Kaynak: Yasin-i Şerif'in Meal Tefsir ve Hassaları - Emir Sultan, Meral yayınevi, İstanbul, Yayına Hazırlayan: Kadir Meral
(1368-1429) Yüce Sultan ve bugün Emir Buhari (R.A.) diye bilinen, bu kudsal isimle anılan velî'nin adı Mehmed Şemsüddin'dir. Bursa'ya gelinceye kadar kendileri hep bu ad ile bilinmiştir. Aslında mübarek isimleri şemsüddin olup, Mehmed, dedelerinin adıdır. Pederleri evliyâullah'ın eâzımından bulunan (Emir Gülâl) (K.S.)'dtr. Elbette.işaret etmeye bile lüzum yoktur ki, ilm-i bâtın deryasına yeni bir veçhe veren ve müceddid lâkabına bihakkın liyâkat kesbeden böyle bir zâtın hem tercüme-i hâli, hem de özellikle menkıbeleri, çeşitli kaynaklarda muhtelif suretlerle anlatılmıştır ki, bundan da tabiî bir şey olamaz. Okurlarımız, aşağıdaki mâruzâtlarımızı incelerken bu noktaya önemle dikkat buyurmalıdır. Emir Buharı ve Emir Sultan lâkablanyla tarihe şeref veren yüce velînin gençlik hayatını oradan da irsâd postuna oturduğu zamana kadar kendilerine rehberlik eden iki zât vardır ki, başlangıçta bunları tanımadan yüce Sultân'ın seçkin kişiliğini anlatmaya imkân yoktur. Bunlardan birisi peder-i muhteremleri olan Emir Gülâl Hazretleri, diğeri de sevr-i iiâilahda bir dereceye kadar kendisine irşad vazifesi gören ve ondan hilâfeti devraldığı Seyyid İsa (K.S)'dır.
İstitraten sunu arzedelim ki: Emir Gülâl Hazretleri cehri zikrin temsilcisiydi. Bir gün müridlerinden Nakşibendi Tarikatının kurucusu olan Şah Muhammedi Nakşibend Hazretleri zikre devam ettiği sıralarda güzeştegândan Abdülhâlik-ı Gücdüvâni Hazretlerinin Ru-hâniyyeti hem Emir Gülâl'e, hem de Şah Muhammed Nakşibend'e tecessüm ederek. Şah Nakşibend'in halka-i zikirden ayrılmasını ve kendisinin zikr-i hafî'yi te'sis buyuracak bir tarikata pir olacağını beyan buyurarak derhal zikr-i cehrî'den ayırarak halkadan çıkarmıştır. Emir Gülâl Hazretleri dahi şu beyitteki esrarın tecellisine boyun eğerek ilâhi emri derhal yerine getirmişi. . Nitekim oğullan da bilâhare aynı tariki tâkib buyurmuştur.
«Mir'ât-ı mukabildeki suret gibi Manâs,
Dilden dile menkul olur esrâr-ı Muhammedi».
Yalnız şu kadarına, işaret edelim ki, bütün bunlardan nümâyân olan, eserini yayınladığımız Koca Sultân'ın, nüfûs-ı sâfiyye ve kâmile erbabından, yâni A'raf mertebesindeki en büyük velilerden birisi olduğudur. Bu bakımdandır ki, bâzı tasavvuf! asarında Emir Sultan Hazretlerinin, Hazret-i Mevlânâ'dan daha büyük veya aynı mertebede olduğu yazılmaktadır. Bizce buna hiç gerek yoktur. Sebebi şudur ki: Aynı mertebede bulunan ehlullah, birbirinin aynasıdır. Biri olmadan diğeri kendi ilâhi kemâlâtının tecellilerini göremez.
Emir Sultan Hazretleri, kendilerine hem babalık, hem de mâder-lik vazifesi gören Emir Gülâl Hazretlerinin, vefatından sonra hem de yerini alacak kemâlde bulunduğu hâlde postu emsalsiz oğluna terketmemiş, Seyyid İsa'ya bırakmıştır. Bundaki hikmet şudur kir Emir Gülâl (K.S.) kutbiyyetin her zaman babadan oğula intikal eden bir nur olmadığını (Gah eznesti alist, gâhi velist) sırrının tatbiki gerektiğini anlatmak arzu buyurmuştur. Ancak Emir Sultan Hazretlerinin Medine-i Münevvere'ye gitmek arzusunu izhar buyurması üzerine Seyyid İsa (K.S.) seyr-i sülük âdabına riâyetle şöyle, demiştir: «Yâ Şemseddin! Mademki Medine'ye gidiyorsun, .gittiğin mahal iki cihan servetinin bulunduğu yerdir, ben de sana el veriyorum»-diyerek kendisine icazetle halife seçmiştir.
Mehaz olarak istifâde ettiğimiz eserlerin bâzılarında İslâm dininin yalnız akla müstenid bir din olduğu, akıl dışı davranışlara hiç yer verilmediği beyân edilmiş ise de, bu fikre iştirak etmemize imkân yoktur.
Seyyid olduğtına bir şahidin var mı?» derler. Yüce Pir'in cevâ-bı kesindir:
«Evet vardır. O şâhid Resul Aleyhisselâmdır» buyurur. Bu ce-ap karşısında herkes birbirine bakar, böyle bir şey olur mu olmaz mı? diye düşünürken, geçirdikleri ilk şaşkınlık ânından sonra:
«Peki kabul ettik» derler. Bu cevap üzerine Emir Sultan:
«Öyle ise kabr-i saadete gidelim, orada Resul Aleyhisselâma seldim verelim. Hangimizin selâmına cevap verirse onun soyu belli olur» buyurur.
(Bâzı kaynaklara göre kabr-i şerife gidildiği, bâzılarına göre ise O radan kabr-i şerife yönelinip selâm verildiği yazılıdır.)
Bu teklifin kabulünden sonra hâzır bulunan ve kendilerinin şeyyidliklerini iddia edenler,türbe-i saadete vdönüp “ esselamı aleyküm ya ceddi” dediklerinde vhiçbir cevap alınmaz.Sıra Emir Sultan’a geldikte kendileri “esselamı aleyküm ya ceddi” buyurduğunda açık ve seçik bir şekilde “ Aleykümüssellam ya veledi, ya seyyid Muhammed Buhari “ sada-yı bülendi duyulur.
Yukarıda arzettiğimiz gibi her şeye kaadir olan Allahü Zülcelâlin velisi hem kâmil, hem hamîd'dir. Ölüleri dirilttiği gibi her şeye kaadirdir de. O Hak suretinde tecellî eden halk'dır. Veya ilâhi me-âni ile tahakkuk etmiş halkdır ki bu âlemde noksan ve kemâîlyle parlayan güneş de odur. Sema ve arz, uzunluk ve genişlik onda mü-tecellîdir. Hayy olan varlıklara Mümît - öldürücü - esmâsıyla kendisinde tecelli ederek öldüren de o velîdir. Bu sırra mebnidir ki Emir Sultan Hazretleri kendisini-ve .Hundi Sultanı öldürmeye me'mur olan kırk sipahiyi mânevi oklarla öldürmüş, tsaavvuf ıstılâhıyla soy- . leyelim. Yukarıda ayrıntılarıyla açıkladığımız Hû kayığına bindir-miştir. Dikkat buyurulacak olursa Hû kayığı ıstılahı ile, yâni nüve kayığındaki, hüve lafzıyla (Lemuhyü mevtü ve hüve âlâ külli şeyin kadir) âyet-i celilesindeki (Hüve) arasında sıkı bir irtibat - bağlantı vardır.
İstanbul'un muhasarası sırasında bir türlü topların kat'î te'sîri gösterememesi üzerine Fatih murakabeye daldığında «.Cibâli'de-» Cibâli Baba namı ile Anılan mânevi teşkilâta mensub bir velî'nin İstanbul'un fethine engel olup «Dokunmayın gâvurcuklarıma* dediğine muttali olmuştur. Bunun üzerine sec-de-i Rahmân'a kapanıp yüce Mevlâ'ya şöyle niyazda bulunmuştur: «Yâ Rab-bi, Habîb-i Ekremin'in hadîs-t şeriflerinde bahis buyurulan emir ben isem şu meczub Cibâli Baba'nın lûhunu kabz et de bana fetih müyesser olsun, eğer o emîr, ben değilsem benim ruhumu kabz et ki âlem-l İslâmın şu perişanlığım görmeyeyim».
Bu niyaz üzerine sırr-ı kader levh-1 mahfuzdaki gibi tecellî ederek Cibâli Baba'nın ruhu kabz edilmiş ve ondan sonra Fatih'in kumanda ettiği asakir-i İslâm İstanbul'a muzafferine dâhil olmuştur.
Seyyid Muhammedü'l-Buhârî (K.S.)'nin Yasin Sûresinin Şerhi bitabının birinci hâssası şudur ki, bir -kimse bir iş için evinden çıkıp bir yere gitmek istese veya büyük, küçük kimselerin bulunduğu bir topluluktan bir istekte bulunsa veyahut da bunun gibi yerlere varmak istese şöyle yapmalıdır. Yasin sûresini bir şişe içine, eğer şişe yoksa bir çanak suya okuyup üfürse veya o su ile abdest alsa veya yüzünü yıkasa her kiminle görüşürse görüşsün karşısındaki ondan ayrılmayacak kadar dostu olur, yetmiş iki melek kendisinin koruyucusu ve nazırı olarak tüm islerinde yardımcısı olurlar. Ayrıca bütün âfetler ve zahirî elemlerden veya batini rahatsızlıklardan Yasin sûresinin berekâtı ile korunmuş olur.
Seyyidler Seyyidi Cemâleddin Buhari'den şöyle rivayet olunur: Çok sevdiği müridlerinden Derviş Salih isminde birisi gelip kendilerine Harb isminde birisi seni öldürmek niyyet ve kastindedir, gece gündüz sizi kolluyor. Sebebi ise bizim kızı, cariyenizi kendisine vermediğimiz için imiş.
Hazret gülerek derviş Salih'e şöyle buyurdular-.
— Şu bütün duran baş kabağı getir, der. Salih de baş kabağı koparıp getirmek isterken Şeyh Efendi arkasından yetişip kabağı başından kesip yere bırakır. Ve şöyle buyurur:
— Ya tbn-i Harbî Baş kesmek, adam öldürmek, masum kanı akıtmak nasıl olurmuş...
Derviş Salih kıssanın sonunu şöyle anlatır:
— Ben bu hâdiseden sonra dışarıya çıkıp Hazretin huzurundan ayrıldım, Baktım bir grup insanlar tabut içinde bir cenaze götürüyorlar. Bu ölen adam kim? diye sorduğumda, tabutu taşıyanlardan birisi :
— Bu Mukatil İbn-i Harb'dir. Bugün sabahleyin bizimle oturmuş sohbet ediyorduk. O arada elinde kara saplı bir bıçak tutan el uzandı, Harb'in başını gövdesinden ayırdı- ve önümüze koydu, dedi. Teçhiz tekfin için evine götürüyoruz. Ondan sonra defnedeceğiz.
«Gülsitân-ı taze taze güllerim açmaktadır, Arzûy-u nevbahar etmem, hazan olmaz bana».
İstitraten bu konuya temas ettikten sonra vefk sahibine görünen nükabâ, nücebâ ve emsali zevat-ı âli kadirler hakkında okurlarımıza malûmat vermeden geçemedik. Bu konuda baş vurulacak en sahih kaynak elbette ve elbette Muhiddin-i Arabi Hazretleri'nin Fütuhati'l-Mekkîye'sidir. Şimdi oradan manevî ve ruhanî teşkilâtı alalım.
Kutub: Ahval ve makamâtın cümlesini câmi'dir. Ya asalet, yahut niyabet tarikiyle olur. Asalet tarikiyle olan kutubluk Muhammed Aleyhisselâm'a hastır. Niyabet tarikiyle olursa Gavs denilir. Gavsiyyet dahi ikiye münkasem yani bölünmüştür. Bir zât hem zahirî, hem bâtınî Gavsiyyete erişebilir. Buna örnek olarak Şeyhayn denilen dört Halife-i Resûlüllah ile Hasan ve Hüseyin Efendilerimiz böyledir. Diğerleri bâtına mahsus gavsdırlar ki Bayezid-i Bista-mî (R.A.) buna misaldir. Zaman bunlarsız olmaz.
(Yalnız biz şahsî kanaat olarak arzedelim ki bazen kutbiyyet, nadir hallerde bâtında da olur).
İkincisi: Eimme bunlardan birisi Abdürrab'dır ki daima kutbun sağında oturur. Diğeri Abdülmelik'tir ki kutbun solunda yer alır. Bunlardan birinin nazarı mülk ve nâsut âlemine, diğerinin nazarı melekût âlemine dönüktür.
Üçüncüsü: Evhad'tır. Bunlar dört zâttır. Meşrıktakine Abdülhay, mağrıpta-kine Abdülalîm, kuzeydekine Abdülmürîd, güneydekine Abdülkâdir denir.
Dördüncüsü: Ebdaldır. Bunlar yedi zâttır. Birinci iklimde mutasarrıf olan
zât ibrahim (A.S.)'in kadem ve meşrebi üzeredir. İkincisi Musa (A.S.), üçüncüsü Hânın (A.S.), dördüncüsü İdris (A.S.), beşincisi Yûsuf (A.S.), altıncısı İsa (AJS.), yedincisi Havariyyûundur. Bu âli zâtlar yedi yıldızdaki sırlara-muttali olnp her birinin emrinde bir yıldız vardır. Bâtınları her velî gibi Hak (C.C.)'ye yöneliktir. Vaaz ve- nasihatta bulunurlar ve mü'minleri ıslâh ile meşguldürler.
Beşincisi: On iki zâttır.
Altıncısı: Nücebâ olup sekiz zâttır.
Yedincisi: Havariyyûndur ki ,Avâmül havvarî mertebesindedir.
Sekizincisi: Ricaliyyûn olup kırk zâttır. Bunlar yüce Mevlâ'nın ilâhî aza-
metinden müstağraktır.
Dokuzuncusu: Hâtemdir ki, bu bir zâttır.
Onuncusu: Ricâl-i kuvvet, yani kahır ricalidir ki sekiz kutsal zâttır.
On birincisi: Cinân ricalidir.
On ikincisi: Heybet ricali olup dört zâttır.
On üçüncüsü: Fetih ricali olup bu rical-i fetih yirmi dört zâttır.
On dördüncüsü: Ricâlullah olup yedi kişidir.
On beşincisi: Ricâl-i tahtel esfeldir ki yedi zâttır.
On altıncısı: İlâhiyyûndur. Üç zâttan ibarettir.
On yedincisi: Büdelâdır ki on iki kişidir.
On sekizincisi: Ricâlül iştiyaktır ki beş zâttır.
On dokuzuncusu: Ricâl-i eyyamdır ki altı zâttır.
İmam-ı Ali (K.V.)'nin Cifr-i Câmi'nin de haber verdiği şeyler aynı aynına zuhur eylemiştir.
Resûl-i Ekrem (S.A.VJ'in zaman-ı saadetlerinden kıyamet gününe kadar geçecek şeylerin hepsinden haber vermiştir (*).
(*) Dikkat buyurulacak olur ise burada gayıptan haber verme gayba itti-lâ k'esbetme esrarına temas buyurulmaktadır. Bu konu Hüccetülislâm İmam Gazalî (K.S.)'nin hem Mişkâtü'l-Envâr'ında, hem de Esmâü'l-Hüsnâ'sinda de-rinlemesln» incelenmiştir.
Mişkâtü'l-Envâr'mda (La ya'rifullâhe künhü ma'rifetehû ittâhû). «Yani:
Allâhü Zülcelâl'in ilminin künhunü yine kendi Zât-ı ecellü âlâsı büir, gayri kimse bümcz» denilmektedir.
Buna rağmen pek çok evllyâullah hazerâtı tabiatı ile evleviyyetle enbiyâ-i izam hem marifetullâlun künhunü, hem de gaybe ait hususları bilmektedirler. Zahirde çelişkili gibi görünen bu konuyu yine tmam-ı Gazali şöyle izah buyurmaktadır:
«Bu kümmelinin esrarı Hak (C.C.)'ye vukuflarının sebebi, kendilerinin müstağrak-ı bilferdantyye oluşları ve kendi varlıklarını Hak'ta fâni kılışların-dandır>.
Bir de esrâr-ı gayba ittilâ, âlem-i misal tecelllyatı ile .husul bulmaktadır. Nitekim bir gün ŞeyhÜ'l-Ekber (R.AJ'e şöyle bir hitab-ı Sübhânî vakî olmuştur (Bir kulun hayali gösterilerek):
«— 7a Şeyh! Buna ilim ta'lim et* buyurulmuştur.
Hz. Şeyh'in: «Ya Rabbl, bu kimdir?> diye sorması üzerine, «Beşaret köyünden Hasanü'l-CiyH'dlr> cevabı verilince, Hazret-1 Şeyh:
«— Ya Rabbi! Ben neredeyim, O nerede? Nasıl ilim ta'lim ederim?deyince,
«— Sana onu güsterdiğimiz gibi, seni de. ona gösteririz» buyurulmuş ve Şeyh Hazretleri ona ilim ta'lim eylemiştir.
Bu ezel sırrı dolayısiyledir ki Şeyhü'l-Ekber (R.A.) bir safahatında Allah'ın Resulu Allah'dır" buyurmuşlardır, Bu nükteyi anlamak evliyâullah hazerâtının kabul buyurduğu şekilde vahdet-i vücud hakîkatına arif ve vâkıf olmakla mümkündür. Nitekim aşağıdaki beyit bu sırrı tüm ledünniyyatını bütün haşmetiyle dile getirmektedir.
"Cümle bu cihan ol sanemin vechidir elhak, Ger mescid ü yâ deyr ü yâ put haneye baksan".
Herhangi bir dilek ve hacet sahibi ne vakit Hak Teâlâ'dan muayyen esmasını zikrederek bir şey dileyecek olsa ona Hak cevap vermez. Mahbubiyyet sırrına mazhar olan kul cevap verir. Burada anlaşılması çok güç bir noktaya gelinmiştir. Avam u nâsın bilmeyerek, meselâ: Yâ pir veya yâ Şah Nakşibend veya yâ Aziz Mahmud Hüdâi imdadıma yetiş diye Allahü Zülcelâl dururken onlardan mef det ummaları bilmiyerok de olsa bu sırdan dolayıdır. Çünkü bil pîrânın her birinde Hak Teâlâ'nın yâ Rahman, yâ Rab, yâ Kadir esmalarından biri tecelli edip bu yüce zâtlarda şahsi benlik bırakmamıştır.
Sahih rivayetlerdendir ki, Seyyid Ahmed Bunl Hazretleri, kırk yıl mübîn ism-i şerifiyle meşgul olmuştur. Mübîn esmasının dört harfi olup her harfin bir de müvekkel meleği mevcuttur. Ahmedü'l-Buni meşgul olduğu mezkûr kırk yıl'içinde dört meleği kendi hük-jmü altına almış, yani zâtına musahhar kılmıştır. Bu tılsım sayesin--de yeryüzünde ne kadar hazine ve define mevcut ise yerlerini avucunun içi gibi bilirdi. Feth-i Taiâsim adlı bir kitap te'lif ederek meraklı talip ve azizlere ilmi bir miras olarak bırakmıştır. Bu kitap halen (Bun) sedirinde kabirleri üzerinde durmaktadır., Halen Şeyh Ahmed-i Buni'nin yolunda yürüyen, onun ilmî hüviyetini meslek odinmiş nice azizler mevcuttur. Garp âleminden bile bu gibi tılsım. meraklıları Şeyh Buni'nin evlâdından olan azizlere baş vurup Feth-i Telâsim. kitabından aradıkları kısımlarnı kendilerine öğretilmesini isterler. Gerekirse bu uğurda" hiç bir maddî fedakârlıktan kaçınmazlar, içlerinde define yerlerini arayanların ancak binde birini arzularına erişmek nasip olur. Bunun hikmeti şudur ki, fetih kapılarının açılması ancak ism-i mübînle mümkün olabildiği gibi, her şeyden evvel bu garplıların islâmla müşerref olmaları lâzımdır. (Nitekim Yûnus Emre (K.S.) bu hikmeti şu beyitle dile getirmiştir:
«Yolun uğramazsa Muhammed'e,
Kalktı kervan kaldın dağlar başında».)