Kaynak: Marifetname - Erzurumlu İbrahim hakkı, Bedir yay., İst-1993,
Ama insanlara rüyada gösterilen sırlar, peygamber ve velîlere uyanık hâlde gösterilir.
İlimler: Bütün insanlara öğretme ve öğrenme ile hâsıl olur. Ama nebiler, velîler ve zekîler, Hakk tarafından ilham ile bilirler. Nitekim çok ilim ve san'atlan, üstad ve birisinden öğrenmeden bulurlar. Buna ilm-i ledünni ve ilhâmı Rabbani derler.
Kendi bedeninde tasarruf eder.
Bu da umumîdir. Ama
enbiyâ ve evliya, diğer bedenlerde de mutasarrıf
olurlar. Lâkin kullukları ile
kemâle erenler ve hakikat zirvesine varanlar
ve bütün işleri uygun görenler ve gönül âlemi içine girenler,
Mevlânın huzurunda edeb
ile duranlar, tevekkül makamında teslim
ve razı olurlar. Dua ve himmete bir yer bulmayıp, tedbir ve tasarrufdan
kalırlar. Zira her şeyi, Hakk'ın muradına uygun bulurlar.
O hâlde hangi kâmilde, bu üç hususiyet, yâni uyanık hâlde rüya,
ilm-i ledünnî ve diğer cisimlerde tasarruf bulunursa, o evliyanın
seçkinlerindendir.
İşte melekut alemi ona (Ârif’e) keşf olup, başkalarının uyku halinde rüya ile gördüğü şekiller ve haller ve acaiplikleri arif uyanıkken müşahede eder; melaike-i kiram, nebilerin ruhları ve veliler ona zahir olup, onlardan, belki Ruh-i Muhammedi’den istifade eder. Öyle büyük şeyler görür ki, anlatılamaz. Görünmedikçe hakikatleri bilinmez.
Ona âlem-i gayb da derler. O âlemde bulunanlar melekler, keribiyyûn, ukûl, nüfûs ve ervah [ruhlar] dır. Oradan mülk âlemi-ile gelmiştir. Bu, şehâdet âlemidir. Buna, âlem-i eflâk, âlem-i encüm, âlem-i anâsır ve âlem-i mevâlid de derler. Âlem-i melekût ile, âlem-i mülk arasında iki âlem daha vardır. Biri âlem-i misâl, biri de, âlem-i hayâldir. Âlem-i misâl, mutlak hayâl olup, Berzah da denir. Bu öyle bir âlemdir ki, keşf sahibleri bütün rûhları onda görürler. Doğru ve salih rüya ve vak'alarm tümü, bu âlem-i misâlde görülür. Âlem-i hayâle gelince, insanın mütehayyile kuvvetine denir. Bu âlemin aslı da âlem-i misâldir.
Belki zaman ve mekândan sıynlmış, insan-ı kâmildir. O kendi makamından yukanlara kavuşmuştur. Bu kimyâ-yı saadete istidadına göre, bir yılda, veya bir ayda, yahut bir gün veya bir saatte kavuşur. Allahü Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de, «Ona kendi ruhumdan üfledim», buyurup, kendi zât-ı pâkine muzaf eylediği rûh-i izafiye kavuşmuş ve her muradı ele geçmiştir, izafi ruhun, çok isimleri olup, Akl-ı kül, Akl-ı evvel, Cevher-i evvel, Kalem-i a'lâ, Levh-i a'zâm, Arş-ı a'zam, kelime-i ehemm, melek-i mukarreb, rûh-i ekmel, rûh-i efdâl, fâni olmayan ruh, rûh-i nâtık, rûh-i kuds, rûh-i Muhammedi, nûr-i Muhammedi, âdem-i mânâ, şems-i bâtın, hakikat güneşi, nokta-i vahdet, nokta-i kül, nokta-i kübrâ, sırr-ı a'zâm, lâtife-i Rabbâniyye. emr-i Rabbani, cevher-i Rabbani, haki-kat-ı Rabbâniyye, aşk-ı İlâhi, mebde-i evvel, menşe-i ervah, sultan-ı hakikat ve sırr-ı ilâhidir.
O keşiften yüz çevirip, zikr ve fikrine devam ederse, Allahü Teâlâ bitkilere ait sırları ona keşf eder. Her bitki çiçek ve ot, kendi özelliğini ona söyler. Madenleri keşf ettiği zamanki gıdası, hararet ve rutubeti çok olan şeylerden olmalıdır. Bitkileri keşf zamanında ise, hararet ve rutubeti mutedil olan şeyler yemelidir. Bu keşflere de bağlanıp kalmazsa, Hakk Teâlâ hayvanlara ait sırlan ona keşf eder. Her hayvan ona selâm verip kendi zarar ve faydasını haber verir. Her âlem kendi teşbih ve tahmîdini çeşitli zikirlerle ona beyan eder. Onunla da kalmazsa, Hakk Teâlâ ona, dirilerdeki hayatın sır ve sebepleri âlemini keşf eder, yâni açar. Onunla da kalmazsa, Levh'e ait levhalar keşf olunup korkuyla hitab olunup, onun için bir dolab kurulur.
Her keşf oldukta mevcudatın
tertibini, vücûdun cümreye sereyanını
ve kâinatın daha çok sırlarını bilir. Her keşf olan makam, ona
tevkir ve ta'zîm ile yüz
döner. Onunla da kalmadıysa, ona hayret alemi
keşf olur. Bundan acizlik ve kusurluluğunu anlar. Bu âlem-i
illiyyûndur. Onunla da
kalmadıysa, ona Cennetin mertebe ve dereceleri keşf olur. Birbirine tedahülün ve
çeşitli ni'metlerin üstünlüklerini
anlar. Ve o dar yol üzerinde sakin olur. Orada Cehennemin
dereke ve katlarını ve
birbirine tedahülünü ve azapları geniş olarak
görür. O keşf ile de
kalmadıysa, ona ervâh-ı müstehlike münkeşif
olur. Onları meşhedlerinde
sarhoş ve hayretler içinde bulur. Vecd
sultanı onlara galib olmuş
olur. Onlann hâli, onu çağırmış olur. O
çağırmayı kabul etmediyse, ona
bir nur keşf olur ki, onda kendinden
başka kimseyi görmez olur. Orada ruhanî lezzetten onu büyük
bir vecd alır ki, ondan önce onu bilmezdi. O zaman,
gördüğü her şey, nazarında küçük görünür.
Kendi o nur içinde kandil gibi hareketli
bulunur. Onunla da kalmadıysa, ona insan
şeklinde suretler görünür.
Yüzlerinde perdeler, örtüler olur. Onların başka teşbihleri vardır,
işitince anlaşılır. Kendi suretini onların arasında görür. Onunla
makamını, bulduğu vakti ve hâli bilir. Onunla da kalmadıysa,
ona Rahman'ın sırları keşf olur. Onda her
şeyin suretini görür. Keşf olunan her
şeyi orada bulur. Her ayn ve alem [işaret] onda ıyân
olur. O zaman kendi hakikatini ve rütbesinin
sonunu anlar. Marifet ve velayetten
neye kavuştuğunu tanır.
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki, Mevlâ'nın aşkı. insanın aklından şerefli ve evlâdır. Yâni küll olan akl-ı meâd, cüz olan akl-ı me'aşdan aziz ve a'lâdır. Zira aşk-ı pak. Hûda'nın sıfatıdır. Sâdık olan âşık ayıplardan ve lekelerden ayrıdır. O pak sıfatı bulanın, beşeri sıfatlan helak olur. Aşk şarabına devamla, elbisesini yırtan, hayvan sıfatlarından temizlenir. Aşk, her ayıbın kirlerini siler. Perdeleri ve gayb örtülerini yırtar.
Beşinci asıl, Uzlet'tir: Uzlet, ihsanlardan kesilmek ve inziva etmekle, insanlara karışmaktan kurtulmaktır. Ölüm de böyledir. Ancak, nefsini terbiye eden mürşidin hizmetinde bulunmalıdır. Ölü yıkayıcısının elindeki ölü gibi, ona teslim olmalıdır. Böylece kendini velayet suyuyla, isyan günahından yıkayıp, pislik gelmesinden kurtulmalı, temiz olmalıdır. Uzletin efdâli duygulan kendi işlerinden men etmektir.
Nitekim Ebû Tâlib-i Mekkî (rahmetullahi aleyh) demiştir ki: Allah'ı bilen âlimin üç ameli vardır: Biri zahirî ilim olup, zahir eh-line verilir. Biri bâtın ilmi olup, ancak ehline bildirilir. Üçüncüsü zahir ve bâtın ilmi değildir. O gizli bir sırdır. Kendisi ile Allahü Te-âlâ arasında örtülü ve saklıdır.
Başkalarına gayb olânlar , onlara bildirilmiştir. Bedenleri bir yerde iken, gönülleri doğu ve batıyı gezip, Arş ve Kürsi'yi dolaşmıştır. Bedenleri ile yükselmezlerse de, ruhları mi'râca gider. Hak Teâlyı göz ile görmeseler de, esrar ile müşahede ederler.
Velî, dâima hâlini gizleyip, bütün kâinat onun velayetinden konuşur. Velî, yeryüzünde, Hak Teâlâ'nın gülü, fesleğenidir. Onu sıddiklar koklar. Onun kokusu, onların kalblerine varınca, Mevlâ'ya müştak olurlar. Evliyâullah geline benzerler. Gelini nâmahrem görmediği gibi, Allahü Teâlâ'nın bu gelinleri de onun muhteşem ünsünde duvaklı olup, onları kimse göremez. Suretlerini görseler de, hakikatlarına herkes eremez.
Veli yalnız cemâl-i kadimi istemektedir. Veli, vecd hâlinde mahlûkatın güzelliğinden geçmiş olur. Onun ruhu, ancak vech-i kadim ile mesrur ve meşgul olur. Nitekim Şeyh Şibli bir gün vecd hâlinde, Şeyhi Cüneyd-i Bağdadi hazretlerinin ziyaretine öyle bir zamanda varmış idi ki, Cüneyd ehli ile yemek yiyordu. O hatun, onu görünce, yemekten el çekip kalkmak isteyince, Cüneyd ona mâni' olup, elini tutmuştur ve: «Yerinde rahat otur. Şibli ne seni görür, ne de burada olduğunu bilir.» buyurmuştur. Sonra Şeyh, o hayran müridi ile bir saat sohbet eylemiştir. Tâ ki, Şibli akıl dâiresine girip ağlamıştır. O zaman Cüneyd, ehline, Şibli'ye görünme demiştir. Çünkü Şibli, şimdi sarhoşluktan ayılıp, cisim âlemine gelmiştir. Şimdi insanları tanıyacak durumdadır. Zira onun bu hallerine, kendi sözleri ve gözleri delâlet eylemiştir, özellikle evliyâyı kiram, o firâset nurları ile kalb casusları olmuşlardır.
Bir arif der ki: Halvette zikrullah ile meşgul idim. Bîr gûn nefsim, nar yemek istedi. Nar almak için pazara giderken, bir duvarın dibinde çok hasla bir Kimse gürdüm. Yatıyordu. Sinekler ve arılar üzerine konup, etinden beslenirlerdi. Beni görünce Allahü Teâlâ'ya hamd etti. Selâm verdim. Şükr etmesinin sebebini sordum. Cevabında: «Seni gördüm. Bir nar isteğiyle, Rahmân'dan yüz çevirmişsin. Ben, kalbim O'nunla bulunduğu için şükr ediyorum» dedi. Madem Allahü Teâlâ ile huzurdasın, bu hastalıktan seni kurtarması için O'na niçin dua etmezsin? dedim. Sen. Allahü Teâlâ'ya dua et de, seni bu arzudan kurtarsın. Çünkü arıların yalaması, sineklerin ısırması ancak nefse oluyor, ama şehvet ve arzunun sokması kalbi incitir dedi. Demek ki, evliyanın ezâsı, mâsivâyı istemektir.
Kim bu tarikata sülük edip, o hakikata kavuşursa, izafetleri düşürerek Zât-ı Hakk'ı tevhid etmiş olur. Böylece Hak Teâlâ ona mülk ve tasarruf ikram eder. Zira mülk, aslında meşiyyetin lüfü-zudur. Bu mülk ise, dünyada kazaya razı olan evliyâ-yı kirama mahsûstur. Yeryüzünün kara ve denizleri onların gönüllerine bir adımdır. Taş ve kiremit onlar için altın ve gümüştür. Cin ve insanlar, canavarlar ve kuşlar onların emrindedir. Onların istedikleri şey, arzularına uygun olur. Zira onlar, yalnız Allahü Teâlâ'nın mu-rad ettiğini irâde ederler. Dilemediği şey meydana gelmez. Onlara kimse heybetli gelmez. Onlar herkese heybetli görünür. Mevlâ'dan başka kimseye hizmet etmezler. Bütün mahlûkât onlara hizmette olur. Böylece ancak, Hak aşkına hizmet edebilirler.
Ey aziz! Ehlullah demişlerdir ki, kul, kendi insanlık sıfatların-dan fâni olunca, Mevlâ'nın sıfatları ile beka bulur. İşte «Allahü Tealâ'nın ahlâkı ile ahlâklanınız» emrine uyup, Esmâ-ı Hüsnâ'sı ile sıfatlanmış olur. Fena fillah, süfli, aşağı nefse uymamaktır. Ulvî ruha uymaktır. Nefsinden fena olmak, Hak ile beka bulmaktır. Halkın fenası, Hakk'ın bekasıdır. Fena fillah, Hak'dan, gay-rısını fâni etmektir. Beka bili ah, Hakk'ın bekasıdır, devamıdır. Fena fillah, beka billahtır. Beka hakikatlerinin başlangıcı, bütün mâsivadan fâni olmaktır. O halde, halkı bilmez, ancak Hakk'ı biliri O'nu müşahede eder. O'na kavuşur.
Fena üç çeşittir. Beka da üç çeşittir. Fena çeşitlerinden birisi; kul öyle fâni olur ki, kendi nefsinde bir hazzı kalmaz. Diğeri şudur ki Hakk'ı, nefsi için istemekten haya eder. Üçüncüsü de, Hak'dan, Hak'dan başkasını istemekten haya eder. İşte bu kul Mevlâ'nın ün-sünde hayran olur. Beka çeşitlerinin birincisi, marifet bekasiyle bekadır. Sonra muhabbet bekasiyle bekadır. Sonra üns bekasiyle bekadır.
Demek ki fena, kulun sıfatlarının zeval bulmasıdır. Beka, kulun sıfatlarına karşılık Hakk'ın sıfatlarının badi olmasıdır. Bir kâmil der: «Kendini Mevlâ için öyle ifna eyle ki, sende, senin için bir şey kalmasın». O halde evliyanın makamlarının sonu fena ve bekadır. Marifet yolunun sonu muhabbetle fenadır. Fenanın sonu, mahbûb ile bekadır. Bekanın semeresi lika ünsüdür ve dâima yükselmedir.
Nihayet bir kendinden geçme ve hayret hâli gelir. Bu râbıta işini tekrar ile, o hâl onda meleke hâline gelir. Fakr ü fena devletini bulur. Bundan yakın yol olmaz. Bazan mürid, kabiliyetli olur. Pir onda tasarruf edip, daha ilk sohbette onu müşahede mertebesine kavuşturabilir. Demek ki, kabiliyetli bir mürid, bir kâmil piri, marifete kavuşmak için vâsıta etse, gece gündüz söz ve hareketlerinden onun izinden gitse, o pirin zahir suretinin iki kaşı arasına bakmak bir an hatırından gitmese, dururken, otururken, yerken, konuşurken, ondan hiç gafil olmasa, her gün bu işi tekellüfle yapsa, pirinin şekli kalbinde rüsûh bulur. Her zaman zahmetsiz tahayyül edebilir. O halde, gayb âle- minden pirin kalbine gelen her feyz ve marifet, onun kalbinden, müridin kalbine de gelir. Ama edebe uyulmazsa, feyz kesilir. Onun için rabıta yolu incedir, dikkat ister.
Fiillerin tecellîsi: Allahü Teâlâ'nın fiillerinden bir fiil, kulunun kalbine münkeşif olur. Allahü Teâlâ fiillerinden biri ile kuluna tecellî edince onun bütün eşyadaki cereyan kudreti, o kula münkeşif olur. O kul, yalnız Allahü Teâlâ'yı hareket ettirici ve durdurucu bulur. Bu hâl ona müşahede ile olur. Bu hâli, ancak ehli bilir. Bu fiilerin tecellisi, ayakların kayma yeri olur. Başlangıçta olanlara bundan korku ve ürperti gelir. Zira onlar fiili kendilerinden tamamen nefy ederler. Lâkin Hak Teâlâ'nın korudukları, istikamet üzere giderler. Bu makamda olan kâmil, bu fiillerin tevhidinde olan tecellide sabit olur, hareket ve durdurmayı Hak Teâlâ'dan bularak, şeriatın hükümlerini kendi nefsinde icra ederse, o korunan kimse, bu tehlikeli tecellileri geçip isim ve sıfatların tecellilerine yükselebilir. Sabit olmadıysa, Hak yolundan dönüp, zındık olur. Esfel-i sâfiline gidip tabiat zindanında kalır.
Gavs-i a'zam Şeyh İsmail Fakîrullah hazretleri’nin kuyu hikâyesini ve velâyet-i keşfiyyesini, uzletini ve kudsî kuvvetini bildirir:
Ey azîz! Gavs-i ulvi Fakirullah Tillovi (rahmetullahi aleyh) hazretlerinin yaşı kırksekize gelince hicri bin yüzondört (M. 1702) yılında, kazara onun komşularından bir müslüman Receb ayının sonunda âhirete gitti. O mürüvvet menbaı, Şa'ban ayının başı olan Cum'a günü akşamı gidip ölünün evindekilere ta'ziye verdi. Orada her evde bir kuyu vardı. Bu kuyulardan yüz sene kadar su çıkar sonra kururdu. O komşunun duvarının yanında da böyle bir kuru, yâni susuz kuyu var idi. Derinliği onbeş metre ve duvarı taştan yapılmış idi. Yazın su soğutmaya ve eşyaları korumaya yarardı, öyle susuz kuyulara meyve ve yiyecek asarlardı. Hazret-i Şeyh ta'ziyeden sonra, akşam üstü yemek yeyip, cemaate: «Siz burada durunuz, ben camiye gideyim. Yatsı namazına hazırlanayım» deyip, onları bıraktı. Yalnız olarak avluya çıktı. Dış kapıdan çıkarken, kapının sağ tarafındaki duvar içinde gizli olan derin kuyuya girmiş, haberi olmamıştır. Dibine inmiş, kuyu olduğunu bile anlayamamıştır. O susuz kuyu içinde dolanıp, dış kapıyı bulamadığından üzülmüş ve şaşakalmıştır. İşte o zaman o şaşırmışların delili, onun içinden kapı açıp, bir cezbe ile onu almıştır. O mânâ meclisinde evliyanın ruhlarını bulmuştur. O zaman her muradı olmuştur. Olan o hâlde olmuştur. Muhabbet kâsesiyle dâim sarhoş olmuştur: Tecelli nuruna hayran olup kalmıştır. Ruhun yeşil nuru, o kuyuya aksettiğinden, kuyunun içi yemyeşil olmuştur. Bundan sonra bâzı kasidelerinde buna işaret eyledi. Bu saadette aşk denizine daldı. Velayet mertebesini bulup, müşahede lezzetini aldı. Onun bu hâlini bilmeyen cemaat, onu camide ve evinde arayıp, birbirine sorup, bulamama üzüntüsünde kaldı. Ancak dokumacı bir müslüman o avluda bulunan dükkânında bez dokurken, o geceden dört saat geçince, o kapının içinden, bu âşıkın tatlı sesini duymuştur. Hemen insanlara haber verip, bütün mahalle halkı, ellerinde mumlarla, lâmbalarla kuyunun başına toplandı. Fakat o öyle dalmıştı ki, kimseden haberi yoktu. Kuyunun içerisine adam salıp, onu çıkardılar. Sarığı başında, na'lini ayağında ve bütün vücûdu selâmette idi. Ancak mübarek alnında sol kaşı üstünde bir tırnak yarası kadar sıyrılma vardı. Onu saâdethânesine götürüp, bir zarar gelmediğine hepsi sevindiler. Bu hikâyeyi o aziz kendi diliyle anlattığında der ki: Ben o kuyuya ne düştüğümü, ne de beni çıkardıklarım bilmiyorum. Beni çıkarmak isteyenlere, Allah'ı severseniz beni bırakınız. Sizinle işim kalmadı, benden uzağa gidiniz demişim. Bunu da hatırlamıyorum. Bildiğim sadece iki kişinin beni tutup, mahalle başında eve getirmeleridir. Mahalle halkı, kadınları ve çocukları etrafımda toplanmışlar. Herkesin elinde bir lâmba, kimi bana yakın gelip yüzüme bakar, sağlam olduğuma şükr edip, dönüp giderdi.
O ikinci Yûsuf, bu karanlık kuyuda Hakk'ın nurunu ıyân olarak görünce, o gönül Mısr'ında aziz ve muhterem ve zamanın evliyâsının sultanı oldu. Gizli kadr ü kıymeti ve mevkii dillere destan olup, cihâna yayıldı. Kuyuda içtiği muhabbet şarabından sekiz yıl istiğrak ile, devamlı mest oldu kaldı. İnsanlardan tamamen uzlet edip, ehil ve evlâdından bile tecerrüd ve teferrüd eyledi. Zira halktan uzak olanın Hakk'a yakın olduğunu bildi. Bunun için insanlardan ayrıldı. Ünsiyyet ve huzur lezzetini, bütün ni'metlerden lezîz ve aziz buldu. Ancak büyük oğlu Abdülkâdir Efendi'yi hizmeti için kabul edip içeri aldı. O sekiz yıl zarfında, ehli ve evlâdı hizmet ve huzûruna gelince, imtina edip, benim iki hizmetçim vardır ki, her biri bir yerden gelecektir, her hizmeti ancak onlar görecektir derdi. Dokuzuncu sene uzletle ülfet, kalabalıkla halvet ona aynı oldu. Sekr ve istiğraktan ayıklığa geldi. Bunun üzerine bir hücre yaptırıp, orada oturdu. Ahbabına ziyaret kapısını açtı. Aziz babam Osman Efendi bir haftadan sonra Sıhranlı Muhammed Efendi onun ziyaretine geldi. Hazret-i Şeyh onlara çok iltifat ve rağbet etti. İkisini de müjdeleyip, Allah katından ita olunduğum iki hizmetçi Molla Osman ile Molla Muhammed imiş dedikte, ikisi de şükr secdesine varıp, her biri bin sürür ile doldu. İkisi de iki kardeş gibi, o şefkatli peder hizmetinde on yıl kadar kaldı. İkisi bir haftada vefat edip, cenâze namazlarını kendi kıldırdı.