Kaynak: Sözler ve Notlar - Ömer Öngüt, Akyol Neşriyat, İzmir, Tarihsiz

 

 

1-Kişi kendi sıfatının Allah’ın sıfatı olduğunu görecektir iftirası.(S. 31)

 

Bu anlatılan hakiki hâle vâsıl olan birini düşün. Vasıl olduğu anda, kendi sıfatının ancak Hazret-i Allah'ın sıfatı olduğunu görecektir Zâtı da böyledir. Hakk'a vasıl olan kimse fenâfillâhta fâni olmuş, beka, billâhta beka bulmuş da değildir. O anda kendisinin hiç olucu birsey olmadığını görecektir. Yani vücud diye birşey de yok, ancak Onun vücud varlığı vardır.

 

 

2-Batinî tevhid sapıklığı.(S.32)

Bâtıni Tevhid : Lâmevcûde illallah Ondan başka mevcut yok.

 

 

3-Hz.Peygamber bilinmeyen ve görünmeyen bir varlıktır, yalanı.(S.34)

Hazret-i Allah bilinen ve görünen bir varlıktır Her şey Onun ve Ondan... Eseri ile görünüyor ve biliniyor.

Hazret-i Allah'ın Habibi (s.a.) ise bilinmeyen ve görünmeyen bir varlıktır. Herkes anlayamaz. Ancak duyan kulak ve öz akıl sahipleri anlar.

 

 

4-Bütün varlıklar peygamberin nurundan meydana geldi yalanı.(S.35)

(Muhammed'ür-rasûlullah)  Cenâb-ı Hakk   kendi nurundan Habibini yarattı ve bütün mükevvenâtı Onun nuruyla donattı. Yani mevcudat demek O demek. Çünkü bütün varlıklar Habibinin nurundan husule geldi.

 

 

5-“Peygamberi yarattığım için kainatı yarattım” yalanı.(S.36)

Hakk Celle ve Âlâ Hazretleri Hadis-i Kudsi'de :

(Seni yaratmayacak olsaydım, mükevvenâtı ya­ratmazdım.) buyuruyor. Habibinin nuru  kendi nurundan olduğu için, bütün mükevvenâtı o nurla donattı. Nereye bakarsan hep o nur.

 

 

6-Allah ve peygambere büyük bir iftira.(s.36-7)

  Câbir (r.a.) Hazretleri «Yâ Resûlellah! Hazret-i Al­lah en evvelâ neyi halketti?» diye sorduğunda, Ce­nâb-ı Fahr-i Kâinat (s.a.) Efendimiz buyurdularki :

«Senin peygamberinin nurunu Kendi  nûrundan yarattı.O nur, Allah'ın izniyle dilediği yerde dolaşırdı. O zaman Levh, Kalem, Cennet, Cehennem, yerler gökler, insanlar ve cinler daha yaratılmamıştı.

Cenâb-ı Hakk âlemleri yaratmayı  murad edince, o nuru dört parçaya ayırdı.

Birinci parçadan kalemi, ikincisinden Levh-i mahfûzu, üçüncüsünden Arş-ı Rahmanı halketti.

Dördüncü parçayı tekrar dörde böldü. Birinci parçasından arşı taşıyan melekleri, ikincisinden Kürsîyi, üçüncüsünden diğer melekleri yarattı.

Diğer parçayı da yine dörde böldü, gökleri, yerle­ri, cennet ve cehennemi yarattı. Kalan parçayı da dörde böldü. Ondan da mü’minlerin göz nurunu kalpteki tevhid nurunu halketti…”

 

7-Ruh yükselince ruhani nurdur.  Sonra sultani ve kudsi ruh olur, iftirası.(S.39)

Peygamber vekili olan bir mürşid merdiven gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın ilm-i ezelîsinde hidâyet nasib ettiği kulları tasarrufu ile o ulvî âlemlerin yüksek ma­kamlarına tekrar ulaştırır. Nefis de ruha tabi olarak o makamlara çıkar. Tarikat-ı Nakşibendiyenin bir hu­susiyeti de budur. Mürşid, muhabbet ve teslimiyet nisbetinde tasarrufunu kullanır. Günâ gün nasibini vererek sınıflarını geçirir, mekteplerini değiştirir. Böylece ruh tekâmül edip yükselmeye başlar. Melekût âlemine çıktığında ruhanî ruh olur. Ceberut âle­mine çıkabilirse sultanî ruh ve nihayet lâhut âlemine yükseldiği zaman kudsi ruh olmuş olur. Burası nebilerin velilerin makamıdır. «İnsan benim sırrımdır, ben de insanın sırrıyım.» Hadis-i Kudsî'si bu ruhu tavsif eder.

 

8-Kudsi ruh insanları irşad için beşeriyet kisvesine bürünmüştür. Yeryüzünde tasarruf eder yalanı.(S.39-40)

 

        Hazret-i Allah kudsî ruhla desteklediği ve lâhut âlemine kadar çıkmaya fırsat verdiği bu kullarından dilediklerini orda tutar, dilediklerini de irşad için tekrar insanların arasına geri gönderir. O her ân Allah iledir. Kendisi istemediği halde emir tahtında dön­dürülmüştür, insanları irşad için beşeriyet kisvesine ürünmüştür. Görünüşte halk ile, fakat bâtını Hakk ile meşguldür. Yeryüzünde Cenâb-ı Hakk'ın emriyle tasarruf eder. Fâil-i mutlak'ın fiillerini görür, bir yap­rağın tutunduğu kadara bile tutunacak varlığı yok­tur. Bir çöp kadara kıymeti olmadığını bilir, kendisi­ni bir resimden hiç farkedemez. Çünkü Fâil-i mutlak o resimde tecellî ediyor. Fakat bu bilinmediği için herkes resmi görür.   

 

9- Bir insanda zahir ve batın ilimleri cem olursa lahut alemine çıkar. Kudsi ruhla desteklenir. (S.43)

 

      Zahir ve bâtın ilimleri bir insanda cem olursa, o zaman hakikat ilmi doğar. Bu gibi kimseleri Hazret-i Allah, hiç kimseye verilmeyen Kudsî ruhla destekler ve lâhut âlemine kadara çıkmaya fırsat verir. Dilerse orda tutar, dilerse insanları irşâd için geriye gönderir.

 

Bu tecellileri belki çok seneler sonra anlayabilir­siniz.

 

       İlmi böylece; Zahirî ilim, tarikat ilmi yani bâtınî ilim, marifet ilmi ve hakikat ilmi diye dört kısımda değerlendirmiş olduk. Bir insan bu hakikatlerin içyü­zünü bilmedikçe ilim birdir zanneder.

 

10-    Rabia dünya ve ahiret nimetleri ile alay ediyor (S.49)

 

       Nerde kaldıki manevî ehil daima iflâs halindedir Meselâ Rabia-i Adeviye Hazretlerinin çok güzel bir ni­yazı var. «Allah'ım bana dünyalık nasip ayırmıssan, onu kâfirlere dağıt. Ahiretten nasibim varsa, onu da mü'min kullarına dağıt. Dünyâda muradım senin zik­rinle olmak, âhiretteki dileğim de cemâlini görmektir.»'buyurdular., 

 

11-  Tasavvufta ayan-ı sabite yalanı (S.51)

          Hazret-i Allah'ın indinde her insanın bir hakikati yani özü vardır. Dünyaya gönderilmeden evvel şekil almamışlardı.Daha doğrusu çekirdek halinde idiler. Bunalra tasavvuf dilinde (Ayan-ı sâbite) denir.Her â yân-ı sabitenin kendine göre bir istidat ve kabiliyeti vardır

 Bu âyân-ı sabiteler, Hazret-i Allah'tan kendi istidat ve kabiliyetlerine göre meydana çıkmayı istediler. «Yâ Rabbi, sen bizi meydana çıkar, icraatlarımızı gö­relim.» Cenâb-ı Hakk da bu isteklerini kabul etti, onları zaman ve mekâna göre bu âleme şevketti. Ayân-ı sabiteler  kendileri istemişlerdi.

 

 

11-    “Sırrın özü sultanı ruhtur.” Yalanı (S.73)

 

            Batını göz (Fuad)tır, fuadın özü (sır)dır.sırrın özü ise bizzat (Sultani Ruh)tur. Enbiyâya verilen bu has­sanın insanda da zerresi vardır, iman tekâmül ettikçe artar. Bu  da  tasavvuf yoluyla,  imanın tekâmülü ile bilinir fazlalaşır.

 

 

13- “Kalbin özü sırdır. O sır sultanı ruhtur.La mevcude illallah sırrı tecelli eder.” Yalanı (S.74-75)

      Fuad'ın özü sırdır. O sır ise bizzat Sultanî ruhtur Cenab-ı Hakk Hadis-i Kudside «Ben gizli bir hazine i-dim, bilinmek istedim. Beni bilsinler diye halkı yarat­tım.» buyuruyor. Size bunun temsilini arzedelim. Vücud ev, kalp misafirhanedir. Fakat O tecelli ettiği zaman ne ev kalır ne de misafirhane! O kalır. (La mevcude illallah) sırrı burada tecelli eder. Hazret-i Allah ayet-i kerimede «Biz size şah damarınızdan daha yakınız.» buyuruyor. Bu yaklaşma şöyledirki : insan kendi var­lığını yok ederse Hazret-i Allah'a ulaşır. Yâni kişi ken­dini yok etmekle, zaten içinde var olan Hazret-i Allah ortaya çıkmış olur. Sen varsın O yok, O var sen yok­sun. Misafirin gelmesi kalp sarayının temizlenmesine bağlıdır. Fuad gözü yani kalp kapısı aralanırsa bazı sırlar tecelli eder.

 

   

14- Ömer Öngüt şeyhi ve tarikatı adına yalan söylüyor. (S.85-86)

     Allah ehli hep Allah'dan bahseder. Burada size gizli iki noktayı şöyle ifşa edelim: Efendi Hazretleri­nin huzur-u saadetine ilk vardığımızda, çok çabuk ve sert bir şekilde «Allah.. Allah.. Allah..» buyurdular. Adeta motor döner gibi, o kadara heybetli buyurdular ki, bize bir şaşkınlık geldi. Bu esnada kalpten ne al­dılar ne verdiler bilmiyoruz. Dakikaların içinde hâli­mizde öyle bir değişme olduki, 19-20 yaşlarında gir­dik, 60 yasında olarak çıktık.

Sonra Cenâb-ı Hakk'ın lütuf yolunda yürüttüler ve âhirete intikâl ettiler. Hemen birkaç gün sonra bir mânâ zuhur etti. Büyük câmi'in çarşı kapısından çıkı­yoruz, tahminn 7-8 metre ötede Efendi Hazretleri bulunuyor. Ellerinde bir bohça vardı. Yaşlı oldukları için, zahmet olmasın diye ellerinden aldık. Meğer öy­le ağırmış öyle ağırmış ki, nasıl taşıdıklarına hayret ettik. Çok cezbeli bir halde idiler. Bu cezbe içinde «Allah öyle bir Allah.. Öyle bir Allah.. Öyle bir Allah..» buyuruyorlardı ve adetâ elektrikli bir halde dönüyor­lardı. Bu hâl epey devam etti. Sonra bir yolda peşle­rinden yürüdük. Aman kaybetmiyelim derken birden kayboldular. O hâl ile Hazret-i Allah'ı bize bildirmeyi arzu etmişlerdi.

      Burada iki nokta tarif ediliyor, ilk girerken «Allah»buyurdular, son giderken yine «Allah» buyurdular. Giderken Allah, giderken Allah... Ötesinde zaten bir şey yok. Ne varsa O'nundur. Nimet O'nun, hayat O'nun, herşey O'nundur. Şu halde bize ait ne var? işte bunu bilmek için bu mevzuları açıyoruz. Bunları bildikten sonra O'nu bilmek için...»      

                              

 

15- Öngüt Akşemsettin şahsında Allah’a iftira ediyor. (S.86)

 

MANEVİ   KUMANDAN

Hazret-i Allah dilerse kuluna tasarruf ettirir. Bu merhale merhaledir.

Farz-ı mahal bir kumandan harbeder ve harbi ka­zanır. Halbuki onun harbi kazanmasına vesile olan seccadededir. Harbi o kazanmıştır. Onun yüzü suyu hürmetine olmuştur. Onu kimse görmez ve bilmez, ku­mandanı görür. Onun da hükmü yoktur, onda tecelli edende hüküm vardır. Akşemseddin (k.s) Hazretleri-   ne Istanbulun manevi fâtihi denilmesi bu sebepledir. "Hazret-i Allah onu çok sevdiği için ona vermiştir. O da başkasına vermiştir. Ona vermeseydi onda da hiç hüküm yoktu. Bu böyle oluyor. Bunu böyle bilin. Bu üç noktayı kavrarsanız çok şeyleri çözersiniz.

 

16- “O anda anlımızdaki yazıyı değiştiren kalemin sesini kulaklarımızla eşittik.” Yalanı (S.94)

 

    Öyle bir ibtilâ ki, daha büyüğüne sâhid olmamıştık, son zirvesinde iken, birgün o ibtilânın tekrar geldi­
ğini ayn-el yakîn gösterdiler. «Allah'ım sen hep murad ettiğin gibi yaparsın. Nasıl murad edersen öyle yap.» deyip boyun büktük. O boyun büküşümüz indi ilâhide hoş görülmüş olacak ki, o anda alnımızdaki yazıyı de­ğiştiren kalemin sesini kulaklarımızla işittik. Ne yazıldığını bilmiyoruz. Mutlaka gelecek olan o ibtilâyı başka yönden getirdi ve savdı. Meselâ şu masanın üstüne gelecekti, geldi, masanın altından geçti gitti. Takdirmiş gelmesi, fakat bize uğramadı. Bunu zamanla anladık.

 

17- “Cenabı Hakk ettiği zaman gelecek belaları bize gösterir.” Yalanı (S.95)

 

         Cenâb-ı Hakk murad ettiği zaman gelecek ibtilâ-ları bize gösterir. Geçenlerde baktık ki, eski evlerdeki tavana yakın raflar gibi ibtilâlar sıralanmış. Çok şid­detli olduğu için «Koyalım mı koymayalım mı?» diye sordular. O âna kadar hep insin insin derdik. Fakat vakti gelmedikçe iner mi? O zaman şöyle niyaz ettik. «Allah'ım ister koy, ister at. Senin her takdirin yerin­dedir. Sen hep güzel yaparsın.» Bu noktaya eriştirdi­ğinden dolayı da Cenâb-ı Allah'a ayrıca çok şükret­tik. Çünkü daha evvel diyemiyorduk. Bir gün sonra bir yere gitmek nasib oldu ve bazı durumlar husule gel­di. Akabinde takdir edilmiş olan o büyük ibtilânın düştüğünü de gördük. Amma düşsün demedik.

 

 

18- “Yaşatmadığı hali fakire söyletmemiştir.” Yalanı (S.133)

 

      Not halden ibarettir. Okuyan kâlini okur. Hazret-i - Allah yaşatmadığı hali fakire söyletmemiştir. Yaşatmıştır sonra söyletmiştir. Kal hâli anlamaz. Hâlin ya-şanması lâzim ki kal ile anlaşılsın. Herkes okuyorsun-kat o hale gelmediği için anlayamıyor. Hâl ile söy-lendiği için kal ifade edemiyor. Çünkü anlatılan şeylerle irfan husule gelmez.

 

 

19- “Allah bir kulunu kendinde fani ederse , o tıpkı kardan adam gibi erir gider.” İftirası (S.137)

 

Hakk'ta fânî olmak ne demek? Meselâ bir kardan-adam yapılmış, duruyor. Güneş çıktı ve eridi. Artık kardan adam var denir mi? Vardı amma eridi.

Hazret-i Allah lütfeder de bir mahlukunu kendi­sinde ifna ederse, o tıpkı kardanadam gibi erir gider. Varlığından zerre bile kalmaz.

Yani sen görünüşte varsın. Seni bir damla kerih sudan yarattı. Sana düşen bunu bilmek, bunu göz önünde bulundurmak.

Açık konuşmak gerekirse, O var başka bir şey yok. Yani sen yoksun O var.

Ben varım diyorsun, işte zaten sen olduğun için Ona perde oluyorsun

    

 

20- “Büyük pirler manevi tasarrufları ile müridin ruhunu alıyorlar ve sonra bırakıyorlar.” Yalanı (S.141)

 

      Şâh-ı Nakşibend (k.s) Hazretlerimiz (Biz nihayet! bidayete yerleştirdik) buyurdular. Yâni diğer yolların nihayetinde elde edilen, Tarikat-ı Nakşibendiye'de başlangıçta elde edilir. Size bu sırrı şöyle arzedelim. Pirân-ı izam, manevî tasarrufları ile müridin ruhunu alıyorlar ve nasibi kadara ona yol veriyorlar. Ruh bir nebze tekâmül edince bırakıyorlar. Çünkü nefisle be­raber yürümesi icabediyor. Ruh kuvvet bulunca, nefis ister istemez ruha tâbi olmak mecburiyetinde kalıyor. Ruh kuvvet bulduğu için nefisle mücadele kolaylaşı-  yor. Tarikat-ı Nakşibendiye'nin yolu kestirmeden alışı  buradan doğuyor. Nefis terbiyesine girmeden önce ruhu yükseltiyorlar. Diğer yolfarda ise evvelâ nefsi tezkiyeden başlanıyor, hayli tezkiyeden sonra ruha geçiliyor. Fakat kuvvet bulmayan bir ruhun yanında nefsi tezkiye etmek çok zordur. Bir ömür bile kâfi de­ğildir. Yâni nefsi tezkiye edeceğim derken kimisi de ömrünü tüketmiş oluyor. Eğer nasibi varsa sonra ru­ha geçiyor. Tarikat-ı Nakşibendiye'de doğrudan doğ­ruya ruhtan çıkış yapıldığı için, bir mürid onların se­neler sonra ulaşacağı menzile bir ânda yetişmiş olu­yor. O mesafeyi kestirmeden katediyor. Nefis ve ruh yollarının ayrıldığı nokta burasıdır.

 

 

21- Bu kavramlar Allah’a iftiradır. (S.142)

 

          Mürid (Seyr minallah)da Tarikata girer, altı mek­tepten birincisi burada tamamlanır. Sonra Seyr illal­lah),  (Seyr fillâh),  (Seyr Billâh),   (Seyr anillâh) gibi Hakk'a tekarrübiyet seyirleri başlar.

      

 

22- “Bizi sonuna kadar şeyhimiz yürütüyordu.” İftirası  (S.147)

      Kişi yürüyorum zanneder, halbuki manevi bir kuvvetle yürütüldüğünü bilmez. Eğer o manevî mürebbi   yürütmeseydi o yolu ne bilmesine ne de geçmesine imkân yoktu.

Bunu daha güzel anlayabilmeniz için başımızdan geçen bir hâli arzedelim. Tarikat-ı âliyeye alındığımız zaman, bizi almışlar ve icabeden yere kadara çıkar­mışlar. Çıkarken görüyorduk da, her çıkışta kendimi­zin çıktığını zannediyorduk. Bir noktaya kadara çıkar­dıktan sonra (Yürü) dediler, olduğumuz yere düştük. Yürüdüğümüzü zannederken, yürütüldüğümüzü dü­şünce gördük. Düşmeseydik, hakikaten kendimizden bilecektik. Fakat o güzel yeri görünce, düşmeyi iste­medik. «Mademki istemedin, öyleyse yürü de çık» de­diler, yine kendileri yürüttüler.

O bir-iki adımın manevî kuvveti insana bir varlık veriyor. O da «işte ben yürüyorum, yürüdüğümü gözümle de görüyorum.» diye hemen benimseyiveriyor.   O yürüyüşün ona ait olmadığını kendisine bildirmek için  o ânda bırakıyorlar, insan tekrar düşüyor. Mütemadiyen ilerledikçe bu hal hiç zail olmuyor. O kadara tekerrür ediyor ki , artık ister istemez yürütüldüğünü itiraf ediyor.

 

 

23- İmam-ı Rabbani,  “Firenk kafiri kendimden kat kat iyidir.” Demekdedir. (S.227)

      Şâh-ı Nakşibend (k.s) Hazretlerimiz ise «Ben şu kirli çamurdan da kirliyim.» buyuruyorlar.

İmâm-ı Rabbânî (k.s) Hazretlerimiz de «iyi anlıyorum ki Firenk kâfiri kendimden kat kat daha iyidir.»

 

 

24- Mürşide emredilme ve yerine halife tayini uydurması (S.232)

     MANEVİ VAZİFE

 

Bir Mürşid-i kâmil'e eğer emredilimişse, yerine birveya daha fazla halife bırakabilir ve ilân eder. Herkes nasibini arar. Aksi halde birçok mürşidler yerine ve­kil bırakmadan gitmişlerdir. Allah ehlini Hazret-i Allah tayin eder. O bir emâne't-i ilâhiyedir, kime murad et­mişse ona verir. Bu noktada arzu ile hareket edilme­sini hoş görmüyoruz, tasvip de etmiyoruz.

Manevî vazife, miras dışarıya gitmesin diye kızı­nı çok yakınına verdiği gibi verilmez. Ancak emirle olur.

Eğer sana bu vazife verilmişse, kimin malını kime veriyorsun! Verilmemişse kime ne vermeye kalkıyor­sun?

Meselâ her an âhirete intikâl etmemiz imkân da­hilinde olduğu halde biz hiç kimseyi tayin etmiş değiliz.

 

Diyeceksinizki, insanlar onu nasıl bilip nasıl ta­nıyacaklar?

Yüksek voltajlı bir ampul düşünün. Ben ampulüm demiyor amma, yandığı zaman ışığı her tarafa yayı­lıyor. Hakk'ın tayini ile irşad memuru olan bir Mür-şid-i kâmil de böyle bilinir.