WİRD VE EWRAD
http://www.sevde.de/islam_Ans/V/57.htm
Gelmek, getirilen su, suya gelen topluluk, su hissesi, kuş sürüsü, ordu, gecenin ibâdet için ayrılan kısmı. Tasavvufi bir tabir "Ve-re-de" fiilinden türetilmiştir. Tasavvuf ilminde, tarikat büyükleri tarafından âyet ve hadislerden de bazı parçalar alınmak suretiyle meydana getirilen hususi dualar için kullanılan bir tabirdir. Çoğulu "evrâd"dır. Evrâd, âyet, hadis ve diğer dualardan meydana gelir.
Çeşitli tarikatların kendilerine göre virdleri vardır ve bunların arasında bazı metod farklılıkları bulunmaktadır. Misâl olarak, Bayramiyye tarikatının pazartesi ve cuma günlerine mahsus olan virdleri şöyledir:
1- İhlas sûresi.
2- Ya Mani, Ya Dafi, ya Muin, iyyake na'budu ve iyyake nesteîn.
3- İnne Rabbî karibun mucib (Hûd, 11/61).
4- İnne Rabbî le semîu'd-dua (İbrâhim, 14/39).
5- İnne Rabbî latîfun li ma yeşa (Yusuf, 12/100).
6- Feseyekfikehumullah ve huvessemîul alim (el-Bakara, 2/37).
7- Subhânellahi ve'l-hamdulillahi ve lâ ilâhe illallahu vallâhu ekber ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billahil aliyyil azim.
Yedi maddede sıralanan bu âyet ve duaların her biri yedi defâ okunur (Mehmed Ali Aynî, Hacı Bayram-ı Veli, İstanbul 1924, 146).
Vird kelimesi Kur'ân'da yalnız bir yerde geçmektedir. Bu kelimenin geçtiği âyetin meâli şöyledir:
"Suçluları da susuz olarak cehenneme sürdüğümüz (gün)" (Meryem, 19/86).
Bu âyette geçen vird kelimesi, alimler tarafından farklı manalar için yorumlanmıştır. Daha çok susuz diye mana vermişler. Bazı alimler de yaya yürümek manasında kabul etmişlerdir. Diğer bazı alimler de, buradaki vird kelimesi için, tek-tek, birer-birer demişlerdir (el-Maverdî, en-Nuketu ve'l-Uyûn, Beyrut 1992, III, 390)
Nureddin TURGAY
============================================================================
VİRD (ZİKİR)’E FARKLI BİR BAKIŞ
http://www.zaman.com.tr/2004/01/02/akademi/h2.htm
İmam Gazâli Hazretleri, İhya’sında herkesin kendine göre virdinin olduğunu ve hâllere göre evrâdın değiştiğini ifade etmektedir. Meselâ ilim adamının kitap mütalaa etmesinin, onu anlatmasının ve yazmasının, bir tüccarın da devamlı ticaret ile meşgul olup kazancının fazlasını tasadduk etmesinin daha makbul olduğunu belirtir. (Gazâli, İhyâ, 1/1008-1010)
Aslında İmam Gazâli Hazretleri’nin söylediği bu hususu Üstad Hazretleri de fiilî dua sadedinde ele alarak değerlendirmektedir. Nitekim fiilî duayı yapmak, kavlî duayı terk etmeyi gerektirmez. Bu değerlendirmeler, me’sûr olarak bize intikal eden, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)’e ait duaların ihmal edilmesi şeklinde de anlaşılmamalıdır.
Ayrıca, umûm evliyâ, asfiyâ ve mukarrabînin katıldığı -Erzurumlular’ın tabiriyle- dua örfânesine az dahi olsa iştirak etme durumu da mevzu bahistir. Belki subjektif denilebilecek bu tespiti delillerle ortaya koymam mümkün olmayabilir; ama vicdanın sezişiyle ben o bereketi hissediyorum. Dua örfânesine katılındığı ve iştirâk-i a’mâl-i uhreviye esasına göre amel edildiği takdirde, eksiksiz olarak bütün sevap aynen herkesin defterine kaydolur. Aynı şey Kur’an, Cevşen, Evrâd-ı kudsiye veya diğer me’sûr dualar için de geçerlidir. Böylece o örfâneye, herkesin elinde olan miktarla iştirâk etmesi, orada zengin bir mâide-i semâviye meydana getirir.
============================================================================
Kalp ve
Ruhun Cilâsı Evrâd u Ezkâr
Prof.Dr Abdulhakim YÜCE
http://www.yeniumit.com.tr/konu.php?konu_id=171&yumit=bolum3
Evrâd, sözlükte "gelmek, çeşmeye varmak, suya gelen topluluk, akan su ve dere"
gibi mânâları olan vird kelimesinin çoğuludur. (Asım ef. 2:52) Kelime zamanla,
gece ibadete ayrılan vakit, Kur?ân'dan her bir cüz, her gün rutin olarak
okunması görev hâline getirilen dua veya zikir gibi anlamlar için de kullanılır
hâle geldi
Kûtu'l-Kulûb sahibi Ebû
Talib el-Mekkî, vird hakkında şu bilgiyi vermektedir: "Vird, gece ve gündüzden
kula uğrayan ve kulun Allah'a yakınlığını sağlayıcı bir faaliyet için ayırmış
olduğu belli zaman dilimlerinin adıdır. Ahiret'te karşısına çıkması için bu
vakitte güzel ameller işler. Bu ameller ya farzdır ya da nafiledir. Gece veya
gündüzün bir vaktinde bunları yapmayı itiyat hâline getirince bu onun virdi
olmuş olur. Vird, dört rekatlık bir namaz veya okunan bir kaç sayfa Kur?ân ya da
iyilik ve takvada birine el uzatıp yardım etmek ve benzeri amellerdir.
Dolayısıyla, belirlenip devam edilen amele vird denir. Bazıları Kur?ân
hiziplerinden kendilerine vird edinirken, bazıları belli sayıda namaz kılmayı
vird edinir. Bir kısmı da, gece ve gündüzü dilimlere ayırarak bazı dilimlerini
Kur?ân okuma, namaz kılma ve tefekkürle geçirirler. Onların da virdi bu olmuş
olur. Gerekli mertebeleri geçen arifler ise, zaman sınırlamasına gitmeden, bütün
vakitlerini bir vird yaparak, sürekli Rabbileriyle beraber olacak bir atmosfer
içinde bulunmaya gayret ederler." (Mekkî, 1:81)
Genel olarak, her gün
okunması âdet hâline getirilen Kur?ân'dan bir miktar ve Hz. Peygamber'den gelen
me'sûr dualarla, salât ve selâma vird denmekle birlikte, gece kılınan namaza da
vird denilmiştir. Nitekim "gece kılmayı âdet edindiği virdine kalkamayıp kaçıran
kimse, gündüz zevalden önce kılarsa aynı sevabı alır." (Müslim, "Müsafirin",
142; Ebû Davud, "Tatavvu", 19) müjdesini bizzat Hz. Peygamber (s.a.s.)
vermiştir. Ayrıca vird, nafile namaz kılma, Kur?ân okuma ve dua etmenin yanı
sıra, tefekkür ve ağlama anlamında da kullanılmıştır. Cüneyd-i Bağdadî'nin
ağlama ve namaz da dahil olmak üzere geceye ait bir virdinin olduğu, bize
aktarılan bilgiler arasındadır. (Kuşeyrî, 291, 298)
Fıtrat dini İslâm, geniş
anlamıyla, yaratılanların Yaratan karşısında takındıkları tavırdır. Kur?ân bu
tavra tesbih, hamd, tekbir ve secde gibi isimler vermektedir. (Ra'd Sûresi,
13/13, İsra Sûresi, 17/44, Nur Sûresi, 24/41) Verilenler, genel kavram olan
ibadet ve/veya duanın çeşitleri sayılırlar. Hattâ, İslâm'ın günde beş ayrı
vakitte edasını emrettiği namaz ibadetini karşılamak üzere Kur?ân ve Hadis'te
kullanılan salât tabirinin sözlük anlamı da duadır. Takdis, secde, tekbir, hamd
ve şükür kavramlarında da yaklaşık bu mâna bulunmaktadır. (Cürcani, "Tesbih"
md.) Nitekim ibâdet ve dua burcunun zirvesindeki İnsan'ın (s.a.s.) ifadesiyle
ibadetin de özü duadır. (Tirmizî, "Daavat", 1)
Belirli bir vakte bağlı
olmayan en ideal dua şekli ise, zikirdir. Kur'ân'ın üzerinde ısrarla durduğu
konulardan biri olan zikir, müştaklarıyla (türevleriyle) birlikte 256 yerde
geçmektedir. Kur'ân'da genellikle lûgat anlamlarına uygun bir şekilde Allah'ı
anmak, O'nu daima hatırlayıp hiç unutmamak mânâlarına kullanıldığı gibi, namaz
(Ankebût Sûresi, 29/45, Cuma, 62/9) ve Kur?ân (Hicr Sûresi, 15/9) gibi
anlamlarda da kullanılmıştır. Üç âyette zikr-i kesir emri vardır. (Al-i İmran
Sûresi, 3/41; Ahzap Sûresi, 33/41-42; Cuma Sûresi, 62/10) Bir âyette mü'minlerin
ayakta, oturarak ve yanları üzere yatmışken Allah'ı zikrettiği belirtilmektedir.
(Al-i İmran Sûresi, 3/191) Bir başka âyette, "Sabah ve akşam Rabbini, içinden
yalvararak, ürpererek ve yüksek olmayan, kendinin işitebileceğin bir sesle
zikret, gafillerden olma!" (A'raf Sûresi, 7/205) lafızlarıyla anlatılan zikrin,
gafletin zıddı olduğu "Unuttuğunda hemen Rabbini an" (Kehf Sûresi, 18/24)
âyetiyle teyit edilmektedir. Bir diğer âyette, " Ey iman edenler! Ne mallarınız,
ne evlâtlarınız sizi Allah'ı zikretmekten alıkoymasın!" (Münafikûn Sûresi, 63/9)
diye emredilirken, bir başka âyette ticaret ve alış verişin kendilerini Allah'ın
zikrinden alıkoymadığı kişiler rical(yiğit) olarak tavsif edilmektedir. (Nûr
Sûresi, 24/37) Bir yandan kalplerin ve gönüllerin ancak zikr-i İlahî ile
itminana ulaşabileceği vurgulanırken, (Ra'd Sûresi, 13/28) diğer yandan, Hakk?ın
zikrinden yüz çevirenin sıkıntılı bir hayatla imtihan edileceğine (Ta-Ha Sûresi,
20/124) dikkat çekilmektedir.
Dikkat edilirse Kur'ân,
sadece zikir için bir sınır koymayıp çok kelimesini kullanmaktadır. Diğer bütün
ibadetler bir yönüyle sınırlandırıldığı hâlde, zikir için zaman, mekân ve
pozisyon ayırımı yapılmadan âdeta sınırsızlaştırılmıştır. Öyle olması gayet
tabiidir; çünkü zikir, perdelerin bütününü kaldırarak Kudreti Sonsuz'la irtibat
kurmanın en ideal şeklidir.
Zikrin özelliklerinden
biri de, ona zikirle mukabele edilmiş olmasıdır. Allah (c.c.) "Beni zikrediniz
ki, Ben de sizi zikredeyim" (el-Bakara Sûresi, 2/152) buyurmuştur.
Zikrin fazileti hadislerde
de dile getirilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.), bir hadiste Rabbisini zikredenle
etmeyeni diri ile ölüye benzetir. (Tirmizî, "Daavat", 67) Diğer bazı hadislerde
ise, şöyle buyurur: "Size amellerinizin en hayırlısını söyleyeyim mi? Allah'ı
zikretmek." (Tirmizî, "Daavat", 6) "Bir topluluk oturup Allah'ı zikrederse,
melekler onları kuşatır, rahmet onları kaplar." (Müslim, "zikir", 8) "Cennet
bahçelerini gördüğünüz zaman orada yiyiniz, içiniz, yararlanınız." Efendimiz
(s.a.s.), "Cennet bahçeleri nedir"? sorusuna: "Zikir meclisleri." diye cevap
vermiştir." (Tirmizî, "Daavat", 82)
Hz. Peygamber (s.a.s.),
farklı zaman ve mekânlarda zikir ve dua ile uğraşmış ve bunu Müslümanlara
tavsiye buyurmuştur. Meselâ O, her gece, İsra ve Zümer sûrelerini okurdu.
(Buharî, "Tefsir, 17", 1, 21) Daha sonra da değineceğimiz gibi, seherlerde dua,
istiğfar ve gözyaşı, O'nun hayatında sıkça görülen amellerdi.
Bu uygulamalar, İslâm'ın
ilk asırlarında, özellikle hadisçiler arasında "amelu'l-yevm ve'l-leyl" (gündüz
ve gece ibadeti) adıyla bir kitap türünün meydana gelmesine vesile olmuştur.
Günlük evrâd üzerinde
hassasiyetle duran kesim, en başta tasavvuf ehlidir. Kuşeyrî'nin verdiği bilgiye
göre Nasrâbâzî, tasavvufun vazgeçilmez esaslarını sıralarken "vird ve zikre
devam etme" maddesini ilave etmiştir. (Kuşeyrî, 173) Aziz Nesefî (700/1300) de,
tasavvufî hayatın sekiz edebini sayarken, belli vakitlere tahsis edilen evrâdı
ihmal etmemeyi, özellikle tavsiye eder. (Cilî, 181) Yolculuk gibi sıkıntılı
zamanlarda, bekârın evliliğinden sonra, hattâ cephede ve ölüm yatağında dahi
günlük evrâdı terk etmemeye özen gösteren sûfîler, feyzin gelmesini belli
dualara bağlamışlar, "virdi olmayanın varidi olmaz" demişlerdir. Onun için
Ataullah el-İskenderanî (709/1309) virdi "Allah'ın kuldan istediği şey", varidi
ise, "kulun Allah'tan beklediği şey" olarak tarif etmiştir. (İskenderanî, 26,
29)
Tarikat mensupları
arasında yaygın olan en hacimli evrâd ve dua kitabı, Ahmet Ziyauddin
Gümüşhanevî'nin
(1813-1893) Mecmuatu'l-Ahzab adlı üç ciltlik derlemesidir (İstanbul 1311).
Yaklaşık 2000 sayfa hacmindeki bu eserde Peygamber Efendimiz, dört halife ve
sahâbelerden başka hizib ve virdleri bulunan bazı sûfîler şunlardır:
İbnu'l-Arabî (638/1240), Ebû'l-Hasan eş-Şazelî (656/1258), İbrahim ed-Desûkî
(693/1295), Gazzalî (505/1111), Muinu'd-Din-i Çiştî (633/1236), Şahabeddin
es-Suhreverdî (632/1234), Husameddin-i Uşşakî, Sa'deddin-i Cibavi, Abdulkadir-i
Geylanî (562/1160), Abdulğanî en-Nablûsî (1143/1731), Bahâddin Nakşibend
(791/1389), Mevlana Celaleddin-i Rumì (672/1273), Ahmed er-Rifaî (578/1183),
Ahmed el-Bedevî (675/1276), Zeynuddin-i Hafî (838/1435).
Evrâd ve ezkâr kitapları
arasında Nevevî?nin (1233-1277) Ezkâr-ı Nevevî diye tanınan Hilyetu'l-Ebrar adlı
eserinin de (Dimaşk 1971) önemli bir yeri vardır. Nevevî'nin eseri gibi çok
okunan evrâd kitaplarından biri de Muhammed b. Süleyman el-Cezûlî (870/1465)'nin
Delâilu'l-Hayrat'ı (Kara, 11:533) diğeri de Ehl-i Beyt tarikiyle Peygamber
Efendimiz?e nisbet edilen Cevşen'dir.
Farsça asıllı olduğu kabul
edilen cevşen kelimesi, sözlükte bir tür zırh, savaş elbisesi anlamına
gelmektedir. Cevşen, Musa el-Kazım, Ca'fer es-Sadık, Muhammed el-Bakır, Ali
Zeynülabidin, Hz. Hüseyin ve Hz. Ali tarikiyle Peygamber Efendimiz?e nisbet
edilir. Cevşen, her biri Allah'ın isim ve sıfatlarından on tanesini ihtiva eden
100 bölümden ibaret uzunca bir dua veya münacattır. Duanın tamamı Allah'a ait
250 isim ve 750 sıfatı muhtevidir. Bütün bu münacatların ana gayesi, dünya
afetlerinden ve Âhiret azabından kurtuluşu niyaz etmektir. (Aydüz, Yeni Ümit, s:
51, s: 32-27)
Evrâdın, tasavvuf yoluna
girmiş müridin kabiliyet ve ruhî durumuna göre tesbit edilmesi, en önemli
noktalardan birisidir ve mürşidin görevleri arasındadır. Yaz ve kış aylarına,
gecelerin kısa ve uzun olmalarına göre virdleri ve muhtevalarını değiştiren
mürşidler de olmuştur. Nitekim Gazalî de evrâdın, şahsın durumuna ve yaşanılan
zamana uygun değiştiğini söyler. O, ayrıca mü'minleri, âbid, âlim, öğrenci,
zanaatkâr (işçi-esnaf-çiftçi, sanatkâr vb), kamu hizmeti gören memur ve
bütünüyle kendini Allah'a veren muvahhid olmak üzere altıya ayırır ve "Bil ki,
Âhiret yolcusu olup Allah için çalışan kimse bu altı durumdan birinde bulunur,"
diyerek, bu sınıfların virdlerinden söz eder. Ona göre âbid, bütün gününü
değişik ibadetlerle geçirmelidir. İlim adamının her türlü ilmî faaliyeti,
farzları ve farzlara tabi sünnetleri yerine getirmesi şartıyla, en yüce ve
makbul evrâdı oluşturur. Öğrenci için ilim öğrenmek, zikir ve nafilelerle
uğraşmaktan önce gelir. İşçinin çalışması, zenaatkârın iş üretmesi de onların
evrâdı cümlesinden sayılır, elverir ki farzları ve onlara tabi olan sünnetleri
kaçırmasınlar. (Gazalî, 1:450)
Evrâdla ilgili
vurgulanması gereken noktalardan birisi de, mürşidin kontrolünde vird edinmenin,
tasavvuf yoluna intisap etmiş olanlara has olduğu gerçeğidir. Bunun dışında
kalanlar, Kur?ân ve Sünnet'in gösterdiği genel çerçeve içinde, bir mürşide
intisab etmeden de vird edinme imkânına sahiptirler. Hattâ bunun, her Müslüman
için bir gereklilik olduğunu söylemek de mümkündür.
Hadis âlimlerinden
Abdüssamed ibn Süleyman, bir hatırasında şunları anlatır: "Ahmed ibn Hanbel'e
misafir olmuştum. Odama su koydu. Sabahleyin suyu kullanmadığımı görünce "Virdi
olmayan nasıl hadisçi olabilir?" diyerek hayretini ifade etti. Misafir olduğumu
söyleyince, "Misafir ol! Mesruk hacca gelmişti, o da misafirdi, ama geceleri
sadece secdede uyurdu." dedi.
Tarikat şeyhi olmamasına
rağmen, engin bir manevî hayat yaşayan Bediuzzaman Said Nursî, istisnasız her
gece virdini okuyunca, günlük çalışmalarının verdiği usanç ve yorgunluktan bir
eser kalmadığını ve bunu yüzlerce defa müşahede ettiğini ifade eder. (Kastamonu
Lâhikası, 228) Onun virdi için ise şu açıklama yapılmaktadır: "Üstad, geceleri
Kur?ân-ı Kerim'den vird edindiği süreleri, Resûl-ı Ekrem'in meşhur münacatı olan
el-Cevşenu'l-Kebir'i, Şah-i Geylanî ve Şah-i Nakşîbendî gibi evliyanın
büyüklerinin münacat ve hiziblerini, salâvat-ı nuriyeleri, bilhassa Risale-i
Nur'un menbaı olan Hizbu'n-Nuriyeyi, âyât-ı Kur?ân'iye'nin lemaatı olan ve bir
tefekkür zinciri oluşturan ve Yirmi Dokuzuncu Lem'a'da toplanan hizib ve
münacatları okurdu." (Tarihçe-i Hayat, 168)
Said Havva, ortalama bir
virdi "gece ibadeti, farzları cemaatle kılma, kuşluk ve revatip sünnetlerini
kılma" şeklinde açıklarken (Havva, 170), Fethullah Gülen Hocaefendi de, evrâdı
terk etmeyi içte bozulmanın alâmeti sayarak şöyle der: "İçte değişikliğe
uğramanın bir diğer emaresi de, evrâd u ezkârı ve günlük hizbimizi okumayı,
değişik sâiklerle de olsa terk etmektir. Dine hizmet ediyoruz, koşturuyoruz diye
evrâd u ezkâr rafa konmuş durumda. Oysa ki, Tabiûn ve Tebeu't-Tabiin'e
baktığımızda, her türlü vazife ve sorumluluklarının yanında evrâdı hiç terk
etmediklerini görüyoruz." (Fasıldan Fasıla, 1:115)
Vird Çeşitleri
veya Şekilleri
Öyle anlaşılıyor ki,
tertipli ve düzenli evrâda sahip ve bir mürşidin izni ve gözetimi altında
zikreden tasavvuf ehlinin dışında kalan mü?minler de, vird sahibi olmalıdırlar.
Zira Allah'ı anmak, bütün mü'minlerin görevi ve manevî zevkidir. Bunun nasıl
yapılacağı, zamanı ve kapsamı konusu ise Kur?ân ve hadis kitapları ışığında
kısaca şöyle açıklanabilir:
1. Kur?ân Okuma:
Zikrin en olgunlaştırıcı şekli ve her
mü'mine uygun olan tertibi şüphesiz Kur?ân'dır. Çünkü O, Allah tertibi olduğu
için, bütün kulların arzu ve ihtiyaçlarına en güzel biçimde cevap verir.
Dolayısıyla Kur?ân, hiç olmazsa ayda bir, baştan sona okunmalıdır.
2. Peygamber
Efendimiz'e Salât ve Selâm Getirme:
Kur'ân-ı Kerim, Peygamber Efendimiz'e salât ve
selâm getirmeyi, hem Allah ve meleklerinin fiili, hem de Allah'ın bir emri
olarak tespit buyurur: "Muhakkak ki Allah ve melekleri, Peygamber'e hep salât
ederler. Ey iman edenler! Siz de O'na salât edin ve tam bir içtenlikle selâm
verin." (Ahzab Sûresi, 33/56) İslâm âlimlerine göre Resûlullâh'ın ismi
zikredilince bir defa salât ve selâm getirmek vâcip, isminin tekrar edilişi
sayısınca getirmek ise müstehap sayılmıştır. (Cessas Sûresi, 5/243; Elmalılı,
6/333) Keza namazda, tahiyyattan sonra, O'nun isminin geçtiği ve yazıldığı
yerlerde, ezan okunduğunda, cuma günlerinde, camiye girildiğinde, cenaze namazı
kılınırken, kabri ziyaret edildiğinde salât u selâm okumak müstehap kabul
edilmiştir. (Akgül, 128)
Peygamber Efendimiz?den
rivâyet edilen bir çok salavât-ı şerife bulunmaktadır. Her mü'min günlük olarak
belli sayıda salavât okumayı alışkanlık hâline getirebilir. Ali ibn Sultan
el-Kari tarafından tertip edilerek basılan ve haftanın her günü için ayrı dua ve
virdleri ihtiva eden el-Hizbu'l-A'zam adlı mecmua, cuma günü virdini salavât-ı
şerifelerden oluşturmuştur. Bu ve benzeri mecmuaları takip etmek mümkündür.
Ayrıca bazı bölgelerde namazlardan sonra yapılan tesbihâtın tamamlayıcı bir
unsuru olarak salavât okunmaktadır. Tesbihâtta bir sınırlama olmadığına göre,
özellikle yalnız başına namaz kılanların bunu uygulaması mümkündür.
3. Namaz Tesbihâtı:
İslâm'ın ilk dönemlerinden itibaren özellikle cemaatle kılınan farz namazlardan
sonra hemen hiç terk edilmeden okunan ve hemen her Müslüman'ın ezbere bildiği
tesbihât, âyet, tesbih, tahmid, tekbir, salât, dua ve Allah'ın isimlerinden
oluşan ve terk edilmemesi gereken mükemmel bir virddir.
4. Gece İbadeti:
Başta teheccüd namazı olmak üzere, gece ibadeti kapsamına giren hususlar, vahyin
nazil olduğu ilk dönemlerden itibaren vazgeçilmez birer ibadet ve Allah'ın rıza
ve yakınlığını kazanma yolu olarak görülmüş; dinî hassasiyeti olan her mü'min
tarafından titizlikle takip edilmiştir. (Yüce 2000)
5. Belli Zamanlarda
Okunan Dualar: Yukarıda saydığımız
hususların tamamı birer duadır. Ayrıca belli zamanlarda okunan dualar
bulunmaktadır. İslâm âlimleri, Kur?ân ve me'sur hadislerde geçen duaları
mecmualar şeklinde tertip etmiş ve hemen her dilde okunabilecek şekilde
basmışlardır. Bunlar sabah kalkarken, camiye girerken, bir belâ ânında, yatağa
uzanırken vs.. hemen her durum için kısa ve kolay ezberlenecek dualardır. Bir
bütün hâlinde bu duaları da birer vird sayabiliriz.
6. Nafile Namazlar:
Farzlarla beraber kılınan sünnetlerin dışında Kuşluk Namazı, Evvabin Namazı gibi
nafile namazlar da her mü'minin yapabileceği birer vird olarak sayılmışlardır.
En azı iki rekat olan bu namazlar, Efendimiz'in uygulamaları ışığında daha fazla
da kılınabilir.
Ayrıca tefekkür, muhasebe
ve ona eşlik edecek olan gözyaşı, yukarıda kısaca özetlediğimiz virdlerin
tamamlayıcı unsurlarını oluştururlar. Günlük uğraşıların ezici yorgunluğundan
kurtulabilmek için böyle bir vird, hayatın, özellikle de ruh hayatının düzen ve
sağlığı için vazgeçilmez bir faaliyet olacaktır. Gün boyunca çarşı, pazar ve
işyerlerinde alınan manevî yaraların tedavisi, başka nasıl mümkün olabilir ki..?
Kaynaklar
Abdulhakim Yüce,
Gece İbadeti, İstanbul, 2000; Abdülkerim el-Cilî, İnsan-ı Kâmil; Abdülkerim
el-Kuşeyrî, Risale; Asım Efendi, Kamus Tercümesi, c: 2; Ataullah el-İskenderanî,
Tasavvufî Hikmetler; Cürcanî, Ta'rifat; Davut Aydüz, "Cevşen Üzerine", Yeni
Ümit, sayı: 51; Ebû Bekir Ahmed ibn Ali el-Cessâs, Ahkâmü'l-Kur?ân, 5/243;
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur?ân Dili, c: 6; Ebû Talip el-Mekkî,
Kûtu'l-Kulûp, c: 1; Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla, c:1; İmam Gazalî, İhyâ, c:
1; İrfan Gündüz, Gümüşhanevî; Muhittin Akgül, Kur?ân'da Hz. Peygamber; Mustafa
Kara, "Evrâd", DİA, c: 11; Said Havva, Ruh Terbiyemiz; Said Nursî, Kastamonu
Lâhikası; ayrıca Tarihçe-i Hayat.
==============================================================================
(Yeni Ümit Dergisi)
Farsça asıllı olduğu kabul edilen Cevşen kelimesi sözlükte "bir tür zırh, savaş elbisesi" anlamına gelmektedir. Terim olarak Şiî kaynaklarında Ehl-i Beyt tarîkıyle Hz. Peygamber'e isnad edilip Cevşen-i Kebîr ve Cevşen-i Sagîr diye bilinen, metinleri birbirinden farklı uzun bir duânın adıdır.
Cevşen-i Kebir:
Diğerine nisbetle çok daha meşhûr olup (Cevşen) denilince genellikle bu duâ akla
gelir. Musâ el-Kâzım - Ca'fer es-Sâdık - Muhammed el-Bâkır - Zeynelâbidîn - Hz.
Hüseyin ve Hz. Ali tarîkıyle Hz. Peygamber'e isnâd edilir.
Anlatıldığına göre Asr-ı saâdet'te cereyan eden savaşların birinde (bir
rivâyette Uhud'da) muharebenin kızıştığı ve üzerindeki zırhın kendisini
fazlasıyla sıktığı bir sırada Hz. Peygamber ellerini açarak Allah'a duâ etmiş,
bunun üzerine gök kapıları açılarak Cebrâil gelmiş ve "Ey Muhammed! Rabbin sana
selâm ediyor ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu duâyı okumanı istiyor. Bu duâ hem
sana hem de ümmetine zırhtan daha sağlam bir emniyet sağlayacak." demiştir.
Olayla ilgili Şiî kaynakları, Cebrâil'in Hz. Peygamber'e söz konusu duânın önemi
ve fazîletiyle ilgili geniş bilgi verdiğini de kaydeder.
Cevşen-i Kebîr, her biri Allah'ın isim ve sıfatlarından on tanesini ihtivâ eden yüz bölümden ibaret uzunca bir duâdır. Her bölümün sonunda "Sübhâneke yâ lâ ilâhe illâ ente'l-emâne'l-emân hallisnâ/ecirnâ/neccinâ mine'n-nâr" (Sübhânsın yâ Rab! Sen'den başka yoktur ilâh! Emân diliyoruz Sen'den, Koru bizi Cehennem'den!) ibaresi tekrarlanmaktadır. Bu yüz bölümden yirmi beşinin başında "ve es'elüke bi-esmâik" ibaresi bulunmakta ve "yâ Allah, yâ Rahmân, yâ Rahîm" şeklinde Allah'a ait isimleri ihtiva etmektedir. Bu ifade ile başlayan her bölüm arasında ise genellikle üç paragraf hâlinde "Yâ hayra'l-Gâfirîn" ibaresiyle başlayıp devam eden değişik münâcatlar şeklinde duâlar yer alır. Böylece duânın tamamı Allah'a ait iki yüz elli isim ile yedi yüz elli sıfat ve münâcâtı kapsamış olur. Bütün bu münâcatların ana gayesi, duânın muhtevasından ve her faslın sonunda tekrarlanan "el-Emân el-Emân hallisnâ mine'n-nâr" ifadesinden de anlaşılacağı gibi, dünya âfetlerinden ve âhiret azabından kurtuluş niyaz edilmektedir.
Cevşen-i Kebîr özellikle Şiî dünyasında oldukça rağbet görmüş, gerek müstakil olarak, gerekse çeşitli duâ mecmuaları içinde birçok defa basılmış ve şerhleri yapılmıştır.
Muhtevasının güzelliği, ifadelerinin akıcılığı ve okunduğunda elde edilebilecek dünyevî ve uhrevî iyi sonuçlara dair rivayetlerin çokluğu sebebiyle olacaktır ki Cevşen-i Kebîr Türkiye'de bazı Sünnî müslümanlar arasında da ilgiyle karşılanmıştır. Duâyı Ahmed Ziyâeddin Gümüşhânevî, tarikata dair birçok evrâd ve ezkârı derlediği Mecmûatü'l-Ahzâb adlı eserinde nakletmiş, daha sonra özellikle Risâle-i Nûr talebeleri tarafından müstakil olarak birçok defa basılmış ve Türkçe'ye de tercümeleri yapılmıştır.
Şiî kaynaklarında zikredilen metinle bu eserlerdeki metin arasında bazı bölümler ile isim ve sıfatların sıralanışında takdim ve tehirler, bazı kelime ve harflerde değişiklikler, özellikle bölümlerin başlangıç ve bitimlerinde tekrarlanan cümlelerde eksiklik veya fazlalıklar göze çarpmaktadır. Yine bu kitaplarda 100. bölümden sonra zikredilen ve "Allahümme rabbenâ" diye başlayan kısım da rivâyetin aslında mevcut değildir. Bu farklılıklar, Türkiye'de basılan kitapların duâyı Şiî kaynaklarından değil, Mecmûatü'l-Ahzâb'da rivâyetin aslına ve kaynağına işaret edilmeden nakledilen metinden almalarından kaynaklanmaktadır. Cevşen-i Kebîr'in Süleymaniye Kütüphanesi'nde müstensihi ve istinsah tarihi bilinmeyen bir nüshası mevcuttur(el-Cevşenü'l-Kebîr, Hacı Mahmud Efendi, nr.1986/4, vr.62a-77b).1
Cevşen İle İlgili Bazı
İddialara Cevaplar
a. Rivâyet yönüyle
yapılan tenkit:
Bu konudaki tenkit: "Cevşen'in Sünnî kaynaklarda bulunmaması, Şiîler'ce muteber
kabul edilen Kütüb-ü Erbaa'da bulunması, bunun uydurma olduğunu gösterir"2
şeklindeki iddiadır.
Cevşen ile ilgili rivâyetlerin, hadîs usûlünde kabul edilen rivayet usulleri ve özellikle hadîsin kabulünü gerektiren mütevâtir, sahih, hasen kategorileri içerisinde olmaması, Cevşen'in sıhhatine gölge düşürmüştür. Üstelik bunun Musâ el-Kâzım - Ca'fer es-Sâdık - Muhammed el-Bâkır - Zeynelâbidîn - Hz. Hüseyin ve Hz. Ali tarîkıyle Hz. Peygamber'e isnâd edilmesi, yani hep Şiâ'nın sahip çıktığı şahsiyetler yoluyla intikali, Sünnî dünyanın bu rivayeti göz ardı etme neticesini vermiştir. Yalnız bu husus, sened tenkidi açısından yapılan bir değerlendirmedir. Bunun ise Cevşen'in mana ve muhtevasına menfî yönden bir tesirinin olması düşünülemez. Ayrıca, Hz. Ali veya ondan sonraki dönemler içinde çıkan Sünnî-Şiî ihtilâfı sadece Cevşen değil, sayılamayacak kadar çok sahih hadislerin gerek Sünnî, gerekse Şiî kaynaklarında yer almamasına neden olmuştur. Öyleyse bazılarının ortaya çıkıp "Cevşen'in Sünnî kaynaklarda bulunmayıp, sadece, Şiîler'ce muteber kabul edilen Kütüb-ü Erbaa'da bulunması, bunun uydurma olduğunu gösterir"3 demelerinin aklî, mantıkî ve İslâmî bir temeli olmasa gerektir. Bu konuda Sünnî ve Şiî dünyasının hadîs usûl kitapları, hadîsi kabul (ahz-ı hadîs) şartları açısından incelense ve elde edilen bilgiler ışığında hadîs kitapları mukâyese edilse, karşımızda Cevşen örneğinde olduğu gibi birçok sahih hadîsin çıkacağı muhakkaktır. Fakat ne yazık ki, Şünnî-Şiî ihtilâfı ve mezhep taassubu bu tür bilgilerin sadece Sünnî veya sadece Şiîler'in malı olmasını sağlamıştır.
Bu konuda son olarak şunu söyleyebiliriz; Gümüşhanevî hazretlerinin Mecmûatü'l-Ahzâb adlı eserinde Cevşen'i nakletmesi ve Bediüzzaman hazretlerinin de bu duâyı Mecmûatü'l-Ahzâb'ın içinden çıkartıp talebelerine vird ü zebân etmelerini emretmesi, bu zatların senet açısından yukarıda ifade edilen olumsuzluklara rağmen, bunu kabullendiklerini gösterir.4
Metin tenkidinde bulunanlara da kısaca şöyle diyebiliriz; acaba Cevşen'in metninde Kur'an'a zıt birşey var mıdır? Hayır, bilâkis, Bediüzzaman'ın ifadesiyle Cevşen'in Kur'an'a zıt olması bir yana, o bizzat Kur'an'dan alınmış bir duâdır. "Yani, bin bir esmâ-i ilâhiyeye sarîhan ve işâreten bakan ve bir cihette Kur'an'dan çıkan bir hârika münâcat olan ve marifetullahta terakkî eden bütün âriflerin münâcâtlarının fevkinde bulunan...(bir duadır)."5
b. Fazîletiyle İlgili
Uydurma Rivâyetler Yönünden Tenkit:
Şiî kaynaklarına dayalı olarak rivâyet edilen Cevşen'in faziletine dair bazı
hadisler, ehl-i sünnet'in prensipleri doğrultusunda kabule şâyan değildir.
Meselâ, "Cevşen'i okuyan dört semavî kitabı okumuş gibi olur", "Bunu okuyan asla
Cehennem'e girmez" veya "Üzerinde Cevşen yazılı kefenle gömülen kişi kabir azabı
görmez"... gibi. Yalnız bu ve benzeri rivayetlerin hepsinin Allah Rasûlü'ne
isnad edilmemekte olduğunu da bilmekte fayda vardır. İhtimal bunları bu duâya
kudsiyet kazandırma düşüncesiyle -ehl-i beyt imamları kanalıyla geldiği için-
bazı ifratkâr kişiler uydurmuş olabilir. Fakat Cevşen'in fazîletine ait aşırı
dozda kabul edilebilecek bu şeyler Cevşen'in aslına, mahiyet ve muhtevasına yani
onun hâlis duâ olma özelliğine halel verecek değildir. Bir diğer ifadeyle
fazileti hakkında söylenen bu sözler dolayısıyla "Cevşen uydurmadır" demenin
hiçbir mantıkî ve İslâmî dayanağı yoktur.6
c. Bu Kadar Uzun Bir Duânın Ezberlenerek Rivâyet Edilmesi Mümkün Değildir İddiası:
Bu husustaki tenkit ise: "Hz. Peygamber (s.a.s.)'e nisbet edilmiş bir hadîs olarak rivayet edilen yaklaşık on beş sayfalık metnin sahih olması mümkün görünmemektedir. Zira bu metin, bilinen bir olayı, bir kıssayı veya tarihî bir vakayı anlatan, hafızada tutulması kolay metinlerden farklı olarak her kelime ve cümlesinin büyük bir titizlikle zaptedilip tekrarlanması, Hz. Peygamber'den alınıp rivayet edilmesi imkânsız denecek kadar güçtür"7 şeklindeki iddiadır.
Bu konu ile alâkalı uzun açıklamalarda bulunulabilir. Ezcümle: Hadîs rivayetinde kabullenilen prensipler açısından, sahabe-i kirâm'ın öncelikle hassasiyeti, öte yandan hepsinin birer hafıza dahisi olduğu, şifahî kültür diye adlandırabileceğimiz bir şekilde, metinlerin aynıyla nesilden nesile intikali -ki bunların hepsi en ince ayrıntılarına kadar hadîs usûlü kitaplarında ele alınmış ve anlatılmıştır- açısından Cevşen ilmî bir incelemeye tabi tutulabilir. Buna göre Cevşen'in metin yönüyle sahih olamayacağına gerekçe olarak getirilen bu sözlerin, İslâmî bir temeli yoktur. Bu konuda vak'alar kendi dilleriyle bu gerekçeyi yalanlamaktadır. Zira hadis kitaplarında, kelimesi kelimesine aynı çıkan nice farklı ravilerin rivayet ettikleri hadisler vardır. Bunlardan hareketle Cevşen'i de içine alacak şekilde bir genelleme yapmak elbette doğru olmaz. Fakat bu durum meseleye en azından ihtiyatlı bir şekilde yaklaşmamızı icab ettirir. Ezbere yapılacak olan bu tür indî ve şahsî yorumlar, tahminler, kanaatler ilmî usûl ve adaba yaraşmayan şeylerdir.8
Ayrıca, hadisleri bize rivayet eden devâsâ kametler, aynı zamanda maneviyat âlemlerinin sultanları -derece farkı mahfuz- hükmündedirler. İslâm'ın derunî hayat adına getirdiği prensipleri, hiç ödün vermeden tatbîk eden bu insanların "geceleri gündüz" kadar aydındır. Bizim idrak ufkumuzun çok ötesinde bu büyük insanlar, Allah Resûlü ile manevî bağlarını daima muhafaza etmişlerdir. Değil rüyada, yakazaten Nebiler Sultanı ile defaatla görüştüklerini, sıhhati üzerinde şüphe edilen bir hadîsi Efendimiz'e arz edip, cevap aldıklarını bizatihi kendileri bizlere ifade etmişlerdir. Yalnız hemen belirtelim, bu tür bilgiler, İslâm'ın genel geçer kaidelerine göre objektif değil, sübjektiftir. Yani bunların inanç ve amel platformunda bağlayıcılıkları bahis mevzuu değildir. İnanan inanır, gereğine göre amel eder; inanmayan da günaha girmez ama büyük bir hayır kapısını kendi elleriyle kendi hakkında kapatmış olur.9
Cevşen'in uzunluğundan dolayı kelimesi kelimesine ezberlenip rivayetini uzak görenlerin gözden kaçırdıkları bir konu da; Cevşen'den çok daha uzun olan ve genellikle küçük yaşta Kur'an'ın ezberlenmesi meselesidir. Bu kadar uzun bir metni âdeta noktası ve virgülüne kadar, bir harekesini dahi yanlış okumadan -hatta kurrâ olanlarının kıraât farklılıklarına varıncaya kadar- ezberlemeleri ve genellikle unutmamaları; bir çok yeri itibariyle Kur'an metnine benzerlik arz eden ve Kur'an'dan âyetler olan Cevşen gibi uzunca bir duânın da rahatlıkla ve daha kolay bir şekilde ezberlenebileceğinin açık bir delilidir.
Bediüzzaman Said
Nursî'nin Cevşen İle İlgili Görüşleri
a. Bediüzzaman, el-Cevşenü'l-Kebîr'in öncelikle Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
duâsı olduğunu ve onu okuduğundan kısaca şöyle bahseder:
- "Öyle de, çok esmâya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara müptelâ olan insan, münâcâtında, istiâzesinde çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahri ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, el-Cevşenü'I-Kebîr namındaki münâcâtında bin bir ismiyle duâ ediyor, ateşten istiâze ediyor".10
- "(Hz. Peygamber Aleyhisselâm'ın), hem binler dua ve münâcâtlarından el-Cevşenü'l-Kebîr ile, öyle bir marifet-i Rabbaniye ile, öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki, o zamandan beri gelen ehl-i marifet ve ehl-i velâyet, telâhuk-u efkârla beraber, ne o mertebe-i marifete ve ne de o derece-i tavsîfe yetişememeleri gösteriyor ki, duâda dahi onun misli yoktur. Risâle-i münâcâtın başında el-Cevşenü'l-Kebîr'in doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir meâlinin beyan edildiği yere bakan adam, "Cevşen"in dahi misli yoktur diyecek."11 Böylece Bediüzzaman Cevşen'in rivayet olarak Hz.Peygamber'e isnadının sahih olduğunu kabul etmiş olmaktadır.
b. Bediüzzaman, el-Cevşenü'l-Kebîr'in, Kur'an'dan çıkan bir münâcât olduğunu belirterek, muhtevasının Kur'an'a uygun olduğuna işaret etmiştir. O, bu konuda şöyle demektedir:
- "Yani, bin bir esmâ-i ilâhiyeye sarîhan ve işâreten bakan ve bir cihette Kur'an'dan çıkan bir hârika münâcât olan ve marifetullahta terakkî eden bütün âriflerin münâcâtlarının fevkinde bulunan ve bir gazvede: "Zırhı çıkar, onun yerine bu Cevşen'i oku" diye Cebrâîl vahiy getiren el-Cevşenü'l-Kebîr Münâcâtı içindeki hakîkatler ve tam tamına Rabbine karşı tavsifler, Muhammed'in (s.a.s.) Risâletine ve hakkaniyetine şehâdet ettiği gibi..."12
c. Bediüzzaman duânın kabulünün şartlarından bahsederken, el-Cevşenü'l-Kebîr'den de bahsederek onun nasıl okunacağı hususunda bilgi verir:
- "Ubûdiyet, emr-i ilâhiye ve rızâ-ı ilâhiye bakar. Ubûdiyetin dâisi emr-i ilâhî ve neticesi rızâ-yı Haktır. Semerâtı ve fevâidi uhreviyedir. Fakat ille-i gâiye olmamak, hem kasten istenilmemek şartıyla, dünyaya ait faydalar ve kendi kendine terettüp eden ve istenilmeyerek verilen semereler, ubûdiyete münâfî olmaz. Belki zayıflar için müşevvik ve müreccih hükmüne geçerler. Eğer o dünyaya ait faydalar ve menfaatler o ubûdiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, o ubûdiyeti kısmen iptal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez.
İşte bu sırrı anlamayanlar, meselâ yüz hâsiyeti ve faydası bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibendî'yi veya bin hâsiyeti bulunan el-Cevşenü'l-Kebîr'i, o faydaların bazılarını maksûd-u bizzat niyet ederek okuyorlar. O faydaları göremiyorlar ve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünkü o faydalar, o evradların illeti olamaz ve ondan, onlar kasten ve bizzat istenilmeyecek. Çünkü onlar fazlî bir surette, o hâlis virde talepsiz terettüp eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubûdiyetten çıkar ve kıymetten düşer.
Yalnız bu kadar var ki, böyle hâsiyetli evrâdı okumak için, zayıf insanlar ve müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O faydaları düşünüp, şevke gelip, o evrâdı sırf rızâ-yı ilâhî için âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbûldur. Bu hikmet anlaşılmadığından, çoklar, aktâbdan ve Selef-i sâlihînden mervî olan faydaları görmediklerinden şüpheye düşer, hatta inkâr da eder".13
d. Cevşen, sürekli okunduğunda, okuyana birtakım maddî-manevî faydaları vardır ki, birçok ehl-i keşif ve islâm âlimi buna işaret etmişlerdir. Bunlardan birisi olarak Bediüzzaman da, el-Cevşenü'l-Kebîr'i okuma neticesinde gördüğü faydalardan şöyle bahseder:
- "Münâfık düşmanlarımın maddî ve manevî zehirlerine karşı gerçi Cevşen ve Evrâd-ı Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibend beni ölüm tehlikesinden, belki yirmi defa kudsiyetleriyle kurtardılar...".14
- "Kardeşlerim, merak etmeyiniz, Cevşen ve Evrâd-ı Bahâiye bu defa dahi o dehşetli zehrin tehlikesine galebe etti. Tehlike devresi geçti, fakat hastalık devam ediyor".15
e. Daha önce de dediğimiz gibi bazı zatlar, el-Cevşenü'l-Kebîr okumaya verilen sevaplar ile ilgili rivâyetlerin uydurma olabileceği düşüncesiyle Cevşen'i de inkâr yoluna gitmişlerdir. Biz bunlara kısaca cevap vermiştik. Bediüzzaman'ın hayatında da aynı hâdise cereyan etmiş ve şöyle cevap vermiştir:
- "Azîz, Sıddîk Kardeşlerim,
Bir biçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhûr duâ-i Nebevî olan el-Cevşenü'l-Kebîr hakkında ve akıl hâricindeki sevap ve fazîletine dair bir hadîsi görmüş, şüpheye düşmüş. Demiş: "Râvî, Ehl-i Beyt'in imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübâlağa görünüyor. Meselâ, içinde der: "Bu duaya Kur'an kadar sevap verilir". Hem "Göklerdeki büyük melâikeler, o duâ sahibini gördükçe kürsîlerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler". Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez" diye, Risâle-i Nur'dan imdad istedi. Ben de Kur'an'dan ve Cevşen'den ve Nurlar'dan gayet kat'î ve tam akıl ve hikmete mutâbık bir cevap verdim. Size gayet kısa bir icmâlini beyan ediyorum. Şöyle ki, ona dedim:
Evvelâ: Yirmi Dördüncü Söz'ün üçüncü dalında on adet "usûl" var, böyle şüpheleri esasıyla keser, izâle eder. Ona bak, cevabını al.
Sâniyen: Her gün bütün ümmet kadar hasenât ona işlenen ve bütün ümmetin saâdetlerine yardım eden ve ism-i a'zâm'ın mazharı ve kâinatın çekirdek-i asliyesi, hem en mükemmel ve câmi meyvesi olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o duânın kendi hakkında o azîm mertebesini görmüş, ona haber veren Cebrâîl Aleyhisselâm'dan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş. Demek o pek fevkalâde sevap, zât-ı Ahmediye'nin velâyet-i kübrâsından ona gelmiş. Küllî, umumî değil, belki o duânın mahiyetinde böyle harika bir kıymet var ve ism-i A'zâm mazharı olan Zâtın tebaiyetiyle başkalara dahi o sevap mümkündür; fakat gayet ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa muvâzene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.
Sâlisen: O duâ, nasil ki zât-ı Ahmediye'ye baktığı vakit mübâlağadan münezzeh ve aynı hakîkat oluyor. Öyle de, o duadaki yüzer Esmâ-i Hüsnâ'nın hakikatlerine baktığı zaman, değil mübâlağa, belki onların nihâyetsiz tecellilerinden gelmesi mümkün, ve gelebilen feyizlerin nihâyetsizliğini göstermek için pek az bir kısmını Muhbir-i Sâdık Aleyhisselâm haber vermiş ve teşvik için müphem ve mutlak bırakmış. Sonra, mürûr-u zamanla o kaziye-i mümkine ve mutlaka, bilfiil vâki ve külliye telâkkî edilmiş.
Râbian: Yirminci Lem'a-i İhlâsda, bir adama beş yüz senelik bir genişlikte bir Cennet verilmesine dair olan bir hâşiye var. Ona da bak, gör ki, o koca Cennet'in verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir mâlikiyet değil, belki insan nasıl husûsî hanesine çok cihetlerle mâliktir, sahiptir; öyle de, zemin yüzündeki şeylere çok duygularıyla mâliktir, tasarruf ve istifade edebilir. Hem, koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lâmbamdır diyebilir.
Demek bazı fevkalhad, harika ve akıl haricindeki bir kısım sevaplar, bu mezkûr hakikate bakar.
Hem İslâmiyet'te her sevabın, her fazîlet-i a'mâlin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada bir zerre sevabımızda, o duâda bir dağ kadar sevap ve feyzi kazanan zât-ı Ahmediye (s.a.s.), husûsî virdler ve duâlar ve şeriat ve risâlet cihetiyle değil, belki velâyet-i Ahmediye noktasında ve umûmî olmayan derslerinden kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebâiyet eden has vârislerini, o noktalara teşvik eder.
"Gerçek Allah katındadır. Gaybı ancak Allah bilir" dedim. O vesvese edip şüphelere düşen adam, lillâhilhamd, kurtuldu, tam kanaatı geldi. Belki sizin bazılarınıza faydası var diye size de gönderdim. Umûmunuza binler selâm...".16
f. Bediüzzaman, el-Cevşenü'l-Kebîr'i devamlı okumuş, talebelerine okumalarını tavsiye etmiş ve Cevşen'i kendisi gibi talebelerinin de vird edindiklerini bildirmiştir:
"...Nazif, büyük bir hayır yapmak için Risale-i Nur talebelerinin ehemmiyetli bir virdi olan el-Cevşenü'l-Kebîr'i makine ile teksir etmiş. Bunun sevabına dair, hâşiyesindeki pek harika ve müteşabih hadislerden faziletine dair olan parçayı beraber teksir etmek için bana yazmıştı.
Ben de dedim: Otuz beş seneden beri her gün Cevşen'i okuduğum hâlde o haşiyeyi üç dört defadan ziyade okumadım... İnşallah yakında o mübarek el-Cevşenü'l-Kebîr, Risale-i Nur talebelerinin şevkiyle tenvîr edecek."17
M. Fethullah Gülen (Hocaefendi)'nin Cevşen Hakkındaki Görüşü
Fethullah GÜLEN (Hocaefendi)'nin, Cevşen ile ilgili sorulan bir soruya verdikleri cevap:
Cevşen hakkında Müslümanlar arasında farklı görüşler var. Bazıları onu baş tacı yaparken, bazıları da alabildiğine ilgisiz, hattâ habersiz. Bu sebeble, bizleri Cevşen hakkında aydınlatır mısınız.
Cevap: Cevşen ile ilgili pek çok düşünce ve görüş ortaya atılmıştır. Daha çok Şiî kaynaklardan gelmiş olması, Ehl-i Sünnet'in Cevşen'e karşı soğuk davranmasına sebep olmuştur. Ancak bizim Cevşen ile ilgili mülâhazamız biraz husûsiyet arz etmektedir. Onun için de başkalarına ait görüşlerin naklinden daha çok, biz burada kendi mülâhazamızı aktarmak istiyoruz:
1. Cevşen halisane yapılmış bir duâdır. Onun hangi cümle ve kelimesi ele alınırsa alınsın, damla damla ihlâs ve samimiyet yüklü duâ takattur eder. Durum böyle olunca, Cevşen kime izâfe edilirse edilsin, özdeki bu husûsiyete tesir etmemeli. Burada, "bir sözün Efendimiz'e izafesiyle bir başkasına izafesi arasında fark yoktur." demek istemiyoruz elbette. Demek istediğimiz şudur: Cevşen'in asgarî vasfı onun bir duâ olmasıdır. Başka hiçbir özelliği bulunmasa, sadece onun bu özelliği bile, Cevşen'e bir değer ve kıymet atfetmek için yeterli bir sebeptir. Halbuki onun daha nice özellikleri vardır ki, diğer maddelerde bazılarına işaret edilecektir. Öyleyse, sadece senedine âit şaibeden dolayı Cevşen'i tenkit pek haklı bir davranış olmasa gerek.
2. Efendimize ait sözlerin bütün beşer sözlerine bir rüchâniyet ve üstünlüğü vardır. Ona ait beyan ve sözleri seçip tanımada maharet kazanmışlara gizli kalmayacak bir gerçektir ki, Cevşen baştan sona peygamberane ifadelerle bezeli bir edâya sahiptir. Bu sebeple de duâda ona ait malzemeleri kullanmak hem önemli, hem de kabule daha yakındır. Fakat yine de, bu bir tercih mes'elesidir. Yoksa insan namazın dışındaki duâları hangi dille yaparsa yapsın bu durum duânın aslına tesir etmez; zira Cenâb-ı Hak bütün dilleri bilir ve duâya icâbette sadece duânın samimi ve gönülden olmasını esas alır. Zaten dillerin ve renklerin ayrı ayrı oluşu O'nun kudretini ele veren âyetlerden değil mi?
3. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi Sünnî kaynaklar Cevşen'e yer vermezler. Sadece Hâkim'in Müstedrek'inde Cevşen'den birkaç fıkrayı görebiliriz. Onun dışındaki eserlerde ben şimdiye kadar, Cevşen'e ait ibare ve ifadelerin birkaçının bile nakledildiğini görmedim. Ancak bu tamamen senede ait bir husûsiyete dayanılarak alınmış müşterek tavrın tezâhüründen başka bir şey değildir ve Cevşen'in değerine menfî yönde etki edecek bir ağırlığı da yoktur. Nitekim Buhârî ve Müslim'in rivâyet ettiği pek çok hadîs var ki, aynı hadisleri çok küçük farklarla, hatta bazen aynı şekliyle Küleynî'nin el-Kâfî'inde yer almaktadır. Ne var ki, Ehl-i Sünnet âlimleri, Küleynî'den tek bir nakilde dahi bulunmamışlardır. Halbuki onda yer alan hadisler, Buhârî ve Müslim'de de yer aldıklarına göre hem senet, hem de lâfız itibariyle cerhi söz konusu olmayan hadislerdir. Ancak, el-Kâfî'de yer alan hadisleri daha çok Şiî imamlar nakletmişler ve bu sebeple de Sünnîlerce, daha işin başında endişeyle karşılanmışlardır. Cevşen için de aynı durum söz konusu olmuştur. Eğer Cevşen Şiî imamlar yoluyla nakledilmemiş olsaydı, öyle zannediyorum ki, bütün Sünnîlerce kabul görecek ve baş tacı edilecekti. Fakat Cevşen, sened yönüyle bir talihsizliğe uğradığı için, bunca insan sırf bu yüzden onun nurlu, feyizli ve bereketli ikliminden mahrum kalmıştır. Şu anda böyle bir talihlizliği önleyecek güçte de değiliz. Asırların birikimiyle vücut bulmuş böyle bir kanaati bertaraf etmek imkânsız olmasa bile çok zordur.
4. Bazen hadîs kriterleri ölçü olmayabilir. Ehlullah'ın Efendimiz'den keşfen hadîs alması hiç de az vaki olmuş hâdiselerden değildir. İmam Rabbânî der ki: "Ben, İbn Mes'ûd'dan, Muavvizeteyn'in Kur'an'dan olmadığına dair rivâyetini görünce bu sûreleri farz namazlarımda da okumamaya başladım. Ne zaman ki, Efendimiz'den onların Kur'an'dan olduğuna dair ihtâr aldım, ancak o zaman bu sûreleri farz namazlarımda da okumaya başladım". Bazılarının bizim kunut duâsı olarak okuduklarımızı, Kur'an'dan kabul etmesi de, yukarıda işaret etmek istediğimiz husûsa ayrı bir delil kabul edilebilir. Ve yine İmam Rabbânî'den bir misâl diyor ki: "Ben bazı hususlarda İmam Şâfiî'yi taklîd ediyordum. Ancak bana İmam Ebû Hanîfe'nin peygamberlik mesleğini temsil ettiği ihsâs edildi. Ben de Ebû Hanîfe'ye iktida ettim...".
Bu durum da elbet belli kriter ve ölçü gerektirir. Yoksa önüne gelen herkes keşfen bir şeyler aldığını söyler ve ortalık bir sürü uydurma keşiflerle dolar. Ama bazı büyük zatları bu katagoriye dahil etmek çok büyük yanılgı olur. Onlar "Keşfen aldık" dediklerini mutlaka öyle almışlardır ve dedikleri de kat'iyen doğrudur. Ne var ki, bunları belli hadîs krıterleri içinde tahlîl etmek imkansızdır. Onun için de, hadîsçiler bu tür ifadelere iltifat etmemişlerdir. Ama onların iltifat etmemesi bu ifadelerin doğru olmadığı manasına da gelmez. Bütün bu söylediklerimiz Cevşen için de aynen geçerlidir. Onun için biz kesinlikle diyoruz ki, Cevşen manası itibariyle Efendimize ilhâm veya vahiy yoluyla gelmiştir. Daha sonra da ehlullahtan birisi bu Cevşen'i keşif yoluyla Efendimiz'den almış ve Cevşen bize kadar öyle ulaşmıştır.18
Bu hususlara şunu da ilâve etmek faydalı olur kanaatindeyim. Gümüşhanevî gibi bir büyük veli ve Bedîüzzaman gibi bir sahip-kıran, Cevşen'i kabullenip onun vird edinmişlerdir. Cevşen'in me'hazindeki kuvvet ve kudsiyete ait başka hiçbir delil ve bürhân olmasa, sadece isimlerini verdiğimiz büyüklerin bu kabullenişleri ve yüzbinlerce insanın Cevşen'e gönülden bağlanıp değer atfetmeleri, Cevşen hakkında en azından ihtiyatlı konuşmaya yetecek güç ve kuvvette delillerdir. Sadece senedine ait bir boşluktan dolayı Cevşen'e dil uzatmak en ılımlı ifadeyle bir haksızlıktır.
Dipnotlar
1 T.D.V. İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 1993, Cevşen maddesi. o 2 İslâm Ansk,
Cevşen md. o 3 İslâm Ansk, Cevşen md. o 4 Ahmet Kurucan, Duâ İkliminde CEVŞEN,
Zaman Gazetesi, 2 Ağ. 1996. o 5 Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur Külliyatı,
İstanbul 1996, I,872 (3.Şua, son paragraf); I,973 (11.Şua, Onuncu Mesele);
I,1128 (15.Şua, Beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci küllî şehadetler); o 6
Ahmet Kurucan, agm. o 7 T.D.V. İslâm Ansk, Cevşen md. o 8 Ahmet Kurucan, agm. o
9 Ahmet Kurucan, agm. o 10 Risale-i Nur Külliyatı, I,144 (24.Söz, Birinci Dal'ın
sonu); I,817 (30.Lem'a, Beşinci Nükte'nin Hatimesi); I,872 (3.Şua'nın son
paragrafı); I,973 (11.Şua, Onuncu Mesele). o 11 R.N. Külliyatı, I,908-909
(7.Şua, Ayetü'l-Kübra, Birinci Makamın Onaltıncı Mertebesi); I,1131 (15.Şua,
Onbeşinci Şehadet); II,1389 (Mesnevi-i Nuriye, Nokta,Onuncu Ders). o 12 R.N.
Külliyatı, I,1128 (15.Şua, Beşinci, altıncı, yedinci, sekizinci küllî
şehadetler); I,872 (3.Şua, son paragraf), I,973(11.Şua, Onuncu Mesele). o 13
R.N. Külliyatı, I,652-653 (17.Lem'a, On üçüncü Nota). o 14 R.N.Külliyatı,
II,1738 (Emirdağ Lâhikası I). o 15 R.N.Külliyatı, II,1736.(Emirdağ Lâhikası I).
o 16 R.N.Külliyatı, II,1745-1746 (Emirdağ Lâhikası I).. R.N. Külliyatı, II,1824
(Emirdağ Lâhikası II). o 17 M. Fethullah Gülen, Prizma-1, İzmir 1995, s.119-122.
==============================================================================
EVRÂD-Ü EZKÂR
http://tr.fgulen.com/a.page/eserleri/fasildan.fasila/fasildan.fasila.3/ruhi.hayat/a920.html?PHPSESSID=ed585b953f707504c45465156730d1b3
Herkesin, konumunun gerektirdiği temsil durumuna göre evrâd ü ezkârı olmalı. Meselâ ben, kendimi beş-on insanın okuduğu evrâd kadar evrâd okumaya mecbur hissetmeliyim. Ve kendi kendime demeliyim ki; “Madem o kadar insan sana teveccüh ediyor, öyleyse o teveccühün hakkını vermeli ve herkesten daha çok Allah ile irtibatını kavî tutarak bir taraftan bu nimete şükretmeli, öte taraftan nimetin devamına talebini böyle dile getirmelisin.” Evet böyle diyor ve bunu da tatbik etmeye çalışıyorum.
Buradan hareketle müezzin, imam, vaiz, müftü vb. değişik İslâmî hizmet ünitelerinin başında bulunan insanlar, temsildeki yerlerine göre evrâd ü ezkârlarını çoğaltmalı ve mutlaka Rabbleri ile olan münasebetlerini kuvvetlendirmeliler. Aksi hâlde bulundukları makamın hakkını eda etmemiş olurlar.
Lütfen, kimse “O kadar yoğun işin arasında vakit bulamıyoruz, gece geç vakitlerde eve yorgun olarak.” geliyoruz vs. türünden mazeretler uydurmasın. Böyle uydurma mazeretlerin arkasına sığınanlar, dönüp günlük hayatlarına baksalar bir hiç uğruna ne kıymetli zamanlarını harcadıklarını görüp utanacaklardır. Bunu bir başka zaman ifade ederken “Türk insanı zamanzededir. Bazen bir bardak çay için saatlerini harcar, bazen de en hayatî işleri adına vakit bulamaz.” demiştim. Evet, günlük hayatımızı murakabe ettiğimizde buna bir hayli misal bulabiliriz. Boş ve abes şeylerle zayi ettiğimiz dünya kadar zamanımız olduğunu söylemeye gerek yok... Şimdi bir taraftan böylesine cömertçe harcanan zaman, öte taraftan en hayatî mevzulara vakit bulamama, bunun telifini yapmada biraz zorlanacağız.
Netice itibarıyla, bir kere daha hatırlatmalıyım ki; mutlaka herkesin evrâd ü ezkâra ayıracağı bir zamanı olmalı ve o, bu konuda hiçbir mazeret ileri sürmemelidir
==============================================================================