Kaynak: Abdülkadir Geylani Hayatı, Eserleri, Görüşleri - Dilaver Gürer, İnsan Yayınları, Düşünürler Dizisi, İstanbul 1999
İbnTeymiyye, şeytanın insanı aldatması konusunda Abdül-"kadir Geylânî hakkında anlatılan şu meşhur menkıbeyi örnek vererek, herkesin onun gibi olması gerektiğini tavsiye eder:
"Şeytanın aldatmak gayesiyle güzel bir surette görünmesi hâ- disesi birçok kişinin başına gelmiştir. Bunlardan bâzılarım Allâ-hu Teâlâ korumuş ve onlar karşılarında güzel surette duranın hakikatte şeytan olduğunu bilmişlerdir, işte korunanlardan birisi de meşhur hikâyesinde şöyle diyen Abdülkâdir Geylânî'dir:
"Bir defasında ibâdet ederken, büyük bir arş ve üzerinde bir nur gördüm. O nur bana:
—Ey Abdülkâdir! Ben senin rabbinim. Başkalarına haram kıldığım her şeyi sana helal kıldım, dedi. Ben ona şöyle cevap verdim:
—Sen kendisinden başka ilâh olmayan Allah'sın, öyle mi ?!.. Defol, ey Allah'ın düşmanı!.
Bunun ardından o nur parçalandı ve karanlığa dönüşerek bana şunları dedi:
—Ey Abdülkâdir! Benden, dinindeki ve ilmindeki fıkhınla, sağlam kavrayışınla ve bir de ahvalde katetmiş olduğun derecenle kurtuldun. Yoksa ben, yetmiş kişiyi (kesretten kinaye) bu şekilde aldattım.
Ona o nurun şeytan olduğunu nereden anladığı sorulduğunda da şöyle der:
Bunu onun "başkalarına haram kıldığım her şeyi sana helal kıldım" sözünden anladım. Çünkü biliyoruz ki, şerîat-i Muhammedî (s.a.v.) ne nesh olur, ne de değişir. Bu sebeple şeytan bana: 'Senin rabbinim' dedi. 'Ben, kendisinden başka ilâh olmayan Allah'ım' demeye gücü yetmedi."
Rivayete göre, kendisine Muhyiddin denmesinin sebebi sorulduğunda Abdülkâdir Geylânî'nin cevâbı şu şekilde olmuştur:
"521 (m. 1127) yılında bir cuma günü, rengi bozulmuş, cılız bedenli birisiyle karşılaştım. Bana:
"—es-Selâmü aleyk, ey Abdülkâdir!" dedi. Selâmına mukabelede bulundum. Sonra: "—Yaklaş," dedi. Yaklaştım.
"—Yanıma otur," dedi. Yanına oturdum. Birden, bedeni büyüdü, yüzü güzelleşti ve rengi açılıverdi. Ben bu durumdan korktum. Bana:
"—Beni tanıyor musun?" dedi. "—Hayır," dedim.
"—Ben dînim. Ben, senin gördüğün gibi zayıflamıştım. Allâhu Teâla beni seninle canlandırdı. Sen "Muhyiddin"sin," dedi. Abdülkâdir Geylânî bu târihten sonra insanların kendisine bu lakap ile hitap ettiklerini belirtir.
Ben, ağaçlarda şakıyan bülbül,
Yükseklerde ise Bâz-ı Eşheb'im"
Başka bir rivayete göre, bu lakabı Abdülkâdir Geylânî hakkın- da ilk kullanan kişi Şam'da Ukayl el-Minbecî (v. ?)olmuştur. Aliyyü'l-Kârî'ye göre ise bu lakab onun melekût âleminde yazılı ismiydi.
Abdülbâkî Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin Rûmî'nin (v. l 672/1273) Mesnevî-yi şerîf’indeki:
"Eşsiz kır doğanda fare kuyu, oldu mu ?!..
Farelerin kusuru olur, hayvanların arlandığı bir hayvan
kesilir !."
ÖKÜZÜN KENDiSiNE KONUŞMASIve EŞKIYANIN TEVBE ETMESi
Abdülkâdir Geylânî küçüklüğünden itibaren ilme ve tasavvuf büyüklerine karşı içerisinde derin bir heves ve iştiyak duymakta- lir. Zamanın ilim ve kültür merkezlerine gidip, ilmini genişlet-nek ve mânâ büyüklerinden feyizlenmek arzusuyla yanıp tutuşmaktadır. Muhtemelen isteğini annesine bildirmiş, fakat annesi yaşının ilerlemiş olması sebebiyle, belki oğlunu bir daha göremeyeceği endişesiyle, -ki, muhtemelen de öyle olmuştur- ona izin vermemiştir. Ancak bir gün meydâna gelen ilginç bir hâdise genç ilim âşığının bu arzusunu gerçekleştirmesine vesîle olur. Abdülkâdir Geylânî ilim tahsiline sebep olan bu hâdiseyi şöyle anlatır:
"Küçükken, bir arefe günü arazîye çıkmıştım. Çift süren öküzlerin peşine takıldım. Bir öküz bana dönerek şöyle dedi:
—"Ne bu iş için yaratıldın, ne de bununla emredildin..." Bunun üzerine, korkarak, eve döndüm. Evin damına çıktım. Orada 'Arafat'ta vakfeye duran insanları gördüm. Hemen anneme koş-tum. Ondan, Bağdat'a gidip ilimle iştigal ve sâlihleri ziyaret etmem hususunda izin istedim. Benden bu işin sebebini sordu. Ben de durumu kendisine bildirdim"
HIZIR ( A.S. ) ÎLE GÖRÜŞMESİ
Abdülkâdir Geylânî'nin iki defa Hızır (a.s.) ile
karşılaştığı rivâyet edilir. Bunların ilki,
Abdülkâdir Geylânî'nin Bağdat'a ilk gelişi
sırasında gerçekleşmiştir. Yolculuk esnasında Hızır (a.s.) gelerek,
kendisine muhalefet etmemesi şartıyla Abdülkâdir Geylânî'ye refakat
edebileceğini bildirir. Bu anda Abdülkâdir Geylânî,
o zâtın Hızır (a.s.) olduğunu bilmemektedir.
Ama teklifini kabul eder. Bağdat'ın
girişine geldiklerinde Hızır (a.s.), Abdülkâdir
Geylânî'ye bulunduktan yerde oturmasını ve
oradan kendisi izin verinceye kadar ayrılmamasını tenbihler. Abdülkâdir
Geylânî bu emre uyarak üç sene Bağdat'ın
dışında bekler ve hayâtını sahrada
bulunabilecek yiyeceklerden yiyerek devam ettirir. Ancak her sene Hızır
(a.s.) gelmekte ve ona beklemesini tekrarlamaktadır. Nihayet üçüncü sene
sonunda Hızır (a.s.) yanında yemek olduğu
halde gelir ve kendisini tanıtır. Beraberce yemeği yerler.
Sonra Hızır (a.s.) Abdülkâdir Geylânî'ye artık, Bağdat'a girebileceğini
söyler. Bu hayâtı esnasında ise Abdülkâdir Geylânî cinlerle şeytanlarla
ve diğer bâzı yaratıklarla karşılaşmış, onlarla mücâdele
etmiş ve savaşlara girişmiştir.
Hızır (a.s) ile Abdülkâdir Geylânî'nin diğer bir karşılaşması,onun nefsiyle sıkı bir muahedeye girdiği inziva yıllarına rastlar.Bu olayı Abdülkâdir Geylânî şöyle anlatır:
"... O yıllarda benim ikâmetim sebebiyle şu anda Acemî Burcu denilen yerde onbir sene kaldım. Bu sırada, birisi yedirinceye kadar yememeyi ve birisi içirinceye kadar içmemeyi Allâhu Teâlâ'ya ahdettim. Kırk gün hiçbir şey yemeden, içmeden durdum.
Sonra yanıma elinde ekmek ve yemek olan birisi geldi. Onları önüme bırakarak yanımdan ayrıldı. Bu sırada nefsim açlığın şiddetinden dolayı neredeyse, yemeğin ortasına düşecekti. Ben kendi kendime: "Vallahi!.. Rabbim ile yaptığım muahedeyi asla bozmayacağım" dedim. Bunun üzerine içimden "açım, açım!.." diye bağıran sesler geliyordu. Ama o seslere hiç aldırış etmedim. Bu durumumu öğrenen Ebû Sa'd el-Muharrimî yanıma gelerek:
—Bu hâlin nedir, ey Abdülkâdir ?!... dedi.
—Bu nefsin sıkıntısıdır. Ruh
ise Mevlâ'sıyla rahattadır, dedim.
Bana "Bâbü'l-Ezc'e
gelmemi" söyleyerek yanımdan ayrıldı. Ben yine
kendi kendime: "Buradan emirsiz ayrılmayacağım !.." dedim.
Bundan sonra yanıma Ebu'l-Abbâs Hızır (a.s.) geldi:
— Kalk ve Ebû Sa'd'in yanına git, dedi.
Ebû Sa'd'e gittiğimde onu kapıda hazır bir şekilde beni bekliyor buldum. Bana:
— içinde bulunduğun durumdan dolayı, benim "yanıma gel, beni takip et" demem, sana yetmedi mi de, Hızır'ın emrini bekledin ?!.. dedi.
Sonra beni evine aldı. Evde hazır bir sofra vardı. Bana, doyuncaya kadar kendi elleriyle yemek yedirdi. Sonra da hırka giydirdi. Bu zamandan sonra da ondan hiç ayrılmadım."
Bu menkıbe Abdülkâdir Geylânî'nin şeyhi ile buluşmasını anlatması açısından olduğu kadar, onun nefsiyle mücâhedesinde-ki azmini göstermesi açısından da kayda değerdir.
Burada bu konuyla ilgili bir
noktaya daha temas etmek iste
riz: Hızır (a.s.) ile görüşme büyük sûfîlerin ortak özelliklerinden
görünmektedir. Nitekim, Yûsuf el-Hemedânî'nin, Abdülhâlık
Gucdevânî'nin, Hoca
Ahmed Yesevî'nin ve Ahmed er-Rifâî'nin
Hızır (a.s.) ile görüştüklerini tasavvuf târihinden biliyoruz.
DUÂSIYLA KADERİN RÜYADA GERÇEKLEŞMESi
Abdûlkâdir Geylânî Bağdat'a gelmiş, ilim tahsilini tamamlamış ve tasavvuf yoluna intisap ederek, ahvâl ve makâmât sahibi olmuştur. Artık irşad faaliyetlerine başlamanın, insanların dertlerine çâreler bulmanın zamanı gelmiştir. Müridlerinden Şeyh Ebu's-Suûd el-Harîmî'den rivayet edilen şu menkıbe onun tasavvuftaki ilk başarılarına örnektir:
"521/1127'de Ebu'l-Muzaffer el-Hasan b. Necm b. Ahmed et-Tâcir, Şeyh Hammâd ed-Debbâs'a gelerek:
—Efendim, yediyüz dinar değerinde yükü olan bir kafile hazırladım. Müsâadenizle Şam'a gideceğim, dedi. Hammâd:
—Eğer bu sene sefere çıkarsan, öldürülürsün. Malların da elinden alınır, dedi.
el-Hasan, Hammâd'ın yanından kederli bir şekilde ayrıldı. Sonra, o zaman henüz genç (!-51 yaşında) olan Abdülkâdir Gey-lânî'yi buldu. Şeyh Hammâd'ın kendisine söylediklerini ona anlattı. Bunun üzerine Abdülkâdir Geylânî, el-Hasan'a:
—Seferine çık. Salim olarak gider ve zengin olarak dönersin, dedi.
Bu sözü garanti gibi kabul eden el-Hasan, Şam'a gider. Mallarını bin dinara satar. Dönüş esnasında Haleb'de iken def-i hacet için tuvalete gider. Parasını tuvaletin bir tarafına bırakır. Sonra da onu orada unutarak dışarı çıkar. Sonra kaldığı yere döner. Üzerine uyku ağırlığı çöker ve uyur. Uykusunda bir rüya görür. Rüyasında bir kafile ile beraber yolculuk yapmaktadır. Kafileyi eşkiyâ basar. Malları yağmalanır, birçok kişi öldürülür. Bu esnada, el-Hasan, eşkıyadan birisinin kendi üzerine doğru geldiğini farke-der. Eşkiyâ iyice yaklaşınca kılıcını çeker ve el-Hasan et-Tâcir'in boynuna indirir. el-Hasan dehşetle uykudan fırlar. Eliyle boynunu yoklar. Boynu hâlâ kanlıdır ve yara acısı hissedilmektedir. Hemen parasını unuttuğunu hatırlar. Doğruca onu bıraktığı yere gider. Parasını oradan alır ve memleketine doğru yolculuğuna devam eder. Bağdat'a geldiğinde, başından geçen olayları, yaşı büyük olduğu için Hammâd ed-Debbâs'a mı, yoksa söyledikleri doğru çıktığı için Abdülkâdir Geylânî'ye mi anlatması gerektiğini kendi kendine düşünürken, çarşıda Hammâd'a rastlar. Hammâd ona şöyle der:
—Önce Abdülkâdir Geylânî'ye anlat. Çünkü o sevilen bir kuldur.
Abdülkâdir Geylânî de el-Hasan'a kendisi için Allâhu Teâlâ'ya yüzlerce defa dua ettiğini söyler.
Öyle anlaşılıyor ki,
Abdülkâdir Geylânî, Hasan et-Tâcir'e söylediği sözün kendisini bağlayıcı
olduğunu sonradan farketmiş ve kendisini mahcup çıkarmaması için Rabbi'ne gece
gündüz niyaz
da bulunmuştur.
FUKAHÂNIN İMTÎHAN ETMESi
Daha önceden Bağdat'ın, zamanın mühim ilim merkezlerinden birisi olduğunu belirtmiştik. Âlimlerin bir görevi de halk arasında şöhret bulan kişilerin ilmî seviyelerini ölçmek, böylece halkı, kendilerine zarar verebilecek kişilerden korumaktır, işte bu sebeple Bağdat'ın ileri gelen ulemâsı, bâzıları onun ilmî derecesini görmek, bâzıları da halli çok zor sorular sorarak, halkın gözünde yükselen îtibârını düşürmek gayesiyle Abdülkâdir Geylânî'yi imtihan etmeye karar verirler. Ne var ki, kendilerini bir sürpriz beklemektedir.
Abdülkâdir Geylânî'nin müridlerinden Müferrec b. Binhân b. Berekât eş-Şeybânî (v. ?) şahit olduğu hâdiseyi şöyle anlatmaktadır:
"Abdülkâdir Geylânî'nin şöhreti yayılınca, Bağdat'ın ileri gelen, zekî fakihlerinden yüz kişi, her birisi ayrı ayrı birer mes'ele sormak maksadıyla vaaz meclisine geldiler. Ben de o mecliste idim. Fakihler meclise oturduklarında, Şeyh'in göğsünden sâdece Allâhu Teâlâ'nın istediği kullarının görebileceği bir nur çıktı. Bu nur, fakihlerin her birisinin göğsüne uğradı. Kendisine nur isabet eden her şahıs acıyla kıvranıp, bağırarak, üstünü başını parçalıyor, kürsüdeki Şeyh'e doğru giderek, başını onun önünde eğiyordu. Bu esnada olayın cezbesiyle mecliste bulunanlar öyle bir gürültü çıkardılar ki, ben "Bağdat yıkılıyor" zannettim. Bu durum sona erince, Şeyh bütün fakihleri ayrı ayrı kucaklayarak, onların sorularını ve cevaplarını kendilerine teker teker bildirdi.
Meclis bitince, onların yanma sokulup, sordum:
—Size ne oldu?
—Meclise geldiğimizde bütün bildiklerimizi umuttuk. Bizler, sanki hiç ilimle uğraşmamış gibi olduk. Tâ ki, Şeyh bizi kucaklayıp, bağrına -bastı da, şuurumuz yerine geldi, diye cevap verdiler."257
Mutasavvıflar ile diğer islâm âlimleri arasında bu tür olaylara târihimizde zaman zaman rastlamaktayız. Burada ilginç olan bir nokta var: Abdülkâdir Geylânî kendisini imtihan ve perişan etmeye, küçük düşürmeye gelenleri azarlamamış, onlara karşı ters bir tavır takınmamıştır. Olayın sonunda da herkesi tek tek kucaklayarak, yolunun kardeşlik ve hoşgörü yolu olduğunu göstermiştir, işte bize göre, gerek bugün için ve gerekse târih boyunca bu olaydan çıkarılması gereken derslerden birisi de budur Hoşgörü ve anlayış.
TAVUĞUN CANLANMASI
Abdülkâdir Geylânî'ye bir kadın yanında çocuğu olduğu hal- de gelerek: "Oğlumun kalbinin sana karşı aşırı muhabbetle dolu olduğunu gördüm. Ben onun üzerindeki hakkımdan Allâhu Te- âlâ ve senin için vazgeçiyorum" diyerek, oğlunu tasavvufi eğitim görmesi için ona teslim eder. Şeyh, çocuğu seyr u sülûke başlatır ve mücâhedeye sokar.
Bir zaman sonra kadın, oğlunu görmeye gelir. Onu açlık ve uykusuzluktan dolayı zayıflamış, benzi sararmış bir halde bulur.Yiyeceği de sâdece arpadır. Bu duruma şaşıran kadın, doğruca, Şeyh'in huzuruna çıkar. Şeyh'in önünde, içinde tavuk kemikleri bulunan bir tabak vardır. Şaşkınlığı daha da artan kadın:
—Efendi !. Kendin tavukla besleniyorsun, bizim çocuk da arpa ekmeği ile karnını doyuruyor, diyerek bu işte bir haksızlık olduğuna işaret eder. Şeyh, elini tavuk kemiklerinin üzerine koyarak:
— "Çürümüş kemikleri dirilten Allah'ın adıyla kalk !" der. Kemikler bir anda canlanarak, öterek, koşan bir tavuk hâlini ah-verir. Bunun üzerine Şeyh:
—Senin oğlun da bu seviyeye geldiğinde istediğini yiyecektir, diyerek kendisinin de zamanında aynı mücâhedeyi gerçek leştirdiğini, bu yolun başlangıcının emek, sonunun ise nîmet olduğunu belirtir.
"ŞU AYAĞIM HER ALLAH VELÎSİNİN BOYNU ÜZERİNDEDİR" DEMESi
Abdülkâdir Geylânî, Bağdat'ta ileri gelen elliyi aşkın şeyhin de hazır bulunduğu264 bir vaaz meclisinde bir ara kalbine tevec-cüh ederek şu sözleri söyler:
—İşte şu ayağım her Allah velîsinin boynu üzerindedir.
Bunun üzerine, orada bulunanlar bu sözleri kendilerine hitaben söylenmiş bir emir telakki ederek, boyunlarını onun ayağına doğru uzatırlar. Orada bulunmayan diğer sûfîler ise aynı şeyi gıyabî olarak yaparlar.
Esasen Abdülkâdir Geylânî'nin bu sözleri söyleyeceğini daha önceden pek çok sûfî haber vermiştir. Dolayısıyla öyle anlaşılıyor ki, bu beklenen bir hâdiseydi. Belki de tasavvuf çevrelerinde menfî bir tepkiyle karşılanmamasının bir sebebi bu olsa gerektir.
Bu sözler söylendiği andan itibaren büyük yankılar uyandırmış, gerek tasavvufun önde gelen şahsiyetleri, gerekse diğer âlimler bu söz hakkında fikirlerini beyan etmekten geri durmamışlardır. Biz burada, bu sözün söylendiği andaki sûfiye ileri gelenle rinden birkaçının, bu söz ile ilgili görüşünü örnek açısın -
'dan sunmak istiyoruz: Ahmed el-Kebîr er-Rifâî: O, bir gün zaviyesinde otururken, boynunu uzatarak: "Boynum üzerine!..." der. Bunu sebebi sorulduğunda da: "Şu anda Abdülkâdir Geylânî "şu ayağım..." sözünü söyledi." der.
Abdülkâhir es-Sühreverdî:
Abdülkâdir Geylânî bu sözü söyleyince
o anda o mecliste bulunan Abdülkâhir es-Sühreverdî, başını
neredeyse yere düşecek şekilde eğerek: "Başım üstüne, başım
üstüne, başım üstüne
!.." der.
Ebû Medyen Şuayb el-Endülüsî: O anda Mağrib'de, müridle-ri arasında bulunan Ebû Medyen boynunu uzatarak: "Allâhım! Seni ve meleklerim şahit tutarım ki, işittim ve itaat ettim" der. Bunun sebebini soran etrafındakilere: "Şu anda Abdülkâdir Geylânî, Bağdat'ta "şu ayağım..." sözünü söyledi" der. Bu olaya ora- dakiler târih düşürürler. Bir müddet sonra Bağdat'tan misafirler gelerek olayı ve târihi aktarırlar, iki târihi karşılaştırdıklarında Abdülkâdir Geylânî'nin o sözü onların tesbit ettikleri ile aynı za- manda söylediği anlaşılır.
Ebû Sa'd el-Kaylevî'nin görüşleri bu sözlerin sebebini îzah eder mâhiyettedir: Ona göre Abdülkâdir Geylânî bu sözleri şüphesiz ki, emir ile söylemiştir. Bu sözler onun kutbiyetini îlan için söylenmiştir. Kutup yer yüzünde her zaman bulunur. Ancak bâzdan sükût (susmak) ile emrolunur. Bâzılen ise kutbiyetlerini îlan ile emrolunur. îlan durumu kutbiyet makamında kemâle erenler içindir.
Abdülkâdir Geylânî'nin bu sözü emir ile söylediği kanâatini taşıyan sâdece Ebû Sa'd el-Kaylevî değildir. Ahmed er-Rifâî, Adiy b. Müsâfir, Alî b. el-Hîtî ve diğer bâzı sûfîler bu söz hakkında Ebû Sa'd ile aynı görüşleri paylaşırlar.
Hattâ bu hususu rüyasında Rasûlullâh'a (s.a.v.) soranlara da tesadüf ediyoruz. Bunlardan birisi Rasûlullah'ı (s.a.v.) rüyasında çok görmesi ile ün yapmış olan Şeyh Halîfe b. Musa en-Nehr'dir (v. ?). O, Rasûlullah'ı (s.a.v.) rüyasında görünce, ona Abdülkâdir Geylânî'nin bu sözü söylediğini bildirir. O da Şeyh Halîfe'ye "Şeyh Abdülkâdir doğru söylemiştir. Çünkü o kutuptur. Onu gözeten de benim" cevâbım verir.
HALLÂC-I MANSÛR HAKKINDAKİ DÜŞÜNCESİ
Birtakım tasavvufi görüşlerinden dolayı 309/921'de îdam edilen tasavvufun bu renkli sıması, bilhassa "ene'1-Hak" sözüyle islâm âleminde derin yankılar uyandırmıştır. Tabiatıyla, her sûfîyi yakından ilgilendirmiş, sûfîler de onun hakkında çeşitli görüşler beyan etmişlerdir. Abdülkâdir Geylânî, onun hakkındaki düşüncelerini edebî cümlelerle şöyle ifâde eder:
"Bâzı ariflerin akıl kuşu, suret ağacı yuvasından uçtu. Meleklerin saflarım yararak gökyüzüne yükseldi. O, sultânın şahinlerinden bir şahindi. Ama gözleri "insan zayıf yaratılmıştır" bağıyla bağlıydı. Gökyüzünde aradığı avı bulamadı. Tâ ki, kendisine bir av belirdi de "Rabbimi gördüm !." (dedi). Matlûbunun "Yüzünü çevirdiğin her tarafı Allah'ın vechi kaplamıştır" sözleriyle, onun hayranlığı daha da ziyâdeleşti. Sonra da yeryüzüne düşüverdi. O, denizin derinliklerinde, ateşten daha değerli olanı aradı. Akıl gözüyle (eşyaya) baktı. Eserden başka bir şey müşahede edemeyince, tefekkür etti ve iki âlemde de mahbûbundan başka matlûb bulamadı. Bunun üzerine coştu. Kalbinin sarhoş lisanıyla "ene'1-Hak" dedi. Beşere yakışmayan bir beste okudu. Varlık bahçesinde sarardı gitti. Sırrında ona şöyle seslenildi:
—Ey Hallaç! Sen kuvvetine güvendin. Bugün bütün ariflere niyâbeten de ki: Ey Muhammedi Hakikatin sultânı sensin. Sen, öyle bir insansın ki, varlık (vücûd) senin marifet kapının eşiğine göre tâyin olunmuştur. Ariflerin boyunları senin celalet ateşinde bükülür. Bütün yaratılmış, alnını orada secdeye koyar.
Abdülkâdir Geylânî, onun bu tavrının kendisine ters düşen şeriat tarafından yargılandığını, çünkü tarîkati muhafazanın, şe-rîatin emirlerini ikâme etmekle mümkün olacağını belirterek, Hallâc'a şöyle seslenir:
"Şimdi, vücud kafesine gir, izzet yolundan ayrıl, varlık zilletine geri dön."
Sonunda, şeriat makası gelir ve dâva uğrunda fazla uzayan bu kanadı budar.
Abdülkâdir Geylânî'ye göre Hallaç tökezlemiş, ayağı kaymıştı. Çünkü zamanında elinden tutacak, ona manevî yolculuğun tehlikelerini gösterecek birisini bulamamıştı. Onun zamanında yaşasaydı, Hallaç bu hallere düşmezdi. Onun elinden tutar, kurtarırdı.
Dimaşk'ın (Şam) odun satarak geçimini te'min eden bu sevilen şeyhi, Abdülkâdir Ceylânı hakkında şunları söylemektedir:
"O, zamanımızda şeyhlerin önderlerindendir. Hikmet ile konuşur. Manevî tasarruf ona teslim edilmiştir. Kabul ve red, alma ve verme yetkisi onun elindedir. O, zamanımızda "Rasûlul-âh'ın nâibi"dir."
Başka bir ifâdeyle Şeyh Rislân, Abdülkâdir Geylânî'nin haberde "vâris-i enbiyâ"292 olarak bildirilen şahıslardan,.olduğunu söylemektedir.
VELAYET - NÜBÜVVET ve RlCÂL-1 GAYB
Abdülkâdir Geylânî inananları îman derecelerine göre, zaman zaman çeşitli gruplara ayırır. Onun bu tasniflerinden birisi de, diğer ulemâda da sıkça karşılaştığımız veçhiyle, halkı üçe ayırmasıdır ki, bu üç grup şunlardaır: l- Avam (halk). 2- Hâs (seçkin, seçilmiş). 3- Hâssu'1-hâs (seçkinler seçkini).
Bunlardan birinci gruptakileri yâni âmmî olan kısma dâhil ettiği kimseleri Abdülkâdir Geylânî "şerîat çerçevesinde hareket eden müttakî müslüman" diye tarif eder. ikinci grubu teşkil eden hâs mü'minler ise düşünce ve davranışlarında şerîat ile iktifa etmeyip, Hakk'ın ilhamını bekleyerek ona göre hareket etmeye çalışan kimselerdir. Üçüncü gruptaki hâssu'1-hâs olanlar da ikinci gruptakilerle aynı hareket tarzına sahip olmakla birlikte, bunlar bu konuda biraz daha titizlik gösteren ve tecrübe kazanmış kimseler olup "abdal" diye isimlendirilmişlerdir ve yine bunlar da fiil ve düşüncelerinde Hakk'ın ilham, emir ve tahrikini (hareket ettirme) bekleyerek ona göre hareket ederler. Bu tasnifin bir başka ifâdesi de şu şekilde îzah edilebilir: Mü'min genellikle şu üç halden birisi üzere bulunur: Takva hâli (mü'min), velayet hâli (velî-evliyâ), bedeliyet veya gavsiyet hâli (abdâl-gavs-kutup). Bu üç hâlin birbirinden kopuk, birbirinden müstakil olmadığı, aksine bunlann birbirini takip eden, inananların îman derecelerine göre yapılmış bir tasnif olduğu îzahtan varestedir.
Mü'min, şer'in mubah gördüğünü
yer. Velî yemeye inanır fakat kalp cihetiyle ondan nehyedilir. Bedel ise hiçbir
şeyi önemsemez. O, Rabbinin gaybeti içerisindedir. Onda fânî olmuştur. Velî ile
bedel arasındaki diğer bir fark da şudur: Velî emir ve nehiyle-ri yerine
getirmekle ile mükelleftir. Bedel ise, şer'î hudutların korunması
kaydıyla, ihtiyardan sıyrılmştır. Şer'î hudutları koruyarak,
halktan ve kendisinden fânî olmuştur.486 Yine mü'min rızkını
hevâsına göre değil, şeriatin belirlediği hudutlar içerisinde
te'min eder. Velî, Allah'ın
emri ile, kutbun veziri olan bedel ise
Allah'ın fiili ile rızkını kesb
yoluna gider. Kutba gelince, onun rı
zık te'mîni ve tasarrufu Nebî (s.a.v.)'inki gibidir. Çünkü o ümmet
içerisinde Peygamberin
hizmetçisi, çocuğu, naibi ve halîfesi mesâbesindedir.
el-Fütûhdtü'/-Mekekiyye'de yeri geldikçe kutbun özelliklerinden bahsetmiş (bk.: el-Fütahâta'l-Mekklyye, 1/289-301,11/753-758, III/180-186) ve VELAYET için de ayrı bir bâb (konu başlığı) açmış (a.g.e., 11/326-333) olan Ibn Arabî, kutupları kitabın 462-556. bâblan arasında menzillerine göre açıklamış olmakla bu konuyu en geniş bir şekilde işlemiştir (a.g.e, IV/93-249).
Çalışmamızın Abdülkâdir Geylânî'nin "VAAZA BAŞLAMASI" konusunda tarifini yaptığımız "kutup" hakkında Ibn Arabi'nin görüşleri ve yorumları doğrusu kayda değerdir. Ona göre "hareket-i devriye (hayâtın devamını sağlayan hareket) ve âlemdeki her iş kutbun etrafında (üzerinde, kutup vasıtasıyla) gerçekleşir (Ibnü'l-Arabî, Muhyiddîn, Fusûsu'l-hifeem Tercüme ve Şerhi, -tere. ve şerh: Ahmed Avnî Konuk, haz.: Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın-, istanbul 1987,1/297). Esâsında kutbun suret ve ruh olmak üzere iki yönü vardır. Âlemde cereyan eden işlerin ruhu (manevî yönü) onun ruhu vasıtasıyla, sureti de onun sureti vasıtasıyla meydâna gelir." (el-Fütühâ-tü'l-Mekkiyye, İV/93).
Ayrıca "her makam ve menzilin, o makam ve menzilin kendisi vasıtasıyla gerçekleştiği bir kutbu vardır. (Meselâ) zâhidlerin, zühdün kendisi vasıtasıyla gerçekleştiği bir "zühd kutbu" olur. Tevekkül, muhabbet, marifet için de aynı durum söz konusudur." diyen Şeyh-i Ekber, Allâhu Teâlâ'nın kendisini mütevekkillerin kutbuna muttali kıldığını belirterek, o kutbun özelliklerini açıklar (bk.: A.g.e., İV/95 v.d.) isevî kutupların özelliklerini d-Fütdhâtü'l-Mekkiyye'nin 36-37. bâbla-nnda (a.g.e., 1/289-298) ve menzil ve makamlarına göre kutuplan da aynı eserin 464-556. bâblarında (a.g.e., IV/111-249) işleyerek "kutup" ve "kutuplar” eserinde geniş bir yer ayırmış olan Ibn Arabî "Muhammedi kutuplar" hakkında da şunları söyler: "Muhammedi kutuplar iki kısımdır: l- Hz. Peygamber'in bi'setinden önceki kutuplar: Onlar 313 resuldür. 2- Hz. Pey-gamber'in bi'setinden sonraki kutuplar: Onlar da 12 kutup ve ayrıca iki hatm (hâtem-i velâyeO'tir. (a.g.e., İV/94).
işte "bu ümmetin işleri bu 12 kutup vasıtasıyla gerçekleşir" diyen müellif bu Muhammedi 12 kutbun özelliklerini uzun uzun anlatır (bk.: A.g.e., İV/96 v.d.).Şu da var ki, Muhammedi kutuplar muhtelif kısımlara ayrılmakla birlikte, onlardan her asırda sâdece bir tane bulunur, (a.g.e., İV/94).
Mevlânâ da:
Öyleyse her devirde peygamber yerine bir eren vardır;
Kıyamete dek bu böyle sürer gider.
(Mesnevt ve Şerhi, 11/140)
diyerek, Ibn Arabi'nin görüşlerine iştirak eder.
Abdülkâdir Geylânl'nin kutbu şu veciz cümlelerle tarif ettiği rivayet edilir: "Hakikatte hiçbir meslek, yol, kademe yoktur ki, kutup için orada saygın, sağlam bir kaynak olmasın. Velayette hiçbir derece yoktur ki, onun orada açık bir ayak izi bulunmasın. Nihayette hiçbir makam yoktur ki, onun orada sabit bir ayağı olmasın. Müşahedede hiçbir menzil yoktur ki, onun orada tatlı bir meşrebi olmasın. Huzura çıkan hiçbir basamak yoktur ki, o oradan yüce bir şekilde geçmemiş olsun. Alem-i gaybda ve âlem-i şehâdet-i evveliyede hiçbir iş yoktur ki, onun ondan bilgisi olmasın. Varlık (vücûd) mazharlanndan hiçbirisi yoktur ki, onun onda müşareketi olmasın. Hiçbir fiil yoktur ki, o onda gizli olmasın. Hiçbir ışık yoktur ki, ondan bir parça, hiçbir marifet yoktur ki, ondan bir nefes taşımasın. Hiçbir mecra yoktur ki, kutup onun sonuna ulaşmış olmasın. Vâsılların tuttuğu hiçbir yol yoktur ki, kutup onun nihayetinin mâliki olmasın. Hiçbir tuzak yoktur ki, onunla karşılaşmamış olsun. Hiçbir mertebe yoktur ki, onu cezbetmesin. Hiçbir nefes yoktur ki, o onda sevilmesin. Kutup, izzet sancağının ve kudret kılıcının taşıyıcısı, vakit elinin hâkimi, muhabbet ordusunun sultânıdır. Tevliyet ve azletmeyi üzerine almıştır. Onunla beraber olan şakî olmaz, beraberindekilerin hiçbir hâli ve müşahedesi kutba gizli kalmaz. Onun hedefinden daha yüksek bir hedef, onun örtüsünden daha büyük bir örtü, onun vücûdundan daha tam, daha mükemmel bir vücut, onun şühûdundan daha açık bir şü-hûd, şertati onun izlemesinden daha şiddetli bir izleme yoktur. O vardır, mevcuttur, muttasıldır, munfasıldır, arzlıdır, şemaildir, kudsîdir, gaybîdir, hâlis bir vâsıtadır, beşerdir, faydalıdır. Onun kendisinde biten bir hududu, kendisine has bir sıfatı, kendisine hoş gelen bir vazifesi vardır. Şu kadar var ki, o, tefrika gözünden çıkan ezel bakışlarını odaklaştırdıgında heybet ile üns arasım birleştirmekle müstetirdir, gizlidir; sıfatların açıklanması için hâli bırakıp, makamı övmenin lüzumu ile birlikte, celâl ve cemâl (sıfatlarının) arasını ayırmakla barizdir, zahirdir. Onun tek başınalıgı sırlar ile örtülmüştür. O zuhurunun deliller ile gerçekleşmesini gizlice ister. Onun zuhuru ise bir emirdir. Eğer zuhurunu bast ile gerçekleştiremezse o zaman bu iş kabz menzillerinden birisinde olur. Mülk ve hüküm (hikmet) âleminde hiçbir şey zuhur etmez ki, onun dışında, zahirinde gayb ve kudret âleminden bir önü, bir işaret ve bir remz bulunmasın. O zuhur eden şey bu âleme hasredilir ki, ehl-i kevn, o işteki acâiplikleri müşahede etsin. Bu anlatılanların özü ve tafsilâtı, evveli ve âhiri Mustafâ (s.a.v.)'de toplanmıştır...
***
Sevdanın ilk duragındaki tatlılık var ya.
Benim hazzım ondan daha tatlı ve daha lezzetlidir.
Ya da visalde çok özel bir hâl vardır ya,
Benim hâlim ondan daha aziz ve yakındır.
Bana günler bağışlandı, saflığın başlangıcı günler,
Helâl ve içmesi tatlı su kaynaklan...
Her türlü cömertliğe muhatap oldum.
Hiç kimseye olmadığı kadar.
Ben arkadaşına korku olmayanlardanım.
Zaman şüpheli, insan kaçtığı yeri bilmiyor..
Kavm'in her türlü yüce rütbeden nasibi var,
Ve her ordunun dayandığı bir kuvvet olur.
Ben şakıyan bülbülüm, ağaçları doldururum
Şarkılarla. Yükseklerde ise Bâz-ı Eşhebim...
Muhabbet ordusunu irâdem altına aldım,
itaatle. Okumu nereye atsam isabet eder.
Ne bir emel, ne de bir ümidim var.
Bir va'd bekliyor ya da gözlüyor değilim..
Rızâ meydanlarında bol böl nasipleniyorum.
Tâ ki, hiç kimseye bağışlanmayan bana verildi.
Zaman, işlenmiş elbise gibi değişti.
"Bizler zamanın en iyisiyiz" diye övünürsünüz..
Evvelkilerin güneşleri söndü, gitti..
Bizim güneşimizse Sönmez ebedî, gökyüzünün en yüce
yerinde...
Şattanûfî'nin rivayet ettiği bir menkıbede abdalın (yediler) seçilişini Abdûlkâdir Geylânî'nin müridlerinden Ebu'l-Hasan b. et-Tantaniyye el-Bağdâ-dî (v. ?) şu şekilde anlatır: "Babam vefat ettikten sonra Şeyh Abdûlkâdir'in yanında ilim ile iştigal ve Şeyh'e hizmet etmeye başladm. Gecelerimin çoğunu Şeyh'in ihtiyâcını gözetleyerek uykusuz geçirirdim. 553 (h.) (1158 m) Safer ayının bir gecesinde Şeyh dışarı çıktı. Hemen ona ibrik götürdüm, ibriği almadan Medresenin (dış) kapısına doğru yöneldi. Kapı kendiliğinden açıldı. Şeyh dışarı çıktı. Ben de onun arkasından gittim. Şeyh'in beni farketmediğini düşünüyordum. Bağdat'ın kapısına yaklaşınca, o da kendiliğinden açılıverdi ve Şeyh dışarı çıktı. Ben de onu takip ettim Biz dışarı çıkınca kapı kendiliğinden kapandı. Fazla yürümeden, tanımadığım bir şehre girdik. Şeyh ribâta benzeyen bir yere girdi ki, içerisinde altı kişi vardı. Onlar gelip Şeyh ile selamlaştılar. Bu arada ben bir tarafta saklanmış, olup biteni anlamaya çalışıyordum. Bir inilti duyuldu. Çok geçmeden bu inilti kesildi, içeri bir adam girdi ve iniltinin geldiği yere gitti. Omuzlarında birisi olduğu halde oradan döndü ve öylece ribattan dışarı çıktı. Akabinde iniltinin geldiği yerden başı açık, uzun bıyıklı birisi daha içeri girerek, Şeyh'in önünde oturdu. Şeyh ona kelime-i şehâdeti telkin ettikten sonra, onun saçlarını ve bıyıklarını kısaltarak, ona takke giydirdi ve Muhammed ismini verdi. Sonra altı kişiye "vefat eden kişinin yerine o şahsın bedel olması hususunda emir aldığını" söyledi. Onlar da "duyduklarını ve itaat ettiklerini" belirttiler. Sonra Şeyh oradan ayrıldı. Ben de onu takip ettim. Çok geçmeden Bağdat'ın kapısına geldik. Kapı çıkarken olduğu gibi yine kendiliğinden açıldı ve biz içeri girince de öylece kapandı. Sonra Medrese'ye geldik ve Şeyh evine girdi.
Sabah olduğunda her zamanki gibi Şeyh'in huzuruna varıp okumaya çalıştım. Fakat onun heybetinden okumaya bir türlü muvaffak olamadım. Şeyh bana:
— Oğlum okusana, bir şey yok !... (gece gördüklerinden dolayı korkmana gerek yok) dedi.
Ben Şeyh'e yemin vererek, gece olanları bana îzah etmesini rica ettim. O da bana durumu şu şekilde açıkladı:
— Gittiğimiz yer Nihâvend idi. Oradaki altı kişi de abdal (abdâlü'n-nücebâ) idi. iniltisini işittiğin kişi onların yedincisi idi. Ama o hastaydı. Yanına vardığımızda vefat ânı yaklaşmıştı. Onu omuzlarında taşıyan kişi ise Hızır (a.s.) idi. Kendisine şehâdet telkin ettiğim şahsa gelince, o Kostantiniyye (istanbul) ehlinden ve Nasrânî idi. Onu vefat eden şahsın yerine geçirmem hakkında emir almıştım. O da benim elimle müslüman oldu ve abdâlü'n-nübebâ arasındaki yerini aldı.
Şeyh bu olayı bana böylece anlattıktan sonra onu, o hayatta olduğu müddetçe hiç kimseye anlatmamam hususunda benden yemin aldı." (Befıcetü'l-esrâr, 70-71.)