MEVLEVİLİK
Mevlana Celaleddin Rumi'nin (d. 1184 Belh, Horasan-ö. 1273 Konya) düşünceleri çevresinde kurulan tarikat. Babasının düşüncelerini sistemleştirdiği ve tarikat biçiminde örgütlendirdiği için Mevlana'nın oğlu Sultan Veled (ö. 1312) Mevlevilik'in asıl kurucusu ve ikinci piri sayılır.
Mevlana'nın hayatı boyunca tarikatlara özgü birtakım kurallara uymadığı, kendisine bağlananlar için özel kurallar koymadığı bilinmektedir. Sözgelimi kendisine bağlananlar için ne bir giriş töreni düzenler, ne de belli bir zikir öngörürdü. Diğer tarikatlar gibi özel giysilerle ayrılma yoluna da gitmemişti. Bilinen başlıca uygulaması müridliğe kabul edilenlerin saç, sakal, bıyık ve kaşlarından birkaç kıl kesmek, kendisine halifelik verilenlere de bugün hırka denilen geniş kollu, yakasız, önü açık bir giysi olan fereci giydirmek, halkı aydınlatma görevini simgelemek üzere bir çerağ vermekti. Mevlevilik'in başlıca kurallarından birisi olan semayı da yalnızca aşk ve cezbe için yardımcı bir öğe sayardı. Ancak oğlu Sultan Veled, halifeliği döneminde Mevlana'nın düşüncelerini temel olarak Mevleviliği kendine özgü kuralları, törenleri olan bir tarikat durumuna getirdi.
Mevleviliğe göre tasavvufi eğitimin amacı insanın kendine gelmesini, kendini bulmasını sağlamaktır. Gerçeğe ulaşmak için insan tabiatına aykırı yöntemlere başvurulmamalıdır. Zikir ve çile gerçeğe ulaşmanın temel yöntemi değildir. Zikir ancak düşünceyi harekete geçirdiği ölçüde yararlıdır. Gerçeğe ulaşmanın asıl yolu aşk ve cezbedir. Bunun için de isimlerden ve kelimelerden geçip Allah'ı bulmak Allah dışındaki varlıklardan (masiva) arınmak gerekir. Bütün varlığı kuşatan Allah'ın varlığı tek gerçektir. Varmış gibi görülen varlıklar gerçekte yoktur; varolan, bu varlıklar aracılığı ile kendini gösteren Allah'tır. Evren her an yeniden yaratılmaktadır. Zıdlar alemi olan bu dünyada herşey izafidir. Allah'ı gerçek anlamda tanımayan insanlar dünyanın, altın ve gümüşün kulu, kölesi olurlar. Bu kölelikten kurtulmanın tek yolu da Allah aşkıdır.
Mevleviliğe göre mürid kendini mürşidinde yok etmeli, kendine baktığında mürşidini görmelidir. Mürşidinin tüm isteklerini tereddüt etmeden kabul etmeli, ona itaatı Allah'a ve Peygamber (s.a.s)'e itaat, muhalefeti de Allah ve Peygamber (s.a.s)'e muhalefet bilmelidir. Kendisini şeyhinden uzaklaştıracak hiçbir sözü dinlememeli, onun iyiliğin mutlak temsilcisi olduğuna inanmalı, hakkında kötü düşünmemeli, yanında çok konuşmamalıdır. Nefsini zayıflatmaya, riyazet ve mücahede ile öldürmeye çalışmalıdır. Kötülüğü buyuran nefsi (nefs-i emmare) ancak mürşid öldürebilir. Bu nedenle mürid mürşidinin irşadına sıkı biçimde sarılmalıdır.
Mevlevilikte başlıca tarikat ayini, âyin-i şerif de denilen semadır. Belli kurallar içinde ve müzik eşliğinde yapılan semadan başka zikir telkini, tac ve hırka giyme, halvet, tarikata giriş, halifelik verme de belli kurallara bağlanmıştır. Sözgelimi zikir telkininde şeyh müridi önüne oturtarak elini tutar, bütün günahlardan sakınacağına, iyilik ve takva üzere bulunacağına dair söz alır, kelime-i tevhidi üç kez telkin eder, sonra da onun için dua eder. Duanın arkasından şeyh, dünya ile ilgisini kestiğini simgelemek üzere müridin saçından birkaç kıl keser. Halvet, diğer tarikatlarda olduğu gibi kırk gün süren bir ibadet, riyazet biçiminde değil, tekkede hizmet biçiminde uygulanır. Binbir gün süren bu halveti (çile) tamamlayan kişiye derviş adı verilir.
Tac ve hırka giydirme de küçük bir törenle yapılır. Tac giyecek mürid başını açarak şeyhin önüne oturur, başını şeyhin dizine koyar. Mevlevi silsilesini okuyan şeyh Allah'tan müridi fakirlik yolunda (tasavvuf) başarılı kılmasını, başına manevi bir tac ihsan etmesini dileyerek tacı giydirir. Fatiha sûresini okuyarak dua eder. Hırka ise ayakta giydirilir. Yine mevlevi şeyhleri silsilesi ve Fatiha okunur, dua edilir. Duanın arkasından hırkası giydirilen mürid şeyhin ve orada bulunan büyüklerin ellerini öper.
Halvetten çıkmış, eğitimini tamamlamış ve gerekli olgunluğa ulaşmış dervişlere verilen üç tür halifelik vardır. Bunlar suret-i hilafet, mana-yı hilafet ve hakikat-ı hilafet olarak anılır. Suret-i hilafet, bir dervişe bir tekkenin yönetimini yürütmesi amacıyla verilen halifeliktir. Bu tür halifeler irşad yetkisine sahip değildir. Mana-yı hilafet, seyr-ü süluk denilen tasavvufi yolculuğun makam ve mertebelerini iyi bilen, Allah'ı tam anlamıyla tanıyan dervişe halkı irşad etmesi amacıyla verilen halifeliktir. Hakikat-ı hilafet de doğrudan irşad ve şeyhlik yetkisiyle verilen halifeliktir. Şeyhlik makamı boş olan tekkelere atanacak şeyhler bu halifeler arasından seçilir.
Mevleviliğe mensup kişiler seyrü sülukteki durumlarına göre çeşitli derecelere ayrılır. İlk dereceyi mevlevilerin büyük çoğunluğunu temsil eden muhibler oluşturur. Seven kişi demek olan muhib, mevlevi kurallarına göre sikke tekbirletip tarikata giren, ancak dervişliğe ikrar vermeyen müriddir. İkinci derecede dede de denilen dervişler yeralır. Derviş ikrar verip tekke mutfağında (matbah) üç gün saka postunda oturan, kararından dönmezse arakiye ve hizmet tennuresi giyinip çeşitli hizmetlerle binbir gün halvet (çile) çıkaran, onsekiz gün süren hücre çilesini de tamamlayan mevleviye verilen addır. Şeyhler üçüncü dereceyi oluşturur. Şeyh, bir tekkeyi yönetmek, muhib ve dervişlerin yetiştirme yetkisine sahip olan mevlevidir. Mevlevilikte son dereceyi halifeler meydana getirir. Halifeler, başkasına halifelik verme yetkisine sahip şeyhlerdir.
Sultan Veled'ten sonra bütün Mevleviliği temsil eden Konya'daki merkez tekke şeyhliğinin babadan oğula ya da ailenin büyüğüne geçmesi gelenekleşti. Bu geleneğe bağlı olarak şeyhlik makamına oturan kişiye Çelebi adı verildi ve zamanla merkez tekke şeyhliği Çelebilik makamı olarak anılmaya başladı. Çelebiler, başlangıçta, şeyhlik makamında oturan kişi tarafından önceden belirlenirdi. Sonraları çelebiler dedelerin onayıyla atanmaya başladı. Daha sonra da, adaylar arasındaki çekişmeler nedeniyle çelebiler padişah iradesiyle atanır oldular.
Mevlevilik Türk düşünce ve sanat hayatına önemli etki ve katkıları olan bir tarikattır. Mevlana'nın vahdet-i vücud (varlık birliği) anlayışına dayanan düşünceleri yüzyıllar boyunca etkisini sürdürmüş, günümüze kadar canlılığını koruyabilmiştir. Mevlevi tekkeleri, tarikat faaliyetlerinin yanısıra bir sanat ve kültür kurumu gibi çalışmış, baştan beri birçok şair, yazar ve bestecinin yetiştiği merkezler olmuştur.
Osmanlılar döneminde Türkiye'de en yaygın tarikatlardan birisi olan Mevleviliğin faaliyetine, diğer tarikatlarla birlikte, 13 Eylül 1925 tarihli bir kanunla son verildi. Faaliyetini bir süre Şam'da sürdürmeyi denediyse de başarılı olamadı. Ancak 1926 yılında Konya'daki merkez tekke ve Mevlana türbesi müze olarak yeniden açıldı. Günümüzde de her yılın Aralık ayında Konya'da turistik amaçlı mevlevi ayinleri icra edilmektedir.
Ahmet ÖZALP
================================================================================
ÜLKÜCÜ GÖRÜŞLER Oğuz Çetinoglu
BÜYÜKTÜRKELİ GRUBU VASITASIYLA ELMEK ADRESİME GELEN YAZILARDAN DERLENMİŞTİR
Yazıların içeriği yazıyı kaleme alan kişileri bağlar
Mevlâna Haftası Dolayısı İle
(Birinci Bölüm)
Türk’lerin Anayurdu olan Türkistan’da, özellikle Horasan (1) bölgesinde tasavvuf (2) hayatı, 11. yüzyılda başladı. 12. yüzyılda yetişen Pîr-i Türkistan Ahmed Yesevî (3) ile birlikte gelişti. 13. yüzyılın başında Türkistan, Moğol istilâlarına maruz kaldı. Din ve ilim adamları, Moğolların kötü idarelerinden, yağmacı ve yakan-yıkan yönetiminden kaçmaya başlamışlardı. Gidilecek en güvenli bölge Anadolu idi. Onlar, mânevî bir göç dalgası hâlinde Anadolu’ya yöneldiler. Çoğu mutasavvıf* olan bu aydın kişiler arasında, sonraları Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî olarak anılacak olan Celâleddin ve Sultanü’l Ulemâ (Âlimlerin Sultanı) olarak bilinen babası Muhammed Bahaeddin Veled* de vardı. Horasan Erenleri olarak adlandırılan bu insanlar, Anadolu’ya yeni bir fikir, ahlâk ve iman canlılığı getirdiler. Büyük şehirlerde dergâhlar açıldı. Halkı aydınlatan mutasavvıflar, ilgi ve saygı gördüler. Moğol saldırıları Anadolu’ya uzanınca, tasavvuf disiplinini vatanseverlikle birleştiren insanların oluşturduğu duvara çarptı. Anadolu halkı, Türklüğü ve İslâmiyet’i Avrupa’ya götürmek için hazırlanıyordu. Hıristiyan batı, bu gelişmeleri önlemek için Haçlı Seferleri*’ni düzenledi. Haçlı saldırıları da tasavvuf ehlinin, îman ile vatan sevgisini kaynaştıran gücü karşısında başarılı olamadı. Erenler, Alp-Erenler ve yarı asker yarı esnaf tüccarların oluşturduğu Ahilik Teşkilâtı*’nın mensupları, Anadolu halkına moral ve güç verdiler. Adına izafeten tarikat kurulan Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî, böyle bir gücün kaynağı ve Anadolu’nun Türkleşip İslâmlaşmasına vesile olan bir Ulu kişi idi.
Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretleri’nin
ölümünden sonra oğlu Sultan Veled (4) ve özellikle torunu Ulu Ârif
Çelebi (5) , önderleri Mevlânâ’nın şöhretinden ve O’na duyulan saygı ve
sevginin büyüklüğünden hız alarak 1284 yılında bir teşkilât kurdular.
Toplantılarda uygulanacak usulleri inceden inceye belirlediler. Bu teşkilâta,
daha sonra Mevleviyye – Mevlevî Tarikatı denildi. Mevlânâ’nın oğulları ve
torunları ile aileyi devam ettiren kişiler, mânevî bir hânedan gibi ve Çelebi
unvanı ile Konya’daki Mevlevî Postu’na oturup şeyhliğin babadan oğula devamını
sağladılar. 13 Eylül 1925 tarihli kanun yürürlüğe girip diğerleriyle birlikte
Mevlevî tarikatının ve dergâhlarının kapatılmasından sonra da Mevlânâ’nın yolunu
takip edenler hep Mevlevî olarak anıldılar.
Kuruluş yılı olan 1284’ten 1300’lü yılların
başına kadar geçen kısa sürede Mevlevî tarikatı bütün Anadolu’da teşkilâtlandı.
Mevlânâ’nın türbesinin bulunduğu Konya, tarikatın mânevî başkenti oldu.
Pâdişahların bir kısmı bizzat Mevlevî dergâhlarına gelerek bazıları da emirler
vererek tarikata ait binaların yapılmasına, onarılmasına katkıda bulunmuşlar,
hediyeler getirmiş veya göndermişlerdir. Bektâşîliğin
zıddına Mevlevîlik, devletin himâyesinde gelişti.
Yıldırım Beyazıd*’ın Emir Timur (6)’a mağlup
olmasından sonra Osmanlı Devleti’nin yeniden teşkilâtlanmasında Mevlevîler’in
büyük rolü olmuştur. Yıldırım Beyazıd’ın eşi Devlet
Hâtun, Hazret-i Mevlânâ’nın torununun kızı idi. Yıldırım Beyazıd’tan
sonra bilindiği gibi tahta oğlu Çelebi Mehmet (7) geçmiştir. Mehmet Han, isminin
başındaki Çelebi unvanını, Hz. Mevlânâ soyundan geldiği için kullanma hakkına
sahip olmuştur. Dolayısıyla sonraki padişahlar da kız tarafından Mevlânâ ile
akrabadırlar. (Mevlevîlikte bu oluşuma inas çelebi (8) denilmektedir.)
Türkler’in Edirne’yi fethetmelerinden ve Edirne’nin başkent yapılmasından sonra,
Edirne Mevlevîhânesi, şehirde inşa edilen ilk binalardandır.
Mevlevîlik, Kur’an-ı Kerim’e bağlı, İslâmî inançlarla tam anlamıyla kaynaşmış
bir tarikattır (9). Mevlânâ, aynı zamanda bir İslâm büyüğü olarak bilinir.
Mevlevîlikte âyinler halka açıktır. Böylece âyinlerle
çok önemli bir görev de icra edilmiş olurdu. O devirde, tiyatro, sinema yoktu.
Muhtemelen kahvehâneler de yoktu. Halk, Mevlevîhânelerde yapılan zikir ve semâ
törenlerine giderek, kalbî duygularla Allah, Allah seslenişleriyle dönen
dervişleri, onların hislerini paylaşarak seyrediyor ve büyük bir mânevî haz
duyuyor, huzura erişiyordu. Mevlevî âyinlerinde aynı zamanda, şehir halkından
âyin salonuna gelen insanlara klâsik musikimizin en büyük bestelerini dinlemek
imkânı veriliyor, bir anlamda, müzik ile terapi (10) sağlanıyordu.
Mevlevîler, Mevlânâ’nın eserlerine, özellikle Mesnevî’ye çok değer verirler.
Büyük şâirin bütün hatırâlarını tarihin derinliklerinden yeni nesillere
taşımışlardır. Mevlânâ, öğrencilerine şu öğütleri veriyordu:
* Cenab-ı Allah’a sonsuz bir îman ile teslim olunuz.
* Peygamber Efendimiz (sav)’in emirlerine itaat edip O’nun nurlu yolundan
gidiniz.
* Kur-an’ı Kerim, bütün hakikatlerin aslıdır. O’nun hükümlerinden bir an ve bir
nebze olsun ayrılmayınız.
* T evâzû, hoşgörü, şefkat, merhamet, cömertlik ve sevgi sahibi olmak gibi güzel
huy ve vasıflara sahip olunuz.
* Olgun, mükemmel, huzurlu ve sevilen-sayılan bir insan olmak için bu
tavsiyelere uyunuz.
Mevlevîler’in en büyük özelliklerinden biri, âyinleri;
ney, kudüm,
halile ve rebap gibi müzik âletleri ile
icrâ edilen ve âyin-i şerif denilen dînî formda bir musikî eşliğinde, semâ
denilen mistik bir raks ile bütünleştirmeleridir. Mevlevî tarikatını üstün kılan
bir başka özellik ise; olgun bir terbiye içerisinde hoşgörülü bir din anlayışını
benimseyip yaygınlaştırmasıdır.
Mevlevîler, adayları Mevlevîhanelerde çok ciddi ve disiplinli bir eğitime tâbi
tutarlardı. Merkez, Konya’daki Mevlevî Dergâhı
idi. Burada eğitim görüp icazet alanlar, Anadolu’daki
tekkelere şeyh olarak gönderilirdi.
Mevlevîliğe yeni girmiş kişilere muhib veya
nev niyâz denilirdi. Muhibler, eğitim görmüş ve
icazet almış dedeye teslim edilirdi. Dede, eğitimini üstlendiği muhibe,
tarikat âdâbını öğretir, Mesnevî okutur,
Mevlânâ’nın öğütlerini anlatır. Muhibler aynı zamanda dergâhın temizlik ve yemek
yapma gibi işlerini de görürler. Yeterli olgunluğa ulaşanlara
dede unvanı verilir, onlar öğrenci
yetiştirirler. Dedelikten sonraki makam, Şeyh’liktir. Her
derviş çile çıkarmayabilir. Fakat dede unvanını
alabilmek için mutlaka çile çıkarmak gerekir.
Sonra da nasip ise Şeyh olabilirler.Şeyhler Çelebi’ye bağlıdır.
Çelebi, bütün dünya Mevlevîlerinin lideri
konumundadır. Mevlânâ’nın sağlığında tayin ettiği Hüsamettin dışındaki bütün
Çelebiler, Mevlânâ’nın soyundan gelen kişilerdir.
Mevlevî dergâhları olan Mevlevîhânelerin
küçüklerine zâviye, büyüklerine âstâne denilirdi. Zâviyelerde
derviş yetiştirilmezdi. Bunlar esasen başka şehirlerden gelen veya
dışarıya gidecek olan dervişlerin konak yerleri idi. Nev niyaz denilen ve
dergâha intisap eden yeni elemanlar, zaviye dışındaki dergâhlarda eğitilirlerdi.
Ayrıca dergâhın büyüklüğü, bahçesinde gömülü bulunan merhumların önemli kişiler
olması ile orantılı olurdu. Orada, Mevlânâ ahfadından gelen veya ilmî seviyesi
çok yüksek olan şahısların bulunması hâlinde, âstân
olarak isimlendirilirdi. Osmanlı topraklarında 80 tane
zâviye vardı. En önemlisi, Karaman’da Mevlânâ’nın annesinin mezarını da
içerisinde bulunduran Karaman Tekkesi idi. İstanbul’da; Galata (Kulekapı)
Mevlevîhânesi, Yenikapı Mevlevîhânesi, Kasımpaşa, Bahariye ve Üsküdar
Mevlevîhâneleri olmak üzere beş adet önemli dergâh vardı. Bunlardan Üsküdar
Dergâhı, zâviye olarak hizmet görürdü. Merkez Konya’da olmak üzere; Bursa,
Eskişehir, Gelibolu, Kastamonu, Kütahya, Halep, Mısır ve Rumeli’de önemli
âstâneler vardı. Mevlevî dergâhları büyük bir bahçenin içinde inşa edilir, ölen
önemli Mevlevîler bu bahçenin bir bölümüne gömülürdü.
Mevlânâ, babasından ve hocasından aldığı dersleri, kendi akıl ve zekâsı ile
birleştirince saygı gören genç bir âlim olmuştu. 1228 yılında, Anadolu
Selçukluları’nın en büyük Sultanı olan Alâeddin Keykubat’ın (11) dâveti üzerine
Konya’ya gelip yerleşti. O dönemde edebiyat ve ilim alanında Farsça geçerli idi.
Eserlerini Farsça yazdı. Soy itibariyle kendisi katıksız Türk’tü. Yüksek
fikirlere sahipti. Bu fikirler, Mevlevîler aracılığı ile bütün dünyaya yayıldı.
Daha çok da aydın kişiler arasında rağbet gördü. Mevlevîlik; varlıklı, aydın ve
seçkin zümrelerce baş üstünde tutulmuş, şehirli esnaf zümreleri de içine almış,
köylü halka, Bektâşîlik kadar yaklaşamamıştır.
Mevlevîlik, Türk divan edebiyatı ve klâsik musikimiz üzerinde derin izler
bırakmıştır. Nef’i (12) ve Şeyh Galip (13) gibi büyük divan şâirlerimiz ve
klâsik Türk Musikisinin en büyükleri olan Buhurizâde Mustafa Itrî Efendi ,
Sultan Üçüncü Selim Han (15), Hammami-zâde İsmail Dede Efendi (16), Zekâi Dede
Efendi (17), Hüseyin Fahreddin Dede (18) gibi bestekârlar Mevlevî idiler. En
büyük bestekârlar, en büyük eserlerini Mevlevî âyini formunda vermişlerdir. Bu
gelenek, Cumhuriyet döneminde de devam etmiş, Hattat Hafız Kemal Batanay (19),
Eyyübi Hâfız Saadeddin Heper (20), Hâfız Necdet Tanlak (21) , merhum udî Çinuçen
Tanrıkorur (22), Dr. Alâeddin Yavaşça (23), Dr. İrfan Doğrusöz (24) ve Nail
Kesova (25) bu formda eserler vermişlerdir. Mevlevî âyin-i şeriflerinin ritm ve
makam zenginliği, diğer müziklerle kıyaslanmayacak kadar çoktur. Yirminci asrın
son çeyreğinde, batılı müzisyenler tarafından da bu gerçek kabul görmüştür.
Önceleri derin bir mânevî inanış, yüksek bir ruh terbiyesi, olgunluk, aşk ve
coşkunluk olan tasavvuf, yüzyıllar geçtikçe donmuş, kalıplaşmış ve bâzı
çevrelerde yanlışlıklara, fenalıklara maske yapılmak istenmiştir. Gerçek erenler
azaldıkça kötü taklitler meydana çıkmıştır. Gösteriş ve kerâmet taslayıcılarla
halkın gözünü boyamak, bazı kimselerin kârı olmuştur. Zamanla dergâhların bir
kısmı fesat ve düzensizlik yuvası hâline gelmiştir. Yakup Kadri
Karaosmanoğlu’nun (26) Nurbaba isimli romanında , bu soysuzlaşmanın inanılmaz
mâcerâsı hakkında bilgiler vardır. Tekkeler, görevlerini yapamaz duruma geldiği
için Cumhuriyet Hükümeti, çıkarttığı bir kanunla, tekke ve zâviyeleri kapattı.
Bu arada, Mevlevîlik gibi mükemmel kuruluşlar da kapandı.
(Birinci Bölümün Sonu)
AÇIKLAMALAR
(1) Horasan: İran’ın kuzeybatı kesiminde bir bölgedir. Kuzeyinde Türkmenistan,
doğusunda Afganistan yer alır. Bölge, 1038 – 1200 yılları arasında Türk
hâkimiyetinde iken Horasan; İran’ın, Afganistan’ın ve Türkistan’ın bir kısım
topraklarını içerisine alan, geniş bir bölgeye yayılıyordu. Günümüzde de
Türklerin yoğun olduğu bir yerleşim alanıdır.
(2) tasavvuf: Gönlümü Allah (cc) sevgisine bağlama, ahlâklı olma ve kendini
felsefî yollardan dine verme. Tasavvuf; gönül ve düşünce ile ilgili bir
kavramdır. Yaşanarak öğrenilir.
(3)Ahmed Yesevî: Türkistan Türkleri arasında İslâmiyet’in yayılmasına vesile
olan büyük Türk Âlimi, velî ve mutasavvıf şairdir. Pir-i Türkistan olarak da
anılır. Doğum yeri Çimkent şehrinin doğusundaki Sayran kasabası olmakla
birlikte, doğum tarihi bilinmiyor. Yedi yaşında iken Yesi şehrine gelip
yerleştiği için Yesevî lâkabı ile anılıyor. Uzun yıllar Buhara’da yaşadıktan
sonra tekrar Yesi şehrine döndü. Ve 1166 yılında fâni dünyaya vedâ etti.
Hayatına ait bilgiler azdır. Şiirleri ve hikmetli sözleri Dîvân-ı Hikmet adlı
kitapta toplandı. Ancak, çeşitli baskıları biri birinden farklıdır. Kendisine
ait olmayan yazı ve şiirler kitaplarda yer almıştır. Ancak bu karışımlar,
kitabın önemine gölge düşürmez.
Ahmed-i Yesevî 63 yaşına geldiğinde, Peygamber (sav) Efendimiz, bu yaşta vefât
ettiklerinden dünya hayatının kendisine haram olduğunu düşünerek, yer altında
hazırlattığı çilehânesine çekildi. Burada ne kadar yaşadığı bilinmiyor. Ölünceye
kadar buradan hiç çıkmadığı, derslerini çilehânede verdiği ve kendisini âhiret
hayatına hazırladığı bilinmektedir.
Rivâyete göre Ahmed-i Yesevî’nin kendi yaşadığı muhitte 12.000, uzak ülkelerde
ise toplam 100.000 müridi varmış. Mürşidi Şeyh Yusuf Hemedânî gibi Hanefî
mezhebine mensuptu. İslâm şeraitine ve Hz. Peygamber (sav) efendimizin sünnetine
sıkı sıkıya bağlı idi. O, tarîhî hayatından çok menkıbeleşen anlatımlarla
tanınır ve bilinir. Ölümünden sonra medresesinin bulunduğu yere, öğrencileri
tarafından bir türbe yapıldı. Türbe, daha sonra Emir Timur tarafından yeniden ve
haşmetli bir yapı olarak inşa ettirildi. Türkistan’ın komünist Rusya yönetiminde
zulüm gördüğü dönemlerde bile türbe, Müslüman Türk’lerin ziyâretgâhı olmaya
devam etti. Yasaklanmasına rağmen pek çok Müslüman’ın, en büyük dileği,
öldüğünde, türbe yakınlarına gömülmekti. Türbeye ulaşmanın mümkün olmadığı zorlu
kış aylarında ölüler özel yöntemlerle bekletilir ve bahar ayları gelir gelmez,
türbe yakınlarında toprağa verilirdi. Ahmed-i Yesevî, İslâmiyet’i Türkistan’da
yaymakla kalmamış, yetiştirdiği ve Horasan Erleri olarak anılan iman
kıvılcımlarını göndererek Anadolu’nun da Müslümanlaşmasına vesile olmuştur.
Hünkâr Hacı Bektaş-ı Velî, Yunus Emre ve Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, o iman
kıvılcımlarından en çok bilinenlerdir.
(4) Sultan Veled: On üçüncü yüzyıl tasavvuf şâirlerimizden Doğumu: Lârende
(Karaman), 1226. Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Hazretleri’nin oğludur. Babasının
yanında yetişti. O’nun 1273 yılında ölümünden sonra halifesi Çelebi Hüsameddin
de ölünce 1284 yılında Mevlevî tarikatının şeyhlik makamına geçti. Tarikatın
esaslarını, âyinlerini düzene koydu. 11 Kasım 1312 tarihinde Konya’da vefât
etti. Kabri, Konya’daki Mevlâna Türbesi’nin yanındadır. Farsça bir Divan’ı
vardır. Diğer eserleri: İbtida-nâme (1291), İntihâ-nâme (1301), Rübab-nâme
(1302), Maarif (1303).
(5) Ulu Ârif Çelebi: Mevlevî Tarikatı’nın kurucusu Sultan Veled’in oğlu, Mevlânâ
Celâleddin-i Rûmî Hazretleri’nin torunudur. 1272 yılında Konya’da doğdu.
Anadolu’nun orta ve batı bölgelerinde kurulan beyliklerin bir çoğunu gezerek
Mevlevîliğin yayılması için çalıştı. Farsça şiirlerini bir Divan’da topladı.
(6) Emir Timur: Timurlenk veya Aksak Timur olarak da anılır. Doğumu: Semerkand
yakınlarındaki Keş şehri, 11 Mart 1336. Özbekistan’dan Anadolu’ya, kuzeyde
Rusya’dan güneyde Akdeniz’e kadar uzanan büyük bir imparatorluk kurdu. Timur’dan
önce Türkistan Türklüğü; Moğol putperestliğinin, Hint Budizm’inin, Fars
Zerdüştlüğü’nün ve Şiîliği’nin baskısı altında idi. Emir Timur, devletin mânevi
temellerini oturttuğu İslâmiyet’i hâkim kıldı. İlim adamlarına saygı gösterdi.
Muhammed Bahaeddin Buharî ve Pir-i Türkistan Ahmed-i Yesevî, saygı gösterdiği
âlimlerin başında gelir. Müslümanlar arasında yayılmakta olan sapkın anlayış
Hurûfilik ile mücadele etti. Hurûfiler Osmanlı topraklarına sığınınca, savaşı
göze aldı. Osmanlı Sultanı Yıldırım Beyazıd Han’ı Ankara yakınlarındaki Çubuk
Ovası’nda yaptığı savaşta yendi. Prensip ve tavsiyeleri şöyle özetlenebilir: 1-
Her zaman her yerde İslâmiyet için çalışılmalı. Allah-ü Tealâ’nın dîni ve Hz.
Muhammed (sav)’nin hadisleri tek düsturdur. 2- Âlimler ve emirlerle istişâre
edilmeli. 3- Devlet idaresinde kanunlara riâyet, eşitlik ve adâlet en önemli
prensiptir. 4- Hükümdarlar, kendisine zafer kazandıran ve devleti başarı ile
yöneten idârecilere cömert davranmalı. Emir Timur, Çimkent yakınlarındaki Otrar
şehrinde öldü. İyi bir devlet adamı, üstün vasıflı bir komutandı. Ölümünden
sonra imparatorluğunun uzun ömürlü olmayışı, bir müddet sonra oğulları ve
torunları arasında paylaşılarak erimesi ve dağılması, onun teşkilâtçılık
yönünden zayıf olduğunu gösterir. Yine de Türk tarihinin ender yetiştirdiği
hükümdarlardan biridir.
(7) Çelebi Sultan Mehmed: Yıldırım Beyazıd’ın, eşi Mevlâna Celâleddin-i Rûmî
Hazretleri’nin torunlarından olan Devlet Hâtun’dan 1386 yılında doğan oğludur.
Osmanlı Devleti’nin beşinci pâdişâhıdır. Bütün şehzâdeler gibi dönemin en gözde
âlimlerinin rahle-i tedrisinde yetişti. Babasının Emir Timur tarafından esir
alınması ve bir yıl sonra da vefât etmesi üzerine 5 Temmuz 1413 tarihinde, 27
yaşında iken tahta geçti. Kardeşlerinden Şehzâde Süleyman Çelebi Edirne’de, İsâ
Çelebi, Balıkesir’de Mûsa Çelebi de Kütahya’da sultanlıklarını ilân etmişlerdi.
Anadolu Birliği parçalanmıştı. Çelebi Sultan Mehmed, şehzâde olarak bulunduğu
Amasya’da çok kısa zamanda bir teşkilât ve ordu kurdu. Âlimler de halkı, Çelebi
Sultan Mehmed etrafında toplanmaya teşvik ettiler. Kardeşlerini etkisiz hâle
getirdi ve Osmanlı Devleti’ni yeni baştan kurdu. Mükemmel bir komutan, iyi bir
teşkilâtçı olduğu kadar güçlü bir şairdi de. Dönemindeki önemli olaylar
şöyledir: 1414 ve 1415 yıllarında, Osmanlı Devleti’nin en ciddî rakibi olan
Karamanlı Beyliği üzerine iki sefer düzenledi. 1418’de Samsun ve havâlisi
fethedildi. 1419’da Bursa’da Yeşil Cami’yi inşa ettirdi. Şeyh Bedreddin’in
isyânını bastırdı. 1420’de taht iddiasıyla ortaya çıkan ve sahte şehzâde olduğu
bilindiği için Düzmece Mustafa olarak anılan kişiyi bertaraf etti.
Hastalandığında, öleceğini tahmin edince, taht mücâdelesinin yeniden başlamasını
engellemek amacıyla oğlu şehzâde Murad’ın yanına getirilmesini istedi, oğlu
gelmeden önce emr-i Hak vâki olur ise, halktan gizli tutulmasını emretti. 26
Mayıs 1421 târihinde, 35 yaşında iken ebedî âleme intikal etti. Şehzâde Murad
Bursa’ya gelip tahta oturduktan sonra vefâtı açıklandı. İnşa ettirdiği caminin
yanındaki türbesinde toprağa verildi.
(8) İnas Çelebi: Anne tarafından Mevlâna soyundan gelen Osmanlı hânedân
mensuplarına verilen isimdir.
(9) tarikat: Kelime anlamı: yollar demektir. Tarikatın esasını dîni bilgiler
oluşturur. Bu bilgilerin insanlara farklı şekillerde sunulmasından tarikatlar
meydana gelmiştir. Hedef ve amaç birdir.
(10) terapi: Bir tedâvi yöntemidir. Bu yöntemde ilâç ve diğer maddî araçlar
kullanılmaz. Müzik, ilgi ve telkin gibi unsurlardan yararlanılır.
(1) Alâeddin Birinci Keykubat: Anadolu Selçuklu Sultanlarının en büyüğü. Doğumu:
Konya, 1192. Saltanat yılları: 1220 – 1237. Döneminde Anadolu Selçukluları, en
parlak yıllarını yaşadılar. 28 yaşında tahta çıktı. 17 yıl 5 ay hükümdarlık
yaptı. Osmanlı Devleti’nde Kanunî Sultan Süleyman Han ne ise, Selçuklu
Devleti’nde de Alâeddin Keykubat o’dur. Akdeniz’in incisi Kalonoros’u fethetti.
Buraya Alâiye denildi. Sonradan Alanya oldu. Kırım’a ordu sevk etti. Ordu,
Ukrayna içlerine kadar ilerledi. Kumandanı Çavlı Bey, Silifke’ye kadar Akdeniz
sahillerini fethetti. Ermenistan Krallığı’nı topraklarına kattı. Suriye ve Kuzey
Irak’ı fethetti. Ülkesinin doğu sınırlarını Van Gölü’ne kadar genişletti. Bilgin
ve şâirdi. Dönemin şöhretli ilim ve sanat adamlarını Konya’ya dâvet etti,
himâyesine aldı. Konya’ya gelen Bahâeddin Veled ve oğlu Celâleddin-i Rûmî’ye
büyük hürmet gösterdi. Anadolu Türkleri O’na Uluğ Keykubat unvanını verdiler. 30
Mayıs 1237 tarihinde, Kayseri yakınlarında hayata vedâ etti.
(12) Nef’i: Osmanlı döneminin en büyük kaside ve hiciv ustası.27 Ocak 1635
tarihinde İstanbul’da öldü. Erzurum’da, 2572 yılında dünyaya gelmişti. Türkçe ve
Farsça
Divan’ı vardır. Hicviyeleri Siham-ı Kaza isimli kitapta toplandı.
(13) Şeyh Galib: Divan şiirimizin önemli isimlerindendir. Doğumu: İstanbul,
1758. İstanbul’da, 4 Ocak 1799 tarihinde öldü. Babası gibi kendisi de Mevlevî
Dergâhı’na mensuptu.
(14) Buhûrî-zâde Mustafa Itrî Efendi: Klâsik Türk Musikisinin en büyük
bestekârı. Doğumu: İstanbul-Mevlâna kapı, 1640. Osmanlı pâdişahlarından Sultan
4. Mehmet Han’ın, Kırım hanlarından Hacı Gazi 1. Selim Giray Han’ın himâyelerine
mazhar oldu. 10 Ocak 1712 tarihinde İstanbul’da öldü. Devrinin en büyük
hânendesi olmakla birlikte, asıl şöhretini bestekâr olarak sağladı. Günümüze 42
adet eseri kalmıştır. Bunların 10’u dinî, 4’ü saz eseri, 28’i din dışı
eserlerdir. Dinî eserlerinin en muhteşemi Bayram Tekbîri’dir. Bütün İslâm
Âlemi’nde okunur. Şarkılarından bazıları: Bûselik: Her gördüğü periye gönül
müptelâ olur. Segâh: Tûti-i mûcize gûyem, ne desem lâf değil. (Söz: Nef’i).
(15) Sultan Üçüncü Selim Han: Yirmi sekizinci Osmanlı pâdişâhıdır. Sultan Üçüncü
Mustafa han’ın oğludur. 24 Aralık 1761 tarihinde doğdu. 7 Nisan 1789 tarihinde
pâdişah oldu. 18 yıl, 5 ay, 27 gün görev yaptı. Pâdişah olduğunda 28 yaşında
idi. Çok iyi bir tahsil görmüştü. Muktedir bir hükümdar olduğu gibi, mükemmel
bir şair ve birinci sınıf bestekârdı. Ne zaman dinlenip uyuduğu, çevresindekiler
tarafından dâimâ merak konusu olmuştur. Islâhat çalışmalarına ağırlık verdi.
Döneminde önemli savaşlara girilmesine rağmen büyük toprak kayıpları olmadı.
Yeniçeri Ocağı’nı kapatmaya teşebbüs etmesi sebebiyle yeniçeriler isyan edince,
kan dökülmemesini temin için, tahttan çekildi. 46 yaşında idi. Sultan Üçüncü
Selim Han, Osmanlı Hânedânı’nın yüz akı bir büyük şahsiyettir. Tahttan ferâgat
ettikten bir müddet sonra, zorba isyancılar tarafından öldürüldü. O’nun
başlattığı Yeniçeri Ocağı’nın kapatılma işlemini, Sultan İkinci Mahmud Han
tamamladı.
(16) Hammami-zâde İsmail dede Efendi: Türk Musikisinin en büyüklerindendir.
Doğumu: İstanbul – Şehzâdebaşı, 9 Ocak 1778. Babası Süleyman Ağa, Cezzar Ahmed
Paşa’nın mühürdârı olarak uzun yıllar Filistin ve Lübnan’da bulunduktan sonra
emekliliğini isteyerek İstanbul’a yerleşti. Gelir temin etmek için Şehzâdebaşı
semtinde bir hamam satın alıp işletti. Bu sebeple oğlu İsmail Efendi’ye Hammamî-zâde
denilmiştir. Sultan 3. Selim Han’ın himâyesine mazhar oldu. Bestelediği 500’den
fazla eserin 268 tânesi günümüze intikal etmiştir. Bestekâr olarak büyük bir
dâhidir. Zayıf eseri görülmemiştir. 29 Kasım 1846 tarihinde, Hac farizasını edâ
etmek için gittiği Mekke’de koleradan öldü. Mezarı oradadır. Rast eserlerinden
bazıları: 1- Gözümde dâim hayâl-i cânâ, 2- Öpsem doyunca, 3- Yine bir gül-nihâl
aldı bu gönlümü. Hicaz: 1- Yine neş’e-i muhabbet dil-ü cânım etdi şeydâ, 2- Mah
yüzüne âşıkanım, 3- Bahârın zamânı geldi a canım. Bestenigâr: Ben seni sevdim
seveli kaynayıp coşdum. Sabâ: Sana ey cânımın cânı efendim; kırıldım, küstüm,
incindim.
(17) Zekâi Dede Efendi: Klasik Türk müziğinde 19. yüzyılın en büyük
bestekârlarındandır. Asıl adı: Mehmet Zekâi Hoca’dır. Doğumu: İstanbul, 1825.
Mevlevî tarikatına mensuptu. 24 Kasım 1897 tarihinde İstanbul’da öldü. Suzidil
ve Suzinak Mevlevî âyinleri’ni besteledi. Diğer eserlerinden bazıları:
Acemaşiran: Bin cefâ görsem ey sânem senden. Hicazkâr Yörük Semâi: Bülbül gibi
pür oldu cihan nağmelerinden. Ferahnak Yörük Semâi: Sensiz cihanda âşıka işret
revâ mıdır ? Hüseyin Aşiran: Cemalin şem’ine pervane gönlüm. Nevâ: Yine bağlandı
dil bir nev nihâle..
(18) Hüseyin Fahreddin Dede: Bestekâr ve ney virtüözü. 1854 – 1911 yılları
arasında yaşadı. Aynı zamanda bilgin ve ş3airdir. Beşiktaş Mevlevihânesinde
doğdu. 49 yıldan fazla Mevlevî şeyhliği yaptı. Vefât ettiğinde 51 yaşında idi.
Eyüpsultan’da metfundur. Günümüze 10 kadar bestesi ulaşmıştır.
(19) Hâfız Kemal Batanay: Bestekâr ve tamburi. 1883’te İstanbul’da doğdu.
1950’de İstanbul’da öldü. Tambur üstâdı Ercüment Batanay’ın babasıdır. İstanbul
Ticâret Odası’nda 32 yıl çalıştıktan sonra emekli olduğunda kendisini tam
anlamıyla müziğe verdi. Mevlevîhan Emin Dede’den dersler alırken, Mevlevî
Tarikatına ve müziğine bağlandı.
(20) Hâfız Saadeddin Heper: Türk müziği bestekârı ve neyzendir. 10 Mayıs 1899
tarihinde İstanbul'da öldü. Doğumu: İstanbul - Eyüpsultan 1840. Mevlevî idi.
Müziğimizin, Zekâi Dede dönemindeki gelenekler içerisinde devam etmesi için
çalıştı. Bestelerinden bazıları: Sensen bana en tatlı emel (Sultânî-Irak). Sorma
sakın, hâl-i-zâra karışmam. (Nihavent)
(21) Hâfız Necdet Tanlak: (Bilgi bulunamadı)
(22) Cinuçen Tanrıkorur: Müzikolog, Türk müziği bestekârı ve ud virtüözü.
Doğumu: İstanbul’un Fatih ilçesi, 20 Şubat 1938. Daha çok saz eseri besteledi.
Eserlerinden bazıları: Yağız Küheylân, Gençlik Hülyâları, Sekiz adet klâsik
fasıl, Beyâti-Arâban, Evç-Ârâ, Zâvil-Aşiran ve Nişâbürek makamlarında 4 Mevlevî
Âyini, Kâr, Kâr-ı Nâtık, Şarkı, Destan, İlâhi ve Türküler. Yayınlanmış
kitapları: Biraz da Müzik, Müzik Kimliğimiz Üzerine. Bir de Ud Metodu isimli
kitabı vardır. Henüz basılmamıştır. 28 Haziran 2000 tarihinde İstanbul’da vefât
etti.
(23) Dr. Alâeddin Yavaşça: Tıp doktoru, bestekâr ve saz sanatkârı. 1 Mart 1927
tarihinde Gaziantep’in Kilis ilçesinde dünyaya geldi. 1950 yılında İstanbul
Radyosu’na girdi. Zeki ârif Ataergin, Sadeddin Kaynak, Fehmi Tokay, Mesut Cemil,
Hüseyin Saadeddin Arel, Münir Nureddin Selçuk ve Nuri Halil Poyraz gibi
üstatlardan dersler aldı. Sonra kurucuları arasında yer aldığı İstanbul Devlet
Türk Musikîsi Konservatuarında üslûp ve repertuar dersleri verdi. Bestelerinden
bazıları: Boğaziçi, şen gönüller yatağı (Hicaz), Sarı mimozamsın sen benim
(Hicaz), Gülen gözlerinin mânâsı derin (Hüseynî), Geçmesin günümüz sevgilim
yasla, O güzel başımı göğsüme yasla Kürdilihicazkâr), Gönlümün bülbülüsün, aşk
bahçemin gülüsün (Nihavent), Bir nigâh et, kahr ile bakma Allah aşkına, Kimseyi
gönlüm gibi yakma Allah aşkına (Hicaz) ve daha sevilen pek çok beste.
(24) Dr. İrfan Doğrusöz: (Uzun Yıllar Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşadı.
Hakkında bilgiye ulaşılamadı.)
(25) Nâil Kesova : 1940 Yılında İstanbul'da doğdu. Yurt dışında ve özel sektörde
yönetici olarak çalıştıktan emekli olup İstanbul'a yerleşti. Ebru sanatı
üzerinde çalışmakta, şiir yazmakta ve beste yapmaktadır. Divan Edebiyatı
müzesi'nde faaliyet gösteren Galata Mevlevihânesi'nin dedesidir.
(26) Yakup Kadri Karaosmanoğlu: Politikacı ve diplomat, roman ve hikâye yazarı.
Doğumu: Kahire, 27 Mart 1889. Ölümü: 13 Aralık 1974, Ankara. Eserlerinden
bazıları: Kiralık Konak 1922), Hep O Şarkı (1956), Yaban (1932), Erenlerin
Bağından (1922), Zoraki Diplomat (1955).
ÜLKÜCÜ GÖRÜŞLER Oğuz Çetinoglu
BÜYÜKTÜRKELİ GRUBU VASITASIYLA ELMEK ADRESİME GELEN YAZILARDAN DERLENMİŞTİR
Yazıların içeriği yazıyı kaleme alan kişileri bağlar
MEVLÂNÂ CELALEDDİN-İ RUMÎ HAZRETLERİ VE MEVLEVİLİK
Mevlâna Haftası Dolayısı İle
(İkinci ve sonBölüm)
Türk-İslâm Âlemi’nin, Yunus Emre (1) ile birlikte yetiştirdiği en büyük
mutasavvıf ve şâir, şüphesiz Mevlânâ’dır. O, yalnız Türkiye’de değil, dünyanın
her tarafında tanınıp sevilen ulu bir ilim çınarıdır. Asıl adı Celâleddin idi.
Fikirleriyle tanınıp sevildikten sonra, kendisine, efendimiz anlamındaki Mevlânâ
sıfatı lâyık görüldü. Mevlâ: efendi, nâ eki ise Arapça’da bizim anlamındadır.
Anadolu’da yaşaması ve Anadolu’nun o dönemde Diyâr-ı Rum olarak anılması
sebebiyle Rûmî lakabı verildi.
Babası Muhammed Bahaeddin Veled, Belh şehrinde yaşayan bir din ve ilim adamı
idi. Esasen o dönemde bütün din adamları aynı zamanda fizik, tıp, astronomi,
kimya ilimlerini bilirlerdi. Âlim sıfatına sâhip olanlar da İslâmiyet’i çok iyi
bilirler ve uygularlardı.
Mevlânâ, 1207 yılında, Belh (2) şehrinde dünyaya geldi. Büyük bir ihtimalle,
Moğol saldırıları ve ülkede yaşayan diğer âlimler ile ülke Sultanının kendisini
kıskanması sebebiyle Sultân’l Ulemâ Bahaeddin Veled, Belh şehrini terk etmeye
karar verir. Ülke Sultânının kıskançlığını, O’nun, bir ülkede iki sultan olmaz
sözüne bağlayanlar vardır. Bulunduğu ülkede, açıklanan sebeplerle daha fazla
kalmasının doğru olmayacağını düşünen Sultanü’ül Ulemâ, ülke Sultânından destûr
(günümüz söyleyişi ile izin) alarak göç hazırlıklarını tamamlar. Aile fertleri
ve kendisini sevenlerle birlikte oluşan kervan; Nişabur (3), Bağdat, Mekke,
Medine, Şam ve Halep’te birkaç gün kaldıktan sonra, Selçukluların Türk Yurdu
hâline getirdikleri Anadolu’ya geçti. Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri ve
Niğde’de kısa sürelerle kaldılar. Sonunda Karaman’a yerleştiler. Belh’de doğan
Mevlâna, ailesi 1228 yılında Karaman’a yerleşildiğinde 21 yaşında idi. Burada,
Gevher Hâtun ile evlendi. Alâeddin Çelebi ve Sultan Veled adı verilen iki oğlu
Karaman’da dünyaya geldi. Babasından, Feridüddin-i Attar Hazretlerinden (4),
Şeyh Muhyiddin-i Arâbî (5), Şeyh Sâdettin Hamevî (6), Osman Rûmî (7), Seyyid
Burhaneddin Tırmızî (8) gibi, döneminin çok büyük âlimlerinden dersler aldı.
Babası Sultanü’l Ulemâ Bahaeddin Veled, ebedî âleme göçünce, O’nu sevenler,
Mevlânâ’nın etrafında toplandılar. Mevlânâ artık Konya’dan dünyayı aydınlatan
bir ışık idi. Ortadoğu’dan ve çok uzak yerlerden gelen bilginler bile
derslerinden yararlanıyorlardı. Bu bilginler arasında İran’dan Konya’ya, Şems-i
Tebrizî (16) (Tebrizli Şems) isimli bir şahıs geldi. Şems; coşkun, çılgın,
pervâsız ve cerbezeli bir derviş idi. Mevlânâ ile karşılaştıklarında emsalsiz
bir sohbete başladılar. Şems, kimsenin bilmediği, insanı hayretten hayrete
sürükleyen, şaşkına çeviren sözler söylüyordu. Mevlânâ o güne kadar edindiği
bilgilerin çok yavan ve sıradan gerçekler olduğunu anladı. Şems artık,
Mevlânâ’nın da etrafında pervane gibi döndüğü göz kamaştıran bir ışıktı. Allah
aşkı yolunda yanmaya hazır bir cevher olan Mevlânâ’yı, Şems’in ilim ve Allah
sevgisi tutuşturmuştu. Şems-i Tebrizî, Mevlânâ için şöyle diyordu: Gerçi biz
O’nu irşâd ettik. Fakat sonunda, O’nun irşâdına muhtaç kaldık.
Bir müddet sonra Şems, ortalıktan birden bire kayboldu. Kısa bir süre sonra da
ölüsü bulundu. Mevlânâ artık kendisini tam anlamıyla Allah’a vermişti. 17 Aralık
1273’te sevgililerin en yücesine, Cenab-ı Allah’a kavuştu.
Âlimin ölümü, âlemin ölümüdür. Konya’nın, Konyalılar’ın yasına elemine, dünyanın
her tarafından gelen, her dine, her ırka mensup binlerce insan, tabutunun
arkasından gözyaşı dökerek yürüdüler. Çünkü O;
Yine de gel... Yine de gel ! Ne olursan ol, yine de gel !
Hıristiyan, Mecûsi, putperest olsan da yine gel...
Bizim dergâhımız umutsuzluk dergâhı değildir.
Yüz kerre tevbeni bozmuş bile olsan, yine gel... !
Demişti. Bu sözleri, icabet edilmesi gerekli bir dâvet olarak kabul eden Mevlânâ
severler gelmişlerdi. Gelmeye
hep devam ettiler. Dünya durdukça da devam edecekler.
Mevlevî tarikatının Türk hayatına, şiirine ve musikisine kattığı değerler
çoktur. En büyük hizmeti de Mevlânâ’nın eser ve hatırâlarını olduğu gibi
koruması, yazdıklarını açıklayan yüzlerce eserin yayınlanması ve o büyük insanın
fikir, davranış ve görüşleri etrafında, yüzyıllar boyu gelişen bir kültür
âbidesi hazırlamış olmasıdır. Mevlevî dergâhlarının, onların kapanmasından sonra
da Mevlevîler’in bir başka ve çok önemli hizmeti de büyük mürşidin fikirlerini
daha geniş kitlelere, yeni yetişen nesillere yayması ve tanıtmasıdır. Bu vesile
ile pek çok insan, temiz bir âleme intisap etmiş, binlerce insan, İslâmiyet ile
şereflenme imkânı bulmuştur. Mevlânâ, yalnızca kendi çağının insanlarını
aydınlatmakla kalmamış, asırlar sonrasında yaşayan insanların da neşe, huzur, ve
umut kaynağı olmuştur. O’nun hoşgörüsünü benimseyenler, daha kolay ve rahat
yaşanılır bir dünya oluşmasına önemli katkılarda bulunmuşlardır. O, çocukların
dostu, yoksul ve düşkünlerin sığınağı, her düşüncenin barınağı idi. Hayatta iken
olduğu gibi, sekiz asır sonra da insanlığın taçsız mânevî sultanıdır.
Mevlânâ, fevkalâde üstün vasıflı, eşine çok ender rastlanabilecek mükemmellikte
bir insandı. O’na göre gerçek oruç, Allah’tan (cc) başka her şeyi terk etmektir.
Namaz, Allah’a kavuşmaktır. Fakat bu kavuşmanın ne şekilde olduğunu herkes
bilemez. Mihrabı, dost çehresi olarak görebilen kimse için yüz çeşit namaz, rükû
ve secde vardır. Diyordu. Haramlardan titizlikle kaçınırdı. Özetle: olgun, velî
ve âlim bir Müslüman’dı. Doğudan ve batıdan, çeşitli din, mezhep ve meşrep
sahibi kimseleri kendisine hayran bırakan merhameti, hoşgörüsü ve insan sevgisi,
gönül okşayıcılığı, benzerine rastlanamaz ölçüde idi. Sıradan insanları değil,
cihanı titreten hükümdarları da kendisine bağlamasını bilmiştir. Selçuklu
Sultanları sık sık Mevlânâ’nın türbesini ziyaret ederlerdi. Osmanlı
hükümdarlarından Yıldırım Beyazıd, Mevlânâ’nın oğlu olan Sultan Veled’in torunu
Devlet Hâtun ile evlenmişti. Sultan İkinci Beyazıd Han, Yavuz Sultan Selim Han,
Kanûnî Sultan Süleyman Han, Sultan Üçüncü Selim Han ve diğer padişahlar Mevlevî
dergâh ve tekkelerine daima cömertçe yardımcı olmuşlardır. 36 Osmanlı
Padişahının, Osman Gazi dâhil olmak üzere 18’i Mevlevî tarikatına mensup idi.
Atatürk, diğer tarikatlarla birlikte Mevlevî tarikatını da kapatınca,
Mevlevîler’in gönlünü almak için dönemin son Mevlevî Şeyhi Abdülhâlim Çelebi’yi,
Konya’dan milletvekili seçtirip Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkan Vekilliği
görevi ile taltif etmişti. Ayrıca oğlu Bakîr Çelebi’nin, Halep’teki Mevlevî
Dergâhına gitmesini sağlamıştı. Bakîr Çelebi Atatürk’ün hasta olduğu ölümünden
önceki son günlerinde, İstanbul’a geldi ve kendisini ziyaret etti. Bakîr Çelebi
tekrar Halep’e gidince, Suriye hükümetinin: Biz burayı kapattık sözü ile
karşılaştı ve Türkiye’ye geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Mevlevî Şeyhliği
kurumu da böylece son buldu. Bakîr Çelebi’nin oğlu Celâleddin Çelebi de 2000
yılında Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Mevlânâ, feyiz aldığı âlimler aracılığı ile Hz. Ali ve Peygamber Efendimiz’e
uzanan bir zincirin halkasıdır. O zincir şöyle oluşur: Mevlânâ, Seyyid
Burhaneddin Muhakkik Tırmızî, Mevlânâ’nın babası Muhammed Bahaeddin Veled,
Şemsü’l Eimme Sirahsî (9), Ahmet Hatibî (10), Ahmed Gazalî (11), Ebu Bekir
Nessâc (12), Muhammed Zeccac (13), Ebû Bekir Şıblî (14) ve Cüneyd-i Bağdadî (15)
.
MEVLEVÎ MÜZİĞİ
Hz. Mevlânâ, rebap denilen müzik enstrümanını çok mükemmel çalardı. Bir
rubaisinde:
Rebaptan fışkıran İsrafil sesi, kebap olmuş yürekleri tazelendirdi, yeniden
onlara can verdi. Buyurmaktadır. Mevlânâ’nın müziğe bakış açısı, musikimizin
esaslarına, müzik tarihimize ışık tutar niteliktedir. Başka bir rubaisinde şöyle
söyler:
Tambur bir kere inlemeye başladı mı, gönül başsız-ayaksız bir halde onun
kapısında zincir olur.
Bir rubaiye de şöyle başlıyor:
Her semâ âyininin parlaklığı def sesindedir. Çünkü def, hep sitem darbelerine
amaç olur.
Musiki, bir ilimdir. Bir güzel sanat, hatta güzel sanatların en güzelidir.
Günümüzde de çok büyük bir endüstri hâline gelmiştir. Mevlevî âyinlerimiz ile,
musiki endüstrisinde söz sahibi olduğumuzu dünyaya duyurmak imkânını yeni yeni
buluyoruz. Pek çoğumuz, müziğimizdeki gizli cevheri keşfedememiş olsa bile,
batılı müzisyenler, musikimizden özellikle Mevlevî müziğinden çok şeyler
alabileceklerini düşünüyorlar.
Semâ âyini, naathan denilen solistin okuduğu Nât’ı Mevlânâ ile başlar. Nât’ı
Mevlânâ, Mevlânâ’nın Hz. Muhammed’i öven bir şiirinin Itrî tarafından rast
makamında bestelenmesiyle meydana gelen bir eserdir. İkinci olarak ney taksimi
ve ardından saz ekibinin seslendirdiği peşrev icra edilir. Peşrev sırasında
semâzenler, raksa başlarlar. Bir ney taksimi daha icra edildikten sonra Mevlevî
âyini okunur. Ardından son peşrev ve son yörük semâi çalınır. Müzik ve raks,
segâh makamındaki son taksimden sonra Şem-i rûhuna cismimi pervâne düşürdüm
mısraı ile başlayan devri revan usulünde söylenen, ikinci bölümü yörük semâi
usulünde ve nakaratında: Semâ safâ, câna şifâ, ruhâ gıdadır. Sözleri yer alan
Niyaz ilâhisi okunur. Segâh yörük semâi ile tören son bulur. Mustafa Itrî
Efendi, Hammamizâde İsmail Dede Efendi ve Zekâi Dede, Mevlevî müziğine çok
sayıda ve şahâne besteler kazandırmışlardır.
Şüphesiz ki Mevlânâ, öğrencilerini müzik eşliğinde raks ettiren, semâ yaptıran
bir insan değildi. O’nu yalnızca bu şekilde tanıtmak büyük haksızlıktır. Müziğin
beynelmilel anlatım dili ve semânın cezbedici bir araç olarak kullanılması,
değişik çevrelerden takdir gördüğü kadar tenkit de edilmektedir. Şurası muhakkak
ki Mevlânâ, yalnızca şiirleri ve nesir yazıları ile anılsaydı, 700 yılı aşkın
bir süre sonra değerini insanlığa kabul ettirmek ve hayranlarının sayısını bu
günkü seviyelere ulaştırmak mümkün olmayabilirdi. Mevlânâ, kendisini anmak için
kullanılan araçlara (muhtemelen) itibar etmezdi. Yapılanların isabet veya
isabetsizliğinin tartışılmasını konunun uzmanlarına bırakıp gerçeğe dönelim.
Müzik mârifetiyle o hakikat güneşini tanıma imkânını bulanlar; O’nun hikmet dolu
sözlerine ulaşırlar:
* Sünnet-i seniyyeye harfiyen uymak gerekir.
* Helâl kazanıp helâlden yemeli ve giyinmelidir.
* Dargınlar barışmalıdır. Barışmak için önce davranan, cennete önce girer.
* Tenhada, yalnız kalınca da günahtan sakınılmalıdır.
* Nefsinden uzaklaşan, Allah’a yakınlaşmış olur. Nefisten uzaklaşmak, onu mağlûp
etmek için gündüzleri oruç tutmak, geceleri az uyuyup bolca dua ve ibâdet ekmek
gerek.
* Az konuşmalıdır. Altı yerde dünya kelamıyla meşgul olanın, (kabul olunmuş)
otuz yıllık sevabı silinir. Bu altı yer şunlardır: câmiler, ilim meclisleri, ölü
yanı, mezarlıklar, ezan ve Kur’an-ı
Kerim okunan yerler.
Mevlânâ’nın özellikle Mesnevi’si ve diğer eserleri, Kur’an-ı Kerim’in özü ve
özeti denilebilecek kadar İslâmiyet’in, Hz. Peygamber’in yorumudur. O,
İslâmiyet’i dar kalıplara hapsetmiyor, o dönemde kimsenin cesaret edemeyeceği
köklü ve geniş fikirlerle anlatıyordu. Bu sebeple, dar kafalı câhiller, hakkında
ileri geri konuşunca:
Men bende-i Kar’ânem eğer can dârem
Men hâk-i reh-i Muhammed-î Muhtârem
Herkes ki cuz in suhan zimen nakl huned
Bizârem ezû vu zon suhan bizârem
Diye yazmıştır. Türkçe’ye şöyle çevrilebilir:
Canım sağ kaldıkça Kur’an’a kulum ben
Seçilmiş Muhammed’in yolunun toprağıyım ben
Kim, bundan başka bir söz naklederse benden
Ondan da bizârım, o sözden de bizârım ben.
Kendisinin vasiyeti üzerine, Konya’daki türbesinin sandukasında şunlar
yazılıdır: Burası İslâm’ın direği. Aşk hazinelerinin anahtarı olan, sözü ile
yeryüzü hazinelerini açan, Hak ile bâtılı ayırd eden; Kur’an-ı Kerim’in
sırlarını kavramış bulunan Allah habercileri ile şeriat sahibi Peygamberlerin
vârisi, Allah’ın ve dinin Celâl’i olan Mevlânâ’nın uyuduğu yerdir.
O, her çağda taze ve öncü sayılabilecek yorumlar yapmıştır. İnsanları; insan
oldukları için saygıdeğer bulmuştur. Din, soy ve mezhep, zenginlik-fakirlik
ayırımı yapmamıştır. Cenab-ı Allah’ın affedici özelliklerini göz önünde
bulundurarak, günahları ve kusurları hoş görmüş, köleleri ve kadınları
aşağılayan zihniyete karşı çıkmıştır. O, insaniyetçi olmakla birlikte Türk oluşu
ile de iftihar ediyordu. En çok işlediği temalar; İlâhî Aşk, tek varlık ve insan
sevgisidir. Allah karşısında insanın durumunu anlatırken: İnsanlar, Allah’ı
sevdikleri kadar, Allah da insanları sever. İnsanoğlu Allah’ın sevgilisidir. O
halde insan bu özelliğini bilmeli, ona göre yaşamalıdır. Egoistlik, kurnazlık,
saldırganlık, kaba hareketler, gösteriş, cimrilik, basitlik ve tembellik...
Allah’ın sevgilisi olan insana yakışmaz. Diyordu. Aşağıdaki özlü cümle de O’na
aittir:
Bu âlem bir rüyâdır. Hakikatte yok olan şu âlem, var gibi gözüküyor. Hakikatte
var olan da gizleniyor. Rüzgâr esince, toz-toprak gözükür. Rüzgâr gözükmez.
Gerçekte rüzgâr vardır. Gerçek olan odur.
Mevlânâ, Türk Kültürü’nü oluşturan önemli isimlerin başında gelir. Mevlevîler de
O yüce insanı tanıtan ve oluşturduğu kültürü yaşatan ... kültürümüzün gönül
neferleridir.
AÇAKLAMALAR
(1) Yunus Emre: Anadolu’da Türkçe şiirin öncüsü olarak 1238 – 1320 yılları
arasında yaşadı. Hayatı hakkında kesin bilgiler yoktur. O, şiirleriyle tanındı
ve benimsendi. Öylesine benimsendi ki, ülkemizin yedi ayrı bölgesinde Yunus Emre
Mezarı vardır. O’na ait olduğu bilinen en önemli türbe, Eskişehir yakınlarındaki
Yunus Emre isimli köydedir. Köyde, aynı isimde bir de demiryolu istasyonu
vardır. Manevi mertebeye erişmek için Hocası Taptuk Emre’ye hizmet eder, dağdan
odun getirirdi. Saygısızlık etmemek için asla eğri odun getirmez, düzgün
olanları arar, bulurdu. Yunus Emre, şiirlerinin bir bölümünü aruz, çoğunluğunu
hece vezni ile yazdı. Sade bir dil kullanırdı. İfadeleri açık ve derin manalı,
samimi ve heyecanlıdır. Şiirlerinde; dünyanın fani olduğunu tekrarlar. Aşkı,
hayatı, varlık ve yokluğu, ölümü konu olarak işler. Günlük konulara hiç
değinmemiştir. En çok gönül kırmamayı öğütlemiştir.
Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi ? Mal da yalan mülk te yalan /
Var biraz da sen oyalan. Bir başka şiirinde: Ne varlığa sevinirim / Ne yokluğa
yerinirim / Aşk ile avunurum / Bana seni gerek seni ! Diyerek Cenab-ı Allah’a
seslenir. Hazret-i Muhammed (sav) Efendimiz’e de şöyle seslenir: Araya araya
bulsam izini / İzinin yoluna sürsem yüzümü / Hak nasib etse, görsem yüzünü / Ya
Muhammed canım arzular seni.
Eserleri iki kitap halinde toplandı. Risalet-ün Nushiyye: Aruz vezniyle mesnevi
tarzında yazılmış dini ve ahlaki öğütlerdir. Divan: Bütün şiirleri bu
kitaptadır. Hakkında yazılan eserlerin sayısı 500’e yakındır.
(2) Belh: Günümüzde Afganistan sınırları içerisinde kalan, Türkistan’ın Horasan
bölgesinin başşehri ve önemli ilim merkezi. Mevlâna Celâleddin-i Rûmî Hazretleri
bu şehirde doğmuştu. Şehrin günümüzdeki adı Mezar-ı Şerif’ tir. Hâlen şehirde
Taciklerle Türkmenler yaşmaktadır.
(3) Nişâbür: Horasan bölgesi sınırları içerisinde bir şehir. 270 yılında Sâsâni
Kralı tarafından kuruldu. 1037’de Selçuklu hükümdârı Tuğrul Beğ’in yerleşim
merkezi oldu. Hâlen, İran sınırları içerisindedir.
(4) Fahreddin-i Attar Hazretleri: Evliyanın büyüklerindendir. 1119 senesinde
Nişabür’de doğdu. İlâç ve esans imâl ettiği için Attar lâkabı verildi. Kimi
kaynaklarda Feridüddin-i Attar olarak da anılır. Asıl adı: Muhammed bin
İbrahim’dir. 1229 yılında Cengiz Han’ın askerleri tarafından şehid edildi.
Rivâyete göre Cengiz Han’ın askerleri Nişâbür’ü işgal ettiklerinde, Fahreddin-i
Attar Hazretleri’ni esir aldı. O’nu tanıyanlardan biri Moğol askerine, 1.000
altın karşılığında satmasını istedi. Mübârek zat: “Beni bu paraya satmayınız”
diye yalvardı. Bir müddet sonra, bir başka kişi, aynı askere esirini satın almak
için bir çuval saman teklif etti. Attar Hazretleri bu defa: “Beni bu bedelle
satınız. Değerim budur !” deyince, asker kızdı ve orada esirini öldürdü.
(5) Muhyiddin-i Arâbî: Muhyiddin ibni Arabî olarak da anılır. Evliyanın
büyüklerindendir. 1165 yılında, Endülüs’teki Mürsiye kasabasında dünyaya geldi.
1240 yılında Şam’da vefât etti. İlim adamı yetiştirdi, ilmî eserler yazdı.
(6) Şeyh Sâdeddin Hamevî:
(7) Osman Rûmî: (Hakkında bilgiye ulaşılamadı)
(8) Tırmızî: Büyük hadis âlimlerindendir. Kütüb-i Site denilen hadis
kitaplarından biri olan Sünen-i Tırmızî ‘yi yazdı. 824 yılında Buhara’nın
güneyinde, Ceyhun Nehri kıyısındaki Tırmiz kasabasında doğdu, 893’te vefât etti.
(9) Şemsü’l Eimme: Tam adı: Şemsü’l Eimme Abdül’azizi Halvai’ dir. Hanefî fıkıh
âlimidir. Buhara’da yaşadı. Sirahsî’nin hocalaranndır. İbn-i Kemal Merhum,
kendisini içtihada yetkili bir âlim olarak tanıtır. 1078 yılında Keş şehrinde
vefât etti, Buhara’da toprağa verildi.
(10) Ahmed Hatîbi: Hadis alanında derin bilgisiyle tanınan İslâm âlimidir. Asıl
adı Ebu Bekr Ahmed Ali . Sabit’ tir. Bir hatibin oğlu idi. 10 Kasım 1002’de
Bağdat’ta doğdu. Ölümü: Bağdat, 5 Eylül 1070. Basra, Nişabür, Isfahan, Belh,
Hemedan ve Şam’da hadis araştırmaları yaptı. 100.000’den fazla hadisi, rivâyet
edenlerin isimleri ile birlikte ezbere bilirdi. En önemli eseri olan Tarih-i
Bağdat isimli kitabında, hadis bilginlerini anlatır. Ayrıca, çeşitli konularda 4
kitabı daha vardır.
(11) Ahmed Gazâlî: İmam-ı Gazâlî’nin kardeşi ve İslâm âlimlerinin
büyüklerindendir. 1126 yılında Kazvin’de ebediyete intikal etti. Doğum yeri ve
tarihi bilinmiyor. Sevânih-ul Uşşak adlı Farsça eserin yazdı. Diğer eserlerinden
bazıları: Lübâb-ül-İhyâ, Havâs-üt-Tevhid.
(12) Ebu Bekir Nessac: Fıkıh âlimidir. Rey şehrinde doğdu. Zühd mesleğini seçti.
Kendisine kadılık teklif edildi ise de kabul etmedi. Bağdat’ta dersler verdi.
Sonra Nişâbür’e giderek ünlü zâhid Hâkim-i Nişâbür’den dersler aldı. 955 yılanda
tekrar Bağdat’a döndü. 980 yılında Bağdat’ta vefât etti. Ahkâm’ül – Kur’an adını
taşıyan tefsiri, Hanefi fıkhının önemli kaynakları arasındadır.
(13) Muhammed Zeccac: Nahiv bilgini. 855 yılında Bağdat’ta doğdu. Gençliğinde
oymacılık yararak geçimini sağladı. Daha sonra nahiv ilmi ile ilgilenerek
rivâyete göre devrin ünlü nahiv bilgini el-Müberred’e ücret ödeyerek dersler
aldı. Dönemin ünlü devlet adamlarından vezir Ubeydullah İbn Süleyman’ın oğluna
dersler verdi. Süleyman’ın oğlu vezirlik makamına geçince Zeccac, vezirin baş
kâtibi oldu. Kur’an-ı Kerim tefsiri yazdı. Bu kitap birçok müfessir tarafından
kaynak eser olarak kullanıldı. Zeccac, Hanbelî Mezhebi’ne mensuptu. Günümüze
ulaşan bir eseri yoktur.
(14) Ebu Bekir Şıblî: Muhaddis ve fıkıh âlimidir. 873 yılında Dicle
yakınlarındaki Cebbül kasabasında doğdu. Önceleri ticaretle meşgul oluyordu. 16
yaşında iken hadis öğrenmeye başladı. Çok gezdi, çok âlimlerden dersler aldı.
Günümüze intikal eden 3 eser yazdı.
(15) Cüneyd-i Bağdâdî: Evliyânın büyüklerindendir. 822 senesinde, günümüzde İran
sınırları içerisinde bulunan Nihavend şehrinde doğdu. 911 yılında Bağdat’ta
vefât etti. Fıkıh, tefsir ve hadis konularında âlim bir zattır.
(16) Şems-i Tebrizî: Evliyanın büyüklerindendir. Asıl adı: Mevlâna Muhammed bin
Ali olup Tebriz şehrinde doğmuştur. Şemseddin : Dinin Güneşi unvanıyla anılır.
Döneminin önemli âlimlerinden ilim ve feyz aldı. Çok gezerdi. 1224 yılında yolu
Konya’dan geçti. Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretleriyle tanıştı. İkisi arasında
derin bir dostluk oluştu. Önceleri Şems-i Tebrizî Mevlânâ’ya ilim öğretiyordu.
Sonra kendisi O’nun talebesi oldu. İki dost, gece gündüz sohbet ediyorlardı.
Mevlânâ, kendi ailesi fertlerini ve talebelerini ihmal eder olmuştu. Bu ihmal,
çok kişiyi üzdü. Mevlânâ’yı tekrar kazanmak için Şems-i Tebrizî’nin yok edilmesi
gerektiğini düşünenler oldu. 15 Aralık 1247 tarihinde düşünenler uygulandı.
Aylar sonra cesedi bir kuyuda bulundu.
========================================================================
YAZ'DA MERAM
Mevlevilik ve Mûsıkî
"اok
insan anlayamaz eski musikimizden, Ve ondan anlamayan bir
şey
anlamaz bizden" Yahya Kemal Beyatlı
Kainatta her şey
bir düzen üzeredir. Kalbin ve saatin tik takları,
gündüz ile gecenin, mevsimlerin birbirini takibi hep ritm iledir. Müzik sesin
terbiye edilmesi, sesin düzenlenme sanatıdır.
Türk musikisi ise zengin bir form çeşitliliği,
makam sayısı,
ses, usûl ve repertuar zenginliği
ile müstesna bir yere sahiptir. Türk musikisi bilinen eserlerinin en eskisi 700
yıl
kadar ِncesine
dayanır.
Bu süreçte çağlar
boyunca eserlerin kimileri unutulmuş,
kimileri değişime
uğrayarak
veya aynen gelebilmiştir.
Türk musikisi yüzyıllar
içinde üstadlarını
yetiştirmiş,
klasiklerini, şaheserlerini
ve bilimsel eserlerini vermiştir.
Türk musikisi çok zengin bir form çeşitliliğine
sahiptir. şarkı,
türkü, peşrev,
saz semaisi, medhal, sirto, kar, beste, gazel, taksim, longa ve mandıra
gibi formlardan binlerce esere sahiptir.14. ve 15. Yüzyıllarda
yaşayan
Hoca Abdulkadir Meragi; hafız,
hattat, besteci,
şair,
edebiyatçı,
telli sazlarda ِzellikle
ud çalmada ustadır.
Musikimizde ِnceleri
saz musikimize çok
ِnem verilmiş
ve pek çok formuyla üstün nitelikli eserler ortaya çıkmıştır.
Sonraları
ise ِzellikle
radyonun çıkışıyla
birlikte sِzlü
eserlere ağırlık
verilmiştir.
Tanburi Cemil bey, Kemani Tatyos, Nayi Osman dede, Gazi giray han, Kantemiroğlu
gibi çok kıymetli
büyük bestekarlar üstün yeteneklerini, musiki ve makam bilgilerini kullanarak
ortaya çok güzel
şaheserler
çıkarmışlardır.
Mübarek gecelerde okunan naat ve tevşihler,
sabahlara kadar okunan, salalar, gazeller, münacaatlar, kasideler Kuran'ın
güzel bir şekilde
okunuşu
olan kıraat,
mevlidler, miraciyeler musikimizin zenginliğini
gِsterir.
Osmanlı
devletinin kuruluş
ve yükseliş
dِneminde
tekkeler aksiyon ruhu, vazife
şuuru
ile dolu, mesuliyetini müdrik topluluklar demek idi. Bu tekkelerden mevlevilik,
musikide ِnemli
bir yere sahipti. Kuruluş
esnasında
başşehir
Konya, Kayseri, Kütahya, Aydın
hattı
Mevlevî nüfuzu altında
olduğundan
osmanlının
kuruluşunda
Mevlevîlerin emeği
azımsanamaz.
Mevlana Celaleddin Rumi ile Sadrettin Konevi'nin Konya'da
şeyhülislamlık
yaptıklarının
bilinmesi mevleviliğin
idari yapıda
da yer aldığını
gِstermektedir.
Musiki tarihini mevlevilik olmaksızın
ele almak ve incelemek mümkün değildir.
Osmanlı
Hasta tedavilerinde musiki kullanmıştır.
Osmanlının
çِküşünden
her kurum nasibini alırken,
tekkeler de nasibini alıyor
ama, Galata mevlevihanesi
şeyhi
Galip dede şiir
yazarak III. Selimin başlattığı
nizamı
cedid teşebbüsüne
destek veriyordu.
özelde
mevleviler, genelde tarikatlar Osmanlı'da
halkın
yaşam
biçiminin düzelmesini sağlamışlar,
mevlevilik, ayrıca
musikiye ِnem
vererek toplumun musiki ile aşina
olmasını
sağlamıştır.
Musikimizde tartışılmaz
bir mevlevilik ağırlığı
vardır.
Mevsimi gül faslı
bülbül nevbahar eyyamıdır
isimli karciğar
makamındaki
Ağır
semainin bestekarı
Haşim
Bey, Dede efendinin talebesi olup Sultan Abdülmecid'in sarayında
serhanende ve baş
müezzin, Beşiktaş
mevlevihanesine mensub bir mevlevidir. Aynı
eserin güfte şairi
Cevri ise Yenikapı
mevlevihanesinde mevlevi ve hattat idi. Türk musikisinin en büyük bestekarları
mevlevidir. Musikinin bir formu olan Naatların
mevlevi ayinlerinde ayrı
bir yeri vardır.
Konya'daki Mevlana müzesi mevlevi tarikatının
en ِnemli
merkez yapısı,
mevleviliğin
doğum
yeri, mevlevi tarikatı
yapılarının
en büyüğü
ve merkez tekkesidir.
Zekai dede; hafız,
hattat idi, İsmail
dede efendiden musiki meşki
aldı.
Yenikapı
dergahında
mevlevi oldu. Sultan I. Mahmud, Tanbur da çalan, veliahtlığında
beste yapan musikişinas
bir padişahtır.
Padişahların
içinde III. Selim musikide ayrı
bir yere sahip olup kendisi mevlevi idi. Osmanlı
padişahlarının
bir kısmı
mevlevi ve musikişinastır.III.
Selim zamanının
saray başhanendesi
Sadullah Ağa,
ِnemli bir bestekar olup, sarayın
musikiye verdiği
ِnemin burada bahsedeceğimiz
birkaç ِrneğin
biridir.
Burada mevlevi olduğuna
dair bir belge bulunmayan ancak musikimizin ilahi formunun en büyük kaynağı
Yunus emreden bahsetmeliyiz.
اünkü
Yunus Konya'da bulunmuş
olmalıdır.
Makamlarından
biri de Karamanda olabileceği
için bir yakınlık
da sِz
konusudur. Yunus Emre Anadolu'nun pek çok yerinde makam ve mezara sahiptir.
Bunlardan biri de Karaman'dır.
Yunus kِklü
bir geleneğin
temsilcisi, yüzlerce yıllık
bir çınar
gibi edebiyat çınarıdır.
Merhum Prof. Dr. Mehmet kaplan "Yunus büyük bir geleneğin
içinde kendisini bulan ve o geleneği
çok canlı
bir şekilde
yaşayan
insandır"
der. Yunus bir şiirinde
"Mevlana sohbetinde saz ile işret
oldu, Arif maniye daldı
çün biledür ferişte"
ve "Mevlana Hüdavendigar bize nazar kılalı,
onun gِrklü
nazarı
gِnlümüz
aynasıdır.
"dediğine
gِre
aynı
çağda
yaşamış,
sohbetine katılmış
olabilir. Yunus Emre'nin sِylediği
şiirler
herhalde musiki ile birlikte idi.
اünkü
şiirlerinde
çalgı
aletlerinden bahsetmektedir. Belki de Türk tasavvuf musikisinin ilk
ِrnekleri yunus ilahileridir.
Yunus Emre bir okuldur, yapıcı,
eğitici,
ahlak ve edeb ِğretici
dosttur. Yunus emre, Niyazi, Eşrefoğlu,
Hüdai, Erzurumlu
İbrahim
Hakkı
gibi mutasavvıflar
ilahi formunda eserlerle mûsıkîmizi
zenginleştirmiştir.
Ancak bütün bunlarla birlikte Türk Musikisi ile ilgili kaynaklar yetersizdir.
Türk musikisi sazlarının
teknik ِzellikleri
ve ِlçüleri
bugüne kadar tesbit edilememiş,
konuyla ilgili eserlerde sazların
yapım
ِzellikleri
ve yapım
malzemesi üzerinde durmak yerine icra tekniği
üzerinde durulmuştur.
Bir dِnem
radyolardan uzaklaştırılan
ve yasaklanan Türk musikisi bir kesintiye uğramıştır.
Batı
ülkeleri kendi müzikleri yanında
bizim müziğimizi
de araştırıp,
incelerken bizde resmi yolla
ِnü kesilmiş,
yeni değerlerin
yetişmesi
engellenmiştir.
Türk musikisine sahip çıkmak
yerine en yetkili ağızdan
çağdaş
Türkiye'nin gِrüntüsü,
senfoni orkestrası
olarak ifade edilmiştir.
Osmanlının
son dِnemlerinde
batıya
hayranlıkla
paralel olarak, Türk musikisi bir kenara atılmıştır.
II. Mahmud'dan sonra Türk musikisi gereken ilgiyi gِrememiştir.
Dede efendi bile Türk musikisine gِsterilen
tavır
ve ilgisizlikten dolayı
kahrederek hacca gitmiş
ve orada vefat etmiştir.
Halid Ziya, Mehmet Rauf; Ahmet Mithat Efendi, Osman Hamdi gibi yazar ve
entellektüellere gِre
Türk musikisi yoktur.
İki
nota arasında
9 koma (9 ayrı
ses) bulunan zengin Türk musikisi yerine 2 nota arasında
1 koma bulunan batı
müziğine
ِzenilmiş,
devlet tarafından
maddi olarak desteklenmişken,
Türk musikisi gayretli musikişinaslar
sayesinde yokolmaktan kurtulmaya çalışmaktadır.
Eskiyle irtibatı
pek çok konuda koparan harf devrimi, musikimizde güfte sorununu ortaya çıkarmış,
eski klasik eserler Osmanlıca
olduğundan
ya değişime
uğramış,
güfte beste uygunluğu
bozulmuş,
ya da bırakılarak
unutulmuştur.
Eserlerin büyük çoğunluğu
cumhuriyet dِneminden
ِncelere
ait olması
sebebiyle bir kopukluk olmuştur.
Günümüzün yaşayan
bestekarlarından
Alaaddin Yavaşça
Konya Lisesinde yatılı
olarak ortaokulu okumuş,
belki de ilk musiki hevesini burada almıştır.
Türk musikisi ile ilgili dileğimiz
hiç olmazsa şu
günden itibaren gereken ilgi ve desteği
gِrmesi,
heveslilerinin, sevenlerinin artması,
yeni bestekarların,
sazende ve hanendelerin yetişmesi
ve layık
olduğu
yere gelmesidir.
Kaynaklar:
Güfte İncelemesi-1,
Yrd.Doç. Dr. Mustafa
اıpan,
Besteleriyle Yunus Emre
İlahileri,
Ahmet Hatipoğlu,
Osmanlılarda
Devlet Tekke Münasebetleri,
İrfan
Gündüz,
Türk Musikisi Nazariyatı,
İ.
Hakkı
özcan
========================================================================
Aşk ve cezbenin tarihi
Ölüm gecesini şeb-i arus (düğün gecesi) olarak tanımlayan Mevlana, ِlümünün ardından talebelerinin kurduğu tarikatiyle ve hoşgِrüsüyle herkesi kucaklamaya devam ediyor.
Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin düşüncelerini benimseyen Mevlevilik, 15. yüzyılda Konya ve çevresinde, 17. yüzyılda ise bütün Anadolu'da yayılma gِsterdi. Esas olarak Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin hayatta iken tarikat kurma çabası yoktu. Ancak ِlümünden sonra talebeleri onun tasavvufta takip ettiği yola "Mevleviyye" adını vererek Mevleviyye tarikatinin âdâb, erkan ve usullerini belirledi. Mevlevilik ilk dِnemlerinde Selçuklu Beylerinin ve Moğol emirlerinin üzerinde büyük etki gِstermişti. Osmanlı padişahları da Mevlevilere hürmette bulunmuş, tarikatin eksiklerini gidermede kusur etmemişlerdi.
Mevleviliğe gِre tasavvufi ِğretilerinin amacı kişinin kendini bulmasını sağlamaktır. Onlara gِre gerçeğe ulaşmanın asıl yolu zikir ve çile değil, aşk ve cezbedir. Kişi kendisini varlıkların yükünden soyutlayıp Allah'ı bulabilir. Müritler benliklerini yok edip nefslerinin kِleliğine baş kaldırmalılardır. Sema, Mevlevilikte en ِnemli ayindir. Kurallar çerçevesinde ve müzik eşliğinde yapılan semadan başka, 'zikir telkini',' tac' ve 'hırka giyme', 'halvet', 'tarikata giriş' ve 'halifelik' de çeşitli kurallara bağlanmıştır. Mevlevilikte müritlerin tasavvufi yolda katetikleri mesafeye gِre mertebeler bulunmaktadır. Birinci sırada çoğunluğu oluşturan, geleneğe gِre Mevlevi külahını giyerek tekbir getirip yola giren "muhibler" yer alır. Sonrakilere ise "dede", bir tekkeyi yِnetmek muhib ve derviş yetiştirmek gِrevini üstlenen kişilere de "şeyh" denilmektedir.
Mevlevi ayinlerinin başlıca formlarını naat, taksim, mevlevi ayini, peşrev, son peşrev, son yürüksemai ve niyaz ilahisi oluşturur. Mutrip adı verilen ses ve çalgı topluluğu, ayinhanlarla sezendelerden meydana gelir. En çok kullanılan çalgılar ney, kudüm, rebap ve haliledir. Bir sema ayini, Mevlana'nın Peygamber'i ِven (Itri tarafından bestelen) şiirini bir naathanın okumasıyla başlar. Sonra neyzenbaşı bir taksim yapar ve bunu ِzel olarak bestelenmiş "peşrev" izler. Peşrev, semaya katılan semazenlerin hırkalarını çıkarıncaya kadar tekrarlanır. Son semazen de hırkasını çıkarınca peşrev sona erer ve neyzenlerden biri kısa bir taksim yapar, bunu baş taksimin, peşrevin ve ikinci taksimin makamında başlayan bir Mevlevi ayini takip eder. Daha sonra da ayinin dِrdüncü selamındaki makamından bir son peşrev ve son yürüksemai gelir, daha ِnce taksim yapmamış bir neyzen son taksimi yapar ve ayin sona erer.
Havva Setenay İlhan
===================================================================================
İSVEÇ' TE SICAK KARŞILAMA
28 EKİM - 5 KASIM 2002
Grubumuz 15 kişilikten (10 Semazen ve 5 kişilik müzik heyeti)oluşan bir ekip ile bu kez İskandinav'ya yollarındaydı.28 Ekim-5 Kasım 2002 tarihleri arasında İsveç'i ziyaret eden grubumuz bu güzel ülkede Hz.Mevlananın barış ve sevgi mesajını seslendirirken büyük bir sıcaklık ile karşılandı.
ilk önce İsveç'in başkenti Stockholm'de Sema Töreni ve tasavvuf müziği icra eden grubumuz daha sonra ülkenin güneyinde yer alan Lund şehrine geçti.Burada da büyük bir ilgi ile karşılanan Sema töreni sonrası Hasan dede basın mensupları ve izleyiciler tarafından yöneltilen soruları cevapladı. Soğuk bir iklime sahip bu ülkedeki yolculuk boyunca güneş yüzünü esirgemezken yapılan uzun yolculuklar sonrası karşılaşılan sıcak karşılamalar tüm grubu memnun etti.Bir sonraki duraklarımız olan Sundswall ve Umea ise İsveç'in kuzey kısmında yer alan iki güzel şehir oldu. Hasan dedenin dünya barışı ve insanların kardeşliği üzerine yaptığı konuşmalar dinleyiciler tarafından duyguyla karşılanırken,düzenlenen seminerlerde tüm peygamberlerin kardeş olduğu ve şiddetin İslam'da yer almayan bir olgu olduğu yinelendi.İcra edilen Sema törenleri yerel televizyon kanalları tarafından yayınlanırken önümüzdeki dönem için tekrar bu güzel ülkeye düzenlenecek bir seyahat için çalışmalar başlatıldı.
ÇAĞDAŞ MEVLANA AŞIKLARI TOPLULUĞU ALMANYA’DA
17-25 MAYIS 2002
Hasan Çıkar Dede’nin manevi başkanlığında 17 – 25 Mayıs 2002 tarihleri arasında Almanya’ya giden Çağdaş Mevlana Aşıkları Topluluğu, Bayerische Musikakademie Marktoberdorf’un düzenlediği “Musica Sacra International” ve Bayerische Musikakademie Hammelburg’un düzenlediği “Musik der Weltreligionen” isimli festivallerde 22 kişiden oluşan kadrosuyla toplam yedi Sema Töreni ve Mevlevilik hakkında bir seminerle yer almıştır.
‘Dünya Dinlerinin Müziği’ konulu her iki festivale dünyanın dört bir yanından kendi dinlerini temsil etmek üzere onbeşe yakın grup katılmıştır. İslam dinini temsilen her iki festivale katılan Çağdaş Mevlana Aşıkları Topluluğu modern görünüşleri, çağdaş fikirleri, sevgi dolu bakışları, kusursuz ve ruhani hizmetleriyle festivalin gözdesi olmuştur.
Hasan Dede’nin 1,5 saatlik Mevlana ve Mevlevilik hakkında verdiği seminer, gerek Alman Televizyonu ve Radyosundan gerekse semineri takip eden din ve bilimadamlarından tam not almıştır. Ayrıca kadın-erkek birarada yapılan Sema Tören'leri Alman basınının dikkatini çekmiş, yaptıkları haber ve kritiklerde bu çağdaş yaklaşıma özellikle yer vermişlerdir.
Topluluğun icra ettiği 7 Sema Töreni’nden üçünün mekanı Kilise olmuştur. Bu da Hz. Mevlana’nın “Puthanede, meyhanede çağırırım Hak dost” sözünü adeta suretleştirmiştir.
Verilen hizmetlerden çok memnun kalan Alman dostlarımız ve oradaki Türk cemaati gelecek sene için şimdiden çalışmalara başlamışlar, Çağdaş Mevlana Aşıkları Topluluğunu her zaman Almanya’da görmek istediklerini ifade etmişlerdir.
PAMUKKALE'DE HZ.MEVLANA VE MEVLEVİLİK ÜZERİNE TOPLANTI
26 MART 2002
Çağdaş Mevlana Aşıkları Topluluğu alternatif tıp doktorlarından oluşan 450 kişilik bir grup ile Pamukkale'de biraraya geldi. Hz.Mevlana ve Mevlevilik teması üzerine oluşan birliktelikte, manevi liderimiz Hasan Dede dünyanın dört bir yanından gelmiş olan misafirlere Mevlevilik ve Hz.Mevlana üzerine bir seminer verdi.
İspanya, Meksika, Uruguay, Venezuela, Brezilya, ABD, Norveç, Almanya, Finlandiya ve Hollanda'dan bu görüşme için gelen misafirler, yönelttikleri sorular ile Hz.Mevlana'yı tanıma fırsatı buldular.
"Günümüzdeki Mevlevilik" hakkında grubumuzun üyeleriyle kişisel dialoglar kuran misafirler, düzenlenen mini toplantılarda etraflıca bilgi sahibi olma şansını elde ettiler.
Hz.Mevlana'nın dinler üstü kişiliğini ve birleştirici sevgi sözlerini Hasan Dede'den dinleyen misafirlere daha sonra Tasavvuf Müziği Konseri ve Sema Töreni sunan grubumuz, birlikte yenen akşam yemeğinden sonra İstanbul' döndü.
MUSEVİ VE SUFİ MİSTİKLER BİRLİKTE MÜZİK YAPTI VE 300 YILLIK GELENEK TEKRAR HAYAT BULDU
"Maftirim"
Tüm dünyaya aşkın, hoşgörünün ve sevginin en mükemmel örneklerini vermiş olan Mevlevi düşüncesi günümüzün şartlarında bu barış ve kardeşlik felsefesini Çağdaş Mevlana Aşıkları ile tazeliyor.
16. yüzyılın başlarında Museviler ve Türkler sinagoglarda mevlevihanelerde birlikte çalışarak peşrev, ağır semai, yürüksemai gibi müzik formlarındaki eserleri şekillendiriyorlardı. Bu geleneği notalarla günümüze ulaştıran Atatürk'ün yakın dostu Hahambaşı Becerona Efendi olmuştur. Ancak son 50 yıldır unutulmaya yüz tutan"Maftirim" tekrar canlandı.
Yüzyıllardır sinagoglarda ve mevlevihanelerde çalınıp söylenen bu eserler tekrar biraraya getirildi. 16.yüzyılda Edirne'de musevi mistiklerle, sufilerin etkileşiminden doğan "Maftirim", eski zamanlarda Mevleviler eşliğinde Türk Tasavvuf Müziği enstrümanlarıyla icra edilmiş. Maftirimin hikayesi 1492'de İspanya'dan Anadolu'ya göç eden musevilerin en önemli yerleşim merkezi olan Edirne'de başlıyor. Edirne, İstanbul, Bursa, ve İzmir'e yerleşen musevi cemaati zamanla Türk musikisi ve Tasavvuf musikisine gönülden bağlanıyorlar. 16.yüzyıldan itibaren "İbrani Tasavvufi İlahileri'nin ilk temelleri atılıyor. Türk müziği ile bu etkileşim hoşgörüyü ve güzel duyguları gönüllere yerleştiriyor.
Haham Mandil'in Galata Mevlevihanesi şeyhi Ataullah Efendi'nin hocası Tanburi İzak'ın Sultan III.Selim'in tanbur hocası olması ile aralarındaki dostluk, sevgi ve saygı Osmanlı musikisinin gizlerinde ve güzelliğinde birleşiyor.
Edirne ve İstanbul Maftirim'in tarih içinde iki önemli durağı. Edirne sinagogu ve Galata Mevlevihanesi kucak açmış bu birlikteliğe.
Ve 2002 yılının Ocak ayında bu gelenek tekrar hayat buldu. Çağdaş Mevlana Aşıkları grubu, manevi başkanı Hasan Dede önderliğinde, musevi din adamlarının ve müzik heyetinin de katılımıyla Galata Mevlevihanesi'nde seslendirilen eserlere sema ile eşlik etti.
MEVLANA HAFTASINDA ALTI NOKTA KÖRLER VAKFI YARARINA KONSER VE SEMA TÖRENİ
Çağdaş Mevlana Aşıkları Topluluğu 23 Aralık 2001 tarihinde "Hz.Mevlana'yı Anma Haftası ve Şeb-i Arus Törenleri" münasebetiyle, Altı Nokta Körler Vakfı yararına bir program icra etmiştir. İstanbul Yeditepe Üniversitesi Büyük Konser Salonu'nda gerçekleştirilen programa bir çok kuruluş sponsor olma yoluyla katkıda bulunurken, gerçekleştirilen program grubumuza ait olan ilahilerden oluşan Konser ve Sema Töreni'nden oluşmuştur.
Program öncesi yapılan konuşmalarda Hz.Mevlana'nın manevi büyüklüğü ve dünyaya taşıdığı insan sevgisi dile getirilirken İSTEK Vakfı Başkanı Sayın Bedrettin Dalan'ın konuşmasının temelini Hz.Muhammed, Hz.Mevlana ve Mustafa Kemal Atatürk'ün manevi yakınlıkları oluşturmuştur.
Altı Nokta Körler Vakfı tarafından bu anlamlı organizasyona yapılan katkı sebebiyle manevi başkanımız Hasan Çıkar Dede'ye takdim edilen şilt ve teşekkürlerden sonra söz alan kurucu üyeler, Hz.Mevlana'nın ışığının tüm insanları aydınlatırken görme özürlü insanlarımıza da manevi bir güneş gibi aydınlık saçtığını dile getirmişlerdir. Bir çok basın kuruluşunun takip ettiği Konser ve Sema Töreni'nin ardından özellikle görsel basında dile getirilenler yapılan hizmetlerin takdirini taşır nitelikte olmuştur.
ŞEB-İ ARUS TÖRENİ
Dünyanın,sevgiye,dinler arası hoşgörüye ve anlayışa susadığı bu günde Hz .Mevlananın hakka yürümesinin 728. yıldönümü olan 17 Aralık 2001 günü dünyanın çeşitlii yerlerinden gelen Mevlana hayranlarının katılımıyla Galata Mevlevihanesi'nde bir anma programı düzenlenmiştir.
Vefat gününü "Düğün Gecesi" olarak adlandıran Hz. Mevlana, ölümü, 'Sevgiliye (Tanrı'ya) kavuşma anı' olarak tasvir etmiştir.
İnsanları hayalden kurtarıp, gerçeğe davet eden Hz.Mevlana Hakk'a kavuşmadan önce şöyle seslenmişti bizlere:
"Hakka kavuştuğum gün tabutum yürüyünce şu dünyanın dertleri ile dertleniyorum sanma. Bana ağlama yazık yazık deme. Cenazemi görünce ayrılık ayrılık diye feryat etme. Bedenimi toprağa verirken elveda elveda diye ağlama. Gün batımını gördün ya, gün doğumunu da seyret. Hangi tohum yere atıldı da çıkmadı. İnsan tohumu için neden yanlış bir zanna düşüyorsun?"
Bakın Hazreti Mevlana nasıl sesleniyor:
"Mezarımın toprağı bir yudum şarap gibidir. Bedenimi içince, canım göklerin üstüne çıkar. O padişah değilim ki tahttan ineyim de tabuta bineyim. Benim fermanımın yazısı ebediliktir."
Gelmiş geçmiş tüm nebilerin ve velilerin özü olan Hz. Mevlana, bugün giderek büyüyen bir sevgi ve hoşgörü abidesi olarak gönüllerde yer almaya devam etmektedir.
Çağdaş Mevlana Aşıkları tarafından düzenlenen anma programında ilk olarak ilahilerden oluşan Tasavvuf Müziği Konseri yer almış ve ardından Şems-i Tebrizi için Hasan Dede tarafından yazılan ve grubumuzun üyesi Hakan Ayık tarafından Hicaz makamında bestelenen Mevlevi Ayini eşliğinde Sema Töreni icra edilmiştir.
STRASBOURG - FRANSA
SEMİNER, KONSER VE SEMA
Fransa'nın Strasbourg kentinde düzenlenen Akdeniz Festivali'ne katılan Çağdaş Mevlana Aşıkları Topluluğu büyük bir ilgi ile karşılandı.
Hz.Mevlana'nın sevgi ve barış mesajını tüm dünyaya taşıma ilkesini benimsemiş olan topluluk, manevi lideri Hasan Dede'nin önderliğinde Avrupa'nın başkenti olarak kabul edilen Strasbourg'da hem Türk cemaati tarafından hem de Fransız halkından büyük bir ilgi gördü. Kadın-erkek birarada sema ederek Hz.Mevlana'nın "Ne olursan ol gene gel" çağrısını din, dil, ırk, cinsiyet ayrımı yapmadan gerçek hayata taşıyan grup kendi eserlerinden oluşan programını 2 Aralık 2001 tarihinde izleyenlerle paylaştı.
Yaklaşık 1500 kişinin yoğun ilgisi ile izlenen program Tasavvuf Müziği Konseri ile başlayıp ardından düzenlenen Sema Töreni ile devam etmiş ve Hasan Dede'mizin düzenlemiş olduğu seminer ile tamamlanmıştır.
Konserin ilk bölümünde yer alan eserlerin tamamına yakını Hasan Dede tarafında yazılmış ve grubumuzun üyeleri tarafından bestelenen ilahilerden oluşmuştur. İkinci bölümde, Hz. Muhammed'e ithaf edilen, sözleri Hasan Dede'ye müziği Mete Edman'a ait olan Uşşak Mevlevi Ayini icra edilmiştir.
Mevlevi felsefesinin tüm insanları kucaklayan sıcak dokunuşu Fransa'da bulunan Türk vatandaşlarının yanında Fransız halkını da derinden etkilemiş ve grubumuza gösterilen samimiyet güzel anıları da beraberinde getirmiştir. 20 kişiden oluşan grubumuz 5 Aralık 2001 tarihinde Strasbourg'da bulunan ve bu tür bir kültürel alışverişe zemin hazırlayan dostlarımızla yeniden beraber olabilmenin umudu ile ayrılmıştır.
10 KASIM'DA BAŞÖĞRETMEN GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK
VE
SİLAH ARKADAŞLARI SAYGIYLA ANILDI
Cumhuriyetimizin kurucusu Başöğretmen Mustafa Kemal Atatürk ve Silah Arkadaşları'nın aziz hatıraları için her yıl düzenlenen anma töreni bu sene Cem Vakfı'nın katkılarıyla ortaklaşa gerçekleştirilmiştir.
10 Kasım 2001 Cumartesi günü Yenibosna Cemevi'nde gerçekleştirilen anma programı İstiklal Marşı'mızın okunması ve saygı duruşuyla başlamış ve ardından grubumuzun eserlerinden oluşan Mustafa Kemal İlahileri Konseri ve "BİRLİK SEMA"sı ile devam etmiştir.
Çağdaş Mevlana Aşıkları Topluluğu semazenleri meydanda "Sema" ederken Alevi canları da aynı meydanda semazenlerin etrafında "Semah" yaparak unutulmaz bir tablo yaratmışlardır.
Bu anma programı; Hz.Mevlana Celalettin Rumi'nin sadık sevgilisi, Mustafa Kemal'in maneviyatına yakışır şekilde Mevlevi, Alevi ve orada bulunan çeşitli inanç gruplarına ait tüm insanların, bu birliğe ait olmanın manevi hazzını paylaşmaları ile tamamlanmıştır.
----
Ertesi gün gerçekleştirilen anma programı tarihi Galata Mevlevihanesi'nde gerçekleştirilmiştir. Konuklarımızın ve üyelerimizin yoğun katılımıyla büyük ilgi gören program Mustafa Kemal ve aziz şehitlerimiz için yapılan saygı duruşunun ardından İstiklal Marşı'mızın okunmasıyla başlamıştır.
Hasan Dede'nin Mustafa Kemal ATATÜRK hakkında yaptığı konuşmanın ardından Tasavvuf Müziği Konseri ve Mustafa Kemal ATATÜRK için bestelenen ilk Mevlevi Ayini olan Karcığar Mevlevi Ayini ile anma programı son bulmuştur.
HZ. MEVLANA'NIN DOĞUMU SEBEBİYLE KONYA ZİYARETİ
Hz. Mevlana Celaleddin Rumi'nin doğum günü olan 30 Eylül 2001 tarihinde grubumuzun üyeleri (90kişi) Konya'ya bir ziyaret gezisi düzenlemiştir. Bu anlamlı günün ilk ziyareti sabahın erken saatlerinde Şems-i Tebrizi Hazretleri'nin türbesine yapılmıştır. Daha sonra Türbe-i Saadet ziyaret edilmiş ve bu güzel gün Meram yolu üzerindeki Ateşbaz-ı Veli Hazretleri'nin türbesine yapılan ziyaret ve Hz.Mevlana'nın sevenleriyle sık sık biraraya geldiği Meram bağlarına düzenlenen gezi ile devam etmiştir. Konya'dan ayrılma vakitlerine yakın Türbe-i Saadet bir kez daha ziyaret edilmiş ve cihan sultanı, tüm insanlık aleminin rahmeti ve gönüller fatihi Hz.Mevlana'nın manevi varlığı; doğum günü olan bu tarihte kutlanarak saygıyla anılmıştır.
HACI BEKTAŞ-I VELİ ANMA TÖRENİ
16.08.2001 tarihinde Ehl-i Beyt Vakfı ile birlikte düzenlenen Hacı Bektaş-ı Veli anma töreninde yer alan Çağdaş Mevlana Aşıkları Topluluğu
tertiplediği Tasavvuf Müziği Konseri ve Sema Töreni ile burada bulunan davetlilere duygulu anlar yaşatmıştır.
KİLİSEDE TASAVVUF MÜZİĞİ KONSERİ VE SEMA TÖRENİ
Grubumuz 21-28 Temmuz 2001
tarihleri arasında İtalya'da üç şehiri kapsayan bir turne ile Hz. Mevlana'nın
barış ve kardeşlik mesajını tüm insanlarla paylaşmak için yaptığı çabalarına
yeni bir sayfa daha eklemiştir.
Organizasyonun ilk durağı Udine kentinde bulunan, tarihi San Francisco
kilisesinde düzenlenen Tasavvuf müziği konseri ve Hz. Muhammed için Hasan Dede
tarafından yazılan Mevlevi Ayini'nin icrası olmuştur. Yoğun ilgi sebebiyle
saatler öncesinden yerlerini alan seyirciler din,dil,ırk farkı gözetmeksizin
ortak bir solukta buluşmanın sarhoşluğunu yaşadılar. Hz. Muhammed için söylenen
aşk sözleri kilisenin duvarlarında yankılanırken, Semazenlerin rengarenk
tennureleri ile ortaya koydukları tablonun yanında
mutrıp heyetinin seslendirdiği ayin-i şerife
kulak veren insanlar bu geceyi bir daha unutmamak üzere gönül sarhoşluğuyla eve
dönerken kimisi de Hasan Dede'nin etrafında Mevlevi felsefesini daha yakından
tanımak için çaba sarfediyordu. Bu ruhani geceden sonra ikinci durak olan ve
Adriyatik kıyısında bulunan Rimini kentine geçen grubumuz burada da açık havada
yaklaşık 1500 kişiye unutulmaz bir tablo sunarak hizmetine devam etmiştir.
İtalya 2001 turnesinin son durağı olan Avusturya sınırında ki Bolzano kenti
Alplerin eteklerine kurulmuş olmanın nazlılığı ile Hz Mevlana'nın kardeşlik
mesajına ev sahipliği yapmış oldu. Bolzanoda düzenlenen , şehir kültür merkezi
salonundaki program haftalar öncesinden davetiyeleri tüketecek bir iştah ile
beklenmekteydi. Burada tertiplenen Konser ve Sema töreni sonrası, İtalya'da
yaşayan Müslüman ve Hristiyan halk tarafından gösterilen ilgi ile Hasan Dede'ye
yöneltilen sorulara verdiği cevaplar farklı kültürlerin kucaklaşmasının
rehberliğini yapmıştır. 8 gün süren bu turneden sonra yurda dönen grubumuz Hz
Mevlana'nın tüm dünyayı kucaklayan felsefesinin tek temsilciliğini yapmanın
sorumluluğu ile İstanbul'daki hizmetlerine dönmüştür.
YUNANİSTAN'A ZİYARET
Çağdaş Mevlana Aşıkları Topluluğu geçen yıl olduğu gibi 2001 yılında da dostluk ve barış mesajlarını Yunan halkıyla paylaşmak amacıyla 5 günlük bir süre için Yunanistan'a hareket etmiştir.Burada düzenlenen gösteri yaklaşık 2500 kişi tarafından ilgiyle izlenmiştir.
İlk olarak Selanik kentinde düzenlenen etkinliğin ardından grubumuz ege kıyısında yer alan Volos kentinde Hz.Mevlana'nın sevgi mesajlarını gösteride yer alan Yunan komşularımız ile paylaşma fırsatı buldu.
Yiannitsa kentinde düzenlenen etkinliğin ardından tekrar Selanik'e dönen grup bu senede dost ve kardeş Yunan halkıyla buluşmanın esenliğiyle İstanbul'a dönmüştür.
NEW ORLEANS'DA SEMA
Grubumuz üyeleri A.B.D'de düzenlenen bir kültürel etkinlik için , Türk
kültürünün tanıtılması ve sevdirilmesi amacıyla New Orleans şehrindeki bir
haftalık organizasyonda yer almiştır. Hz Mevlana'nın sevgi ve kardeşlik mesajnın
tanıtılmasını amaç edinen grubumuz böylece bir barış elçisi olarak okyanus
ötesine bir kez daha bu bilinçle hizmet etmenin sevincini yaşamıştır.
YOKSUL ÇOCUKLARA YARDIM
Evrensel Mevlana Aşıkları Vakfı ve Galata Mevlevihanesini Yaşatma Derneği çatısı altında faaliyet gösteren Çağdaş Mevlana Aşıkları Topluluğu ,21.Ocak.2001 tarihinde tarihi Galata Mevlevihanesinde Yoksul Çocuklara Yardım Derneği yararına Konser ve Sema Ayini icra etmiştir.Tüm gelirinin Yoksul Çocuklara Yardım Derneği'ne bırakılan bu aktivite aynı zamanda bir çok konuğun katılımıyla saat 14.00'de başlamış ilk önce düzenlenen Tasavvuf müziği konserinin ardından Mevlevi sema ayini ile sona ermiştir. Yapılan konuşmalarda Hz.Mevlana'nın aydınlık felsefesi dile getirilirken izleyenlerle paylaşılan duygulu anlar bu çalışmanın amacına ulaşması dileği ile son bulmuştur.Her dönemde, hayır faaliyetlerinde karşılıksız olarak hizmette bulunmayı esas alan grubumuz Hz.Mevlana'ya yakışır faaliyetleri hayata geçirmenin umudu ile yeni çalışmaların coşkusunu şimdiden yüreğinde hissetmektedir.
KUZEY İTALYA TURNESİ
Grubumuz (30 kişilik bir ekip ile) 8-13 aralık tarihleri arasında İtalyanın kuzey bölgesinde bulunan Trieste,Pordenone ve Modena kentlerini kapsayan bir turne ile Hz.Mevlananın sevgi ve barış mesajını Avrupa'ya taşımaya devam etmiştir.
5 günü kapsayan bu seyahat sırasında özellikle "Spirituell 2000"
festivalinde yer alan topluluğumuz İtalyan halkının yoğun ilgisi ile
karşılaşmış ve gösterilen ilgiye paralal olarak Hasan Dede yöneltilen sorulara
cevap vermiş böylece dost İtalyan halkı ile paylaşımlarımız daha da artmıştır.
İtalyan medyasının yoğun ilgisi ile birlikte birçok gazete ve dergide
grubumuzun faaliyetleri ile ilgili haberler yayınlanmış olup Hz. Mevlana'nın
barış mesajı bir kez daha vurgulanmıştır.
17 ARALIK 2000 ŞEB-İ ARUS
Hz.Mevlananın Hakka yürümesinin 727. yılı Galata Mevlevihanesinde düzenlenen Konser ve sema töreni yanında Ehl-i Beyt vakfı ile birlikte düzenlenen etkinliklede anılmıştır.
10 KASIM 2000GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK ve SİLAH ARKADAŞLARININ ANISINA KONSER VE SEMA TÖRENİ
1993 yılından beri
aralıksız olarak her 10 Kasımda Atatürk ve silah arkadaşlarının anısına
düzenlediğimiz etkinlik , 2000 yılı içinde Kalp Vakfı başkanı sayın Çetin
Yıldırım Akının katkılarıyla iki vakıfın ortak gayretleri ile Atatürk Kültür
Merkezinde , Atatürk ilahilerinden ve Atatürk için yazılıp bestelenen sema
töreni ile
gerçekleştirilmiştir.
YUNANİSTAN: GÜMÜLCİNE, LARİSA ve SELANİK
SEVGİ ve KARDEŞLİK ÜSTÜNE BİR TUR......
Evrensel Mevlana Aşıkları Vakfı otuziki (32) üyesi ile Ağustos (2000) Ayının 18'inden 25'ine kadar olan tarihler arasında Yunanistan'a bir turne düzenledi. Batı Trakyada'ki Türk nüfusunun yoğun olduğu Gümülcine'de düzenlenen ilk gecede Türk soydaşlarımız ve yunan dostlarımız düzenlenen konser ve sema töreni ile manevi bir ziyafete konuk oldular. 2500 kişinin izlediği ve özellikle Türklerin duygulu ve samimi yaklaşımları tüm grubumuzu derinden etkiledi.
Türk ve Yunan halklarının yakınlaşması ve ege kıyılarında kalıcı bir barışın temellerinin atàlmaya çalışıldığı bu dönemde düzenlenen bu turne ayrıca büyük bir anlam taşımaktaydı.Farklı dinler mensup olan fakat evrensel değerlerde birleşen aydın insanların kucaklaştığı bu seyahat Hz.Mevlana'nın "Dünyada barışa ve sevgiye dair ne varsa ben orada varım.Savaşa ve kavgaya dair ne varsa orada yokum" vecizesinin sureti olmuştur.
Turnenin devamındaki durağımız Yunanistan'ın içlerine doğru yapılan yolculukla bizleri merakla ve sevgiyle bekleyen Yunan dostlarımızın kenti Larissa oldu. Larissa'da düzenlenen ve samimi intibalara sahne olan programımızdan sonra 3 gün konuk olacağımız Selanik'e doğru yola çıktık.Gazi Mustafa Kemal'in doğduğu kent olan selanik bizim için ayrıca bir önem taşımaktaydı.
Selanike vardıktan sonra Başkonsolosluğumuzun bahçesinde bulunan Atatürk
evi ziyaret edildi.Duygulu anların yaşandığı ilk günden sonra Selanikteki ilk
programımız şehrin tepelerinde yer alan muhteşem açık hava tiyatrosunda icra
edildi.Yunan televizyonunun büyük ilgi gösterdiği ve daha sonradan öğrenildiğine
göre bir hafta boyunca farklı kanallarda yayınlanan programımız halkın büyük
ilgisi nedeniyle defalarca tekrarlanmıştır.
Üçüncü günün sonunda Balkan devletleri arasındaki yakınlaşmayı
güçlendirmek için düzenlenen festivalde Türkiyeyi temsil eden grubumuz burada da
büyük ilgi ile karşılanmış ve Atatürkün "yurtta barış,dünyada barış" ilkesinin
temsilcisi olmuştur.
SAN MARINO , NAPOLİ , ROMA
Çağdaş Mevlana Aşıkları yirmibeş kişilik bir kadro ile 18 - 23 Temmuz 2000 arası, San Marino, Napoli ve Roma'yı kapsayan bir İtalya turnesine çıkmış bulunmaktadır.
İlk yer olan San Marinoda 1250 kişinin hayranlıkla izlediği Konser ve sema törenin ardından uzun bir yolculuktan sonra Napoli'ye gidilmiş ve grubumuz buradada 1500 kişiden fazla bir seyirci kitlesine konser ve sema törenini icra etmiştir. Programın ardında italyan televizyonun ve basınının yoğun ilgisi ile karşılaşan manevi başkanımız Hasan dede burada yaptığı konuşmalarla Hz.Mevlana'nın barış ve sevgi mesajını tüm italyan halkına taşımıştır.
Grubumuz Napoli'de gördüğü yoğun ilgiden sonra yeni hedefi olan Roma'ya doğru yola çıkmıştır. Roma'nın tarihi açık hava sahnesinde icra edilen konser ve sema töreni 2000 kişiden fazla bir topluluk tarafından bir ilgiyle izlenirken tören sonrası oluşan kalbalığın Hz.Mevlana ile ilgili soruları Hasan dede tarafından cevaplanmıştır. Din ,dil,ırk,cinsiyet farkı gözetmeden tüm insanlık alemine sevgiyle seslenen Mevlana Celaleddin Rumi şöyle diyor: '' Farklılık muhakkakki herkesin dini ibadet şeklindedir; ama herkes aynı Allah'a koşuyor.'' Herşey aşk, ilahi aşktır.
GALATA MEVLEVİHANESİNİN YENİDEN AÇILIŞI
17.Ağutos .1999 depreminin ardından hasar nedeniyle bir süren beri hizmetlerine ara vermek zorunda kalan Tarihi Galata Mevlevihanesi ,derneğimizin yoğun gayret ve hassasiyeti ile yenilenmiğ olan bu kültür yuvası tekrar hizmet verme aşamasına gelmiştir.
Galata
Mevlevihanesini Yaşatma Derneği tarafından restore edilerek Türk ve dünya
kültürünün hizmetine tekrar kazandırılan tarihi yapı 18 Haziran 2000 tarihinde
halka açık olarak düzenlenecek olan Tasavvuf Müziği Konseri ve Sema Töreni ile
tekrar konuklarına kapısını açacaktır.
Tüm halka açık olan programımız bundan böyle her zamanki gibi her ayın ikinci ve son pazarı olmak üzere devam edecektir.Grubumuz Tasavvuf müziği konserleri ve sema töreni ile yerli ,yabancı tüm izleyicilere hizmet vermeye devam edecektir. Mayıs'dan Ekim ayına kadar saat 17:00'de başlayacak olan programımız ,kasım'dan Nisan ayına kadar saat 15:00'de başlayacaktır. Konser ve Sema Ayini birlikte iki saat sürmektedir.
LOGOS(KELAM-SÖZ), BEKTAŞİLİK, MEVLEVİLİK, AHİLİK VE ANADOLU HÜMANİZMİ
İsa’dan
beş yüz yıl önce Ege kıyılarında yaşayan Herakleitos “Nasıl ateşe yaklaştırılan
kömürler ateşlenir, uzaklaştırılınca da sönerse, ruhumuz da ortaklaşa olanın
ardından giderse logostan giderse, logostan pay alır, ayrılırsa logossuz kalır.
Us ile konuşmak isteyenler herkesle ortaklaşa olan ile kendini güçlendirmelidir.
Dünya birdir, ne bir tanrı tarafından ne de insan tarafından yaratılmamıştır.
Bir yasaya göre yanan, bir yasaya göre sönen ve başı sonu olmayan bir ateştir.”
diyerek evrenin sürekliliğini ve birliğini ifade etmiştir. Evren, Herakleitos’a
göre logoslu ve “us”ludur. Bizler tanrısal logosu nefes alırken içimize çekiyor
ve sonra nefes verirken de evrenin ruhuna dönüyor. Herakleitos’un bu düşüncesi
Hıristiyanlıkta dinsel bir nitelik kazanmıştır. Aziz Jean’ın İncil’i şu sözlerle
başlar: “Başlangıçta söz vardı ve söz tanrı ile beraberdi ve söz tanrı idi”
Logos kavramının Anadolu’da bir din felsefesine dönüşmesinde ise Anadolu’ya
İran’dan gelen ve Bektaşi inançlarının şekillenmesinde katkısı olan Hurufilerin
etkisiyle olmuştur. Hurufilere göre Tanrı gizli bir hazinedir, varlığı ve özü
sesten oluşur. Sesin ortaya çıkmasıyla evren meydana gelmiştir. Tanrı kendi
silüetini insanda göstermiştir. İnsanı tanrıdan ayıran sözdür. Hurufilik ve
Tanrıya ulaşmanın tek yolunun gerçek anlamda sevgiyle mümkün olacağını savunan
Yeni Platoncuların etkisiyle oluşan Tasavvuf inancının özü yoktan varolma değil,
tanrının evrende tezahür etmesidir. İnsan ve tanrı birdir, tanrı insanın
ağzından konuşur, insan da konuşan bir tanrıdır (en-el Hak). Dinler, tanrının
yüceliğini ulaşılmaz kılar ve insanın tanrı tarafından yoktan yaratılmasını ön
plana çıkarır. Tasavvufa göre ölüm yoktur, sürekli varoluş vardır. Tasavvufta
din, korku üzerine değil sevgi üzerine kurulmuştur. Klasik din anlayışlarında
tanrı doğayı yaratmış ve insanı en öne koymuştur. Tasavvuf ise canlı cansız
bütün varlıkları tanrının kendisi olarak görür. Bu görüşlerin en önde gelen
savunucularından birisi Hacı Bektaş Veli’dir. Hacı Bektaş-ı Veli M.Ö.1248’de
İran Horasan’ının Nişabur kentinde doğmuş ve çocukluğu, gençliği Horasan’da
geçmiş, Hoca Ahmet Yesevi Ocağı’nda; felsefe, sosyal ve fen bilimleri öğrenmiş
ve İran, Irak, Arabistan’ı gezip inceledikten sonra M.Ö. 1275/80 tarihinde
Anadolu’ya gelip eski ismi Sulucakarahöyük olan bugünkü Hacıbektaş’a
yerleşmiştir. Bu tarihte Anadolu, bir yandan Moğol istilası altında ezilirken
bir yandan da büyük bir siyasi ve ekonomik buhran ile beraber taht kavgalarına
sahne oluyordu. İşte böylesi bir ortamda Sulucakarahöyük’e yerleşen Hacı
Bektaş-ı Veli burada felsefesini geliştirmiş ve öğrenci yetiştirmeye
başlamıştır. Hoşgörü ve insan sevgisine dayalı düşünce sistemi kısa bir sürede,
Hıristiyanlığın büyük bir merkezi durumundaki Kapadokya’da geniş halk
yığınlarına ulaşmış ve benimsenmiştir.
İlimden gidilmeyen yolun sonu karanlıktır,
Kadınları okutunuz,
Eline, beline, diline sahip ol!
Okunacak en büyük kitap insandır,
Doğruluk dost kapısıdır,
Mürşitlik, alıcılık değil vericiliktir,
Alem Adem,Adem de Alem içindedir,
İlim, hakikate giden yolları aydınlatan ışıktır,
Yolumuz, ilim, irfan ve insanlık sevgisi üzerine kurulmuştur,
Oturduğun yeri pak et, kazandığın parayı hak et,
Bir olalım, iri olalım, diri olalım,
İncinsen de incitme,
Nefsine ağır geleni kimseye tatbik etme,
Hiçbir milleti ve insanı ayıplamayınız,
Düşünce karanlığına ışık tutanlara ne mutlu,
Ara bul,
İnsanın cemali sözünün güzelliğidir,
Düşmanınızın dahi insan olduğunu unutmayınız,
En büyük keramet çalışmaktır,
Erkek, dişi sorulmaz, muhabbetin dilinde.
Hak’ın yarattığı, her şey yerli yerinde.
Bizim nazarımızda, kadın erkek farkı yok.
Noksanlık, eksiklik senin görüşlerinde.
Onun felsefi düşüncesinin temelinde İnsanın varoluşu ve insan sevgisi vardır. Bu dünya görüşü, 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile aynı anlayışı yansıtmaktadır.
Hararet nardadır, sacda değildir,
Keramet hırkada, taçda değildir,
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.
“Din ayrılığı gereksiz. Dinler insanlar arasında anlaşmazlıklara neden oluyorlar. Aslında tüm dinler dünyada barış ve kardeşliği sağlamak içindir” diyen Hacı Bektaş-ı Veli bu görüşlerini Velayetname adlı eserinde ortaya koymaktadır. Hacı Bektaş-ı Velinin bu düşünce sisteminden yola çıkarak halifesi Balım Sultan tarafından kurulan ve sistemleştirilen Bektaşiliğin öncelikli hedefi, temelini sevginin oluşturduğu “Evren-Tanrı-İnsan” birliğini kavramaktır. İnsan bir sevgi varlığıdır. İnsan tanrısal niteliklerle donatılmıştır. Başarının ilk aşaması kişinin kendisini tanıması ve sevmesidir; çünkü insan kendisinde tanrısal bir öz taşır ve kendini seven insan tanrıyı da sever. Bektaşilikteki tanrı sevgisinin en güzel ifadesi aşağıdaki şu dörtlükte en güzel şekilde ifade edilmektedir:
Şakirdleri taş yonarlar
Yonup üstada sunarlar
Calabın adın anarlar
O taşın her paresinde.
İnsan yaşadığı ortamda bağımsız bir varlıktır. Onun görevi alçak gönüllü davranmak, özünü arındırmak, olgunlaşmak, gösterişten uzak durmak ve tanrı sevgisiyle doldurmaktır. İnsani bedenler amaç için sadece birer araçtır. Bu nedenle insanları kadın-erkek diye ayırmak, ya da sosyal konumlarına ve ya ırklarına bakarak küçük görmek yapılabilecek en büyük yanlıştır. Kadın-erkek tüm insanlar eşittir.
Bektaşiliğin eşitlik, kardeşlik ve sosyal adalete verdiği büyük önem aynı zamanda Bektaşiliğin Batıni karakterini de belirlemektedir. Bu özelliğinden dolayı çok uzun zaman Bektaşilikle ilgili yeterince bilgi sahibi olunamamasından dolayı bir çok önyargı da oluşmuştur. Bektaşiliğin ancak tarikata bağlı olanların bildiği sırları bulunmaktaydı. Tarikatın ilkelerine göre her insan yeterince bilgiye erişememiştir; ancak bu bilgiye erişenler “kutup” lardır. Nasıl değirmen taşı kutupların çevresinde döner ise dünya da bu “kutup”ların çevresinde dönmektedir. Çok sayıda olan bu “kutup”ların içlerinde en yetkin olanı “kutuplar kutbu”dur. Kutuplar kutbunun sağ ve sol yanında iki tane yetkin insan daha oturur ki bunlardan sonra gelen ve evreni yöneten dört direk gelir. Bu rütbenin ardından abdallar en yetkili organı oluştururlar ve dört direkle birlikte beşler adını alırlar. Bunların ardından yediler ve üçyüzler en yetkili organları oluştururlar.
Bektaşilikte tarikata girecek olan kişi talip ismini alır. Rehber(yol gösterici)in kılavuzluğunda mahfilin kapısına getirilir. Kapının dışında harici muhafız denilen bir dış bekçi ve içeride olan dahili muhafız denilen bir iç bekçi bulunur. Talibin üzerinde dünya malı olarak değerlendirilen para vb. tüm şeyler dışarıda bırakılarak başı açık ve gözleri bağlı bir şekilde içeri alınır. Talibin boynuna tığ-ı bend denilen bir ip bağlanır ve bu ipe eline, beline, diline sahip olmasını simgelemek için üç düğüm atılır. Rehber, tarikata yeni girecek olan talibin o ana kadar işlemiş olduğu günahlardan arınması amacıyla abdest aldırır. Talibin elleri yıkatılırken “bu eller bundan sonra kimseyi incitmesin”, ağzını yıkatırken “bu ağız bundan sonra yalan söylemesin”, ayaklar yıkatılırken “bu ayaklar doğru yoldan şaşmasın”, havlu verilip yüzü kurulanırken de “bu ana kadar işlediğin bütün günahlardan yüzünü sil” denilir. Daha sonra Rehber “Bismişah, Allah, Allah, eli erde, yüzü yerde, özü darda, erenlerin dar-ı mansurunda, Muhammed Ali divanında, Pir huzurunda, boynu bağlı, başı açık, canı kurban, teni terceman, müteehhil ikrarı vermek isteyen falanca isimli bir koç kuzulu kurbanımız var. Hanedan-ı ehl-i beyte tevella ve teberra kılmak şartıyla pirimiz, hünkarımız Hacı Bektaş Veli Efendimizin katarına katılmak ister. Getirelim mi? Ne buyrulur şahım erenler?” diyerek içeri alınması için izin ister. Bektaşi babası topluluğun iznini ister, topluluk tarafından izin verildiği takdirde talip içeriye üç adımda bir durarak, peymançeye geçerek girer. (Peymançe, çocuğun ana karnındadaki duruşuna benzer. Bu duruş şekliyle tarikata giren kişinin yeni bir hayata doğduğu simgelenir.) Daha sonra rehber talipyi mürşide teslim eder. Mürşit talipye “Ey talip, Hacı Bektaş Efendimizin yoluna girmek istiyorsun, bu yol çetindir, kıldan ince, kılıçtan keskindir.Erenler gelme gelme, dönme dönme, gelenin malı, dönenin canı buyurmuşlar. Erenlerin nasihatıyla hareket edecek azmi kendinde buluyor musun?” diye seslenir. Talip mürşidin bu sorusuna Allah Eyvallah diyerek karşılık verir. Mürşit bu sözleri duyunca talibe “nefsinle mücadele et, herkese iyilikte bulun, batıla uyma, kudretin varsa affet, eline, diline, beline sahip ol, hakikat sırlarını açık etme” der. Daha sonra talibin başına taç giydirilerek kulağına “şeriatta üstün olması, tarikattan haberdar olması, marifete payidar olması ve gerçeğe ulaşması” dilenir. Daha sonra rehber talibi yere oturtarak sol eline bir kap su, sağ eline bir tutam tuz verir. (Su, bilgeliği ve saflığı, tuz ise erdemi simgeler) Daha sonra rehber “Halil İbrahim Peygamber Tanrı’ya itaat ederek nefsini rahmana, malını konuklara, cesedini ateşe, oğlunu kurban olmaya teslim ettiği halde genede hamdetmekte kusur etmedi. Lanet olsun ahtini bozana” diye seslenerek acı tuzu tatlı suya atar ve talibe içirir. Su kabı elden ele dolaştırılarak orda bulunan herkes bu sudan bir yudum alır. En son mürşitte bir yudum alarak “bu kişi teslim oldu ve erenler yoluna itaat kıldı, huzurunuzda tuza ve suya and verdi ki yüz döndürmeye, her zaman bu yolda ve kapıda ola” der. Bu şekilde talip tarikata girmiş kabul edilir.
Hacı Bektaş-ı Veli’nin görüşleri günümüzde de varlığını devam ettirmekte ve her yıl 15-16-17 Ağustos tarihlerinde Nevşehir iline bağlı Hacıbektaş ilçesinde gerçekleştirilen törenlerle büyük bir coşku içerisinde kutlanmaktadır.
AHİ EVRAN VE AHİLİK
Anadolu halklarının siyasi ve ekonomik anlamda ortak bir kültür oluşturmasında çok önemli katkısı olan görüşlerden birisi de din ve mezhep farkı gözetmeyen Ahiliktir. Ahiler, meslek sahibi olmaları nedeniyle kırsal alanlardan çok kentsel alanlara yerleşmişlerdir. Ahilik, bir meslek örgütü olmasının yanı sıra, giriş-davranış töreleri ve sırları olan Batıni bir kuruluştur. Anadolu Ahilerinin örgütlü bir güç haline gelmelerini, yine Hacı Bektaş-ı Veli gibi Anadolu Erenlerinden olan Ahi Evran Veli sağlamıştır. Ahi Evran’ın karısı Fatma Bacı Kadın Ana olarak tanınmış ve dünyanın ilk kadın örgütü olan “Bacıyan-ı Rum” teşkilatını kurmuştur. Bu, ilk kadın örgütü Tasavvuf düşüncesinin özüne uygun olarak kadın-erkek ayrımını reddetmiş ve kökleri Anadolu’nun binlerce yıl öncesine dayanan anaerkil yapıyı savunmuştur. Ahi Evran’ın şeyhliği altında 13. Yüzyılda Ankara ve Kırşehir’de toplanan Ahiler kısa sürede Selçuklu şehirlerine yayıldılar. Osmanlı devletinin kuruluşunda Ahiler oldukça önemli bir rol oynamış ve bazı kaynaklara göre Osmanlının kurucusu Osman Gazi’yi, oğlu Orhan Gazi’yi ve 3. Sultan Birinci Murad’ı saflarına katmışlardı.
Ahilikte temel ilke, örgüte üye olanların mutlak eşitliğidir. Üyelerin hepsi birbirinin kardeşidir. Ancak, aşama bakımından küçükten büyüğe doğru sonsuz bir saygı vardır. Üyelik için kişinin, örgüt bünyesinden birisi tarafından önerilmesi gerekir. Küçültücü işlerle uğraşanlar, çevresinde olumsuz tanınanlar, örgüte kötü söz getirebileceği düşünülenler Ahi olamazlar. Örneğin insan öldürenler, hayvan öldürenler(kasaplar), hırsızlar, zina ettiği ispatlananlar örgüte katılamazlar. Örgüte giriş Bektaşilikte olduğu gibi özel bir törenle ile olur. Törende Ahi adayına Şed kuşanılır ve tüm insanlara karşı sevgi dolu, saygılı olması, doğruluktan ayrılmaması öğütlenir. Üyelerden kesin bağlılık ve örgüte karşı sonsuz itaat istenir. Dinsizler örgüte kesin olarak giremezler ancak sofuların da Ahiler arasında işi yoktur. Ahilikte de Mevlevilik ve Bektaşilikte olduğu gibi bilgi edinme, sabır, ruhun arındırılması, sadakat, dostluk, hoşgörü gibi özelliklerin kazandırıldığı aşamalardan geçilir. Bu özelliklere sahip olmanın yanı sıra Ahiliğin önemli olan altı ilkesi şunlardır:
1-Elini açık tut,
2-Sofranı açık tut,
3-Kapını açık tut,
4-Gözünü bağlı tut,
5-Beline sahip ol,
6-Diline sahip ol.
Hak ile sabır dileyip
Bize gelen bizdendir.
Akıl ve ahlak ile çalışıp
Bizi geçen bizdendir.
Ahilikte belli aşamalardan geçilir. Bu aşamalarda müride mesleki beceriler, tasavvuf ve dinsel bilgiler, okuma-yazma, Türkçe, Arapça, Farsça, müzik, matematik ve askeri bilgiler ile Ahiliğin anayasası niteliğindeki Fütüvvetname öğretilir. Ahilikte dokuz dereceli bir sistem bulunmaktadır. Bunlar:
1-Yiğit,
2-Yamak,
3-Çırak,
4-Kalfa,
5-Usta,
6-Ahi,
7-Halife,
8-Şeyh,
9-Şeyh ül Meşayıh.
MEVLEVİLİK
“Körün ayağına bir engel takıldı, yaygıyı yayan iyi yaymamış dedi.
Yaygıyı yayan da , a kör dedi, kimseye suç yükleme.
Ses tutacağın yolu görmüyorsun.”
İnsanlığa ışık tutan diğer bir Anadolu
Ereni de Mevleviliğin fikir babası Mevlana Celaleddin Rumi’dir. Mevleviliğin
kurucusu ise Mevlana’nın oğlu Sultan Velet’tir. Mevlana 1207’de Horasan’da
doğdu, 1273’de Konya’da öldü. İlk derslerini bilginler sultanı ismiyle anılan
babası ve Bahaeddin Veled’ten aldı. Tasavvuf düşüncesiyle iç içe büyüyen Mevlana
bir Ahi olan Şems Tebrizi ile karşılaşınca kendi düşünceleri de şekillenmeye
başlamıştır. Mevlana’nın bu gün dahi tüm dünyada tanınmasını sağlayan tasavvuf
düşüncesini şiirle anlatma yeteneğidir.
Dalı öncesizliktedir aşkın, kökü sonrasızlıkta.
Bu ululuk, şu akla, ahlaka yakışır değil.
Yok ol, varlığından geç. Varlığın cinayettir.
Aşk doğru yolu buluştan başka bir şey değildir.
Mevlana’ya göre tanrıya ulaşmak için gerekli olan en önemli şey aşktır. Bir bitki hayvan da sevebilir; ancak, hem bedeniyle, hem bilinciyle, hem düşüncesiyle, hem de belleğiyle sevebilen tek varlık insandır. Mevlana bir kadına duyulan aşkı yüceltir; çünkü, bir başkasını seven insan kendisini, tüm insanlığı, evreni ve tanrıyı sevebilir. Ve aşkların en güzeli bu bilince ulaşıldığı zaman başlayan “Hakikat” aşkıdır.
Batıni inanca göre evren, göklerin ve yıldızların dönmeleriyle oluşmuştur. Mevlevilikte de Tanrıya ulaşma, hakikati görme, dönülerek ve müzik eşliğinde yapılan semayla mümkün olabileceği savunulmaktadır. Olduğu yerde dönülerek yapılan sema insanı vecde getirir. İnsan bu baş dönmesiyle, vecdle tanrılaşır. Bunun yanında insanın olgunlaşması çileyle ve hizmetle gerçekleşir. Çile rıza sözcüğünün ebced hesabında tutarı olan 1001 gün sürer. Mevlevilikte Muhib, Derviş, ve Şeyh dereceler bulunmaktadır. Muhib, şeyhe bağlanmak isteyen kişidir, henüz Mevlevi olmamıştır. Muhibe, en başta sema dönmesi ve isterse ney çalması, ilahi okuması öğretilir. Belli zamanlarda bir dede kontrolünde Mevlevi törenlerine katılması sağlanarak eğitimi sağlanır. Çile doldurduktan sonra dede ya da derviş mertebesine yükselir. Çile çıkarmayı kabul eden muhibe aşık ve nevniyaz denir. Aşık önce mutbak kapısından içeri alınır, sol yanda bulunan saka postuna dizleri üstüne çöker ve bu durumda üç gün sessizce oturur, buna murakaba denir, kendi kendine düşünecek ve bir karara varacaktır. İsteğinde kararlıysa üç gün sonra kendisine bir tennure (yakasız, kolsuz, etekleri çok geniş ve ağır bir giysi) giydirilir, beline elifnamet(kuşak) bağlanır, sırtına ve tennurenin üstüne destegül (kollu ve kısa hırka), başına da bir sikke (başlık) giydirilir. Bu kılığa girmeye Mevlevilikte soyunmak denir. Artık çileye girmiştir ve mutfağa gerekli şeyleri pazardan taşımaya başlayacaktır.
Mevlevilerin dönerek yaptıkları sema tüm dünyayla aşkta birleşmek, onun evrensel dönüşüne ayak uydurmaktır. Ellerin birinin gökyüzüne dönük, diğerinin yeryüzüne bakar olması da, tanrıdan aldığı aşkı tüm dünyaya sunmaktır. Ruh tanrıdan fışkıran bir özdür, ölümsüzdür. Ruh ilk çıktığı kaynağa, tanrıya dönmenin özlemi içerisindedir. “Ney”den çıkan ses, ruhun acı dolu, ilk kaynağa dönme özleminin sesidir. Mevlana “Ey tanrıyı arayan, aradığın sensin...” diyerek evrenin tanrının sonsuz varlık alanı olduğunu ve insanın da bu bütünün bir parçası olarak kendisinde bir tanrısal öz taşıdığını ifade etmiştir. Nesimi’nin “en-el Hak” görüşüne benzeyen Mevlana’nın insanı ve Tanrı’yı birbirinden ayırmayan Batıni görüşlerini en güzel ifade edecek olan tanınmış anlatım şöyledir: “Mevlana’nın öğrencileri arasında Süryanos adında, açık sözlü bir Rum delikanlısı varmış. Uluorta konuşmalarından dolayı yakalayıp Kadının önüne götürmüşler. Kadı, sen Mevlana’ya Tanrı diyormuşsun, doğru mu? Diye sormuş. Süryanos hep o açık sözlülükle yalan demiş, ben Mevlana’ya Tanrı demedim, Tanrı’yı yaratandır dedim. Tanrı benim ama yıllardır bunu bilmiyordum, bana Tanrı olduğumu Mevlana öğretti. Süryanos’u iyice delirmiş sanarak bırakmışlar. O da gelip olanı biteni Mevlana’ya anlatmış. Mevlana Süryanos’u dinledikten sonra kadıya deseydin ki yazıklar olsun sana, eğer sen de Tanrı olamadıysan.”
Mevleviler, varlıkbirliğini yani vahdet-i vücudu savunurlar. Buna göre Tanrı yaratan değil evrende, doğada tezahür edendir.
Gel ne olursan ol, gel
İster tanrı tanımaz, ister ateşe tapar,
İster bin kez tövbeni bozmuş ol
Bizim dergahımız umutsuzluk dergahı değil,
Gel ne olursan ol, gel
Yukarıdaki dizelerde de görülebileceği gibi Mevlana tüm insanlığın kardeşliğine inanmakta ve dinler arasındaki ayrılığın tanrısal varlıkla bağdaşmayacağını düşünmekteydi.
Hazırlayan: Aydın DURDU
========================================================================
BAYATİ AYİN-İ ŞERİF VE AÇIKLAMALI METNİ
Zeynep BARUT
Dini Türk müziğinin en ِnemli eserleri şüphesiz, Mevlevi müziği içinde yer almaktadır. Mevlevi müziğinin ِnemli bir alanı da "Sema" denilen dinsel danstır. Mevlevilik, din ile müziği bağdaştıran, ibadette müziğe ِzel yer veren tarikatlerden biridir. Ayin-i şerifler, belirli bir amaçla yani Mevlevi Sema'ına eşlik etmek için bestelenmiştir. Ayin- i şerifler başlı başına bir müzik varlığıdır. Bir Ayin meydana getirebilmek, bestecilikte üstün olmayı gerektirir. Müzik tarihine bakıldığında kilometre taşı sayılabilecek bir çok bestecinin de Ayin-i şerif besteledikleri gِrülür.
Ayin-i şerifler
her birine "Selam" denilen dِrt
kısımdan
meydana gelir. Her selâm değişik
usullerle bestelenir. Bu usullerin seçilmesindeki gaye Sema'ya uygun olmasıdır.
Mevlevi Ayinlerinde kullanılan
bu usuller
ِnce
semazenlerin dِnüş
"اark-ı"
sonrada güfte- beste münasebetiyle ilgilidir. Güfte genellikle Mevlana
Celaleddin-i Rumi'nin
şiirlerinden
seçilir. Araya başka
tasavvuf şairlerinin
bazı
şiirleri
de katılabilir.
Fakat şiir
sahiplerinde yine Mevlevilik aranır.
Bu şiirler
Farsça olduğu
için güfteler de Farsça'dır.
Müzik tarihimizde ilk Ayin-i
şerifler
15. ve 16. yüzyıllarda
bestelendiği
tahmin edilen ve Beste-i Kadim adı
ile tanınan
Pencgâh, Dügâh, Hüseyni Ayin-i
şerif'leridir.
Bestekarı
bilinen ilk Ayin-i
şerif
olan Bayati Ayin-i 17.yüzyılda
Kِçek
Derviş
Mustafa Dede( ? - 1684) tarafından
bestelenmiştir.
Bayati Ayin-i, Aruzun değişik
kalıplarıyla
yazılmasından
doğan
ritim zenginliğinin
yanında,
metin olarak ilahi aşkı
ve Mevlevi düşüncesini
yansıtması
açısından
da ayrı
bir
ِnem
taşımaktadır.
Farsça Metni
Selamı
Evvel
şaha zikerem ber meni derviş niger ( Hey hey sultanimen vay hey hey hünkarimen vay)
Ber halimeni hastei dilriş
niğer
( Hey hey sultanimen vay hey hey hünkarimen vay)
Her çend neyem layıkı
bahşayişi
tü (Hey hey sultanimen vay hey hey hünkarimen vay)
(Heyyar) Bermen meniger ber keremi hiş
niger (Hey hey sultanimen vay hey hey hünkarimen vay)
(Ah hey
hey ihsan meded vay vay hey hey gufran meded vay hey yar yar yüreğim
yar ah gِr
ki neler var hey yar)
Ya rab zi dü kevni biniyazem kerdan (Hey yar hey dost)
Vez efseri kakri serefrazem kerdan (Hey yar hey dost)
Ender haremet mahremi razem kerdan (Hey yar hey dost)
An reh ki ne suyi tüst bazem kerdan (Hey yar hey dost)
Biya biya ki tüyi canı
canı
canı
sema (Hey yar hey dost)
Biya ki servi revani bebositanı
sema (Hey yar hey dost)
Biya ki çeşmei
hurşidi
ziri sayei tüst
Hazarı
zühre tü dari ber asümanı
sema
Terennüm
Selami Sani
"Yar" اü in sultani mara bende başi (Mükerrer)
"Yar" Heme giryende tü der hande başi
(ah)
"Yar" Eger pür gam şeved
etrafı
alem (Mükerrer)
"Yar" Tü şadü
hurrmü ferhande başi
(ah)
"Yar" Beaşkı
şemsi
Tebrizi bidih cam (Mükerrer)
"Yar" ki der milki Huda payende başi
(Hey hey ihsan meded hey hey gufran meded
hey hey ihsan meded vay hey hey gufran meded vay)
Terennüm
Selamı
Salis
Nagihan anber feşan amed saba (Beli yarimen)
Buyi müşkü
"ah" zağferan
amed saba ( Beli yarimen)
Gül şuküfte
enderin sahni çemen (Beli yarimen)
Sad nevayi "ah" bülbülen amed saba (Beli yarimen)
şemsi
Tebrizi sabahal aşk
güft (Beli yarimen)
Aşikanra
"ah" canı
can amed saba (Beli yarimen)
Terennüm
Ey ki hezar aferin bu nice sultan olur
Kulı
olan kişiler
"ah" husrevü hakan olur
Her kim bu gün Veled'e inanu ben yüz süre
Yoksul ise bay olur "ah" bay ise sultan olur
An sürhi kabayi ki çü mehpar baremed (Ah beramed)
İmsal
derin hırki
jengar beramed (Ah beramed
)
şemselhakı
Tebriz residest biguyid (Ah biguyid)
Gez çerhi safa an mehi envar beramed (Ah beramed)
Terennüm
Her ki zi uşşak girizan şeved
Bar diğer
hace peşiman
şeved
Her ki sebuyi tü keşed
akıbet
Der haremi işreti
sultan şeved
Terennüm
Kad eşrakatid dünya min nuri humeyyana
Vel bedrü ala saki vel ke'sü süreyyana
Es sabvetü imani vel halvetü bostani
Vel meşcirü
nedmani vel verdü muhayyana
Terennüm
Came siyeh kerd küfür nuri Muhammed resid
Tablı
beka küftend milki muhalled resid
Dil çü suturlab şüd
ayeti heft asüman
şerhi
dili Ahmedi heft mücelled resid
Tablo kıyamet
zedend suri haşır
midemend
Vakti şüd
ey mürdegan haşri
mücedded resid
Ez peyi namahreman kuful zedem ber dihan
Hiz bigu mutriba işreti
sermed resid
Selamı Rabi
Sultanı meni, "ah" sultanı meni Ender dilü can imanı meni
(Ah)
Der men bidemi "ah" men zinde şevem
Yek can çişeved
sad canı
meni
BAYATİ AYİNİ FARSÇA METNİNİN NAZMEN TÜRKÇEYE TERCÜMESİ
Birinci Selam
Ey şeh kereminden bu zelile nazar et
Kalbi yaralı
hali alile nazar et
Gerçi değilim
layıkı
lutfu keremin
Sen sendeki ihsanı
celile nazar et
Ya rab iki kevn'den beni ari kıl
Giydir bana tacı
fakrını
ali kıl
Bezminde beni mahremi razın
eyle
O yol ki yolun değil
beni hali kıl
Gel ey nigar ki sensin bu yerde cani sema
Bulur seninle faravet bu bositani sema
Güneş
ziyasını
senden alır
da nur saçar
Tutar senin nice bin zühreni o asümani sema
İkinci Selam
Bizim sultana vakta ki kul olsan
Cihan giryende olsa sen gülersin
Eğer
etrafı
alem pür gam olsa
Sen elbet hurremü ferhunde ter sin
Ver aşkı
şemsi
Tebrizi için mey
Ki sen milki hudada müstakarsın
ـçüncü Selam
Ansızın amber feşan geldi saba
Buyi müşkü
zaferan geldi saba
Bak çemende güller açmış
serteser
Yüz nevayi bülbülan geldi saba
şemsi
Tebrizi sabahül aşk
dedi
Ehli aşka
canı
can geldi saba
Ey ki hezar aferin bu nice sultan olur
Kulı
olan kişiler
husrevü hakan olur
Her kim ki bu gün VELED'e inanuben yüz süre
Yoksul ise bay olur bay ise sultan olur
Mehpare gibi kırmızı esvab ile geldi
Bu yıl
da o yar hırkai
jengar ile geldi
şemsel'hakı
Tebriz erişti
deyiniz hep
Ta çerhi safadan o meh envar ile geldi
Kim ki rehi aşkta girizan olur
Sonra efendi ne peşiman
olur
Testini her kim taşısa
akibet
İşreti
has bezmine sultan olur
Nurlandı bu dünyamız, nur verdi humeyyamız
On dِrdü
ayın
saki, mey ke'si süreyyamız
Sabvet benim imanım,
halfet dahi bostanım
Meşcir
ise ihvanım,
gül oldu muhayyamız
Nuri Muhammed zuhur, etti de küfr ağladı
Milki huludı
bize, tablı
beka sağladı
Oldu suturlabı
dil, ta yedi gِkler
için
şerhi
dili Ahmedi, tam yedi cilt bağladı
Surı
haşir
üflenüp, çaldı
kıymet
davil
Ey ِlüler
kalkınız
cuyi haşir
çağladı
Sırrıma
na ehliçün, ağzıma
vurdum kilit
Hızlı
çalın
mutriban işreti
can parladı
Dِrdüncü Selam
Sultanımsın sultanımsın
Canımda
benim imanımsın
Nefhanla senin zinde olurum
Bir can ne demek yüz canımsın
Bayati Ayini Metninin Açıklaması
Birinci Selam
Ey Allah'ım,
kereminle, cِmertliğinle
bu daima horlanan, hakir gِrülen,
zavallı
kuluna bir kez nazar et, onun durumunu değerlendir.
Tüm yüceliğinle
o kalbi yaralı
aşığın
derdine çare bul (burada, ilahi aşka
kendini kaptırmış,
tüm benliğiyle
kendini ilahi sevgiliye adamış
bir aşığın
gِnül
sızısı
dile getiriliyor. İlahi
aşkın
filizlendiği
yer gِnüldür.
Gِnül
kutsal yerdir. Bu yüzden ilahi sevgilinin de taht kurduğu
yerdir. Aşkların
en güzeli orada yaşanır.
Ancak bu aşkın
kendine gِre
dayanılmaz
ıstırapları
vardır.
Bu ıstıraplar
aşığın
gِnlünde
yara açar; bu yaraya aşk
yarası
denir. Aşık
ilahi sevgiliden uzak kaldığı,
kavuşma
anı
uzadığı
sürece, bu yara, durmadan kanar, aşık
da daha çok ıstırap
çeker. İşte
bu dizelerde, gِnlündeki
aşk
ıstırabının
çaresizliği
içinde kıvranan
ve Allah'a sığınıp
ondan niyazda bulunan aşığın
hali dile getiriliyor). Ancak aşık,
ilahi sevgili uğrunda
çektiği
bunca çileye rağmen,
gene de O'nun keremine kendini layık
gِrmüyor.
Aşık,
tüm gِnül
temizliğiyle
kendini yaratanın
ilahi takdirine adar; çünkü takdir edecek olan O'dur.
İnsan
kendi içindeki büyüklüğü
bilmelidir. اünkü
tanrı
ona Ruh verdi. Bu Tanrının
büyüklüğünün
ihsanından
başka
bir şey
değildir.
İnsan
olan maddenin ِtesinde
manen ruhtan ibaret olduğunu,
ruhen olgunlaşmanın
diğer
bir deyişle
manaya dalmanın,
onu incelemenin yüce yaratanı
tanımak,
ona ulaşmak
olduğunu
asla unutmamalıdır.
İnsan
iç yapısı
itibariyle yaratılmışların
en gelişmişi
olduğunu,
Allah'ın
kendine ait bir çok ِzelliği
üstünde taşıdığını
unutmamalıdır.
Allahım
beni iki varlıktan
da hür kıl
(Burada insanın
iki benliği
üzerinde durulmuştur.
İnsan
dış
benlik, yani objektif varlığıyla,
iç benlik, yani Ruhtan ibarettir. Dış
benliğin
aslında
hiç bir anlamı
yoktur. Esas olan Ruhtur. اünkü
Allah'a olgun, kemale ermiş,
nefis terbiyesinden geçmiş
bir ruhla gidilebilir. Madem ki esas olan Ruhtur, o halde Ruhu çevreleyen, dış
benliği
eritmek, Ruhu ِzgürlüğüne
kavuşturmak
gerekir. Bunun için de ilahi aşk
ıstırabı
çekmek gerekir. Zira aşk
ıstırabı
dış
benliği
eritecek, ruh da bedenden soyutlanarak, ait olduğu
yere, yani asıl
vatana Tanrının
olduğu
yere yِnelecektir.
Burada da dünya zevkinden, maddeden soyutlanıp,
ilahi sevgiliye yِnelme
arzusu dile getirilmiştir.
Nitekim aşık,
fakirlik tacını
giymek istediğini
belirtiyor. Demek ki onu dünyanın
renkli yaşamı,
serveti, eğlencesi
hiç ilgilendirmiyor. İnsan
bu dünyada ne kadar yoksul olursa, kendini ne kadar garip hissederse Allah'a o
kadar yakın
olur. Ayrıca
aşık,
Allah'ın
sırrına
aşina
olan veliler gibi olmak istiyor.
Ey sevgili her şeyi
yaratan sensin. Bu sema senin eserindir. Her
şey
seninle bir anlam taşıyor.
Semayı
ve dünyayı
dolduran bütün güzellikler senin eserindir. Sen ezeli aleminde yaşarken,
yalnız
kendinde var olan güzellikle iyiliklerin bir başka
varlık
üzerinde de gِrünmesinin
istediğin
için bu varlıkları
yarattın.
Bu nedenle hangi varlığa
bakılsa
sen gِrülürsün.
اünkü
bütün zerreler senin güzelliğini,
kudretini, yansıtır.
Işık
kaynağı
olan sensin, nur kaynağı
olan sensin. Velhasıl
sen hayatın
ve mutluluğun
kaynağısın.
Senin kudretinin sırrı,
nice yıldızları,
çoban yıldızını,
gِkyüzü,
içinde tutmaktadır.
İkinci Selam
Bizim Sultana, gِnüller sultanına inanıp, yِnelsen, ona kul olsan, tüm benliğinle ona bağlansan, ebedi mutluluğa kavuşmuşsun demektir. Dünya insanlığı ıstırap içinde inlese, sen, gerçek sevgiliyi bulmanın gِnül rahatlığı içinde olursun. Daima şen, mutlu ve kutlu, mübarek olursun. Hele şems-i Tebriz'inin aşkına mana şarabını da içince asıl vatanda yeni Tanrı diyarında huzur bulursun
ـçüncü Selam
Sabah
rüzgarı
aniden güzel kokular getirdi. Rüzgar misk ve safran taşıdı.
Bahçede güller baştan
başa
açılmış.
Rüzgar, bülbülün yüzlerce sevda nağmeleriyle
esti. şems-i
Tebrizi, yürekler parçalayan, gِnüller
yakıcı,
bir hüzün elem duygusunu bildiren Saba makamından
bahsetti. Velhasıl
rüzgar aşıkların
canına
can kattı.
Binlerce yaratan, yaratıcı
olan bu Sultandır.
O Sultana kul olan kişiler
daima yücelir. Kimi, Hüsrev-ü şirin
masalının
kahramanı
olan ve şirin'e
kavuşmak
için dağları
delen, aşkın,
fedakarlığın,
çile çekmenin sembolü Hüsrev gibi olur. Kimi de unvan kazanır,
hakan olur. Her kim ki VELED'e inanır.
O kişi
yoksul iken zengin, zengin iken sultan olur (burada Veled sِzüyle
Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin büyük oğlu
kastedilmiştir.
1273de babası ِldüğünde
47 yaşında
idi ve yerine o değil
Hüsamettin اelebi
geçti. 1284'de Hüsamettin اelebi
ِlünce
Sultan Velet posta oturdu ve ِlümüne
kadar 28 yıl
kaldı.
Mevlevi tarikatının
gerçek kurucusu oldu).
Ay parçası
gibi çok güzel kırmızı
bir giysi ile geldi. O sevgili bu yıl
da gِsterişsiz,
kirli eski bir hırka
ile geldi (Hırkanın
gِsterişsiz
olması
şeyhin
dünyadan elini ayağını
çekmesi, dünya zevkinden soyutlanması
anlamındadır).
Hep Allah'ın
nuru Tebriz erişti
deyiniz. O ay yüzlü ebedi mutluluk diyarından
nurlarıyla
geldi.
Kim ki aşk
yolundan kaçıcıdır,
sonra bundan büyük pişmanlık
duyacaktır.
اünkü
aşk,
Zatı
ile var olan, hiçbir şeyde
kayıtlanmış
bulunmayan Tanrı,
"Mutlak Varlık"tır.
Her şey
ondan var olmuştu
ve her şey
onundur. Mutlak varlık
Alemi mertebesinde, Tanrı'nın
hiçbir belirtisi yoktur ve bilinmesinede imkan bulunamaz. Bütün tarikatların
esası
aşktır.
Yol ve erkân, hakiki aşka
ulaştıran
vasıtalardır.
Bu yüzden aşktan
kaçılmaz.
Mana şarabının
içinde bulunduğu
testiyi kim taşısa,
seçkinlerin bulunduğu
meşk
meclisine sultan olur.
Dünyamız nurlandı, her taraf nurla dolup taştı. Müritlerine doğru yolu gِsteren pirimiz onları gafletten uyandıran şeyhimiz, ayın on dِrdü gibidir. Gِnlümüzdeki ilahi aşk sanki Süreyya yıldız kümesi gibi parıldamakta. Ona temiz bir gِnülle, imanla bağlanmışım. Bir tenhaya çekilip yalnızlığımı yaşar, ruhumu dinlerken çevre güzelliklerinde yaratanın, ilahi sevgilinin güzelliğinde, yaratanın güzelliğini gِrürüm. Her şey onu yansıtmaktadır. Ağaçlar samimi can dostumdur.
Hazreti Muhammet'in nuru ortaya çıktığından
beridir kafirler, ağlamaktadır.
ölümsüzlük
mülkünü bize bakilik davulu sağladı.
Gِnül,
yedi kat gِkler
için sanki yükseklik ِlçen
araç oldu. ( Suturban , yıldızların
yere gِre
yükseklik derecesini bulmakta kullanılan
alet). Ahmedi'nin dilinin açıklanması
tam yedi cilt oldu. Kıyamet
günü Hazreti İsrafil
boruyu üfledi, kıyamet
davulu çalmaya başladı.
Sırrına
ehl olmayanlar, yani anlamayanlar için ağzıma
kilit vurdum. اalgıcı,
davulunu biraz daha hızlı
çal. اünkü
kıyam,
yani yeniden diriliş
başladı,
ruhlar canlandı
onların
eğlencesi
başladı.
Dِrdüncü
Selam
Sultanım. Sultanımsın. İçten gelerek, isteyerek sana inanmışım. Senin nefesinle dirilir, canlanırım. Sen benim bir canıma karşılık yüz cansın. Sen beni hayata dِndüren yüz cana bedelsin.
KAYNAKLAR
BARUT, Zeynep. "Bayati Ayin-i şerifi Bِlümleri ve Ritim açısından incelemeler ve düşünceler." İ.T.ـ Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi (Yayınlanmamış) İstanbul-1989.
GـLTEK, Nermin. "Mevlevi Ayin-i şerif Bestekarları" İstanbul-1985
İSLAM ANSİKLOPEDİSİ. "Mevlevilik" Cüz-81, İstanbul 1972
KـRELİ-ZEREN Leyla. "Mevlevi Ayinlerinde Kullanılan Usuller ve Yapısı" İstanbul 1988
öZKAN, İ.Hakkı. "Türk Musikisi Nazariyat ve Usulleri" öTـKEN yayınları, üçüncü baskı İstanbul 1982
öZTUNA, Yılmaz. "Türk Musikisi Ansiklopedisi" C- 11. İstanbul 1974
* İTـ TMDK اalgı Bِlümü Yaylı Sazlar Ana Sanat Dalı öretim Gِrevlisi.
İstanbul'da doğdu. Oruç Gazi İlkokulu ve اemberlitaş Kız Lisesi'ni bitirdi. 1968 yılında İstanbul Belediye Konservatuarı (İstanbul ـniversitesi Devlet Konservatuarı) Keman Bِlümü'ne girerek uzun süre Prof. Ayhan TURAN ile çalıştı. Daha sonraki çalışmalarını Madam Lily STATZER ile sürdürdü.
1979 yılında Türk Müziği Devlet Konservatuarı'na (İTـ Türk Musıkisi Devlet Konservatuarı) girdi. Bu dِnemde Erdoğan SAYDAM'la keman ve viyola, Prof. özer SEZGİN'le viyola, Demirhan ALTUذ ile solfej ve armoni derslerine devam ederken Türk Müziği üzerine çeşitli çalışmalar yaptı, konserler verdi.
Uluslararası İstanbul Festivali çerçevesinde ve Boğaziçi ـniversitesi Türk Müziği Kulübü bünyesinde, şef Doç. Ruhi AYANGİL yِnetiminde verilen bir çok konserlere keman sanatçısı olarak katıldı.
1984 yılında İTـ TMDK Temel Bilimler Bِlümü'nü bitirdi. 1985-1990 yılları arasında Yıldız ـniverisitesi'nde "Müzik Teorileri" üzerine dersler ve bunun yanısıra açıklamalı konserler verdi.
İTـ Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde eğitimine devam etti. 1989'da Yüksek Lisans ve 1995'te Sanatta Yeterlik Programından mezun oldu.
1985 yılından itibaren İTـ Türk Musıkisi Devlet Konservatuarı'nda Sanatçı öretim Gِrevlisi olarak viyola ve keman dersleri vermektedir.
==============================================================================
(KELAM-SÖZ), BEKTASILIK, MEVLEVILIK, AHILIK
Isa’dan bes yüz yil önce Ege kiyilarinda yasayan Herakleitos “Nasil atese yaklastirilan kömürler ateslenir, uzaklastirilinca da sönerse, ruhumuz da ortaklasa olanin ardindan giderse logostan giderse, logostan pay alir, ayrilirsa logossuz kalir. Us ile konusmak isteyenler herkesle ortaklasa olan ile kendini güçlendirmelidir. Dünya birdir, ne bir tanri tarafindan ne de insan tarafindan yaratilmamistir. Bir yasaya göre yanan, bir yasaya göre sönen ve basi sonu olmayan bir atestir.” diyerek evrenin sürekliligini ve birligini ifade etmistir. Evren, Herakleitos’a göre logoslu ve “us”ludur. Bizler tanrisal logosu nefes alirken içimize çekiyor ve sonra nefes verirken de evrenin ruhuna dönüyor. Herakleitos’un bu düsüncesi Hiristiyanlikta dinsel bir nitelik kazanmistir. Aziz Jean’in Incil’i su sözlerle baslar: “Baslangiçta söz vardi ve söz tanri ile beraberdi ve söz tanri idi” Logos kavraminin Anadolu’da bir din felsefesine dönüsmesinde ise Anadolu’ya Iran’dan gelen ve Bektasi inançlarinin sekillenmesinde katkisi olan Hurufilerin etkisiyle olmustur. Hurufilere göre Tanri gizli bir hazinedir, varligi ve özü sesten olusur. Sesin ortaya çikmasiyla evren meydana gelmistir. Tanri kendi silüetini insanda göstermistir. Insani tanridan ayiran sözdür. Hurufilik ve Tanriya ulasmanin tek yolunun gerçek anlamda sevgiyle mümkün olacagini savunan Yeni Platoncularin etkisiyle olusan Tasavvuf inancinin özü yoktan varolma degil, tanrinin evrende tezahür etmesidir. Insan ve tanri birdir, tanri insanin agzindan konusur, insan da konusan bir tanridir (en-el Hak). Dinler, tanrinin yüceligini ulasilmaz kilar ve insanin tanri tarafindan yoktan yaratilmasini ön plana çikarir. Tasavvufa göre ölüm yoktur, sürekli varolus vardir. Tasavvufta din, korku üzerine degil sevgi üzerine kurulmustur. Klasik din anlayislarinda tanri dogayi yaratmis ve insani en öne koymustur. Tasavvuf ise canli cansiz bütün varliklari tanrinin kendisi olarak görür. Bu görüslerin en önde gelen savunucularindan birisi Haci Bektas Veli’dir. Haci Bektas-i Veli M.Ö.1248’de Iran Horasan’inin Nisabur kentinde dogmus ve çocuklugu, gençligi Horasan’da geçmis, Hoca Ahmet Yesevi Ocagi’nda; felsefe, sosyal ve fen bilimleri ögrenmis ve Iran, Irak, Arabistan’i gezip inceledikten sonra M.Ö. 1275/80 tarihinde Anadolu’ya gelip eski ismi Sulucakarahöyük olan bugünkü Hacibektas’a yerlesmistir. Bu tarihte Anadolu, bir yandan Mogol istilasi altinda ezilirken bir yandan da büyük bir siyasi ve ekonomik buhran ile beraber taht kavgalarina sahne oluyordu. Iste böylesi bir ortamda Sulucakarahöyük’e yerlesen Haci Bektas-i Veli burada felsefesini gelistirmis ve ögrenci yetistirmeye baslamistir. Hosgörü ve insan sevgisine dayali düsünce sistemi kisa bir sürede, Hiristiyanligin büyük bir merkezi durumundaki Kapadokya’da genis halk yiginlarina ulasmis ve benimsenmistir.
Ilimden gidilmeyen yolun sonu karanliktir,
Kadinlari okutunuz,
Eline, beline, diline sahip ol!
Okunacak en büyük kitap insandir,
Dogruluk dost kapisidir,
Mürsitlik, alicilik degil vericiliktir,
Alem Adem,Adem de Alem içindedir,
Ilim, hakikate giden yollari aydinlatan isiktir,
Yolumuz, ilim, irfan ve insanlik sevgisi üzerine kurulmustur,
Oturdugun yeri pak et, kazandigin parayi hak et,
Bir olalim, iri olalim, diri olalim,
Incinsen de incitme,
Nefsine agir geleni kimseye tatbik etme,
Hiçbir milleti ve insani ayiplamayiniz,
Düsünce karanligina isik tutanlara ne mutlu,
Ara bul,
Insanin cemali sözünün güzelligidir,
Düsmaninizin dahi insan oldugunu unutmayiniz,
En büyük keramet çalismaktir,
Erkek, disi sorulmaz, muhabbetin dilinde.
Hak’in yarattigi, her sey yerli yerinde.
Bizim nazarimizda, kadin erkek farki yok.
Noksanlik, eksiklik senin görüslerinde.
Onun felsefi düsüncesinin temelinde Insanin varolusu ve insan sevgisi vardir. Bu dünya görüsü, 1948 Insan Haklari Evrensel Bildirgesi ile ayni anlayisi yansitmaktadir.
Hararet nardadir, sacda degildir,
Keramet hirkada, taçda degildir,
Her ne arar isen kendinde ara
Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da degildir.
“Din ayriligi gereksiz. Dinler insanlar arasinda anlasmazliklara neden oluyorlar. Aslinda tüm dinler dünyada baris ve kardesligi saglamak içindir” diyen Haci Bektas-i Veli bu görüslerini Velayetname adli eserinde ortaya koymaktadir. Haci Bektas-i Velinin bu düsünce sisteminden yola çikarak halifesi Balim Sultan tarafindan kurulan ve sistemlestirilen Bektasiligin öncelikli hedefi, temelini sevginin olusturdugu “Evren-Tanri-Insan” birligini kavramaktir. Insan bir sevgi varligidir. Insan tanrisal niteliklerle donatilmistir. Basarinin ilk asamasi kisinin kendisini tanimasi ve sevmesidir; çünkü insan kendisinde tanrisal bir öz tasir ve kendini seven insan tanriyi da sever. Bektasilikteki tanri sevgisinin en güzel ifadesi asagidaki su dörtlükte en güzel sekilde ifade edilmektedir:
Sakirdleri tas yonarlar
Yonup üstada sunarlar
Calabin adin anarlar
O tasin her paresinde.
Insan yasadigi ortamda bagimsiz bir varliktir. Onun görevi alçak gönüllü davranmak, özünü arindirmak, olgunlasmak, gösteristen uzak durmak ve tanri sevgisiyle doldurmaktir. Insani bedenler amaç için sadece birer araçtir. Bu nedenle insanlari kadin-erkek diye ayirmak, ya da sosyal konumlarina ve ya irklarina bakarak küçük görmek yapilabilecek en büyük yanlistir. Kadin-erkek tüm insanlar esittir.
Bektasiligin esitlik, kardeslik ve sosyal adalete verdigi büyük önem ayni zamanda Bektasiligin Batini karakterini de belirlemektedir. Bu özelliginden dolayi çok uzun zaman Bektasilikle ilgili yeterince bilgi sahibi olunamamasindan dolayi bir çok önyargi da olusmustur. Bektasiligin ancak tarikata bagli olanlarin bildigi sirlari bulunmaktaydi. Tarikatin ilkelerine göre her insan yeterince bilgiye erisememistir; ancak bu bilgiye erisenler “kutup” lardir. Nasil degirmen tasi kutuplarin çevresinde döner ise dünya da bu “kutup”larin çevresinde dönmektedir. Çok sayida olan bu “kutup”larin içlerinde en yetkin olani “kutuplar kutbu”dur. Kutuplar kutbunun sag ve sol yaninda iki tane yetkin insan daha oturur ki bunlardan sonra gelen ve evreni yöneten dört direk gelir. Bu rütbenin ardindan abdallar en yetkili organi olustururlar ve dört direkle birlikte besler adini alirlar. Bunlarin ardindan yediler ve üçyüzler en yetkili organlari olustururlar.
Bektasilikte tarikata girecek olan kisi talip ismini alir. Rehber(yol gösterici)in kilavuzlugunda mahfilin kapisina getirilir. Kapinin disinda harici muhafiz denilen bir dis bekçi ve içeride olan dahili muhafiz denilen bir iç bekçi bulunur. Talibin üzerinde dünya mali olarak degerlendirilen para vb. tüm seyler disarida birakilarak basi açik ve gözleri bagli bir sekilde içeri alinir. Talibin boynuna tig-i bend denilen bir ip baglanir ve bu ipe eline, beline, diline sahip olmasini simgelemek için üç dügüm atilir. Rehber, tarikata yeni girecek olan talibin o ana kadar islemis oldugu günahlardan arinmasi amaciyla abdest aldirir. Talibin elleri yikatilirken “bu eller bundan sonra kimseyi incitmesin”, agzini yikatirken “bu agiz bundan sonra yalan söylemesin”, ayaklar yikatilirken “bu ayaklar dogru yoldan sasmasin”, havlu verilip yüzü kurulanirken de “bu ana kadar isledigin bütün günahlardan yüzünü sil” denilir. Daha sonra Rehber “Bismisah, Allah, Allah, eli erde, yüzü yerde, özü darda, erenlerin dar-i mansurunda, Muhammed Ali divaninda, Pir huzurunda, boynu bagli, basi açik, cani kurban, teni terceman, müteehhil ikrari vermek isteyen falanca isimli bir koç kuzulu kurbanimiz var. Hanedan-i ehl-i beyte tevella ve teberra kilmak sartiyla pirimiz, hünkarimiz Haci Bektas Veli Efendimizin katarina katilmak ister. Getirelim mi? Ne buyrulur sahim erenler?” diyerek içeri alinmasi için izin ister. Bektasi babasi toplulugun iznini ister, topluluk tarafindan izin verildigi takdirde talip içeriye üç adimda bir durarak, peymançeye geçerek girer. (Peymançe, çocugun ana karnindadaki durusuna benzer. Bu durus sekliyle tarikata giren kisinin yeni bir hayata dogdugu simgelenir.) Daha sonra rehber talipyi mürside teslim eder. Mürsit talipye “Ey talip, Haci Bektas Efendimizin yoluna girmek istiyorsun, bu yol çetindir, kildan ince, kiliçtan keskindir.Erenler gelme gelme, dönme dönme, gelenin mali, dönenin cani buyurmuslar. Erenlerin nasihatiyla hareket edecek azmi kendinde buluyor musun?” diye seslenir. Talip mürsidin bu sorusuna Allah Eyvallah diyerek karsilik verir. Mürsit bu sözleri duyunca talibe “nefsinle mücadele et, herkese iyilikte bulun, batila uyma, kudretin varsa affet, eline, diline, beline sahip ol, hakikat sirlarini açik etme” der. Daha sonra talibin basina taç giydirilerek kulagina “seriatta üstün olmasi, tarikattan haberdar olmasi, marifete payidar olmasi ve gerçege ulasmasi” dilenir. Daha sonra rehber talibi yere oturtarak sol eline bir kap su, sag eline bir tutam tuz verir. (Su, bilgeligi ve safligi, tuz ise erdemi simgeler) Daha sonra rehber “Halil Ibrahim Peygamber Tanri’ya itaat ederek nefsini rahmana, malini konuklara, cesedini atese, oglunu kurban olmaya teslim ettigi halde genede hamdetmekte kusur etmedi. Lanet olsun ahtini bozana” diye seslenerek aci tuzu tatli suya atar ve talibe içirir. Su kabi elden ele dolastirilarak orda bulunan herkes bu sudan bir yudum alir. En son mürsitte bir yudum alarak “bu kisi teslim oldu ve erenler yoluna itaat kildi, huzurunuzda tuza ve suya and verdi ki yüz döndürmeye, her zaman bu yolda ve kapida ola” der. Bu sekilde talip tarikata girmis kabul edilir.
Haci Bektas-i Veli’nin görüsleri günümüzde de varligini devam ettirmekte ve her yil 15-16-17 Agustos tarihlerinde Nevsehir iline bagli Hacibektas ilçesinde gerçeklestirilen törenlerle büyük bir cosku içerisinde kutlanmaktadir.
AHI EVRAN VE AHILIK
Anadolu halklarinin siyasi ve ekonomik anlamda ortak bir kültür olusturmasinda çok önemli katkisi olan görüslerden birisi de din ve mezhep farki gözetmeyen Ahiliktir. Ahiler, meslek sahibi olmalari nedeniyle kirsal alanlardan çok kentsel alanlara yerlesmislerdir. Ahilik, bir meslek örgütü olmasinin yani sira, giris-davranis töreleri ve sirlari olan Batini bir kurulustur. Anadolu Ahilerinin örgütlü bir güç haline gelmelerini, yine Haci Bektas-i Veli gibi Anadolu Erenlerinden olan Ahi Evran Veli saglamistir. Ahi Evran’in karisi Fatma Baci Kadin Ana olarak taninmis ve dünyanin ilk kadin örgütü olan “Baciyan-i Rum” teskilatini kurmustur. Bu, ilk kadin örgütü Tasavvuf düsüncesinin özüne uygun olarak kadin-erkek ayrimini reddetmis ve kökleri Anadolu’nun binlerce yil öncesine dayanan anaerkil yapiyi savunmustur. Ahi Evran’in seyhligi altinda 13. Yüzyilda Ankara ve Kirsehir’de toplanan Ahiler kisa sürede Selçuklu sehirlerine yayildilar. Osmanli devletinin kurulusunda Ahiler oldukça önemli bir rol oynamis ve bazi kaynaklara göre Osmanlinin kurucusu Osman Gazi’yi, oglu Orhan Gazi’yi ve 3. Sultan Birinci Murad’i saflarina katmislardi.
Ahilikte temel ilke, örgüte üye olanlarin mutlak esitligidir. Üyelerin hepsi birbirinin kardesidir. Ancak, asama bakimindan küçükten büyüge dogru sonsuz bir saygi vardir. Üyelik için kisinin, örgüt bünyesinden birisi tarafindan önerilmesi gerekir. Küçültücü islerle ugrasanlar, çevresinde olumsuz taninanlar, örgüte kötü söz getirebilecegi düsünülenler Ahi olamazlar. Örnegin insan öldürenler, hayvan öldürenler(kasaplar), hirsizlar, zina ettigi ispatlananlar örgüte katilamazlar. Örgüte giris Bektasilikte oldugu gibi özel bir törenle ile olur. Törende Ahi adayina Sed kusanilir ve tüm insanlara karsi sevgi dolu, saygili olmasi, dogruluktan ayrilmamasi ögütlenir. Üyelerden kesin baglilik ve örgüte karsi sonsuz itaat istenir. Dinsizler örgüte kesin olarak giremezler ancak sofularin da Ahiler arasinda isi yoktur. Ahilikte de Mevlevilik ve Bektasilikte oldugu gibi bilgi edinme, sabir, ruhun arindirilmasi, sadakat, dostluk, hosgörü gibi özelliklerin kazandirildigi asamalardan geçilir. Bu özelliklere sahip olmanin yani sira Ahiligin önemli olan alti ilkesi sunlardir:
1-Elini açik tut,
2-Sofrani açik tut,
3-Kapini açik tut,
4-Gözünü bagli tut,
5-Beline sahip ol,
6-Diline sahip ol.
Hak ile sabir dileyip
Bize gelen bizdendir.
Akil ve ahlak ile çalisip
Bizi geçen bizdendir.
Ahilikte belli asamalardan geçilir. Bu asamalarda müride mesleki beceriler, tasavvuf ve dinsel bilgiler, okuma-yazma, Türkçe, Arapça, Farsça, müzik, matematik ve askeri bilgiler ile Ahiligin anayasasi niteligindeki Fütüvvetname ögretilir. Ahilikte dokuz dereceli bir sistem bulunmaktadir. Bunlar:
1-Yigit,
2-Yamak,
3-Çirak,
4-Kalfa,
5-Usta,
6-Ahi,
7-Halife,
8-Seyh,
9-Seyh ül Mesayih.
MEVLEVILIK
“Körün ayagina bir engel takildi, yaygiyi yayan iyi yaymamis dedi.
Yaygiyi yayan da , a kör dedi, kimseye suç yükleme.
Ses tutacagin yolu görmüyorsun.”
Insanliga isik tutan diger bir Anadolu Ereni de Mevleviligin fikir babasi Mevlana Celaleddin Rumi’dir. Mevleviligin kurucusu ise Mevlana’nin oglu Sultan Velet’tir. Mevlana 1207’de Horasan’da dogdu, 1273’de Konya’da öldü. Ilk derslerini bilginler sultani ismiyle anilan babasi ve Bahaeddin Veled’ten aldi. Tasavvuf düsüncesiyle iç içe büyüyen Mevlana bir Ahi olan Sems Tebrizi ile karsilasinca kendi düsünceleri de sekillenmeye baslamistir. Mevlana’nin bu gün dahi tüm dünyada taninmasini saglayan tasavvuf düsüncesini siirle anlatma yetenegidir.
Dali öncesizliktedir askin, kökü sonrasizlikta.
Bu ululuk, su akla, ahlaka yakisir degil.
Yok ol, varligindan geç. Varligin cinayettir.
Ask dogru yolu bulustan baska bir sey degildir.
Mevlana’ya göre tanriya ulasmak için gerekli olan en önemli sey asktir. Bir bitki hayvan da sevebilir; ancak, hem bedeniyle, hem bilinciyle, hem düsüncesiyle, hem de bellegiyle sevebilen tek varlik insandir. Mevlana bir kadina duyulan aski yüceltir; çünkü, bir baskasini seven insan kendisini, tüm insanligi, evreni ve tanriyi sevebilir. Ve asklarin en güzeli bu bilince ulasildigi zaman baslayan “Hakikat” askidir.
Batini inanca göre evren, göklerin ve yildizlarin dönmeleriyle olusmustur. Mevlevilikte de Tanriya ulasma, hakikati görme, dönülerek ve müzik esliginde yapilan semayla mümkün olabilecegi savunulmaktadir. Oldugu yerde dönülerek yapilan sema insani vecde getirir. Insan bu bas dönmesiyle, vecdle tanrilasir. Bunun yaninda insanin olgunlasmasi çileyle ve hizmetle gerçeklesir. Çile riza sözcügünün ebced hesabinda tutari olan 1001 gün sürer. Mevlevilikte Muhib, Dervis, ve Seyh dereceler bulunmaktadir. Muhib, seyhe baglanmak isteyen kisidir, henüz Mevlevi olmamistir. Muhibe, en basta sema dönmesi ve isterse ney çalmasi, ilahi okumasi ögretilir. Belli zamanlarda bir dede kontrolünde Mevlevi törenlerine katilmasi saglanarak egitimi saglanir. Çile doldurduktan sonra dede ya da dervis mertebesine yükselir. Çile çikarmayi kabul eden muhibe asik ve nevniyaz denir. Asik önce mutbak kapisindan içeri alinir, sol yanda bulunan saka postuna dizleri üstüne çöker ve bu durumda üç gün sessizce oturur, buna murakaba denir, kendi kendine düsünecek ve bir karara varacaktir. Isteginde kararliysa üç gün sonra kendisine bir tennure (yakasiz, kolsuz, etekleri çok genis ve agir bir giysi) giydirilir, beline elifnamet(kusak) baglanir, sirtina ve tennurenin üstüne destegül (kollu ve kisa hirka), basina da bir sikke (baslik) giydirilir. Bu kiliga girmeye Mevlevilikte soyunmak denir. Artik çileye girmistir ve mutfaga gerekli seyleri pazardan tasimaya baslayacaktir.
Mevlevilerin dönerek yaptiklari sema tüm dünyayla askta birlesmek, onun evrensel dönüsüne ayak uydurmaktir. Ellerin birinin gökyüzüne dönük, digerinin yeryüzüne bakar olmasi da, tanridan aldigi aski tüm dünyaya sunmaktir. Ruh tanridan fiskiran bir özdür, ölümsüzdür. Ruh ilk çiktigi kaynaga, tanriya dönmenin özlemi içerisindedir. “Ney”den çikan ses, ruhun aci dolu, ilk kaynaga dönme özleminin sesidir. Mevlana “Ey tanriyi arayan, aradigin sensin...” diyerek evrenin tanrinin sonsuz varlik alani oldugunu ve insanin da bu bütünün bir parçasi olarak kendisinde bir tanrisal öz tasidigini ifade etmistir. Nesimi’nin “en-el Hak” görüsüne benzeyen Mevlana’nin insani ve Tanri’yi birbirinden ayirmayan Batini görüslerini en güzel ifade edecek olan taninmis anlatim söyledir: “Mevlana’nin ögrencileri arasinda Süryanos adinda, açik sözlü bir Rum delikanlisi varmis. Uluorta konusmalarindan dolayi yakalayip Kadinin önüne götürmüsler. Kadi, sen Mevlana’ya Tanri diyormussun, dogru mu? Diye sormus. Süryanos hep o açik sözlülükle yalan demis, ben Mevlana’ya Tanri demedim, Tanri’yi yaratandir dedim. Tanri benim ama yillardir bunu bilmiyordum, bana Tanri oldugumu Mevlana ögretti. Süryanos’u iyice delirmis sanarak birakmislar. O da gelip olani biteni Mevlana’ya anlatmis. Mevlana Süryanos’u dinledikten sonra kadiya deseydin ki yaziklar olsun sana, eger sen de Tanri olamadiysan.”
Mevleviler, varlikbirligini yani vahdet-i vücudu savunurlar. Buna göre Tanri yaratan degil evrende, dogada tezahür edendir.
Gel ne olursan ol, gel
Ister tanri tanimaz, ister atese tapar,
Ister bin kez tövbeni bozmus ol
Bizim dergahimiz umutsuzluk dergahi degil,
Gel ne olursan ol, gel
Yukaridaki dizelerde de görülebilecegi gibi Mevlana tüm insanligin kardesligine inanmakta ve dinler arasindaki ayriligin tanrisal varlikla bagdasmayacagini düsünmekteydi.
==============================================================================
قimdi ruhun bekas bahsine gelelim:
Akil insan, adil insan kadar hangi mahlûk bulunur ki Cenab Vacibü'l-Vücuda ibadet ve muhabbet etmi olsun. Bununla beraber dünyada ve hzla son bulan ِmürlerinde Cenab Hak'a muti', müstakim bir ak olan insanlardan bazsn fakirlik ve buna benzer zdraplarla vakitlerini geçirdiklerini hatta baz defa o zdraplar içindeyken hayat terk edip gittiklerini gِrürüz . Tam aksi münkirler ve mürtekiplerden haylisi konaklar, emlak, emval, evlat ve bu gibi çeitli surî nimetlere nail olurlar. Dünyay terk edinceye deًin bir çok zahirî rahatlklara vasl olurlar. Bunca maddelerine bunca âlemlerine ahitlik ettiًimiz bu azim intizam ile yaratan ve koruyan Erhamü'r-Rahimin münkirleri ve uygunsuz adamlar dünyada bahtiyar etsin. Kendine itaat ve muhabbet eyleyen adilleri dünyada zarar içinde braksn. Ayrca bir de vefatlaryla yok etsin, tarumar etsin ? Ve baka alemde mükafat olarak ihsanlar buyurmasn ?
Bütün bunlar, kalben ve aklen kabul olunabilir mi ?
Haa ! Bu fikir bizden uzaktr. Bِyle akl d bir fikri kabul etmek ya esasen alemin intizamn ve binaenaleyh maazallah Cenab Halik' inkar edecek ve yahut mecnun kadar ahmak olacak bir adi adamn vücuduna baًldr. ضzellikle ruhanî ruh, manevî ruhun eserleri her vecihle feyiz vericidir. Dünyada da gِrülebilir. Manevî ruh, insan, diًer hayvanattan nutuk, akl ve ak ile mümtaz klar. Münkirlerin inkar ve cahilâne iddialar malûmdur. فnsanda gِrünen feyiz, bandaki sinirlerin ve sair azann intizamndandr derler. Evet insann sinirleri ve sair azas harikulade bir makine olduًu bahis yeri deًildir. Fakat bu makine insann ruhu gibi azim ve mükerrem bir manevî keyfiyetin merkezi, mekan olmak için alemlerin, gِklerin makinelerini yaratan ve icat eden Cenab Vacibü'l-Vücud tarafndan yaratlmtr. Ve her dimaً ve kalp tabi' olacaً ruha mütenasip surette yaratld. Zira hane, sahibinin ehemmiyetine gِre ina olunur. Sinirler ve bedenin azas ruhun vücudunun yokluًunu duyurmak deًil, bilakis ruhun ispat için hiç baka eserler ve deliller bulunmam olayd bedenin muntazaman yaratlm olmas insaf sahibi bir adam için ruhun ispatna kâfi bir delil olurdu. Hikmetle yaratlm olan beden, Yaratc, Halik-i küllün yaratma kudreti olmasa tabiat ve tesadüf denilen hayal vastasyla hiçbir vakit vücut bulamazd. Bu hakikat, münkirlerin cehaleti kadar ve güne gibi bedihidir. O aptallk güruhu ve kalabalً; "sinirler ve baka bedenî aletlere bir fenalk gelir veyahut bedenin azasn çocukluk halinde noksan ve ufak bulunursa ruh ne için feyiz ve icray- vazife edemez" derler. Bu garip sual ve iddiaya verilecek cevap meydandadr. Azann noksanlً ve tamam olamay hâlinde zaruri olarak ruh vazifesini icra edemez. اünkü dünyada ruh bedene muhtaçtr. Muhtaç olmasa yalnz ruhun halk edilmesi lâzm gelip beden halk olunmazd. ضzellikle ruh bedende üstat gibidir. Hangi üstat, aletleri ve edavat krldktan sonra i gِrebilsin ? Ve akl kâr mdr aletler ufak ve yaramaz bir halde bulunmasndan veya aletlerin krlmasndan ve binaenaleyh üstadn i gِrememesinden üstadn vücudu inkâr edilsin?
Bِyle bir davada bulunmak çardaki adi üstatlar dahi bilmemeًe baًldr. Bilakis ruhun sinirlere ve bedenin bütün azasna olan tesiri ve kuvvetini gِrün. Ruh sahibi olan insan her ne vakit murat etse bedenini bile atee atabilir. Suya dalarak kendini boًabilir. Veya baka suretlerle kendini telef eyleyebilir. Nitekim Rabbanî emanet olan kendi bedenini kendi arzusuyla telef eden alçaklar ve zalimler meydandadr. Ruh olmasa ba ve cisim kendi kendini hiçbir vakit telef etmezdi. Bu cihet dahi ayan- dikkattir ki insann bedenî parçalar gda ve hava münasebetiyle her defa bir miktar ve tedrici olarak dِrt be senede bir kere kâmilen deًiip bedende yeniden ecza hasl olur. Eًer insan yalnz bedenden ibaret olsayd -çünkü tabiplerin fikrine gِre beden dِrt be senede bir tedricen ve kâmilen deًimekte ve tebdil etmektedir -- bu müddet sonunda kendini unutup baka bir isim almak ve baka bir insan olmak lâzm gelirdi. Fakat dِrt be senede bir deًil insann cismi her ne kadar deًimi ve bakalam olsa velev parçalansa ruhu baki oldukça ahsiyetini muhafaza eder. فyi veya kِtü ahlâkndan hasl olan neticeleri, vicdannn ulvî veya süflî derecesi orannda teemmül eder. Deًerlendirir. Kendini unutmaz. Zira insan insan eden deًimekte olan beden deًil deًimez olan ruhtur. Her an bir miktar ve birkaç senede bir defada insann bedeni kâmilen deًitiًi halde yine ruh baki ve manen ahsiyet sahibi olduًu apaçk iken dِrt be senede bir deًil de birkaç gün veya birkaç saat veya birkaç dakika zarfnda hastalk ve baka sebeplerden gelen ِlüm üzere o vakte kadar bunca deًiim ve bedenî zayiatla ahsiyetini kaybetmeyen ruh-u manevi nasl manevî ahsiyetini kaybedebilir ?
Hayr, ruh zerre kadar kendini kaybetmez. Zira yok olan kaybolan beden baka ve yok olu sebeplerinden ve fenadan azade olarak yaratlan insan ruh-u bakadr. Velhasl birçok deliller ile ruhun bekas ve âhiret' te devam güne gibi ispata muhtaç deًildir. Ama baz insanlar düünmez de bu hükmü ve hakikati anlayamazlar ise kusuru ferasetlerinin, malumatlarnn yokluًunda arasnlar. Mehur Feylesof (Bakon) derdi ki; "فnsanlarn çoًunluًunun yanl üzere kurulmu fikirleri yarm tahsil ve maarif ettiklerinden doًar. Onlar tekebbür eder ve avama bakarak derler ki: avam hiçbir aklî delile dayanmadan ruh ve âhiret' e inanr, biz ise tahsil ve maarif etmi iken imdi avam gibi unun bunun sِzlerine nasl inanalm ? Halbuki avamn aklî bilgiler konusunda gerçekten mahareti yoksa da kabul ettiًi yol ve itikat akl ve rûhaniyet menba olan Peygamberlerin vazettiًi esasa istinat eder. Münkir, büyük bir kumandann maiyetinde bulunan askerin, kumandann emrine ittiba edince zafere nail olacaًn düünmez mi? Münkir ruhaniyet'i hiçbir vakit gِrmedim der. Ruhaniyet'i gِrmek için kendi akl, nutuk, vicdan ve bedenine ve ِzellikle bunca muntazam kainata hikmetle nazar atfetmez. Daha doًru bir tabirle nazar etmek iine elvermez. اünkü mezhep ve ruhaniyet günahlar ilemekten insan men eder. Haris ve ehvet sahibi olanlar ise men edilenlerden kurtulmak için ruhaniyet'i, ceza ve mükafat güya aklen inkâr ederler. فnkâr ettikçe kalpleri soًur. Sonra hakikaten münkir olurlar. قâyan- hayrettir ki akldan dem vuran aklsz münkirler ruhaniyet ve akl deryasna gark olan Peygamberlerden baka, dahiler ve ruhaniyet'i itiraf eden büyük hekimlerin eserlerini de hiçbir vakit mütalâa edemezler. Etseler de zekâ yokluًundan ve inat iddetinden anlayamazlar.
Yine o kِtülüًü ar olan münkirler güruhu, fenalk etmemek ve iyilik etmek için vicdanmz kâfidir derler. Evet insann vicdan büyük bir nimettir. Ama vicdan denilen derûnî his ancak gidilen yolun, fena ve iyi gِsteren esas muhafaza edebilir. Yoksa meselâ Afrika'da baz malum kabileler katnda insan yiyenler için bir ceza bir günah gِsterici mezhep olmadًndan insan katletmek ve yemek gibi bir vahiyane ve zalimane fiilden vicdanlar onlar hiçbir vakit men' ve tekdir etmez. Eًer vicdan mezhebin vazettiًi kanunlara muhtaç olmayan bir ِzel güç olsa her kavimde bir siyakta bulunmalyd. فnsan katleden ve yiyen bu zalimleri men' ve tekdir etmeliydi.
===============================================================================