Kaynak: Nur-i Muhammedi (s.a.v.) - Ömer Öngüt, Hakikat Yayıncılık, 10.Baskı, İstanbul-1999

 

  1. “Allah yarattığı parçalara böldü.” Yalanı (S.23)

 

              "Allah-u    Teâlâ    her    şeyden    evvel    senin

peygamberinin nurunu kendi nurundan yarattı. O nur, Allah'ın izniyle dilediği yerde dolaşırdı. O zaman Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, Melekler, yerler, gökler, insanlar ve cinler daha yaratılmamıştı.

Allah-u Teâlâ âlemleri yaratmayı murad edince, o nuru tlört parçaya ayırdı.

Birinci parçadan Kalem'i, ikincisinden Levh-i mahfuz'u, üçüncüsünden Arş-ı rahman'ı halketti.

Dördüncü parçayı tekrar dörde böldü. Birinci parçasından Arş'ı taşıyan melekleri, ikincisinden Kürsi'yi. üçüncüsünden diğer melekleri yarattı.

Diğer parçayı da yine dörde böldü. Birincisinden gökleri, ikincisinden yerleri, üçüncüsünden cennet ve cehennemi yarattı.

Kalan parçayı da dörde böldü. Birinci parçasından müminlerin gözlerinin nurunu, ikinci parçasından ilâhi marifet yuvası olan kalplerinin nurunu, üçüncüsünden de dillerindeki nuru yarattı. Bu da 'La ilahe illallah Muhammed'ür-resulullah' tevhid nurudur." (El-Mevâhib'ül-Ledüniyye)

 

  1. “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım.”uydurması (S.26)

        "Sen    olmasaydın    felekleri    yaratmazdım."

buyuruyor. (K. Hafâ)

Demek ki o feleklerden değil, felekler onun nurundan yaratılmış. O sebeb-i mevcudattır, hem de ebul-ervahtır. Aynı zamanda âlemlere rahmettir.

 

  1. Ömer Öngüt Allah’a ve resulüne iftira ediyor. (S.31)

 

       Mürşidle beraberliğin bir kısmı cismânî olduğu gibi bir kısmı da ruhanîdir. Bu şerefli kalpten, kişinin kendi kalbine akıtması da rabıta ve murakaba sayesinde mümkün olur.

Hazret-i Allah'a ait olan ilâhi feyiz, Hâlik'ın deryasından manevî kanal vasıtası ile Habib-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem-inin deryasına gelir. Oradan da zamanın mürşidinin deryasına gelir. Oradan da nasibdar olan kimselerin kalblerine gelir. Rabıta ile öyle bir merbudiyet husule gelir ki mürşid-i kâmildeki bütün hasletleri bir mürid üzerine geçirebiliyor. Kalbindeki muhabbet bağı ile onun boyasına giriyor. An be an onun gibi oluyor, ondan akseden nurlar ile nûrlanıyor.

 

  1. İmam-ı Rabbani ve Ömer Öngüt’ün Allah’a eş koşmaları (S.152-153)

     İmâm-ı Rabbani -kuddise sırruh-

 

Nitekim Imâm-ı Rabbânî -kuddise sırruh- Hazretleri 260.

mektubunda zamanın mürşid-i kâmili olan zâttan bahsederken şöyle buyurmuştur:

"Kııtb-u irşad, ferdî kemâlâtı dahi üzerinde topladığı için pek değerli bir şahıstır. Nice uzun asırlardan ve çok uzun zamanlar geçtikten sonra böyle bir cevher dünyaya gelir. Kararmış olan âlem onun zuhur nuru ile aydınlanır. Onun hidayet ve irşad nurları bütün âleme yayılır.

Tâ arşın çevresinden yerin zeminine kadar; kendisine irşad, hidayet, iman ve marifet gelen herkes, elde edeceğini ancak onun yolu ile elde eder, ondan istifadesini yapar, herkes ondan feyz alır. Arada o olmadan, onun tavassutu olmadan kimse bu nimete kavuşamaz, böyle bir devlet kimseye müyesser olmaz. Onun hidayetinin nurları bahr-ı muhid gibi bütün âlemi sarmıştır. O derya donup kalmış buz denizi gibidir, hiç dalgalanmaz.

O zâtı tanıyan ve ona karşı ihlâs sahibi olan bir talip, onu düşünür ona teveccüh ederse; veya o zât bir talibi sever, ona teveccüh eder, onun terakki etmesini isterse, o kimsenin kalbine bir pencere açılır. Sevgisi, teveccühü ve ihlâsı nisbetinde anlatılan bu yol ile o deryadan feyz alır.

Bir kimse Allah-u Teâlâ'nın zikrine müteveccih olur da; inkâr ettiği için değil de o zâtı tanımadığı için bu zâta hiç teveccüh etmezse, yine ondan feyz alır. Fakat birinci anlatılanın istifadesi, bu ikinci anlatılanın istifadesinden daha fazla olur.

Bir kimse o zâtı inkâr eder beğenmezse, veya o zât bu kimseye incinmişse; Allah-u Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri'nin zikri ile meşgul olsa bile, irşadın ve hidayetin hakikatından mahrumdur. Ona inanmaması veya onu incitmiş olması, bir set olur ve feyiz yolunu kapatır. O sânı büyük kutup onun istifade etmemesi için teveccüh etmemiş olsa bile, onun zararını istememiş olsa bile, hidayete kavuşamaz. Onda irşad ve hidayetin ancak sureti vardır, hepsi o kadar, faydası çok azdır.

Amma o zâta, o kutb-u irşada inanan ve sevenler, ona teveccüh etmeseler de, Allah-u Teâlâ'nın zikrinden hâlî olsalar dahi, yalnız bu sevgileri sebebiyle irşad ve hidayet nuruna kavuşurlar.

 

 

  1. Geylani bu zat için Allah adına yalan söylüyor. (S.156-157)

   Abdülkâdir Geylânı -kuddise sırruh-

 

Abdülkâdir   Geylânî  -kuddise   sırruh-   Hazretleri   de

Feth'ür-rabbâni isimli eserinin 5. meclisinde yine o zâtı tarif ederken şöyle buyurmuşlardır:

 

"Şifâ bu yolda olur. Yakınlık buradan başlar. Mülk burada, ün, saltanat bu ufukta. Beylik yine bu yolda. Köşkünü buraya kuranın, zerresi kocaman dağ olur, damlası ummana döner. Yıldızı ay kadar parlar. Ayı, yılı aşar. Azı çok, yokluğu varlık olur. Bitmişini sonsuzluklar kucaklar. Hareketi, sanki kâinatı yerinden oynatıyor sanılır. Selvi dalları gibi, yücelere çıkar, arş onu kucaklar. Kökü zemin derinliğinde saklıdır. Dalları dünya ve ahirete serin ferahlık verir. Bu dalları ilim ve hikmettir. Bunlara sahip olan başka bir şey istemez. Dünya, önünde yüzük kaşı kadar küçülür. Dünya onu bağlayamaz. Ahiret ona sınır çizemez. Sultanlar ona ferman okuyamaz. Mülk onu avutamaz. Perdeciler ondan nesne saklayamaz. Ona tek el uzanamaz. Üzüntü ondan uzak olur. İşte yol buraya varır, yolculuk biter. Kul, salâhını böyle bulur ve yine kullara döner. Bir kurtarıcı olarak ellerinden tutar, dünya denizinden" çeker  çıkarır,   tabii  ki  nasibi  olanı, Hakk'a uyanı.

Allah'ın hayır dileğine eren bu büyük insan esirgeyen olur. Kulların delili, saklayıcısı, terbiyecisi, yöneticisi olur. Kalbinde saklı duran dilleri bu zât gözer. Onun nuru, sağında solunda ışık tutar. İşte Allah'ın hayır dilediği kimseler bu zâtı bulurlar. Hayır dilemedikleri de onu göremez, kör olurlar. Bulamazlar, kaybolurlar. Bunlar tek olur.

Onlar halkın arasına girerken sahipleri Hakk'tır.Halkın zararı onlara dokunmaz. Her bakımdan selâmet içinde olurlar. Halkın yararı ne ise onu başarırlar. Hakk'ın yardımı onlara her güç işi kolay eder. Allah'ın yardımı ile kulları doğru yola
çağırırlar."                    

 

 

  1. Bu hayali kişi için İbn-ül Arabi’nin Allah’a iftirası (S.157-158)

 

       Muhyiddin-i İbn-ül Arabî -kuddîse sırruh-

Şeyh-ül Ekber Muhyiddin-i İbn-ül Arabî -kuddise sırruh-Hazretleri ise Fusûsu'l-Hikem isimli eserinde o kişiden bahisle şöyle beyan buyuruyor:

"Bu ilim ilm-i billahın olasıdır. Bu ilim, ancak peygamberlerin ve velilerin sonuncusuna verilmiştir. Bu ilmi, Nebî ve Resûller'den görebilenler ancak Hâtem-i nübüvvet olan Muhammed Aleyhisselâm'ın mişkâtından görürler. Velilerden görebilenler de ancak onun mirasçısı olan hâtem-i velinin mişkâtından (kandilinden) görürler, hatta peygamberler, o ilmi ne zaman müşahade etseler ancak Hâtem-i velayet kandilinin ışığıyla görürler. Çünkü Resullük ve Nebilik keyfiyeti sona ermiştir. Velilik ise asla nihayete ermez. Kitap ile gönderilen peygamberler aynı zamanda velilerden olduklarından bahsettiğimiz ilmi ancak Hâtem-i evliya mişkâtından alırlar. Şu hale göre onlardan aşağı mertebede bulunan veliler nasıl olur da bu ilmi o kaynaktan almazlar? Her ne kadar Hâtem-i evliya hükümde Hâtem-i resul'ün teşri'den getirdiği şeye tâbi ise de bu, onun makamına noksanlık vermez. Ve bizim gittiğimiz yola da aykırı değildir. Binaenaleyh o (Hâtem-i evliya) bir cihetten enzel (geri) olur, bir cihetten a'lâ (yüksek) olur." (Fusûsu'l-Hikem. Çeviren N. Gençosman. Sh: 43-44)

 

 

  1. Eseri neşre hazırlıyanların batıl inançları (S.164)

           Eseri   Neşre   Hazırlayanların   Notu:

Tarikat-ı Nakşibendlye meşâyihından Şeyh Şerafeddin -kuddise sırruh- Hazretlerinin bu husustaki ifşaatlarını da bilvesile arzetmek istiyoruz.

Bu zât-ı muhterem 1876 milâdi yılında Dağıstan'da dünyaya gelmiş olup, Rus mezâlimi sebebiyle kalabalık bir toplulukla Türkiye'ye göç ederek Yalova'nın Güney köyüne yerleşmiş, 1936 yılında vefat ederek aynı yerde toprağa verilmiştir.

Pamukova'da mukim bulunan ve Hacı Fatma nine olarak bilinen çok yaşlı bir hanımın anlattığına göre Şeyh Şerafeddin -kuddise sırruh- Hazretleri 1927'li yıllarda bir mübarek gecede yakınlarıyla toplanmışlar. "Bu gece çok ulu bir zat dünyaya teşrif etti. Biz onu göremeyiz amma kızım Fâtıma görecek.' buyurmuş ve o sabah bir kaç tane kurban kesmiş, bütün ulu ağaçların sevinç gözyaşı dökerek secdeye kapandıklarını haber vermiş.

Ve nihayet 55 sene sonra 1982 Haziran'ında Şeyh Şerafeddin -kuddise sırruh- Hazretleri Hacı Fatma Nine'ye bir gece manen "Kızım sana bahsettiğim zat üç gün sonra ziyaretine gelecek." buyurmuş. Gerçekten de üç gün sonra gelmişler ve görüşmüşlerdir.

1986 Martında yüz küsur yaşında vefat eden Hacı Fatma ninenin de
bazı çok mühim ifşaatları bantta kendi sesinden elimizde mahfuz
bulunmaktadır.