Kaynak: Musa ve Yahudilik, Hayrullah Örs, Remzi Kitabevi, 4. Basım, İstanbul 2000

 

  1. Yahudilerin bekledikleri Mesih (S.355-370)

Her çileli halk bir kurtarıcı bekler ve bütün umut rüyalarında olduğu gibi, onu günden güne daha tabiatüstü bir varlık haline  koyar. Osmanlı imparatorluğunun güçlü günlerinde Allah'tan başka tabiatüstü varlıklardan yardım beklendiğine pek az rastlan­dığı halde, çöküş zamanlarında, örneğin o uğursuz Balkan sava­şında, gökte yeşiller giymiş şehit ruhlarının da askerlerle birlikte savaştıkları rivayetleri çıkmamış mıydı? ikide bir ortaya çıkan "Mehdi" taslaklarını da duymuşuzdur. Bunların çevrelerine hayli insan topladıkları, hatta Sudan'da çıkan Mehdi'nin ingiltere Kral­lığını bile uğraştırdığı hep bilinen şeylerdir.

Yahudiler de, çok abartılmasına karşılık pek mini mini bir ül­keye sahip olan devletlerini yitirdikleri sırada, ümitlerini geleceğe bağlamış ve "Davut soyundan" bir kralın gelip kendilerini kurta­racağını ummuşlardı; işte bu bölümümüz bu özlemin ve ondan doğan inançların hikâyesidir.

İlk Mesih Düşüncesinin Doğuşu

Eski İran dininde, Zerdüştçülükte Ahura Mazda ile Angra Mainyu (Ahriman) arasındaki savaşın başlamasından sonra her biri üçer bin yıl sürecek dört devre geleceği, 9000-12000 yılları arasında Ahura Mazda'nın, insanlara yardım için Zerdüşt'ü yer­yüzüne gönderdiği, ama bu peygamberden sonra, zaman geçtikçe dünyada ahlakın bozulacağı inancı vardı, îşte o zaman Ahura Mazda, Zerdüşt'ün bir gölde saklanmış tohumları ile orada yıka­nan saf bir bakireyi hamile bırakacak, bu kızın oğlu da bir pey­gamber olacak ve kısa zaman için dünyayı düzeltecektir. Bu pey­gamberden bin yıl sonra, gene böyle mucizeli bir doğumla bir ikincisi, ondan bin yıl sonra da bir üçüncüsü, ama bu sefer so­nuncusu gelecektir. Bu sonuncunun adı "Saoshyant" yani "Yar­dımcı" olacaktır. Bu peygamberin günlerinde ölüler mezarların­dan kalkacaktır. Ondan sonra da Ahura Mazda ile Angra Mainyu arasındaki son savaş başlayacak, bu kötülük tanrısıyla birlikte bü­tün kötülükler ortadan kalkacak ve erimiş madenden bir ırmakla temizlediği dünyaya ve oradaki mutluluklara yalnız Ahura Mazda egemen olacaktır.

İşte eski İranlıların kurtarıcı "insanoğlu" inancı bu idi. Yahu-dilerde Mesih inancının da, gene Babil sürgünlüğü sırasında doğ­duğunu görüyoruz. Bu da, İsrail oğullarının o zamana kadar hayli ilkel olan dinlerinin son şeklini almasında İranlıların ne büyük bir etkisi olduğunu bir kere daha gösterir.

İbranîce "Maşiah"tan gelen "Mesih" deyimi, "Takdis edilmiş yağ sürülmüş" anlamına gelmektedir. Bu da, israil ve Yahuda kralları için genel olarak kullanılan bir deyimdi. Ama bu krallar, kutsallıklarını bozmuşlar, kitabımızın önceki bölümlerinde gör­düğümüz gibi bu şerefe layık olamamışlardı. İşte bunun sonucu olarak da israil, puta tapanların diyarında, Babil'de sürgündü. Bu devrenin nebilerinin sözleri arasında, ideal bir kralın geleceğini ve her şeyi düzelteceğini vaat eden yerlere rastlıyoruz, ama bu kral için Mesih denmez.

"İşte, Davut'a salih bir kök sürgünü çıkaracağım günler geli­yor, Rab diyor ve bir kral gibi krallık edecek ve akıllı davranacak, ve memlekette doğruluk ve adalet edecek. Onun günlerinde Ya­huda kurtulacak ve israil emniyette oturacak; ve onu çağıracak­ları isim şudur: Yahve selâhımız." (Yeremya: 23, 5-6.) Görüldüğü gibi, Yeremya'nın beklediği ve geleceğini müjdelediği sadece, eski birliği yeniden kuracak olan bir kraldı.

Soysuzlaşmış krallara karşı ellerinden bir şey gelmeyen nebiler, ileride Davut gibi kahraman, ama doğru ve adaletli bir kralın ge­lip kavmi kurtarmasını beklemektedirler. Bu kralın henüz doğa­üstü bir karakteri yoktur. Öte yandan, Yahve'nin ideal devletinin kurulacağı ve - tıpkı eski iranlıların düşündükleri gibi - bunun sadece iyiliklerin hüküm Sürdüğü bir devre olacağı ümidi de uyanmaya başlamıştı. Bunun en güzel ifadesini, kral Hiskiya za­manında yaşamış olduğu sanılan Mika'da görüyoruz. Asurluların korkusu altındaki bu yıllarda Mika karşımıza, tam bir pasifist ola­rak çıkmaktadır:

"Ve çok milletler gidecekler ve diyecekler: Gelin, Rabbin da­ğına ve Yakup'un Tanrısı'nın evine çıkalım; kendi yollarını bize öğretecek ve onun yollarında yürüyeceğiz. Çünkü şeriat ve Rab­bin sözü Yeruşalim'den çıkacak ve çok kavimler arasında hük­medecek ve uzakta olan kuvvetli milletler hakkında karar vere­cek; ve kılıçlarını, sapan demirleri ve mızraklarını bağcı bıçakla­rı yapacaklar; millet millete karşı kılıç kaldırmayacak ve artık cengi öğrenmeyecekler. Fakat herkes kendi asması ve kendi in­cir ağacı altında oturacak ve onları korkutan olmayacak." (Mi­ka: 4, 2-4.)

Bu bir dilek rüyasıdır. Ama burada da bir Mesih'ten söz edildi­ğini görmüyoruz. Zekeriya'da ise (M. Ö. 500'e doğru Babil'den dönüşte Tapınağın yeniden yapılmasına çalışanlardan), gene Me­sih adı geçmemekle birlikte, bu düşüncenin şekil almaya başladı­ğını görmekteyiz:

"Orduların Rabbi şöyle diyor: îşte, adı Filiz olan (Yani Davut soyunun bir filizi, sürgünü) adam; ve o, durduğu yerden filizle­necek; ve Rabbin mabedini yapacaktır; evet, Rabbin mabedini yapacak olan odur; ve haşmet onun üzerinde olacak, ve otura­cak, tahtı üzerinde saltanat sürecek, ve tahtı üzerinde kahin ola­cak." (Zekeriya: 6, 12-13.) Burada, geleceği söylenen hükümdar da, aşağı yukarı eski Çin imparatorları gibi, hem dünya, hem de din işlerinin başına geçecek bir insandır.

Asıl mistik Mesih düşüncesi çok daha geç gelişmiştir. Bunu aşağı yukarı şöyle açıklayabiliriz:

Yahudilere göre evrende olup biten şeylerin hepsi Tanrı'nın amacına göredirler. Zaten Tanrı'nın birliği düşüncesi bile Yahudi­likte, başka tanrıların varlığı onun kudretini sınırlayacağı, bu ne­denle de amacına varmasına karşı koyacağı için, reddedilir. Tan-rı'nın kaadiri mutlak oluşu onun her şeyi, son ve en yüksek zaferi­ne doğru yönelttiğinde şüphe bırakmaz. Tanrı her şeye kaadirdir ve her şeyi bilir olduğu için de, düşünceyle, sözle ya da davranışla onun en yüce ve son maksadının yerine gelmesini önlemek müm­kün değildir. Tanrı'nın her şeyden üstün olması, mekâna bağlı ol­mayışı, bu amacın gerçekleşmesini önleyecek tabiî ve maddî en­gelleri ortadan kaldırır. Onsuz sonsuz oluşu da, ne kadar zaman geçerse geçsin, sonunda onun muzaffer olacağının teminatıdır. "Çünkü orduların Rabbi tasarladı; ve kim bozar? Ve onun eli uzanmıştır, onu kim geri çevirir?" (İşaya: 14, 27.)

Ama bu, son ve en yüce amacın gerçekleşmesi için insanın da Tanrı ile işbirliği yapması gerektir. Talmud'a göre Tanrı insanı, yaratışı tamamlamak için, kendisine "şuttaf" yani "ortak" olarak seçmiştir. İnsan, bu büyük ödeve sadece maddî bir amaçla çağrıl-mamıştır. Her ne kadar bu amaç fizik alem alanında yerine gele­cekse de insan, gene de evrenin sınırlarını aşan bir maksadın özel işçisidir. "Elia'nın sinagogunda şöyle öğrettiler: Dünya altı bin yıl duracak; iki bin yıl şaşkınlık, iki bin yıl yol gösterme, iki bin yıl da Mesih'in zamanı. Ama bizim pek çok olan suçlarımız yü­zünden bunlar geçtikleri gibi geçtiler (Yani Mesih'in gelmesi ge­cikti)." (Talmud Sanhedrin 97a-97b.)

Şeriata harfi harfine uymak bu dünyayı, Tanrı'nm tasımladığı son ve en yüce amaca eriştirecektir ki, bu amaç da Tanrı'nm dev­letinin kuruluşudur. Bu iki düşünce, yani Tanrı'nm dünyayı ya­ratmadaki son amacı ile Tanrı'nm devleti düşünceleri Yahudi doktrininde bir bütün halindedir. Ama bu "Tanrı Devleti" yaşanı­lan günlerin savaşları, problemleri, ümitleri ve arzularıyla ilgisi bulunmayan, başka bir âlemde gerçekleşecek göksel bir devre de­ğildir. Bu devlet yeryüzünde, Tanrı'nm güdümüyle ve insanın eliyle kurulacaktır ve işte bu "Tanrı Devleti"nin kuruluşu da Me­sih'in gelmesiyle başlayacaktır.

Dini bütün Yahudi her gün şöyle dua eder:

"Kurtuluşumuz için çal büyük boruyu, Sürgünleri toplamak için aç bayrağını Önceleri nasılsa öyle getir yargıçlarımızı Ve öğüt verenlerimizi eskiden olduğu gibi... Yoldan çıkanların kalmasın ümidi, Zulmün devletini de yok et çabucak... Acı Yahve, Tanrı'mız, Yeruşalim'e, kendi şehrine, Ve Siyon'a, şanının yuvasına, Ve Davut soyunun krallığına, Gönder artık adaletinin Mesih'ini."

Tanrı'nın yabancı ulusların boyunduruğu altına soktuğu ve şe­refsiz bir duruma düşürdüğü kendi öz ulusunu bir gün tekrar eski - ve masallaştıkça parlaklığı daha artan - ihtişam günlerine ka­vuşturacağı düşünce ve ümidi Yahudilerde daima canlı kalmıştır. Bunu, nebilerin kehanetleri kuvvetlendirmiş ve bu ümit, dualar, ilahiler ve dinî edebiyatla beslenegelmiştir. Çekilen eziyetler art­tıkça, bunların artık sona ermesi için duyulan özlemle birlikte, ümit de artmıştır. Buna benzer bir durumu, Ispanya'daki Emevî devletinin son günlerinde, ellerinde sadece Granada çevreleri kal­dığı sırada Müslümanlarda da görüyoruz. O zaman, Mehdi'nin İspanya'da çıkacağı ve tez günde bütün kâfirleri yok ederek eski İslam devletini dirilteceği inancı doğmuştu.

Yahudiler ezildikçe Mesih'i bekleyişleri de artmış ve bu özlem­leri onlara, "Ahir Zaman"ın çok yakın olduğu inancını vermişti. Bir duada: "Tanrı, sizin sağlığınızda, sizin günlerinizde ve bütün israil Evi'nin yaşadığı sırada, çabuk ve yakın zamanda devletini kursun," denir.

Ama bu ümit boyuna boşa çıkmıştı. Babil tutsaklığından sonra nebî Haggay'la Zekeriya, iranlıların satrap yaptıkları Davut so­yundan Zerubabel'in Mesih kral olduğunu söylemişlerdi.

M. S. 66-70'teki birinci isyanın başında Mısır'da çıkan Mena-hem adında bir sözde Mesih vardı. M. S. 132-135'teki ve Yahudi­lerin Kudüs'ten bütünüyle sürülmeleriyle sonuçlanan isyanda da bir Mesih beklenmekteydi. Sonra ümitler Bar Kohba'nın üzerinde

toplanmış ve onun Mesih olduğuna inanılmıştı. Yahudilerin yurt-suzluk devirlerinde yavaş yavaş bu "Tanrı'nın Devleti" ülküsü, gerçek bir devleti beklemekten çok, bütün dünyada hüküm süre­cek bir "Altın Çağ" bekleyişi haline geldi.

Babil Talmud'unda Mesih üzerine birçok parçalar vardır. Bunlardan birkaçını verelim:

"Rav Şeşet kördü. Herkesin kralı karşılamaya gittiği sırada Rav Şeşet de kalktı ve onlarla birlikte gitti. Karşısına bir mürtet (dinden çıkmış adam) çıktı ve dedi ki: Testi ırmağa gider, ama kı­rıkların işi ne? Rav Şeşet de: Gel de benim senden çok bildiğimi gör! dedi. ilk tabur geçti ve gürültü oldu. Mürtet ona dedi ki: Kral geliyor! Rav Şeşet dedi ki: Daha gelmiyor! ikinci tabur geçti ve gürültü oldu. Mürtet ona dedi ki: Ama şimdi kral geliyor! Rav Şeşet ona: Kral gene de gelmiyor! dedi. Üçüncü tabur da geçti ve sessizlik oldu. Rav Şeşet dedi ki: Şimdi mutlaka kral geliyor! Mürtet: Nereden biliyorsun? diye sordu. O da: Dünya krallığı gök krallığına benzer de onun için. Çünkü şöyle yazılıdır: Çık ve dağda Rabbin önünde dur. Ve işte, Rab geçiyordu ve büyük kuv­vetli yel dağları yarıyordu; ve Rabbin önünde kayalar parçalanı­yordu; fakat Rab yelde değildi; ve yelden sonra zelzele; fakat Rab zelzelede değildi; ve zelzeleden sonra ateş; fakat Rab ateşte değil­di; ve ateşten sonra sakin ince bir ses." (Brahot: 58a). Burada Tanrısal kral düşüncesini görmekteyiz.

Başka bir parça:

"Şöyle denilmiştir: Rabbi Nehorai dedi: Davut oğlunun gele­ceği zamanda delikanlılar ihtiyarların yüzlerini sarartacaklar ve ihtiyarlar delikanlılara ayağa kalkacaklar. Kız anasına, gelin kay­nanasına karşı gelecek. Ve bu zamanın yüzü köpek yüzü gibidir, ve bir oğul babasından utanmayacak." Yani artık aile bağları tamamiyle çözülecektir.

Bir de Ortaçağın en büyük Yahudi düşünürü Mose ben Mai-mon'un ne dediğini görelim:

"Meshedilmiş kral bir gün gelecek ve Davut'un krallığım eski kudretiyle yeniden diriltecektir. Kutsal Yeri (Tapınağı) yeniden yapacak ve dağılmış olan İsrail'i toplayacaktır. Bütün adalet hû kümleri onun günlerinde yeniden eski yürürlüklerine kavuşacak­tır. Ama ona inanmayanlar ya da onun gelmesini beklemeyenler, sadece peygamberleri değil, Tevrat'ı ve öğretmenimiz Musa'yı da inkâr etmiş olurlar, çünkü Tevrat bunu bildirir ve şöyle der: Tan­rın Rab seni sürgününden döndürecek ve sana acıyacak ve döne­cek ve Tanrı Rabbin aralarına dağıttığı bütün kavimlerden seni toplayacak." îşte Tevrat'ın açıkça söylediği bu sözler, daha sonra bütün peygamberlerin bildirecekleri bütün vaatleri içinde topla­maktadır.

"Sakın ola aklına gelmesin ki, meshedilmiş kralın alametler ve mucizeler yapması, dünyada yeni şeyler meydana getirmesi ya da ölüleri diriltmesi ve bunun gibi işleri yapması gereksin. Asla böy­le olmayacaktır. Rabbi Akiba, Mişna bilginleri arasında büyük bir bilgindi ve kral Bar Kohba'nın silahdarıydı. Bar Kohba için: İşte meshedilmiş kral budur! dedi. O da, günündeki bütün öteki bilginler de Bar Kohba'nın Mesih kral olduğunu söylemişlerdi ama, sonradan günah etki yaptı ve o öldürüldü. Ancak Bar Koh­ba öldürüldükten sora onun Mesih olmadığını anladılar. Ama bilginler hiçbir zaman ondan bir alamet ya da mucize istememiş­lerdi."

Mose ben Maimon, doğaüstü bir Mesih'i değil, gerçek bir kralı beklemektedir. Onun sadece eski devleti ve şeriatı yerine getirece­ğini söyler. Bu sözleri aynı zamanda Hıristiyanların isa'yı Mesih saymalarına karşı bir taşlamadır.

Sözde Mesihler

Istıraplardan faydalanan ve kimi zaman bu dünya, kimi zaman da öteki dünyada cennete kavuşturmak vaatleriyle insan kitleleri­ni aldatanlar çok olmuştur. Ama böyle kitle hareketlerinin başına geçenleri sadece çıkarcı olarak kabul etmek de haksızlıktır. Bunla­rın çoğu, dediklerine kendileri de en çok inanan hasta ruhlardır. Bunların içinde seve seve işkencelere katlanan, son nefeslerine ka­dar mucize bekleyenler çok görülmüştür. Yahudilerin Mesih özleminin ortaya çıkardığı insanlardan çoğu, hiç şüphesiz bu çeşitten­di. Bunları kısaca sayalım ve sonuncusu olan Sabetay Sevi (Saba-tay Zvi) üzerinde biraz duralım. Bu kişiye ötekilerden fazla önem verişimizin nedeni, onun başlattığı hareketin, daha öncekilerle kı­yaslanamayacak kadar önemli oluşu, bir de Osmanlı imparatorlu­ğu içinde doğmuş ve orada son bulmuş olmasıdır.

Ortaçağdaki sözde Mesihlerin sayısı oldukça kabarıktır. Bunla­rın çoğu tarihte hiç iz bırakmadan gelip geçmişlerdir, biz burada en önemlilerini saymakla yetineceğiz. Zaten bunlar üzerine fazla söylenecek bir.şey yoktur, ve olamaz da; çünkü başarısızlıkla biten hareketlerinden sonra, arkalarında müritleri kalmamıştı ki, onla­rın anıları sürsün. Kendilerine düşman olan şeriat bilginleri de el­bette onların anılarını ortadan kaldırmak istemiş, nitekim silmiş­lerdir. Bunların içinden sadece biri bu akıbetten kurtulabilmiştir: Sabetay Sevi. Bunun da nedenini sonradan göreceğiz.

Bilinen sözde Meşinlerden belli başlıları: M. S. 5. yüzyılda Gi­ritli Moşe, 7. yüzyılda Ebu-Musa Isfahani, 8. yüzyılda Şarinî, 12. yüzyılda Yemen'de çıkan adı unutulmuş biri, gene aynı yüzyılda David Alroy, 13. yüzyılda Abraham Abulafya, 14. yüzyılda Aşer Lemmlein, 16. yüzyılda Samuel Molto'dur. Görüldüğü gibi, he­men hemen her yüzyılda böyle Mesihler çıkmıştır, ama dediğimiz gibi, bunlardan hiçbiri yazmaya değecek bir iş başaramamış, hat­ta, kendilerinin Mesih olduklarını iddia edişlerinden başka, he­men hemen tek bir sözleri bile yazıya dökülmemiştir.

 

Sabetay Sevi

17. yüzyıl gelmiştir artık: Akıl ve Aydınlanma Çağı derler ona; gerçekten de Galileo Galilei (1564-1642) Tabiat Kitabını Matema­tiğin Yardımıyla Okumak adlı kitabıyla klasik fiziğin yolunu aç­mış, cisimlerin serbest düşme kanunlarını bulmuş, Johann Kepler (1571-1630) bunu, gezegenlerin hareketleri kanunuyla tamamla­mış, Isaac Newton (1643-1727) çekim kanunlarını matematik ke­sinlikle meydana çıkarmıştı. Ama insan zekâsının bu başarılarının yanında gene kopkoyu taassup karanlığı sürüp gitmekteydi, gene büyücü diye suçlandırılan zavallılar odun yığınlarında can veri­yorlardı, gene kiliselerde Tanrı'dan, "Türkleri ve Yahudileri yok etmesi" yakarılıyordu. ispanya'da, yalnız güneyde, Granada ve dolaylarında kalmış olan Arapların değil günündekilere, çok daha sonrakilere bile örnek olacak devletleri 1492'de tamamiyle orta­dan kalkmıştı. Engizisyon, Moriskos (Araplar) ve Maranosları (domuzlar anlamında - Yahudiler) artık tamamiyle yok etmişti. Müslümanlardan kurtulabilenler Kuzey Afrika'ya göçmüşler, Ya­hudilerden kurtulanlar da bütün Avrupa'ya ve, Osmanlı impara­torluğuna sığınmışlardı. Bunlar, ispanya'da gelişmiş olan Yahudi mistisizmini, Kabala'yı da gittikleri yerlere yaymışlardı. Bunu Ka­bala bölümümüzde görmüştük. Kabalacıların 13. yüzyılda yazıldı­ğı tahmin edilen ana kitabı, "Sohar"da (Ibranîce "ışık" anlamın­da) artık kurtuluşun, Mesih'in gelmesinin yakın olduğu kehaneti vardı. Tanrı, sevdiği kavme bundan daha fazla eziyet çektirmeye-cekti elbette. Yahudiler, boyuna sürüp giden eziyetlerden Doğu Avrupa'ya, Polonya ve Rusya'ya çekilmişler, oralarda daha fazla güvenlikte olabileceklerini ummuşlardı. Ama 1648-1649 yılların­da Polonya'da Kazaklar ayaklandı; bunların başında Boğdan Chmielnicki adında biri vardı. Aslında toprak ağalarına karşı olan bu isyan, çiftlik kâhyası, meyhaneci, esnaf Yahudilerden başlaya­rak, bir Yahudi katliamı şeklini aldı; bu facianın hikâyeleri, buna benzer olaylara âdeta alışmış olan, günümüz insanlarının bile tüy­lerini ürpertir. Polonya'dan kaçabilen ya da esir olarak satılan pek az sayıdaki Yahudi bu olan bitenleri her tarafa duyurmuşlardı. Bu da Yahudilerin imanını sarsmadı, aksine onlara yeni ümitler ver­di: artık Mesih mutlaka gelecekti. Hatta Kazak elebaşının adının ibranî harfleriyle yazılış şekli olan "H-M-Y-L"den mânâ çıkarıldı ve bunlara "Hevle Meşiah Yabo Le'olam", yani "Mesih'in doğum sancıları dünyaya geliyor" kelimelerinin baş harfleri olarak anlam verildi. Kabala ile harf mistiğine kapılmış olan Yahudiler için bu bir müjdeydi, işte tam bu bekleyişin en yüksek dereceye eriştiği sı­rada İzmir'de çıkan yeni Mesih de birdenbire Avrupa ve Yakın Doğu Yahudilerinin bekledikleri kahraman oluverdi.

Sabetay Sevi ve onun mezhebi hakkında, yakın zamanlara ka­dar pek az bilgi vardı. Osmanlı tarihlerinden sadece Fındıklılı Si-lâhdar Ağa'mnkinde, "Zuhur-u Haham" başlığı altında, onun Müslüman oluşunun hikâyesi vardır. Başka hiçbir yerde adı geç­mez. Ama 1948 yılhıdan beri, aile yadigârları olarak daima gizli tutulmuş yazmalar özellikle israil bilim kurumlarının eline geçti. Onun için artık oldukça kesin bilgilere sahibiz.

Sabetay Sevi (1626-1676) Kabalacı bir din bilginiydi! Onu sa­dece itizal yoluna sapmış biri olarak değil, biraz da ilk siyonist olarak düşünebiliriz: Çünkü dağılmış olan israil oğullarının yeni­den kutsal yurtlarına dönmelerini telkin etmekteydi. Belki de bu sırada henüz Mesihlik iddiasında bulunmaya bile pek niyeti yok­tu. Ama Kudüs'e gitti, orada Gazzeli teolog Nathan (1644-1680) onun henüz pek çekingenlikle ileri sürdüğü Mesihliğine tanıklık etti. Nathan cezbeye gelen ve hayaller gören, tıpkı ilkçağ nebileri gibi biriydi. Onun "Tanrı ilhamıyla" Sabetay Sevi'nin Mesihliğini kabul ve ilan edişi, zaten bunu bekleyen Yahudiler arasında bü­yük bir coşkunluk ve ümit uyandırdı. 1665 yılı Ekim ayından 1666 Kasım'ına kadar süren bu heyecan yıllarında Mesih'in geldi­ği müjdesi bütün ülkelerdeki Yahudiler arasında yayıldı. Birçokla­rı artık büyük göçe hazırlanıyorlardı, kefaret ayinleri yapılıyor, yüzyıllardır süregelen kıyamet tasarımları tek konuşma konuları haline geliyordu. Din bilginleri elbette bunu hoş görmemekteydi­ler, ama sayısız katliamlar ve idamlarla seçkin sınıfı hemen hemen ortadan kalkmış olan halk onların uyarmalarına aldırış etmiyor­du, israil'e dönüş ümidini ve Sabetay'a karşı beslenen güvenin boşa çıkışından duyulan acıyı, o sıralarda tutulmuş bir güncenin şu satırları pek güzel anlatır:

"Bazıları neleri var, neleri yok hepsini; evlerini, dükkân tezgâh­larını sattılar ve her gün artık kurtulacaklarını umdular. Kayınba-bam, Tanrı rahmet etsin, Hameln'de otururdu; o da evini barkını, bütün ev eşyasını, bütün mallarını yüz üstü bıraktı, Hildesheim şehrinde oturmaya gitti, Hamburg'a, bizim eve de içi bir sürü ça­maşır ve yatak takımları ile yiyecek dolu iki fıçı yolladı; bunlar çeşit­li yiyeceklerle, bezelye, fasulye, kuru et, kuru erik gibi dayanabilecek şeylerle dolu idi; çünkü, Tanrı canına rahmet etsin, zavallı adam, Hamburg'dan kolayca Kutsal Diyara gidebilir sanıyordu. Bu fıçılar bir yıldan fazla zaman evimde durdu; sonunda, etlerin ve öteki yiyeceklerin bozulacağından korktuğu için bize, fıçıları açma­mızı ve bezlerin harap olmaması için yiyecekleri çıkarmamızı yaz­dı. Bundan sonra da gene bunların hepsi üç yıldan fazla zaman biz­de kaldı; hep yola çıkacağını umuyordu, ama Tanrı bundan hoşnut olmadı." (Hamelnli Glückel'in [1646-1724] güncesinden.)

O zamana kadar pek dar bir çevre içinde saygı gören Sabetay Sevi 1665 yılında Yılbaşı bayramında sinagogda "Yaşasın kralımız Mesih" bağırmalarıyla selamlanmıştı. Kudüs'e girişi, özellikle Nathan'ın onun nebisi oluşu sayesinde, âdeta bir hükümdarın za­ferden dönüşüne benzemişti. Gene o yıl Hamburg'daki sinagogda âdet gereğince krala dua edildiği zaman, onunla aynı payedeymiş gibi "Mesih Sabetay Sevi"ye de dua edildi. Kısacası bütün Yahudi­leri bir delilik nöbeti sarmış gibiydi. Ama Sabetay Sevi şeriatın al­tını üstüne getiriyordu. Kesin olarak yasak edilmiş bazı şeylerin mubah olduğunu ilan etmekten çekinmiyordu. Yüzyıllar boyunca hahamların sıkı bir disiplin altında tutabildikleri, bütün hayatları şeriatın buyruklarına göre geçen Yahudiler arasında tam bir anar­şi tehlikesi baş göstermişti.

Mesih Sabetay Sevi'nin 1666 yılı başında istanbul'a gidişi, bu heyecanı son derecesine çıkardı. Ona inananlar, Sabetay'ın Padi­şahtan (IV. Mehmet) Kudüs krallığını alacağını ve artık yeni bir çağın, beklenen devrin başlayacağını sanıyorlardı. O sırada çıkan bazı Ibranîce kitaplarda tarih olarak: "Nebî'liğin ve devletin yeni-lenişinin birinci yılı" cümlesi görülmektedir. Ama, tebaasının din işlerine karşı hoşgörü, hatta kayıtsızlıkla davranan devlete bu ka­darı biraz fazla gelmiş olacak ki, Sabetay Sevi tutuklandı, fakat o zamanlarda daha küçük suçlar için bile uygulanan idam cezasına çarptırılmadı, Gelibolu kalesinde hapsedildi. Orada 1666 Eylülü­ne kadar kaldı ve işin tuhafı, âdeta bir prens gibi yaşadı, uzaktan ve yakından gelen delegeleri kabul etti. Bunlar kendisine cemaat­lerinin güven ve bağlılıklarını bildiriyorlardı. Yüzlerce yıl önce öl­müş birini kınamak gibi olmasın ama, insanın aklına, kale dizdarının bu işten ne kadar akçe kazanmış olduğu sorusu da gelmek­tedir. Bu durum da Sabetaycılar arasında, onun kerametine veril­mekteydi. Yahudilerin 9 Ab'daki, Kudüs Tapınağının yıkılışı anısı olan oruç günlerini Sabetay buradan, Gelibolu kalesinden yayın­ladığı bir fermanlâ resmen, Mesih'in doğum günü ve bir sevinç bayramı haline getirdi. Osmanlı imparatorluğu içindeki Yahudi­lerin coşkunlukları artık sınır tanımıyordu ve onları uyarmak is­teyen "kâfîr"lerin bütün uğraşmaları boşa çıkıyordu, İşte tam bu sırada Padişahın fermanıyla Sabetay Edirne'ye getirildi ve sorguya çekildi. Bunu Fındıklılı Silahdar Mehmet Ağa'dan dinleyelim:

 

Zuhur-u Haham

Bundan akdem izmir'den bir haham çıfıd zuhur edip tai-fe-iyahud ziyade meyl-ü rağbet etmeleriyle defi fitne için Bo­ğaz Hisarına nefi' olunmuştu, ol canibe dahi Yahudiler te­cemmu edüb itikad-ı bâtılları üzere bu bizim peygamberi-mizdir deyû bais-ifesad ve ihtilâl olacak mertebe ahvalleri şa­yi' olmağla haham- mezbur emr-i padişahîle Edirne'ye ihzar ve mah-ı Rebiülevvel'in on altına Perşembe gün(ü) Has Oda Köşkünde nazargâh-ı Hümâyûnda akd-i meclis olunup Kay­makam Paşa ve Şeyhülislâm Efendi ve Vanî Efendi Haham-ı mezburu söylettiler, Padişah Hazretleri pencereden muhtefi seyr ve istisma' buyurup ba'dehu küll-i kelâm mezbur haham ol kendu hakkında söylenen türrühatı inkâr eyledi ve teklif-i islam olup bu meclisten sonra halâsa mecal yok, şayet Müslü­man olursan inayetlû Padişahımızdan seni şefaat edelim deyû kat'i kelâm eylediklerinde Haham-ı mezbur bitevfik-ullahu el-melik-ül-gaffur ol saat mazhar-ı hidayet-i aliyye-i hüsrevâneden mezbûre yevmî yüz elli akçe kapu ortası tekaü­dü erzan buyrulup ol hinde Içoğlan Hamamına konulup tec-. did-i libas ettirilip bir kürk ve üzerine hil-at-i fâhire giydiri-lüb bir kise nakd ihsan olundu ve bu mahalde kendileriyle bi­le Islama gelen refikine dahi atiyye-i aliyye ile çavuşluk sada­ka buvruldu.

 

Sabetay'ın, o güne kadar söylediklerini inkâr edip Müslüman oluşu haberi Yahudiler üzerinde, beklenmedik bir anda düşen bir yıldırım etkisi yaptı. Mesih'e o kadar bağlanmış olan bu zavallılar birdenbire inançlarından vazgeçemezlerdi, içlerinden çoğu ona ge­ne de inanmakta devam etti. Din kitaplarını çok iyi bilen Gazzeli Nathan, onların kıyısında bucağında karanlık bazı sözler bulup çı­kardı ve bunları dilediği gibi tefsir ederek, yeni bir tez ortaya attı: Mesih'in Yahudiler dışındaki milletlerin arasına girmesi ve onlarda da saklı olan kutsallık kıvılcımlarını tutuşturması ve - kendileri de bundan habersiz olan - kutsal kişileri, velileri uyarması gerekti. Mesih'in bu davranışı, gene Tanrı'nın amacının yerine gelmesi içindi. Bununla Mesih de bilerek ve isteyerek, kutsal kökünden kendini koparıyor ve israil'in sürgünlüğünü bir kere de kendi nef­sinde tekrarlıyordu. Sabetay'ın dinden çıkması mistik, aynı zaman­da tarihsel olan görevinin zorunlu bir parçasıydı. Bundan sonra o, yeniden ve Mesihliğinin bütün ihtişamıyla dönünceye kadar, iki ayrı kişilik olarak yaşayacaktı: îç kişiliği ve dış kişiliği... Ve o mutlu sonuca kadar da bunlar birbirinden apayrı olarak kalacaktı.

Bu tefsir pek hoş değil mi? Ama buna da inananlar oldu. Sözde Mesih de, görünüşte Müslüman olarak uzun yıllar yaşadı. Ondan belki bazı şeyler uman devletten maaşını aldı, el altından cemaatiy-le ilişkilerini sürdürdü, inançlı Sabetaycılar şimdi Edirne'ye geli­yor, gizlice onu ziyaret ediyor, imanlarını daha kuvvetlendirmiş olarak dönüyorlardı. Bu sırada, yukarıda kısaca açıkladığımız yeni tezi daha da geliştiren kitaplar yazıldı. Bütün bunlar gizlilik perdesi altında olup bitiyordu ama hahamlar bunu biliyor ve bundan dola­yı çok üzülüyorlardı. Sabetay'ın bu davranışları devletin de gözün­den kaçmamıştı. Onu Arnavutluk'ta Ülgün'e (Dolcigno) sürdüler. 1676 yılı güzünde orada öldü. Ama bu ölüm de Sabetaycılık hareke­tini kösteklemedi. Ona inananlara göre Sabetay ölmemiş, sadece "dünyadan çekilmiş"ti. Kabalacıların inandıklarını söylemiş oldu­ğumuz tenasüh, yani ruhların beden değiştirmesi inancına göre Mesih, Âdem'den bu yana birçok bedenlerden geçmişti ve buna de­vam edecekti. Sabetaycılar Âdem'den 19. yüzyıla kadar Mesih'in ruhunun böyle 18 kalıp değiştirmiş olduğunu kabul ediyorlardı.

Sabetay'ın Müslüman olması karşısında cemaati iki yoldan bi­rini seçmek zorundaydı: Yahudi kalmak ve şeriatın bütün hüküm­lerini harfi harfine yerine getirmekle birlikte, gizliden gizliye, kendi inançlarını sürdürmek, ya da üstatları gibi Müslüman olmak, gö­rünüşte bu dinin gereklerini yerine getirmek, ama gizlice ötekini bırakmamak. Sabetaycıların çoğu, ikinci yolu tuttu. Her iki grup­takiler de bir zaman bu tutumu sürdürdüler. Sabetay Sevi de kimi zaman, üzerine bir çeşit cezbe geldiği sıralarda, bütün israil'in Müslüman olmasını tavsiye etmiş, sonra, normal zamanlarında bundan vazgeçmişti. Bu da onun iki kişilikli, hasta biri olduğunu açıkça gösterir. Öte yandan Padişaha bütün Yahudileri Müslüman yapacağına dair söz vermiş olduğu da anlaşılmaktadır. Edirne'de Yahudi din bilginleriyle sık sık görüşmesine izin verilmesi bunu gösterir. Onlarla uzun tartışmalara girişmiş, ama sözünü yerine ge­tirememişti. Sürgün edilmesinin nedeni de belki buydu.

Avrupa Yahudileri arasında üç dört kuşak, boyunca Sabetaycılık hareketi sürdü; eski Osmanlı imparatorluğunda bu biraz daha uzun oldu, tıpkı ispanya'daki Maran'lar (zorla Katolik edilen ama gizlice dinlerini sürdüren Yahudiler) gibi, ama onların aksine zor­la değil, kendi istekleriyle gizli inançlarını, Müslümanlıkla birlik­te, sürdüren bir grup, 19. yüzyıla kadar yaşadı. Sonunda onlar da eridi gitti. Bunlar hakkında bilgi vermek kitabımızın sınırları dı­şında kalır. Ama Sabetay Sevi'nin ölümünden sonra olup bitenleri anlatmamız da herhalde faydalı olacaktır kanısındayız.

Müslüman adıyla Mehmet Aziz efendi diye tanınan Sabetay Sevi'nin ölümünden sonra onun taraftarları - ki bunlar 200-300 aile idi - Selanik'te toplanmışlardı. Avrupa'nın çeşitli yerlerinden gelenler de bunların arasına katıldı. Bir süre sonra Sabetay'ın Ül-gün'de aldığı son karısı Ayşe (Asıl adı Yohebed) de ailesiyle birlik­te oraya geldi. Yohebed'in babası Yusuf Filosof, Selanik'teki ünlü bir haham ailesindendi. Sabetay'ın dul karısı ve erkek kardeşi Ya-kup Kerido'nun, Sabetay'ın ruhunu saklayan mistik kap olduğu­nu ilan etti. Bu sıralarda olup bitenler üzerine ele hiçbir belge geç­memiştir. Belki de bunlar bir yangında yanmış ya da ortadan kal­dırılmıştır. Bilinen sadece, Yusuf Filosof, aynı aileden Salomo Florentin ve Mesih'in kalıbı sayılan Kerido'nun önderliğinde, bütün Sabetaycıların Müslüman olduklarıdır (1683).

Bundan sonra, yani bu küçük cemaatin tamamiyle erimesine kadar olup bitenler artık, Yahudilik dini ve dolayısıyla tarihi üze­rine yazılan bir kitap içinde yer almaya değmez. Buraya yalnız, Sa-betay Sevi'nin Yahudi inancında yaptığı, daha doğrusu yapmak istediği değişiklikleri alıyoruz. Bunlar, Yahudilik gibi yüzyıllar bo­yunca her fırtınaya göğüs germiş, disiplinli bir dinin mensupları arasında bile, bir yarı delinin fikirlerinin, az da olsa taraftar bula­bildiğini göstermesi bakımından ibret alınacak şeylerdir.

Sabetaycılar, önceleri Ibranîce dua ederlerken; Yahudi cemaa­tinden ayrılmış olmak yüzünden bu dili unuttular ve dua kitapla­rını fonetik olarak yazmaya başladılar. Artık bu dualar okunuyor, ama anlaşılmıyordu. Dua kitapları, tıpkı îspanya'daki Marran' larda olduğu gibi küçük boyutlarda ve yazma idi. Bunlardan bir kısmı 1935 yılında Kudüs'teki israil Üniversitesi kitaplığı tarafın­dan satın alındı. Bunlarda bulunan Sabetaycıların "amentü"sünü veriyoruz. Bu amentü, Yahudilerin her sabah duasında tekrarla­dıkları, Mose ben Maimon'un 13 inanç cümlesi yerine geçiyordu:

* Tam ve kesin inanışla, gerçek Tanrı'ya, israil'in Tanrı'sına inanırım. O Tanrı'ya ki "Tiphereth'te (Kabalacılarda Tan-rı'nın ışımalarının çıktığı gök katı) israil'in haşmetinde otu­rur; bu, bir olan üç iman düğümüdür.

* Tam ve kesin inançla, Sabetay Sevi'nin gerçek kral Mesih ol­duğuna inanırım.

* Tam ve kesin inançla üstadımız Musa'nın aracılığıyla verilmiş olan Tevrat'ın, kitapta yazılı olduğu gibi gerçekler Tevrat'ı ol­duğuna inanırım. Bu, Musa'nın israil'e, Tanrı'nın emriyle Musa aracılığıyla sunduğu Tervat'tır. O, kendisine tutunanlar için hayat ağacıdır, ona dayananlar mutludur. (Burada Tev­rat'ı öven ve Kutsal Kitaptan alınma birkaç cümle vardır.)

* Tam ve kesin inançla inanırım ki, bu Tevrat değiştirilmez ve başka hiçbir Tevrat olamaz. Tevrat önsüz-sonsuz yürürlükte­dir.

* Tam ve kesin inançla inanırım ki: Sabetay Sevi gerçek Me­sih'tir ve dünyanın dört bucağına dağılmış olan israil oğulla­rını bir araya toplayacaktır.         

* Tam ve kesin inançla inanırım ki, ölüler dirilecektir, ölüler

    yaşamaktadır ve yerin tozlarından kalkacaklardır.

* Tam ve kesin olarak inanırım ki, hakikatin Tanrısı, israil'in Tanrısı, Kutsal yeri (yani Kudüs Tapınağını) bizim için, yu­karıdan aşağıya bina edilmiş olarak gönderecektir, nitekim şöyle denmiştir: Tanrı, evi yapmazsa, yapıcılar boşuna uğra­şırlar. Dileriz gözlerimiz onu görsün, yüreklerimiz sevinsin ve ruhlarımız şenlensin, çok geçmeden, günlerimizde! Amin!

* Tam ve kesin inançla inanırım ki: Hakikatin Tanrısı, israil'in Tanrısı bu (maddî) dünyada - ki ona Tebel denir - cemalini gösterecektir. Çünkü şöyle denmiştir: Göz göze görecekler­dir ki Tanrı Siyon'a dönmüştür; ve gene denmiştir ki: Tan­rı'nın haşmeti tecelli edecektir ve bütün etten olanlar onu görecektir, çünkü Tann'nın ağzı böyle vaat etti.

* Hakikatin Tanrısı, israil'in haşmetinde sakin olan, israil'in Tanrısı! - O haşmet ki inancın üç düğümü içinde birdir -gerçek Mesih'i, kurtarıcımız Sabetay Sevi'yi, çok geçmeden, günlerimizde gönder bize! Amin!

Burada geçen üç düğümü Hıristiyanların üçlemesinden alınma sanmamalıdır; bununla Yahudi mistisizminin "sudur" âleminden Tann'nın üç tezahürü anlatılmaktadır. "Yezira" Kitabı der ki: Otuz iki esrarlı yoldan (22 harf ve 10 sayı) Hikmet Yah, Yahve, Zabaoth, hayy olan Tanrı, kaadir, yüce olan o, dünyayı çizmiş ve üç kitapla yaratmıştır: Kutsal Kitabın kendisi, sayı ve söz.

Sabetay Sevi olayı Yahudilerin büyük bir kısmı için yeni bir ümit kırıklığı oldu. Mesih gene gelmemişti, kurtuluş daha uzaktı. Gerçekten de en büyük suçları inançları olan bu din mensupları­nın, içinden geçmeleri gereken daha birçok "Gehenna"lar vardı.