Kaynak: Kur’an ve Tasavvuf, Dr.Dilaver Selvi, Şule Yay.,İst-1997

 

 

  1. Velilerin sınıf ve dereceleri (S.134-140)

 

       Ehl-i tasavvuf, velî, sûfi ve tasavvufun tarifinde bir-çok farklı tanımlar ortaya koydukları gibi velilerin derece,  sınıf ve statüleri konusunda da değişik taksim ve farklı yaklaşımlara sahiptirler. Bunun için velileri, sıfat ve ma­kamlarına göre farklı sınıflara ayırmışlardır. İlk devirler­de sûfi kelimesi kullanılmadığı ve kullanılmaya başlandı­ğında da fazla yayılmadığı için velî deyince akla, Kur'ân ve sünnetteki tarifler gelirdi. Sühreverdî'nin (632/1234) belirttiği gibi Kur'ân-ı Kerîm'de sûfî kelimesi yoktur. (316) Bu kelime, Rasûlullah (a.s) zamanında da kullanılmıyor­du. (317) Fakat Kur'ân-ı Kerîm'de sûfî yerine "mukarra-bûn" ismi kullanılmış ve bununla, Allah Teâlâ'ya kulluk­ta en ön safta olan, sâbikûn sıfatıyla anılan, ilâhî huzurda kabul gören has kullar kasdedilmiştir.318

Daha sonraları, hadislerden mülhem olarak veliler, birtakım isim ve sıfatlarla anılır olmuştur. Bunların en il­ki ve yaygını "abdal" kelimesidir. Abdal anlayışının orta­ya çıktığı sıralarda bu terim, âbid ve zâhidlerle birlikte muhaddis ve fakihler (319) için de kullanılmaktaydı. Ni tekim abdal hadislerini nakleden Ahmed b. Hanbel

(241/855), yeryüzünde muhaddislerden başka abdal tanı­madığım söylemiştir.(320) İmam Şafiî (204/819) ve İmam Buhârî'nin (256/870) de abdâl sözünü, beğendikleri kişi­ler için bir takdir ifadesi olarak kullandıkları rivayet edil­mektedir. (321)

Tasavvufi düşüncenin en önemli özelliklerinden bir tanesi de "ricâlu'l-gayb" anlayışıdır. Bu anlayış, önceki devirlerde "abdal", "evtâd", "ferd" isimleriyle tasavvufî çevrelerde kâmil ve arif kimseler için kullanılmaya baş­lanmış, (322) Hakîm et-Tirmizî (285/898) ile gündeme gir­miş, daha sonra İbn Arabî (638/1240) ile yeni bir çehre kazanıp, daha geniş bir çerçevede işlenmiştir.

"Ricâlu'l-gayb", lügat mânâsı olarak, bilinmeyen, görülmeyen kişiler demek olup tasavvufî ıstılahta bu isim, insanlar arasındaki gizli velilere, sâlih cinlere, bilgi ve rızıklarını gâibden elde eden bir grup insana veri­lir. (323) Bir diğer yaklaşıma göre bu şahıslara "ricâlu'l-gayb" denmesinin sebebi, çoğu insanlar tarafından bilin­memelerinden dolayıdır. (324) "Ricâlu'l-gayb"ı altı kısma ayıran Tehânevî, ilham meleklerini de bunlara dahil etmistir,(325)

 

  Herkes tarafından kolayca tanınmadıkları veya gizil olan hakikat ve sırlara vâkıf oldukları için "ricâlu'l-gayb adı verilen(326) bu seçkin kişilerin arasında bir manevî di siplin ve hiyerarşi vardır. Ancak her mertebedeki! "ricâlu'l- gayb"ın adları ve hiyerarşideki yerleri çeşitli kaynaklarda farklı şekilde gösterilmiştir. Meselâ, Hatîb'in Târihu Bağdad'ında Kettânî'ye (322/933) atfe­dilen en eski rivayetlerin birinde, veliler arasındaki bu sı­ra, aşağıdan yukarıya "nükebâ", "nücebâ", "abdal", "ahyâr", "umed" (veya umud) ve "gavs" şeklinde sırala­nırken, (327) yeri geldiğinde göreceğimiz gibi bu hiyerarşi, İbn Arabi'de farklı sıralamayla ifade edilmiştir.

Velî ve "ricâlu'l-gayb" anlayışında müşterek lâfız olarak kullanılan "abdal" kavramı, zamanla sistemleşen bir hiyerarşi içinde, üstten aşağı "kutb", (328) "eimme" ve­ya "imamân", (329) "evtâd", (330) "nükebâ", (331> "nücebâ", '332> "efrâd" (333) şeklinde, değişik isim ve sıfatlarla ayrı bir şekle dönüştürülmüştür. Bu kavramlar, özellikle Ibn Arabi'den sonra tasavvuf çevrelerinde daha çok kullanılır olmuştur. Biz, kısaca meşhur tasavvufi eserlerde yapılan velî taksimlerini ve sınıflandırmalarını vererek tarihî su-reç içerisindeki gelişmeyi tesbit ve takibe çalışacağız.

a- Sofilerin Görüşleri

İlk sûfî müelliflerden Hakim et-Tirmîzî (285/898), önceki bölümde geçtiği gibi velileri iki sınıfa ayırmıştır:

1-Veliyyu hakkıllah, 2-Veliyyullah.

Birincisi, farzları eda ile haramlara veda eden ve bütün himmetini (gayretini) bu noktaya teksif edip (yo-ğunlaştırıp) taatlere yönelerek rezil işlerden çekinen kim­sedir. İkincisi ise Allah Teâlâ'nın özel korumaya aldığı, nefsin köleliğinden kurtarıp rahmet ve nur içinde yüzdür­düğü, yüksek derecelere ulaştırdığı, manevî kıvamını ver­diği, süslediği, edeblendirdiği, temizlediği, manevî nurlar­la doyurup beslediği ve tekrar halkın içine gönderdiği âlî (yüce) bir kuldur.(334)

Makim et-Tırmizı, birinci velayetin rahmeten ikincisinin cûddan (Allah'ın fazl u kereminden) kaynak­landığım, ikinci velayet sahibinin, ilâhî nusret desteğinde ve rabbani himaye altında kullan Hakk'a davet işini üst­lendiğini belirtmiş,(335) velilerden özel seçilmiş bazı kulla­rın, diğer velilerin imamı, emini, murakıbı ve bayraktan olduğunu zikretmiştir.(336)

Hakîm et-Tirmizî, Allah Teâlâ'nm, Rasûlullah (â.s)'ın vefatından sonra ümmeti içinde kırk tane sıddîk

Bulundurduğunu, onlann bereketiyle yerin ayakta durdu ğunu, içlerinden vefat edenlerin yerine bir diğerinin geti-
rileceğini, bunun kıyamete kadar böyle devam edeceğini,
bu kırk salibin Rasûlullah (a.s)'ın manen ehl-i beyti ol­
duklarını beyan eder.(337)            

Hakim et-Tirmizî, velilerin genelini ifade için kul­lanılan "abdâl"a. şu iki sebeple bu ismin verildiğini söy­ler:

 

1-Ricâlu'l-gayb'dan biri öldüğünde Allah, bir başka­sını onun yerine bedel olarak getirir.

2-Onlar, kötü olan ahlâk, amel ve inançlarını terke-derek iyileriyle değiştirenlerdir.(338)

Daha sonraki devirlerde manevî hiyerarşi içinde ye­rini alacak olan "abdal", "nücebâ", "ümenâ", "kırklar” gibi kavramlar, Hakim et-Tirmizf de görüldüğü gibi ya­vaş yavaş tasavvuf literatürüne girmeye başlamıştır.

 

 

 

 

(316)Sühreverdî Avfirfü-Maârif; 18 (Trc.16. Mtrc. Dilâver Selvi).

(317)Sühreverdî, a.g.e., 63 (Trc. 79).

(318)Bkz. Sühreverdî, a.g.e., 18 (Trc. 16).

(319) İbn Hacer el-Heytemî, îmam Şafiî'nin evtâd olduğu üzerinde itti­
fak olduğunu, bir rivayete göre ölmeden kutb makamına yükseldi

(320)    Hatîb, Şerefu Ashâbi'l-Hadis, 49-50; Sehâvî, el-Makâsıdul-Hase-
ne, 10; Suyutî, el-Haberu'd-Dâl (el-H&vl içinde), II, 471; İbn Ha­
cer el-Heytemî, a.g.e., 324-325.

(321)    Bkz. Sehâvî, a.g.e., 9; İbn Arrak, Tenzîhu'ş-Şeri'a, II, 307.

(322)    Bkz. Kuşeyrî, Risale, I, 75; Burada İmam Şafiî'ye "evtâd" denil­
mektedir. İbnu'1-İmâd, Şezerâtu'z-Zeheb, II, 298 (Beyrut, 1988).
Burada "abdal" olarak anılan zât, Hammad b. Seleme'dir.

(323)    İbn Arabî, Fütuhat, II, 2.

(324)    İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetâve'l-Hadîsiyye, 322.

(325)    et-Tehânevî, Keşşâfu Istılahâtı'l-Funûn, II, 846-47.

(326)    Bkz. Suyûtî, el-Haberu'd-Dâl, (el-Havî içinde) II, 472.

(327) Hatîb, Târihu Bağdad, III, 75-76. Burada Kettânî, şöyle demekte­
dir: "Nükebâ üçyüz, nücebâ yetmiş, budelâ kırk, ahyâr yedi, umed
dört kişi ve gavs bir kişidir. Nükebâ Mağrib'de, nücebâ Mısır'da,
abdal Şam'da, ahyâr yeryüzünde dolaşmakta, umed yerin (kuzey,
güney, doğu, batı) dört yanında, gavs ise Mekke'dedir. Halkın ihti­
yacı ortaya çıktığında önce nükebâ, sonra nücebâ, sonra abdal,
sonra ahyâr, sonra umed Allah'a niyazda bulunur. Daha sonra
duâlanna icabet edilir. Aksi halde gavs, Allah'a niyazda bulunur
ve duasına icabet edilinceye kadar istemeye devam eder." Ayrıca
bkz. İbn Manzûr, Muhtasaru Tarihi Medineti Dimaşk, I, 116.

(328) Kutub, kelime olarak, değirmenin etrafında döndüğü mil, değir­
men iği, eksen v.s. mânâlarına gelir. (Bkz. Fîrûzâbâdî, K&musu'l-
Muhît, I, 275). Bir işin merkezinde bulunup onu idare edene "o
işin kutbu, yani idarecisi" denir. Bkz. Muhammed Parsa, Faslu'l-
Hıt&b Tercümesi (Tevhide Giriş),
579; Âmûlî, Kitâbu Nassı'n-
Nusûs,  Hatmu'l-Evliyâ ekinde, 501; Abdülmün'im el-Hafenî,
Mu'cemu Mustalahâtı's-Sûfiyye, 215-216. Kutb lakabıyla ilk defa
Ebul-Vefa Irakî'nin (ö. 495/1102) anıldığı nakledilir. Bkz. Mustafa
Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, 253. tbn Arabî, Futûh&tia.
kutbun sıfatlarını, özelliklerim ve bu ümmetten önce eelmis pcc-

mis aktâbın isimlerini verir. Bkz. İbn Arabi, a.g.e., 1,151-153,157, II, 555, 574. Bediüzzaman da aktâb-ı erbaanın Abdülkâdir el-Geylânî, Ahmed er-Rufâî, Ahmed el-Bedevî ile İbrahim ed-Dessûkî olduğunu söyler. Bkz. Said Nursî, Mektûbat, 87 (îst. 1990, Tenvir Neşriyat).

; (329) Eimme, imam kelimesinin çoğuludur. Kutbdan sonra gelen iki zâttır ki, onlara "imamân" ve "imameyn" tabirleri kullanılmıştır. Kutb öldüğünde onun yerine sağdaki imam geçer. Bu imamlardan biri melekût âlemi, diğeri mülk âlemi ile ilgilenir. Bkz. İbn Arabî. Istılahâtu Şeyh Muhyiddtn İbn Arabî, 57; Cürcânî, a.g.e., 58; Kâşânî, Istılahâtu's-Sûfiyye, 57; Pakalın, Osmanlı Tarih Deyimle­ri ve Terimleri Sözlüğü, II, 59.

(330)           Evtâd, kelime olarak kazık, direk mânâsına gelip "vedet" kelimesi­
nin çoğuludur. İbn Arabi'ye göre ricâlul-gayb'den kabul edilen v«
dört kişiden oluşan evtâd, bazı âyetlerin işaretiyle (78/6-7, 7/17;
bilinip, dört yöne memur velilerdir. Evtâd'ın herbiri Abdülhay
Abdülalim, Abdülkâdir ve Abdülmürîd isimleriyle anılıp doğu, ba
ti, kuzey ve güneyin muhâfazasıyla görevlidirler. Bkz. îbn Arabî
Fütuhat, H, 7; III, 521; Kâşânî, Istılahâtu's-Sûfiyye, 58. Evtâdır
herbiri bir peygamberin kalbi üzere olup, dört büyük meleğiı
rûhâniyetinden yardım alırlar. Bkz. İbn Arabî, a.g.e., I, 160; İbr
Âbidin, a.g.e., 268; Pakalın, a.g.e., I, 575.

(331)           Nükebfi, lügatta, bir topluluğun ileri gelen şahsı mânâsına gelir
"Nakib" kelimesinin çoğuludur. İbn Arabi'nin kabul ettiği mânây;
göre nükebâ, oniki burç adedinde olup, burçlarla ilgili ilimlen
vâkıf, inzal olmuş şeriatların bilgilerine sahip, insanların kıyafe
ve görünümlerinden, onların huylarını ve diğer özelliklerini tesbi
etme vasfını kazanmış kişilere denir. İbn Arabî, Fütuhat,
II, 7

 Cürcânî'ye göre Allah'ın el-Bâtın ismi kendilerinde tahakkuk edeı nükebâ, üçyüz kişiden oluşup, a- Emir âleminin hakikatlerini vâkıf ulvî nefisler b- Halk âlemine ait hakikatlere vâkıf süfli nefis ler c- İnsanî hakikatlere vâkıf vasati nefislerden oluşan üç grubı ayrılırlar. Cürcânî, a.g.e., 301; Krş. îbn Arabî, Istılahâtu Şeyi Muhyiddîn İbn Arabî, 57; Kâşânî, a.g.e., 116. Nükebânm üçyü kişiden ibaret olduğunu söyleyenler için bkz. Pakalın, a.g.e., II 707.

(332)  Nücebâ, lügatta kıymetli, üstün kişi mânâsına gelen "necib" keli
meşinin çoğuludur. İbn Arabi'ye göre sayıları sekiz olan nücebâ
sekiz ilâhî sıfatın ilmine ve keşfen yıldızların ilmine vâkıftırlar

Kürsi makamlarıdır İbn Arahî. Futuhât: II 8'başka bir yerde Ibn Arabî, nücebânın diğer ümmetlerden yedi kimse olduğunu, Muhammed ümmetinde ise bu sayının onikiye çıktığını söylemiş­tir. İbn Arabi'nin burada saydığı oniki isim ashâbdandır. Bkz. İbn Arabî, Muhâdaratul-Ebrâr, l, 35, II, 81; Cürcânî'ye göre kırk kişi olan nücebâ, kulların ağır işleriyle meşgul olup, merhamet ve şef­katleri icabı daima başkalarının hizmetindedirler. Cürcânî, a.g.e., 294-95; Kâşânî, a.g.e., 114; Pakalın, a.g.e., II, 707.

(333)       Efrâd, eşsiz şahsiyetler mânâsına gelen "ferd" kelimesinin çoğulu­
dur. Kutbun dışında kalan gayb erenlerine veriler isimdir. Kâşânî,
a.g.e., 56. Bunların belli sayılan yoktur. İki, üç veya daha fazla
olabilir. Bkz. îbn Arabî, a.g.e., 56; Tehânevî, a.g.e., III, 1107; Pa­
kalın, a.g.e., I, 597.

(334) Hakîm Tirmizî, Hatmu'l-Evliyâ, 118, 138, 331; Kitâbu Sîreti'l-
Evliyâ, 2, 33 (Beyrut, 1992).

(335)       Hakîm Tirmizî, Hatmu'l-Evliyâ, 332-333; Kitâbu Sîreti'l-Evliyâ,
35.

Hâkim et-Tirmîzî, Nevâdiru'l-Usûl, I, 339. Tirmizî, burada veliy-
yül-hâs olan ariflerin şu özelliklerinden bahseder: "Ehlullahın bir
kısmı, en yüksek velayet derecesine sahip olur. Bu kimse, Allah
Teâlâ'nm kendisini velayeti için (seçip) kullandığı bir kuldur. O,
Allah Teâlâ'nm kabzasında (özel himayesinde) hareket eder.
O'nunla konuşur, O'nunla görür, O'nunla tutar, O'nunla anlar (ak-
leder). Allah, onun yeryüzünde sânını (ve irşadını) yaymış, kendi­
sini halkın, veliler sancağının sahibi, yer ehlinin emniyeti, gök eh­
linin nazar yeri, gönüllerin reyhanı, Allah'ın has dostu, nazargâh-ı
ilâhî, rabbani sırların madeni, yeryüzünde Zât-ı Bâri'nin (adalet)
kamçısı yapmıştır. Allah Teâlâ, onun vasıtasıyla kullarını terbiye
eder. Onun nazarıyla ölü kalbleri diriltir. Halkı kendi yoluna çevi­
rir. Onunla hukuk-ı ilâhiyeyi ayakta tutar. O, hidâyet anahtarı,
yeryüzünün sürürü, ehlullahın emini ve imamıdır. Rasûlullah
(a.s)'ın huzurunda Rabbini sena ile meşgul olur. Rasûlullah (s.a.v),
onunla bu hususta övünür. Allah Teâlâ, bu makamda onun ismini
yüceltir. Rasûlullah (a.s), onunla sevinip gözü aydınlık olur. Allah
Teâlâ, onun kalbini dünyevî dert ve meşgalelerden alıkoyar. Ken­
disine yüksek hikmetini bahşeder. Onu tevhidine (sırf kendisine)
sevkeder. Nefsini görmekten ve hevânın gölgesinden yolunu uzak
kılar (temizler). Diğer ehlullahın defterlerine (isim ve hâllerinin
yazıldığı sahifelere) bunu emin kılar. Kendisine onlann makamla­
rını tanıtır ve derecelerine muttali kılar. Bu haliyle o, nücebânın
efendisi, hükemânın sâlihi, dertlerin şifâsı, (manevî) tabiblerin
imamı olur. Sözü, kalbleri (Allah'a) bağlar. Görülmesi, nefislere
şifâ verir. Teveccüh edip yönelmesi, hevâî arzulan (kalbden) yok
eder. Yakınlığı, kötü huyları temizler. O, bahar gibi nur saçar. Yaz
gibi (manevî) meyveleri toplanır. Kendisine sığınılan bir sığınaktır. Bir şeyler bulunması ümit edilen maden kaynağıdır. Hakk ili bâtılın arasını ayırdeder. O, sıddîktır; Hakk adamıdır, dosttur ariftir. İlhama mazhardır. Yeryüzünde Allah'ın tek denebilece) dostudur." Benzeri sıfatlar için bkz. Tirmizî, Kitaba Sîreti'l Evliya, 35, 36.

(337)       Hakîm et-Tirmizî, Hatmul-Evliyâ, 335-6.

(338)       Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru'l-Usûl, I,167.