Kaynak: Yeniden İslama, Dr.Ali Gökçe, Hanif Yayıncılık, İstanbul 1992

 

 

  1. Tasavvuf-Tarikat, Tasarruf-Velilik-Şirk-Himmet (S.199-212)

 

Allah'a (c.c.) hamd, Resulü Muhammed'e salât-ü selam ol­sun. -

"İyilik eden bir kimse olarak kendini tam bir hulusla Al­lah'a teslim eden ve İbrahim'in tevhid dinine uymuş olan kim­seden daha güzel din sahibi kimdir? Allah İbrahim'i dost edinmiştir.

"Onlar ki Allah'la beraber başka bir ilâha ibadet etmezler.

Kıyamet gününde nida edip şöyle buyuracaktır: 'Nerede kendilerini ortaklarım diye zannettikleriniz?

"De ki: Dinimi Allah'a halis kılarak O'na ibadet ederim.

"Ruhbaniyet ki, bunu onlar icad ettiler. Biz onu üzerlerine farz kılmamıştık. Ancak Allah'ın rızasını aramak için (bu icadı) yaptılar. Sonra da ona gereği üzere riayet etmediler. Biz de içle­rinden iman etmiş olanlara mükafatlarını verdik. Çokları ise yoldan çıkmış fasıklardır.

"Şüphesiz sen sevdiklerini hidayete erdiremessin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir. Ve O hidayete erecekleri bilir.

"İnsanlar içinde öyleleri vardır ki Allah'dan gayrisini Al­lah'a eş ve emsal tanırlar. Onları Allah'ı sever gibi severler. İmân edenlerin ise Allah'a karşı sevgileri her şeyden üstün ve kuvvetlidir. Zulmedenler azabı gördükleri zaman bütün kuv vetin hakikaten Allah'ın-olduğunu ve Allah'ın cidden pek çetin bir azabı bulunduğunu bilselerdi.

Şeyhülislâm Muhammed en-Necdî diyor ki: '"Allah'ı sev­dikleri gibi koştukları eşleri severler.' Ayetteki bu cümle göste­riyor ki, onlar Allah'ı büyük bir sevgi ile sevenlerdi; buna rağ­men evliyayı buna denk bir sevgi ile sevdikleri için müslüman olamamışlardı. Buna göre Allah'a eş koştukları evliyayı daha fazla sevenler, nasıl müslüman olabilirler? O Allah kuluna şah damarından daha yakındır. "Kullarım benden sana sorarlarsa (de ki): Ben çok yakınım.

"Ve Rabbiniz dedi: Beni çağırın (dua edin)ki, duanıza ica­bet edeyim." Onun kapısı, divanına girmek isteyen herkese açıktır. Orada ne bir kapıcı ne bir aracı vardır.

Allah'ın dışında evliya, aktap (kutuplar), evsat, abdal gibi hayali birtakım kişileri yardıma çağırırlar, herşeyi onlardan umarlar ve onlardan korkarlar. Kabirlerini tavaf edip Al­lah'tan istediklerinden çok, onlardan isterler. Üzüntülü ve ke­derli anlarında, onlara başvurarak ihtiyaçlarının karşılanma­sını isterler. Gerekçeleri ise şeyh ve evliya dedikleri kimselerin, kendileri ile Allah arasında vasıta olacaklarına inanmalarıdır.

"Onlar bilgin ve âbidlerini, Meryem oğlu Mesih'i Allah'tan başka Rab edindiler. Halbuki onlar tek bir ilâha ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Onların şirk koştukları şeylerden münezzeh ve şanı yücedir.

Peygamberimiz: "Size gerçek fakihin kim olduğunu söyle­yeyim mi? İnsanları Allah'ın azabından emin kılmayıp, rahme­tinden ümit kestirmeyenlerdir ve Kur'ân'ın birçok cihetleri ol­duğunu kabul edip, halkı ondan başka birşeye meylettirme-yenlerdir" buyurur.

TASAVVUF kelimesi: Tasavvuf kelimesi Hz. Peygamber (sav) devrinde kullanılmıyordu. Onun devrinde en yüksek mevkiyi onunla sohbet şerefine eren SAHABİ'ler almışlardı. Sahabilik unvanından daha yüksek bir unvan düşünülemezdi. Sahabilere yetişenlere Tâbiun, onlara yetişenlere de Tebe-i tâbiun unvanı verilmiş. Bu üç nesil İslâm âleminde en hayırlı j insanlar olarak kabul edilmiştir. Daha sonra çeşitli fırkalar zu­hur etmiş, her fırka kendi yolunun üstünlüğünü ileri sürmüş­tür.

Zühd ve takvada sahabe, tâbiun ve tebe-i tâbiun'un yolu­nu izleyen, nefeslerini Allah'ı anmakla geçiren, kalb temizliği­ni herşeyin üstünde tutan, dünyadan el-etek çekip zahirî âleme aldırış etmeden iç kuvvetlerini, ruhî kabiliyetlerini geliştirme­ye çalışan zahidler ve âbidler zümresinin çığırına (yoluna)da tasavvuf adı verilmiş. Bu ad hicri iki yüz yılından önce şöhret bulmuştur. Sufi  adıyla meşhur olan ilk adam Ebû Haşim el-Kûfi'dir."10"

Sufî kelimesinin menşei hakkında çeşitli görüşler ileri sü­rülmektedir:

Prof. Süleyman Ateş, İslâm Tasavvufu adındaki kitabın­da şöylece toplamış:    

1- Safâ'dan olduğunu (dünyevi kirlerden kalbi arınmış anlamına) ileri sürenler varsa da, dil bakımından bu iddia tutmamaktadır. Çünkü safanın nisbeti sufi değil savafi'dir.

2-   Bazıları sufi'nin saf dan geldiğini iddia etmiştir. Fakat Arapça dil bakımından safın nisbeti saffi'dir.

3-   Ehl-i suffe'nin nisbeti olduğunu ileri sürenler varsa da dil bakımından uzak düşmektedir. Çünkü suffa'nın nisbeti suffi'dir, sufi değildir. Fakat Kelabazi'ye göre Arap dilinde fazla
kullanılmaktan bazı kelimeler .atılabilir veya ilave edilebilir.

4-   Sufane'den geldiğini ileri sürenler vardır. Sufane bakliyat cinsinden bir çöl bitkisidir. Buna göre sufiler bu çöl bitkisini yiyerek geçindiklerinden bu adı almışlardır. Bu görüş kabul
edilemez. Çünkü sufiler yalnız çöl bitkisinle geçinmezler. Sonra sufanenin nisbeti sufi değil, sûfâni'dir.

5- Ense saçı mânâsına gelen sûfetu'l-kafâ'dan geldiği de düşünülmüştür. Sufîler süse önem vermeyerek saçlarını uza­tırlar, halktan ayrılırlar.

6-   Cahiliyye devrinde Kabe'ye hizmet eden Sûfa kabilesinden nisbetle sufî kelimesinin doğduğu rivayet edilir.

7-   Sufi'nin Arapça yün anlamına gelen sûf tan türediği gö­rüşünün en doğru görüş olduğu kabul edilmektedir. Sûf un nisbeti sûfî'dir. Sûf giyene de tasavvufa denilir. Bunun maştan ta­savvuf, ism-i faili mutasavvıftır. Dil bakımından doğru olduğu gibi, mânâ itibariyle de doğrudur. Çünkü ilk sufiler nefsin hazlarına muhalefet ederek yumuşak ve güzel görünümlü şeyler
giymekten kaçınmışlar, yünden ve kaba kıldan dokunmuş, sadece vücudlarını örtecek elbiseler giymekle yetinmişlerdir.

8-   Kelimenin, akıllı hekim mânâsına gelen Yunanca sofos'dan çıktığını ileri süren müsteşrikler vardır. Çünkü tasav­vuf adına öyle fikirler ileri sürülmüştür, öyle enteresan farazi­
yeler vardır ki her din sahibi ondan incinmeden kendine maledebiliyor. Kur'ân'daki ve Resûlullah'ın yolundaki korkuya sevkeden hallerin çoğu bazı mutasavvıflarca yumuşatılmış ve­
ya tamamen kaldırılmıştır. Meselâ kadın bacağına nâmahremin bakmasını Kur'ân ve Allah Resulü katiyetle men ettiği halde tasavvufî görüşe sahip bazı insanlar dans esnasında aya­
ğını başı hizasına kaldıran kadının haya uzuvlarından yaratanın hilkat sırlarını (!) seyrettiğini iddia etmektedir.

Bazı tarikat şeyhleri de kalp temizliği dolayısıyla genç kız ve kadınları kucaklamaktadır. Bu nasıl olur deyince, eski ku­tuplardan Şeyh Ahmet Rufai veya başka birinin kutuya pamuk koyup, üzerine ateş koru koyup diğer bir kata gönderdiğini ve kutu açılınca kırmızı ateşin pamuğu yakmadığını menkıbe olarak anlatır.

Kimse kendi görüşünce Kur'ân yazamaz, ama herkes ta­savvuf ve tarikata ait kitap yazabilir. Hatta mevzu (uydurma) hadis yazanlar da vardır. Fakat ana kaynaklara ve Kur'ân'a başvurarak temizlenenler vardır. Temizlenemeyenler de var dır. Hadis değil, ama İslama da ters düşmüyor, zararı yok kal­sın, deniliyor.

Bazıları bir sır olarak Kur'ân ve hadislerde tasavvuf ve tarikatın mevcut olduğunu iddia ederler. Âyetlerin başını ve so­nunu keserek 'Vesileler arayınız," "rabıta ediniz" gibi kelime­lerden "Şeyhe bağlanınız ve şeyhi rabıta ediniz ve Allah'a yak­laşmak için mürşidleri vesile ediniz" gibi iddialarda bulunurlar. Halbuki âyetlerin başına ve ilerisine bir göz atılırsa ne şey kilde vesileler aranacağı açıkça yazılıdır.

    Buhari de Ebü Hureyre'den (ra) nakledilen bir hadiste şöyle buyurulur:

"Resûlullah'tan (sav) iki kap dolusu ilim belledim. Birini size anlattım, öbürünü açıklasaydım şu boğazım kesilir.

Hadisi çeşitli şekillerde yorumlamışlar. Bazıları irfan eh­linin kalbine doğan ilham olabilir diye düşünmüşse de kesin şu­dur dememişler. Yani buradan kesin olarak bir tarikat ve ta­savvuf ilmi çıkarılamıyor. İslâm ise amelleri böyle müteşabih nasslar üzerine inşa etmediğim Al-i İmran sûresi 7. âyetinde

beyan ediyor.

   Nakşı tarikatının başı Hz. Ebû Bekir, Kadiri tarikatının piri Hz. Ali diyorlar. Peki Resûlullah ashabdan bir kısmına tarikat sırrını açıkladı da, Hz. Osman ve "Benden sonra Peygam-ber gelse Ömer olurdu" buyurduğu ashab-ı kiram bu sırlardan ve gizli hazineden mahrum mu kalmıştır? Kur'ân'daki "zikran kesira çok zikredin" lafzından tarikat dersini mi çıkarmak la-zımdır? Yoksa "Yatarken, otururken, ayakta iken her ne halde olursanız olun Allah'ı (c.c.) anın" mânâsı mı çıkıyor.?

Buharı, Ebû Dâvud ve Nesai'nin rivayetlerinde:

Hz. Ali'ye "Resûlullah herkesten ayrı ve özel olarak sana birşey öğretti mi? Veya verdi mi?" diye sorduklarında:

"Daneyi yerden bitiren, hastalığı iyi eden Allah'a yemin ederim ki Resulü Ekrem beni hiçbir şeyde tahsis etmedi. Ancak o bir anlayıştır, Allah-u Teâlâ onu dilediğine verir" dedi.

Süleyman bin Hasan en-Nedvî'nin "Gerçek Tasavvuf isimli araştırma eserinde tarikatların piri addedilen Abdülkadir Geylanî'nin, şimdiki anlaşıldığı şekilde bir ders verme hal­kası olmadığı, bugünkü anlaşıldığı şekilde bir tarikat kurmadı­ğı, serbest olarak sohbetler yaptığı ve bu sohbetlere devam mecburiyeti olmadığı, Hıristiyanlığa kayabilecek pek çok Mo-ğolların bu sohbetlerle müslüman olduğu kaydedilir.

Geylani'nin Fethul Rabbani adlı, Abdülkadir Akçiçek ta­rafından tercüme edilen eserinin otuzuncu meclis, s. 184'te şu söylenir.

"Evlad! Hakkın irade sahibi olduğunu iddia etmektesin. Bir taraftan böyle yaparken öbür yandan veli kullara varlık vermektesin; Allah istediğini yapar, ayrıca veli kullar da istedi­ğini yapar diyorsun. Bu halin şirk olur. Seni davet ediyorum, yola gel! Tecrübe etmeme lüzum yok; bu halini anlıyorum".

İmam-ı Azam'a atfedilen: "Son iki yıl olmasa, Numan helak olurdu" sözünün asılsız, mesnetsiz olduğunu ulemâdan ve İstanbul dersiamlarından Medine'li Hacı Osman Akfırat "Basîretü'ssâlihin," "Erenlerin Kalp Gözü" isimli eserinde ge­nişçe kaydeder.

Başlangıçta ferdî-dinî bir şekilde gelişen tasavvuf ikinci ve üçüncü asırda şekillenmeye başladı. Veliler yetiştiren müridlerin sîretlerine, huylarına ve ibadetlerine ait özel nizamlar vaz'eden bir okul haline geldi. Mürid bu yolun kurallarını üsta­dından alır ve ona tam bir teslimiyetle bağlanırdı. Mürşidsiz yola gidilemeyeceği yaygın bir kanaat halini aldı. Hatta Ebû Yezid Bistamî: "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır" dedi. Cahil sofiler düşünüp araştırmadan bunu Peygambere atfede­rek, bu hadistir derler ve tarikata girmeyenleri tarikatlarına sokmak için bir silah olarak kullanırlar.

Başlangıçta ferdî bir hareket halinde yürüyen tasavvuf sonradan zuhur ettirilen mürşidler manzumesine bağlandı. İlk başlangıçta halk zühdüyle tanınmış kimseler etrafına toplanır,

onun sohbetlerini dinlerlerdi. Nitekim ilk kaynaklarda mürid yerine "sahib" tabiri kullanılıyordu.

Üçüncü ve dördüncü asırlarda tarikatlar kurulmaya baş­ladı.

Tarikatlar kendilerini dinî bir mesnede bağlamak için tarikat şeyhini tâ Hz. Peygamber'e bağlayan bir silsile ileri sür­müşlerdir. Ancak bu zincirde kesinlik yoktur. Çeşitli kaynak­lardan öğrendiğimize göre: Maruf Davud at-Tâî'den, Davud et-Tâî Habib el-Acemî'den, Habib al Acemi Hasan-ı Basrî'den o da Ali İbn Ebû Talib'den, o da Hz. Peygamber'den almıştır. Bu zin­cir şüphelidir. Çünkü Marufun Davud et-Tâî ile, Davud et-Tâi'nin de Habib-i Acemi ile görüşmesi kesinlikle isbat edilemi­yor. Hasan-ı Basri çocuk iken Hz. Ali vefat etmiştir. Bir çocuğun Hz. Ali'den esrar öğrenmesi pek kabule şayan görülmüyor.

Diğer bir zincir: İbnu'n-Nedim'in fihristinde Cafer el-Huldî'nin bizzat kendisi şu zinciri verir:

Cafer el-Huldî tasavvufu Cüneyd'den, Cüneyd Seri es-Sâkatî'den, Seri Maruf dan, Maruf Ferkad es-Sahabî'den, o da Hasan-ı Basrî'den, o da Enes bin Mâlik'ten almıştır. Burada Marufun hocası gösterilen Ebû Yakup Ferkad es-Sahabî çok büyük bir âlimdir ve .aslen Ermenistanlıdır. 131'de vefat etmiş­tir. Maruf ise 200'de öldü. Maruf'un kendisinden 70 yıl önce ölen bir zâttan öğrenmesi şüphelidir.

İlk sufiler mürşidin lüzumuna kani olmakla beraber, bu­günkü mânâda onu rabıta etmiyorlardı. Bunlar Hz. Peygamber (sav) önünde oturuyorlar ve kendilerini ölmüş kabul ederek yalnız Allah'ı ve âhireti tefekküre dalıyorlardı.

Şazelî'nin eliyle yetişen Ebu'l-Abbas Ahmed Mursî der ki:

"Bizim tarikatımız kulu bir üstadın minneti altına sok­maz. Salik bütün gönlünü Resûlullah'a toplar. Ona sarılır. On­dan alır.

İlk sufiler Allah'dan gayrı herşeyi yok bilerek tefekküre dalıyorlar ve fena mertebesine yükselmeye çalışıyorlardı. Yoksa bugünkü gibi şeyhi karşısına alıp gözetlemek ve âdeta onu uluhiyet derecesine çıkarırcasına Hakk'ı bırakıp şeyhle meşgul olmak İslâmın ruhuna aykırıdır. Bir mürid Şah-ı Nakşiben-dîye rabıta etmiş. Kendisine gaybet hali geldiği halde yine şey-hi karşısına almaya çalışıyormuş. Derhal Şah-ı Nakşibendî'-nin ruhaniyeti karsısına dikilmiş ve "Beni bırak, gaybet haliyle

meşgul ol" demiş .

Başlangıçta Hakk'ın rızasını kazanmak için" yapılan bu çalışmalar sonraları tamamen yörüngesinden saptırılmış, isti-kametinden uzaklaştırılmış. Gaybden haber alıp-vermeler gökte uçmalar, insanlara hidayet dağıtmalar, kendi cemaatim katılmayanları hüsrana uğratmalar...

Zaman zaman şeytanın oyununa düşmüşler, bunu büyük bir makam sanmışlar.

Bir gün Abdu'l-Vahid'e bir topluluktan bir kişi gelerel "Üstad" biz her gece cennete giriyoruz, cennet meyvelerinden yiyiyoruz" dedi. Abdul-Vahid:

- Bu gece beni de yanınıza alınız, dedi. Onu alıp çöle götürdüler. Gece basınca birden yeşil elbiseli kimseler çıktı. Bahçeler, meyvalar. Abdu'l-Vahid bu yeşil elbiselilerin ayaklarına baktı, hayvan tırnakları gibi olduğunu görünce şeytan olduklarını anladı. Sonra dağılacakları zaman bu adamlara dedi ki:

— Nereye gidiyorsunuz? İdris Peygamber cennete girince bir daha çıktı mı?

       Bu sözler üzerine orada sabahladılar. Ortalık ağarınca baktılar ki hayvan pislikleri, eşek fışkıları ile dolu mezbedeler O halden tevbe edip Abdu'lVahid'in sohbetine döndüler.

   Geçen yıllar İzmit'te bir hızarcı, kış mevsimi 20 yaşlarındaki şeyhleri Abdurrahman'ın kendilerini mezarlığa götürünce mezardan sıcak buharlar çıktığını ve ısındıklarını söyledi

 "Artık biz kurtulduk" diyordu. Genç şeyh "Abdurrahman hu"diye kendi adına zikrettirmekten çok zevk alırmış. Tâ Fransa'dan gelen özel ruj ve pudralarıyla her gün taptaze tıraş olur. Bir gün vurduğunu yere devirecek güçte olan cahil Metin'e Gavs-ı Azam tacını giydirirken bütün meleklerin hazır bulun­duğunu söyler. Geceleri arasıra zikirlerini yapsınlar diye kapı­larının zilini gaybden çalar veya çaldırırmış. Kendisi de gece hünerlerinden yorulduğundan sabahı ya öğleyi kılar veya hiç kılmazmış. Geçen yıllar gazetelerde kadınlarla halvet halinde yakalandığını yazdılar. Bazı müridleri "Geceleri korkunç bir si­yah mahluk gelir, şeyhimiz Abdurrahman'ı çağırınca kaybo­lurdu; zaten şeyhimiz de 'Sıkışınca beni çağırın' derdi" diyorlar.

Ashabdan İbn Ömer ve İbn Abbas'a Ebû Ubeyde oğlu Muhtar'ın kendisine vahy indiği iddiasında bulunduğu söyle­nildiğinde; "Doğrudur" dediler ve şu âyeti okudular:

"Şeytanların kime indiğini size haber vereyim mi? Onlar günaha düşkün müfterilerin tepesine inerler."19

Muhtar'ı hezeyanları kendisine duyurulduğu zaman di­ğer bir zât da "Evet" demiş ve şu âyeti okumuş:

"Hakikaten şeytanlar, kendi dostlarına sizinle mücadele etmeleri için vahyde buludurlar. Onlara itaat ettiğiniz takdir-de müşrik olursunuz.

Mucize peygamberlere has olup haktır. Keramet Allah'ın (c.c.) bazı kullarına zaman zaman verdiği hak olan hallerdir. Bu inkar edilemez. Fakat kerameti İslâm pek üzerinde durula­cak bir konu addetmemiş. Esas olan istikamet üzere yaşamak­tır. Keramet bazen zayıf imanlı kimselere imanı kuvvetlensin diye verilebilir, denilmiş.

Fahreddin Razi der ki:

"Ameli sebebiyle keramete hak kazandığını sanan kimse amelini beğenmiş demektir. Amelini beğenen ise cahildir. Çün­kü eğer Rabbini bileydi O'nun azameti karşısında yapılan iba­detin tamamen kusur ve onun nimetleri karşısında yapılan şü­kürlerin eksik ve onun ululuğu karşısında marifetin cehil ve şaşkınlıktan başka birşey olmadığını bilirdi".

         Abdülkadir Geylani diyor ki:                    

"Doğruluğuna şeriatın şahitlik etmediği her hakikat zın-dıklıktır. Kitap ve sünneti kanat ederek hakka uç ve Resulün eline yapışarak Hakk'ın huzuruna çık".

Ebû'l-Hasan eş-Şazelî şöyle der:

"Keşif ve kerametin kitap ve sünnete uymuyorsa, ona boş ver de, kitap ve sünnete dön".

Ebû Said el-Harraz da şöyle diyor: "Zahirin hilafı her bâtın, bâtıldır." Şa'ranî, Tasavvuf-u İslâmî.

Gerçek sofilerin şeyhi Cüneydi Bağdadî şöyle der:

"Mezhebimiz kitap ve sünnetle kayıtlıdır. Onun dışına çı­kamaz".

İbn Haldun Mukaddime 'sinde diyor ki:

"Tasavvuf İslâm milletinde sonradan icad edilen, şer'î ilimlerden-kaynaklanan ilimlerdendir. Bunun aslı dünyanın yaldızlı, aldatıcı süs ve zinetlerinden, herkesin meylettiği mal ve şöhretlerden ve bütün yaratıklardan sıyrılıp tamamen Al­lah'a yönelmek ve ona ibadetle meşgul olmaktır.

İmam Abdullah el-Yâfiî:

"Kerameti olan bir velinin kerameti olmayan bir veliden üstün olması lazım gelmez. Hatta bazen kerameti olmayan bir veli kerameti olandan üstün olabilir. Çünkü keramet bazen sa­hibinin imanını kuvvetlendirmek için olur ki bu üstünlüğü ge­rektirmez. Efdaliyet, yakin ve Allah'ı daha iyi bilmektedir".

Sehl b. Abdullah Tüsteri huzurunda kerametten söz edi­lince Sehl:

"Alametler ve kerametler zamanla meydana gelip geçen birtakım olaylardan başka birşey değildir. Oysa en büyük keramet kötü bir huyunu güzel bir ahlâka değiştirmektir" der.

Biat hakkımla:

Erkeklerin biati: Buharînin Ubade b. Sâmit'ten gelen ri­vayetinde: "Resulü Ekrem 'Allah'a ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zina etmemek, çocuklarınızı öldürmemek, kendili ğinden kimseye bühtan etmemek ve emirlere isyan etmemek üzere bana söz verin ve biat edin. Kim sözünde durursa ecri Al­lah'a aittir. Kim bunlardan birini irtikap eder ve Allah onu ör­terse, açığa çıkarmazsa o Allah'a kalmıştır. Dilerse cezalandı­rır' buyurdu ve biz de biat ettik dedi.

Cemaate telkine gelince:

Şeddat bin Evs'in rivayetinde Resulü Ekrem: "Aranızda gayri müslim var mı? diye sordu. Biz yok dedik. Resûl-ü Ekrem kapılan kapamamızı emretti ve 'Elinizi kaldırın, la ilahe illal­lah deyiniz' buyurdu. Biz elimizi kaldırarak tevhid kelimesini getirdik.

Kadınların biati:

Resûl-ü Ekrem'in teyzesi Kays'ın kızı Selma diyor ki:

"Resûl-ü Ekrem o günkü namazı iki kıbleli camide kıldı. Ensardan bir kısım kadınlar ile Resûlullah'a gittik. Şirk etme­mek, hırsızlık ve zina etmemek, çocuklarımızı öldürmemek, birbirimize bühtan etmemek ve iftirada bulunmamak ve hiçbir emrine itiraz etmemek üzere kendisine biat ettik, söz verdik. Bir de kocalarınızı gözetleyip teftiş etmeyin buyurdu. Bu teftiş­ten gayesi ne idi? Onu git, öğren de gel dedik. Kadın sordu ve Resulü Ekrem: 'Adamını malını (kendisinden saklı) başkasına yedirmektir' buyurdur.

Görülüyor ki Resûlullah'ın (sav) biati, İslâmın emirlerini yaşamak, imanda sebat etmek üzere söz almadır. Hatta bu söz verilen amellerden biri aksarsa af kapısı için Allah (c.c.) göste­riliyor. Peygamber dahi aradan çıkıyor. Diğer bir husus bu biat-ta toleranslı davranılıyor. Amellerden yapabildiğince yapılma­sını emrediyor.

Ümeyye b. Refika'dan naklen:

"Birtakım kadınlar ile, biat etmek üzere Resûl-ü Ekrem'e gittik. 'Allah'a ortak koşmamak, hırsızlık ve zina etmemek, ço­cuklarımızı öldürmemek, iftira etmemek ve bütün emirlerine isyan etmemek üzere sana biata geldik' dedik. Resûlü Ekrem de: 'Gücünüz yettiği kadar ve imkanlarınız nisbetinde buyur­du.' Bunun üzerine kadınlar: 'Allah ve Resulü bizden daha şef­katlidir, elini ver biat edelim' dediler. Resûl-ü Ekrem: "Ben ka­dınlarla musafaha edip el sıkışmam, yüz kadına sözüm bir ka­dına sözüm gibidir" buyurdu.

Resûlullah'ın (sav) biat  ilk önce Allah'a (c.c.) şirk koşma­mak üzere söz almaktı. Şimdiki kimi şeyhlerin ilk başta kendi­lerine rabıta yaptırarak, insanların imanını kurtarmakta ken­dini aracı görmesi garantili bir tasarrufta bulunarak Allah'a şirk koşturmak oluyor. Resûlullah ilk iş olarak Allah'a ortak koşmayın buyuruyor. Zamanımızın mürşidleri ilk başta beni de Allah'ın yardımcısı, tasarrufta ortağı kabul edin diyor. Gizli veya açık şirk daha başlangıçta devreye giriyor. —Tasavvufun ana konuları:

Tevhid-fena-beka-sahv-vahdet-i vücut.

Tasavvufun terimleri:

Vakit-hal-makam-kabz ve bast-heybet ve üns-tecavüt, vecd ve vücud-cem ve fark, cemül cem-ğaybet ve huzur-sahv ve sekr-mahv ve isbat-setr ve tecelli-muhadara, mükaşefe, müşa-hede-bevadih ve hücum-telvin ve temkin-kurb ve bu'd (yakın­lık ve uzaklık)-şerîat ve hakikat-nefes-havatır-varid-şahid-il-melyakin-aynelyakin-hakkalyakin-nefs-ruh ve sır.

Tarikatta da çeşitli mertebeler vardır. Konuyu fazla da- ğıtmamak için bunlardan bahsetmeyeceğiz.

Her ne kadar ilk mutasavvıflar İslâmı kendi nefislerine sindirmek için Kur'ân'ın beyanlarından başka bir metod kul­lanmamışlar dense de sonradan gelişen akımlarla tasavvuf kendine has terimler ve yorumlarıyla başlı başına bir okul veya "ekol" olmuştur.

Bazıları tasavvuf sonradan teessüs etmiştir, fakat bütü­nüyle İslâmın içinde idi. Tıpkı sarf, nahiv terimleri İslâmda mevcuttu, sonradan geliştirildi; tasavvufta aynen öyledir, dj-yor. Halep'li Abdulkadir İsa Tasavvufî Hakikatler kitabında

bu fikri savunuyorsa da biraz düşünen insan bu tür terim fark­larının derhal farkına varır. Fakat gaye kuru bir iddia ve tezi savunmak değilse.

Çalışmalarda bir kelimeyi kullanmak başka, o kelimenin rumuz edilmesi başka. Bir efendi (ağa) on işçi çalıştırıyor. O iş­çilerin her birinin ismi başka başkadır. Sorulduğunda kimin işinde çalışıyorsunuz? Hepsi de efendilerinin ismini verecektir. Sarf, nahiv Kur'ân'ın mâanâsını anlamakta bir evin merdive­ninin basamakları mesabesindedir. Esas olan evdir. Bu nokta­da merdivenlerden söz dahi edilmez. Şu güne kadar çıkmış mı­dır ben sarf ekolündenim diyen? Biz nahiv tekkesi kurduk di­yen. Fakat çok görüyoruz: "Sadece müslüman olmakla yetmez, tasavvuf dergahında pişmedikçe, tarikata girmedikçe ham müslüman kalırsın, bu gibi konuların sırrına eremessin."

Bana sordular: "Necip Fazıl'ı sever misin? Risale-i Nur okur musun?" Cevaben şunu dedim: "Necip Fazıl'ı severim, fa­kat Fazıla değilim. Risale-i Nur'u. okurum, Nurcu değilim. Bir müslüman olarak tasavvuf kitaplarını okumak, faydalanmak başka, tasavvufçu olmak başka. Tasavvuf kelimesi başka, bü­tün dünyaya yayılmış tasavvufî görüş ve tasavvuf akımı baş­ka."

"Bu terim ve tabirlerle, kendine has yorumlarıyla tasav­vuf İslâmdan, şeriatten ayrı bir cephe teşkil etmiyor mu?" dü­şüncesine cevap:

İslâmın esaslarına ters düşmeyen ve Allah'a şirk koşul­mayan hususlarda müsamaha ve hüsn-ü zanla hareket etmeli­yiz. Nerede İslama ters düşüyor ve şirk koşuluyorsa oradan iti­baren, bir akıma zararlı diyoruz.

"Ruhbaniyet ki, bunu onlar icad ettiler. Biz onu üzerlerine farz kılmamıştık. Ancak Allah'ın rızasını aramak için (bu icadı) yaptılar. Sonra da ona gereği üzere riayet etmediler. Biz de içle­rinden iman etmiş olanlara, mükafatlarını verdik. Çokları ise yoldan çıkmış fasıklardır.

Ayette belirtildiği gibi herkes çalışmasının ve niyetinin karşılığını alır. Son zamanın mürşidlerinden, tarik-i Nakşî'nin Halidî kolundan Ali Haydar Efendinin:

"Aslında tarikat müslümana farz, vacip kılınmamı^. İşte bu âyette hıristiyanlara hitap eden konu bizi de kapsıyor. Ma­demki böyle bir yol ihdas ettik veya ihdas edilen bir yolu kabul­lendik, bu nafile ibadeti yapmaya söz verdik. Bu ahdimizi yeri­ne getirelim. Tarikat derslerine sıkı sarılalım" dediği rivayet edilir.

Ashabdan Abdullah İbn Ömer'in (ra) Resûlullah kendisi­ne "Kur'ân'ı ayda bir hatmedersen yeter" dediği halde, "Üç gün­de bir hatmedeyim" diye nafile bir ibadete söz verdiği ve yaşı ilerleyince "Keşke Resûlullah'ın tavsiyesine uysaydım bana çok zor geliyor. Fakat bir defa da Allah'a söz verdik" dediği nak­ledilir.

Müslüman Allah yolunda samimi olarak çalıştığı sürece nafile de olsa, bid'at da olsa kardeşlerimizi saf dışı edemeyiz. Yalnız bid'atlar asılın yerini almaya başlarsa tehlikeyi haber vermekte, hele şirk koşulduğu zaman uyarmakta fayda vardır.

Başta Kur'ân âyetlerini vererek mü'minlerin durumlarını gördük. Şeyhler de mutasavvıflar da bu âyetlerde belirtilen mü'minler grubuna girerler. Şeyhler ve mutasavvıflar için ay­rı birtakım âyetler inzal olmamıştır. Yahut onlar ayrı bir zümre olduğu için diğer mü'minlerden ayrı bir sınıfta mütâlâa edilme­mişlerdir. Gerçekten ihlaslı mürşidler âyette sözü edilen mü'minlerin biraz daha takvaca üstün olanları olabilir. Fakat bu gibi mürşidler de "Ben halkın takvalısıyım" demez. Belki Rabbini, onun azametini, cennetini, cehennemini, kendi hata­sını ve acziyetini bilen, elinde sen cehenneme uğramadan di­rekt cennete gidersin belgesi olmadığı için tir tir titreyen, Al­lah'tan en çok korkandır.

 

 

 

  1. Yol olarak İslam yolu (Kur’an Yolu) olarak tekbir yol vardı (S.215) 

  

   "İslâm yolu (Kur'ân yolu) olarak tek bir yol vardır. İslâm-da tasavvuf yolu, tarikatçılık diye ayrı bir yol yoktur. Bunlar İslâmın aynısıdır" diyenlere cevabımız: İki isme ne lüzum var?

Kur'ân'da Allah (c.c.) buyuruyor ki:

"Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Ve size din olarak İslâmı ihtiyar et­tim.",

"Tasavvuf, tarikat İslâmın tamamlayıcısıdır, şeriat ka­buk (dışı), tasavvuf öz (içi)" diyenler aslında bir nevî şirk içinde­dirler.

İslâmın neresi eksik ki onu başka birşey tamamlasın? Şeriatın dışı var özü yok mu ki o doldurulsun?

Şerîat-tarikat-hakikat gibi teselleme de boş ve batıldır. Bu işin başı da şeriat, ortası da şeriat, sonu da şerîat'tır. Şeriat; Allah'ın (c.c.) bildirdiği İslâm olunca o hem zahir hem de batı-nıyla kemaldedir. Allah (c.c.) öyle buyurmuştur. İslâm hem söz, hem fiil, hem de haldir.

Tasavvuf bir hal diyenlere soruyorum:

İslâmdan "hal" yok mu? Veya bulunan hal zayıf mıdır da tasavvufunda bulunmayanı tamamlasın? Veya kuvvetlendirsin?

 

  1. Bir Müslüman olarak zamanımızda kabul edemeyeceğimiz haller (S.217-224)

 

      Hidayet anahtarı:

Bazıları derler ki; "Allah kendi anahtarını mürşidlerin eline vermiş. İstediği kapıları açar, istediklerini hidayete erdi­rir." Velilerin kerameti haktır. Allah (c.c.) istediği kullara dile­diği zaman zahir ve batından kapılar açabilir. Bazı kerametler göstertebilir. Biz bir müslüman olarak buna inanıyoruz. Fakat hidâyet anahtarını kimsenin eline vermemiştir. Peygamberi­miz, amcası Ebû Talib'in iman etmesi için çok uğraştı ve üzül­dü. Âyet nazil oldu:

"Şüphesiz sen sevdiklerini hidayete erdiremezsin. Allah dilediklerine hidayet verir. Ve o hidayete erecekleri bilir". Hi-dayete erecekleri dahi ben bilirim, buyuruyor Allah (c.c.).

    Bugün birçok şeyhlere açıktan veya dolaylı olarak tasar­ruf sahipliği atfediliyor. Allah (c.c.) devamlı bir şekilde kimseye sarfetme yetkisi vermemiştir Şayet böyle bir durum olsa idi, on­lar da birer ilâh veya ilâh yardımcıları olurlardı.

Ben bir tarikat şeyhinin vekilinden bizzat işittim. Trakya vekilimiz İstanbul'a şeyh efendiye haber göndermiş. "Burada halk tarikatlan bıraktı. Bu bölgeyi düşmana teslim edeceğim. Ne emir buyurursunuz?" demiş. Ettim ediyorum derken edivermiş.

Böyle bir yetkiyi Allah (c.c.) Peygamberlerine dahi verme\ miş. Vekil efendi nezaket icabı şeyh hazretlerine danışıyor. Ni­hayet tarikat-ı âlilere teveccüh edilmeyince orayı hüsrana uğ-ratıyor(!) Halk namaz kılıp, oruç tutuyor, la ilahe illallah diyor. Tarikat-ı âliden nasiplenemediği için oradaki müslümanları düşmana teslim ediyor. Çünkü oranın tasarrufu o bölgenin ve­kiline bırakılmıştır(!)

Tarikatlar çoktur. Sadece Nakşinin on iki kolu vardır. Kadiri, Rufaî, Sühreverdî, Mevlevi, Dusukiyye, Şazelî. Bunun dışında Biberi, Sümbülî, Abdurrahmanî, Rifaî, Hasanı ve bir­çok kurulmakta olan ve kurulacak olanlar.'

Ankara'nın Gölbaşı'nda Hasan Efendi hazretleri yeni bir tarikat-ı âli teessüs buyurmuşlardır. Silsilesi sorulunca:

"Ben direkt Resûlullah'tan emir aldım" buyururlar. Ol­maz mı? Resûlullah bazı insanlara özel sır veriyor. Bizim sene­lerce çalışıp kat edemediğimiz mesafeyi seyr-i sulukla çok kısa zamanda alıyorlarmış. Fakat bu Peygamberler neden ellerin­deki hazineden(!) kendileri faydalanmazlar da böyle her biri dünyanın eziyetlerini çekerler. Hele Hz. Muhammed (sav) is­tihza, taşlanmalar, üzerine işkembe atmaları, ayağının altına dikenler saçmalar, kanlar akması, derileri soyulması. Bir de iki Ömer'den biriyle bu dini kuvvetlendir diye Allah'a yalvarıp ya-karıyor. Halbuki şeyh hazretleri gibi bir himmet buyurmazlar mı? Yoksa Peygamber definenin hepsini şeyh efendilere verdi, kendisine bir şey ayırmayı unuttu mu(!)?

Bir defasında İstanbul şeyhlerinden biriyle sohbet eder­ken, "Hocam ben hapis ve arkasından da mecburi tayin (sür-gün)'e gidiyorum. Allah'a ısmarladık" dedim de, "Demek sen ra­bıtaya inanmazsın, işte halin böyle olur" dedi. Sonra kendisini de tutuklayıverdiler. Acaba rabıta-i şerîfelerinde bir anlık ku­sur mu ettiler(!)?

Bir de şu durum var ki:

Bir bölgede çeşitli tarikat şeyh ve vekilleri vardır. O bölgenin tasarrufu bu hazretlere tevdi edildiğinden(!), her biri bir hüner göstereceğinden arada bir çelişki doğacaktır. Biri yapa­rım diyecek, öbürü yıkarım diyecek. Zavallı halk da kasırgaya tutulmuş gibi olacak.

Yine bir defasında şeyhlerden birine dedim ki: "Bir gün ta­rikat dersini yapmazsanız seksen günlük nafile ibadetiniz ya­nacak. Bunun hakkında bir delil gösterebilir misiniz? Allah'ın farz ve vacip kıldığı namaz, oruç emirleri hakkında böyle ağır şartlar yok, siz Allah'ınkinden de ağır şartları bu bid'at olan na­fileler için bir kaynak gösterebilir misiniz? Çünkü siz müridlerinize bir gün dersiniz aksarsa 80 günlük ibadetiniz yanıyor di­ye talimatta bulunmuşsunuz."

Şeyh efendinin cevabı: "Aslında Kur'ân ve hadisde böyle bir 80 gün nafile ibadetin yanması hükmü yok. Onu müridlerimizin derslerine sıkı bağlanmaları için biz kendi yanımızdan çıkarıyoruz. Bu hükmü biz irad ediyoruz."

Tasarruf var şeyh efendilerde ya. Her zaman Allah hüküm vermeyecek; bazen de şeyh efendi hazretleri hüküm verecek(!)

Allah'ım senden onlara ve bütün insanlara ve cinne sana ortak (şirk) koşulmayan iman nasibini talep ederim, niyaz ede­rim. İşte bu gibi korkularla olacak ki; bir arkadaşın anlattığına göre Süleymancı kursuna giden 14 yaşındaki bir çocuğu babası geri almak isteyince çocuğu vermiyorlar. Babası savcılığa mü­racaatında, çocuk "Bu adam kimdir, bunu tanımıyorum" diyor. Bu adamlara kalırsa bana "Mezarda yatan son velinin hışmına uğrarsın. Ona inkıyad et, teslim ol, manevî ruhlarına" dediler. Ben de "Allah'dan (c.c.) başka bir ceza veren varsa hemen ver­sin" dedim.,

Demek ki Allah (c.c.) ihlaslı sevdiği kullara bazen bazı sır perdelerini açabilir. Fakat mülkünde kimseyi ortak kılmamış-tır. Rivayet olunur ki, Yakup'a (as): Mısır'dan Yusuf un gömle­ğinin kokusunu alıyorsun da neden kuyudaki Yusuf u göreme­din? diye sordular. Yakup (as): "Bizim halimiz ani çakan bir

şimşeğe benzer. Bazen arş-ı alayı seyre dalarız. Bazen topuğu-muzun dibindekini göremeyiz. Şayet aynı halde kalsa idik veli­liğin keramet ve sırrı kalkardı, buyuruyor.

Şeyhleri hatasız görmek:

Peygamberler dışında hiç kimse hatasız ve günahsız ola­maz. Peygamberleri ismet sıfatıyla Allah (c.c.) günahlardan ko­rumuştur. Onlarda dahi "zelle" denilen küçük hatalar sadır ol­muştur. Bugün ise şeyhlerin böyle bir hata ve günah işleyebile­ceği pek tasavvur edilemez. Tabiî bunun istisnası yok değildir. Geçenlerde bir mürşid Bursa'dan Kocaeli'ye müridini ziyarete gelmiş. Müridine ayrılırken "Bizim de kurtuluşumuz için'Al­lah'a dua ediniz" diyordu. Tabiî beş-on kişiden başka kendini tanıyan yoktu. Onlar da mürid mi arkadaş mı bilemezsin. Tabiî havadan kerametler yağdırmazsan, diğer insanların seviyesi­ne inersen etrafında kimseyi göremezsin.

Yine İstanbul'da Ahmet Gümüşhanevî'nin (Allah onlar­dan razı olsun) talebesi durumunda bir mürşide bir müridi ge­lerek: "Efendim, rüyamda sizi gördüm. Siz cennette baş köşede, biz de yanınızdayız" der. O zat: 'Vay ahmak vay! Aç tavuk rüya­sında darı görür. Dünyada iken cennetle haşrolmak bizim gibi günahkâr, aciz mahluklara mı kaldı?" diyor.

Fakat çoğu zaman müridler şeyhi kendi haline bırakmaz­lar. Onu uçururlar. Yakın zamanda müridin biri rüyasında Deccalı gördüğünü, Deccalın insanlara saldırdığını söyler ve, benim en büyük düşmanım filan yerdeki adamdır diye sizi söy­ledi diyerek rüyasını şeyhine anlatır. Şeyhi de rüyayı üç defa kalabalık içinde tekrarlattırır. Sonra: "Deccal da meydanda, Mehdi de meydanda" der. Birkaç yıldır Mehdi efendi aramızda bulunuyordu(!) Geçenlerde göz hapsi için Çanakkale'ye alındı­ğını duydum.

Son zamanlarda kerametleriyle de diğer mürşidleri hü­kümsüz bırakan veya bıraktığını savunan bir mürşidin rabıta­lısı birçok yüksek tahsilli gençler üniversitenin tıp fakültesinin

psikiyatri kliniklerinde yatmaktadır. Cezbeye gelerek, kendi­lerinden geçen bu insanların durumunu ehli tarike sorsan, on­ların maneviyatta büyük mesafeleri katetmelerine bağlarlar. Zaten kalpleri yanan taze derviş ve dervişeler (kadın dervişler) yangınlarını aldırmak için şeyhlerinin yanına giderler.

Bir defasında şeyhin vekilinin vekilinin vekili beni bir sohbetlerine davet etti. Biz de davete icabet gerekir dedik git­tik. Ben sesli olarak Kur'ân okuyordum. Yanımda dört kişi ve­kilin vekili kapıdan girince eller önde bağlı ayağa fırladılar. Üçüncü dereceden vekil efendi Kur'ân'ı da dinlemedi. Birkaç satır kalmıştı. Onu dahi dinlemeye tahammül edemeden na­maz kılacağız ve arkasından ders yapacağız diye ayağa fırladı­lar. Aslında namaz için, ne de ders için acele etmiyorlardı. Ke­rametlerden, uçmalardan bahsetmek için ballı tarafı idi. Niha­yet öyle de oldu. Namaz iki takla kılındı. Arkasıra birkaç zikir. Onun arkasından çayla karışık menkıbeler.

Vekil efendinin oğlu öğretmenmiş. Dedi ki: "Geçen gün müdürle beraber bütün öğretmenleri koşuya davet ettim. Ba­bamın himmetini talep ederek rabıta yaptım. Hiç biri benimle koşuya çıkmaya dahi cesaret edemedi." Tabiî vekil efendinin koltuğu kabarıyor. Her zaman büyük şeyh uçacak değil ya. Ba­zen fırsatı gelince vekillerin, vekillerin vekilinin de uçması, ke­rametler izhar etmesi gerekir.

İnsanlara en tatlı gelen şey: Diğer insanların kendine te­veccüh göstermeleri, Allah'ın vekaletini üstlenmeleri, haşa bir nevî ilâhlık payı almalarıdır.

Bir defasında İzmit'in Gölcük kazasında bir vekil efendiyi ziyaret edip hastasını muayene etmek için yolda giderken dervişanlar, "Bu gittiğimiz vekil hazretlerinin kalbi sağda imiş. Doktorlar hayret ediyorlarmış" dediler. Gittiğimizde bir de ve­kil efendiyi muayene ettim. Dönüşte vekil efendinin kalbini dinledim. Solda atıyor deyince, "Kurban onun kalbi bazen sağ­da, bazen solda atar; devamlı değişir" dediler. Gidip gelirken yolda ne Allah'dan ne onun Resulünden, ne de onun ashabın­dan tek bir kelime bahsedilmedi. Devamlı filan mürşid şu kera­meti gösterdi. Filan vekil efendimiz kalbimizi okudu, şu kadar kişi dergahımıza döndü... "İçinizden Kur'ân bilen yok mu, biraz okusun da dinleyelim" dedim. "Bilmeyiz" dediler. "O halde ben okuyayım da siz dinleyin" dedim.

Allah Resulü değil Kur'ân okunurken, normal zamanlar-da dahi içeri girdiklerinde ümmetinden kimsenin ayağa kalk­mamasını, bundan önceki ümmetlerin peygamberlerini çok yü-celeştirerek bir nevi onlara uluhiyyet ittihaz etme sebebiyle he­lak olduklarını beyan ediyor. Vekil gelince Kur'ân okunurken dahi ayağa fırlayan dervişanlâr, şeyh hazretleri gelirken, gelişine üç gün kala el-pençe divan dururak bekleyecekler.

Bazıları bizim şeyhimiz ayağa kalkmayın diyor diyecekler. Fakat onlar ayağa kalkıldığını ve kalkılacağını bildiği için mütevazilik olsun kabilinden birşey.

Buyurun davet ediyorum, bilhassa büyük şeyh geldiğinde ayağa kalkmayın. Allah indinde pek büyük bir hata yapmış ol­mazsınız. Gerçi Allah dostu olduğu için kalkıyoruz diyeceksi­niz. Deneme için olsa Peygamberin emrini tutuverin bir iki de­fa. O zaman gerçekten mütevazilik yapılıyor mu görürüz?

 RABITA:

Şeyhin suretini gözü önüne alarak, şeyhin kendisini Pey­gambere ve Allah'a ilettiğini, şeyhin bir vasıta olduğunu düşü­nür; "vesileler arayınız" âyetinin bir kısmını okur, âyetin başını ve sonunu, âyetlerdeki cihad ediniz sözünü okumazlar.

Rabıta olmadan ibadetler Allah'a ulaşmaz diyenler var­dır. Bir devlet başkanının yanına gitsen hemen direkt görüş­türmezler. Yaverleri ile görüşülecek, izin alınacak. Yardımcısı ile, müsteşarla görüşülecek, sonra gerekli görülürse... Teşbih çoğu yerde yanıltıcıdır. Mecelle denilen İslâm hukuk eserinde de kaydedilen bir kaide vardır. "Varid-i nass'da içtihada mesağ yoktur." Yani hakkında âyet, hadis olan bir mevzuda ictihad yapılamaz. Resûlullah (sav) buyuruyor:

"İbadet esnasında Allah'ı görüyormuş gibi durunuz, zira sen O'nu görmüyorsan O seni görüyor". Acaba Resûlullah (sav) şeyhi karşınıza alıp rabıta yapın demeyi unutmuş mudur? Yok­sa Allah (c.c.) Peygamberine bunu bildirmeyi unutmuş mu­dur!? Yoksa Allah (c.c.) her saniye sizi görmekten aciz mi, yor­gunluk mu duyar!?

Bu rabıta hususunda bütün âyetlere baktım. İlim adam­larına gittim, onlarla beraber bütün tefsirleri karıştırdık; ne bir âyet, ne bir hadis-i şerife rastlamadık. Şeyhler veya vekilleri ile görüştüm. Kesin bir âyet ve hadis gösteremediler.

İstanbul'da bir tarikat dergahında, Nakşî müridleri ara­larında şöyle konuşuyorlar: "Şeyhe rabıta yapmadan Allah'ı zikretsek kabul olur mu?" Bir tanesi "İmam Rabbani'nin kavli­ne göre kabul eder fakat özlü olmaz," dedi.

Ben de dedim ki "O halde siz rabıta yapmadan Kur'ân oku­sanız Allah indinde makbul olmaz mı?" Dediler ki: "Biz Kur'ân'ı küçüklükten beri okuyoruz. Rabıtaya ne lüzum var? Fakat zikrullahı şeyhin müsaadesiyle yaptığımızdan 'Rabıta yapmadan da Allah'ı zikretmekte, Resûlullah'a salat-ü selamda ecir var mı?' diye düşünüyoruz," dediler.

Peygamberler ve aşere-i mübeşşere dışında (Allah'ın bil­dirdikleri dışında) kimin cennete gideceğine ait kesin bir delil mi vardır? Hangi şeyhin eline cennete gideceğine ait berat bel­gesi verilmiştir? Verilen varsa bir görelim. Tefekkürden mah­rum, birkaç Arapça kelime öğrenmekle iş bitti sanan bir mürid anlattı:

"Şeyh Bahaüddin Nakşibendî hazretleri ölünce münker-nekir (sorgu) melekleri gelince huriler gelip suallere cevap ve­rerek melekleri geri çevirmişler. Huriler yetmiş kusur, 'Bizi Al­lah sana gönderdi' demişler. Piri Nakşibend hazretleri hurile­re: 'Gidin Rabbinize söyleyin, mahşer günü benim tarikatıma bağlı ön iki kola mensup müridlerin hepsi sorgusuz, sualsiz cennete gitmedikçe ben sizi kabul etmiyorum' demiş. Cemaatta bulunan müridler, artık kurtuluş belgesini almış sayılırlar(!) Çünkü çoğu bir tarikata bağlı, şeyhleri rabıta yapıyorlar."

 

  1. Neden Tasavvuf ve Tarikat üzerinde durduk? (S.320)

     Biz kardeşlerimizin günah ve hataları üzerinde de dur­muyoruz. Bütün bunlardan daha tehlikeli olan Hâlık'a şirk koşma halleri üzerinde duruyoruz. Biz bu halleri açıkça müşa­hede ettiğimiz için bu nazik durumu açıklıyoruz veya açıklanmış durumu tekrar dile getiriyoruz.

Yine Allah (cc) bilir, ama bu ümmetin (çoğunun) üzerin­den Allah'ın nusreti (yardımı) kalktı. Sebeb büyük: iman hasta­lığı, şirk. Bu insanlar (müslümanlar) Allah'ın en büyük vergisi olan akıl nimetini Kur'ân'ı rehber ederek kullanmazlar. Eli ba­şa koyup derin derin düşünmezler. Günde yüzbinlerce insan ölüyor. Kaçı Muhammed'i (sav) tasdik ederek gitti. Kaçı ebedî cehenneme gitti? Bunun ızdırabı yok bu günün müslümanında. Kendisi gerçekten inanmamış ki, etrafına yansın, yakınsın.

Aklı bir mürşide teslim edip, din işlerine kafa yormamak kolay geliyor. Fakat dünyevî bir ticaret olsa, altı yıl öncesinin ve geleceğinin hesabını yapar. Bazan mürşid müridlerine kızını filan delikanlıya ver der. Dünyevî ticaretini yağsız bulduğun­dan şeyhin emirlerini tutmaz. Fakat yağlı bir kemik görürse hemen atılır. Bir de şeyh hazretlerinin emridir der.

Ehl-i tarik olarak sadece biz miyiz bu insanları uyutan derseniz? Hayır sizin karşınızda olan güya bağımsızlar var. Böyle imam, böyle cemaat olmaz diyenler var. Buyurun size uyalım, siz imam olun biz cemaat olalım deriz. Her biri kuyru­ğunu kıstırır çeker gider. Bunlar sözünde durmayan dengesiz adamlardır. İşleri güçleri yıkmaktır. Yapıcı hiçbir cihetleri yoktur.