Kaynak: Tasavvuf ilmi  ve Ak.Arş.Dergisi, Yıl: 2, Sayı: 5, Ocak: 2001, Ankara

 

  1. Arabi’nin  rical’ül gayb inancı. (S.161)

Bu makalede ilk önce ricâlü'l-gayb telâkkisinin tasavvuf ilmindeki yeri ana hatlarıyla ortaya koyulmaya çalışılacak, bilâhare Muhyiddin ibn Arabî'nin (638/1240) konuya ilişkin görüşleri ele alınacaktır, ibn Arabî'nin görüşleri anla­tılırken, onun ele aldığı ricâlü'l-gayb ile ilgili kavram hakkında yer yer başka müelliflerin görüşlerinden de istifâde ile kısa bilgiler verilecektir. Tasavvuf dü­şüncesindeki ricâlü'l-gayb telâkkisini ortaya koyarken, konuyu İbn Arabî'nin görüşleri ekseninde incelemeyi tercih edişimiz, bu anlayışın son tahlilde onun düşünceleri ışığında sistemleşmiş olmasından kaynaklanmaktadır.

 

 

  1. Tasavvuf dininin kurucusu olan mutasavvıfların rical’ul gayb telakkisi.(S.162)

 

Buna göre Allah, dünyanın cismânî düzenini sağlamak için bazı insanların bir­takım görevler üstlenmesini dilediği gibi, âlemdeki manevî ve ruhanî intizâmın ko­runması, hayırların temini, kötülüklerin giderilmesi için de sevdiği bazı kullarım görevlendirmiştir. Herkes tarafından kolayca tanınmadıkları veya gizli olan hakî-katlere ve sırlara vâkıf oldukları için ricâlü'l-gayb adı verilen bu seçkin kişilerin kendi aralarında bir hiyerarşi vardır. Ancak her mertebedeki ricâlü 'l-gaybın adları ve hiyerarşideki yerleri çeşitli kaynaklarda farklı şekillerde gösterilmiştir. Meselâ, Ebû Bekir Muhammed b. Ali b. Ca'fer el-Kettânî ye (322/934) izafe edilen ri­vayetlerden birinde ricâlü 'l-gayb, aşağıdan yukanya nükabâ, nücebâ, ebdâl, ah-yâr, umud ve gavs şeklinde1 gösterilirken, Muhyiddin ibn Arabî (638/1240) bu hiyerarşinin en altına melâmiyye, muhaddesûn, ahillâ ve ümenâ gibi sayıları bel­li olmayanları da eklemek suretiyle anahatlanyla mustafûn/müctebım, nükabâ, ahyâr, nücebâ, ebdâl, evtâd, imâmân, ve kutub şeklinde sıralamıştır.2 Büyük pey­gamberlerin yerine, onlardan 'bedel'sayılan bu kişiler, "Allah 'ın yeryüzünü kendi­lerine musahhâr kıldığı " kimseler olarak değerlendirilmişler ve "Rabbinin ordu­larını ondan başka kimse bilmez4 âyeti de onlara bir işaret sayılmıştır. Bu zatların, âlemin intizam sebebi olduğuna ve insanların işlerini tanzîm etüklerine inanılır."

 

  1. Kur’an’da bildirilmeyen gizli bir hükumetin var oluşunu hayal eden mutasavvıfların Allah’a karşı iftirası. (S.167)

 

Buraya kadar verilen bilgilerden de anlaşılacağı üzere, bir tasavvuf terimi ola­rak ricâlü'l-gayb; her devirde bulunan ve kendilerine gayb erenleri de denilen, göze görünmeyen ve herkes tarafından bilinmeyen hükûmet-i ilâhiyyenin vekil­leri olan yüce kişilerdir. Üçler, yediler, kırklar, abdallar, üçyüzler adı verilen ba­zı evliya vardır ki bunlar gâibdirler, göze görünmezler, kısa zamanda uzun me­safeler katederle'r.40 Bir başka ifadeyle bu kavram, Allahü Teâlâ'nın temsilcileri olarak şehâdet âlemini, Yani dünyayı yöneten, böylece kendi kozmik ve insanî işlevlerini icra eden insanları ifâde eder.

  1. Mutasavvıf El Hücveri’ye göre rical’ül gayb uydurması. (S.168)

Ali b. Osman el-Cüllâbî el-Hucvirî (470/1077), Keşfü'l-Mahcûbunda ko­nuyla ilgi verdiği bilgilerde, Yüce Allah'ın dergâhında bulunan ve ehl-i hâl ve akdi (bir işin yapılmasına veya yapılmamasına karar veren heyet) teşkil eden ve­lîlerden bir grubun sayısının üçyüz olduğunu ve bunlara ahyâr (hayırlılar) adı verildiğini bildirir. Diğer kırk tanesine ebdâl, sayıları yedi olan velîler topluluğu­na ebrâr (iyiler), dört tanesine evtâd (direkler), üç tanesine nükabâ (murakıp­lar, denetçiler) ve bir tanesine de kutub ve gavs adları verilmiştir. Bunlar birbir­lerini tanırlar ve yapılacak işler hususunda birbirlerinin iznine ihtiyaç duyarlar.

 

 

  1. Zamanla felsefeden ve milletlerin efsane ve hurafelerinden yararlanarak gelişen tasavvuf düşüncesinden rical’ül gayb iftirası. (S.170)

Zamanla felsefeden ve bazı mitolojik unsurlardan da yararlanarak gelişen ta­savvuf düşüncesinde ricâlü'l-gaybin, kâinatın işleyişinde nüfuz sahibi olduğu fikri yerleşerek kozmik anlayış içerisinde mütâlâa edilmeye başlanmıştır. Kendi­lerine metafizik bir hüviyet verilen bu kimseler, diledikleri anda diledikleri yer­de bulunabildikleri gibi, bol yağmur yağması, bereketin artması, zâlimlerin ceza­landırılması, belâların def edilmesi gibi hususlarda da Allah'tan her istedikleri ka­bul olunur.'55' Bunlar arasında erkekler olduğu gibi, kadın olanlar da vardır. An­cak çoğunluk erkeklerden oluştuğu için bunlara ricâlullâh, ricâlü'l-gayb gibi isimler verilmiştir.

 

 

  1. Rical’ül gaybdan sayılan ve hayali olan kutbun şahsında alemlerin rabbı olan Allah’a  yapılan  büyük iftira. (S.171)

Ricâlü'l-gaybi, herşeyin ilâhî isimlerle (esma) olan münâsebetini göz önünde bulundurarak îzah etmek de mümkündür: Meselâ, kutub "Allah" is­mini izhâr eder; çünkü kutub Allah'ın tam manâsıyla fiilîleşmiş, istisnasız bütün ilâhî sıfatları kendisinde toplayan ve temsîl eden suretidir. İki imam "Melik" ve "Rab" isimlerini izhâr eder; yani, âlemi yöneten ve denetleyen olarak "Mutlak" ile âlemdeki herşeyi besleyip büyüten "Sonsuz" varlığı. Dön evtâd "Hayat sahi­bi (Hayy), Bilen (Alîm), Dileyen (Mürîd), Kudret sahibi (Kadir)" isimlerinin teza­hürlerini gösteril. Yedi ebdâlde "Hayat sahibi (Hayy), Bilen (Alîm), Merhametli (Rahîm), Kudret sahibi (Kadir), Lütuf sahibi (Latîf), İşiten (Semî'), Gören (Basîr)" isimlerinin özelliklerini açığa vurur.

 

 

  1. Bir müridin şahsında rical’ul gayb zümresine dahil olmak için uydurulan bir hikaye. (S.172)

Bazı sûfîler, ricâlü 'l-gayb mertebesine ulaşabilmek için maldan, çoluk-çocuk-tan ve nefsten kurtulmayı şart koşarlar. Nitekim bir menkıbede anlatıldığına gö­re,"60" tasavvuf yoluna yeni girmiş bir mürid, ricâlü 'l-gayb zümresine dâhil olmak istediğini, ebdâlden olan şeyhine bildirir; o da manevî kapasitesini iyi bildiği için, müridine bunu başaramayacağını söyler. Mürid ısrarla aynı şeyi isteyince şeyhi ona malından-mülkünken, çoluk-çocuğundan ve nefsinden kurtulmasını tavsiye eder. O da ne kadar malı-mülkü varsa hepsini dağıtır, sonra da karısını boşayarak kendini tamamen ibâdete verir. Birgün şeyh, ebdâl ile bir araya gelir ve hep be­raber bir minareye çıkıp nefslerini orada bırakarak havada uçmaya başlarlar. Her biri arkasındakine: "Toplantı Mekke'de." deyip uçarak oradan uzaklaşır. Meydan­da yalnızca hayretler içerisindeki o mürid kalakalır. Şeyhi ona ebdâle katılmasını söyler; ancak o bunu başaramaz. Şeyhi: "Nefsinden kurtulamadın mı?" diye sor­masına rağmen, yine de uçmayı başaramaz. Şeyhi de onu minarenin başında bı­rakarak diğer ebdâtın peşinden gider. İşte, kim Allah ile beraber olursa, Allah da koruyup kollayıcı olarak onun yanında olur. Ertesi sabah tekrar derse gelen mü­ride şeyhi şunları söylemiştir: "Muhakkak ki senin eşini boşaman ric 'î talâk" ile gerçekleşmiştir; git, karına dön! İşte bunlar da önceden fakirlere dağıttığın malın­dır. Sen ebdâl olmaya ehil değilsin; öyleyse orta yolu tutanlardan ol!"

 

 

 

  1. İbn-i Arabi’nin kutup ile ilgili batıl görüşleri. (S173)

KUTUB: Her zaman bir kişi olup, Allahü Teâlâ'nın nazargâhı konumunda bulunan kutba. Cenâb-ı Hak, kendi katından en büyük ilâhî esrarı vermiştir. Ru­hun bedende dolaştığı gibi o da kâinatın gizli ve açık noktalarında dolaşır durur. Zira evrenin en yüce ve en aşağı mertebelerinde sürmekte olan hayâtın ruhu on­dan feyezan eder. Bir de kutbu'l-aktâblık'" (kendisine sığınıldığı zaman gavsü'l-a'zam da denir) makamı vardır ki bu, Hz. Muhammed'in (s.a.v.) nübüvvetinin bâtını olup, ancak ekmeliyet derecesine ulaşması hasebiyle onun özel veraseti­ni kazanmış olan kimseler bu makama erişebilir."

 

 

  1. İbn-i Arabi’ye göre tasavvufun tanrısı olan kutbun her şeyi idare ettiği yalanı. (S.174-5)

İbn Arabi'ye göre kutub âlemin ruhu, âlem de kutbun bedenidir. Herşey kutbun çevresinde ve onun sayesinde hareket eder; yani herşeyi o idare eder. Kutub, her zaman tüm ahvâl ve makamâtı kuşatıcıdır (cami'). Kutubluk, ya asa­leten veya niyâbeten olur. Ayrıca her beldede ricâlullahtan o beldenin kutbu olan bir kişi bulunur ve o bölgedeki cemaatin şeyhi de onların kutbudur.

Kutubluğun belli bir süre sonra sona erebileceğini, yani kutbun gerekli görü­lürse bu makamdan azledilebileceğini ileri sürenler olmakla birlikte; kutubluk için sınırlı ve belli bir müddet olmadığını, kutbun adaletten hiçbir zaman ayrıl-masının mümkün olmayacağından dolayı makamından azledilmesinin de söz konusu olmayacağını, onun ancak vefat etmesi neticesinde bu makamdan ayrı­labileceğini söyleyenler de vardır….

GAVS: Kendisine iltica edilen ve kendisine sığınıldığı zamanlarda gavs adını alan kutubdur. Bir başka ifâdeyle gavs; yardımcı, imdada yetişen, medet ve nusret veren ve Efendimiz'in (s.a.v.) nûrâniyetinde kendini yok edip o nurla sâhib-i vakt olan veliyyullah demektir. Gavs-ı a 'zam da bütün mâsivâyı unutup Vâcibü'l-Vücûd olan Cenâb-ı Allah ile ünsiyet kuran kimsedir. Yani gaus, ilâhî tecellîlere merkez­lik görevi yapan ve bütün kemâlâtı şahsında toplayan kutubdur. Demek oluyor ki gavslık, kutubluk derecesinden sonra gelen yüce bir makamdır:

Devrin en büyük gavsı, kutbu'l-a'zamdır. Onun duası reddolunmaz. Sıkıntı­sı olanlar kendisine iltica ettikleri için ona gavs denmiştir. Yüce Allah ona ledün ve gayb ilminden çok büyük bir pay vermiştir. Gavs-ı a'zam, -ulvî ve süflî- her varlığa feyiz verdiği gibi, dört büyük meleğin özelliklerini de bünyesinde barın­dırır. İnsanların Kabe'yi tavaf etmeleri gibi, kutbu'l-aktâb'ın kalbi de daima Ce­nâb-ı Hakk'ın tecellîsini tavaf eder. Halka yaptıkları hizmetler sırasında bile Hak ile beraber oldukları hâlde halka göre onlar, vücutları ile dünyanın herhangi bir köşesinde bulunurlar. Her asırda en mübarek ve en mükemmel insan, o zama­nın kutbu olup onun etrafındaki rical (evliya) ise yeryüzünün yine en mübarek ve en mükemmel insanları sayılırlar.

İbn Arabi'ye göre gavs, her zamanda tek olur ve gavslık, biri zahire, biri de bâ­tına hükmeden olmak üzere iki türlüdür. Ancak Hz. Resûlüllâh (s.a.v.) ve dört bü­yük halîfenin hükmü hem zahire ve hem de bâtına geçerdi. Onlardan sonra gelen silsile-i meşâyihten Hasan-ı Basrî, Habîb-i Acemi, Selmân-ı Fârisî ve Bâyezîd-i Bistâmî gibi evliyanın ise zahire değil, yalnızca bâtına hükümleri geçerdi....

 

 

  1. İbn-i Arabi’nin 7 kişi olan abdallara, Allahu Teala 7 iklimin tasarrufununu vermiştir yalanı. (S.178)

İbn Arabi'ye göre ebdâlyedi kişiden fazla veya az olmayıp, Allahü Teâlâ bun­lara yedi iklîminm tasarrufunu vermiştir: Birincisi Hz. İbrahim (a.s.) kademinde olup, birinci iklimin mutasarrıfıdır. İkincisi Hz. Musa (a.s.) kademinde olup, ikin­ci iklîme tasarruf eder. Üçüncüsü Hz. Harun (a.s.) kademinde olup, üçüncü iklî-me tasarruf eder. Dördüncüsü Hz. İdrîs (a.s.) kademinde olup, dördüncü iklime tasarruf eder. Beşincisi Hz. Yûsuf (a.s.) kademinde olup, beşinci iklime tasarruf eder. Altıncısı Hz. İsâ (a.s.) kademinde olup, altıncı iklîme tasarruf eder. Yedinci­si Hz. Âdem (a.s.) kademinde olup, yedinci iklîme tasarruf eder.

 

 

 

 

 

 

 

  1. Muhyiddin-i Arabi Nükaba kalplerden geçeni bilir diye Allah’a iftira ediyor. (S.179)

İbn Arabî, haftanın yedi gününde olacak olayların yedi iklim ve yedi peygamber vasıtasıyla ebdâlm tasarrufuna verildiğini söylemekle bunlar­da birtakım metafizik nitelikler ve güçler bulunduğunu kabul etmektedir.

NÜKABÂ: İnsanların içinden ve kalbinden geçenleri bilen, gizlilik dünyası­nın manevî erleri olarak dâima hazır bulunan kimselerdir. Nükabâ başlıca üç gruba ayrılır. Bunlar; birtakım yüce hakîkatlara vâkıf olan ulvî şahıslar; mahlûkât katındaki süflî şahıslar ve birtakım insanî hakîkatleri bilen orta dereceli (vasatı) şahıslardır. Bu üç gruptan her birinde, Cenâb-ı Hakk'ın gizli emânetleri ve ilâhî sırlar bulunmaktadır. Bunların sayılan üçyüzdür.

 

 

 

  1. İbn-i Arabi’nin : nükaba yeryüzüne gelen her kişinin said veya şaki olduğunu bilir yalanı. (S.179)

İbn Arabî'ye göre ise nükabâ, her zaman on iki olur; az veya çok olmaz. Cenâb-ı Hak, on iki burcun esrar ve ahvâlini bunlara musahhar kılmıştır; burçla­rın ne kadar tesirleri varsa sabit olan o burçlara intikal ettiğini tamamen bilirler ki bazen astronomi (ilm-i hey'et) bilginleri, sabit yıldızların (kendi burçlarındaki hareketlerinin) sırrını bilmekte âciz kalmaktadırlar. Aynı zamanda Allahü Te-âlâ bunlara kalblerde olan bütün gizli sırları ve hâlleri bildirmiştir. Hatta o kadar ilimleri vardır ki; yeryüzüne ayak basan her kişinin saîd mi yoksa şakî mi oldu­ğunu bilirler. Zira Allah, onlara, herhangi bir kişiyi gördüklerinde onun yüzün­deki saadet veya şakâvet izini kolaylıkla tanıyabilme ilmini vermiştir. Ayrıca bu kimseler, nefsin tüm hile ve oyunlarını bilirler ve şeytan da onlar tarafından ko­laylıkla tanınabilir.

 

 

  1. Nüceba tüm mahlukun yüklerini taşır ve sıkıntılarını gidermeye çalışır yalanı(S.179-180)

NÜCEBÂ: Son derece şefkatli ve yaratılıştan merhametli olduklarından, taşıyamadıkları yükümlülükler konusunda halka yardımcı olan nücebâ, insanların işlerini ve durumlarını düzeltmekle görevli bulunan ermiş kimselerdir. Tüm mahlûkâtın yüklerini taşır ve sıkıntılarını gidermeye çalışırlar. Cenâb-ı Hak'tan başkasına bakmazlar. Bunlann kırk veya yetmiş kişi oldukları söylenir. İbn Arabî'ye göre ise nücebâ, her zaman sekiz kişidir; fazla veya az olmaz. Cenâb-ı Hak, kabir ehlinin bütün hâllerini bunlara bildirmiştir. Bunlara bazen öyle bir hâl ge­lir ki altlarında ye üstlerinde kimlerin bulunduğunu dahi bilemezler. Bunlar se­kiz tür ilme sahiptirler ki sekizincisi idrak bilgisidir. Nücebâ, kürsî makamında olup yıldızların seyirleri hakkında yüksek ilimleri vardır.

 

 

 

 

 

 

 

  1. Ricâlü Mearic’ül ûlâ uydurması.(S.185)

RİCÂLÜ MAÂRİCİ'L-ULÂ: Bunlar yedi kişi olup, her nefeste Allahü Teâlâ'ya miraçları vardır ve her miraçta ayrı bir ilim tahsil ederler. Bazıları bunların ebdâlden olduklarını düşünmüşlerdir. Enfüsî âlemin en yüce şahsiyetlerinden olduğu­nu söyleyerek “... ve siz üstünsünüz ve Allah sizinle beraberdir... âyet-i ke­rîmesini onlara işaret olarak değerlendiren İbn Arabî, bu zümreden olan ricâlullâh ile karşılaştığını ve onların hâllerine muttali olduğunu belirtmektedir.

 

 

 

  1. Ricalü tahtel esfel  kainatı diri tutmaktadır yalanı. (S.185)

RİCÂLÜ TAHTE'L-ESFEL: Bunlar on bir kişi olup gıdaları ve hayat kaynakları nefes-i Rahmân'dır. "...Sonra onları aşağıların aşağısına (esfele sâfilîn) gönder­dik... âyetini onlara işaret sayan İbn Arabî, buradaki 'esfele sâfilîn'den kastedi­lenin tabiat âlemi olduğunu ve Allahü Teâlâ'mn bu kişileri o tabiat âlemini hayatta tutmaları için gönderdiğini söylemektedir. Zira aslında tabiat âlemi ölüdür; Allah, bu kişilere bahşettiği nefes-i Rahman ile o âlemi diri tutmaktadır ve böylece kâinat­ta hayat akıp gitmektedir. Şu hâlde Allah'ın dışındaki her şey (mâ-sivAllah) canlılık ile ölüm arasında olup "vücud olarak diri," fakat "hükmen ölüdür. " Cenâb-ı Hak: "İnsan önceden hiçbir şey değilken kendini nasıl yarattığımızı düşünmüyor mu?” buyurmakla buna işaret etmektedir. Zira Allahü Teâlâ insanın "şey'iyyef'i" konusunda ondan, olduğu gibi kendisiyle beraber olmasını istiyor; oysa o bu "şey'iyyet" değildir. Bu yüzden insan “vücûden diri, hükmen ölü”dür.