Kaynak: Gayb'ın Dili Abdülkadir Geylani’nin Menkıbeleri… - Muhammed Sadık Ul Sadi, Kitsan, İst. 1996, Tercüme: Seyyid Hüseyin Fevzi Paşa

 

  1. Yayınevinin batıl hak göstermesi (S.12)

       «İşbu eser İsa Matbaasında, Haleb kapısında, Mısır'da basılmıştır.»

İşte elinizde bulunan bu kıymetli eser de bu Arapça olan eserin Arapça'dan da Türkçe'ye Seyyid Hüseyin Fevzi Bey tarafından tercüme edilmesi ile hazırlanmıştır.

Eser'in ilk basımında sadeleştirmesini A. Kadiri ve B.Uluçınar yapmışlardır.

Yayınevimiz naçizane olarak sahasında çok kıymetli olan bu eseri, yeniden tertib ettirerek ayrıca eser'in içer­sine KADİRÎ EVRADINI ve Gavsü'l-Âzâm'ın müridlerine tavsiyeleri olan hikmetli sözlerini «EY OGUL!»'u ayrı bö-lüm halinde alarak siz kıymetli okurlarımıza sunmaktan Cenab-ı Hakk'a sonsuz şükran duymaktadır...

Zira; şuna kesinlikle inanmaktayız ki ilmi ledünnü (HAK İLMİ) ve tasavvuf erbabının hallerini anlatan kitapları ya­yınlamak ve bu kitaplardan faydalanabilmek her şeyde olduğu gibi TAKDÎR-Î İLÂHÎ'dir.

 

Ve şuna da kesinlikle inanmaktayız ki bu ilme hizmet etmek çok kıymetli olan bir lütfü ilâhîdir...

Bizler de bu ilme ummanda bir damla kadar hizmet edebiliyorsak bizlere ne mutlu...

Şuna da eminiz ki; Herşeyin doğrusu ancak CENAB-I HAKK (c.c.) bilir!..

Cümlemizi yanlışlığa düşmekten muhafaza buyursun ve bizlere hakkıyla hizmet etmeyi bu yolun nasipkârlarınan da olmayı YAYINEVİMİZE'de bu sahanın kıymetli eserlerini yayınlamayı nasib eylesin AMİN!..

 

  1. Abdulkadir Geylani’nin şirk manzumesi (S.110)

      İbrahim ile beraber onun ateşine atıldım...

Ateş ancak benim duamla söğüdü.

Rabbıma yalvarmada Musa ile beraberdim...

Musa'nın asası benim asamdan istimdat etti.

Belâ anında Eyyûbla beraberdim...

Ancak benim duamla şifa buldu.

Ben İsa ile beraberdim ve beşikte konuştum...

Ve Davud'a nağmenin tatlılığını veren ben idim.

Zikreden, ettiren ve ettiği zikir benim...

Şükreden ve etiği yer ve nimete şükür benim.

Âşıkta, Maşukta, zamirde gizli olan benim.

Her nağmede işitilen ve işiten benim.

Lezzeti büyük vâhid fert benim.

Vasfeden ve vasfedilen tarikat şeyhi benim.

Ben sözü kendiliğimden söylemedim izinle söyledim.

Benim hakikatim bilinsin diye söyledim.

Bana, söyle korkma, zîrâ.

Makam velayette evliyâmsın denilinceye kadar söyle­dim

  1. Peygamberimiz kabrinde Abdulkadir Geylani’ye elini öptürmesi, Allah’a ve resulune iftirası (S.115)

     Gavsü'l-âzâm Abdülkâdîr Geylânî, ol Heykeli samedânî öyle nakil buyururlar ki:

Bir gün Medine-i Münevvere'ye giderek yüce Nebî'mizin Türbe-i saadetlerini ziyaret etmişlerdi.

Yüce velî huzur-u Nebevî'de, kırk gün ayak üstünde iki cihan serverini ziyaretle şu anlama gelen bir şiir okumuşlardır:

«Yâ Resûlullah! Günâhlarım, şu uçsuz, bucaksız deryaların sonsuz dalgalan kadardır. Belki, onlardan da çoktur. Âdeta, en azametli dağlar yüceliğindedir. Bütün niyazım mübarek elini öpmektir.»

Âlemlere rahmet olan Levlâk sultanı, manevî oğlu Gavsü'l-âzâm'ın bu ricasını kabul buyurarak, mübarek kabirlerinden elini çıkartıp, yüce velî'nin öpmesi imkânını lütuf ve bahşeylemiştir.

Yüce velî de, üstün saygı ile Resûlüllah'ın elini öperek ba­şına koymuştur.Hemen ilâv.e edelim ki; Gavsü'l-âzâm'ın ceddi pâki (temiz soyu) iki cihan serveri (s.a.v.) ile görüşmesi bundan ibaret değildir.

 

  1. “Mescidde vaaz verirken peygamber  ashabı ile teşrif ettiler.” Yalanı (S.115-117)

      Şeyh Beka (k.s.)'den nakledilmiştir ki:

Hz. Gavs, Resûl-i Kibriya ile en anlamlı buluşma ve konuş­masını şu menkıbede anlatıldığı gibi yapmışlardır:

— Bir gün Gavsü'l-âzâm Abdülkâdîr Geylânî (k.s.)'nin mecsidindeydim. Minberin ilk basamağında vaaz ediyorlardı. Aniden sözlerini kestiler, tam bir sükût içinde durdular. Bütün cemaat şaşkın bakışıyordu. (Aynen Hazreti Ömer'in (r.a.) Me-dine-i Münevvere'de hutbede aniden sükûtu gibi...)

Sonra minberinden aşağıya inip, bir süre sonra tekrar min­ber üzerine çıktılar ve ikinci basamakta oturdular. Şeyh Beka (k.s.) buyuruyorlar ki:

«Ben gördüm ki, minberin ilk basamağı açıldı, arası gözün gördüğü kadar geniş bir yer oldu ve sarı sündüsten bir döşeme döşediler.»

Seyyidü'l-Kevneyn (iki âlem in efendisi) insanların ve cinlerin peygamberi efendimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) ve eshâb-ı kirâm'ı ile beraber teşrifle, o döşemenin üzerine oturdular ve Hak (c.c.) Hazretleri Şeyh Abdülkâdîr Geylânî (k.s.) Hazretle-ri'nin kalbine öyle tecellî etti ki Gavsü'l-âzâm (k.s.) Hazretleri sendeledi. Ancak, Resûl-i Kibriya (s.a.v.) onu tutup korudu.

Şeyh Beka Hazretleri menkıbeyi anlatmaya şöyle devam ediyor:

Bir müddet sonra baktım ki, Hz. Gavs, serçe gibi küçük ve zait oldu. Ondan sonra, büyüyüp, büyük cüsseli, heybetli bir hâl aldı. Sonra bütün bu zuhur eden tecellîyat gözlerimden kay­boldu...

O mescidde bulunan gönül gözü açık kimseler, Şeyhü'l-Dekâ rahmetulâhı aleyh hazretlerinden Resûlüllah ve eshâb-ı (irâm'ın ruhâniyeti keyfiyetini sordular.

Şeyh Bekûallah bu soruyu şöyle cevaplandırdı:

«Gerek onlar, gerekse temiz ve pak ruhları, çeşitli su-retlerde görünürler. Onları şu kimseler müşahede ederler ve görürler ki, o kimselere Hak (c.c.) Hz. ervah-ı mukaddesinin (kutsal ruhların) görme kuvvetini bağışlamıştır.»

 

  1. “Allah Azrail (a.s) vasıtasıyla Abdulkadir Geylani mektup gönderilmesi iftirası (S.119-120)

     Şimdi, ibretle yüce Gavs'ın vefatından önce Hak (c.c.)'nün Ö'na olan sonsuz sevgisini dile getirelim:

Kendileri, elbette mevti ihtiyari (arzuya bağlı ölüm) erbârından da olduklarından, ruhları kabzedici melek birden Gavs'm huzuruna gelip, ruhu pâklerini alamazdı.

Nitekim, bu sır şöyle de tecellî etmiştir:

Hazreti Gavs'm vefatı anı geldikte, Azrail (a.s.) bir Arap şahıs şeklinde sûretlenerek gelmiş, kendisine bir mektup ge­tirdiğini oğlu Abdülvehâb'a beyânla, mektubu oğluna vermiş­tir.

Gönül gözü açık olan Abdülvehâb (k.s.), bunun bu âlemdeki yazılara benzemeyen, lâhutî bir nağme (Gayb âlemine ait bir mektup) olduğunu anlamakta gecikmedi.

Güneş batmak üzere idi ki, Abdülvehâb (k.s.)'a verilen mektupda şu ilâhî irâde belirlenmekte idi:

Bu dünyada artık, Gavsü'l-âzâm'ın manevî görevi son bul­muş ve yüce velî, ahirete davet olunmaktaydı...

Mektup sevenden, sevilene yazılmış bir mektupdu. Bu mektupdan açıkça; Yüce Mevlâ (c.c.) Hz. Gavsü'l-âzâm'ın dediği Abdülkâdîr (k.s.)'u mahbûb (sevgili) mertebesine yük­seltmişti...

Bu mektubu okuyan Abdülvehâb (k.s.), sevinçle, keder arasında kalmıştı.

Âlemlerin Yüce Rabbi'nin, pederi Gavsü'l-âzâm'ı mahbub-luk sıfatına lâyık görmesi, bir yönüyle iki cihan değerinde idi. Fakat, bir taraftan da, insan olmasından dolayı, babasından ayrılacağını anlıyor, bu üzüntü ile göz yaşlarını tutamıyordu.

Söz sırası gelmişken şunu arz edelim ki:

Resûl-i Kibriya (s.a.v.)'in mir'âç gecesinde, âlemlerin yüce Rabbi kendilerine:

«Neden manevî oğlun Abdülkâdîr'i getirmedin... ?»

derken, nasıl ilâhî bir sevgiyle Gavsü'l-âzâm'a muhabbetini izhar buyuruşla, Gavsü'l-âzâm'ı âhirete davet buyururken de ona «Allah'ın Sevgilisi» olmak sıfatını da bahşetmesi, aynı ilâhî esrarı dile getirmekte idi.

Gavsü'l-âzâm (k.s.) canını, cananına teslim ederken, hatiften şu nida duyuldu:

- «Câennidâü yâ eyyühennefsilmutmainne ircü râdi-yetten mardiyye» (Âyet-i Kerîm'e)

Mâna-i şerîfi:

«Yâ mutmainlik makamına gelen nefs, sen Rabbinden, Rabbin senden hoşnut ve razı olarak cennetime gir!..»

Bu, şuna işarettir ki:

Ayrılmakla, âlemi göz yaşlarına gark ederken, âlem-i beka o yüce velîye kavuşmakla, sonsuz sürür buldu.

 

  1. “Abdulkadir Geylani bütün cin ve şeytan taifesini hükmü altına alıp hapis edecektir.”yalanı (S.122)

    Büyük peygamberlerden Süleyman (a.s.) bir gün kendisin­den sonra, Şeytanın ve Çin'lerin mahlûkata musallat olacak­larını düşünerek, bundan elem duyarmış.

Bu üzüntü ve endişe içinde iken, hatiften kendilerine şu nida vâki olmuş:

«Ya Süleyman (a.s.)!.. Hiç üzülme! Âhir zaman pey­gamberi Muhammed Mustafa (s.a.v.)'in temiz soyundan, öyle secaatli bir velî gelecektir ki: Abdülkâdîr Geylânî (k.s.) ismiyle anılan o velî, bütün Cin ve Şeytan taifesini hükmü altına alacaktır. Onları ilâhî esrarı ile HAK (c.c.)'nün izni ile hapis edecektir.»

Bu hâtîfi (gizli) nida ve sesleniş üzerine, Süleyman (a.s.)'ın kederi sevince dönüşmüş, ferahlayan Süleyman (a.s.) âlemlerin eşsiz Melîki, Sultanı, Hâlik-ı kâinat'a sonsuz şükür­lerde bulunmuştur.

Bundan, şu ilâhî sır meydana çıkmaktadır ki: Es-seyyid Eş-şeyh Abdülkâdîr Geylânî Hazretleri, insü cinnin (insanların ve cinlerin) hâkimidir.

Hattâ melâike-i kiram dâhi, onun itaat halkasmdadır.

Yüce velî Gavsü'l-âzâm'a, halifelerine binlerce selâm-ü salât ve rahmet olsun.

 

  1. Hayali olan Hızır’ın Abdulkadir Geylani övmesi yalanı (S.123-124)

     «Menâkibi Tâcü'l-Evliya ve Bürhanü'l-Esfiyâ» adlı menâki-bin, önemli ve çok üstün bir kıssası da, Hızır (a.s.)'m Gavsü'l-âzâm (k.s.)'u meth eden beyânıdır.

Bu menkıbe, Hızır (a.s.) ile buluşup, onunla konuşmuş olan Eş-şeyh Ebu Müdeyyinü'l-Müsebbi (r.a.) tarafından nakil buyurulmuştur.

Öyle anlaşılmaktadır ki:

Şeyh, âbı hayatı su sanmayan, ariflerin büyüklerindendir. Menâkibü'l-Evliyâ'nm yirmidördüncü sayfasında şöyle denili­yor:

Yirminci Menkıbede Hızır (a.s.)'ın Gavsü'l-âzâm'ı methü senasını dile getirmektedir.

Eş-Şeyh Ebû Müdeyyin, Menkıbe! Şerifi şöyle anlatıyor:   Hızır (a.s.) haklı olarak buyurmuştur ki:

(   — «Maşukîyet makamında bu gök kubbe altında Gavsü'l-
âzam ayarında hiçbir velî yoktur.»                                                     

    Burada birşey daha teyid'en anlaşılmaktadır ki;

Gavsü'l-âzâm'ın makam ve mertebesi maşukiyet makamı­dır. Zaten başka bir menkıbede, Allah'ü Zü'l-Celâl'in Abdülkâdîr Geylânî (k.s.)'u mahbub (sevilen), kendisini muhip (seven) görmesi, bu sırrı dile getirmektedir.

Gavsü'l-âzâm'a verilen mâşukiyet makamı ile ilgili olarak Hızır (a.s.) şöyle buyuruyor:

«Abdülkâdir Geylânf (k.s.) asrımızın doğu ve batıda tek ulu şeyhidir. O Gavsü'l-âzâm doğru bir imamdır. Bi­lenlerin bilgi belgesidir.»

 

  1. Alınan ruhu geri vermesi için ölüm meleği ile geri vermesi için ölüm meleği ile kavga etmesi yalanı (S.124-126)

       Dikkat buyurulursa, Gavsü'l-âzâm (k.s.)'un menkıbelerini sıraya koyarken, önce iki cihan serveri Peygamber Efendi-miz(s.a.v.)'in mir'âcındaki esrarı, âlemlerin yüce RABBİ'nin Gavsü'l-âzâm'ına açıkladığı sevginin sonsuzluğunu dile geti­ren, menkıbesini ilk sıraya almıştık.

Menâkip önem derecelerine göre, hep İlâhî aşkın Gavsü'l-âzâm'datecelliyâtını dile getirmektedir.

Bir tek kelime ile ifâde etmek gerekirse, bu ön sıraya aldı­ğımız menâkibin tümü, Abdülkâdîr Geylânî (k.s)'un mahbûbi-yet (sevgililik) makamına erişmesi ile ilgilidir.

Gavsü'l-âzâm Abdülkâdîr Geylânî (k.s.) da tecellî eden bu mahbûbiyet sırrına, evvelce de işaret ettiğimiz gibi mâşukiyet esrarı denilmiştir.

Nitekim Hızır (a.s.) bu makam'a şöyle işaret buyurmuşlar­dır:

«Mâşûkiyet makamında, bu semâvat ve gök kubbenin altında, Gavsü'l-âzâm ayarında ve ona eş hiç bir velî yoktur.»

Şimdi anlatacağımız, ölüm meleğinin elinden kabzedilmiş ruhun kurtarılması dahî, işte bu mahbubiyetin tecellîyatmdan-dır.

Kıssa, Seyyid Ahmed-i Rufai Hz. tarafından büyük bir vü-sukla anlatılmaktadır.

«Menâkib-i Tâcü'l-Evliyâ»'da; Bu yedinci menkıbeye, 'Er-vah'm (Ruhların) Azrail (a.s.)'dan kurtarılması kerameti!.."

başlığı altında temas buyurulmuştur.

Bu menkıbe Gavsü'l-âzâm'ı n mâşûkiyet (sevgililik) maka­mında olmasından doğmaktadır.

Menkıbe şöyledir,:

Gavsü'l-âzâm   Abdülkâdîr   Geylânî   (k.s.)'un   mürit   ve' hadimlerinden (hizmetçi) birisinin ruhu, Azrail (a.s.) tarafından kabzedilir (alınır)...

Mevtanın hanımı Gavsü'l-âzâm'ın saygı değer eşlerinden, Bocasının ruhunun Azrail (a.s.)'m kabzından kurtarılması için yardım isteğinde bulunur.

i Gavsü'l-âzâm'a gelen bu rica üzerine, Yüce Gavs murakabe âlemine dalar. Birden müşahade buyurur ki:

Ölüm meleği, sözü edilen mürit ve hâdîminin ruhunu kaz-betmiş ve kabzettiği o ruhu beraberinde götürmektedir.

Yüce Gavs, mahbubiyet tecellisini kullanarak, Azrail (a.s.)'dan kabzettiği rûnu, tekrar bedene iadesini ister.

Buna cevaben Azrail (a.s.):

«Ya Gavs! Bu mümkün değildir. Zîra ALLAH'ın irâdesi ile
ben ismini söylediğin şahsın ruhunu kabzettim ve beraberimde
belirtilen yere götürüyorum.»
der.

Ancak, Gavsü'l-âzâm mâşûkiyet makamının verdiği yetki ile kabzedilen rûh'un tekrar iadesi hususunda ısrarda bulundu...

Azrail (a.s.) tekrar direnince, Abdülkâdîr Geylânî Hazretle-' ri'nde mahbûbiyet hikmeti zahir olur.

[Dikkat buyurulursa bu hikmet şu esrara tâalluk eder ki; yüce velîlerin bir tek mertebei niyazları levh-i mahfuzu izni Hakla yazar, bozar tahtasına çevirir.]

 

O zaman, Azrail (a.s.) âlemlerin Rabbi'ne şöyle de:

—  «Ya Alîm,   Ya Kâdîr,  SEN herşeyden haberdarsın.Mahbûbunla, aramızdaki konuşmayı bilirsin. Yüce malûmun ki;
mahbûbun Gavsü'l-âzâm beraberimdeki rûh'u geri istemekte­dir. İlâhî buyruğun nedir?»
diye sordu.

Hak, Azze ve Cellehü şöyle buyurdu:

—  «Gavsü'l-âzâm Abdülkâdîr Geylânî, mâşûkiyet makamında bir velîmdir. O, mahbûb ben muhibbim ne isti­yorsa onu yap.»

İlâhî emirlerini izhar buyurdu.

O vakit de, ölüm meleği olan Azrail (a.s.) teeddüd etmiş ol­maktan pişman oldu.

 

  1. “Eskiden yaşamış rahibi diriltiğinde (Benim iznimle kalk) deseydim, bütün ölüler dirilirdi.” Şirki (S.127-128)

      "Esratü't-Talibin" namlı yüce eserde şu menkıbe nakil olu-nur:

Birgün, Gavsü'l-âzâm müslümanlarla, hristiyanların müşte­reken oturdukları bir mahalden geçiyordu...

O sırada bir müslümanla bir hristiyan bir konuyu tartışıyor­lardı. Bunu işiten Gavsü'l-âzâm Hz.'leri:

  «Münâkaşanızın sebebi nedir?» diye sordu. Onlar da

  «Hz. İsa mı, Hz. Muhammed mi daha büyüktür diye tar­tışıyoruz» dediler.

Gavsü'l-âzâm Hz.'leri hristiyana sordu;

  «Hz. İsa'nın büyüklüğünü hangi mucizatıyla kabul eder­
siniz?»
O da;

  «Ölüyü diriltti» dedi.

f

Bunun üzerine Gavsü'l-âzâm Hz.'leri;

- «Ben bir nebî değilim. Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ümme­tinden varis-i nebîyim. Benimle beraber gelir misiniz?» der.

Hristiyanın «Evet» cevabı vermesi üzerine, çok eski hristi­yan mezarlarının bulunduğu bir kabristana gidildi. Gavsü'l-âzâm Abdülkâdîr Geylânî (k.s.) o kabristandaki eski mezar­lardan birinin başına geçti ve asırlar önce ölmüş mevta'ya:

«KumBiızrmâh» (Allah'ü Zü'l-Celâl'inTzniyre1<ark!)

    Deyince mevta dirildi ve mezarından kalktı ve kendisinin

 

 eskiden yaşamış bir rahip olduğunu söyledi. O zaman Gavs Hazretleri hristiyana dönerek: - «Evlâdım, «KUMBİ'İZNİLLAH» dedim, bu ölü dirildi. Eğer «KUMBİİZNİ» (benim'iznimle kalk) deseydim, mezarlıkta kimse kalmaz bütün ölüler dirilirdi...» buyurdu.

 

  1. “Kabrinden  ben Abdulkadir’in kuluyum deyince Allah deyince Allah günahlarını bağışlar.” İftirası (S.132)

    En güvenilir kaynaklarca doğrulanan bu menkıbe şöyledir:

Mümin fakat, fâsık ve günahkâr bir kul vefat eder. Kabre defn olundukta Münkir ve Nekir adındaki soru melekleri gelerek kendisine:

«RABBİN kim? NEBİÎN kim? Hangi DİN üzeresin?»

diye sorarlar. Bu günahkâr kul bütün suâllere verdiği ce­vapta:

«Lî Abdülkâdîr (Abdülkâdîr'in kuluyum)»

diyerek cevap verir. Münkir ve Nekir bu cevap üzerine, ne yapacaklarını şaşırırlar...

Tam bu esnada, soru meleklerine şu hitap nazil olur:

  «Ya Münkir, Nekir bu kul fâsık kullarımdandı. Ancak,o mahbubum olan Es-seyyid Abdülkâdîr'in sevgisiyle kalbi dolu olan bir kuldur. Hayatında hep bu aşkla yaşa­
mıştır.»

Sonra, âlemler'in yüce Rabbi (c.c.) bu sebeple o günahkâr kulunun günahlarını bağışlamak lutfunda bulundu.

 

  1. Kız çocuğunu kucağına aldı ve erkek olarak iade etmesi şirki (S.134-135)

      Bu aslında Farsça bir menkıbeden alınan ve Abdülkâdîr Geylânî (k.s.)'a ait bulunan keramet, Davüdü'l-Kâdirî (k.s.)'dan nakledilmiştir.

Bu itibarla, sıhhatinden en ufak şüphe akla gelemez. Bu menkıbe «Menâkibi Tâcü'l-Evliyâ ve Burhanü'l-Esfiyâ»'nın sekizinci menkıbesini teşkil etmektedir. Bu da makam-ı mâşukiyetde bulunan Gavsü'l-âzâm'ın mahbûbiyet sırrı ile ilgili olduğundan üzerinde önemle durduk.

  Bir gün; Şeyh Mehmet Sühreverdi'nin hanımı, Hazreti Abdülkâdîr Geylânî (k.s.)'ünün evine geldi. Ve kendisinin hiç çocuğu olmadığından Cenâb-ı Allah'a bir erkek evlât ihsan
etmesi için niyazda bulunmasını rica etti. Hz. Pîr;

  « Yarabbi, bu hatun bir erkek evlât ihsan etmeni istiyor»
deyince, Cenâb-ı Allah'dan şu hitabı duydu:

  «Ya Gavsü'l-âzâm, bu kadının kaderinde evlât yok­
tur.»

Abdülkâdîr Geylânî Hz. üç defa ALLAH (c.c.)'a yalvardı. Ve üçünde de aynı cevap karşısında kalınca aşkı muhabbeti! bir derya gibi kabardı ve sırtından hırka-i şeriflerini çıkarıp attı.

ve;

«Ya Rabbi, bu hatuna bir evlât ihsan etmedikçe bu hır-

kayı giymeyeceğim» dedi...

O sırada sultanı Külli Enbiya ALLAH'ın aynası, gönülle in padişahı Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.) zuhur eyledi... ye mübarek eliyle hırkayı Hz. Pîr'e uzattı:

«Ey benim gözümün nuru oğlum, âşık ile maşuk arasında
bu gibi nazlar, cilveler daima olur. ALLAH, o hatuna bir evlât
ihsan buyurdu.» dedi.

Hz. Pîr Allah'a şükretti. Ve hatuna da müjdeyi verdi. Bir müddet sonra, hatun bir kız evlât doğurdu. Evlâdının bir kız evlât olduğunu görünce onu bir kırmızı kundağa sarıp Ap-dülkâdîr Geylânî Hazretlerinin yanına vardı.

«Ya Sultan-ı âlem, ben Allah'tan bir erkek evlât istemife-
tim, halbuki kız oldu...» dedi...

Kadının bu kelâmının üzerine; Hazreti Bazül Eşhep, çocuğu kucağına aldı. Ve kimyayı saadet olan ilâhî bakışlarını çocuğun yüzüne dikti. Ve kerâmetleriyle erkek olan bu çocuğu validş-sine uzattı:

—  « Ya hatun, bu çocuk benim evlâdımdır. İsmini «Şeyh
Şehabeddin Sühreverdi» koy, ömrü uzun, müritleri çok ol\
sun!..»
diye dua etti.

İşte bu çocuk büyüdü. Ve meşhur olup; Gülistan1! yazan Şeyh Sadii Şirazî'yi. Şeyh Şehabeddin'i yetiştirdi.

 

  1. “Gavsın sağlığında intisap edemeyen mısırlı tüccar 40 yıl sonra kabrine gelerek yalvarır ve dirilterek mısırlıyı kabul eder.” İftirası (S.136-137)

      «Menâkib-i Tâcü'l-Evliya ve Burhanü'l-Esfiyâ» adlı eserin çok dikkate şayan menkıbelerinden birisi de bu menkıbedir. Şöyle anlatılmıştır:

Mısırlı ve inancı çok sağlam bir tacir, tam bir ihlâsla Gav-sü'l-âzâm'm hayatında kendisine intisab etmek ister...

Fakat, tecellî eden kaderin sırrına bakın ki, bir türlü intisab şerefine ermek için izin ve fırsat bulamaz. Tam kırk yıl ardı arkası kesilmeyen engeller yüzünden, bu dileği gerçekleşmez. İntisab için Bağdat'a geldiğinde, Şeyh (r.a.)'ınn beka mülküne şeref verdiklerini duyar.

Kalbi bu kederle kan ağlayan tacir, o kadar elem ve ızdırap duyar ki, ölümü erişilmesi gerekli son fırsat bilerek, hayatına son vermeyi bile düşünür.

Bunun şer'an yasaklanmış olmasından dolayı, eliyle haya­tına son vermeğe cesaret edemez. Bu çaresizlik içinde kıvra­nır...

"İşfe" böyle bir günde, Gavsü'l-âzâm (k.s.)'un kabri şeriflerini ziyarete gider. Göz yaşları içinde bu fâni âlemde intisap ede-meyişinin hicranını dile getirir...

O anda kabri şerifin başında, dâima HAY (diri) olan Abdülkâdîr Geylânî (k.s.) belirir.

Böylece elini tacire uzatan yüce velî, kendisini silsile-i şe­riflerine, kabul buyururlar.

Bu vesileyle ehlullâh'ın daima diri olduğunu, gösteren şu arifane söylenmiş şu beyitlen bu menkıbeye son verelim.

«İki âlemde tasarruf ehlidir ruhu velî Dîme kim bumürdedir ondan nice derman ola Ruhu şimşiri hüdâdır ten gılaf olmuş ona Dahi âla kâr eder bîr tiğ kim üryan ola.»

 

  1. “Abdulkadir seven bir Hindu öldükten sonra Müslüman oldu.” Yalanı (S.138-139)

       Çok emin kaynaklardan alınmıştır ki, Burhâniyur beldesinde zengin bir hindûnun, Hz. Gavsü'l-âzâm Abdülkâdîr Geylânî (k.s.)'a hem sonsuz bir güveni, he de hudutsuz bir sevgisi vardı. Kendisini çeşitli vesilelerle yemek ziyafetlerine davet eder, Gavsü'l-âzâm (k.s.) ile beraber birçok önemli kimseleri de davet sofralarında cem ettiği (topladığı) gibi, fakirlere dahi ni­met ve ihsanını esirgemezdi...

Dini İslâm olmayan bu hindu öldü. Kendisinin ölüm ânına kadar İslâmiyet'le olan ilgisi, sırf mahbubu hüdâ Abdülkâdîr Geyiânî (k.s.)'a kalbinde duyduğu sevgiden ibaretti.

Ölümünden Hintli âdetlerine göre cesedinin yakılıp külleri­nin denize savrulması gerekiyordu.

Bir çok odun toplanmış, hindûnun cesedinin bâtıl inançları-na göre yanmasına ramak kalmıştı.

Hakk Teâlâ (c.c.) Hazretleri'nin hikmetine bakın ki; cesedin alev almasını kolaylaştıracak bir tek kıl bile kalmadığı gibi, o anda odunların yakılacağı yerde bir akarsu belirir ve odunların hepsini ateş almayacak şekilde ıslatır.

Orada bulunup bu durumu gören herkes, hayretler içinde kaldılar...

En kör gözler bile görmekte gecikmediler ki: Bu hindu Gavsü'l-âzâm'ın himmeti ve mahbubiyet sırrı ile İslâm olarak ruhunu teslim etmiştir.

Hindunun evlâtlarına haber gönderilerek, babalarının dinî islâm üzere defnedilmesi lüzumu bildirildi. Cenaze yakılmak­tan vazgeçilerek, dinî İslâm üzerine gâsl edildi.

Böylece Gavsü'l-âzâm Abdülkâdîr Geylânî (k.s.)'a sevgi mevta'yı âhiret mutluluğuna dahi kavuşturdu.

 

  1. Abdulkadir’in borcunu ödemesi için Allah’ın altınla birlikte bir melek göndermesi yalanı (S.139-140)

     Gavsü'l-âzâm, Es-seyyid ve Eş-şeyh Abdülkâdîr Geylânî (k.s.)'un bir hâdîmi (hizmetinde bulunan bir müridi) şöyle rivayet etmiştir:

— Şeyh Hazretleri, misafirleri çok olduğu cihetle, iki yüz al­
tın borçlanmıştı...

Bir gün; tanımadığım bir şahıs geldi ve izin dâhi istemeğe gerek duymadan, Şeyh Hazretleri'nin yanına girdi. Uzunca bir süre sohbetde bulundular. Sonra bir miktar altın çıkarıp, koyup gitti... Koyduğu altın borçlarını kat kat ödeyecek miktarda idi.

Şeyh Hazretleri bana bir şey sormağa fırsat bırakmadan şöyle buyurdular:

«Bu gelen Kadri Sarrafî'dir.»
Dedim ki:

«Ya hazret! Ben bundan bir şey anlayamadım. Bu Kadrî
Sarrafî ne demektir ve kimdir?»

Gavsü'l-âzâm şöyle buyurdular:

«Bu bir ferişte yâni melektir ki: Allahü Tebârek ve TeâlâHazretleri evliyaullaha gönderir. Tâ  ki, onlar borçlarını ödeyebilsinler.»

 

  1. Mezarlarında ölüler isteklerinin yerine gelmesi için rica ve istirhamda bulunmaları yalanı (S.142-143)

       Gavsû'l-âzâm buyurdular ki:

—  «Bugün Şeyh Hammad Hazretleri'ni kabrinde gördüm.
Elmaslarla süslü bir elbise giymişti. Başında yakuttan bir taç,
elinde altın bilezikler ve ayağında atından ayakkabılar vardı.
Yalnız dikkat ettim, sağ eli nedense tutmuyordu. Kendilerine
sordum...

Cevaben dediler ki:

   "İşte bu elimle seni suya atmıştım." Sonra bana döne­
rek;

   "Bu illeti benden geçirmeğe gücün yeter mi?" diye sor­
dular.

   "Evet, gücüm yeter" dedim. O zaman bana,

   "Hakk Teâlâ'ya rica ve niyazda bulun ki; kullanılmaz
haldeki elime güç versin, yani onu bana iade etsin."

Ben, hemen Hak (c.c.)'den rica ve istirhamda bulundum. Ayrıca, ölülerden beş yüce velî dâhi kendi kabirlerinden rica ve istirhamda bulundular. Bu beş velîden birisi, o kadar istir­hamda bulundu ki; Hak (c.c.) Hazretleri dualarımızı kabul bu­yurarak, Hammad (k.s.)'un elini geri verdi ve o el benim elimi bıkarak, benimle görüştü...»

Bu söz, Bağdat'a yayılınca, Bağdat şeyhleri ve onların mü-ritjleri toplanıp, Şeyh Abdülkâdîr Geylânî Hazretleri'nin sözleri­nin, doğru olup olmadığını araştırma yoluna saptılar...

Bu haberi kendisine sormak için, Şeyh Hazretlerinin med­resesine geldiler. Fakat Şeyh'in heybetinden, kendisine kimse bir şey soramadı.

Lâkin, Yüce Gavsü'l-âzâm (k.s.) onların ne maksatla geldiklerini keşfen anlamışlardı.

             Onlara dönerek:

«Aranızdan keşfü kerametine inandığımız iki zâtı seçiniz. Onlar sözlerimin doğruluk derecesini araştırsınlar» buyurdu.

O cemaatda keşif ehli olduğuna, kimsenin şüphe etmediği Şeyh Ebu Yusuf Bin Eyyübü'l-Hamedâni (k.s.) ile Şeyh Muhammed Abdürrahman (k.s.)'u seçtiler.

Gavsü'l-âzâm onlara şöyle buyurdu:

—  «Bu iki keşif ehli çekilip, ibâdet edebilecekleri bir yere gitsinler. Siz dâhi onlar gelinceye kadar, murakabe halinde burada bekleyiniz.» dediler.

Gavsü'l-âzâm dahil hepsi murakabeye daldılar. Aradan bir süre geçmişti. Önce Yusuf Hazretleri tahkikini bitirmiş olacaklar ki; medrese dışında bir ses yükseldi.

Yusuf (k.s.) pek fazla acele ederek, medreseye doğru ko­şuyordu. Medreseye vardığında bu keşif sahibi velî şöyle bu­yurdu:

"Hak, Sübhane ve Teâlâ buyurdu ki:

«Ey Yusuf! Koş o cemaat'a duy ur. Gavsü'l-âzâm mahbub'umun anlattıkları, doğru ve aynen vâkidir.»

Daha Yusuf (k.s) bu sözleri söylerken, arkadan Şeyh Ab­dürrahman (k.s.) teşrif edip, Şeyh Yusuf (k.s.)'nin anlattıklarını doğruladı.  

 

  1. “Abdulkadir  Geylani yediği tavuğu diriltti.” İftirası (S.147)

     Şimdi anlatıp, açıklamasını yapacağımız bu menkıbe, hem Âbdülkâdîr Geylânî (k.s.)'un büyük bir kerametinin naklidir, hem de bu menkıbede ledün gizliliklerine ait pek çok esrar gizlidir.

Bir gün, sâlihat-ı nisvandan (Allah yolunda çalışan kadın­lardan) biri oğlu ile zamanın kutbu Gavsü'l-âzâm Âbdülkâdîr Geylânî (k.s.)'un yanlarına gelip, oğlunu yüce Velî'nin terbiye ve irşadı altına bırakır.

Kadın bir süre sonra oğlunu ziyarete geldiğinde, oğlunun katıksız arpa ekmeği yediğini, buna karşılık Gavsü'l-âzâm'ın tavuk eti yemekte olduğunu görünce Gavsü'l-âzâm'a:

- «Ya Gavs!... Siz tavuk eti yiyorsunuz, oğlum ise arpa ekmeği ile vakit geçiriyor. Ona da kuvvetlenmesi için biraz ta­vuk eti yedirin.» diyerek, haddine tecâvüz eden sözler söyler. Gavsü'l-âzâm (k.s.) bu lâyık olmadığı yersiz sözlere karşı hiç bir şey söylemiyor, önünde duran yenilmiş tavuğun kemiklerine yönelerek, o ölü kemiklere:

-«Kum bi iznillah ellezi yuhyul izamü vehiye remim (Allahü Teâlâ'nın izniyle kalk ve diril. O Allah ki; çürümüş kemiklere hayat bahşeder.»

Bu dua ile (ki; bize KÜN "OL!" emrinin tecellîsidir) o etleri kalmamış tavuk tekrar dirilip hayat buluyor...

 

  1.  Abdulkadir  Geylani’nin vaazına peygamberin teşrif etmesi yalanı (S.162)

 

GAVSÜ L-ÂZÂM MİNBERDE İKEN

RESUL İ KİBRİYA (S.A.V.)'İN MÜBAREK YÜZÜNÜN

GÖRÜNMESİ HAKKINDA

 

«Şahidi gaybi tecellî eylese aynül'ıyan Çak eder âşık o şevk ile vücûdun câmesin.»

Bu beyît eserîn Arapça aslında kırk ikinci sayfasında men­kıbenin başına konmuştur ki; menkıbe'nin öz'ünü beyît olarak anlatmıştır... Şerh edildiğine göre bu olay şöyle vuku bulmuş­tur:

Bir gün Gavsü'l-âzâm minberde ünlü vaazlarından birisini vermekte idi. Birden saygı göstererek minberden indi. Mü-tevâzi bir durumda yerine oturdu. Pek tabiî edeb ve terbiye kurallarına uyarak vaazını da kesti. Buna pek şaşıran orada bulunanlar, bu durumun nedenini sorduklarında şu cevabı al­dılar:

   «Yüce ceddim sebebi kâinat olan Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz teşrif buyurdular. Bunun üzerine edeb ve erkân gereği ayağa kalktım ve vaazı bıraktım. Ancak kendileri izin verdikten sonra vaaza devam eyledim...»

 

  1. Abdulkadir  Geylani hücresinin tavanı yarılarak kendisine ulvi alemden yemler gönderilmesi yalanı (S.173)

      Dokuzuncu menkıbe ve kıssayı teşkil eden bu bahiste Gavsü'l-âzâm'a semâdan indirilen cennet yemekleri konu edilmektedir.

Gavsü'l-âzâm (k.s.) erbain (*) çıkarttığı günlerde idi. Bu esnada kalbine iftarda dâhi sudan başka ne yiyecek, ne de içecek bir şey bulunmadığı geldi. Erbainin tamam olduğu gün şöyle bir tecellî meydana geldi ki, ansızın hücrenin tavanı ya­rıldı. Bir zât, sağ elinde bir altın tepsi ve altın silsile, sol elinde gümüş, onda da gümüş silsile olduğu halde hücreye dahil oldu. Sorulara pek cevap vermeden kısaca bunların ulvî âlemden geldiğini beyanla yetindi. Tepsilerde çeşitli nadide meyvalar mevcuttu.

Gavsü'l-âzâm (k.s.) menkıbenin devamını şöyle anlatıyor­lar.

«Meyvaları altın ve gümüş tepsilerde getiren zât henüz uzaklaşmıştı ki, ceddî pakım (Resûlüllah) gönderilen şeyleri iftarda yememi bana hatırlattı. Nitekim iftar vakti göklerden bir melek cennet yiyecekleri dolu mâna sahanları ile indi, bana getirdi. Biz de müritlerimizle bu yemeklerden yiyerek Hakk Teâlâ (c. c.)'ünün yüce ziyafet ve ihsanlarına sonsuz teşek­kürlerde bulunduk...» buyurdular.

(*) Erbain: Kırk gün, kırk gece çilehâneye çekilerek az uyumak, az yemek ve az konuşmak suretiyle devamlı ibâdetle, zikirle uğraşmak. Riyâzat, itikâf.

  1. Kendisinden iki yüz sene sonra gelecek Bahaddin Nakşibendi haber vermesi yalanı (S.353-354)

        —       «Bundan ikiyüz sene sonra Horasan ilinden Baheeddin isminde bir şeyh çıkacak. Kendisi gayet âlim ve büyük bir zât olacak!..»

Vakta ki aradan bu kadar zaman geçti. Cenâb-ı Gavsü'l-azâm'ın sözleri aynen çıktı. Şeyh Bahâeddin (Nakşibendî) Horasan illerinde zuhura geldi.

Şah Bahâeddîn Nakşibendî anlatıyor:

Şeyhim Gülâl bana ism-i Celâl, yâni ALLAH ismini telkin etmişti. Ve bu isimle meşgul olmamı isterdi.

Ben de bu ismi çeker, tefekkür ederdim. Lâkin isim yalnız dudaklarımda kalır, kalbime bir türlü işlemezdi. İşte bundan dolayı sıkıntı içindeydim.

Bu ahvalde kırlarda dolaşırken Hızır Aleyhisselâm benim hacetimi bir anda keşfedip bana:

—  «Ey Bahâeddin! dedi, sıkılma! Elbet senin de derdiniı
çaresi bulunur...»

Ben ona sual ettim:

Benim derdimin çaresi nasıl bulunabilir?
O dedi ki:

«Yeryüzünde tasarruf sahibi bir büyük velî vardır, İsmi Abdülkâdîr'dir. Türbesi Bağdat şehrindedir. Kim ondan hace dilerse hacetine yetişir.»

Bunun üzerine Seyyid Abdülkâdîr'den istimdat etim. Ve c gece mânada kendimi Gavsü'l-âzâm Sultan Şeyh Abdülkâdîr'in huzurunda buldum. Ve ona derdimi anlattım. Haz ret-i Gavsü'l-âzâm bir kere:

«Allah!»

Dedi ve elini göğsümün üzerine koydu. O anda kalbimdeki sıkıntı gitti ve bana hikmet perdeleri açıldı.

Sabah olup uyandığımda kendimi nur ve sürür içinde buldum. Gözümü göğsüme çevirdiğimde orada bir yazı ile ALLAH jsmini okudum. Ve ismim de Nakşibend oldu.