Kaynak: Abdülkadir Geylani Hayatı, Eserleri, Görüşleri - Dilaver Gürer, İnsan Yayınları, Düşünürler Dizisi, İstanbul 1999

 

  1. Şeytanların çöllerde kuruntuya düşürdüğü Geylani, velisi adına yalan söylüyor. (S.84-85)

     İbnTeymiyye, şeytanın insanı aldatması konusunda Abdül-"kadir Geylânî hakkında anlatılan      şu meşhur menkıbeyi örnek ve­rerek, herkesin onun gibi olması gerektiğini tavsiye eder:

"Şeytanın aldatmak gayesiyle güzel bir surette görünmesi hâ- disesi birçok kişinin başına gelmiştir. Bunlardan bâzılarım Allâ-hu Teâlâ korumuş ve onlar karşılarında güzel surette duranın ha­kikatte şeytan olduğunu bilmişlerdir, işte korunanlardan birisi de meşhur hikâyesinde şöyle diyen Abdülkâdir Geylânî'dir:

"Bir defasında ibâdet ederken, büyük bir arş ve üzerinde bir nur gördüm. O nur bana:

—Ey Abdülkâdir! Ben senin rabbinim. Başkalarına haram kıldığım her şeyi sana helal kıldım, dedi. Ben ona şöyle cevap verdim:

—Sen kendisinden başka ilâh olmayan Allah'sın, öyle mi ?!.. Defol, ey Allah'ın düşmanı!.

Bunun ardından o nur parçalandı ve karanlığa dönüşerek bana şunları dedi:

—Ey Abdülkâdir! Benden, dinindeki ve ilmindeki fıkhınla, sağlam kavrayışınla ve bir de ahvalde katetmiş olduğun derecen­le kurtuldun. Yoksa ben, yetmiş kişiyi (kesretten kinaye) bu şe­kilde aldattım.

Ona o nurun şeytan olduğunu nereden anladığı sorulduğun­da da şöyle der:

 

Bunu onun "başkalarına haram kıldığım her şeyi sana helal kıldım" sözünden anladım. Çünkü biliyoruz ki, şerîat-i Muhammedî (s.a.v.) ne nesh olur, ne de değişir. Bu sebeple şeytan bana: 'Senin rabbinim' dedi. 'Ben, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım' demeye gücü yetmedi."

 

  1. 521 (M.1127) Halüsülasyon görerek hayali varmış gibi göstermesi (S.86)

      Rivayete gö­re, kendisine Muhyiddin denmesinin sebebi sorulduğunda Ab­dülkâdir Geylânî'nin cevâbı şu şekilde olmuştur:

"521 (m. 1127) yılında bir cuma günü, rengi bozulmuş, cılız bedenli birisiyle karşılaştım. Bana:

"—es-Selâmü aleyk, ey Abdülkâdir!" dedi. Selâmına mukabelede bulundum. Sonra: "—Yaklaş," dedi. Yaklaştım.

"—Yanıma otur," dedi. Yanına oturdum. Birden, bedeni büyüdü, yüzü güzelleşti ve rengi açılıverdi. Ben bu durumdan korktum. Bana:

"—Beni tanıyor musun?" dedi. "—Hayır," dedim.

"—Ben dînim. Ben, senin gördüğün gibi zayıflamıştım. Allâhu Teâla beni seninle canlandırdı. Sen "Muhyiddin"sin," dedi. Abdülkâdir Geylânî bu târihten sonra insanların kendisine bu la­kap ile hitap ettiklerini belirtir.

 

  1. “Akdoğan lakabı melekut aleminde yazılıydı.” Yalanı (S.87)

 

     Ben, ağaçlarda şakıyan bülbül,

Yükseklerde ise Bâz-ı Eşheb'im"

Başka bir rivayete göre, bu lakabı Abdülkâdir Geylânî hakkın- da ilk kullanan kişi Şam'da Ukayl el-Minbecî (v. ?)olmuştur.  Aliyyü'l-Kârî'ye göre ise bu lakab onun melekût âleminde yazılı ismiydi.

Abdülbâkî Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin Rûmî'nin (v. l 672/1273) Mesnevî-yi şerîf’indeki:

"Eşsiz kır doğanda fare kuyu, oldu mu ?!..

Farelerin kusuru olur, hayvanların arlandığı bir hayvan

kesilir !."

 

  1. Kapandan habersiz halkı öküz masalı ile aldatması (S.89-90)

     ÖKÜZÜN KENDiSiNE KONUŞMASIve EŞKIYANIN TEVBE ETMESi

Abdülkâdir Geylânî küçüklüğünden itibaren ilme ve tasavvuf büyüklerine karşı içerisinde derin bir heves ve iştiyak duymakta- lir. Zamanın ilim ve kültür merkezlerine gidip, ilmini genişlet-nek ve mânâ büyüklerinden feyizlenmek arzusuyla yanıp tutuş­maktadır. Muhtemelen isteğini annesine bildirmiş, fakat annesi yaşının ilerlemiş olması sebebiyle, belki oğlunu bir daha göreme­yeceği endişesiyle, -ki, muhtemelen de öyle olmuştur- ona izin vermemiştir. Ancak bir gün meydâna gelen ilginç bir hâdise genç ilim âşığının bu arzusunu gerçekleştirmesine vesîle olur. Abdül­kâdir Geylânî ilim tahsiline sebep olan bu hâdiseyi şöyle anlatır:

"Küçükken, bir arefe günü arazîye çıkmıştım. Çift süren öküzlerin peşine takıldım. Bir öküz bana dönerek şöyle dedi:

—"Ne bu iş için yaratıldın, ne de bununla emredildin..." Bu­nun üzerine, korkarak, eve döndüm. Evin damına çıktım. Orada 'Arafat'ta vakfeye duran insanları gördüm. Hemen anneme koş-tum. Ondan, Bağdat'a gidip ilimle iştigal ve sâlihleri ziyaret etmem hususunda izin istedim. Benden bu işin sebebini sordu. Ben de durumu kendisine bildirdim"

 

 

  1. Sahrada kendini üç yıl bekleten Hızır uydurması (S.90)

     HIZIR ( A.S. ) ÎLE GÖRÜŞMESİ

 

Abdülkâdir Geylânî'nin iki defa Hızır (a.s.) ile karşılaştığı rivâyet edilir. Bunların ilki, Abdülkâdir Geylânî'nin Bağdat'a ilk ge­lişi sırasında gerçekleşmiştir. Yolculuk esnasında Hızır (a.s.) ge­lerek, kendisine muhalefet etmemesi şartıyla Abdülkâdir Geylâ­nî'ye refakat edebileceğini bildirir. Bu anda Abdülkâdir Geylânî, o zâtın Hızır (a.s.) olduğunu bilmemektedir. Ama teklifini kabul eder. Bağdat'ın girişine geldiklerinde Hızır (a.s.), Abdülkâdir Geylânî'ye bulunduktan yerde oturmasını ve oradan kendisi izin verinceye kadar ayrılmamasını tenbihler. Abdülkâdir Geylânî bu emre uyarak üç sene Bağdat'ın dışında bekler ve hayâtını sah­rada bulunabilecek yiyeceklerden yiyerek devam ettirir. Ancak her sene Hızır (a.s.) gelmekte ve ona beklemesini tekrarlamakta­dır. Nihayet üçüncü sene sonunda Hızır (a.s.) yanında yemek ol­duğu halde gelir ve kendisini tanıtır. Beraberce yemeği yerler.
 Sonra Hızır (a.s.) Abdülkâdir Geylânî'ye artık, Bağdat'a girebileceğini söyler. Bu hayâtı esnasında ise Abdülkâdir Geylânî cinlerle şeytanlarla ve diğer bâzı yaratıklarla karşılaşmış, onlarla mücâdele etmiş ve savaşlara girişmiştir.              

 

  1. Acemi Burcunda Allah’ın sünnetine karşı gelen bir Budist yaşantısı (S.91)

 

Hızır (a.s) ile Abdülkâdir Geylânî'nin diğer bir karşılaşması,onun nefsiyle sıkı bir muahedeye girdiği inziva yıllarına rastlar.Bu olayı Abdülkâdir Geylânî şöyle anlatır:

"... O yıllarda benim ikâmetim sebebiyle şu anda Acemî Bur­cu denilen yerde onbir sene kaldım. Bu sırada, birisi yedirinceye kadar yememeyi ve birisi içirinceye kadar içmemeyi Allâhu Teâlâ'ya ahdettim. Kırk gün hiçbir şey yemeden, içmeden durdum.

 Sonra yanıma elinde ekmek ve yemek olan birisi geldi. Onları önüme bırakarak yanımdan ayrıldı. Bu sırada nefsim açlığın şid­detinden dolayı neredeyse, yemeğin ortasına düşecekti. Ben kendi kendime: "Vallahi!.. Rabbim ile yaptığım muahedeyi asla boz­mayacağım" dedim. Bunun üzerine içimden "açım, açım!.." diye bağıran sesler geliyordu. Ama o seslere hiç aldırış etmedim. Bu durumumu öğrenen Ebû Sa'd el-Muharrimî yanıma gelerek:

—Bu hâlin nedir, ey Abdülkâdir ?!... dedi.

Bu nefsin sıkıntısıdır. Ruh ise Mevlâ'sıyla rahattadır, dedim.
Bana "Bâbü'l-Ezc'e gelmemi" söyleyerek yanımdan ayrıldı. Ben yine kendi kendime: "Buradan emirsiz ayrılmayacağım !.." de­dim. Bundan sonra yanıma Ebu'l-Abbâs Hızır (a.s.) geldi:

Kalk ve Ebû Sa'd'in yanına git, dedi.

Ebû Sa'd'e gittiğimde onu kapıda hazır bir şekilde beni bek­liyor buldum. Bana:

— içinde bulunduğun durumdan dolayı, benim "yanıma gel, beni takip et" demem, sana yetmedi mi de, Hızır'ın emrini bekle­din ?!.. dedi.

Sonra beni evine aldı. Evde hazır bir sofra vardı. Bana, do­yuncaya kadar kendi elleriyle yemek yedirdi. Sonra da hırka giy­dirdi. Bu zamandan sonra da ondan hiç ayrılmadım."

Bu menkıbe Abdülkâdir Geylânî'nin şeyhi ile buluşmasını anlatması açısından olduğu kadar, onun nefsiyle mücâhedesinde-ki azmini göstermesi açısından da kayda değerdir.

Burada bu konuyla ilgili bir noktaya daha temas etmek iste­
riz: Hızır (a.s.) ile görüşme büyük sûfîlerin ortak özelliklerinden görünmektedir. Nitekim, Yûsuf el-Hemedânî'nin, Abdülhâlık
Gucdevânî'nin, Hoca Ahmed Yesevî'nin ve Ahmed er-Rifâî'nin Hızır (a.s.) ile görüştüklerini tasavvuf târihinden biliyoruz.

 

  1. Levh-i Mahfuzu  görme ve kaderin rüyada meydana gelmesi  iftirası (S.92-93)

DUÂSIYLA KADERİN RÜYADA GERÇEKLEŞMESi

 

Abdûlkâdir Geylânî Bağdat'a gelmiş, ilim tahsilini tamamla­mış ve tasavvuf yoluna intisap ederek, ahvâl ve makâmât sahibi olmuştur. Artık irşad faaliyetlerine başlamanın, insanların dertle­rine çâreler bulmanın zamanı gelmiştir. Müridlerinden Şeyh Ebu's-Suûd el-Harîmî'den rivayet edilen şu menkıbe onun tasav­vuftaki ilk başarılarına örnektir:

"521/1127'de Ebu'l-Muzaffer el-Hasan b. Necm b. Ahmed et-Tâcir, Şeyh Hammâd ed-Debbâs'a gelerek:

—Efendim, yediyüz dinar değerinde yükü olan bir kafile ha­zırladım. Müsâadenizle Şam'a gideceğim, dedi. Hammâd:

—Eğer bu sene sefere çıkarsan, öldürülürsün. Malların da elinden alınır, dedi.

el-Hasan, Hammâd'ın yanından kederli bir şekilde ayrıldı. Sonra, o zaman henüz genç (!-51 yaşında) olan Abdülkâdir Gey-lânî'yi buldu. Şeyh Hammâd'ın kendisine söylediklerini ona an­lattı. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî, el-Hasan'a:

—Seferine çık. Salim olarak gider ve zengin olarak dönersin, dedi.

Bu sözü garanti gibi kabul eden el-Hasan, Şam'a gider. Malla­rını bin dinara satar. Dönüş esnasında Haleb'de iken def-i hacet için tuvalete gider. Parasını tuvaletin bir tarafına bırakır. Sonra da onu orada unutarak dışarı çıkar. Sonra kaldığı yere döner. Üzeri­ne uyku ağırlığı çöker ve uyur. Uykusunda bir rüya görür. Rüya­sında bir kafile ile beraber yolculuk yapmaktadır. Kafileyi eşkiyâ basar. Malları yağmalanır, birçok kişi öldürülür. Bu esnada, el-Hasan, eşkıyadan birisinin kendi üzerine doğru geldiğini farke-der. Eşkiyâ iyice yaklaşınca kılıcını çeker ve el-Hasan et-Tâcir'in boynuna indirir. el-Hasan dehşetle uykudan fırlar. Eliyle boynu­nu yoklar. Boynu hâlâ kanlıdır ve yara acısı hissedilmektedir. He­men parasını unuttuğunu hatırlar. Doğruca onu bıraktığı yere gi­der. Parasını oradan alır ve memleketine doğru yolculuğuna de­vam eder. Bağdat'a geldiğinde, başından geçen olayları, yaşı bü­yük olduğu için Hammâd ed-Debbâs'a mı, yoksa söyledikleri doğru çıktığı için Abdülkâdir Geylânî'ye mi anlatması gerektiği­ni kendi kendine düşünürken, çarşıda Hammâd'a rastlar. Ham­mâd ona şöyle der:

—Önce Abdülkâdir Geylânî'ye anlat. Çünkü o sevilen bir kuldur.  

Abdülkâdir Geylânî de el-Hasan'a kendisi için Allâhu Teâlâ'ya yüzlerce defa dua ettiğini söyler.

Öyle anlaşılıyor ki, Abdülkâdir Geylânî, Hasan et-Tâcir'e söy­lediği sözün kendisini bağlayıcı olduğunu sonradan farketmiş ve kendisini mahcup çıkarmaması için Rabbi'ne gece gündüz niyaz­
da bulunmuştur.          

 

  1. Bir çöl delisinin şahsında yüz kişi  zeki alime yapılan iftira (S.93-94)

 

     FUKAHÂNIN İMTÎHAN ETMESi

 

Daha önceden Bağdat'ın, zamanın mühim ilim merkezlerin­den birisi olduğunu belirtmiştik. Âlimlerin bir görevi de halk ara­sında şöhret bulan kişilerin ilmî seviyelerini ölçmek, böylece hal­kı, kendilerine zarar verebilecek kişilerden korumaktır, işte bu sebeple Bağdat'ın ileri gelen ulemâsı, bâzıları onun ilmî derecesi­ni görmek, bâzıları da halli çok zor sorular sorarak, halkın gö­zünde yükselen îtibârını düşürmek gayesiyle Abdülkâdir Geylânî'yi imtihan etmeye karar verirler. Ne var ki, kendilerini bir sürpriz beklemektedir.

Abdülkâdir Geylânî'nin müridlerinden Müferrec b. Binhân b. Berekât eş-Şeybânî (v. ?) şahit olduğu hâdiseyi şöyle anlat­maktadır:

"Abdülkâdir Geylânî'nin şöhreti yayılınca, Bağdat'ın ileri ge­len, zekî fakihlerinden yüz kişi, her birisi ayrı ayrı birer mes'ele sormak maksadıyla vaaz meclisine geldiler. Ben de o mecliste idim. Fakihler meclise oturduklarında, Şeyh'in göğsünden sâde­ce Allâhu Teâlâ'nın istediği kullarının görebileceği bir nur çıktı. Bu nur, fakihlerin her birisinin göğsüne uğradı. Kendisine nur isabet eden her şahıs acıyla kıvranıp, bağırarak, üstünü başını parçalıyor, kürsüdeki Şeyh'e doğru giderek, başını onun önünde eğiyordu. Bu esnada olayın cezbesiyle mecliste bulunanlar öyle bir gürültü çıkardılar ki, ben "Bağdat yıkılıyor" zannettim. Bu durum sona erince, Şeyh bütün fakihleri ayrı ayrı kucaklayarak, onların sorularını ve cevaplarını kendilerine teker teker bildirdi.

Meclis bitince, onların yanma sokulup, sordum:

—Size ne oldu?                                    

 —Meclise geldiğimizde bütün bildiklerimizi umuttuk. Biz­ler, sanki hiç ilimle uğraşmamış gibi olduk. Tâ ki, Şeyh bizi ku­caklayıp, bağrına -bastı da, şuurumuz yerine geldi, diye cevap verdiler."257

Mutasavvıflar ile diğer islâm âlimleri arasında bu tür olayla­ra târihimizde zaman zaman rastlamaktayız. Burada ilginç olan bir nokta var: Abdülkâdir Geylânî kendisini imtihan ve perişan etmeye, küçük düşürmeye gelenleri azarlamamış, onlara karşı ters bir tavır takınmamıştır. Olayın sonunda da herkesi tek tek kucaklayarak, yolunun kardeşlik ve hoşgörü yolu olduğunu gös­termiştir, işte bize göre, gerek bugün için ve gerekse târih boyun­ca bu olaydan çıkarılması gereken derslerden birisi de budur Hoşgörü ve anlayış.

 

  1. Yediği tavuğu dirilten hakkabaz (S.95-96)

 

      TAVUĞUN CANLANMASI

 

Abdülkâdir Geylânî'ye bir kadın yanında çocuğu olduğu hal- de gelerek: "Oğlumun kalbinin sana karşı aşırı muhabbetle dolu olduğunu gördüm. Ben onun üzerindeki hakkımdan Allâhu Te- âlâ ve senin için vazgeçiyorum" diyerek, oğlunu tasavvufi eğitim görmesi için ona teslim eder. Şeyh, çocuğu seyr u sülûke başlatır   ve mücâhedeye sokar.

Bir zaman sonra kadın, oğlunu görmeye gelir. Onu açlık ve uykusuzluktan dolayı zayıflamış, benzi sararmış bir halde bulur.Yiyeceği de sâdece arpadır. Bu duruma şaşıran kadın, doğruca, Şeyh'in huzuruna çıkar. Şeyh'in önünde, içinde tavuk kemikleri bulunan bir tabak vardır. Şaşkınlığı daha da artan kadın:

—Efendi !. Kendin tavukla besleniyorsun, bizim çocuk da ar­pa ekmeği ile karnını doyuruyor, diyerek bu işte bir haksızlık oldu­ğuna işaret eder. Şeyh, elini tavuk kemiklerinin üzerine koyarak:

— "Çürümüş kemikleri dirilten Allah'ın adıyla kalk !" der. Kemikler bir anda canlanarak, öterek, koşan bir tavuk hâlini ah-verir. Bunun üzerine Şeyh:

—Senin oğlun da bu seviyeye geldiğinde istediğini yiyecek­tir, diyerek kendisinin de zamanında aynı mücâhedeyi gerçek­ leştirdiğini, bu yolun başlangıcının emek, sonunun ise nîmet ol­duğunu belirtir.

 

  1. Bir vaazında sapık fikirlerini ve kibirlerine müritleri alet olduğu gibi ,Allah resulüne iftira ediyor . (S.96-97)

 

      "ŞU AYAĞIM HER ALLAH VELÎSİNİN BOYNU ÜZERİNDEDİR" DEMESi

 

Abdülkâdir Geylânî, Bağdat'ta ileri gelen elliyi aşkın şeyhin de hazır bulunduğu264 bir vaaz meclisinde bir ara kalbine tevec-cüh ederek şu sözleri söyler:

—İşte şu ayağım her Allah velîsinin boynu üzerindedir.

Bunun üzerine, orada bulunanlar bu sözleri kendilerine hita­ben söylenmiş bir emir telakki ederek, boyunlarını onun ayağına doğru uzatırlar. Orada bulunmayan diğer sûfîler ise aynı şeyi gı­yabî olarak yaparlar.

Esasen Abdülkâdir Geylânî'nin bu sözleri söyleyeceğini daha  önceden pek çok sûfî haber vermiştir. Dolayısıyla öyle anlaşı­lıyor ki, bu beklenen bir hâdiseydi. Belki de tasavvuf çevrelerinde menfî bir tepkiyle karşılanmamasının bir sebebi bu olsa gerektir.

Bu sözler söylendiği andan itibaren büyük yankılar uyandır­mış, gerek tasavvufun önde gelen şahsiyetleri, gerekse diğer âlim­ler bu söz hakkında fikirlerini beyan etmekten geri durmamışlar­dır. Biz burada, bu sözün söylendiği andaki sûfiye ileri gelenle rinden birkaçının, bu söz ile ilgili görüşünü örnek açısın -

'dan sunmak istiyoruz: Ahmed el-Kebîr er-Rifâî: O, bir gün zaviyesinde otururken, boynunu uzatarak: "Boynum üzerine!..." der. Bunu sebebi sorul­duğunda da: "Şu anda Abdülkâdir Geylânî "şu ayağım..." sözünü      söyledi." der.

     Abdülkâhir es-Sühreverdî: Abdülkâdir Geylânî bu sözü söy­leyince o anda o mecliste bulunan Abdülkâhir es-Sühreverdî, başını neredeyse yere düşecek şekilde eğerek: "Başım üstüne, başım
 üstüne, başım üstüne !.." der.                                                                  

Ebû Medyen Şuayb el-Endülüsî: O anda Mağrib'de, müridle-ri arasında bulunan Ebû Medyen boynunu uzatarak: "Allâhım!  Seni ve meleklerim şahit tutarım ki, işittim ve itaat ettim" der.  Bunun sebebini soran etrafındakilere: "Şu anda Abdülkâdir Gey­lânî, Bağdat'ta "şu ayağım..." sözünü söyledi" der. Bu olaya ora- dakiler târih düşürürler. Bir müddet sonra Bağdat'tan misafirler  gelerek olayı ve târihi aktarırlar, iki târihi karşılaştırdıklarında  Abdülkâdir Geylânî'nin o sözü onların tesbit ettikleri ile aynı za- manda söylediği anlaşılır.

Ebû Sa'd el-Kaylevî'nin görüşleri bu sözlerin sebebini îzah eder mâhiyettedir: Ona göre Abdülkâdir Geylânî bu sözleri şüp­hesiz ki, emir ile söylemiştir. Bu sözler onun kutbiyetini îlan için söylenmiştir. Kutup yer yüzünde her zaman bulunur. Ancak bâ­zdan sükût (susmak) ile emrolunur. Bâzılen ise kutbiyetlerini îlan ile emrolunur. îlan durumu kutbiyet makamında kemâle erenler içindir.

Abdülkâdir Geylânî'nin bu sözü emir ile söylediği kanâatini taşıyan sâdece Ebû Sa'd el-Kaylevî değildir. Ahmed er-Rifâî, Adiy b. Müsâfir, Alî b. el-Hîtî ve diğer bâzı sûfîler bu söz hakkında Ebû Sa'd ile aynı görüşleri paylaşırlar.

Hattâ bu hususu rüyasında Rasûlullâh'a (s.a.v.) soranlara da tesadüf ediyoruz. Bunlardan birisi Rasûlullah'ı (s.a.v.) rüyasında çok görmesi ile ün yapmış olan Şeyh Halîfe b. Musa en-Nehr'dir (v. ?). O, Rasûlullah'ı (s.a.v.) rüyasında görünce, ona Abdülkâ­dir Geylânî'nin bu sözü söylediğini bildirir. O da Şeyh Halîfe'ye "Şeyh Abdülkâdir doğru söylemiştir. Çünkü o kutuptur. Onu gö­zeten de benim" cevâbım verir.

 

 

  1. İslam’dan ayakları  kaymış iki sapık (S.99-100)

 

      HALLÂC-I MANSÛR HAKKINDAKİ DÜŞÜNCESİ

 

Birtakım tasavvufi görüşlerinden dolayı 309/921'de îdam edi­len tasavvufun bu renkli sıması, bilhassa "ene'1-Hak" sözüyle islâm âleminde derin yankılar uyandırmıştır. Tabiatıyla, her sûfîyi yakından ilgilendirmiş, sûfîler de onun hakkında çeşitli görüş­ler beyan etmişlerdir. Abdülkâdir Geylânî, onun hakkındaki dü­şüncelerini edebî cümlelerle şöyle ifâde eder:

"Bâzı ariflerin akıl kuşu, suret ağacı yuvasından uçtu. Melek­lerin saflarım yararak gökyüzüne yükseldi. O, sultânın şahinle­rinden bir şahindi. Ama gözleri "insan zayıf yaratılmıştır" ba­ğıyla bağlıydı. Gökyüzünde aradığı avı bulamadı. Tâ ki, kendisi­ne bir av belirdi de "Rabbimi gördüm !." (dedi). Matlûbunun "Yüzünü çevirdiğin her tarafı Allah'ın vechi kaplamıştır" söz­leriyle, onun hayranlığı daha da ziyâdeleşti. Sonra da yeryüzüne  düşüverdi. O, denizin derinliklerinde, ateşten daha değerli olanı aradı. Akıl gözüyle (eşyaya) baktı. Eserden başka bir şey müşa­hede edemeyince, tefekkür etti ve iki âlemde de mahbûbundan başka matlûb bulamadı. Bunun üzerine coştu. Kalbinin sarhoş li­sanıyla "ene'1-Hak" dedi. Beşere yakışmayan bir beste okudu. Varlık bahçesinde sarardı gitti. Sırrında ona şöyle seslenildi:

—Ey Hallaç! Sen kuvvetine güvendin. Bugün bütün ariflere niyâbeten de ki: Ey Muhammedi Hakikatin sultânı sensin. Sen, öy­le bir insansın ki, varlık (vücûd) senin marifet kapının eşiğine göre tâyin olunmuştur. Ariflerin boyunları senin celalet ateşinde bükülür. Bütün yaratılmış, alnını orada secdeye koyar.

Abdülkâdir Geylânî, onun bu tavrının kendisine ters düşen şeriat tarafından yargılandığını, çünkü tarîkati muhafazanın, şe-rîatin emirlerini ikâme etmekle mümkün olacağını belirterek, Hallâc'a şöyle seslenir:

"Şimdi, vücud kafesine gir, izzet yolundan ayrıl, varlık zille­tine geri dön."

Sonunda, şeriat makası gelir ve dâva uğrunda fazla uzayan bu kanadı budar.

Abdülkâdir Geylânî'ye göre Hallaç tökezlemiş, ayağı kaymış­tı. Çünkü zamanında elinden tutacak, ona manevî yolculuğun tehlikelerini gösterecek birisini bulamamıştı. Onun zamanında yaşasaydı, Hallaç bu hallere düşmezdi. Onun elinden tutar, kurtarırdı.

 

 

  1. Şeyh Rislan (Aslan)’a göre “kabul ve red, alma ve verme yetkisi Abdülkadir’in elindedir.” Şirki (S.100)

   

Dimaşk'ın (Şam) odun satarak geçimini te'min eden bu sevi­len şeyhi, Abdülkâdir Ceylânı hakkında şunları söylemektedir:

"O, zamanımızda şeyhlerin önderlerindendir. Hikmet ile konuşur. Manevî tasarruf ona teslim edilmiştir. Kabul ve red, al­ma ve verme yetkisi onun elindedir. O, zamanımızda "Rasûlul-âh'ın nâibi"dir."

Başka bir ifâdeyle Şeyh Rislân, Abdülkâdir Geylânî'nin haber­de "vâris-i enbiyâ"292 olarak bildirilen şahıslardan,.olduğunu söylemektedir.

 

  1. Geylani’nin hayali ve batıl Rical-i Gayb inancı (S.264-265)

 

        VELAYET - NÜBÜVVET ve RlCÂL-1 GAYB

 

Abdülkâdir Geylânî inananları îman derecelerine göre, za­man zaman çeşitli gruplara ayırır. Onun bu tasniflerinden birisi de, diğer ulemâda da sıkça karşılaştığımız veçhiyle, halkı üçe ayırmasıdır ki, bu üç grup şunlardaır: l- Avam (halk). 2- Hâs (seçkin, seçilmiş). 3- Hâssu'1-hâs (seçkinler seçkini).

Bunlardan birinci gruptakileri yâni âmmî olan kısma dâhil ettiği kimseleri Abdülkâdir Geylânî "şerîat çerçevesinde hareket eden müttakî müslüman" diye tarif eder. ikinci grubu teşkil eden hâs mü'minler ise düşünce ve davranışlarında şerîat ile iktifa et­meyip, Hakk'ın ilhamını bekleyerek ona göre hareket etmeye ça­lışan kimselerdir. Üçüncü gruptaki hâssu'1-hâs olanlar da ikinci gruptakilerle aynı hareket tarzına sahip olmakla birlikte, bunlar bu konuda biraz daha titizlik gösteren ve tecrübe kazanmış kim­seler olup "abdal" diye isimlendirilmişlerdir ve yine bunlar da fi­il ve düşüncelerinde Hakk'ın ilham, emir ve tahrikini (hareket et­tirme) bekleyerek ona göre hareket ederler. Bu tasnifin bir başka ifâdesi de şu şekilde îzah edilebilir: Mü'min genellikle şu üç halden birisi üzere bulunur: Takva hâli (mü'min), velayet hâ­li (velî-evliyâ), bedeliyet veya gavsiyet hâli (abdâl-gavs-kutup). Bu üç hâlin birbirinden kopuk, birbirinden müstakil ol­madığı, aksine bunlann birbirini takip eden, inananların îman derecelerine göre yapılmış bir tasnif olduğu îzahtan varestedir.

Mü'min, şer'in mubah gördüğünü yer. Velî yemeye inanır fa­kat kalp cihetiyle ondan nehyedilir. Bedel ise hiçbir şeyi önemse­mez. O, Rabbinin gaybeti içerisindedir. Onda fânî olmuştur. Velî ile bedel arasındaki diğer bir fark da şudur: Velî emir ve nehiyle-ri yerine getirmekle ile mükelleftir. Bedel ise, şer'î hudutların ko­runması kaydıyla, ihtiyardan sıyrılmştır. Şer'î hudutları koruya­rak, halktan ve kendisinden fânî olmuştur.486 Yine mü'min rızkı­nı hevâsına göre değil, şeriatin belirlediği hudutlar içerisinde te'min eder. Velî, Allah'ın emri ile, kutbun veziri olan bedel ise Allah'ın fiili ile rızkını kesb yoluna gider. Kutba gelince, onun rı zık te'mîni ve tasarrufu Nebî (s.a.v.)'inki gibidir. Çünkü o ümmet
 içerisinde Peygamberin hizmetçisi, çocuğu, naibi ve halîfesi mesâbesindedir.         

 

 

  1. Geylani ve Arabi Allah’ın sıfatlarını hayali kutba vermeleri (S.313-315)

 

el-Fütûhdtü'/-Mekekiyye'de yeri geldikçe kutbun özelliklerinden bahset­miş (bk.: el-Fütahâta'l-Mekklyye, 1/289-301,11/753-758, III/180-186) ve VE­LAYET için de ayrı bir bâb (konu başlığı) açmış (a.g.e., 11/326-333) olan Ibn Arabî, kutupları kitabın 462-556. bâblan arasında menzillerine göre açıkla­mış olmakla bu konuyu en geniş bir şekilde işlemiştir (a.g.e, IV/93-249).

 

 Çalışmamızın Abdülkâdir Geylânî'nin "VAAZA BAŞLAMASI" konu­sunda tarifini yaptığımız "kutup" hakkında Ibn Arabi'nin görüşleri ve yo­rumları doğrusu kayda değerdir. Ona göre "hareket-i devriye (hayâtın deva­mını sağlayan hareket) ve âlemdeki her iş kutbun etrafında (üzerinde, ku­tup vasıtasıyla) gerçekleşir (Ibnü'l-Arabî, Muhyiddîn, Fusûsu'l-hifeem Tercü­me ve Şerhi, -tere. ve şerh: Ahmed Avnî Konuk, haz.: Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın-, istanbul 1987,1/297). Esâsında kutbun suret ve ruh olmak üzere iki yönü vardır. Âlemde cereyan eden işlerin ruhu (manevî yönü) onun ru­hu vasıtasıyla, sureti de onun sureti vasıtasıyla meydâna gelir." (el-Fütühâ-tü'l-Mekkiyye, İV/93).

Ayrıca "her makam ve menzilin, o makam ve menzilin kendisi vasıta­sıyla gerçekleştiği bir kutbu vardır. (Meselâ) zâhidlerin, zühdün kendisi va­sıtasıyla gerçekleştiği bir "zühd kutbu" olur. Tevekkül, muhabbet, marifet için de aynı durum söz konusudur." diyen Şeyh-i Ekber, Allâhu Teâlâ'nın kendisini mütevekkillerin kutbuna muttali kıldığını belirterek, o kutbun özelliklerini açıklar (bk.: A.g.e., İV/95 v.d.) isevî kutupların özelliklerini d-Fütdhâtü'l-Mekkiyye'nin 36-37. bâbla-nnda (a.g.e., 1/289-298) ve menzil ve makamlarına göre kutuplan da aynı eserin 464-556. bâblarında (a.g.e., IV/111-249) işleyerek "kutup" ve "ku­tuplar” eserinde geniş bir yer ayırmış olan Ibn Arabî "Muhammedi kutup­lar" hakkında da şunları söyler: "Muhammedi kutuplar iki kısımdır: l- Hz. Peygamber'in bi'setinden önceki kutuplar: Onlar 313 resuldür. 2- Hz. Pey-gamber'in bi'setinden sonraki kutuplar: Onlar da 12 kutup ve ayrıca iki hatm (hâtem-i velâyeO'tir. (a.g.e., İV/94).

işte "bu ümmetin işleri bu 12 kutup vasıtasıyla gerçekleşir" diyen mü­ellif bu Muhammedi 12 kutbun özelliklerini uzun uzun anlatır (bk.: A.g.e., İV/96 v.d.).Şu da var ki, Muhammedi kutuplar muhtelif kısımlara ayrılmak­la birlikte, onlardan her asırda sâdece bir tane bulunur, (a.g.e., İV/94).

Mevlânâ da:

Öyleyse her devirde peygamber yerine bir eren vardır;

Kıyamete dek bu böyle sürer gider.

(Mesnevt ve Şerhi, 11/140)

diyerek, Ibn Arabi'nin görüşlerine iştirak eder.

Abdülkâdir Geylânl'nin kutbu şu veciz cümlelerle tarif ettiği rivayet edilir: "Hakikatte hiçbir meslek, yol, kademe yoktur ki, kutup için orada saygın, sağlam bir kaynak olmasın. Velayette hiçbir derece yoktur ki, onun orada açık bir ayak izi bulunmasın. Nihayette hiçbir makam yoktur ki, onun orada sabit bir ayağı olmasın. Müşahedede hiçbir menzil yoktur ki, onun orada tatlı bir meşrebi olmasın. Huzura çıkan hiçbir basamak yoktur ki, o oradan yüce bir şekilde geçmemiş olsun. Alem-i gaybda ve âlem-i şehâdet-i evveliyede hiçbir iş yoktur ki, onun ondan bilgisi olmasın. Varlık (vücûd) mazharlanndan hiçbirisi yoktur ki, onun onda müşareketi olmasın. Hiçbir fiil yoktur ki, o onda gizli olmasın. Hiçbir ışık yoktur ki, ondan bir parça, hiçbir marifet yoktur ki, ondan bir nefes taşımasın. Hiçbir mecra yoktur ki, kutup onun sonuna ulaşmış olmasın. Vâsılların tuttuğu hiçbir yol yoktur ki, kutup onun nihayetinin mâliki olmasın. Hiçbir tuzak yoktur ki, onunla kar­şılaşmamış olsun. Hiçbir mertebe yoktur ki, onu cezbetmesin. Hiçbir nefes yoktur ki, o onda sevilmesin. Kutup, izzet sancağının ve kudret kılıcının ta­şıyıcısı, vakit elinin hâkimi, muhabbet ordusunun sultânıdır. Tevliyet ve az­letmeyi üzerine almıştır. Onunla beraber olan şakî olmaz, beraberindekile­rin hiçbir hâli ve müşahedesi kutba gizli kalmaz. Onun hedefinden daha yüksek bir hedef, onun örtüsünden daha büyük bir örtü, onun vücûdundan daha tam, daha mükemmel bir vücut, onun şühûdundan daha açık bir şü-hûd, şertati onun izlemesinden daha şiddetli bir izleme yoktur. O vardır, mevcuttur, muttasıldır, munfasıldır, arzlıdır, şemaildir, kudsîdir, gaybîdir, hâlis bir vâsıtadır, beşerdir, faydalıdır. Onun kendisinde biten bir hududu, kendisine has bir sıfatı, kendisine hoş gelen bir vazifesi vardır. Şu kadar var ki, o, tefrika gözünden çıkan ezel bakışlarını odaklaştırdıgında heybet ile üns arasım birleştirmekle müstetirdir, gizlidir; sıfatların açıklanması için hâ­li bırakıp, makamı övmenin lüzumu ile birlikte, celâl ve cemâl (sıfatlarının) arasını ayırmakla barizdir, zahirdir. Onun tek başınalıgı sırlar ile örtülmüş­tür. O zuhurunun deliller ile gerçekleşmesini gizlice ister. Onun zuhuru ise bir emirdir. Eğer zuhurunu bast ile gerçekleştiremezse o zaman bu iş kabz menzillerinden birisinde olur. Mülk ve hüküm (hikmet) âleminde hiçbir şey zuhur etmez ki, onun dışında, zahirinde gayb ve kudret âleminden bir önü, bir işaret ve bir remz bulunmasın. O zuhur eden şey bu âleme hasredilir ki, ehl-i kevn, o işteki acâiplikleri müşahede etsin. Bu anlatılanların özü ve tafsilâtı, evveli ve âhiri Mustafâ (s.a.v.)'de toplanmıştır...

***

Sevdanın ilk duragındaki tatlılık var ya.

Benim hazzım ondan daha tatlı ve daha lezzetlidir.

Ya da visalde çok özel bir hâl vardır ya,

Benim hâlim ondan daha aziz ve yakındır.

Bana günler bağışlandı, saflığın başlangıcı günler,

Helâl ve içmesi tatlı su kaynaklan...

Her türlü cömertliğe muhatap oldum.

Hiç kimseye olmadığı kadar.

Ben arkadaşına korku olmayanlardanım.

Zaman şüpheli, insan kaçtığı yeri bilmiyor..

Kavm'in her türlü yüce rütbeden nasibi var,

Ve her ordunun dayandığı bir kuvvet olur.

Ben şakıyan bülbülüm, ağaçları doldururum

Şarkılarla. Yükseklerde ise Bâz-ı Eşhebim...

Muhabbet ordusunu irâdem altına aldım,

itaatle. Okumu nereye atsam isabet eder.

Ne bir emel, ne de bir ümidim var.

Bir va'd bekliyor ya da gözlüyor değilim..

Rızâ meydanlarında bol böl nasipleniyorum.

Tâ ki, hiç kimseye bağışlanmayan bana verildi.

Zaman, işlenmiş elbise gibi değişti.

"Bizler zamanın en iyisiyiz" diye övünürsünüz..

Evvelkilerin güneşleri söndü, gitti..

Bizim güneşimizse Sönmez ebedî, gökyüzünün en yüce

yerinde...

 

  1. Müslüman beyninden vuran uydurulmuş  bir masal (S.316-317)  

 

           Şattanûfî'nin rivayet ettiği bir menkıbede abdalın (yediler) seçilişini Abdûlkâdir Geylânî'nin müridlerinden Ebu'l-Hasan b. et-Tantaniyye el-Bağdâ-dî (v. ?) şu şekilde anlatır: "Babam vefat ettikten sonra Şeyh Abdûlkâdir'in yanında ilim ile iştigal ve Şeyh'e hizmet etmeye başladm. Gecelerimin çoğu­nu Şeyh'in ihtiyâcını gözetleyerek uykusuz geçirirdim. 553 (h.) (1158 m) Safer ayının bir gecesinde Şeyh dışarı çıktı. Hemen ona ibrik götürdüm, ib­riği almadan Medresenin (dış) kapısına doğru yöneldi. Kapı kendiliğinden açıldı. Şeyh dışarı çıktı. Ben de onun arkasından gittim. Şeyh'in beni farketmediğini düşünüyordum. Bağdat'ın kapısına yaklaşınca, o da kendiliğinden açılıverdi ve Şeyh dışarı çıktı. Ben de onu takip ettim Biz dışarı çıkınca ka­pı kendiliğinden kapandı. Fazla yürümeden, tanımadığım bir şehre girdik. Şeyh ribâta benzeyen bir yere girdi ki, içerisinde altı kişi vardı. Onlar gelip Şeyh ile selamlaştılar. Bu arada ben bir tarafta saklanmış, olup biteni anla­maya çalışıyordum. Bir inilti duyuldu. Çok geçmeden bu inilti kesildi, içeri bir adam girdi ve iniltinin geldiği yere gitti. Omuzlarında birisi olduğu hal­de oradan döndü ve öylece ribattan dışarı çıktı. Akabinde iniltinin geldiği yerden başı açık, uzun bıyıklı birisi daha içeri girerek, Şeyh'in önünde otur­du. Şeyh ona kelime-i şehâdeti telkin ettikten sonra, onun saçlarını ve bı­yıklarını kısaltarak, ona takke giydirdi ve Muhammed ismini verdi. Sonra altı kişiye "vefat eden kişinin yerine o şahsın bedel olması hususunda emir aldığını" söyledi. Onlar da "duyduklarını ve itaat ettiklerini" belirttiler. Son­ra Şeyh oradan ayrıldı. Ben de onu takip ettim. Çok geçmeden Bağdat'ın kapısına geldik. Kapı çıkarken olduğu gibi yine kendiliğinden açıldı ve biz içe­ri girince de öylece kapandı. Sonra Medrese'ye geldik ve Şeyh evine girdi.

Sabah olduğunda her zamanki gibi Şeyh'in huzuruna varıp okumaya ça­lıştım. Fakat onun heybetinden okumaya bir türlü muvaffak olamadım. Şeyh bana:

—   Oğlum okusana, bir şey yok !... (gece gördüklerinden dolayı kork­mana gerek yok) dedi.

Ben Şeyh'e yemin vererek, gece olanları bana îzah etmesini rica ettim. O da bana durumu şu şekilde açıkladı:

—   Gittiğimiz yer Nihâvend   idi. Oradaki altı kişi de abdal (abdâlü'n-nücebâ) idi. iniltisini işittiğin kişi onların yedincisi idi. Ama o hastaydı. Yanı­na vardığımızda vefat ânı yaklaşmıştı. Onu omuzlarında taşıyan kişi ise Hı­zır (a.s.) idi. Kendisine şehâdet telkin ettiğim şahsa gelince, o Kostantiniyye (istanbul) ehlinden ve Nasrânî idi. Onu vefat eden şahsın yerine geçir­mem hakkında emir almıştım. O da benim elimle müslüman oldu ve abdâlü'n-nübebâ arasındaki yerini aldı.

Şeyh bu olayı bana böylece anlattıktan sonra onu, o hayatta olduğu müddetçe hiç kimseye anlatmamam hususunda benden yemin aldı." (Befıcetü'l-esrâr, 70-71.)