiği beden olduğu anlatılmak istenmiştir.

Hulul inancıyla ilgili asıl çarpıcı ifadeler Vilâyetnâme-i Otman Baba'da bulunmaktadır. Burada nakledildiğine göre, Otman Ba­ba, Turnacı Baba adında bir şeyhin tekkesine uğramış ve misafir olmuştur. «Cün ol Turnacı Baba ol kân-ı pür-haşmeti görüb müşa­hede eyledi. Gördüm kim ol Elest Bezmi'nde ve âleminde ruhlara hitab eden sırr-ı hakikat ve zât-ı bîmisal ol kân-ı âlicenabın yüzi ve gönlünde tecellî eylemiş. Dahî nazarında secde-i izzet birle nâz ü niyaz eyledi». Yani cisim olarak yaratılmadan önce ruhlar âle­minde insanlara «Ben sizin rabbiniz değil miyim?» şeklinde hitap edip onlardan Evet, rabbimizsin» cevabını alan Allah'ın Otman Baba'da tecellî ettiğini gören Turnacı Baba, önünde secde yapmış­tı. Zaten müridleri de hep Otman Baba'ya Sırr-ı Yezdan diye hitap ediyorlardı. Bir defasında, Varna kadısı tarafından tutuklanan müridlerine «Korkman, korkman kim boynuzlu koyundan boynuz­suz koyunun hakkını alıverici dest-i kudret benim» diye teselli ver­miş ve gerçekten de onları kurtarmıştı. Bir başka seferinde Ot­man Baba, bütün müridleriyle tutuklanıp İstanbul'a getirilerek Fatih'in emriyle Kılıç manastırı (muhtemelen bugünkü Kalender-hâne camii) na hapsedilmişti. Kadıasker Otman Baba'ya: «Baba­cığım, Tanrı'yı bilirmüsün?» diye sormuş, o da «Şimdi Tanrı ile söyleştir gelirim» cevabını vermişti. Kadıasker «Gel imdi ol söy-leşdiğin Tanrı'yı bana göster» demesi üzerine Otman Baba ken­dini gösterip şöyle bağırmıştı: «Ya bu söyleyen kimdir?». Bu sözlerin açıkça ifade ettiği üzere Otman Baba 'Allah'ın kendine hulul ettiğini belirtmek istiyordu. Zaten gittiği her yerde kendi­nin ve müridlerinin tutuklanması da hep bu yüzdendi.

Tarihte zaman zaman Mısır firavunları gibi, bizzat Tanrı ol­dukları fikrini taşıyanlar görülmüş, ama bunlar, kendi varlıkların­dan ayrı bir Tanrı'nın kendi bedenlerine girdiği inancına kail ol­mamışlardır. Dolayısıyla hulul inancının, Tann'nın insan olarak düşünülmesi demek olan antropomorfizmle bir alâkası yoktur. Hu­lul inancı biraz incelendiğinde Budizm ve Zerdüştîlik'le yakın il­gisinin bulunduğu görülür. Budist menkabeler, Buda'nın insan ol­madan, yahut insan kılığında doğmadan önce, Veda panteonunu teşkil eden otuz üç tanrıdan biri olarak semâda yaşadığını; sonra bir ara kendisini bildirmek için yeryüzüne inmek istediğini; bu­nun için de Şuddhodana ailesinin bir çocuğu olarak doğmaya ka­rar verdiğini naklederler. Bir başka menkabe, Büyük tanrı Viş-nu'nun daha önce semâda yaşadığını, fakat diğer tanrıların, yer­yüzündeki şeytanların bütün iyi kuvvetleri yendiklerini kendisine bildirmeleri üzerine, onları cezalandırmak için yeryüzüne indiğini bildirir. Vişnu'nun bunu yapabilmesi için, insan olarak doğması gerekmektedir. Bu sebeple o, bir savaşçı ailenin   çocuğuna hulul eder.

Zerdüştîlik'te de buna benzer bir durum vardır. Esasen modern araştırmalar, geniş çapta Hind-İran inançlarının hakim bulundu­ğu bir muhit olan bugünkü Afganistan denilen bölgede doktrinini geliştiren Zerdüşt'ün, budist unsurlardan bir kısmım kendi siste­mine aldığını göstermektedir. Zerdüşt hakkındaki en eski dinî metinler, onun doğuşunu., hikâye eden tipik sahnelerle doludur. Birer ilâhî şeklinde bu sahnelerin tasvirleri, Zerdüşt'ün doğuşunu bir tanrının doğuşu olarak terennüm etmektedirler. Zerdüşt, adetâ, ortaya koyduğu inançların merkezini teşkil eden Ahura Mazda'nın yeryüzüne inmiş insan timsâli kabul edilmektedir.

Durum böyle olunca, İran ve Mâverâünnehir'de Abbasîler za­manında teşekkül eden Beyâniyye, Cenâhiyye, Nünteyriyye, Hul-mâniyye, ve Rizâmiyye gibi, eski zerdüştî çevrelerden kaynaklanan aşırı şîî fırkalardaki hulul inancını anlamak mümkün olmaktadır. Bu fırkaların hepsi de hulul esasına dayanmakta olup Allah'ın Âdem Peygamber'den sırayla büyük peygamberlere, sonra Hz. Ali'­ye, ondan Beyân b. Sem'ân'a (Beyâniyye); yahut Ha. Ali ve sonra evlâdına (Cenâhiyye); yahut Hz. Ali'den evlâdına, ondan Cafer-i Sadık'a, ondan Ebu'l-Hattab el-Esedî'ye (Hattâbiyye) hululü gibi birbirinden az farklı telâkkilere sahiptir61. Meşhur Mukanna'ın da, Allah'ın kendisine hulul ettiğine inandığını biliyoruz. Mukanna'a göre Allah önce Hz. Âdem olarak yeryüzünde görünmüş, sonra Nuh Peygamber'e hulul etmiş, ondan sırasıyla bütün büyük peygam­berler vasıtasıyla Hz. Muhammed'e kadar gelmiştir. Hz,. Muhammed'den Hz. Ali'ye hulul eden Allah, ondan sırayla evlâdına ve nihayet Ebû Müslim Horasanî'ye geçerek onun bedeninde yaşamış, en son olarak da kendi vücûduna hulul etmiştir.

Mukanna'ın bu telâkkisi ile yukarda Otman Baba'nın sözleri, Kaygusuz Abdal ve Muhyiddîn Abdal'ın nefesleri arasındaki ya­kınlık hatta aynilik sezilmeyecek gibi değildir. XV. yüzyıldan gü­nümüze kadar manzum Bektaşî-Kızılbaş edebiyatında bu fikirle­rin defalarca terennüm olunduğunu görüyoruz.

Hulul inancı Kaygusuz Abdal'dan sonra en açık ve seçik bir biçimde Şah ismail Hatâyî'nin nefeslerinde ifadesini bulmuştur. Meselâ o bir nefesinde

 

La fetâ illâ Ali şanında olmuştur nüzul

Hadd içinde sikke vü dinarsın sen yâ Ali

Evvel ü Ahir de sensin Zahir ü Bâtın da sen

Akl-ı Evvel'den hüveydâ yarsın sen yâ Ali

 

derken Hz. Ali'nin ulûhiyetini,

 

Yer yoğiken gök yoğiken ta ezelden var idim

Gevherin yek dânesinden ilerü perkâr idim

Gevheri âb eyledim tuttu cihanı ser be-ser

Ins ü cinnî Arş u Kürs'i yaradan Settar idim

Girdim âdem donuna sırrımı kimse bilmedi

Men o beytullah içinde ta ezelden var idim

mısrâlanyla da, ondan sonra Allah'ın kendinde tecessüd ettiğini anlatıyordu. Bektaşî-Kızılbaş şiirinde en çok Hz. Ali'nin, ondan sonra da Hacı Bektaş'ın ulûhiyyetinin terennüm edildiği görülür. Meselâ Pir Sultan Abdal'ın

 

Gafil kaldır şu gönlünden gümânı

Bu mülkün sahibi Ali değil mi

Yaratmıştır on sekiz bin âlemi

Rızıkları veren Ali değil mi

kıt'ası ile Virânî'nin

Ezel Ebed Ali derim

Düşdüm meded Ali derim

Yokdur aded Ali derim

Ali Ali Ali -Ali,

 

Evvel O'dur Ahir O'dur

Bâtın O'dur Zahir O'dur

Tayyib Ol'dur Tâhir Ol

Ali Ali Ali Ali

 

şeklinde devam eden manzumesi, bu şiirlerin en açık olanlarından sayılabilir. Hacı Bektaş'ın ulûhiyyetinin de aynı açıklıkla ifade edildiği görülür. Şâiri meçhul şu nefes bu bakımdan hayli ilgiye değer:

Pirim Hünkâr Hacı Bektaş Velî'sin

Cümlenin muradın verici sensin

Gümanım yok şek getirmem Ali'sin

Mü'minin namazı orucu sensin

 

Kızı oğlan etdin böyle velîsin

İsmin âlemlerde gezer dolusun

Abdal Musa Sultan, Kızıl Deli'sin

Münkiri kahredip kırıcı sensin

 

Nuru vardır Muhammed'in nurunda

İkisi bir oldu Ali sırrında

Sırat'da Mizan'da Mahşer gününde

Âleme suali sorucu sensin

Perişan Baba adlı şâirin şu iki kıt'ası da aşağı yukarı aynı meal­dedir :

Evvel gelip Ali olan

Sonra gelip Velî (Hacı Bektaş) olan

Ebedî Ezelî olan Hak Muhammed Ali Hak'dır

Hacı Bektaş Veli Hak'dır

Perişan pes ol ebed kâm

Nefes bulsun bunda temam Evvel

Âhir vesselam Hak Muhammed Ali Hak'dır

Hacı Bektaş Velî Hak'dır.

 

Ayn-ı Cem'lerde okunan nefeslerde ulûhiyyeti terennüm olu­nan yalnızca Hz. Ali ve Hacı Bektaş değildir. Hacı Bektaş'tan son­ra Bektaşî panteonuna giren belli başlı büyük şahsiyetlerin de ulûhiyyetleri ifade edilmiştir ki, tenasüh inancı bahsinde nakle­dilen Muhyiddîn Abdal'ın Otman Baba hakkındaki nefesi bunun en güzel örneklerinden biridir.

Bütün bu menkabe ve nefeslerden bir sonuç çıkarılmak iste­nirse görülecek olan şudur: Ana inanç, Allah'ın önce Âdem Pey­gamber olarak yeryüzünde göründüğü, sonra sırasıyla öteki büyük peygamberler (Şit, îdris, Nuh, İbrahim vs.) in bedenlerine hulul ederek en son Hz. Muhammed'de zuhura geldiğidir. Hz. Muham-med'den Hz. Ali'ye, ondan evlâdına hulul eden Allah, daha sonra Şîîlik tarihinin büyük isimlerini dolaşmış ve Hacı Bektaş'a gel­miştir. Hacı Bektaş'tan sonra ise, Bektaşîliğin takdis ettiği bütün büyük evliyayı dolaşarak onların vücudlarına hulul etmiştir. Bu hüviyetiyle bu telâkkiye tecessüd, yani Allah'ın bir insan vücu­dunda cesetlenmesi de denilebilir. Otman Baba'nın sözleri tanı bir tecessüd ifadesidir.

Hulul inancının İran'da Ehl-i Haklar'da da Anadolu'dakine benzer niteliklere sahip bulunduğu görülmektedir. Ehl-i Haklar'a göre, Cenab-ı Hak tanınmamaktan sıkıntı duyan bir Tanrı'dır. Ta­nınmayı istediği için çeşitli çehrelerde görünmek arzusundadır. Bu sebeple bazan, Hz. İsa gibi bakire bir anneden, bazan Fatıma b. Esed gibi görünüşte Ebû Talib'in karısı olan bir kadından Hz. Ali olarak doğar. Doğuşu daima fevkalâdeliklerle doludur. Anla­şıldığı üzere, Allah'ın ruhu her insanın bedenine hulul etmez. Onun hulul edeceği bedenin hem maddî hem manevî bakımdan her türlü noksan, kusur ve kötülüklerden arınmış olması lâzımdır. Böyle insanlar az olduğu için tam hulul ancak Hz. Ali'de olmuş­tur.

Allah bir bedene hulul edeceği zaman, dört büyük melek (Cebrail, Mikâil, İsrafil, Azrail) bu ideal bedeni aramaya koyu­lurlar. Sonunda bir takım işaretlerden o bedenin barındığı ev bu­lunur. Böylece Allah o evde doğacak çocuğa hulul eder. Ehl-i Haklar bu suretle Allah'ın girdiği o vücûda Şah-mihman veya Hudâ-mihman, yani Allah'ı misafir eden beden adım vermektedir­ler". Bazan Allah Hz. Ali'de olduğu gibi bütün hüviyetiyle bir be­dene hulul etmeyebilir. Bu takdirde ya fiilleri ile, ya sıfatlan ile veya zâtı ile tecellî eder. Ama bunların üçünün bir arada bulun­duğu bir beden Hz. Ali'den sonra gelmeyecektir. Bu itibarla, Hz. Ali'den sonra Allah'ın hulul ettiği hiç bir beden tam hulule maz-har olmuş değildir.

4.    ŞEKİL (DON) DEĞİŞTİRME (MéTAMORPHOSE) :

Eskiçağ insanının kafasında yeryüzünde mevcut her cisim, her madde, bir kuvvetin taşıyıcısıdır. Ayrı görünseler de, neviler arasında esasta yine de bir takım benzerlikler vardır. Bu benzer­likler, aralarında bazı şekil değişikliklerine yol açarlar. O halde bir cisim birden fazla görünüşler altında tezahür edebilir; bir insan, hayvan veya bitki, yahut bir eşya biçimine girebilir77. Fakat bu görünüşte değişik şekiller geçici olup o cismin asıl mahiyetini de­ğiştirmezler78.

İşte dünyanın bir çok yerinde meydana gelen efsâneler, ma­sallar ve menkabelerde yer alan şekil değiştirme motifini incele­yen araştırıcılar, bu motifin insan şuurunun altından ve yaratıcı gücünden çıkan arzuların ifadesinden ibaret olduğunu ileri sürü­yorlar ve henüz benliğini bütünüyle hazmedememiş, ferdîleşme yolunda bir şahsiyetin hüviyet sembolü olarak yorumluyorlar79. Bu yüzden pek çok efsâne ve masalda, insan veya hayvan olan insanlara rastlanır. Bu bakımdan şekil değiştirmenin en çok göze çarpan motiflerden biri olduğu rahatça söylenebilir80.

Şekil değiştirme genellikle üstün bir güç (yerine göre Allah, sihirbaz, cadı, evliya) tarafından, ya yapılan bir iyiliğe karşılık mükâfat veya kötülüğe ceza olarak gerçekleştirilmektedir81. Çoğu defa bu motifle, bir ağacın, hayvanın yahut cansız bir nesnenin şimdiki haline nasıl geldiği açıklanmaya çalışılır62. Şekil değiştir­meyi ifade için Türk menkabe, masal ve efsânelerinde donuna gir­mek deyiminin kullanıldığı görülür: geyik donuna girmek (geyik olmak), turna donuna girmek (turna olmak) gibi Eldeki menâkıbnâmelerde de don değiştirmenin pek çok mi­sali bulunmaktadır. Bunların hemen tamamı hayvan şekline gir­me biçimini yansıtmaktadır. İçlerinde büyük çoğunluğu geyik ve kuş şekline girme ile alâkalı olup pek az bir kısmı da başka bir hayvanın donuna girme tarzındadır.

a)    Geyik   veya   geyik   cinsinden   bir hayvanın   şekline   girme:

Bu motifle ilgili üç tane menkabe vardır. Bunlardan ilkinde anlatıldığına göre, Hacını Sultan bir gün, Beğce ve Habib Hacı adındaki iki velî ile Seyyid Battal Gazi'nin mezarını ziyarete gi­derler. Bulduk çayın denilen yere vardıklarında Hacım Sultan cezbeye gelip coşar. Yanındakiler niçin öyle yaptığını sordukların­da «Seyyid'in ruhu bizi karşılamaya çıktı» cevabını verir ve eliyle kırı gösterir. Beğce ve Habib Hacı gösterilen yere baktıklarında bir sığının uzaklaştığını görürler; o anda sığın aniden kaybolur83.

İkinci menkabe, Kaygusuz Abdal'ın, şeyhi Abdal Musa'ya na­sıl mürid olduğunu anlatan ve Bektaşîler arasında çok tanınan bir hikâyedir. Rivayete göre bir gün Alâiye beğinin oğlu Gaybî Beğ adamlarıyla ava çıkar. Bir ara güzel bir ahu görerek peşine düşer ve adamlarından ayrılır. Bir müddet kovaladıktan sonra ön baca­ğının yanından onu okla yaralamayı başarır. Fakat ahu koşmaya devam ederek Abdal Musa'nın tekkesinden içeri girer ve kaybolur. Gaybi Beğ atıyla peşinden gelir ve dervişlerden kovaladığı ahuyu ister. Dervişler görmediklerini söyleyip bir de şeyhlerine başvur­masını bildirirler. Gaybî Beğ, meydan denilen salona girer ve Ab­dal Musa'yı postunda otururken bulur. Kendisine durumu anlatır. Abdal Musa cübbesini yukarı kaldırır ve koltğunun altına saplan­mış oku gösterir. Bu manzaradan şaşkına dönen Gaybî Beğ, yara­ladığı ahunun gerçekte Abdal Musa olduğunu anlar ve bağışlan­masını diler; ayrıca müridliğe kabulünü ister04. İşte böylece, Gaybî Beğ Abdal Musa'ya mürid olur.

Üçüncü ve son menkatae Sultan Şucâuddîn'e aittir. Bir gün Acem erenlerinden Baba Hâkî adıyla meşhur biri abdallarıyla Şey-he nıürid olmak üzere Rum'a doğru yola koyulur. Yollan bir çöle düşer. Tam çölün ortasında ilerlerken ani bir fırtına çıkar, yön­lerini şaşırırlar. Yorgunluktan ve ümitsizlikten tükenmiş bir hal­deyken, birden yanlarında yorgun tavırlı bir geyik peyda olur. Dervişler onu yakalayıp etini yemek amacıyla boğazına bir kuşak bağlarlar. Ama geyik silkinip az öteye kaçar. Tekrar yakalarlar, yine kurtulur. Bu şekilde uğraşırken bir köyün yanına kadar gel­diklerinin farkına varırlar. O sırada kovaladıkları geyik kaybolu-verir. Bunu gören müridler ve Baba Hâkî, erenlerden birinin ken­dilerini kurtarmak için geyik donuna girerek böyle yaptığını an­larlar. Nice zaman sonra Rum'a gelip Sultan Şucâuddîn'e misafir olurlar. Yemekten sonra Sultan, Baba'ya başlarına geleni o söy­lemeden bir bir anlatır ve geyiği yakalamak için kullandıkları ku­şağı çıkarıp önlerine atar. O zaman Baba Hâkî ve abdalları, ken­dilerini çölde fırtınadan kurtaran ve köyün yolunu gösteren geyi­ğin Sultan Şucâuddîn olduğunu anlarlar ve toptan müridi olur­lar.

Dikkat edilirse Özetle yukarıya alınan şu üç menkabede ortak bir nokta vardır ki, o da geyik şekline girmiş velîlerin yol gösteri­cilikleridir. Özellikle son ikisinde geyikler, kendilerini avlamak is­teyenleri mistik yola götüren bir kılavuz (initiateur) rolündedir-ler. ikinci menkabede Gaybî Beğ, üçüncüde Hâkî Baba ve abdalla­rı, geyik kılığına girerek onları kendilerine çeken Abdal Musa yahut Sultan Şucâuddîn'in müridi olmuşlardır.

Tezkiretu'l-Evliyâ'da da bu mahiyette bir hıenkabenih yer al­dığı görülüyor. Burada kahraman, ilk devir ünlü sûfilerden İbra­him b. Edhem'dir. Bir gün askerleriyle sarayından ayrılıp sahraya çıkar. Kafasındaki düşüncelerin etkisiyle onlardan ayrıldığının far­kına varmaz. Kendine geldiğinde yalnız olduğunu görür. Tam o esnada «uyan!» diye bir ses duyar, fakat aldırış etmeyip yoluna devam eder. ikinci defa aynı sesi işitir. Üçüncü defa da aynı şeyi duyunca etrafına bakıp sesin sahibini araştırırken karşısında bir ceylân durduğunu görür. Ceylan dile gelerek «Beni sen avlayasın diye gönderdiler sanma! Sen beni avlayamazsm. Bunun için mi yaratıldın?» der ve kaybolur. O zaman ibrahim b. Edhem gördü günün gerçek bir ceylân olmadığını ve kendini îkaza geldiğini an­lar ve padişahlıktan vazgeçerek tasavvufa sülük eder.

Bazı Hıristiyan azizlerine de benzer menkabelerin izafe edildi­ği görülür. Bunlardan biri, kızkardeşi cüzam hastalığına tutulan ve bir türlü tedavi edilemiyen mecûsî prens Behnam'ın Har Mattai adında tabib rahibi aramasına dairdir. Prens, yerini kimsenin bil­mediği rahibi, arkadaşlarıyla avlandığı bir sırada önüne çıkan ge­yiği kovalamak suretiyle bulmuştur. Rahibin oturduğu manastıra gelince geyik kaybolur. Sonra prens kızkardeşini getirip iyileşti­rir; her ikisi de hıristiyan olurlar.

Kaygusuz Abdal'ınkine oldukça benzeyen bu menkabeden başka, İbrahim b. Edhem'inkinin hemen hemen aynı olan başka bir menkabe daha vardır. Saint Hubert de Liege'e ait bu menkabe-ye göre, adı geçen daha önce avcılık yapmaktadır. Bir gün avla­nırken karşısına boynuzlan arasında haç taşıyan bir geyik çıka­rak konuşmuş, kendisinin Hz. İsa olduğunu söylemiştir. Bunu gö­ren ve avcılıktan vazgeçen Hubert, hemen hıristiyan olmuş ve za­manla avcıların azizi mertebesine yükselmiştir".

Aslında bu menkabenin Saint Hubert'e değil, Hacı Bektaş'tan. az önce Orta Anadolu'da yaşamış Saint Eustatius'a ait olduğu, XV. yüzyılda Saint Hubert'e mal edildiği belirtiliyor89. Hatta Hasluck, esasında bu menkabenin Saint Eustatius'a bile aidiyetinin kabul edilemiyeceğini, zira Hacı Bektaş'a ait oluşunun daha kuvvetle muhtemel bulunduğunu söylemektedir. Ona göre Hacı Bektaş'ın buna çok benzer bir menkabesi vardır; üstelik bu tip menkabeler hıristiyan azizlerinin karakterlerine zıt bir nitelik arzetmektedir. Roux da bu fikri teyid ederek hıristiyan azizlerine mal edi­len bu menkabelerin Türkler'in Anadolu'ya gelişlerinden daha es ki olmadıklarını, hayvanlarla ilgili bu tip inançların Orta Asya'da temel inançlardan olduğunu söyler.

Roux bu inançların Şamanizm'le alâkalı olduğu kanaatinde­dir. Ona göre Şamanizm'in hakim olduğu eski Orta Asya toprak­larında hayvanların iktisadî hayattaki önemli rolü Şamanizm'e de yansımıştır. Samanların yaptığı hemen her âyinde mutlaka hay­van yer almaktadır. Bir bakıma şaman, insan-hayvandır. Düşman ruhlara karşı hayvan kılığına girerek savaşır; gökyüzüne yaptığı seyahati hayvanlar aracılığıyla yapar. Bu itibarla geyik kılığına giren Türk dervişlerinin bu menkabeleri Şamanizm'le ilgilidir; Bu­dizm'le alâkasını düşünmek çok uzaklara gitmek olur.

Bu konuyu en iyi inceleyenlerden biri olan Saadet Çağatay ise aksi görüşü ileri sürmekte, hatta meselenin Budizm'le ilgisini örneklerle ortaya koymaktadır. Çağatay, müslüman vehıristiyan menkabelerindekî geyik şekline girme motifinin temelinde Buda'-nın menkabeierini görmektedir. Gerçekten bir karşılaştırma ya­pıldığında aradaki benzerlik derhal göze çarpmaktadır. Meselâ Uygurca bir câtaka (menkabe) mecmuasında Buda'ya ait şöyle bir hikâye anlatılmaktadır: Adamları, Saketa kralı Kosala için büyük bir bahçe yaptırmışlar ve içine bir sürü ceylan koymuşlardır. Bun­lardan birisi de Buda'dır, ama kimse farkında değildir. Buda ken­di arzusuyla gösterişli bir ceylan olarak krala görünür. Maksadı onun dikkatini çekerek kendini avlatmak ve bu suretle bahçesin­den yediği otların minnet borcunu ödemektir. Ama kral bu güzel ceylanı vurmaya kıyamaz ve bir daha av yapmayacağına tövbe eder".

Bir başka menkabe de şudur: Kral Dantipala bir gün orman­da gezerken kalabalık bir ceylân sürüsüyle karşılaşır ve peşlerine düşer. Ceylanlardan biri Buda'dan başkası değildir. Ötekilerini kurtarmak için kendini fedaya karar verir ve sürüden ayrılarak başka bir yöne koşar. Bu gösterişli ceylanı avlamak üzere Kral Dantipala peşine düşer. Biraz uzaklaşınca ceylan durur ve dile ge­lerek yaptığı işin doğru olmadığını, canlıları öldürmemesi gerek tiğini krala söyler. Buna kızan kral hemen kılıcıyla ceylan (Bu­da) m kafasını kesmeye yeltenirse de kolu kırılarak yere düşer; yer yarılıp kralı yutar.

Uygurlar'ın Budizm'i kabul ettikleri sırada uygurcaya çevril­miş bu .eski budist menkabelerin, yukarıya aldığımız müslüman ve hıristiyan hıenkabelerinin prototiplerini teşkil ettiğini söylemek fazla hayalperestlik olmasa gerektir. Bunu destekleyecek bir başka husus da, S. Çağatay'ın Karaçay halk edebiyatında tesbit ettiği «Avcı Bineger ve geyik» hikâyesidir. Bu hikâyede Bineger adında amansız bir avcının geyikler ilâhının kızı olan dişi bir geyiği ya­kalamak istemesi sonucu tıpkı Kral Dantipâla gibi ölümü bahis konusudur98.

Geyiğin, Kaygusuz Abdal ve Baba Hâkî menkabelerinde oldu­ğu gibi yol gösterici rolünü vurgulayan budist menşeli bazı Or­ta Asya Türk masalları B. Ögel tarafından nakledilmiştir. Bun­lardan bir Güney Sibirya masalında, önüne çıkan geyiği kovalı-yan bir bahadırdan söz edilir. Geyiği süre süre bir dağın önüne gelen bahadır, açılan dağdan içeri giren geyiğin peşinden dalar. Az sonra geyik kaybolur ve bahadırın karşısına Yedi-Tanrı (Ku-day) çıkar. Yine Ögel'in naklettiği benzer bir Altay masalında da, aynı motif işlenmiştir. Bu motifin, Dede Korkut Kitabı'nda ve XIII. yüzyıldan itibaren Anadolu'da teşekkül eden dinî ve deş-tanî edebiyatta da bol bol kullanıldığına şahit oluyoruz.

XIII-XIV. yüzyılda yazılmış anonim bir türkçe tefsirde bile, Buda'ya ait Dantipâla menkabesinin az farkla Hz. Muhammed ve Hz. Hamza arasında geçen tarihî bir hâdiseye uyarlandığı görül­mektedir. Anlatıldığına göre, Hz. Hamza evde iken kâfirler Hz. Muhammed'e işkence etmeğe başlarlar. O sırada Hz. Hamza önü­ne çıkan bir geyiği kovalamaktadır. Bir ara geyik dile gelerek ken dişini kovalamaktan vazgeçmesini, Mekke'ye dönmesini, orada kendisine ihtiyaç olduğunu ihtar eder. Bunun üzerine şehre dö­nen Hz. Hamza durumu görür ve işkencecileri cezalandırır.

Eski harfli taş basması Mevlid nüshalarında bulunan ve gü­nümüzde de halk arasında sevilerek okunan Hikâye-i Geyik baş­lıklı yüz beyittik mesnevinin de aynı mahiyette olduğu görülür. Burada, dağda iki yavrusu olan ve insafsız bir avcı tarafından tu­zağa düşürülen bir geyiğin Hz. Muhammed'den yardım istemesi işlenir. Peygamber, yavrularını doyurup geldikten sonra kâfir avcıya teslim olmak isteğinde bulunan geyiğe kefil olur. Dağa gidip yavrularını getirerek Hz. Muhanımed'e emanet eden geyik, avcıya teslim olur. Fakat durumu görerek insafa gelen avcı hem geyiği serbest bırakır, hem de müslümanlığı kabul eder .Bu hikâyenin, karnında yavrusu olan bir ceylanı avcıdan kurtarmak için kendi­ni feda eden Buda'nın anlatıldığı Kral Brahmadotta câtakasıyla ilgisi S. Çağatay tarafından incelenmiş, aynı geyik hikâyesinin kazakça manzum bir varyantı ile de karşılaştırılmıştır.

Bunlardan başka Anadolu'da teşekkül eden ladini destanı ro­man, efsâne ve masallarda da aynı motif kuvvetle yer etmiştir. Meselâ Battal Gazi'nin babası Hüseyin Gazi'nin avda bir geyiğe rastlaması, bunu takip ede ede bir kaleye gelmesi ve burada başın­dan geçenler hikâye edilir. Buradakinden az farklı bir efsâne yi­ne Hüseyin Gazi hakkında Malatya'da anlatılır. Bu konuda son bir misal olarak Ziya Gökalp'ın nazma çektiği meşhur Ala Geyik masalını zikretmek mümkündür105. Bütün bu zikredilen ve benzer­lerinin bulunması her zaman için kolay olan örnekler, bahis kokusu motifin Türkler tarafından İslâm öncesi ve sonrası devirdene ölçüde benimsendiğini ve ne kadar geniş bir sahaya yayıldığını göstermeye yeterlidir sanıyoruz.

EldeKi örneklerde iki ana konunun hâkini olduğu müşahede edilmektedir:

a)        Manevî yüce bir şahsiyetin, doğru yolda olmayanları iyi­
liğe sevketmek için geyik şekline girerek kılavuzluk yapması,

b)        Geyik şekline girmiş bu yüce şahsiyetin ikazım kabul et­
meyenlerin felâkete uğraması.

Şu iki nokta, islâm evliyasına ait geyikli menkabelerin Buda câtakalarıyla bir menşe'li olduğunu rahatça ortaya koyması itiba­riyle, bunların Şamanizm'le değil, Budizm'le ilgisini göstermekte­dir. Yine bütün bunlar bir önemli hususu daha meydana çıkar­maktadır ki, o da geyiğin islâmî devirde hem Orta Asya'da hem de Anadolu'da evliyalık mefhumu ile sıkı alâkasıdır.

Bu alâkanın teşekkülünde ana faktörün, budist câtakalardaki Buda-Geyik münasebeti olduğu anlaşılıyor. Budist Türkler müslümanlığa geçtikten sonra Buda yerine müslüman evliyayı ikame etmişlerdir. Bazan geyik-evliyâ arasındaki bu sıkı bağ, örneklerde görüldüğü şekilde birbirinin kılığına girme tarzında olduğu gibi, bazan da ikisi arasında çok yakın bir dostluk biçiminde tezahür etmiştir. Şifahî ve yazılı menkabelerde bu hususu açıklayan pek çok misal vardır. Meselâ, Ahmet Yesevî'nin halifelerinden Hakim Ata'nın meçhul mezarı Hoca Celâluddîn'in gördüğü rüya sonucu, geyikler sayesinde bulunmuştur. Adı geçen, araştırmaları sırasında bir ağacın etrafında gece sabaha kadar geyiklerin zikrettiklerini görmüş ve mezarın orası olduğunu anlamıştır.

Rivayete göre Melâmetîliğin ünlü temsilcilerinden Ebû Hafs el-Haddad (Öl. 878) bir gün sahrada dostlarıyla bulunduğu esnada dağdan bir ceylan gelmiş ve şeyhin vücûduna başım yaslayıp kalmıştır. Kâzerûniyye tarikatının kurucusu Türk şeyhi Ebû îs-hak Kâzerûnî (öl. 1034) de yine dostlarıyla otururken bir ceylan gelmiş ve doğruca Ebû tshak'ın yanına geçip diz çökmüştür.

Bunlara benzer bir misal de Menâlabu'l-Küdsîye'de mevcut­tur. Burada da, Baba İlyas'la Anadolu'ya gelen Dede Garkın hali­felerinden Aynu'd-Devle'nin, yolda dağlardan geçerken etrafına geyiklerin toplandığından söz edilir. Son bir ilgi çekici misal, Geyikli Baba'ya dairdir. Osmanlı Devleti'nin kuruluşuna da adı ka­rışan bu tanınmış Türkmen şeyhinin dağlarda geyiklerle dolaştığı, onların sütüyle beslenip icabında kendilerini yük ve binek hayva­nı olarak kullandığına dair muhtelif kaynaklarda rivayetler yer almaktadır110. «Geyiklere merkeb-i evliya (evliyanın bineği) der­ler» atasözü halk arasında geyik-evliyâ münasebetinin telâkki tarzım gösteren bir ifade biçimidir.

Hacı Bektaş'ın, tarikat mensubu biri tarafından yapılan ve aslı halen Hacıbektaş'taki müzede bulunan meşhur resminde,, ku­cağında bir karacanın durduğu görülür. Anadolu'nun bir çok ye­rinde karaçalı Bektaşî veya Kızılbaş evliyası vardır, ki Karaca Ah­met Sultan bunlardan biridir. Büyük Kızılbaş dedelerinden ve velîlerinden sayılan Hasan Dede'nin de geyiklerle haşir neşir ol­duğu, yanına tuz alarak dağlara çekilip geyiklere tuz yalattığı ri­vayet edilir. Yine Bektaşîler'in büyük evliyasından addedilen ve Osmancık (Çorum) da türbesi bulunan Koyun Baba aynı şekilde geyiklerle sık sık bir arada görülür ve onlara sırtlarında taş taşıtırmış. Mınıç kasabası yakınlarında türbesi bulunduğu söyle nen,.Toroslar'da Elbeyli aşiretinden çıkma Bozgeyikli Dede'ninbu lâkabı da, anlaşıldığı gibi geyiklerle ünsiyetinden ileri gelmekte­dir1". Nihayet Pir Sultan Abdal'ın şu kıt'ası Kızılbaş dedelerinin geyiklerle münasebeti hakkındaki inancın bir başka ifadesidir:

Haberim duyarsın geyikler ile Yaramı sararsın şehidler ile Kırk yıl dağda gezdim geyikler ile

Dost senin deı dinden ben yana yana,

Bektaşî ve Kızılbaş evliyası kadar olmamakla beraber, bazı sünnî evliyanın da geyiklerle ügisine dair rivayetler vardır. Me­selâ Kayseri yakınlarındaki Hasandağı'na adını veren Hasan Ba-ba'ıun. Kayserimde imamlık yaptığı, halkı bir türlü doğru yola so-kamadığı için dağlara çıktığı, orada geyikler ve ceylanlarla konu­şurken görüldüğü anlatılır117.

Geyik ve evliya mefhumu arasındaki bu rabıtadan başka, Yörükler'de geyiğin bolluk ve bereketle de ilgisi bulunduğu tesbit olunmuş, Yörükler'in mallan ve çocuklarının sayısının, aşiretin yaşadığı yerdeki geyiklerin sayısının artması veya eksilmesi ile il­gili kabul edildiği görülmüştür. Roux bunu Orta Asya'daki eski telâkkilere bağlıyor. Geyiğin uğurlu bir hayvan olduğuna, dola­yısıyla kötü gözden, nazardan koruyucu bir vasfı bulunduğuna Tahtacı ve Yörükler'de olduğu gibi130, Anadolu'nun hemen her ta­rafında inanılmaktadır. Bu yüzden geyik boynuzunun nazarlık olarak kullanıldığı da bilinmektedir. Ayrıca Kızılbaşlığın temel âyinlerinden biri olan musahiplik âyininde, musahip adaylarının üstü bir geyik postuyla örtülüyordu,.

İşte bütün bunlar ve benzeri uygulamalar, geyiğin bilhassa Bektaşî ve Kızılbaş zümrelerinde mukaddes bir hayvan kabul edil­mesiyle alâkadardır. Temelinde hiç şüphesiz Buda-geyik münase­betinden geliştirilen evliyâ-geyik ilişkisi bulunan bu telâkki, Ana­dolu'da ortaya çıkmış olmayıp İslâm öncesine dayanmaktadır. Bu inancın sonucu, geyiğin avlanması kesinlikle yasaklanmış görünü­yor. Bütün Tahtacı ve Yörük aşiretlerinde, geyik vuran avcıların başlarına mutlaka bir felâket geleceği inancının mevcudiyeti dik­kati çekiyor ve bu konuda sayısız olaylar naklediliyor.

Geyiğin mukaddes tanınmasını ve avlanma yasağım dikkate alan bazı araştırıcılar, bu durumu eski Türkler'deki totemist inançlara bağlarlar. Fakat vaktiyle F. Köprülü'nün haklı olarak işaret ettiği gibi, eski Türk inançlarında hayvanlarla ilgili her mo­tifi, mahiyetini hesaba katmadan Totemizmce mal etmek doğru değildir. Bir defa gerek eski Türkler gerekse Anadolu Türkleri arasında —özellikle Kızılbaş zümrelerde-- şu veya bu vesileyle mukaddes tanınan her hayvanın avlama yasağına konu olduğunu söylemek zordur. Eğer her mukaddes hayvanın Totemizmle ilgi­si bulunsaydı, öteki hayvanlar için de aynı avlama yasağının ba­his konusu olması gerekirdi. Ayrıca Totemizm'in en bariz esasının, hayvanın, o toteme bağlı klan ferdlerinin atası idiğine inanıl­ması olduğu unutulmamalıdır. Halbuki eski Türkler'de geyiğe dair hayli efsâne ve masal bulunmasına rağmen, bunların hiç bi­rinde Türkler'in geyikten türediğine ait ufak bir ipucuna rastlan­maması dikkate şayandır. Meşhur ongunların da Totemizmdeki manasıyla ata kabul edilmediği ve totem kavramıyla ilgisi bulun­madığı malumdur129. Bu itibarla geyik avlama yasağının ve bu ya­sakla ilgili inançların kökünün, Totemizm'den çok Budizm'de ol­duğunu gördüğümüz evliyâ-geyik bağlantısı ile alâkalı bulundu­ğunu kabul etmek daha inandırıcı olacaktır.

Gerek islâm öncesi Orta Asya Türklerinde gerekse Anadolu Türkleri'nde geyikle ilgili inançların bir de eski Türkler'in iktisadî hayatıyla alâkası bulunduğunu belirtmek gerekecektir. Bilhassa Göktürkler'de geyiğin bu açıdan önemli bir yeri olduğunu Orhun kitabelerinden anlayabiliyoruz. O devirde geyik avlamak hususun­da bir yasağın olmadığını, dolayısıyla taunun totemist bir mahiyet arzetmediğini de bu kitabeler bize göstermektedir130. Herhalde bu iktisadî önemin etkisiyle olsa gerektir, Göktürk mezar taşlarında geyik ve sığın figürlerinin bulunduğu arkeolojik kazılarda ortaya çıkmıştır. Yine bunun bir devamı olarak Anadolu Selçukluları'nda geyik alemli sancakların olduğu, hatta Moğoilar'da da bu tip sancakların kullanıldığı anlaşılmaktadır.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

.

 

 

 

  1. Kitab-ı Mukkades’ten kaynaklanan motifler (S.195-196)

            1.    UMÛMÎ DÜŞÜNCELER :

Bu bölümde bahis konusu edilecek olan inanç motiflerinin hemen tamamının Kita.b-ı Mukaddes'te geçen olaylarla büyük bir benzerlik göstermesi dikkate değer bir noktadır. Hatta menkabelerden bazılarının adetâ bu olayların isim ve yer değiştirilerek yapılan birer uyarlaması olduğunu söylemek fazla mübalağalı sa­yılmaz. Aşağıda yeri gelince bunlardan bazı örnekler verilecektir. Bu tip menkabelerin sade Bektaşî menâkıbnâmelerinde değil öte­kilerinde bile sık sık yer aldığı müşahede edilmektedir.

Söz konusu inanç motiflerinin böyle bol miktarda ve rahatça kullanılmış olmasında hiç şüphesiz bazılarının Kur'an-ı Kerim ve hadislerde peygamber mucizelerinde geçmekte olmasının büyük payı vardır. Bu sebeple, İslâm ilahiyatı ıstılahında İsrâîliyyat de­nilen bir kısım hikâyelerin kolayca bazı dinî eserlere girdikleri ve zamanla islâmî kabul edildikleri bilinmektedir. Bilgilerimiz bun­ların müslümanlâr, bu arada Türkler arasına iki yolla girmiş ola­bileceğini göstermektedir.

a)      Türkler'in bulunduğu yerlerdeki hıristiyan ve yahûdi toplumlarıyla karşılıklı vuku bulan sosyal ve kültürel münase­betler yoluyla, Müslüman Türkler, zaten Kur'an-ı Kerim ve ha­disler vasıtasıyla haberdar oldukları muhtelif peygamber mucize­lerinin benzerlerini hıristiyan ve yahûdilerdeıı de tabiatıyla din­lemişler, hatta bu iki kaynakta bulunmayan teferruata ait pek çok hususları onlardan aktarmakta bir mahzur görmemişlerdir.

  b) İhtidalar yoluyla. Türk ve gayri Türk gayri müslimlerin ihtida etmeleri ve müslüman Türkler'le bir arada yaşamaları so­nucu, yine söz konusu noktalarda Kitata-ı Mukaddes menşeli bir çok bilginin, çoğu Hıristiyanlık öncesi putperest efsânelerden kaynaklanan aziz menkabelerinin bu yolla girdiği bir vakıadır.

İşte her iki suretle nüfuz edip yayılan Kitab-ı Mukaddes menşe'li bîr kısım motiflerin bu arada Bektaşî menâkıbnâmeleri-ne de girdiğini görmekteyiz. Burada bunlardan bazıları gözden ge­çirilecektir.

 

   

 

  1. Ölmeden önce göğe çekilmek yalanı (S.196-200)

    Bu tipik motife Menâkıbu'l-Kudsîye'de ve Vilâyetnâme-i Ot-man Baba'da rastlıyoruz. Birinci eserde rivayet olunduğuna göre, Baba İlyas II. Gıyâsuddîn Keyhusrev'in adamları tarafından Ha-raşna (Amasya) kalesinde hapsedilmiştir. Zindanda bir de keşiş bulunmaktadır. Baba İlyas kerâmetleriyle onu müslüman eder. Keşiş kendisine canım verecek kadar bağlanmıştır. Şeyh bu zâta artık vâdesinin yettiğini, kendisini terkedeceğini söyler. Sonra kendi simasını ve vücud şeklini keşişe verir. Böylece keşiş görü­nüşte Baba îlyas olur. Tam o sırada Baba İlyas'ın Boz isimli kır atı zindan duvarını yarıp içeri girer. Şeyh üstüne atlar atlamaz kaybolur. Muhafızlar biraz sonra gelerek Baba İlyas zannıyla ke­şişi götürüp idam ederler.

 Yine aynı eserde, Baba İlyas'ın oğullarından Mahmut Paşa'-nın da benzer bir şekilde, Öldürülmeden önce göğe çekilip kaybol­duğu anlatılır. Rivayete göre Mahmut Paşa, muhtemelen babası gibi takibata uğradığı ve yakalanacağını anladığı için olsa gerek, Allah'a dua etmiş ve «Mesih (Hz. îsa) gibi» göğe çekilmiştir4.

Otman Baba ise, ölümünden önce abdallarını bir yere topla­yarak ne zaman Öleceğini onlara haber vermiş, «atma binerek göğe gideceğini» bildirmiştir. Gerçekten de abdallar, gökten başı açık, yalın ayak bazı kimselerin yeşil kanatlı bir kır at getirerek Otman Baba'yı bindirdiklerini «âlem-i hâbda» görmüşlerdir5.

Baba îlyas'ın, Mahmut Paşa'nın ve Otman Baba'nm ölümle­rinin bu tarzda ifade edilişinin bir sebebi vardır: Bunlardan ilk ikisi, düşmanlarına karşı bir ayaklanma hareketi yöneten ve kit­lelere hitap eden kişilerdir. Taraftarları kendilerini âdeta yarı ilâhî dînî lider olarak benimsemişlerdir. Düşmanları tarafından öldürülmelerine rağmen ölümlerine inanılmamakta ve kendilerine ölüm yakıştırılamamaktadır. Bu taraftarlar kitlesi günün birinde onların yeniden aralarına döneceğine ümit bağlamıştır. Nitekim tarih kaynakları da meselâ Baba llyas'ın ölmediğine inanıldığını kaydetmek suretiyle naklettiğimiz menkabeyi belgelendiriyorlar6. Otman Baba'nm ise herhangi bir olaya karıştığı bilinmemekle beraber onun da çevresinde çok genig bir gayri memnunlar züm­resinin toplandığı menâkıbnâmeden anlaşılıyor.

Bu örneklerde aslında kitle psikolojisinin aksini görmek mümkündür. Kitleler uğradıkları haksızlıktan kendilerini kurta­racağına iman ettikleri şahıslara insan üstü vasıflar yakıştırmak­ta, onların ölümsüz olduklarına inanmak istemektedirler. Çünkü buna ihtiyaçları vardır. Bu sebeple zaman zaman bu ruh halinin bir dinî inanç biçimine inkılâp ettiği görülür. Daha ilk çağlardan beri dünyanın muhtelif yerlerinde ölüm denilen olayın bir çeşit yükseğe çıkma olarak kabul edildiğine dair inançlar görülmüş­tür7. Meselâ piramitlerdeki metinlerden öğrenildiğine göre eski Mısır dininde firavunların ölüm esnasında göğe çıktıklarına inanılmaktadır. Bu çıkış bazan bîr kuş, çekirge yahut uçan bir bö­cek şekline girerek, bazan da doğrudan yükselmekle olmakta ve firavun güneş tanrısı Ra tarafından kabul edilmektedir8. Yahudi­likte İlyas Peygamberin, ateşten atların çektiği bir arabaya binip göğe yükselerek düşmanlarının saldırılarından ve ölümden kur­tulduğuna inanılmaktadır9. Hıristiyanlık'ta da Hz. İsa'nın çarmı­ha gerildikten (crucifixion) sonra yeniden dirildiği (resurrec-tion) ve göğe çekildiği (ascension) inancının bulunduğu herkes­çe bilinmektedir10. Aynı inanç bir farkla islâmiyet'te de mevcut­tur. İslâmiyet'te haça gerilenin Hz. İsa olmayıp Allah tarafından ona benzetilen münafık bir havari olduğu ve ölmeden önce Hz. İsa'nın sağ olarak Allah katına çıktığı kabul edilir11.

Gökteki bir hayatın varlığı ve buna uçularak ulaşılabileceği inancının Göktürkler'de de mevcut bulunduğu Orhun kitabelerin­den anlaşılıyor. «(Siz) gökte hayattaki gibi (olacaksınız)»12, «Ba­bam kağan öylece ili, töreyi kazanıp uçmuş» ve «Amcam kağan uçup gitti»13 gibi cümleler bunu ifade etmektedir14.

Burada şunu unutmamak lâzım geliyor: Bütün bu inanç ör­neklerinde herhangi bir insan değil, bir kral, bir peygamber, bir hükümdar ve bir velînin ölmeyip göğe yükselmesi bahis konusu­dur. Her insan için böyle bir sonuçtan söz edilmemektedir.

Aynı inancın Maniheizm'de de mevcut olduğu müşahede olunmaktadır. Şüphesiz bu Hıristiyanlığın bir etkisidir., Ancak bu inancın Manihaizm'de takdim ediliş tarzı dikkate değer: Bugün elde bulunan hemen hemen bütün majüheist metinlerin ittifakla kaydettiklerine göre, Mani tevkif edilip hapse atılmış, orada öl­dürülmüş, ama derhal maddî cesedini atarak bir şimşek hızıyla göğe yükselip kaybolmuştur. Mani buradan yeryüzündeki taraf­tarlarına nezaret etmektedir. Hz. İsa'nın göğe çekilmesinde vuku bulduğu gibi, fcunda da tabiat üstü olaylar meydana gelmiş, gök kârarmiş, yer sarsılmış ve korkunç bir ses duyulmuştur15.

Bu bilgilerin ışığı altında Baba -İlyas'ın menkabesi tahlil edi­lecek olursa, görülür ki, hem yahûdi, hem hıristiyan, hem mani-heist ve hatta islâmî unsurlar bir aradadır. Bunların hangisinin doğrudan, hangisinin vasıtalı olduğunu tâyin etmek zordur. Bir defa motifin esası olan ölmeden göğe çekilme işinin Kitab-ı Mu-kaddes'le alâkası ortada görünüyor. Fakat göğe çıkma olayının Mani'de olduğu gibi zindanda cereyan etmesi de aynı kuvvetle Maniheizm'e dayandırılabilir. Bunlardan başka, Baba İlyas'ın ya­nındaki keşişi kendine benzeterek göğe çekilmesi ve yerine keşişin asılması, islâmî telâkkinin etkisidir. Bütün bunlara ek olarak Ba­ba İlyas'ın beyaz bir at üstünde göğe çıkması bize, yahûdi gele­neğinde İlyas Peygamber'in göğe çekilişini hatırlatıyor16. Belki beyaz at unsurunun Şamanizm'le bir bir ilgisi bulunabileceği ak­la gelebilir.

Bütün bunlara rağmen, yukarda sayılan çeşitli etkilerin his­sesini unutmamak kaydıyla biz bu konuda temel olarak, Manî-heist bir yoruma tâbi tutulmuş Kitab-ı Mukaddes etkisini düşün­menin daha doğru olacağı kanaatindeyiz. Zira, daha önce de ken­dilerinden bahsolunan VIII-IX. yüzyıllarda Mâverâünnehir ve Ho­rasan'da Ebû Müslim'in ölümünden sonra çıkan isyanlar bu dü­şünceyi teyid eder mahiyettedir. Hatırlanacağı üzere, bu isyanla­ra katılan Türkler, zerdüştî ve maniheist çevrelerden gelmekte olup liderlerinin Ölmediğine, göğe çekildiklerine inanıyorlardı. Sindbad'ın taraftarlarına göre Ebû Müslim ölmemiş, gök yüzüne gitmişti17. Türk İshak'm taraftarları da aynı şekilde düşünüyor­lardı18. Nihayet Mukanna'ın adamları kendisinin ölmeyip göğe çe­kildiğini sanıyorlardı19. Bu kadar geniş bir kitlenin söz konusu inancı paylaşması maniheist kültür ve inançların kuvvet derece­sini gösterir.

İşte Baba İlyas, Mahmut Paşa ve Otman Baba menkabeleri-ni bu, doğrultuda değerlendirmek icap eder. Bunların üçü de, İl­yas ve İsa Peygamberler gibi, yahut Mani, Ebû Müslim ve Mu-kanna' gibi fâniler arasından göğe çekilmişler ve ebedî hayata kavuşmuşlardır20.

 

 

 

 

 

 

  1. Ölü insan veya  hayvanı diriltmek yalanı (S.206-209)  

     Bu motifin menâkıbnâmelerde oldukça yer tuttuğu görül­mektedir. Bunlardan bir kaçını şöyle sıralayabiliriz. Menâkıbu'l-Kudsîye'ye göre, Baba İlyas'm torunu Âşık Paşa'nın halifelerin­den Ebubekir ölü anları avucuna koyarak nefesiyle diriltmeye muktedirdi ve halk arasında Hz. İsa. gibi ölüleri dîriltmesiyle şöh­ret bulmuştu48.

Hacı Bektaş birgün Malya ovasında bir höyük üzerinde otu­rurken aşağıdaki Tatar evlerinin arasında bir zengin çocuğunun fakir küçük bir oğlanı ceviz büyüklüğünde bir taşla kazaen öldür­düğünü görmüştü. Ölen çocuğun yakınları taşı atanın peşine düşmüş kovalıyorlardı. Korkan çocuk Hacı Bektaş'a sığındı; Ko-valıyanlar onu istdilerse de şeyh reddetti ve ölen çocuğun cesedi­ni yanına getirmelerini istedi. Cesedi getirdiler Hacı Bektaş onu hırkasıyla örtüp elini yüzüne sürer sürmez çocuk dirilip ayağa kalktı49.

Hacı Bektaş'ın Konya'daki halifesi Pirabi Sultan'ın da şöyle bir menkabesi anlatılır: Bir aralık Konya'da veba salgını olmuş, Pirabi Sultan'ın iki çocuğu ölmüştü. Geride bir küçük oğlu kal­mıştı. Bir kaç gün sonra o da öldü. Annesi cesedin başında ağla­maktan fenalaşınca ona acıyan şeyh, cesede yaklaştı ve elinden tutarak ayağa kaldırdı. Çocuk dirilmişti50.

Hacım Sultan Hacı Bektaş'm kendine icazet verdiği zaman beline kuşattığı tahta kılıcın kesip kesmediğini anlamak için bir katırı ikiye biçmiş, dervişlerin şikâyeti üzerine Hacım Sultan dua ile katırı yeniden diriltmişti51.

Kitab-ı Mukaddes'e baktığımızda Tlya ve Elişa Peyganıber-ler'e nisbet edilen iki çocuk diriltme mucizesi göıüyoruz. İlya ih­tiyar bir kadının evinde misafir kalmaktadır. Bu kadının oğlu hastalanır ve ölür. Kadının talebi üzerine İlya dua eder. Dua bi­ter bitmez çocuk dirilip ayağa kalkar52. Elişa'nın hikâyesi de buna çok benzemektedir. O da bir karı kocanın evinde misafirdir. Bir­ gün evin erkek çocuğu hastalanır ve ölür. Annesi Elişa'dan yal-vararak çocuğu diriltmesini talep eder. Elişa da onu tekrar haya­ta kavuşturur. Kitab-ı Mukaddesteki üçüncü ölü diriltme hikâyesi Hz. İsa'­nındır. Birgün birisi Hz. isa'ya gelerek ölmüş kızını diriltmesini rica eder. Şakirtlerle birlikte topluca adamın evine gidilir. Hz. Isa içerdeki kalabalığı dışarı çıkarır. Onlar kendisine gülerler. Peygamber aldırış etmeden kızın cesedinin bulunduğu odaya gi­rer; onu elinden tutup kaldırır. Kız hiç bir şey olmamış gibi aya­ğa kalkar54.

Buna benzer bir mucize de Hz. Muhanımed'e atfedilmiştir. Rivayete göre adamın biri Peygamber'e gelerek ölmüş kızım di­riltirse müslüman olacağım söyler. Peygamber adamla birlikte kabristana gider ve kızı adıyla çağırır. Kız kelime-i şehadet ge­tirerek ayağa kalkar; adam da müslüman olur55.

Bu gibi kerametler müslüman evliyadan bazıları için de an­latılır. Meselâ Ebu'l-Hasan Nuri, ölmüş eşeğinden başka bir şeyi bulunmayan bir adamın ağlamasına dayanamıyarak eşeği dirilt­miş ve adamı sevindirmiştir56. Aynı şekilde Mevlânâ da, çok sev­diği neyzeni Hamza'yı cenazesi yıkanırken diriltip ayağa kaldır­mıştır57.

Bu nakledilenler arasında Pirabi Sultan menkabesiyle İlya ve Elişa'nın hikâyeleri arasındaki yakınlık şüphesiz gözden kaçmamaktadır. Bunlarda, hastalanıp Ölen bir erkek çocuk, annesi ve bu çocuğun diriltilmesi ana motiftir. Pirabi Sultan menkabesinin, îlya ve Elişa hikâyelerinin bir uyarlaması olduğu düşünülebilir. Aynı hikâyelerin kısmen Hacı Bektaş menkabesinde bile bir ör­nek vazifesi gördüğü ileri sürülebilir. Çünkü ana fikir yine diri-len bir erkek çocuktur.

Hz. İsa'nın hikâyesi ise, yukarda gösterildiği üzere Battalnâ-me, Envâru'l-Âşıkîn ve Ahmediye'deki menkabelerin örnek tipi olmuş görünmektedir. Hz. İsa'nın bu mucizesi hıristiyan azizleri­nin menkabelerine de yansımıştır. Kâfir bir kral birgün Saint Georges'dan mezarda yatan ölüleri diriltmesini ister. Aziz hemen duaya koyulur. Dua bitince mezarlardan beş erkek, dokuz kadın ve üç çocuk dirilerek ayağa kalkarlar. Kendi ifadelerine göre bun­lar dörtyüz altmış yıl önce ölmüşlerdir. Ölü diriltme motifi bazı Altay ve Anadolu masallarına da girmiş bulunmaktadır