Sırf râbıta konusunda yazılmış bir diğer kitap da budur. Osmanlıca, manzum bir risâledir. Nazımının adı ise Mustafa Fevzi'dir.
Risâlenin üzerinde hicrî 1324 tarihi vardır ki bu, mîlâdî 1906'ya rastlamaktadır. Bu tarihten en çok yüzyıl önce râbıtanın belirginleştirildiğine bakılacak olursa, henüz tazeliğini koruyan râbıtaya karşı süren tepkilerin heyecanıyla bu kitapçığın kaleme alındığı anlaşılmaktadır.
Risâlenin kapağı üzerinde, içeriğinin özeti şu şekilde verilmiştir:
«Tarîkat-ı Aliyye-i Hâlidiyye-i Zıyâiyye'de, zikrin âdâb-ı bâtıniyyesinden olan tezekkür ve râbıta-i mevt ve mülâhaza-i râbıta-i mürşid ve tefekkür-i râbıta-i huzûrun sûret-i ifâsıyla, ecille-i izâm tarafından râbıta hakkında irâd buyurulan edille-i kesîreden münâsip miktarının fihrist vechile izâhı ve ona müteferri' mevâd beyânındadır.»
Kapak üzerindeki bu açıklamalar arasında “râbıtaya ilişkin birçok delilin mevcut bulunduğuna“ yer verilmesi önemli bir gerçeği bir kez daha hatırlatmaktadır. O da, ya râbıtaya mutlak surette karşı çıkılacağı endişesidir. (Çünkü bu zümrede, her an bir düşmanla karşılaşma kuşkusu âdetâ bir panik olarak yerleşmiştir); Veya râbıtaya tepki göstermiş olanlara karşı bir savunmadır. Bu da, râbıtanın en azından yeni bir şey olduğunu açıkça kanıtlamaktadır.
Bundan çıkarılacak sonuç şudur: Râbıtaya bir tanım ve uygulanış biçimi belirlendiği tarihten günümüze dek geçen yaklaşık iki yüz yıl içinde İslâm âlimlerinden çok az kimse bu sorundan haberdar olabilmiştir. Onlar da bu topluluğu pek ciddiye almamışlardır. Buna rağmen, râbıtacılardaki bu paniğin gittikçe şiddetlenen nöbetler şeklinde kendini göstermesi ilginçtir. Onlardaki bu kaygı, râbıtanın gerek Müslümanlar nezdinde, gerekse İslâm'ın sağlam ve berrak kaynakları karşısında neye uğrayacağını göstermekte ve bu bapta çok şeyler hatırlatmaktadır. Bunlardan biri de Allah Teâlâ'nın şu uyarısıdır:
«Allah'ın indirdiği bir delil olmaksızın Allah'a eş koştuklarından dolayı o kafirlerin kalplerine korku salacağız. Onların son sığınakları da ateştir. Zâlimler için ne kötü bir yerdir orası.»[1]
Bu risâle -nakaratlarla birlikte- 1123 beyittir. Küçük bir girişten sonra sekiz başlık altında hazırlanmıştır. Başlıkları şunlardır:
Nâ't-ı Şerif-i Rasûl-i Kibriyâ[2]
Nât-ı Şerîf
Nât-ı Şerîf-i Diger
Mukaddime-i Kitâb
Der Beyân-ı Râbıta-i Mevt
Der Beyân-ı Râbıta-i Mürşid
Der Beyân-ı Râbıta-i Huzûr
Esâs-ı Bend-i Tarîkat-i Aliyye Olan Kelimât-ı Semâniye Beyânındadır.
Ne ilginçtir ki bu tabir bir tevafuk olarak «Kelimât-ı Şâmâniye» gibi bir terkibi çağrıştırmaktadır!
İlginç bir nokta daha vardır ki o da, Nakşibendî Tarîkatı'nın temel kurallarını sembolize eden bu kelimelerin sekiz mi yoksa on bir mi olduğu konusunda râbıtacıların ifadeleri birbirini tutmamaktadır. Nitekim Mustafa Fevzi, yukarıdaki açıklamasında bu kelimeleri sekizle sınırladığı halde, Onunla çağdaş olan Nakşî şeyhlerinden Muhammed Emîn el-Kurdî bu kelimelerin on bir olduğunu ileri sürmektedir.[3]
Şairin, sekiz bölümden ibaret olan bu manzum kitabının en uzun bölümü, O'nun, mürşid râbıtasına ayırdığı kısımdır. Bu da gösteriyor ki Nakşîler, her ne kadar râbıta kavramı hakkında fırsat buldukça epeyce konuşmayı alışkanlık haline getirmiş iseler de esas itibariyle (şeyhin cismânî varlığı üzerinde düşünmek ve onun -sözde- rûhâniyetinden medet ummak) gibi iki noktaya daha çok ağırlık verirler!
Şair,
«Evliyâya hep murâbıt der Arap,
Bunları hiç duymadın mı sen acep!»
Diyerek, Arapların velîleri «murâbıt» olarak nitelediklerini, bu ilgiyle de sözde râbıtanın meşruluğunu savunmakta, arkasından da:
«Bak lûgatlarda nedir ma'nâsını,
Boş yere techîl edersin sen seni.»[4]
Demek suretiyle hem bir yandan akıl vermekte, hem de “Sen boş yere cehaletini ortaya vuruyorsun!” sözleriyle Müslümanları aşağılamaktadır.
Biz de O'nun tavsiyesine uyarak gerek eski, gerekse yeni lügat ve çeşitli kaynakları taradık. Bu muteber sözlük ve kaynaklarda «Murâbıt» kelimesinin ne anlama geldiğini tesbit ederek referanslarıyla birlikte şu şekilde aşağıya aktardık:
* El-Mu'jam'ul-Wajîz:
«Rabata (fiilinin türevlerinden) Murâbata ve rıbât: Stratejik noktada ve (düşmanın sızabileceğinden) korkulan mevkide sürekli bulundu, (nöbet tuttu demektir.) »[5]
* El-Munjid:
«Rabata (fiilinin türevlerinden) Murâbata ve rıbât: Bir işle sürekli ilgilendi (anlamına gelir.)»[6]
* El-Mu'jam'ul-Arabiy'yul-Esâsî:
«Rabata (fiilinin türevlerinden) Murâbata ve rıbât: Ordu, Stratejik noktada ve (düşmanın sızabileceğinden) korkulan mevkide sürekli bekledi, (demektir.) »[7]
* Mu'jam'u Lûgat'il-Fuqahâ':
«Murâbata' (da bulunmak)...: Olağanüstü bir durum için, düşmana karşı ülke sınırları üzerinde yerleşmek (beklemek, nöbet tutmak demektir).»[8]
* Lisân'ul-Arab :
«Murâbata kelimesi temel olarak: Karşıt iki ordunun, stratejik bir mevkide, bineklerini yerleştirmeleri anlamına gelir. Bunlardan her biri, diğerine karşı alarm halinde bulunur. Bu nedenle stratejik noktalarda yerleşip nöbet beklemeye (karargâh kurmaya) murâbata adı verilmiştir.»
İşte Arap ve İslâm Dünyası'nda kullanılan yukarıdaki lûgatlarda «murâbata» budur ve bu görevi yapan kimseye de yine Araplar tarafından «murâbıt» denmiştir.
Keza ünlü Tâj'ul-Arûs adlı lûgatda da «murâbata» şu ifadelerle tanımlanmaktadır:
«Temel anlamda murâbata: Karşıt iki ordudan her birinin, kendi mevkiinde karargah kurmasıdır. Onlardan her biri, diğerine karşı alarm halinde bulunur. Dolayısıyla stratejik noktalarda yerleşip nöbet beklemeye rıbât adı verilmiştir. Sâğânî tarafından ve “el-lisân“ adlı kaynakta aktarıldığına göre, (murâbata'nın anlamı budur.) Daha sonraları stratejik noktalarda nöbet beklemek manasında kullanılmıştır. Bazen de bizzat (savaşa mahsus) atlara rıbât adı verilmiştir. Bu cümleden olarak Allah Teâlâ buyuruyor ki: “Ey iman edenler! Dayanın ve direnin; Murâbata yapın (alarm durumunda olun) ve Allah'dan sakının ki başarıya eresiniz.“ Bu, şöyle yorumlanmıştır: Dininizde kalmak için dayanın; Düşmanlarınıza karşı direnin ve murâbata yapın (savaşa hazırlıklı olun.) Yani savaşmak ve bineklerinizle irtıbat halinde olmak (onları savaşa hazır tutmak) suretiyle cihada devam ediniz.»
Ayrıca, tamamen cihad konusunda yazılmış en mükemmel kaynaklardan biri olan, İbn'un-Nahhâs'ın "Müsîr'ul-Ğarâm ilâ dâr'is-Selâm Fi Fazâil'il-Jihâd" adlı eserinde “rıbât“, “murâbıt“ ve “murâbata“ terimleri hakkında şu önemli bilgiler verilmektedir:
«Rıbat'dan amaç: Düşmanın sızabileceği tahmin edilen stratejik bir mevkide cihad yapmak -yani silahlı savunmada bulunmak- ya da nöbet beklemek niyetiyle bir insanın kendini rapt etmesi (o arazide devamlı yerleşmesidir); veya -güvenliği sağlamak için- Müslüman (asker) sayısını artırmaktır. »
«Yazar, -Allah taksiratını af buyursun- şöyle diyor:»
«Doğrusunu Allah bilir, ama bana öyle geliyor ki: Kim sırf kafirlere karşı muhtemel bir silahlı mücadeleye katılmak üzere ya da nöbet beklemek amacıyla bir sınır bölgesinde murâbata yapar (hazır vaziyette yerleşir) ve istediği zaman bu yerden zahmetsiz olarak ayrılabilirse işte bu kişi murâbıttır ve ribât bekleme sevabına nail olur.»
Yine aynı kaynakta şöyle bir açıklama yapılmaktadır:
«Muhammed b. Atiyya, tefsirinde şunları kaydetmiştir:
«Sözün doğrusu şudur ki, râbıta denen şey, Allah yolunda düşmana karşı mücadele etmektir. Bu kelimenin aslı (atı bir yere bağlamak) demek olan “rıbât“ dan türemiştir. Ondan sonra da ister süvari, ister piyade olsun, İslâm topraklarının sınır boylarında askerlik yapan kimselere “murâbıt" adı verilmiştir.»
“Murâbıt“ teriminin, (sınır boylarında askerlik yapan kimse) demek olduğunu kesinlik derecesinde te'yid eden birkaç hadisi'i şerif de şöyledir:
• «Sınır boyunda bir gün bir gece rıbât yapmak (yani nöbet beklemek) bir aylık süreyi oruç ve namazla ihya etmekten daha hayırlıdır. Ve her kim sınırda, murâbatada bulunurken (yani nöbet beklerken) ölürse bu sevabın aynısına yine nail olur. Aynı zamanda (şehit gibi o da) rızıklandırılır. Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.»
• «Fudâla b. Ubeydillah'dan rivâyet olunduğu üzere Hz. Peygamber (s) şöyle buyurdular:»
«Allah yolunda murâbıt kişi (yani kafirlerin muhtemel bir saldırısına karşı nöbet bekleyen Müslüman) hariç, ölen herkesin defteri dürülür. Ancak murâbıt kişinin ameli kıyamet gününe kadar nemalandırılır (artırılır.) Aynı zamanda mezar içi cezalarına karşı da kendisine güven verilir.»
Araplara ait muteber kaynaklardan yukarıya aktarılan tüm bu bilgilerden sonra bir kez daha hatırlamalıyız ki «evliya»'ya, Araplar tarafından “murâbıt“ denildiği doğru değildir.
Şu var ki Abbasî Devleti'nin parçalanmasından sonra Kuzey Afrika sahillerine dadanan Batılı korsanlara karşı vaktiyle Müslüman berberi milisler, askeri bölgeler oluşturmuşlardı. Buralarda istilacılara karşı murâbatada bulunuyorlardı. Yani İslâm topraklarını korumak amacıyla sahil boylarında nöbet bekliyorlardı. Hatta bir zaman sonra bu berberîler Murâbıtlar adı altında bir devlet bile kurdular. Mistik inanışlara önem verdikleri ve Kur'ânî değerleri yozlaştırdıkları için daha çok bu yüzden Muvahhidler tarafından yıkıldıkları sanılmaktadır.
Çok sonraları Kuzey Afrika sahillerinde egemenlik kuran Osmanlılar'ın etkisi altında bu berberi askerlere ait karargahlar birer tekkeye dönüştü. Bu mekânlarda yaşayan topluluklar, asırların akışı içinde softalaşarak askerî kimliklerini tamamen yitirdiler. İşte bu ilgilerle, Kuzey Afrika Ülkelerinde tarîkatçılara günümüzde de “Murâbıtlar“ adının veriliyor olması cehâletin ve gelenekselliğin sonucudur.
[1] Kurân-ı Kerîm: 3/151
[2] Hz. Peygamber (s)'e yakıştırılan «Rasûl-i Kibriyâ» nitelemesinin, İslâm kaynaklarında hiç bir dayanağı yoktur. Yalnızca Türkiye'deki tarîkatçılar arasında ve onların etkisini yaşayan çevrelerde bu tabir kullanılmaktadır. Akılları sıra Hz. Peygamber (s)'i çok havalı bir övgü ile anmak için bu sentetik duayı tercih etmektedirler. Halbuki Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s)'i, Kurân-ı Kerîm'de: «Nebiy», «Rasûl» ve Rasûlullâh» sıfatlarıyla tanıtmıştır. Nitekim Ashâb-ı Kirâm, Tabiîyn, Selef-i Sâlihiyn ve onları örnek alan tüm İslâm âlimleri O'nu, şânına en çok yakışan bu Kur'ânî sıfatlarla daima anmışlardır.
[3] Muhammed Emîn el-Kurdî, Tenwîr'ul-Qulhub s. 506
[4] Mustafa Fevzi, İsbât’ul-Mesâlik Fi Râbıta'tis-Sâlik s. 25
[5] Mısır Arap Dil Kurumu, birinci basım. Kahire-1980
[6] Luis Ma'lûf el-Yesûî
[7] ALECSO-1989
[8] Muhemmed Rawâsî Qal'aji – Hâmid Sâdıq Qunaibî