Kaynak: Marifetname - Erzurumlu İbrahim hakkı, Bedir yay., İst-1993,

 

 

  1. İnsanlara gösterilen sırlar, velilere uyanık halde gösterilir yalanı. (S.580)

Ama  insanlara  rüyada gösterilen sırlar, peygamber ve velîlere uyanık hâlde gösterilir.

 

 

  1. Veliler Hakk tarafından ilham ile bilirler. Buna ilm-i ledünni (üstadsız öğrenme) denir iddiası. (S.580)

 İlimler: Bütün insanlara öğretme   ve   öğrenme   ile   hâsıl olur. Ama nebiler, velîler ve zekîler, Hakk tarafından ilham ile bi­lirler. Nitekim çok ilim ve san'atlan, üstad ve birisinden öğrenme­den bulurlar. Buna ilm-i ledünni ve ilhâmı Rabbani derler.

 

 

 

  1. Enbiya ve evliya diğer bedenlerde tasarruf ederler iddiası. (S.580)

Kendi bedeninde tasarruf eder. Bu da umumîdir. Ama enbiyâ ve evliya, diğer bedenlerde de   mutasarrıf olurlar. Lâkin kullukları ile kemâle erenler ve hakikat zirvesine va­ranlar ve bütün işleri uygun görenler ve gönül âlemi içine girenler,
Mevlânın huzurunda edeb ile duranlar, tevekkül makamında   tes­lim ve razı olurlar. Dua ve himmete bir yer bulmayıp, tedbir ve tasarrufdan kalırlar. Zira her şeyi, Hakk'ın muradına uygun bulur­lar. O hâlde hangi kâmilde, bu üç hususiyet, yâni uyanık hâlde rü­ya, ilm-i ledünnî ve diğer cisimlerde tasarruf bulunursa, o evliya­nın seçkinlerindendir.

 

 

  1. Melekler ve ruhlar alemini arif müşahede eder yalanı. (S.585)

İşte melekut alemi ona (Ârif’e) keşf olup, başkalarının uyku halinde rüya ile gördüğü şekiller ve haller ve acaiplikleri arif uyanıkken müşahede eder; melaike-i kiram, nebilerin ruhları ve veliler ona zahir olup, onlardan, belki Ruh-i Muhammedi’den istifade eder. Öyle büyük şeyler görür ki, anlatılamaz. Görünmedikçe hakikatleri bilinmez.  

 

 

  1. Alem-i misal mutlak hayal olup, berzah da denir. Keşf sahipleri bütün ruhları onda görürler yalanı. (S.591)

 

Ona âlem-i gayb da derler. O âlemde bulunanlar melekler, keribiyyûn, ukûl, nüfûs ve ervah [ruhlar] dır. Oradan mülk âlemi-ile gelmiştir. Bu, şehâdet âlemidir. Buna, âlem-i eflâk, âlem-i encüm,  âlem-i anâsır ve âlem-i mevâlid de derler. Âlem-i melekût ile, âlem-i mülk arasında iki âlem daha vardır. Biri âlem-i misâl, biri de,  âlem-i hayâldir. Âlem-i misâl, mutlak hayâl olup, Berzah da denir. Bu öyle bir âlemdir ki, keşf sahibleri bütün rûhları onda görürler. Doğru ve salih rüya ve vak'alarm tümü, bu âlem-i misâlde görülür. Âlem-i hayâle gelince, insanın mütehayyile kuvvetine denir. Bu âle­min aslı da âlem-i misâldir.

 

 

  1. İnsan-ı Kamil, zaman ve mekandan sıyrılmıştır iddiası. (S.595)

Belki zaman ve mekândan sıynlmış, insan-ı kâmildir. O kendi makamından yukanlara kavuşmuştur. Bu kimyâ-yı saadete istidadına göre, bir yılda, veya bir ayda, yahut bir gün veya bir saatte kavuşur. Allahü Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de, «Ona kendi ruhumdan üfledim», buyurup, kendi zât-ı pâkine muzaf eyle­diği rûh-i izafiye kavuşmuş ve her muradı ele geçmiştir, izafi ru­hun, çok isimleri olup, Akl-ı kül, Akl-ı evvel, Cevher-i evvel, Kalem-i a'lâ, Levh-i a'zâm, Arş-ı a'zam, kelime-i ehemm, melek-i mukarreb, rûh-i ekmel, rûh-i efdâl, fâni olmayan ruh, rûh-i nâtık, rûh-i kuds, rûh-i Muhammedi, nûr-i Muhammedi, âdem-i mânâ, şems-i bâtın, hakikat güneşi, nokta-i vahdet, nokta-i kül, nokta-i kübrâ, sırr-ı a'zâm, lâtife-i Rabbâniyye. emr-i Rabbani, cevher-i Rabbani, haki-kat-ı Rabbâniyye, aşk-ı İlâhi, mebde-i evvel, menşe-i ervah, sultan-ı hakikat ve sırr-ı ilâhidir.

 

 

  1. İnzivada zikreden bitkilerin ve madenlerin özelliklerini Allah ona söyler iddiası. (S.662)

O keşiften  yüz çevirip, zikr ve fikrine devam ederse, Allahü Teâlâ bitkilere ait sırları ona keşf eder. Her bitki çiçek ve ot, kendi özelliğini ona söy­ler. Madenleri keşf ettiği zamanki gıdası, hararet ve rutubeti çok olan şeylerden olmalıdır. Bitkileri keşf zamanında ise, hararet ve rutubeti mutedil olan şeyler yemelidir. Bu keşflere de bağlanıp kal­mazsa, Hakk Teâlâ hayvanlara ait sırlan ona keşf eder. Her hayvan ona selâm verip kendi zarar ve faydasını haber verir. Her âlem ken­di teşbih ve tahmîdini çeşitli zikirlerle ona beyan eder. Onunla da kalmazsa, Hakk Teâlâ ona, dirilerdeki hayatın sır ve sebepleri âle­mini keşf eder, yâni açar. Onunla da kalmazsa, Levh'e ait levhalar keşf olunup korkuyla hitab olunup, onun için bir dolab kurulur.

 

 

  1. Her keşf olana cennet ve cehennem görünür yalanı. (S.663)

  Her keşf oldukta mevcudatın tertibini, vücûdun cümreye sereyanını ve kâinatın daha çok sırlarını bilir. Her keşf olan makam, ona tevkir ve ta'zîm ile yüz döner. Onunla da kalmadıysa, ona hayret alemi keşf olur. Bundan acizlik ve kusurluluğunu anlar. Bu âlem-i
i
lliyyûndur. Onunla da kalmadıysa, ona Cennetin mertebe ve dereceleri keşf olur. Birbirine tedahülün ve çeşitli ni'metlerin üstünlük­lerini anlar. Ve o dar yol üzerinde sakin olur. Orada Cehennemin dereke ve katlarını ve birbirine tedahülünü ve azapları geniş olarak
görür. O keşf ile de kalmadıysa, ona ervâh-ı müstehlike münkeşif olur. Onları meşhedlerinde sarhoş ve hayretler içinde bulur. Vecd sultanı onlara galib olmuş olur. Onlann hâli, onu çağırmış olur. O çağırmayı kabul etmediyse, ona bir nur keşf olur ki, onda kendinden başka kimseyi görmez olur. Orada ruhanî lezzetten onu büyük bir vecd alır ki, ondan önce onu bilmezdi. O zaman, gördüğü her şey, nazarında küçük görünür. Kendi o nur içinde kandil gibi hareketli bulunur. Onunla da kalmadıysa, ona insan şeklinde suretler görü­nür. Yüzlerinde perdeler, örtüler olur. Onların başka teşbihleri var­dır, işitince anlaşılır. Kendi suretini onların arasında görür. Onun­la makamını, bulduğu vakti ve hâli bilir. Onunla da kalmadıysa, ona Rahman'ın sırları keşf olur. Onda her şeyin suretini görür. Keşf olunan her şeyi orada bulur. Her ayn ve alem [işaret] onda ıyân olur. O zaman kendi hakikatini ve rütbesinin sonunu anlar. Marifet ve velayetten neye kavuştuğunu tanır.

 

 

  1. Aşk pâk hüdanın sıfatıdır yalanı. (S.835)

Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki, Mevlâ'nın aşkı. insanın aklın­dan şerefli ve evlâdır. Yâni küll olan akl-ı meâd, cüz olan akl-ı me'aşdan aziz ve a'lâdır. Zira aşk-ı pak. Hûda'nın sıfatıdır. Sâdık olan âşık ayıplardan ve lekelerden ayrıdır. O pak sıfatı bulanın, beşeri   sıfatlan helak olur. Aşk şarabına devamla, elbisesini yırtan, hayvan  sıfatlarından temizlenir. Aşk, her ayıbın kirlerini siler. Perdeleri ve gayb örtülerini yırtar.

 

 

  1. Mürid mürşide ölü yıkayıcının elinde ölü gibi teslim olmalıdır iddiası. (S.862-63)

Beşinci asıl, Uzlet'tir: Uzlet, ihsanlardan kesilmek ve inziva et­mekle, insanlara karışmaktan kurtulmaktır. Ölüm de böyledir. An­cak, nefsini terbiye eden mürşidin hizmetinde bulunmalıdır. Ölü yı­kayıcısının elindeki ölü gibi, ona teslim olmalıdır. Böylece kendini velayet suyuyla, isyan günahından yıkayıp, pislik gelmesinden kur­tulmalı, temiz olmalıdır. Uzletin efdâli duygulan kendi işlerinden men etmektir.

 

 

  1. Zahir ve batın ilminin dışında bir ilim vardır ve Allah ile kulu arasında örtülü ve saklıdır yalanı. (S.875)

 

Nitekim Ebû Tâlib-i Mekkî (rahmetullahi aleyh) demiştir ki:  Allah'ı bilen âlimin üç ameli vardır: Biri zahirî ilim olup, zahir eh-line verilir. Biri bâtın ilmi olup, ancak ehline bildirilir. Üçüncüsü zahir ve bâtın ilmi değildir. O gizli bir sırdır. Kendisi ile Allahü Te-âlâ arasında örtülü ve saklıdır.

 

  1. Başkalarına gayb olanlar velilere bildirilmiştir. Ruhlarıyla miraca giderler ve Allah’ı müşahede ederler iddiası. (S.886)

Başkalarına gayb olânlar , onlara bildirilmiştir. Bedenleri bir yer­de iken, gönülleri doğu ve batıyı gezip, Arş ve Kürsi'yi dolaşmıştır. Bedenleri ile yükselmezlerse de, ruhları mi'râca gider. Hak Teâlyı göz ile görmeseler de, esrar ile müşahede ederler.

 

 

  1. Evliyalar geline benzer iddiası. (S.888) 

Velî, dâima hâlini gizleyip, bütün kâinat onun velayetinden konuşur. Velî, yeryüzünde, Hak Teâlâ'nın gülü, fesleğenidir. Onu sıddiklar koklar. Onun kokusu, onların kalblerine varınca, Mevlâ'­ya müştak olurlar. Evliyâullah geline benzerler. Gelini nâmahrem görmediği gibi, Allahü Teâlâ'nın bu gelinleri de onun muhteşem ünsünde duvaklı olup, onları kimse göremez. Suretlerini görseler de, hakikatlarına herkes eremez.

 

 

  1. Evliyalar o firaset nurları ile kalp casusları olmuşlardır iddiası. (S.890)

Veli yalnız cemâl-i kadimi istemektedir. Veli, vecd hâlinde mahlûkatın güzelliğinden geçmiş olur. Onun ruhu, ancak vech-i kadim ile mesrur ve meşgul olur. Nitekim Şeyh Şibli bir gün vecd hâlin­de, Şeyhi Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinin ziyaretine öyle bir za­manda varmış idi ki, Cüneyd ehli ile yemek yiyordu. O hatun, onu görünce, yemekten el çekip kalkmak isteyince, Cüneyd ona mâni' olup, elini tutmuştur ve: «Yerinde rahat otur. Şibli ne seni görür, ne de burada olduğunu bilir.» buyurmuştur. Sonra Şeyh, o hayran müridi ile bir saat sohbet eylemiştir. Tâ ki, Şibli akıl dâiresine gi­rip ağlamıştır. O zaman Cüneyd, ehline, Şibli'ye görünme demiş­tir. Çünkü Şibli, şimdi sarhoşluktan ayılıp, cisim âlemine gelmiştir. Şimdi insanları tanıyacak durumdadır. Zira onun bu hallerine, kendi sözleri ve gözleri delâlet eylemiştir, özellikle evliyâyı kiram, o firâset nurları ile kalb casusları olmuşlardır.

 

 

 

  1. İslama ters bir anlayış örneği. (S.895)

Bir arif der ki: Halvette zikrullah ile meşgul idim. Bîr gûn nefsim, nar yemek istedi. Nar almak için pazara giderken, bir duvarın dibinde çok hasla bir Kimse gürdüm. Yatıyordu. Sinekler ve arılar üzerine konup, etinden beslenirlerdi. Beni görünce Allahü Teâlâ'ya hamd etti. Selâm verdim. Şükr etme­sinin sebebini sordum. Cevabında: «Seni gördüm. Bir nar isteğiyle, Rahmân'dan yüz çevirmişsin. Ben, kalbim O'nunla bulunduğu için şükr ediyorum» dedi. Madem Allahü Teâlâ ile huzurdasın, bu has­talıktan seni kurtarması için O'na niçin dua etmezsin? dedim. Sen. Allahü Teâlâ'ya dua et de, seni bu arzudan kurtarsın. Çünkü arı­ların yalaması, sineklerin ısırması ancak nefse oluyor, ama şehvet ve arzunun sokması kalbi incitir dedi. Demek ki, evliyanın ezâsı, mâsivâyı istemektir.

 

 

  1. Taş ve kiremit onlar için altın ve gümüştür. Cin ve insanlar velilerin elindedir yalanı. (S.901)

Kim bu tarikata sülük edip, o hakikata kavuşursa,  izafetleri düşürerek Zât-ı Hakk'ı tevhid etmiş olur. Böylece Hak Teâlâ ona mülk ve tasarruf ikram eder. Zira mülk, aslında meşiyyetin lüfü-zudur. Bu mülk ise, dünyada kazaya razı olan evliyâ-yı kirama mahsûstur. Yeryüzünün kara ve denizleri onların gönüllerine bir adımdır. Taş ve kiremit onlar için altın ve gümüştür. Cin ve insan­lar, canavarlar ve kuşlar onların emrindedir. Onların istedikleri şey, arzularına uygun olur. Zira onlar, yalnız Allahü Teâlâ'nın mu-rad ettiğini irâde ederler. Dilemediği şey meydana gelmez. Onlara kimse heybetli gelmez. Onlar herkese heybetli görünür. Mevlâ'dan başka kimseye hizmet etmezler. Bütün mahlûkât onlara hizmet­te olur. Böylece ancak, Hak aşkına hizmet edebilirler.

 

 

  1. Kul , kendi sıfatlarından fani olunca  Mevla’nın sıfatları ile beka bulur yalanı. (S.908)

Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki, kul, kendi insanlık sıfatların-dan fâni olunca, Mevlâ'nın sıfatları ile beka bulur. İşte «Allahü Tealâ'nın ahlâkı ile ahlâklanınız» emrine uyup, Esmâ-ı Hüsnâ'sı ile sı­fatlanmış   olur.   Fena  fillah,   süfli,   aşağı   nefse   uymamaktır.  Ulvî ruha uymaktır. Nefsinden fena olmak,  Hak  ile  beka bulmaktır. Halkın   fenası,   Hakk'ın   bekasıdır.   Fena   fillah,   Hak'dan,   gay-rısını fâni etmektir. Beka bili ah, Hakk'ın bekasıdır, devamıdır. Fe­na fillah, beka billahtır. Beka hakikatlerinin başlangıcı, bütün mâsivadan fâni olmaktır. O halde, halkı bilmez, ancak Hakk'ı biliri O'nu müşahede eder. O'na kavuşur.

 

 

  1. Evliyanın makamlarının sonu fena bekadır iddiası. (S.908-909)

Fena üç çeşittir. Beka da üç çeşittir. Fena çeşitlerinden birisi; kul öyle fâni olur ki, kendi nefsinde bir hazzı kalmaz. Diğeri şudur ki Hakk'ı, nefsi için istemekten haya eder. Üçüncüsü de, Hak'dan, Hak'dan başkasını istemekten haya eder. İşte bu kul Mevlâ'nın ün-sünde hayran olur. Beka çeşitlerinin birincisi, marifet bekasiyle bekadır. Sonra muhabbet bekasiyle bekadır. Sonra üns bekasiyle be­kadır.

Demek ki fena, kulun sıfatlarının zeval bulmasıdır. Beka, kulun sıfatlarına karşılık Hakk'ın sıfatlarının badi olmasıdır. Bir kâ­mil der: «Kendini Mevlâ için öyle ifna eyle ki, sende, senin için bir   şey kalmasın». O halde evliyanın makamlarının sonu fena ve be­kadır. Marifet yolunun sonu muhabbetle fenadır. Fenanın sonu, mahbûb ile bekadır. Bekanın semeresi lika ünsüdür ve dâima yükselmedir.

 

 

 

 

  1. Tarikatta şeyhe ibadetin adı rabıtadır. (S.921-922)

 

Nihayet bir kendinden  geçme ve hayret hâli gelir. Bu râbıta işini tekrar ile, o hâl onda meleke hâline gelir. Fakr ü fena devletini bulur. Bundan yakın yol olmaz. Bazan mürid, kabiliyetli olur. Pir onda tasarruf edip, daha ilk sohbette onu müşahede mertebesine kavuşturabilir. Demek ki, kabiliyetli bir mürid, bir kâmil piri, marifete kavuşmak için vâsıta etse, gece gündüz söz ve hareketlerinden onun izinden gitse, o pirin zahir suretinin iki kaşı arasına bakmak bir an hatırından gitme­se, dururken, otururken, yerken, konuşurken, ondan hiç gafil ol­masa, her gün bu işi tekellüfle yapsa, pirinin şekli kalbinde rüsûh bulur. Her zaman zahmetsiz tahayyül edebilir. O halde, gayb âle- minden pirin kalbine gelen her feyz ve marifet, onun kalbinden, müridin kalbine de gelir. Ama edebe uyulmazsa, feyz kesilir. Onun için rabıta yolu incedir, dikkat ister.

 

 

  1. Allah’ın fiillerinin müride  tecellisi iftirası . (S.1014)

 

Fiillerin tecellîsi: Allahü Teâlâ'nın fiillerinden bir fiil, kulunun  kalbine münkeşif olur. Allahü Teâlâ fiillerinden biri ile kuluna te­cellî edince onun bütün eşyadaki cereyan kudreti, o kula münkeşif  olur. O kul, yalnız Allahü Teâlâ'yı hareket ettirici ve durdurucu bulur. Bu hâl ona müşahede ile olur. Bu hâli, ancak ehli bilir. Bu  fiilerin tecellisi, ayakların kayma yeri olur. Başlangıçta olanlara bundan korku ve ürperti gelir. Zira onlar fiili kendilerinden tama­men nefy ederler. Lâkin Hak Teâlâ'nın korudukları, istikamet üzere giderler. Bu makamda olan kâmil, bu fiillerin tevhidinde olan tecellide sabit olur, hareket ve durdurmayı Hak Teâlâ'dan bularak, şeriatın hükümlerini kendi nefsinde icra ederse, o korunan kimse, bu tehlikeli tecellileri geçip isim ve sıfatların tecellilerine yüksele­bilir. Sabit olmadıysa, Hak yolundan dönüp, zındık olur. Esfel-i sâfiline gidip tabiat zindanında kalır.

 

 

  1. Tasavvuf kuyusuna düşen Gavs-ı Azam Şeyh İsmail Fakirullah’ın başına gelenler. (S.1042-43)

Gavs-i a'zam Şeyh İsmail Fakîrullah hazretleri’nin kuyu hikâyesini ve velâyet-i keşfiyyesini, uzletini ve kudsî kuvvetini bildirir:

Ey azîz! Gavs-i ulvi Fakirullah Tillovi (rahmetullahi aleyh) haz­retlerinin yaşı kırksekize gelince hicri bin yüzondört (M. 1702) yı­lında, kazara onun komşularından bir müslüman Receb ayının so­nunda âhirete gitti. O mürüvvet menbaı, Şa'ban ayının başı olan Cum'a günü akşamı gidip ölünün evindekilere ta'ziye verdi. Orada her evde bir kuyu vardı. Bu kuyulardan yüz sene kadar su çıkar sonra kururdu. O komşunun duvarının yanında da böyle bir kuru, yâni susuz kuyu var idi. Derinliği onbeş metre ve duvarı taştan ya­pılmış idi. Yazın su soğutmaya ve eşyaları korumaya yarardı, öyle susuz kuyulara meyve ve yiyecek asarlardı. Hazret-i Şeyh ta'ziyeden sonra, akşam üstü yemek yeyip, cemaate: «Siz burada durunuz, ben camiye gideyim. Yatsı namazına hazırlanayım» deyip, onları bıraktı. Yalnız olarak avluya çıktı. Dış kapıdan çıkarken, kapının sağ tarafındaki duvar içinde gizli olan derin kuyuya girmiş, habe­ri olmamıştır. Dibine inmiş, kuyu olduğunu bile anlayamamıştır. O susuz kuyu içinde dolanıp, dış kapıyı bulamadığından üzülmüş ve şaşakalmıştır. İşte o zaman o şaşırmışların delili, onun içinden kapı açıp, bir cezbe ile onu almıştır. O mânâ meclisinde evliyanın ruhla­rını bulmuştur. O zaman her muradı olmuştur. Olan o hâlde olmuş­tur. Muhabbet kâsesiyle dâim sarhoş olmuştur: Tecelli nuruna hay­ran olup kalmıştır. Ruhun yeşil nuru, o kuyuya aksettiğinden, ku­yunun içi yemyeşil olmuştur. Bundan sonra bâzı kasidelerinde bu­na işaret eyledi. Bu saadette aşk denizine daldı. Velayet mertebe­sini bulup, müşahede lezzetini aldı. Onun bu hâlini bilmeyen ce­maat, onu camide ve evinde arayıp, birbirine sorup, bulamama üzün­tüsünde kaldı. Ancak dokumacı bir müslüman o avluda bulunan dükkânında bez dokurken, o geceden dört saat geçince, o kapının içinden, bu âşıkın tatlı sesini duymuştur. Hemen insanlara haber verip, bütün mahalle halkı, ellerinde mumlarla, lâmbalarla kuyu­nun başına toplandı. Fakat o öyle dalmıştı ki, kimseden haberi yok­tu. Kuyunun içerisine adam salıp, onu çıkardılar. Sarığı başında, na'lini ayağında ve bütün vücûdu selâmette idi. Ancak mübarek alnında sol kaşı üstünde bir tırnak yarası kadar sıyrılma vardı. Onu saâdethânesine götürüp, bir zarar gelmediğine hepsi sevindiler. Bu hikâyeyi o aziz kendi diliyle anlattığında der ki: Ben o kuyuya ne düştüğümü, ne de beni çıkardıklarım bilmiyorum. Beni çıkarmak isteyenlere, Allah'ı severseniz beni bırakınız. Sizinle işim kalmadı, benden uzağa gidiniz demişim. Bunu da hatırlamıyorum. Bildiğim sadece iki kişinin beni tutup, mahalle başında eve getirmeleridir. Mahalle halkı, kadınları ve çocukları etrafımda toplanmışlar. Her­kesin elinde bir lâmba, kimi bana yakın gelip yüzüme bakar, sağlam olduğuma şükr edip, dönüp giderdi.

O ikinci Yûsuf, bu karanlık kuyuda Hakk'ın nurunu ıyân olarak görünce, o gönül Mısr'ında aziz ve muhterem ve zamanın evliyâsının sultanı oldu. Gizli kadr ü kıymeti ve mevkii dillere destan olup, cihâna yayıldı. Kuyuda içtiği muhabbet şarabından sekiz yıl istiğrak ile, devamlı mest oldu kaldı. İnsanlardan tamamen uzlet edip, ehil ve evlâdından bile tecerrüd ve teferrüd eyledi. Zira halktan uzak olanın Hakk'a yakın olduğunu bildi. Bunun için insanlardan ayrıldı. Ünsiyyet ve huzur lezzetini, bütün ni'metlerden lezîz ve aziz buldu. Ancak büyük oğlu Abdülkâdir Efendi'yi hizmeti için kabul edip içeri aldı. O sekiz yıl zarfında, ehli ve evlâdı hizmet ve huzûruna gelince, imtina edip, benim iki hizmetçim vardır ki, her biri bir yerden gelecektir, her hizmeti ancak onlar görecektir derdi. Dokuzuncu sene uzletle ülfet, kalabalıkla halvet ona aynı oldu. Sekr ve istiğraktan ayıklığa geldi. Bunun üzerine bir hücre yaptırıp, orada oturdu. Ahbabına ziyaret kapısını açtı. Aziz babam Osman Efendi bir haftadan sonra Sıhranlı Muhammed Efendi onun ziyaretine geldi. Hazret-i Şeyh onlara çok iltifat ve rağbet etti. İkisini de müjdele­yip, Allah katından ita olunduğum iki hizmetçi Molla Osman ile Molla Muhammed imiş dedikte, ikisi de şükr secdesine varıp, her biri bin sürür ile doldu. İkisi de iki kardeş gibi, o şefkatli peder hizmetinde on yıl kadar kaldı. İkisi bir haftada vefat edip, cenâze namazlarını kendi kıldırdı.