=================================================================
http://www.ulkuocaklari.org.tr/uh/egitim/kultur05.htm
Bunlardan
ilki, bilindiği gibi "kaganlık" merkezi (bunun Moğol toprak tanrıçası Ätügän ile
bir ilgisi olmamak gerekir, zira Türklerde toprak tanrıçası yoktur, ancak bölge
sonraları, Moğollar zamanında böyle itibar edilmiş olabilir), diğeri de kutsal
Tamıg (Tamır suyunun) kaynağıdır. Aslî Türk kültüründe bütün Yer-su'lar maddî değil (Kimekler'in nehirlere "secde" ettiklerine dair Gardizî'nin kaydı, eğer doğru ise, bunun menşei yakın komşuları olan Fin-Ugorlar'da aranmalıdır), manevî
kuvvet olarak tasavvur edildiklerinden, kendileri ile ilgili mitolojiler
teşekkül etmemiştir.<BR><BR><B>ç) Atalar Kültü</B><BR><BR>Ölmüş büyüklere tâzim,
atalara saygı, baba hâkimiyetinin inanç sahasındaki belirtisi olarak
görülmektedir. Bunun sosyal ve iktisadî şartlar dolayısiyle, eski orta ve kuzey
Asya kavimlerinde bulunabileceği hakkındaki düşünceler Türkler yönünden tarihî
kayıtlarla kesinleşiyor. Yukarıda söylendiği gibi, Asya Hunları ilk baharda (18
mayıs) atalarının ruhlarına kurban sunarlardı. Atalara ait hatıraların kutlu
sayılması, Türk mezarlarına yapılan tecavüzlerinn ağır şekilde
cezalandırılmasından anlaşılıyor. Atilla'nın 2. Balkan seferinin bir nedeni de Hun hükümdar ailesi kabirlerinin Bizans'ın Margus piskoposu tarafından açılarak
soyulması idi. M.Ö. 79 yılında benzer bir tecavüz hadisesi Tan-hu'yu Moğol O-huan'lara karşı savaşa zorlamıştı. Moğolları ve Bizanslıları bu hırsızlık
teşebbüslerine sevkeden neden eski Türklerde ölülerin silahları, kıymetli
eşyası, bazan tam techizatlı atları, kadınların mücevherleri ile birlikte
gömülmesi idi. Böylece öteki dünyada rahat yaşamalarınnı sağlandığı
düşünülüyordu. Türkler gibi, atalar kültüne sahip diğer kavimlerde bu inanç,
ölen bazı kudretli kimselerin yarıtanrı sayılmasına kadar ileri gitmiş iken
(meselâ, eski Yunan'da, Heros'lar) ve bunlar diğer tanrılar için insan kurban
edilirken (Hind-Avrupa kavimlerinde ve Sâmi kavimlerinde, Slâvlar'da ve Uzakdoğu kavimlerinde) Türklerde böyle adetlerin görülmemesi dikkat çekicidir. İbn Fadlan'ın, ölen Hazar hakanının hizmetçilerinin de kesildiği yolundaki haberi,
hakan ve genellikle Hazarlar hakkında gerçeklerle bağdaşması zor diğer
haberlerin çoğu gibi, doğruluktan uzaktır. Eski Türkler arasında insan kurban
edildiği intibaını uyandıracak bazı kayıtların, iyi bir araştırma sonucunda, bu
mânaya alınabilmesinde anca zorlama yoluna gidilmek gerektiği anlaşılıyor. Asya
Hunları için, Çin yıllıklarındaki ölünün "yakınları tarafından takip edilmesi"
ibaresi tefsir yolu ile bu neticeye ulaştırılmak istenmiştir. Halbuki, kaynak,
hiçbir engel bahis konusu değilken, "insan kurbanı"nı açıkca kaydetmediği gibi,
eğer gerçekten mevcut ise, bu adetin Hun imparatorluğunda yaşayan zümrelerden
hangisine ait olduğu da tasrih edilmiş değildir. Diğer taraftan Attila'nın ölümü ile ilgili olarak Jordanes'in -olaydan yaklaşık 100 yıl sonra- kütle halinde
insanların öldürüldüğü hakkındaki haberi de, bu yazarın mensup olduğu sanılan
Vizigotlar'da asırlardan beri mevcut insan kurbanı motifinin tekrarı gibi görünmektedir. Attila'yı gömenlerin, mezarın yeri bilinmemesi için öldürülüp
gömüldükleri hususu ise, Türk kültürü telakkilerinin dışında kalan bir
keyfiyettir, çünkü, hem bazı milletlerde görülen bu adetin hilafına Türkler
mezarlarının üstüne tümsek yaparlar ve hatta taşlar (balballar) dikerlerdi. Gök-
Türk menşei efsanenin 2. rivayetindeki mesele ile ilgili hususlar da tamamiyle
başka topluluklardan aktarılarak Türk'e mâl edilmiş durumdadır, zira eski Türklerde geyik motifi Ural menşeli olduktan başka, deniz tanrıçası da yoktur. Asya Hun İmparatoru Mo-tun'un, altun kaplattığı Yüe-çi hükümdarının kafa tasını
içki kabı olarak kullandığı rivayeti, keza Bulgar hakanı Kurum için benzer bir
kayıt, Hind, İranlılarda ve Çin'de mevcut (Tsin devleti zamanında) bir adetin tekrarlandığını göstermektedir. Esasen ilgili kafa tası kültü bir güney kültürü mahsulü olup ("tantrisme") Asya kavimleri arasında Moğollar için "tipik"tir. Türk tarihinde bu hususta inanılır değerde gibi görünen tek haber, bir Çinli generalin "kurban" edilmesidir. Hunlara sığınmış olan ve yurdundan kaçması Çin hükümeti bakımından tehlikeli sayılan bu kumandan gizli görevli bir Çinli wu (rahip) Tan-hu'nun teşviki ile öldürülmüştü. Fakat hemen suç işlediğini anlayan
Tan-hu ellerini göğe kaldırarak Tanrıdan af dilemiş ve Tanrı'yı teksin etmek için bir "kutsal mahal" yaptırmıştı. Demek ki, mesele tamamen siyasî olup dinî mahiyette insan "kurban" etme düşüncesine dayanmıyordu. Türkler insan kurban etmedikleri gibi, hükümlerini yürüttükleri yerlerde insan kurban adetini kaldırmaya çalışmışlardır (meselâ, Soğd'da). Bütün bu mülahazalardan sonra W.
Barthold'u n "Gök-Türkler'de düşman orduları
kumandanlarının kurban edildikleri" yolundaki acele tefsirinin yersizliği
anlaşılır.
Eski Türklerde kurban olarak hayvan kesilirdi. Hayvan cinsinden de erkekler
seçilirdi ("koyundan koç, deveden buğra, attan aygır"). En makbul kurban olan at
iskeletine bozkır-Türk kavimlerine ait mezarlarda çok sık rastlanır. Bundan
dolayı Asya Hun İmparatorlarına ait kurganlarda at cesetlerine tesadüf
edilmiştir (mesela; Altaylar'da Pazırık mevkiinde).
d) Gök - Tanrı Dini
Bozkır Türk topluluğunun asıl dini bu idi. Eski çağlarda başka hiçbir kavim ile
iştiraki olmayan bu inanç sisteminde Tängri (Tanrı) en yüksek varlık olarak
itikadın merkezinde yer almıştı. Yaratıcı, tam iktidar sahibi idi. Aynı zamanda
"semavî" mâhiyeti haiz olup, çok kere "Gök-Tanrı" adı ile anılıyordu. Gök-Tanrı
telâkkisinin, toprakla ilgisi olmadığı içni, avcı, çoban ve hayvan besleyici
topluluklara mahsus bulunduğu, bu itibarla menşeinin Asya bozkırlarına
bağlanması gerektiği genellikle araştırıcılar tarafından kabul olunmuştur. M.
Eliade'ye göre "orta ve kuzey Asya toplulukları için karakteristik bir sistem
olan" Gök-Tanrı, R. Giraud'a göre, doğrudan doğruya "bütün Türkler'in ana kültü"
durumundadır.
Gök-Tanrı itikadının esaslarını başta Orhun kitabeleri olmak üzere, eski Türk
belgelerinden az çok tesbit etmek mümkün oluyor. Tonyukuk kitabesinde çok
zikredilen Tängri bazan "Türk Tängrisi" şekliyle o çağlarda "millî bir Tanrı
olarak görünmektedir: Gök-Türklerin bir "hakanlık" kurması onun isteği ile
olmuştur. Hakan, Türklere onun tarafından verilmiştir. Yani Tanrı Türk halkının
istiklali ile alâkalanan bir ulu varlıktır. Savaşlarda onun iradesi üzerine
zafere ulaşılır. Türkün ve genellikle insanların hayatına Tanrı vasıtasız
müdahale eder. Emreden, iradesine uymayanı cezalandıran Tanrı bağışladığı kut ve
ülüg (kıymet)ü lâyık olmayanlardan gelir alır. Ulu tanrı şafak söktürür (tan
üntürü), bitkiyi canlandırır. Ölüm de onun iradesine bağlıdır: can veren Tanrı,
onu isteğine göre gelir alır ("Kül-Tegin vâdesi gelince öldü. Kişi-oğlu ölmek
için yaratılmıştır" Kitabeler). "Kara-yol (kanun, hak) Tanrı'dır. Kırılanları
birleştirir, yırtılanları birbirine ular... İnsan diz çökerek Tanrı'ya yalvarır,
kut isterse verir, atlar çoğalır, insanın ömrü uzun olur... kuzgunun niyazı bile
Tanrı'ya ulaşır..." (Irk-bitig). "Doğru, insanı ve yalancıyı Tanrı bilir.
Bulgarlar Hıristiyanların (Bizanslıların) iyiliği için çok çalıştılar. Onlar
bunu unuttu. Fakat tanrı biliyor". İnsanlar fâni, Tanrı ebedîdir (Bulgar
kitabesi).
Ne kadar dikkate değer ki, daha geç devirlerde Türkler arasında yayılan iptidaî
şamanlık eski Türk Gök-Tanrı telâkkisine dokunamamıştır. Ulu Tanrı bahis konusu
olduğu zaman şamanlığın adeta "sırıttığını" söyleyen M. Eliade'ye göre,
Gök-Tanrı'nın izi olan Yakut Tangara Kayra hanı ile şaman fazla meşgul
olmamaktadır.
Türklerde Tanrı düşüncesinde maddî gökyüzünde mânada ulu varlığa doğru bir
gelişme dikkati çeker. Orhun kitabeleride Türk komzogonisini tek cümle içinde
açıklayan ibare şöyledir: "Üze kök Tängri asra yagız yir kılındıkta ikin ara
kişi oğlı kılınmış..." (Yukarıda mavi gök, aşağıda yer yaratıldıkta, ikisi
arasında insanoğlu, yaratılmış...). Burada "Kök-Tängri"nin, gökyüzü olduğu
aşikârdır. O halde Gök-Türk çağında, dünyayı kaplayan, yeryüzünde herşeyi hükmü
altında tutan semanın bozkırlı gözünde Tanrı kabul edilmesi mümkündür. 10. asır
Oğuzlarında da benzer bir telakki göze çarpar. İbn Falan'ın naklettiğine göre,
Oğuzlar'dan biri haksızlığa uğradığı, yahut hoşlanmadığı bir iş başının geldiği
zaman, başını göğe kaldırarak "Bir tanrı" der. 13. asır Uygurları da Tanrının
insan veya herangi bir tasvir şeklinde tecessüm ettirilemeyeceğine
inanıyorlardı. Demek ki, aslî Türk itikadında anthropomorfizm (putçuluk) yoktu.
Kitabelerin bir yerinde Tanrı ile "yer" eşit fonksiyon icra ederg ibi görünmekle
beraber ("yukarıda Tanrı, aşağıda yer buyurduu için" Kitabeler), Gök-Tanrı'nın
çok eski zamanlardan -belki Hunlar'dan- beri tek ulu varlığı temsil ettiğine
dair deliller vardır. Hunlar devrinde, üstelik 6-8. asrlarda artık fonksiyonunu
kaybetmiş olan güneş, ay, yıldız tanrılar da mevcutu. Ancak bu durum
Gök-Tanrının, tıpkı semavi dinler (Musevilik, Hıristiyanlık, İslâmlık) deki
gibi, tek kudret olduğu keyfiyetini gölgelendirmez. Çünkü dinler tarihinde
tesbit edilmiştir ki, hiçbir din, hiçbir devirde tek itikad ve amelden ibaret
olmamış, "hiçbir Tanrıya tek başına itaat edilmemiş" ve Tanrı daima kutsal
sayılan ikinci derecede, yan varlık inançları ile çevrilmiştir (Semavi dinlerde
Tanrı = Allah ile beraber azizlere, meleklere, resûllere, kitaplara da iman
edilir). Türklerde de Gök-Tanrı yanındaki Hun devrinde güneş, ay, yıldızlar ve
Gök-Türkler çağında, yer ve yer-su'lar böylece kutsallar ("aziz"ler)
durumundadır (bu nedenle V. Thomsen "yer-sub" tabirini "saints" = azizler diye
tercüme etmişti). 7. asır Bizans tarihçesi Th. Simocattes, Gök-Türklerin kutsal
saydıkları ateşe, suya, toprağa tazim ettiklerini, fakat yalnız, yerin, göğün
yaratıcısı bildikleri Tanrıya taptıkları belirtilmiştir. Yeryüzünde mevcut
dinlerde "uluhîyet" konusunda araştırmaları ile tanınmış W. Schmidt'e göre de,
daha Hunlarda tek tanrılığa doğru oldukça ileri bir gelişme müşahede edilen
Gök-Tanrı dininde, Tanrı, Gök-Türkler devrinde manevi, büyük bir kudret haline
yükselmiş bulunmakta idi. Tiflisli St. Abo (70'larda) Hazarlar'ın "bir yaratıcı
tanrı" tanıdıklarını söylemiştir. Hazar başkentine Bizans'tan gönderilen St.
Cyrill ile mülâkat sırasında (862'de) hâkan, Hıristiyanarın Tanrının "üçlü
kişiliği" (Trinity) ne inandıkları halde kendilerinin (Türklerin) tek tanrıya
iman ettiklerini belirtmişti. Bulgar Türkleri de yaratıcı tek tanrıya
inanıyorlardı. (Burada yanlış bir tefsiri önlemek için beliretlim ki, Arso,
Azizo, Baolsamin, Mısır'da Amon-re, İranda Ahura, Hind'de Varuno, Roma'da Mithra
vb.) Hep güneşi, ayı, yıldızları temsil etmişler iken, Türklerin dininde,
bunlara ikinci plânda yer verilerek, bizzat Gök, Tanrı sayılmıştır. Gök dinini
bütün öteki dinlerden ayıran bu özellik, bu inanç sistemini, Orhun kitabelerinde
ifade edildiği gibi, Türklerin "millî" dini haline getirmiştir. NitekimTanrı
kelimesi de bunu gösterir.
Tanrı tabiri, aşağı yukarı bütün Türk lehçelerinde mevcuttur ve Türkçenin temel
kelimelerinden biridir. Yazılı kaynak olarak M. önceki Çin yıllığı Shi-ki'de,
imparator Mo-tun (M.Ö. 209-174)'un ünvanları dolayısiyle zikredilen "Tanrı"
Çinceye "T'ien" olarak geçmiş (Konfucius'un eseri: Lun-yü'de) böylece en aşağı
2500 yıllık bir maziye sahip olduğu görülen bu Türkçe tabir sonra Moğolcaya ve
diğer bazı Asya dillerine intikal etmiştir. Eski Sümer dilinde görülen ve
"Tanrı"ya yakın bir mânaya gelen "Dingir" sözü ile ilgisi henüz açıklığa
kavuşmamıştır.
Eski Türk din adamlarına genellikle "kam" deniyordu. Türk lehçelerinde bu kelime
de yaygındır ve ilk olarak Avrupa Hunlarında görüldüğü bildirilmiştir (Atakam,
Eş-kam). Gök-Tanrı dininin ne amel (ibadet) şekilleri ve "tängrilik" denilen
tapınakları, ne de "tängrilik" (ırk-bitig) adı verilen din adamları zümresi
hakkında başkaca bir şey bilinmiyor.
e) Diğer Dinler
Tarihte çeşitli Türk kütleleri bulundukları çevreye göre çeşitli dinlere de
girmişlerdir ve bu durum, İslâmiyet hariç Türk kavimleri üzerinde olumsuz
tesirler doğurmuştur. Asya Hunlarının Budizm ile, Avrupa Hunlarının
Hıristiyanlıkla pek ilgileri olmamış ise de, Çin'de devlet kuran Tabgaçlar
Budizm tesiri ile, 495 yılından itibaren "millî" unsurları yasak etme
neticesinde Çinlileşmişlerdir. Bununla beraber, Tabgaçlar Budist san'atta yeni
bir devir olan "Wei" san'atının geliştiricisi olmuşlardır (Yung-kang ve Long-men
Buddha heykeller). Gök-Türkler devrinde Budist rahip-seyyah Hiuen-Tsang bütün
Batı Gök-Türk sahasın bir budistler memleketi olarak tasvir etmekte ise de, Türk
halkının bu dine karşı direndiği ve II. Gök-Türk devletince Budizmin
reddedildiği malûmdur. Ancak Uygurlar zamanında Maniheizm Türkler arasına girmiş
ve bilhassa Uygurların Türkistan'daki hakimiyetleri devrinde iyice yerleşmiştir.
Gök-Türk yazısı değiştirilmiş, yerine Soğd menşeli ve tamamen başka karakterde
Uygur yazısı kullanılmıştır. Sonra Budizmin de intişar ettiği bu safhada Uygur
tarihi artık yerleşik kültüre bağlanmış sayılmak icap eder. Uygurlar bu kültürün
de en iyi temsilcilerinden biri olmayı başarmışlardır: Maniheist ve Budist
eserlerin Uygurcaya tercümesinden doğan zengin bir dinî edebiyat vardı.
Bunlardan bir kısmı resimli ve ciltli olarak, Bin-Buddha mağara tapınaklarında
bulunmuş olup, aralarında, 10. asır başlarında Gök-Türk alfabesi ile yazılmış
kehanet kitabı: Irk-bitig dikkati çekenlerden biridir, Uygur alfabes ile
Huastuanift adlı eser ve Hiuen- Tsang'ın hal tercümesinin Uygurcaya mütercimi
olan Beşbalıklı Türk Singku Seli Tutung tarafından Uygurcaya çevrilen (10. asır
ilk çeyreği) Altun yaruk (= Altın Işık) aynı derecede önemlidir. Hece vezninde
yazılmış ilahiler Beş-balık, Turfan, Karaşar, Aksu, Yarkent gibi merkezlerde ve
"çöl Pompeisi" diye anılan başkent İdi-kut şehrinde, ayrıca Toyuk, Mortuk,
Bezeklik emvkilerinde 1894-1914 yılları arasında birçok Avrupalı bilginlerin
yaptıkları kazılarda ele geçen duvar resimleri, heykeller vb..
Bir kısım Türkler de Musevliğe (Hazarlar) ve Hıristiyanlığa girmişlerdi. Türk
nüfusunun çoğunluk meydana getirdiği sahalarda bir olumsuz tesiri görülmeyen bu
yabancı dinler, bu imkânın mevcut olmadığı bölgelerde Türklerin silinip
kaybolmaların neden teşkil ettiği gibi (Doğu Avrupa'da ve Balkanlar'da:
Hazarlar, Peçenekler, Uzlar, Kumanlar) 1000 tarihinde resme Hıristiyan olan
Macarların Türk kültüründen uzaklaşmaları, 864'den itibaren Ortodosluğu kabul
eden Bulgarların kısa zamanda Türklüklerini kaybetmeleri neticesini vermiştir.
Yalnız İslâm dinidir ki, Türklerin kadîm inançları ile bazı bakımlardan uygunluk
göstermesi dolayısiyle Türklüğü takviye eden bir din durumundadır.
5. İKTİSADİ HAYAT
a) At ve Koyun
Bozkır Türk ekonmisinin esasını, orman ve çöl değil, yüksek ovalar ve yaylalar
olan bozkır coğrafyasının iklim şartları icabı, çobanlık ve hayvan besleyicilik
teşkil ediyordu. Yetiştirilen hayvanlardan -yukarıdan beri Türk sosyal ve
kültürel hayatında büyük önemini belirttiğimiz at'tan başka- koyun geliyordu.
Tarihi M.Ö. 2500'lerde başlatılan, Altaylar'ın batısında, Afanasyevo kütüründe
koyun kemikleri, at kalıntıları ile birlikte görülmüştür. Aral gölü bozkır
havalisi kültürünü vasıflandıran, Harezm'deki Kelteminar kültürü (M.Ö. 3000)'nde
ise yaban domuzu, geyik ve kaplumbağa kemikleri meydana çıkmış, fakat, koyun ve
sığır izine rastlanmamıştır. Demek ki, koyun ile atın insan hizmetine girmesi
zamanları arasında bir paralellik vardır. M.Ö. 3000 başlarından itibaren
Orta-Doğu, Mısır ve Doğu - Akdeniz bölgesinde ziraat, hayvancılık ve maden
kullanılışından meydana gelen kültür birliklerinin geliştiği, halkı henüz
balıkçı ve avcı durumunda olan bozkırlarda ise hayvan besleyiciliğe dayalı
ekonomi sisteminin, daha sonraları (2500'ler) güneyden gelen tesirle başladığı
ileri sürülmekte ise de, işaret edilen bölgeden kuzeye doğru bir kütle
muhacereti görülmediğinden, bundan doğan derin bir kültür tesirinin mevcut
olabileceği benimsenmemektedir. Bunun yanında, ehli hayvanlar sırasında koyun
ile öküz ve domuzun bir arada dikkate alınması herhalde doğru değidir. Bu hayvan
kalıntılarınnı bir kültür tabakasında yan yana bulunması ile, o hayvanların
ehlileştirilme yerleri ve zamanları ayırt edilmek gerekir. Meselâ öküz bozkır
hayvanı değildir. Sulak verimli, çiftçilik yapmaya elverişli sahalarda oturanlar
için önemli bir hayvandır, fakat bozkırlının işine pek yaramaz. Bu nedenle öküz
bozkır iktisadiyatında faktör olarak görünmez (öküz kelimesi de aslınd İndo-Germencedir).
Bütün ağır hareketli, kocabaş hayvanları böyle saymak mümkündür. Domuzun ise,
başlangıçta, bozkırlarla alâkası olmamıştır. Türkler tarihleri boyunca hiç domuz
beslemedikleri gibi, etini yemekten de hoşlanmamışlardı. Hiç olmazsa, ehli
hayvan besleyiciliğin ilk aşamasına domuz Tunguz ve Moğollara, öküz, inek, manda
vb. İndo-Germenlere, deve çöl kavimlerine, at ve koyun ise Türklere ait gibi
görünmektedir. Bu bakımdan Afanasyevo kültüründe at ve koyun kemiklerinin bir
arada bulunması daha anlamlı bir duruma girer. Böylece teşekkül eden bozkır
kültürünün ekonomik bünyesi ortaya çıkmış olur. Tabiatiyle daha geç devirlerde -M.Ö.
1500'lerden sonra- Türk bozkırlarında at ve koyun sürüler yanında sığır, katır,
deve vb. sürüleri de vardı.
b) Beslenme
Bozkırlı Türklerin başlıca gıda maddesi et idi. En çok at ve koyun eti yenirdi.
Priskos'un hazır bulunduğu meşhur ziyafette Attila yalnız et yemişti. Bol
miktarda et istihsal eden Türkler, bunu uzun süre muhafaza edebilmek için
konserve yapmayı öğrenmişlerdi. Konserve et Çin'e ihraç edilen başlıca
maddelerden idi. En ünlü Türk içkisi de, kısrak sütünden imal edilen kımızdı.
Bundan hem Çin, hem batı kaynakları bahseder. Çeşitli içkilerden buğday ve
darıdan yapılana Gök-Türkler "begni" diyorlardı. sebzeye karşı fazla istek
duyulmazdı. Sütlü darı, peynir, yoğur aslında bozkır yemekleri idi. Yoğurdun
kiraz veya kayıs ile tatlılaştırılması şeklinde hazırlanan "lo" adlı bir içki
Hunlar arasında yaygındı. Yağ yemesini Çinliler Türklerden öğrenmişlerdi.
Uygurlar (Türkistan'da) üzüm yetiştiriyor, pekmez ve şarap (bor) istihsal
ediyorlardı.
c) Giyim
Bozkır Türk giyim eyasının başlıca malzemesi koyun, kuzu, sığır, tilki ve az
miktarda ayı derisi ile koyun, keçi, deve yünü idi. Eski Türkler bez dokurlar,
giyecek için kendir yetiştirirlerdi. Yün kumaş ve bezden iç çamaşırları
giyerlerdi. Hunlar Çin'e yünlü, kumaş ve çeşitli keçeler ihraç ederlerdi. M.Ö.
1. yıldan kalma, bir Hun hükümdar ailesine ait, Orta Asya'da Noin-ula kurganında
20 çeşit ipekli kumaş (Çin'den ithal) kalıntısından başka, üzerine bir Hun
portresi işlenmiş yün kumaş ile, aplike süslü keçeler bulunmuştur. Romalılar
keten gömlek giyildiğini ilk defa Hunlularda görmüşlerdi. Bozkırın "tipik"
elbisesi ceket-pantalon idi. Süvari en rahat şekilde ancak böyle giyinebilirdi.
Yukarıda söylediğimiz gibi, bu tarz giyinme, yabancı ülkelerde Türk usulüne göre
yapılan asker ıslahat neticesinde dünyaya yayılmıştı (Milâd sıralarına ait Hun
mezarlarından çıkarılan ceket, pantalon, gömlek, çizme ve çoraplar). Hazar
prensesi Çiçek'in Bizans sarayına gelin gittiği zaman giydiği Türk tipi
imparatoriçelik elbisesi (Çiçekion) orada moda olmuştu. Başka kavimler kopça
kullandıkları halde, Türkler düğme kullanırlar ve ceketlerini, Çinliler ve
Moğolların aksine, sola açarlardı. Türkler ayaklarına çizme, başlarına börk
giyiyorlardı. İleri gelenler, makam sahipleri, daha çok başlıklarının daha uzun
ve gösterişli olmasından tanınırdı.Hunlar, Gök- Türkler, Hazarlar, Oğuzlar ve
Bulgarlara ait tarihî belgelere göre, Türk erkekleri genellikle uzun saçlı
idiler, saygı alâmeti olarak börk ve başlıkları çıkarmak adet halinde idi.
Bozkır Türk topluluğunda el sanatları ileri idi. Dünyanın en geniş
imparatorluklarını kurmuş olan bozkırlı Türkler büyük ölçüde ve çağına göre
daima yüksek bir harp sanayiine sahip bulunmuşlardır. Bu üstünlüğü sağlayan
vasıtalardan biri demir idi.
ç) Demir
Demir işleyicilik, madencilikte son safha olarak görünmektedir, ondan önce
bakır, bronz ve altun işleyiciliği vardı. Bunlardan ilk ikisine taş devrini aşan
hemen her kültürde tesadüf ediliyor. Afanasyevo kültür çevresine dahil Minusinsk
ve Altay bölgelerindeki buluntu yerlerinde M.Ö. 3000'lerden kalma bakırdan
yaılmış bıçak, biz ve teller, küpe ve diğer süs eşyası ele geçmiştir. İlk Türk
kültür merkezlerinden gösterilen Andronovo kültür çağında ise -bütün Orta ve
kuzey Asya'da ilk defa -altun ortaya çıkmakta idi. Bu devirde "çok kudretli ve
zengin bir içtimahi hayatın müşahede edildiği" Altaylarda gerçek bir "altun
endüstrisi" merkezliği durumu vardı. Buradaki madenciliğin tesirleri, güneyde
Tanrı dağlarına kadar hissediliyordu (M.Ö. 2000); Çu ve Arpa, Burma-çap
buluntuları hep Andronovo kültürünün izlerini taşıyordu. Bazı "İndo-Germenci"ler
tarafından bile Hind, Avrupalı halk üzerine, madencilik bakımından, Altaylı
tesiri kabul edilmiştir.
===========================================
ŞAMANLIK MESELESİ
http://www.amatorce.de/samanlik.html
Bozkır Türkleri'nin yani Eski Türkler'in din inançları üç noktada toplanır:
Fakat Şamanlık, bu listeye dahil değildir. Çünkü temel Eski Türk inançlarında şamanlığın yeri yoktur. Her ne denli, zamanımızda Türkler'in eski dinleri şamanlık gibi gösterilse de işin aslı böyle değildir. Bunun neden ve kanıtları aşağıda sıralanmıştır.
Öncelikle
konu abartılmış bir durumdadır. Türkoloji ile ilgili araştırmalar Altay Türkleri
arasında başlamıştır. Türkoloji araştırmaları başladığında, Altay Türkleri
şamanlık inancına bağlı bulunuyorlardı. Bu nedenle sanki Altay Türkleri, saf
Eski Türk kültürünün biricik yaşayan temsilcileri gibi kabul edilerek, Eski
Türkler'in milli dininin şamanlık olduğu görüşü zihinlerde egemen olmağa
başlamıştır. Fakat konu derinlemesine incelendiğinde işin doğrusunun bu olmadığı
anlaşılır. Bir kere Altay Türkleri, Eski Türk kültürünün bozulmamış temsilcileri
falan değillerdir. Altay Türkleri'nin
Yaratılış Efsanesi incelendiğinde durum gözler önüne serilir. Altay
Türkleri'nin dünyanın ve insanın yaratılışı ile ilgili rivayetlerinin hiçbiri
Türkler'in kendi öz düşüncelerinin ürünü olmayıp, türlü dinlerin etkilerinin
karışmasından ortaya çıkmış bir tasavvurlar örgüsüdür. Örnek olarak, Altay
Türkleri'nin yaratılış efsanelerinde geçen özel adların birkaçı dışında hepsi
yabancı kökenlidir: Kuday, Kurbustan, Matmas, Mangdaşire, Maytere...vb. Altay
Türkleri'nin din gelenekleri başta Budacılık olmak üzere Hint, İran, Yunan ve
Yahudi efsaneleri ile Moğol döneminde ortaya çıkan kimi öykülerin içiçe
girmesinden oluşmuştur; bunlara Eski Türk inançlarından da bazı kırıntılar
katılmış olabilir. Benzer bir durum, Yakut Türkleri'nin dini inanç ve efsaneleri
için de söz konusudur. Yani Altay ve Yakut Türkleri'nin inançlarını ve
efsanelerini, Eski Türkler'in inanç ve geleneklerinin günümüzde yaşayan
bozulmamış örnekleri olarak düşünmek son derece yanlış olup, böyle bir davranış
Türk kültürünü dar bir çerçeve içine hapsetme çabasından ibarettir. Ne yazık ki
günümüzde Türkler arasında bile Altay ve Yakut mitolojilerinin, Türkler'in has
gelenekleri olduğu düşüncesi egemendir. Fakat Eski Hun ve Gök-Türk toplumu
incelendiğinde durumun böyle olmadığı anlaşılmaktadır. Altay ve Yakut
mitolojisinin ürünlerinin köklerine Hun ve Gök-Türk geleneklerinde rastlanmaz.
Eğer Altay ve Yakut mitolojisi saf Türk kültürünü temsil etse idi, bu
mitolojilerin motiflerinin Hun ve Gök-Türk inançlarından kaynaklanmaları ve bu
kaynaklanmanın da birtakım kanıtlarının olması gerekirdi ki böyle bir şey söz
konusu değildir. Bütün bunlara bağlı olarak Altay ve Yakut şamanizmi eski milli
Türk kültürünün temel direği değildir ve Eski Türkler'in milli dinleri de
şamanizm falan değildir.
Türk
olsun olmasın, Orta Asya halklarında şamanın din törenindeki görevi yalnızca
icracılıktır. Birçok dini törene de (mesela Tanrı'ya kurban sunulmasına) şaman
katılmaz. Geç devirlerde Türkler arasında yayılan şamanlık, Türkler'in Gök Tanrı
inancına dokunamamıştır. Şamanizm hakkında araştırmaları bulunan M.Eliade, Ulu
Tanrı söz konusu olduğunda şamanlığın adeta sırıttığını söyler. Yakut
Türkleri'nde Gök Tanrı kavramının karşılığı olan Tangara Kayra Han ile de şaman
pek meşgul olmaz. Aslında şamanizm, bir din değildir; yalnızca bir uygulamadır
ve hemen hemen her dinin içinde yaşar. Şaman; ruh, cin, şeytan, peri ve ölülerle
uğraşan, hastalara şifa vermeğe çalışan, ölülerin yaşayanlara zarar vermemesini
sağlayan, insanların dert ve dileklerini gök ve yer altındaki ruhlara ileten
kişidir. Görüldüğü gibi şamanlığın nitelikleri din ile değil büyücülük ile
bağdaşır. Şaman asla ruha aracısız olarak müdahale edemez, hastalık ve
talihsizlik söz konusu olmadığında şamana iş düşmez ve Tanrı ile ilgili uygulama
ve ibadetlerde şaman rol almaz.
Şamanlar tarihin her döneminde ve her dinde yer almışlardır. Mesela bugünkü Türkiye'de yaşayan ve cinlerle irtibat kurduklarını söyleyip kendilerine medyum sanını yakıştıran kişiler de aslında birer şamandırlar. Onlar da aynen şamanlar gibi cinleri/kötü ruhları insanlardan uzaklaştırdıklarını ya da insanlara musallat ettiklerini söylemektedirler. Bir örnek olarak Medyum Memiş gösterilebilir. Yani eski şaman tabirinin yerine medyum, ruhçu gibi adlar konmuş ama uygulamanın özü aynı kalmış durumdadır.
Anlaşılacağı üzere, dinden çok büyü niteliği taşıyan ve esasta bir Bozkır-Türk inanç sistemi olmayan şamanlığın Eski Türkler'in Atalar Kültü, Yir-Sub inançları ve Gök Tanrı kavramı ile ilgisi yoktur.
Kimi
araştırmacılar, Eski Türkçe'de bulunan ve din adamı anlamına gelen kam sözcüğü
ile şaman sözcüğünün aynı kavramı ifade ettiklerini öne sürseler de, şaman
kelimesinin Türkçe bir kelime olmamasının kanıtlanmasından sonra bu görüş
geçerliliğini yitirmiştir. Şaman kelimesi bir Hint dili olan sanskritçedeki
sramana sözcüğünden kaynaklanmaktadır; sramana'nın anlamı ''dilenci rahip''tir.
Bazı araştırmacılar şaman sözcüğünün Mançu dillerinden kaynaklandığını ileri
sürmektedirler. Ama, bu sözcüğün kaynağı hangi dil ve kültür olursa olsun
kesinlikle öz Türkçe değildir ve Eski Türkçe'deki kam kelimesi ve kam
kelimesinin ifade ettiği kavram ile de bir ilgisi yoktur. Eski Türkçe'deki kam
sözcüğü din adamı anlamına gelmekte olup büyücü şamanlarla herhangi bir ilgisi
yoktur.
Şamanlığın en büyük özelliği, nüfüz ettiği bölge halkının ruh âlemine bürünme yeteneğidir. Bu yüzden şamanlık, bütün kültür ve dinlere bulaşmıştır. Ama şamanlık, kendini gizler ve içinde yaşadığı dinin gelenekleri içinde saklanır. Şamanlığın bu müthiş uyum ve kendini gizleme yeteneği sonucunda, dinlerin içinde yeni oluşumlar ortaya çıkar. Fakat bu yeni oluşumlar artık o dinin öz nitelikleri gibi düşünülür. Sonuçta adlar değişir ama uygulamalar devam eder ve şamanizm de kamuflaj ve uyum yeteneği sayesinde varlığını sürdürür.
=============================================
http://www.alewiten.com/atalarkultu.htm
Erman Artun
Adana Halk Hekimliğinde Atalar Kültü
Orta Asya'dan gelip Anadolu ve Rumeli'ye yerleşen Türkler, buraya kendi kültürlerini taşıdı. Anadolu coğrafyası, birçok uygarlığın, din ve inanç sistemlerinin buluştuğu kültürlerin ortak kaynağı olmuştur. Türkler Anadolu'ya gelince İslamiyet ve Anadolu kültürüyle tanışmıştır. Türk halk kültürü günlük hayatın uygulama ve değer yargılarıyla yeni bir içerik ve nitelik kazanmıştır. İslamiyet öncesi atalar kültü, tabiat kültleri, Gök Tanrı kültü ve Şamanlık gibi eski inançlar yeni inanç örgüsü altında devam etti (Ocak 2000: 53).
Halk kültürü ürünleri Türk kültürünün tarih içindeki görünümüne değişmesine ve gelişmesine paralel olarak bir değişim ve gelişim içinde olmuştur. Aynı uygarlığa bağlı kültürler, aynı dünya görüşünde birleşirler. Bir uygarlığın dünya görüşü de o uygarlığa özgü bir halk kültürünü doğurur. Halk kültürü ürünleri, yaşayan kültür topluluğunun dünya görüşüne ve değerler sistemine göre şekillenir. Her kültürün bir değerler ve kurallar bütünü vardır. Kültüre bağlı olarak şekillenen her türlü birikim doğal olarak o kültürün bir parçasıdır (Artun 2000: 40).
Tarihin ilk topluluklarından bu yana doğayı tam çözemeyen insanlar, daha sonra onun her türlü iyiliği ve kötülüğü yapabileceklerini düşünmüş, onunla iyi geçinmenin yollarını aramıştır. Dilekleri yerine gelince şükretmek amacıyla adaklar adamışlar, çeşitli büyüsel ve törensel işlemler uygulamışlardır ( Artun 2000: 52).
Türkler, evreni, dünyayı, insanları anlamaya, kontrol altına almaya yardım eden bu inançlardan, hastalık nedenlerini anlamaya ve tedavi etmeye çalışırken de yararlanmışlardır. Sihir sistemine dayanan Şamanlık, hakim inanç olan İslamiyet'in bir ögesiymiş gibi varlığını sürdürmektedir (Boratav 2000: 76).
Adana halk kültürü, yüzyılların deneyimlerinden süzülerek biçimlenmiş, kuşaktan kuşağa aktarılan bir değerler bütünüdür. Halk kültürü ürünleri örnek değerler, ahlak anlayışı, dini inançlar, gelenekler, günlük yaşam vd. ile beslenir. Yaşadıkları yöreyle aralarında bir bağ bulunan bu ürünlerin çoğalmasında, şekillenmesinde tarihi ve kültürel mirasın önemli bir rolü vardır (Artun 2000: 68).
Adana halk hekimliğinin bazı uygulamalarında atalar kültü ve tabiat kültleri arasında bir bağ vardır. Atalar kültü ataların takdisine dayanır. Atanın öldükten sonra ruhunun bir takım üstün güçlerle donanacağı ve bu sayede geride kalanlara yardım edeceği inancı vardır. Ataların eşyaları ve mezarları kutsal kabul edilip ruhlarına kurban sunulurdu. İslamiyet'in kabulünden sonra atalar kültü Anadolu'da Türkler arasında veli kültünün oluşumunda etkili rol oynamıştır. Üstün ruhlarla donanmış insan tipi Müslümanlıkla da bağdaşmıştır. Velinin ait olduğu toplumun sosyal, dini ve ahlaki değerlerinin temsilcisi olduğuna inanılır (Ocak 1984: 3). Veli küllüyle samanların işlevleri arasında benzerlik vardır. Bunlardan biri, hastaları iyileştirmektir (Ocak 1992: 10). Kült, yüce ve kutsal bilinen varlıklara karşı gösterilen saygı ve onlara tapınmadır. Bu saygı ve tapınış, duayı, adağı, kurbanı, belli ritleri gerektirmektedir.
Evliyalar, velayet derecesine ulaşmış kişilerdir. Kimi zaman tayy-ı mekân (bir anda uzak mesafelere gitme), tayy-ı zaman (bir anda birkaç yerde bulunma), su üstünde yürüme, kalp okuma vd.gibi üstün özelliklere sahiptir. İslam inancına göre buna "keramet sahibi olma hali" adı verilir.
İslamiyet'te ölüden medet umma yoktur. Veli kültü, pagan kültürle ilgisinden dolayı yasaklanmasına rağmen varlığını korumuştur. Şamanist Türkler, Şamanların olağanüstü nitelikler taşıdıklarına ruhlar ve gizli güçlerle ilişki kurup onlara istediklerini yaptırdıklarına inanırlardı. Bu işlev, evliyaların dileği Allah'a iletmelerine dönüşür. Şamanist dönemden Budist döneme geçtikten sonra Budist azizlerinin çok eskilere inen kerametlerini anlatan metinler tercüme edildi. Ayinlerde halkın okuması için oluşturulan metinler geniş tabana yayıldı. Bu yolla evliyaların menkabelerine Şamanların üstün ruhani güçlerle donanmış kişilikleriyle, Budist azizlerin kerametleri de eklendi (Ocak 1984: 7). Türk Şamanları olağanüstü kimlikleriyle Bektaşi velâyetnâmelerinde yazılmış menakıbnâmelerde adeta yeniden hayat bulmuş gibidirler.
Bir kültür varlığı olarak kültten söz edebilmek için, insanlara fayda veya zarar getireceğine inanılan bir nesne yahut kişi gerekmektedir. Ziyaret, adak, kurban ve benzeri uygulamaların varlığı olmalıdır (Ocak 2000: 113).
Atalar kültü ruhun bedenden bedene geçmesi (tenasüh, reenkarnasyon) inancını taşıyan Budizm ve Maniheizm'in Türklerde kabul görmesinde etkili olmuştur. Atalar kültüne göre çok yaşayan, bilgili, yönetici insanlar öldüğünde onların ruhları, ailesine ve toplumuna yardım eder. Onları kötülüklerden korur. Bu ataların yalnızca ruhları değil, eşyaları da kutsallaştırılmıştır. Türklerdeki evliya kültünün temelinde atalar kültü yatmaktadır (Ocak 2000:113).
Halk, evliyaların yattığı mezar, hazire, yatır, türbe, zaviye, tekke, dergâh vd. yerlere gidip dua eder. Veliden; hastalılardan kurtulma, iş bulma, kısmet açma gibi çeşitli konularda yardım istenebilir. Dua edip de istekte bulunanın mutlaka bunu inanarak yapması şarttır, aksi halde isteğin gerçekleşmeyeceğine inanılır. Ziyaretlerde dua okunur, ata ruhlarından yardım dilenir. Ziyaret suyundan medet umulur. Bazı durumlarda atalar kültüyle su kültü, tepe kültü, ve taş kültü birleşir. Türklerin İslamiyet'i kabul etmesinden sonra da halkın yatırlara gitmesi üzerine "Allah'ın sevgili kulları olan ve Allah'a sözü ve nazı geçebilen evliyanın yardımını dilemek" şeklinde açıklanmağa çalışılmıştır (Eröz 1992: 103).
Kutsal kabul edilen yerlerden alınan taş, toprak, su gibi nesnelere dokunmak, üzerinde taşımak, içmek, üzerine dökmek şeklinde aracı olarak kullanılmaktadır. Bu yerlerden psikolojik rahatsızlıklar için de şifa aranır (Kalafat 1997: 36; Başar 1972: 159).
Eski Türk inançlarından atalar kültü, günümüzde farklı uygulamalar ve inanışlar arasında varlığım devam ettirmektedir. İnsan sağlığıyla ilgili konularda halk arasında öncelikle modern bilim ve bilgi tercih edilir. Eski halk inançlarına dayalı bu tür halk hekimliği uygulamaları doktor sonrası hasta yakınlarının iyileşmeye yönelik psikolojik telkin olarak bu uygulamalar önemli rol üstlenmektedir. İnanılarak, kutsallaştırılarak yapılan bu tür uygulamalar, halk hekimliğinin kuşaklar boyu devam etmesini sağlamaktadır (Kaya 2000: 199).
Günümüzde Adana'da velilere ait otuzun üstünde yatır, türbe ziyaret ve bunlara bağlı anlatılan yüzün üstünde efsane vardır. Adana'daki yatır, türbe, ve ziyaretlerin çoğunluğu hakkında bilgi sahibi değiliz.
1. Adana'da Ziyaret Yerleri
Adana'da incelemeye aldığımız ziyaretleri şöylece sıralayabiliriz:
1) Cabbar Dede Ziyareti
2) Derviş Hoca Ziyareti
3) Çoban Dede Ziyareti
4) Bilal-i Habeş Ziyareti
5) Yedi Kardeşler Ziyareti (Şeyh Yusuf El-Hakim, Şeyh Abdurrahman El-Harabi, Şeyh-ül Kalia El-Hakim)
6) Yedi Kardeşler Ziyareti
7) Hz. Hıdır Ziyareti (Mıdık)
8) Hz. Hıdır Ziyareti (Karşıyaka )
9) Cafer El Tayyar Ziyareti
10) Sultan Habibin Nacar Ziyareti
11) Nebi Nuh Ziyareti
12) Nuh Nebi Ziyareti
13) Halil İbrahim Ziyareti
14) Şeyh Abdülrezzak (Bulamaç Dede) Ziyareti
15) Ağca Baba Ziyareti
16) Sadık Sultan Ziyareti
17) Zilli Dede Ziyareti
18) Ali Dede Ziyareti
19) Durhasan Dede Ziyareti
20) Hasan Nuh Dede Ziyareti
21) Hurmalı Dede Ziyareti
22) Süleyman Efendi Ziyareti
23) Mutlu Dede Ziyareti
24) Karataş Dede Ziyareti
25) Bulut Dede Ziyareti
26) Sait Dede Ziyareti
27) Kayın Dede Ziyareti
28) Şıh Dede Ziyareti
(Çağımlar 1994:151).
Adana'da yatır, ziyaretlerde atalar kültünün devamı olan veli kültüyle yapılan halk hekimliği sürmektedir. Hastalıkların çeşitlerine göre seçilen bu ziyaret yerlerini şu şekilde sıralayabiliriz:
a) Çocuğu Olmayanların Gittikleri Ziyaret Yerleri
Cabbar Dede, Derviş Hoca, Çoban Dede, Bilal-i Habeşi, Yedi Kardeşler, Cafer El Tayyar, Sultan Habibin Nacar, Bulamaç Dede, Ağca Baba, Gaffar Baba, Sadık Sultan. Zilli Dede, Durhasan Dede, Hurmalı Dede, Mutlu Dede, Bulut Dede, Sait Dede, Arpacı Dede, Muhittin Dede
b) Çeşitli Hastalıklara Şifa Aramak İçin Gidilen Ziyaret Yerleri
Derviş Hoca, Bilal-i Habeş, Yedi Kardeşler, Hz. Hıdır, Cafer-El Tayyar, Nuh Nebi, Halil İbrahim, Bulamaç Dede, Ağca Baba, Sadık Sultan, Ali Dede, Durhasan Dede, Karataş Dede, Bulut Dede
c) Sağlıklı Doğum Yapmak İçin Gidilen Ziyaret Yeri
Sultan Habibin Nacar
d) Felçli Hastalara Şifa İçin Gidilen Ziyaret Yeri
Çoban Dede
e) Boğaz Hastalıklarına Şifa İçin Gidilen Ziyaret Yeri
Süleyman Efendi
f) Deliliğe Şifa İçin Gidilen Ziyaret Yeri
Çoban Dede
g) Görme Özürlülere Şifa İçin Gidilen Ziyaret Yeri
Çoban Dede
Görüldüğü gibi hastalıklara şifa aramak için sağaltıcı kerameti olduğuna inanılan ziyaret yerlerine gidiliyor. Bazı ziyaret yerlerinde bir çok hastalığa şifa aranırken bazı ziyaret yerlerinde de belli hastalıkların şifası aranıyor. Yatırlara en çok çocuğu olmayan kadınlar gidiyor. İkinci sırada diğer hastalıklar geliyor.
2. Yatırları Ziyaret Günleri
Yatırlardaki evliyalara belli günlerde gidildiğinde kerametlerinin gerçekleşeceğine dair bir inanç var. Genellikle adaklar için cuma günleri gidilir.
a) Her Gün Gidilen Ziyaret Yerleri
Cabbar Dede, Bulut Dede, Derviş Hoca, Çoban Dede, Hz. Hıdır, Bulamaç Dede, Gaffar Baba, Sadık Sultan, Zilli Dede, Durhasan Dede, Hasan Nuh Dede
b) Salı Günü Gidilen Ziyaret Yerleri
Bilal-i Habeşi
c) Çarşamba Günü Gidilen Ziyaret Yerleri
Nuh Nebi
d) Perşembe Günü Gidilen Ziyaret Yerleri
Yedi Kardeşler, Ağca Baba, Ali Dede
e) Cuma Günü Gidilen Ziyaret Yerleri
Süleyman Efendi, Sait Dede, Yedi Kardeşler, Hz. Hıdır, Halil İbrahim, Bulamaç Dede, Sadık Sultan, Ali Dede, Hurmalı Dede
f) Cumartesi Günü Gidilen Ziyaret Yerleri
Hz. Hıdır,Cafer- El Tayyar, Hurmalı Dede
g) Pazar Günü Gidilen Ziyaret Yerleri
Yedi Kardeşler, Hz.Hıdır, Cafer-El Tayyar, Nuh Nebi Sadık Sultan, Hurmalı Dede
Ziyaret yerlerinden şifa umanlar bu takvime uyarlar. Son yıllarda ziyaretler tatil günleri ve cumartesi, pazar günlerine kaymıştır. Ama adaklarda cuma günü ziyaret yapılır.
3. Ziyaretlerde Adaklar
Ziyarete dilekte bulunan kişi, dileği yerine gelirse adak adar. Adak kurbanı olarak genellikle koç, horoz kesilir. Hastalıktan kurtulan, dileği yerine gelen ziyaretçiler kurbanı getirerek ziyarette keserler. Kimileri, kurbanı fakirlere et olarak dağıtmakta, kimileri de. yemek yaparak dağıtmaktadır. Kurbanın dışında Kur'an, mevlit okutma, günlük, mum yakma, ziyarete yeşil örtü, bayrak örtme, halı, kilim, seccade, havlu, baş örtüsü getirme, helva yapıp dağıtma, fakirlere yiyecek giyecek dağıtma, şeker, aşure dağıtma, tabak, tencere, çaydanlık, çay, şeker ve ziyaret bakıcısına para verme şeklinde de adaklar adanmaktadır.
Önemli bir adak da belirli bir süre saç uzatılması şeklinde gerçekleştirilir. Çocuğu olmayan aileler, Derviş Hoca Ziyareti'nde çocuk sahibi olmayı diler ve çocukları olması halinde, yedi yaşına gelene kadar çocuğun saçını uzatmayı, yedi yaşına gelince ziyarete kurbanla gelip saçın ve kurbanın kesileceğini adar. Çocuğun kesilen saçları ziyarete bırakılır. Dileği yerine gelenler ziyaretin bakımını tamirini yaparlar.
Çocuğu olmasını dileyen kadınlar ziyarete patik asar, bezden beşik yapar. Şifa dileyen bazı kişiler ziyarette yatarak şifa ararlar. Bu yedi gece yatma şeklinde de uygulanır.
Süleyman Efendi Ziyareti'ndeki suyun boğaz hastalıklarını tedavi ettiğine, sandukanın yanındaki taşın da sırt ağrılarına iyi geldiğine inanıldığı için ziyaret suyu içilir, taşa ağrıyan yer sürtülür. Burada taş kültünün öne çıktığını görüyoruz. Bu işlem ata, ulu kişiye bedenle temastır. Adaklardan bir diğeri ise doğacak çocuğa evliyanın adının verilmesi şeklindedir. Ziyaretçiler, ziyarette önce evliyanın ruhuna fatiha okur, sonra dileklerini söyleyip adak adarlar. Sait Dede Ziyareti'ne felçliler gelerek şifa dileyip adak adarlar.
Sonuç
Adana halk hekimliğinde atalar kültü, otuzu aşan ziyaret yeriyle bütün canlılığıyla yaşamaktadır. Sağlık problemi olanlar, çağdaş tıbbın yanı sıra ziyaretlerden de şifa ummaktadır. Ziyaret yerlerine gidilip sağlık dilekleri dilenmekte, adaklar adanmakta. sağlığa kavuşanlar adaklarını yerine getirmektedir.
Etrafında kült oluşan ziyaretlerde, çeşitli büyüsel ve törensel işlemler uygulanmaktadır. Ziyaretçiler, velilerin eşyalarını, mezarlarını kutsal kabul edip sağlık dileklerini Allah'a ulaştırmakta velileri aracı kılmaktadır. Adanan adağın mutlaka yerine getirilmesine dikkat edilir. Aksi halde adak adayan kişinin başına kötülük geleceğine inanılır.
Halk hekimliğinde, inanılarak, kutsallaştırılarak yapılan bu tür uygulamalar Adana halk hekimliğinde atalar kültüne bağlı sağaltmaların kuşaklar boyu sürerek günümüze gelmesini sağlamıştır.
Kaynakça
Artun, Erman (2000): Adana Halk Kültürü Araştırmaları. Adana.
Başar, Zeki (1972): Erzurum 'da Tıbbi ve Mistik Folklor Araştırmaları. Ankara.
Boratav, Pertev Naili (2000): Halk Edebiyatı Dersleri. Tarih Vakfı Yayını, İstanbul.
Çağımlar, Zekiye (1994): Adana Yöresi Yatır, Ziyaret, Ocaklarda, Bunlara Bağlı Anlatılan Efsaneler. Ç. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Adana.
Eröz, Mehmet (1992): Eski Türk Dini ve Alevilik Bektaşilik. T.D.A.V., İstanbul.
Kalafat, Yaşar (1997): Anadolu Halk Sufizmi, Zazalar, Kırmançlar ve Türkmenler. İstanbul
Kaya, Muharrem (2001): "Eski Türk İnanışlarının Türkiye'deki Halk Hekimliğinde İzleri" Folklor / Edebiyat, Ankara.
Köksal, Hasan (1978): "İzmir ve Çevresinde Yatırlar" Milletler Arası Folklor Kongresi Bildirileri. Ankara.
Ocak, Ahmet Yaşar (2000): Alevi ve Bektaşi İnançlarının İslam Öncesi Temelleri. İstanbul.
Ocak, Ahmet Yaşar (1992): Menakıpnameler. Ankara.
Ocak, Ahmet Yaşar (1984): Türk Halk inanç ve Edebiyatında Evliya Menkıbeleri. Ankara.
www.alewiten.com [29.10.2002]
=================================================================
http://www.byegm.gov.tr/yayinlarimiz/ANADOLUNUNSESI/202/AND13.htm
Doç. Dr. Necati DEMİR Cumhuriyet Üniversitesi Eğitim Fakültesi Öğretim Üyesi Türk dünyasının tamamında ve Türk dünyasına komşu olan coğrafyalarda kutlanan Nevruz, eski takvimlere göre yılın ve baharın ilk günüdür. Yeni takvime göre ise gece ve gündüzün eşit olduğu martın yirmi birine rastlamaktadır. Coğrafya, tabiat şartları, insan meşguliyetleri takvimlerin oluşmasında birinci derece önemli unsurlardır. Türkler genellikle orta iklim kuşağı veya ılıman iklim kuşağı (300-600 enlemler arasında) adı verilen bir coğrafyada yaşayan, yirminci yüzyılın başlarına kadar genellikle tarım ve hayvancılıkla geçinen bir millettir. Takvimleri de bu coğrafya, tabiat şartları ve meşguliyetlerinden doğmuş ve gelişmiştir. Doğal olarak Nevruz, bütün Türk devlet ve topluluklarında bilinmektedir. Bir başka ifade ile Nevruz’u tanımayan, yaşatmayan, uygulaması bulunmayan herhangi bir Türk devleti veya topluluğu yoktur. Bu yönüyle Nevruz; birlik, beraberlik ve barışı ifade etmektedir. Türkiye’de Yılsırtı, Mart Dokuzu, Mart Bozumu, Sultan Nevruz, Gün Dönümü, Yeni Gün, Ölüler Bayramı, Nevruz isimleriyle bilinmektedir. Diğer Türk devletleri ve topluluklarında durum şöyledir: Altay Türkleri Cılgayak Bayramı, Azerbaycan Novruz, Ergenekon Bayramı, Bozkurt Bayramı, Ölüler Bayramı, Başkurt Türkleri Ekin Bayramı, Doğu Türkistan Yeni Gün, Baş Bahar, Gagavuzlar İlkyaz; Karaçay-Malkar Türkleri Gollu, Gutan, Saban Toy, Tegri Toy, Kazakistan Türkleri Navruz, Nevruz Bayramı, Nevruz Köce, Ulus Günü, Kazan Türkleri ve Karapapaklar / Terekemeler Ergenekon Bayramı, Kırgızistan Türkleri Noruz, Kumuk Türkleri Yazbaş, Nogay Türkleri Navruz, Saban Toy, Özbekistan Türkleri Nevroz, Tatarlar Nevruz, Türkmenler Teze Yıl, Uygur Türkleri Yeni Gün adlarıyla bu güne özel bir önem vermektedirler. Nevruz diğer isimlerle Yılsırtı, Mart Dokuzu, Mart Bozumu, Sultan Nevruz, Gün Dönümü, Yeni Gün’ün Türk tarihinde ve kültüründe köklü bir geçmişi bulunmaktadır. Türklerin Ergenekon’dan çıkış gününün yirmi bir marta rastladığı kabul edilmektedir. On İki Hayvanlı Türk Takvimi’nde yıl başı da aynı güne rastlamaktadır. Oğuz Kağan’ın bu günü kutsal saydığı ve bayram gibi törenlerle karşıladığı bilinmektedir. Türklerin Nevruz kutlamaları Eski Uygur Dönemi nesimlerine de konu olmuştur. Selçuklu Sultanı Sultan Celaleddin Melikşah, devrin uzay bilimcilerini Selçukluların başkenti İsfahan’da toplamış, kendi adıyla anılan Celalî Takvimi’ni yaptırmıştır. Şemsî Takvim adıyla İran ve Afganistan’da kullanılan bu takvime göre yılbaşı yirmi bir marttır. Akkoyunlu Hükümdarı Uzun Hasan, nevruz gününü yılbaşı kabul etmiş, vergileri buna göre düzenlemiştir. Sultan kelimesinin Nevruz’la birlikte kullanılması, padişahların halkla birlikte Nevruz kutlamalarına katılmasıyla ilgilidir. Ertuğrul Gazi Törenleri, II. Abdülhamid zamanına kadar (eski takvime göre) mart dokuzu yani Nevruz günü yapılmaktaydı. Bu tarihî derinlik Divan edebiyatında da işlenmiş, şairler tarafından gazel ve kaside tarzında Nevruziyeler yazılmış, devrin hükümdarlarına ve devlet adamlarına sunulmuştur. Halk şairlerinin Nevruz’u anlatan Nevruziyeleri ise konuya halkın bakışını yansıtmaktadır. Bunlar içerisinde hak şairi Zaralı Ozan Ali Nebi’nin (Zara Akören köyü 1725-1810) Nevruz Semahı, Nevruzla ilgili pek çok konuyu 18. yüzyılda gözler önüne sermesi ilgi çekicidir: Bu gün dağlar yeşillendi Sultan Nevruz safa geldin Cümle kuşlar hep dillendi Sultan Nevruz safa geldin Bu gün bahar eyyamıdır Nevruz Türk’ün bayramıdır Gönüllerin sultanıdır Sultan Nevruz safa geldin Allah deyü öten kuşlar Dua eyler dağlar taşlar Yeşillendi hep ağaçlar Sultan Nevruz safa geldin Tacik, Çeçen hem Altaylar Mesirede zengin baylar Kırırgız, Kıpçak cümle boylar Sultan Nevruz safa geldin Geçti şita (kış) döndük yaza Ali Nebî’m vurur saza Kızanlar düştü alaza (alev) Sultan Nevruz safa geldin (Adnan Mahiroğulları, Dünden Bugüne Zara, Sivas 1996, s. 173) 21 Mart 1919’da Konya’da Ergenekon Bayramı’nın kutlandığını devrin gazetelerinden öğrenmekteyiz. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, Ankara Keçiören’de 21 Mart 1922’de Ergenekon Bayramı ismiyle düzenlenen bir törene katılmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsızlığına kavuşan Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan Cumhuriyetleri’nde 21 Mart 1991’den itibaren Nevruz resmî bayram ilân edilmiş ve bayram kutlamaları devlet töreni durumuna getirilmiştir. Nevruz kutlama ve uygulamaları Türk dünyasında genel olarak ortaklık arz etmektedir. Ateş kültü, su kültü ve atalar kültü temel inanışlardır. Sabahleyin ilk iş olarak ateş yakmak, dışarıda yakılan ateşin üzerinden atlamak gibi uygulamalar ateş kültü ile ilgilidir. Nevruz günü ikinci uygulama olarak çeşmeden su alınıp yola ve eve serpilmesi, geri kalan suyun ev halkınca içilmesi; ırmak, göl ve akarsuların kenarında törenler yapılması, su üzerinden atlanması ise su kültünü yansıtmaktadır. Atalar kültü çerçevesinde bu günde eve uğurlu sayılan yaşlı bir kişi davet edilmekte, büyüklere ziyarete gidilmektedir. Mezarlıkda kutlamalar yapılıp atalar anılmaktadır. Birkaç gün önce evlerin temizlenmesi, özel yemeklerin hazırlanması, yeni elbiseler alınması; Nevruz günü törenler çerçevesinde yapılan yarışmalar ve sportif karşılaşmalar, halk oyunları ve geleneksel seyirlik oyunlarının oynanması yine Türk dünyasının ortak uygulamalarıdır. İranlılar bu günü Saka Türklerinden alırken kendi dillerinden bir kelime olan Nevruz (yenigün) ismiyle adlandırmışlardır. Türk ve İran kültürünün etkileşimi olan yörelerde bu bayramın Türkçe isimleri arka plâna itilmiş, Nevruz ismi genelleşmiş ve öne çıkmıştır. Bütün bunlar dikkate alındığında Nevruz’un Türkler tarafından diğer kültürlere geçtiği ortaya çıkmaktadır. Bu inanış ve uygulamalar binlerce yıl devam etmiştir. Ancak çok çeşitli sebeplerden dolayı 1920-1980 yılları arasında, halk kültürü araştırmacıları hariç, Türk Dünyasında ve dolayısıyla Türkiye’de pek gündeme taşınamamış; ihmal edilmiştir. Gündeme gelememesi ve ihmal edilmesi sebebiyle aydınlar ilgisiz kalmış, devlet töreni olarak kutlanmamıştır. Bu gelişmeleri fırsat sayan bazı çevreler Nevruz’u olumsuz noktalara çekmeye çalışmışlardır. Fakat Türk halkı bu bayramı gönlünde ve köyünde yaşatmaya devam etmiştir. Türkiye’de Nevruz’la ilgili en ayrıntılı araştırma, ilk baskısı 1985’te yapılan Prof. Dr. Abdulhalûk M. Çay’ın Türk Ergenekon Bayramı Nevruz adlı eseridir denilebilir. Diğer Türk Cumhuriyetleri’nin bağımsızlığını ilân ettiği 1991’den beri Türkiye’de Nevruz konusunda bilimsel çalışmalar artmıştır. Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi ve Kültür Bakanlığı tarafından Başbakan ve diğer bazı bakanların da katıldığı bilgi şölenleri düzenlenmiş, bildirilerle konu ayrıntılarıyla incelenmiştir. Sunulan bildiriler ve makaleler kitap ve dergi halinde tüm dünyanın hizmetine sunulmuştur. TRT tarafından her yıl Nevruz ile ilgili programlar düzenlenmekte, diğer Türk Cumhuriyetlerindeki törenler naklen yayımlanmaktadır. Türkiye’nin hemen her ilinde Valiliklerce düzenlenen konferanslarda halk Nevruz konusunda bilgilendirilmektedir. Üniversitelerde paneller yapılmakta, Millî Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda günün anlam ve önemini anlatmak için törenler düzenlenmektedir. Bütün bu çalışmalarla Nevruz (diğer isimleriyle Yılsırtı, Mart Dokuzu, Mart Bozumu, Sultan Nevruz, Gün Dönümü, Yeni Gün); birlik, beraberlik ve bir kültür günü olarak Türk kültür hayatında lâyık olduğu yeri almaya başlamıştır.
===================================================================
Eski Türkler’de İnanç Motifi
http://www.hubyar.org/akultu.htm
Gelenek, Göktürk, Oğuz ve daha eski Türk inançlarından gelmektedir. Orta-Asya Türkleri’nin inancını dört temel noktada toplayabiliriz.Gök-Tanri kültü, Atalar kültü, Tabiat Kültleri ve IX.yüzyıldan itibaren bu kültlere eklemlenen Şamanizm inancı; tüm bu inançlar öylesine birbirine girmiş ki, ayırmak imkansiz hale gelmiştir.
Atalar Kültü; ölmüş büyüklere tazim, atalara saygı, "baba hukuku"nun inanç sahasindaki belirtisi olarak görülmektedir.
Hemen hemen bütün kuzey ve Orta-Asya kavimlerinde bulunduğu
görülen ve Ata-erkil aile yapısının bir sonucu olarak yorumlanan atalar kültü,
tarihi nisbeten iyi bilinen en eski Türk topluluklarından Hunlar zamanında
tesbit edilmektedir. Hunlarda yılda bir kere umumi bir merasim düzenlenerek
ataların ruhlarına kurban kesiliyordu.
Atalara ait hatıraların kutlu sayılması, Türk mezarlarına yapılan
tecavüzlerin ağir şekilde cezalandırılmasından da anlaşılıyor. Attila’nın
I.Balkan Savaşı’nın bir gerekçesi de Hun Hükümdar ailesi kabirlerinin Bizans’ın
Margos Piskoposu tarafından açılarak soyulması idi...Soyulma nedeni, Eski
Türkler de ölülerin silahları, kıymetli eşyası, bazen tam techizatlı atları,
kadınların mücevherleri ile birlikte gömülmesi idi. Böylece öteki dünya da rahat
yaşamlarının sağlandığı düşünülüyordu. Türkler ölenin yeri belli olsun diye
Kurgan inşa ederler, mezarlarının üstüne tümsek yaparlar veya geniş daireler
şeklinde taş yığarlar ve hatta taş heykeller (Balbal’lar) dikerlerdi.
Göktürk Yazıtları’ndan anlaşılıyor ki; "Türk halk inancına göre, insanin ruhu, öldükten sonra kuş yahut böcek şekline giriyormuş. Ölen hakkında "uçtu" deniyor.Bilindiği gibi Batı Türkleri’nde, hatta İslamiyeti kabulden sonra,"öldü" yerine “şukar boldu” yani "şahin oldu" deyimi kullanılıyordu.
Yakutların inancına göre, ölüm halinde “Kut” (can) bedeni terk ederek, kuş şeklini alır ve kainatı kaplayan Dünya Ağacı’nın dalları üzerine konar.Yakutlar’da ruh, hayvan şekline de girmektedir. Moğol şamanın kuş şekline girmesini sağlayacak kanatları vardır.Orhun Yazıtları’nda ve Kaşgarlı Mahmut'un Divanı’nda görüldüğü üzere, eski Türkçe’de “Cennet”in “Uçmak-Uçmağ” kelimesi ile açıklanması da bu bakımdan mana taşır. Bu kelimeyi bazı Alevi Şairlerinin nefeslerinde de buluruz. Bektaşiler ölen insanın canının hayvan şekline girebileceğine inanİrlar.Bu tarikata göre ölüm, "göçmek" bir diyardan, başka bir diyara taşınmak, "Kalıbı dinlendirmek”tir. Tasavvuftaki Devriye görüşünün, bu eski Türk inancının tesiri altında kaldığı tahmin edilebilir.
Definle İlgili Gelenekler
İnsan öldükten sonra evinin büyük odasında orta bir yere cenaze konur, üzerine cecim örtülür etrafına yakın akrabaları (kadınlar) ve köyün diğer kadınları toplanarak ağıtlar yakılır.
Ölü mezara götürülürken arkasından su dökülür ve tüm köy halkı evlerinde bulunan depo edilmiş içme sularını dökerler “umup umacağın bu olsun” diye. Yaşamları boyunca atı çok seven insanların ölümü esnasında atı var ise atı eğerlenip cenaze mezarlığa götürülürken cenazenin önünden at götürülür ve mezarlığa kadar götürülür. Ölen kişi gömülürken eğer çok sevdiği bir eşyası var ise o eşyası cenaze ile mezara konur. Mezarlıktan dönen kişiler ölü evine yemek yemeye giderler. Yemek için önceden bir koç kesilir, pişirilir ve yapılan yemekler insanlara yedirilir. Buna “kazma kürek” ekmeği denir. Ölü evinde kuran okutulup ev boşaltılır. Ölü evinde birkaç gün yakın akrabaları kalır. Ölünün yıkandığı yerde ki genelde burası kapı önüdür. Üç gün boyunca akşamları ateş yakılır. İnanca göre bu ateş ahretine çıra tutmak (kişiyi ahrette aydınlatmak) amacıyla yapılır. İnsanlar kendi çocuklarından yakınırken “sanki ahretime çıramı (ışık mı) yakacak” diye yakınırlar. (Babam İstanbul’ da öldüğünde Annem üç akşam balkonda mum yakmıştı ve ateş yakamamanın ızdırabını çekmişti. A.K.)
Orta Asya Şamanist Türkler’de de ölen için duyulan acı, çeşitli şekillerde ve birtakım törenlerle ifade edilirdi. Hubyar Köyü’deki bu gelenekte eski Türk izlerini taşımaktadır.
Ahretine karşılık gelsin ve öbür dünyada çıplak gezmesin diye ölünün elbiseleri fakir insanlara dağıtılır. Fakir insanın bu elbiseleri giydiği zaman ölen insanın ahrette çıplak gezmediğine inanılır. Ölü kişi için aynı gün “kazma kürek ekmeği” düzenlenir koç kesilir ve insanlara yemek verilir. İlk Cuma akşamı cumalık yapılır. Yemek verilir. Kuran okutulur.
Kırk gün sonra kırk yemeği verilir.Kuran okutulur. 52. gün etin
kemikten acı duyularak ayrıldığına inanılır . ölünün bu acıyı duymaması için
kendisinden önce ölen akrabalarının ve sevdiği insanların o kişinin bu acıyı
hissetmemesi için eğlence düzenledikleri ve yemek verdiklerine inanılır. 52
sinde yemek mezarı başınd a verilir. Kuran okunur. Kişinin vasiyetnamesi okunur.
Ölümün birinci yılında ve takip eden yıllarda da can ekmeği verilir. Can ekmeği
toplu bir yemek olarak verilebildiği gibi herhangi bir zamanda da insanlara
herhangi bir parça lokma da ölü kişinin canı için verilir.Can ekmeğinden sonra
Cem yapılır. Ölen kişinin mezarı bir yıl dolmadan yaptırılmaz.Ölen insan için
öldü denmez göç etti, yolcu oldu denir. Mezarlıklar bayramlarda ziyaret edilir
ve mezarlıklara Elma, Helva, Börek, ve yiyecekler götürülür. Orada gelenlere
yedirilir. Artanlar mezara bırakılır. Ölü kişi yıkanırken veya yıkama bittikten
sonra ölü kişinin yakınları su döker ve ölen kişi büyük saygın birisi ise eli
öpülür. Hortladığına inanılan kişinin mezarının ortasına elma ağacından bir
kazık çakılır. Ölü kişi çok fazla rüyaya girerse hortladığına inanılır.
Sıraç Topluluklarında iki türlü cenaze kaldırılmaktadır. Bunlardan
ilki ve yaygın olanı Sünni inançlı insanların kaldırdığı şekilde kuranla v.b.
şekilde kaldırılanıdır. İkinci şekil ise tüm Hubyarlı Sıraç topluluklarında
eskilerde olduğu gibi halen de günümüzde de Orta Asya Türkmen geleneklerine göre
kaldırılanıdır. Bu şekle göre; Kişi öldükten sonra köyde bulunan dede ya da sofu
kişinin öldüğünü köy ahalisine duyurtur. Bundan sonra ağıt v.b törenler
yapıldıktan sonra ölü kişinin üzerine yeni elbiseleri giydirilir. Diğer taraftan
eşilen mezara bir döşek serilir , yastık konulur. Ölü kişi bir salla mezarlığa
getirilir. Önceden hazırlanan döşeğin üzerine konulur. Üzerine yorganı örtülür.
Ve mezar toprakla kapatılır. Sofu veya Dede Türkçe deyişlerini ve dualarını
okurlar. Bu topluluklarda KURAN okunmaz , mezar taşlarında fatiha veya benzeri
kelimeler yer almaz. Arapça bir kelime hiç yer almaz. Sıraç topluluklarının
küçümsenemeyecek bir sayıda olan köylerinde cenazeler bu şekilde
kaldırılmaktadır.
Hubyar köyü başta olmak üzere diğer birçok köyünde ise Sünni
inançta olduğu gibi kaldırılmaktadır. Burada Hubyar köyü ile birlikte diğer
köylerin bu konuda asimilasyona uğradığı söz konusudur. Çünkü aynı
topluluklara ve inanca mensup insanların farklı şekillerde cenaze kaldırmaları
normal değildir. Gerçi Hubyar Dedeleri bu durumu kabul etmekte ve Diğer şekilde
cenaze kaldıranları da yanlış bir şekil olarak değerlendirmekteler. Hatta bir
kısım Dedelerimiz sakın bunların bu şekilde cenaze kaldırdıklarını başka yerde
anlatmayın sonra bunların yüzünden bizlere MÜSLÜMAN DEMİYORLAR demektedir. Tüm
kaygının ve zamanla Hubyar – Sıraç topluluklarının bu şekilde cenaze
kaldırmaktan vazgeçmelerinin temel noktası buradır. Bugün halen Hubyar
Toplulukları içerisinde Anşa Bacılılar veya Babacılar diye adlandırılan
topluluklar bu şekilde asimle olmadan cenazelerini kaldırmaktadırlar. Fakat bu
guruplar yoğun bir şekilde Hubyar Dedelerinden ve Taliplerinden ve diğer Alevi
topluluklardan tepkiler almaktadırlar. Bir çok köy bu sebeple günümüzde veya
yakın geçmişte de asimle ye uğramıştır. Bu asimilasyona direnen köyler de
cenazelerini kimseler görmesin diye ya akşam gün batımından sonra veya sabahın
çok erken vakitlerinde kaldırmaktadırlar.
Ocak ve Ateş Kültü; Sümer, Asur, Hitit gibi Antik Anadolu uygarliklarında ve Eski Türkler’de önemli bir inançtır. Aynı gelenek Alevi kültürüne ve örfüne de eklemlenerek yaşatılmıştır.
Şamanın Ocak kutsiyeti ve tanımlaması; "Od Ata ve Od Ana" geleneği, Alevilerde "Dede Ocakları" şeklinde İslami bir forma girer. Cemlerde ilk önce “çerağ uyandırılıp” ayine başlanması, Ateş kültünün bir gereğidir.
İnsan olan bir evde ateş söndürülmez, bacadan duman çıkmak zorunluluğundadir. Ateşin sönmesi istenmiyorsa ocağa tezek yerleştirilerek, için için yanması sağlanır ve üstü külle örtülerek dinlendirilir, tekrar odun ocağa atılarak ateş çoğaltılır. Ocak kendiliğinden sönerse "hayra-alamet" sayılmaz. Bir kimseye beddua edilecekse “Ocağın Sönsün” diye beddua edilir.
Yeni ev kuranların ya da yeni evlilerin ocağı, baba evinden götürülen ateşle odunlar tutuşturularak yakılır.Yeni yanan ocağa da “Allah-Muhammed Ya Ali” diye sağına, soluna ve ortasına niyaz edilir. Davlumbazlı ocak olmayan evde; tasavvufda “küre” denilen sobalar kutsal sayılır ve ateş yakıldığı için bunlara niyaz edilir. Cuma akşamları ocağın başında Atalara dua edilir, Kuran okunur, toplu yemek yenerek sofra duası ve duvaziman okunur. Cuma Cemleri ocağın bulunduğu odada eda edilir ve o gece ocağın yanında mum yakılır. Sercem olarak dedelik görevini ifa eden zatın postu ocağin yanına serilir. Ocağın diğer yanında ise iman ve rehber oturur.
Ocak ve Ateş Kültü; Türklerde Atalar Kültü ile irtibatlı olup, ateşin ilk atalarının yaktığına inanılır. Sıraçlar’da ateşin közü oturursa misafir gelir denilir. Ateş ses çıkartarak (gürüldeyerek) yanarsa birisinin ev sahipleri hakkında (yani kimin ateşi gürlerse onun aleyhinde) dedikodu yapıldığına inanılır.
Ocak kutsal olup dede postu ocak başına yakın olur. Ocak ve Ateşle ilgili fallar mevcuttur.Bir kişi ev yapıp ilk ateşini yaktığı zaman kurban keser.
Eski Türkler’ine inanışına göre, kainatın kuruluşunda güneş ile ay yoktur. Gök- Tanrı’nın gönderdiği ulu bir varlık, göğe iki büyük ayna asarak yeyüzünü aydınlatmıştır. Bu inanç geleneğinin bir devamı olarak Aleviler’de “Ay Ali’dir güneş Muhammed’dir” demektedirler. Bu özdeyişinde ki gerçek, “Muhammed-Ali”nin aydınlatıcı, irşat edici olmasını belirtmektir. Türkmen Şamanlar hırkasına güneşi ve ayı sembolize eden parlak madeni yuvarlaklar takarlar. Türkler güneşi “diş”i, ayı “erkek” olarak düşünmüşlerdir. Güneş, doğurganlığı, üremeyi simgelemekte, Ay ise döllenme yaptığından “Ay Baba/Dede” olarak anılmaktadı. Hz.Muhammed’in nesli kızı Fatıma’dan yürüdüğü için “güneş/gün” olarak telakki edilmekte; baba olab Hz.Ali ise “Ay” olarak kabul edilmektedir. Hz.Fatıma zühre yıldızıdır. Türkler, Zühre yıldızını Tanrı’ya aşık, güzel bir bakire kız olarak düşünürler. Alevilerde bu “Ali ile Fatıma aşkı ve beraberliği” olarak algılanır. Ali ile Fatıma izdivacı nesli idame ettirir. Tanrı ile Zühre’nin birliği de yeryüzüne yağmur yağdırırkı bu da berekettir. Türkler göre, gök bir çadır şeklindedir. Aleviler de cemevlerini bu gök çadıra göre dizayn etmişlerdir. Türkler, Gök-Tanrı’ya dua ettikleri ve kurban sundukları yerlere sütun dikerler.Bu direk dünyanın mihveri sayılan kutup yıldızını simgeler. Cemevlerin ortasında ki “Karadirek”te aynı şeyi simgelemektedir.
Sıraçlar’da; Ay tutulunca önüne haremi çıktığına inanılır, teneke
çalınır, saz çalınır. Güneş kız imiş, Ay erkek Güneş gündüzleri gezer ve
kendisine bakana iğne batırırmış. Sabahları güneşe karşı dua edilir. Akşamları
aya karşı dua edilir. Dokuzlar Tepesine (Tekeli Dağı) güneşin doğuşunu izlemek
için geceden gidilir. Güneşin bin bir güçlükle ve engellemelere rağmen doğduğu
düşünülür. Bu doğumun çabuk olması için dualar edilir. Doğduktan sonra da güneşe
dualar edilir.
İnsanın öldükten sonra ruhunun “börtü-böcek ile hayvan”a hatta bitkilere geçeceğine inanan Aleviler, O’nlara yaklaşımları sevgiyle olmuştur. Öküz-İnek, Koç-Koyun,Arslan, Geyik,Kurt,Turna,Güvercin,Yılan,At-Eşek,Kaz,Şahin, Doğan, Keçi, Arı gibi hayvanlar uğurlu sayılmıştır. Keklik gibi soyuna ihanet eden hayvanlar ile Katır gibi üretimde bulunmayan ve Tavşan gibi şeklen diğer hayvanlardan özellik farklılığı olanlar uğursuz sayılmıştır.Aleviler horozu “cebrail” olarak niteleyerek kutsal saymışlardır.Horoz ibadet törenlerininde ve adak olarak kurban edilir.Aleviler evliyalarına kutsal saydıkları hayvanların adlarını vermişlerdir. Bunlardan bazıları: Arslan Baba, Koyun Baba, Koçu Baba, Geyikli Baba, Barak Baba, Bozgeyikli Baba, Horoz Dede,Buzağı Baba, Kurt Baba....
Pir Sultan Abdal, şiirlerinde Alevi ulularıyla hayvan motiflerini özdeşleştirerek şöyle ifade etmektedir.
Turna derler bir kuştadır”
Bir başka deyişinde:
“Bakışı arslan da kaldı
Düğüşü dahi koçtadır”
Yine bir nefesinde:
“Haberim duyarsın geyikler ile
Kırk yıl dağda gezdim geyikler ile
Dost senin derdinden ben yana yana”
Tahtacı ve yörüklerde geyik bolluk ve bereketi,iyiliği ve koruyuculuğu simgeler. Alevi dergahlarında ve türbelerinde geyik boynozu ile takdis yapılır.
Kul Hasan, Alevi inancında ki “don değiştirme”yi hayvan ve insan motifiyle şöyle ifade etmektedir.
“Aslan olup yol üstünde oturan
Kendi cenâzesini kendi götüren
Hünkâr Hacı Bektaş,Ali kendidür”
Aleviler de müsahib kurbanı tığlama (kesme-pişirme) şölenleri belli bir ritüelle olur. Kesilen kurbanlık hayvanın yeniden dirileceğine inanıldığı için, kemikleri hiç kırılmaz, bir bütün olarak pişirilerek sofraya gelir.Eti yendikten sonra iç organlarıyla birlikte gömülür.
Dişi hayvan üretimde bulunduğu için kesilmez.Kısır ve yaşlı olanlar kesilir.Hayvan kesilirken mutlaka gözleri ve ayaklar bağlanır.Tekbirlendikten sonra çok hızlı bir şekilde hayvan kesilerek, canının acımaması sağlanır.
Sümer,Mısır,Hitit uygarlıklarında olduğu gibi Alevilerde de “Boğa/Öküz” kutsal sayılmıştır. Derviş Muhammed “Öküz Divanı” adlı deyişini Arapkir-Onar Köy’ünde ki “Büyük Ocak Tekkesi”nde ( 17 .yy.? da) irticalen söylerken bir üretim ve iş hayvanı olan öküz’ün önemini şöyle belirtmektededir:
Damdan kütür kütür hezen indirir
İndirir de aşk oduna yandırır
Her evin devliğini öküz döndürür
Öküzün damını alçacık yapın
Altını yaş koman kuruluk serpin
Koşumdan koşuma gözünü öpün
İreçberler iyce bakın öküze
Derviş Muhammed’im sözüm dağlıdır
Elim,belim,dilim Hakk yoluna bağlıdır
Şah-ı Merdan Onar Baba oğludur
İreçberler iyce bakın öküze
Çiftleşme mevsiminde Koçlar ve koyunlar’ın yünleri toprakaşı boyalarla rengarenk süslenir. Koçların boynozlarına elmalar ve kurdeleler takılır.Gelin-güveği görünümüne büründürülür.Yemleri özel olarak hazırlanır.Çobanlara ve hane halkına,komşulara günün önemini belirten yemekler verilir.Çocuklara leblebi şeker dağıtılır. Keci ve Koyunların doğduğu mevsimd de aynı tip tören ve şölenler yapılır.
Kuşların,Hayvanların yuvasını bozmak,yavrularını öldürmek günahtır.Onlara yapılan işlemler insana yapılmış olarak kabul edilerek; dâra çekilerek cezalandırılır.Aynı muamele yaş ağaç kesenlere de yapılır.
Oğuz Boylarının her birinin ayrı bir kuştan totemi vardır. Bazı hayvankar kutsal (rahmani) sayılırken bazı hayvanlar ise kötü ruhların temsilcisi (şeytanın) ya da simgesi olarak adletmişlerdir.
Sıraç topluluklarında; Saksağanın haberci kuş olduğuna inanılır. Eğer bir evin önüne gelip saksağan öterse gurbetçi, yolcu veya bir misafirin geleceğine inanılır. Leş kargalarının ötmesi hayra yorulmaz ve öttüğü zamanda da susturmak için taş atılır. Köpek ulumasının iyi olmadığı ve ölüm getirdiğine inanılır. Hz. Ali ‘ nin “durna” donuna girdiğine inanılır. Kurt kutsal bir hayvan olarak kabul edilir. Kurt’ un erenler tilkinin ise kurdun kardeşliği olduğuna inanılır. Kurt un Yalıncak Sultanın itleri olduğuna inanılır. Kurdun öldürdüğü koyunun mundar olmadığı söylenir. (Yinede itibar edilmez). Ayı ya eli büyük veya karaoğlan denir. Geyik kutsal hayvandır ve uğurlu sayılır. Dünyanın sarı öküzün üstünde kurulu olduğuna ve kıpırdadığı zaman ise deprem olduğuna inanılır.
“Bak sarı öküzün işine
Dünyayı almış başına
Sineğini savaşına
Tutar Ali Ali deyu”
Sarı öküz kültü; tarım toplumuna geçmiş Sıraçlar’ın bir üretim hayvanı olan öküzü kutsamaları, onun tarlada tapanda, sabanda iş görmesinden kaynaklanmaktadır. Öküz öldüğü takdirde de “iktisadi deprem” olacağını dolayısı ile “dünya sarı öküzün boynozunda döndüğü” mecazi olarak vurgulanmaktadır. “Saban daima kılıçı galebe çalmıştır” özdeyişini Sıraçlar “öküzü kutsayarak” anlatmışlardır.
Eski Türk inancına göre rüzgarlar yüce dağlarda uyur ve gürültüyle uyanırlar. Kasırga kötü ruhu temsil eder. Yağmur yağdıran “Yada Taşı” denilen bir tür taştan eski Türk kaynaklarında bahsedilmektedir ki, yağmur duasını da “Yadacı” denen “Kam” yapmaktadır.
Şamanist Türkler gökte ve yerde gerçekleşen çeşitli doğa olayları, Tanrıların işi olduğuna inanırlardı. Aleviler de; Gök Gürlemesi Hz. Ali’nin nağarasına, Şimşeği atı Düldül’ün nal izine, yıldırımı kamçısı olduğuna inanmaktadırlar ki, bu inanç motifi eski bir Türk kültüdür. Türkler gök gürlediği zaman bağırarak göğe doğru ok fırlatırlardı. Yıldırımdan korunmak için, teneke çalıp gürültü çıkarırlardı ki kötü ruhlar gitsin. Yıldırım düşen yerden kötü ruhları kovmak için Şaman özel bir ayin töreni yap ve kurban kesilirdi.
Sıraçlar’da “Yel” kelimesi rüzgar anlamında kullanılır. Bir de başı
ağrıyan kişi başıma yel değdi der.Yağmur duası için “Yağlaş dede”nin yemesi
için “yağlaş” yapılarak ziyarete sunulur. Ağaç kültü gereği kap eşiği kutsaldır.
Soğan ve sarımsak kabuğu yakılmaz. Hubyar- Sıraç topluluklarının büyük bir
kısmında davul- zurna çalınması günah sayılır. Eski Türk geleneğinde kötü
ruhların uyandırılacağından korkulduğu için bu tip sazlar kullanılmamıştır.
Davul zurnanın yerine bağlama (saz) kullanılmıştır. Bilhassa Davul sesi hoş
karşılanmaz. Bunun sebebi konusunda yaşlılardan net bir cevap alınamamışsa da,
Hz. Hüseyin’ in Kerbela da başının kesilmesinden sonra, Şam da Yezit ve
taraftarlarınca Davul – Zurna eşliğinde şehirde gezdirilmesi sebep olarak
gösterilmektedir. Davul çalınmasının uğursuzluk getirdiğine inanılır.
HIDIRELLEZ İNANÇ İLE YAPILAN ETKİNLİKLER
Bir küpe dağda bulunan 7 tür çiçek atılır ve ayrıca küpün içine orada bulunan insanlar altın, bilezik, yüzük, v.b. eşyalarını da atarlar. Diğer bir kişi manilerle küpten bunları birer birer çıkartır.
“Çiçek çiçek çil olu
İçi dolu gül olu”
Çiçeğe gelenlerin dileği kabul olur. Küpten kimin eşyası çıkarsa onun dileği kabul olur.Eve giren ilk kişinin o seneki duruma göre hayırlı gelip gelmediğine bakılır. O sene aile için hayırlı geçmiş ise bir sonraki senede eve ilk önce o kişi davet edilir. İyi gelmemişse ondan uzak durulur. Cöfer inancı vardır. Tekke ve kutsal yerlerde bulunan toprak cöfer olarak yenir ve hastalara yemesi için götürülür. (Tabi burada bahsedilen toprak çay kaşığı kadar küçüklükte ve toz halindeki topraktır.)
Bir yılanın 7 yıl insan yüzü görmemesi durumunda ejderha haline geldiğine inanılır.Ziyaret yerlerine Cuma akşamları mum yakma geleneği vardır.
Eski Türkler’in inancına göre, insanın ruhu (kut), doğmadan önce gökte bulunur ve çocuğun ruhu annenin bedenine girer.Manas Destanı’nda kısır kadınlara çocuk veren “ardıçlı mezar”dan bahsedilmektedir. Hubyar Köyü’nde çocuğu olmayan kadınlar Sersem diye adlandırılan kutsal yere gider ve ağaca bez, beşik bağlayarak dilekte bulunurlar.
Al Karısı İnancı:
Tüm Anadolu da olduğu gibi Hubyar-Sıraç topluluklarında da al-karısı inancı vardır. Bu sebeple hamile kadın daha doğum yapmadan önce beklenmeye yalnız bırakılmamaya çalışılır. Hamile kadın doğum yaptıktan sonra da yanında mutlaka bir erkek çocuk veya yetişkin. Süpürge, iğne, kitap (Kuran veya Buyruk), erkek elbisesi loğusa kadını al karısından korumak için konur. Ayrıca loğusa nın başına demirden malzemeler balta, bıçak, nacak, zevle v.b malzemeler konur.Tüfek atılır. Al Karısının kapalı kapılar ardından giren hayalet gibi bir şey olduğu söylenmektedir. Loğusa kadının sevdiği bir insan kılığında gelip, loğusa kadının ağzını açtırmaya uğraşırmış. Al karısının parmakları uzun ve kemiksizmiş, kadın ağzını açınca rahatlıkla parmaklarını ağzından içeri sokup kadınların ciğerini alırmış. Al karısı ahırlara girip atları koşturmayı çok severmiş. Al karısı uzun saçlı bir kadın tipindedir. Al karısında bulunan iğne alındığı takdirde bir yere gidemediği ve bu yolla teslim alındığına inanılmaktadır. Hubyar Köyünde Ürfangil den birisi ahırdaki atın üzerine yapışkan kara sakız yapıştırmış ve al karısı ata binmiş bir daha inememiş. Böylece al karısı yakalanmış. Yakalayan kişi al karısının yakasında bulunan iğnesini almış ve al karısını attan indirmiş. İğnesi alınan al karısı hiçbir yere gidemez olmuş. Kendisine iş yaptırmaya ve konuşturmaya başlamış. Anlatılanlara göre yoğurduğu hamur , pişirdiği ekmek bitmez imiş. Ürfan Ocağından bu kişi al karısına yemin ettirir ki bir daha bizim sülalemize hatta bez parçamızın değdiği yere uğramayacaksın diye. Al karısı yemin eder ve iğnesi verilerek serbest bırakılır. Al karısı giderken benden her şeyi öğrendin eme öldürdüğüm kişileri nasıl kurtaracağınızı öğrenemedin der ve kaçar gider.Anlatılan kişinin Al karısı ile cinsel ilişkide bulunduğu bile anlatılmaktadır.
Al Karısı ile ilgili bir hikaye de şöyledir:
Genç bir delikanlı dağda gezerken bir ev görüyor. Ev de üç beş tane kadın ve kız yaşamaktadır. Genç delikanlı bunlardan birisine aşık oluyor ve evleniyorlar. Gel zaman git zaman gelinle damat kızın annesinin evine misafir oluyorlar oturup sohbet ediyorlar. Vakit ilerleyince genç adam yatıyor. Kızlar ve anaları sohbete devam ediyorlar. Kızların Annesi soruyor. Kızım nasılsın evliliğin nasıl, memnun musun diye. Kız anne çok iyiler fakat insan ciğeri yemiyorlar der. Annesi köylerinde loğusa var mı diye sorar. Kız; var ama çok iyi birisi yazıktır anne diyor. Annesi oklavaya binip genç adamın köyüne gidiyor. Loğusa kadının ciğerini alıp geliyor. Közde pişirip yiyorlar. Kız acıyor, anne ölmüş müdür diyor. Annesi ölmüştür ama kızım eğer bu közlerden götürülüp ezilir ve suya atılıp suyundan geline içirilirse loğusa kadın sağalır diyor. Diğer tarafta uyur gibi gözüken genç adam bunu duyuyor. Kadınlar yattıktan sonra genç adam közden bir parça alarak doğrum köye gidiyor. Al karısının anlattıklarını uygulayarak loğusa kadını hayata döndürüyor.
================================================================
http://www.geocities.com/yasarkalafat/bil12.htm
Dr. Yaşar KALAFAT
"Altay Dini Hayatının Türk Kültürü İtibariyle Önemi" isimli bildirimiz ile katıldık. Bildirimizde; Türk dünyasında, özellikle Orta-Doğu, Ön Asya Türk bölgesinde halk arasında yaşayan bir çok inancın izahı "Eski Türk Dini"nden geldiği şeklinde açıklanmaktadır. Eski Türk dini ile kastedilen çok kere Şamanizm olmuştur. Ancak ilk Türk inanç sistemi olarak kabul edilen Şamanizm ile günümüz Türklüğünün genel inancı olan Müslümanlık arasındaki tarihi anlamda eski olan bir çok inançla da Türkler tanış olmuşlardır. Ayrıca Türklere rağmen Türklerin bu dinine yaygın olan Şamanizm ismini Ruslar koymuştu. Kelimenin anlamı, inancın dini görevlisi veya dini temsil edeni karşılığında kullanılan Şamandan geliyordu. Rusların yakıştırdığı anlamda Şaman kelimesi, birazda büyücü, falcı, kendinden çekinilen kimse anlamı taşıyordu. Bu tanımlama üzerinde durulan inanca yüklenilen genel mahiyet itibariyle çelişki içeriyordu. Bu konuya tekrar dönülecektir.
Türkiye'de, Türk Dünyası ile ilgili yapılan çalışmalar yoğunlaştıkça, Akdin, Gök Tengri Dini, Eski Türk İnanç Sistemi, Şamanizm'le eşanlamda kullanılır olmuştur. Veya bu husus bazı yazarların yazılarına bu şekli ile yansımıştır. Biz doğrudan inceleme imkanı bulduğumuz Çuvaşistan'daki Şamanizm, üzerindeki Hıristiyan perdesi aralanılarak çıkarılan inanç yapılanması idi, Kırgızistan'da Atalar Kültü ağırlıklı Baksilik, Kazakistan'da ruhlar inancı ağırlıklı inanç yapısı çok kere Şamanizm adına anlatılıyordu. Kazak Baksiliği de bazı farklılıklara rağmen aynı idi. Bir kısım Kırgız aydını da Şamanizm'in tanımı konusunda farklı düşünüyorlardı. Şamanizm'in, çağının İslam'ı olduğunu düşünenler, Şamanizm'in Türklere has inanç içerikli dünya görüşü olduğunu düşünenler ve Şamanizm'in Türklerin eski inanç sistemleri kapsamında bir alt şube olduğu kanaatinde olanlar vardı. Türk dinler ve kültür tarihçileri de geçmişte Şamanizm'e bir mana vermişler, çoğunluk eski Türk dininin Şamanizm olmadığı konusunda birleşmişlerdi. Vehbi Ecer bu görüşleri bir arada toplamıştır. Son dönemde Harun Güngör Türklerde Şamanizm'in yanısıra onunla adeta yaşıt eski Türk dininin de olduğunu açıklamıştır. Bu konuda Hocam Şaban Kuzgun'un da tespitleri vardır.
Esasen bizim bu yazımızla anlatmak istediğimiz Türkiye'de Şamanizm konulu çalışmaların neler olduğu ve aralarındaki farklılıklar değildir. Bizim Şamanizm konulu görüşleri karşılaştırdığımız çalışmalarımız oldu. Türkiye'de yapılmış Şamanizm konulu çalışmaların künyelerini veren bibliyografya çalışmamız da oldu. Biz bu yazımızda Türkiye de hala farklı anlamlarda Şamanizm'in kelimesinin kullanıldığını anlatmak istedik. Bu seyahatimizle biraz da bu-konuya açıklık getirmeyi amaçladık.
Kanaatimize göre bütün yeni dinlerde olduğu gibi eski inançlar kendi gerçeklikleri itibariyle haklı nedenlerle aşağılanmıştır. Müslüman olan Türkler Orta Doğunun dinlerine izah getirerek yeni dine yer açmak zorunda idi. İsevilik ve Musevilik evveli ve bölgenin çok ırağında yaşayan inançlar ise, gündemde değillerdi ve çok kere onlar için genel tanımlar kullanılıyordu. Türklüğü inceleyen batılı araştırmacılar ise, Türklüğün Müslüman olmakla medeni toplumla tanıştığını iddia etme tercihinde oldular.
Konuyu görüştüğümüz dostumuz Uhan, Türk inanç sisteminin bir tane ve onun da Aii Tanrı İnancı olduğunu, Şamanizm'in ilk gününden itibaren sahneye çıktığı coğrafyada dahi yörelere göre başkalıklar gösterdiklerini, batılı uzmanların da Şamanizm konusunda yanıldıklarını, batı mentalitesi ile farklılıkları bir çatı altında toplamaya kalkışmanın yanlış olacağı kanaatindedir. Biz kendisi ile yaptığımız söyleşiyi yayınladık.
Bizim yayınlarımız arasında Nadya Yoguşova'nın görüşleri de yer aldı. O, eski Türk inancının Şamanizm değil, Kamizm olduğu, zira hala yaşayan bu inancın din adamının Şaman değil Kam olduğu kanaatindedir. N.Yoguşova'dan yapılan tespitlerin Anadolu'da aynen veya şekil değiştirerek yaşadığını biz anılan yazımızda belirttik.
Bize göre Türklerin ilk inanç sistemi Gök Tengri İnanç Sistemi idi ve onun din görevlisi Kam idi. Bu dine Kamizm denilebilir. Şamanizm bir dinden ziyade büyücülüktü. Ancak Türk halkı arasında Şaman inancı da vardı. Kam ile Şaman'ın çağı, coğrafyası ve hitap ettikleri toplum aynı idi. Zamanla bir birlerine inanç ve uygulama biçimi verdiler. Bu iki kelimenin eş anlamda kullanıldığı da oldu.Türk inanç sistemi aynı zamanda Türklüğün tefekkürü, dünya görüşü ve büyük ölçüde de teşkilatlanma biçimi idi." Diyorduk.
GİRİŞ
Ruh bahsi Türk halk inançlarında kendisini hayatın her safhasında hissettirir. Halk içerikli inanç ve uygulamalar hemen hemen her alanda görünür. Biz bu bildirimizde doğum, evlilik ve ölüm safhaları ile bereket gibi hususlarda ruh bahsi üzerinde kısaca durup daha ziyade ölüm-ruh ilişkileri ile ilgili tespitlerimiz aksettireceğiz.
Türk halk sufizminde insan; vücut ruh ve nefisden oluşmuştur. Ruh her zaman var olmuştur. Bedeni bu alemde terk ederken öteki alemdeki cismine girer. Veya yeniden bedenlenmek için kıyamet gününü bekler. Bu arada öldüğü halde tekrar kendi bedenine girer bazen de başka bir bedende tezahür edebilen ruhlar vardır. Bunlar özel seçkin kimselerdir. Bu ulu zatların özel görev almış kimselerin durumu reankarnasyon inancı ile karıştırılmamalıdır.
İncelememizde kullandığımız "ruh" kelimesi rab karşılığındadır. Sade vatandaşın ruh olarak adlandırıldığı varlık için tasavvuf bilginleri "rab" demektedirler. Her insanın bir rabbı vardır. Rabbılalemin, alemlerin rabbi olan tek ve alemin hakim rabbi ruhudur. Esasen ruh tam anlamı ile rabbı karşılamamaktadır.
Bedeni yani vücudu ölümle terk eden nefs yani candır. Canı çıkmış olma ile nefsin vücuttan ayrılmış olması eş anlamdadır. Nefsin bu alemdeki başarılı yaşamı öteki alemdeki yaşamın nevini tayin eder. Nefs sahipleri için yaşamlar bu alem ile bu alemin terkinden sonra ebedi kabul edilen diğer alemi vardır. Bedenden çıkan nefse mürşidi tarafından yardım edilir. İki görevli melek, bunlar münkür ve nenkir'dir. O nefs hayatta iken sürdüğü yaşamın hesabı ile muhatap olurlar. Nefs bir dönem de Arasat (arsalar) diye bilinen farklı katlardan oluşan bir ara aleme götürülür.
Ruh/nefs tıbbi ölümden sonra ağızdan ve burundan çıkarak vücudu/bedeni terkeder terk etme olayı ayakların tırnak bölgesinden başlayarak yukarı çıkarak devam eder. En zor safha göğüs kafesinde yaşanır. Ruhun terk ettiği kısım soğumaya başlar. Hayatta iken iyi bir yaşam sergileyen nefsin vücudu çok rahat terkettiğine kötü nefislerin vücudu çok zor terkettiğine bu tür kimselerin acı çekerek öldüğüne inanılır. İyiler için "bir kuş gibi uçup gitti" kötüler için "çok zor can verdi göğsünü yırta yırta nefsi/canı vücuttan ayrıldı" denir.
Bütün ruhların yeniden kendi beden/vücutlarına girerek dirilmesi, kıyemetten sonra toplu dirilme ile olur.
Nefis ıslah edilebildiği nisbette "İnsan-ı Kamil"e ulaşılır. En ulu nefis İnsan-ı Kamil'in nefsidir. Buna ulaşılması birkaç merhaleden sonra olur. Ulu bir zatın (bunlara el fet denilir) nefsinin başka bir canlının donuna girmesi, onun ruhunun yani rabbinin o dona girmesidir. İhtisas velilerinde görülür. Mesela geyik veya kurt donuna girilmesi gibi.
Bir kısım ulu zatlar için fiziken ölmüş olmalarına rağmen savaş zamanı ülkesinin savaşan insanlarının yanında yer almaları onların ruhunun/nefsinin tekrar cesetlenmesi/bedenlenmesi/ vücutlanmasıdır. Bunlar hayatta iken ki donlarına veya başka bir dona girebilirler. Bu uygulama daha ziyade kırklar ve yediler arasındaki veliler arasında görülür. Bunlar orta mertebe velilerdir. Daha büyük veliler savaş türünden olaylarda bu türden görevler almazlar. Savaş zamanı ulucanların görev almaları Gök Tengri İnanç sisteminin Anamaykıl kültü ile ilgili olmalıdır. İslamiyetle veli kültü ile devam etmiştir. Bir takım ayet ve hadislerle de izah edilebilen "veli kültü" "Allah yolunda ölenler gerçek ölüler değildir. Zira onlar ebedi diridirler ölü olanlar gerçeği göremeyenlerndir" şeklindi izah edilmektedir.
Halk Tasavvufuna göre ölülerimizin ruhları zaman zaman aramızda dolaşabilir. Bu "hortlama olayı değildir. "hortlama bir takım narahat ruhların cinler tarafından bunaltılması" olayı olarak izah edilmektedir.
Ruh veya nefis sadece adam evladına insanlara mahsus değildir. Tabiattaki herşeyin nebadat, hayvanat ve dağ kaya gibi tabiatın da ruhu/nefsi vardır. Bebeğin ana rahminde kırkının çıkması inanışının ruh/nefis konusu ile ilgisi bu sürenin 120 gün oluşu ile izah edilmektedir. 3 kırk günden oluşan bu sürenin birinci kırk gününde ceni, cemadat dönemindedir. İkinci kırk gününde ceni nebadat dönemindedir üçüncü döneminde ise, hayvanat dönemindedir. Ruh veya nefis bedene bu üçüncü kırk günden sonra girecektir.
Doğumdan sonra 40 günlük sürenin ruh/nefis bahsi ile ilgisi, doğumdan sonra kırk günlük zaman zarfında az da olsa annede kanama görülür. Annenin ve bebeğin özel korunmaları gerekir. Zira kan, bazı cinlerin saldırısını artırır, inancı vardır.
Ölümden sonra 40. günün ruh/nefis bahsi ile ilgisi 40 gün sonra bilhassa 52 gün sonra vücuttaki et-kemik ayrışması ve meftaya bazı dualar vasıtasıyla kolaylıkların sağlanması ile izah edilmektedir.
METİN
Bildirimizin giriş kısmında Türk halk Tasavvufunda ruhun/nefsin algılanmasının teorisine değinmeye çalıştım. Metin kısmında bazı pratikleri ve bunların altındaki inançları sıralayacağım. Bunları çeşitli Türk ellerinden aldığım misallerle karşılaştırarak anlatacağım.
Doğum yapan kadınların çocuk eşleri, sünnet olan çocukların sünnet parçaları özenle temiz toprağa gömülür. Bu adeta bir emanet etme olayıdır. Keza tırnak, diş, saç, bilhassa kadınlarda ulu orta yere atılmaz, bu uygulamanın derinliklerinde muhtemelen ceset tekrar ruhlanınca parçalara sahip çıkılması inancı vardır.
Anadolu'nun bazı yörelerinde daha ziyade Doğu Karadeniz Kasabalarında öleceğini anlayan yaşlı kimse, ailede yeni bir doğum bekleniyorsa, bazen ona ölenin isminin koyulduğu olur veya doğacak bebeğin erkek veya kız olabileceğini tahmin edebilir. Bazen de aile büyüklerinden saygın birisinin ölümünden sonra dünyaya gelen çocuğa ölenin ismi verilirken "o kendi adı ile geldi onun adı doğmadan konulmuştu" denilir. Bu uygulamada adeta dedenin ruhu torunda devam ediyormuşçasına bir inanç vardır.
Bebeğinin kırkı çıkmamış anne, bebeğinin kırkı, diğer canlılardan mesela kurdun, kuşun, yılanın vesairenin kırkı ile karışmasın diye dua eder. Anneler çocuklarına gelecek beladan onları korumak için musibetlerin dağlara taşlara gitmelerini de isterler. Böylece yaşayan halk inancında kurdun, kuşun, yılanın, dağın, taşın da adeta ruh sahibi olduğu kabul edilmiş olunuyor.
1996 yılında Erzurum'da apartmanın beşinci katında pencereden düşen 2,5-3 yaşlarındaki bir çocuğa hiçbir şey olmaz. Çocuğa "canın acıdı mı" diye sorarlar. Çocuk "beni dedeler korudu onlar beni tuttular onların kucağında düştüm" der. Annesi ve babası tarafından olan dedelerini, kendisi dünyaya gelmeden evvel kayıp etmiş olan bu çocuğu, dedelerinin ruhunun ölümden koruduğu şeklinde bir açıklama yapılmıştır.
Kars'ta Muş'ta, Anadolu'nun bir çok yerinde bir felaketten kılpayı kurtulan kimseler için "ananın babanın duası imdadına yetişti. Anan namaz üzre imiş, bu sayede kurtuldun" denir inanca göre, dua eden kişi duası vasıtasıyla bir takım kuvveleri muhtemelen melekleri dua ettiği kişinin yardımına gönderebilir.
Başka bir örnekte de bir kazayı ucuz atlatan kimse için "bir verdiğin varmış, karşına çıktı. Seni o korudu" denir. Bu tesbitte de, hayırlı tutumların görünmeyen bir iletişim kanalı kişinin karşısına koruyucu bir faktör olarak çıkabileceği inancı vardır.
Sarıkamışta yemek yemekte iken lokması boğazında kalan yutkunmakta zorluk çeken annenin, sıladaki çocuğunun aç olduğuna inanılır. Adeta anne ile çocuğunun ruhları arasında, aradaki uzak mesafeye rağmen bir iletişim vardır.
Anadolu'da ve Borçalı'da sık olmayan bir uygulamaya göre, gelin baba evinden eşinin evine götürülürken, kız evi oğlan evine gittiği yoldan geri dönmez. Başka bir güzergah izleyerek geri döner. Ayrıca cenaze defin edilmeye götürülürken de doğrudan doğruya mezarlığa götürülmez sokaklarda gezdirilir. Bununla amaç ölünün veya gelinin tekrar evini özlemesini önlemektir.
Birçok yerde umutsuz ruhların kişi öldükten sonra evleri, eşyaları vesair şeyleri özledikleri için ev halkının rahatsız olabileceğine inanılır ki bu "hortlama" olarak tanımlanır.
Halk inançlarında ölümle nikahın düştüğüne inanılır. Bunun içindir ki, İran Türklerinde muta nikahı yapılır. Eşini kayıp etmiş kadının ikinci evliliğine kadar imamla nikahlanması istenir. Zira onun ruhu/nefsi gasbedilebilir inancı vardır.
Ölmüş bir kimsenin cesedi yalnız bırakılmaz. Zira, ondan bu alemde ayrılan ruh öteki alemde cesetlenmemiştir. O ceset ruh itibariyle boştur, sahipsizdir. İstenilmeyen bir güç tarafından sahiplenilebilir. Bu halin önlenilmesi için toprağa teslim edilinceye kadar, sürekli yanında birisi bulundurulur ve ışık yakılır.
Azerbaycan-Nahçıvan-Anadolu ve Irak Türklerinde ileride evlenecek çiftlerin bekar iken ve daha birbirlerini tanımazlarken, onları birleştirecek olan bağın kurulmuşluğuna inanılır. Adeta onlardaki bir güç arasında bağ vardır. Bu ruh mudur? bilinmez ancak gelecekten haber veren birçok uygulama arasında, kimin kiminle evleneceğine dair sonuç çıkarılan pratiklerin olduğuna inanılır.
Orta Anadolu'nun bazı yörelerinde, eşi öldükten bir süre sonra ikinci evliliğini yapacak erkek, zifaf gecesinden 3 gün evvel ölmüş eşinin mezarını ziyaret eder. Böylece adeta "birinci eşinin gabirde ruhunun rahat etmesi için ondan icazet aldığı" inancı vardır.
Halk inançlarında iye, sahip, ruh bazen eş anlamda kullanılır evin anbarın bağın koruyucu iyesi olduğuna inanılır. Çok kere evin hanımına ev iyesi karşılığında "ev sahibi" denir.
Kırım'da Borçalı'da Karaçay'da, Nahçıvan'da Erbil ve Anadolu'da, ölecek kimsenin yakınını, mesela ölmüş eşini rüyasında göreceğine inanılır. Bu tür rüyalar daha ziyade yaşlı çiftler arasında rastlanır. Evvelce ölmüş olan diğerini alıp götürür. Böylece onun da öleceğine inanılır. Bu tesbitten hareketle göçmüş ve kalmış çiftlerin ruhları arasında bir iletişimin olduğuna inanıldığını görüyoruz.
Gürcistan'ın Borçalı, Dağıstan'ın Derbent, Azerbaycan'ın birçok bölgelerinde, Nahçıvan'da, Irak'ın Erbil yöresinde Anadolu'nun kuzey ve doğu bölgelerinde ölmüş bir yakınını rüyasında gören şahıs, "ruhu bir hayır istiyor" şeklinde rüyayı yorumlar. Böyle hallerde ölünün ruhu için ya bir sadaka verilir veya ruhuna bir fatiha okunur. Görülen rüyanın mahiyetine göre ölünün ruhunun rahat olup olmadığına yorum getirilir. İnanca göre ölü rüyalara girmek suretiyle hayattakilere mesaj verebilir. Bu uygulama da ölünün ruhu yardım istemektedir.
Kırım, Dağıstan, Azerbaycan Anadolu, İran ve Irak Türklerindeki bir inanca göre ölülerin ruhları Cuma akşamları evlerine gelir evin fertlerini adeta kontrol eder, onlar iyi ve güzel işler yapıyorlarsa mesela Kur'an okutup, helva kavurup aile ve çevre fertleri ile iyi geçiniyorlarsa, mutlu olarak dönerler. Sarhoş, kavgacı, geçimsiz, haksızlık yapan bir yaşam içerisinde iseler mutsuz dönerler. Bazı yörelerde "çocuklara güzel otur, dedenin ruhu ziyarete geldi bak, şimdi percerede" denildiği de olur. Adeta bu dünyadan göçenlerle bu dünyada kalanların ruhları arasında süreklilik arzeden bir iletişim vardır.
Ruhların koku aldıkları inancı vardır. Bunun içindir ki, kandillerde simit, arife ve cuma günlerinde lokma ve helva yapılır. Bunlardan ev halkının yanısıra konu-komşu ve herkese ikram edilir. Böylece ölülerin ruhunun şad olduklarına inanılır. Ayrıca meleklerin güzel kokudan zevk aldıkları çirkin kokudan rahatsız oldukları inancı da vardır. Buradan hareketle iyi olduğuna inanılan yağ ve un kokusu mübarek olduğu kabul edilen gecelerde kokutularak melekler vasıtasıyla ölülere şefaat dilenilmiş olması da düşünülebilinir.
Doğu Anadolu'da kuzey Irak'ta ve Nahçıvan Azerbaycan'da, sahibi tarafından çok sevilen köpeklerin sahibi ölünce kısa bir süre sonra kendilerinin de yemekten içmekten kesilip öldüklerine dair olaylar anlatılır. Bu tür, atlarla ilgili anlatılar da vardır.
Anadolu'da, Toroslar ve kuzeydoğu bölgelerinde 50-60 yıl evveline kadar, kırsal kesimde, meftanın atının da defin esnasında mezarlığına götürüldüğü tespitleri yapılmıştır. Eğerinin ters bağlandığı bu uygulamada atın cenaze alayının başında mezara kadar gittiğini biliyoruz. Bu tertibatlardan adeta, bazı özel hayvanların ruhu ile sahiplerinin ruhu arasında bir ilişkinin olduğu inancı doğmaktadır.
Ölümün zahiri olduğu ve bu anlamda ölümden sonra da hayatın devam ettiği inancı, bazı yörelerdeki ölü defin geleceğinde de yaşamaktadır. Bu tür yörelerde ölü geri gelmesin, gözü geride kalmasın diye, çok sevdiği eşyaları defin esnasında mezara konur veya rahat edebilmesi için mezarına yorgan yastık konulur. Bazı ulu zatların türbelerine, abdest almaları için ıbrıkla su konulduğu olur.
Yaygın olmasa da,bütün canlılarda mevcut olan ruh/nefis ile ilgili inançlar vardır. Mesela od/ateşin aklayıcı paklayıcılığına inanılır. Nevruz'da akan suyun üzerinden atlanılırken, "ağırlığım uğurluğum bu suyun üzerine" denilerek muhtemel fenalıkların suya aktarıldığına inanılır.
Anadolu'da yılda bir defa Rumi Mart 17'de Hızır'ın gece yarısı rızk dağıttığına inanılır. Bu dağıtımdan bütün tabiat nasibini alır. Bu gece bütün canlıların ibadet ettiği ağaçların dahi secde ettiklerine inanılır. Bu ve benzeri olaylar, cansız olarak bilinenlerle birlikte bitki ve hayvanların da hak ve sorumluluklarının olduğu inancını doğruluyor. Bir çok efsanede kendisine dert anlatıldığı zaman dayanamayıp parçalanan kayalar vardır. Veya bazı menkıbelerde, kendisine inanılmayan çoban, kayaları şahit gösterir. Halk destanlarında Kahramanlar dağ, kaya ve akar sularla konuşurlar.
Bilhassa Anadolu'da ve daha ziyade kutlu gecelerde toplu halde kılınan namazlarda mevlüt ve Kur'an-ı Kerim okunur. Okunan kuranlardan hasıl olan sevabın bağışlanması yapılır. Bunun için, ilkin Allah'ın razısına talip olunur. Sonra Hz. Muhammed, Adem Aleyhisselam ile Hz. Muhammed arasında gelip geçmiş peygamberler ve sonra sırasıyla ulu canlar ve nihayet ibadete katılanların geçmişlerinin ruhuna hasıl olan sevap gönderilir.
Anadolu'da ruhlarla olan ünsiyete dair inançlar sade ve vatandaşın halk inancı ile eğitimli ve yetkili din adamı inancı arasında gelip gider ve iner çıkar.
Hac ziyareti, kurban kesimi gibi dini vecibeler bu alemdeki insanlar için olmakla beraber, öteki aleme göç etmiş yakınlarının adına hac farizesini yerine getiren ve onların adına kurban kesenler de olabilmektedir. Bu tesbit bize, kişi alem değiştirmiş olsa dahi, bedeni sahnede olmayan kimsenin adına yakınları tarafından onların adına yapılan dini vecibelerin sürmesi, ebediliğine inanılan ruhun dini vecibelerinin yapılmasına inanıldığını göstermektedir.
SONUÇ
İncelediğimiz: Balkanlar, kuzey ve doğu Karadeniz, Anadolu ve Ortadoğunun diğer kesimlerinde yaşayan Türk halk inançlarında ruh ölmemekte alem değiştirmektedir.
Ruh cesetten ayrıldıktan sonra ruhsuz kalan cesedin, işgalden korunması gerekmektedir.
Ruh'un geride bıraktığı yakınlarından talepleri olmakta ve yaşayanlar o talepleri karşılayabilmektedir. Ölenlerle kalanlar arasında daimi bir iletişim vardır.
İnsanlarda olduğu gibi, bitki ve hayvanlarda da ruhun varlığı söz konusudur. Hatta cansız oldukları kabul edilen tabiatın taş, dağ, su gibi varlıklarında da ruh vardır. Sıradan olmayan hak aşığı gibi insanlar cansız sanılan tabiat unsurları ile temas kurabilmektedirler. Ayrıca ateş, su gibi etrafında kült oluşmuş nesnelerin daha ulu ruhlara sahip olduğu inancı vardır.
Yaptığımız bu tespitlerin tümü çalışma yaptığımız alanın her kesiminde ve yoğunlukta olarak görülmemektedir. İnanç ve uygulamalarla ilgili yaptığımız açıklamalar çok kere kaynak kişilere ait olmakla birlikte, bu açıklamalardan hareketle tespitleri netleştirebilmek için bize ait olan açıklamalar da, yapmak zorunda kaldık.
================================================================
Ak Baba
Leblebici Baba
------------------------------
Coban Musa Baba
Gul Baba
Mah Baba
Fakir Baba
Gozcu Baba
Mansur Ali Baba
Seyyid Ali Baba
Buhur Baba
--------------------------------
Haydar Baba
Kadiri Mahmud Baba
------------------------------
Sut
Baba
Iskender Baba
Hasir Baba
Sakul Baba
Kartal Baba
Hasim Baba
Suleyman Baba
Fehmi Baba
Kuscu Baba
Havlucu Baba
Calili Baba
Camlica Baba
Selamsiz Baba
----------------------------
Zuhurat Baba
Derya Ali Baba
--------------------------
Yatagan Baba
-------------------------
Sofu Baba
Mumyakti Baba
------------------------
Ekmekci Baba
Kavas Baba
-----------------------
Sancaktar Baba
Dugumlu Baba
Baba Cafer
Ali Baba
Ali Baba
-----------------------------
Karyagdi Baba
Balli Baba
Simsir Baba
Abdulhaki Nuri Baba
------------------------------------
Koyun Baba
Dervis Ali Baba
---------------------------------------
Cizmeci Baba
------------------------------------
Uyku Baba
----------------------------
Ali Gazi Baba
-------------------------------
Telli Baba
------------------------------
Helvaci Baba
Laleli Baba
----------------------------------------
Takkeci Baba
Elekci Baba
-------------------------------------
Oruc
Baba
Sehsuvar Baba