Kaynak: Aziz Mahmud Hüdayi ve Celvetiyye Tarikati, Doç.Dr. Kamil Yılmaz, Erkam Yayınları, İst-1990

 

 

  1. Hüdayi hakkında çalışmaları (S.35-36)

    Aziz Mahmûd Hüdâ-yî'nin hayatı ile ilgili ilk müstakil çalışma Daru'l-fünûn ilahiyat Fa­kültesi talebelerinden Saruhanlı Sa'dî tarafından me'zûniyet tezi ola­rak yapılmıştır. 1. Ü. Edebiyat Fakültesi islâm Araştırmaları kütüp­hanesinde bulunan (Tez Nü : 5) bu tez, Hüdâyî hakkında muhtasar bil­gi veren küçük; fakat ilk eserdir.

Hüdâyî hakkında ikinci çalışma M. E. Bakanlığı emekli müfettişi Ziver Tezeren tarafından Edebiyat Fakültesi öğrencisiyken başlatılmış ve daha sonra tekemmül ettirilmiştir. Bugün gayr-ı matbu olan bu eserin daktilo nüshasını müellifin lütufkâr müsâadeleriyle görme im­kânı bulduk. Bu çalışmanın ve beraberindeki Hüdâyî Divan'ı edisyon kritiği'nin uzun bir emek mahsûlü olduğu söylenebilir.

Fevziye Abdullah Tansel'in A. Ü. ilahiyat Fakültesi Mecmuası (1967/XV)'ndaki makalesi Hüdâyi hakkında yapılan çalışmalardan neş­redilenlerin ilk'dir. Hüdâyî'nin daha çok edebi yönünü konu alan bu çalışma ile diğerleri araştırmalarımıza, ışık tutmuştur.

Celvetiyye Tarikatı ile İlgili kaynaklar

l — Celvetiyyenin tarihçesi ile ilgili kaynaklar :

Celvetiyye tarikatının tarihçesi hakkında daha çok umûmi kay-. naklardan yararlandık. Meselâ Lemezât ve Tibyân bunlar arasında-dır. Hüdâyî'den önceki ve sonraki silsile için Bursevî ismail Hakkı'nın Silsile-i Celveti'si anakaynağımız oldu. Tâli derecede de o devirlere aid ve silsiledeki şahısların hayatından bahseden kaynaklardan istifa­de ettik. Meselâ, M. Ali Aynî'nin Hacı Bayram Veli, Bursalı Mahmud Tahir'in yine Hacı Bayram Velî ve Osmanlı Müellifleri adlı eserleri gibi.

Günümüze kadar olan Celvetî silsilesini de Hüseyin Vassaf Bey'in Sefîne-i Evliyâ'sı ile Ayvansarâyî'nin Hadikatü'l-cevami'inden. istifa­de ile tesbite çalıştık. Celvetî tekkelerinin ve şeyhlerinin tesbitinde de son eser ân önemli kaynağımız oldu.

2 — Celveti tarikatı âdabıma dair kaynaklar :

Celveti tarikatına dair âdabı tesbitte birinci derecede Aziz Mah­mûd Hüdâyi'nin Tarîkatnâme, Camiu'l-Fazâil, Ecvibe-i Mutasavvıfi -ne, Vakıât, Hayatü'l-ervâh ve necâtü'l-esbâh ve Hulûsatü'l-ahbâr adlı eserinden; ikinci derecede Bursevi İsmail Hakkı'nın Kitaba'1-hıtab, Temâmn'1-feyz adlı eserlerinden ve üçüncü derecede de celveti meşayıhından şahısların tarikat âdabına dair yazdıkları; Yakub Afvî (1149/1736) nin Hediyyetü's-sallkîn, Şihabuddin Efendi (1234/1819) nin Tuhfetu's-salikîn adlı eseri gibi kaynaklardan yararlandık. Tarîkat âdâbının tesbitinde ayrıca Tibyân yine önemli kaynaklarımızdan biri oldu.

 

 

  1. Hüdayi Şeyh’e intisap edişi (S.75-76)

 

       1. Hüdâyi, Bursa.'da müderris ve nâib olarak hizmet görmekte iken şöyle bir rü'yâ görür : «Kıyamet kopmuş, sırat ve mîzan kurulmuş; ashâb-ı hayr ve salâhdan olduklarını zannettiği pek çok kimse  bâ-husûs hocası Nâzırzâde (984/1576) de cehennemlikler arasında'dır.»,Bu_rü'yâ-dan son derece müteessir olan Hüdâyî, uyandığında dünyevî meşgalelerini terkederek Hz. Üftâde (988/1589)'ye varmış ve ona intisab etmiştir.

 

 

  1. Hüdayi intisabına ikinci sebep uydurulmuş bir tasavvuf masalı (S.76-77)

 

      Hüdâyî, Bursa'da nâib iken boşanma da'vâsıyla huzuruna gelen bir kadın kocasının her sene hacca niyyet ettiği halde gitmediğini ve o sene yine hacca niyyet edip eğer gidemezse kendisini talâk-ı selâse ile boşyacağını söylediğini, fakat arefe gününe kadar gitmediği halde kurban bayramı günlerinde bir kaç gün ortadan kaybolduktan sonra meydana çıkarak hacca gittiğini söylemek suretiyle yalan irtikâb et­tiğini, bu itibarla talâkın vukuunu» taleb eder.

Yanında bulunan kocası ise «arefe gününe kadar memleketinden ayrılmadığını», kabul etmekle beraber «hacca gidip geldiğini hattâ ora­da görüştüğü arkadaşlarından dönüşlerinde şâhidlik taleb edilebilece-ğini» söyleyerek talâkın adem-i vukuunu taleb eder.

Dava, Kadı Mahmud Efendi tarafından   hacıların dönüşüne kadar  te'hîr edilir.

 

Hacılar döndükten sonra ise zevcin iddiasının doğru olduğu «hacıların şehâdetiyle» anlaşılır. Bunun üzerine Hz. Hüdâyî, «talâkın vâki' olamıyacağına» dâir şer'î hükmü i'lân eder.

 

Hüdâyî    kararını açıklamakla beraber bu işin nasıl olduğunu ve    gidiş gelişin ne şekilde gerçekleştiğini da'vali zattan gizlice öğrenmek ister. O da :  

«- Eskici Mehmed Dede 185 diye ma'rûf bir zatın ma'nevî delaletiy­le tayy-ı zaman ve mekâna nâiliyetini» söyleyince Hz. Hüdâyî de der­hal Mehmed Dedc'ye koşarak inâbe talebinde bulunur ise de O :

«— Nasibiniz bizden değil, Hz. Üftâde'dendir, varın ona müracaat edin» deyince Hüdâyî de Hz. Üftâde'ye varıp intisâb eder

 

  1. Hüdayi’nin şeyhinin emriyle hakimliği terk edip sokakları dolaşarak sırtında ciğer satması  (S.77)

      Uftâde hazretlerine intisâb eden Hüdâyî, onun yanında sıkı bir ri-yazat ve nefs terbiyesine başladı. Hz. Uftâde bir gün müridine :

— Haydi evlâdım, bir sırık ciğeri omuzuna alarak Bursa sokakla­rında dolaşıp satmalısın, diye emretmiş; Hz. Hüdâyî de tereddüdsüz sı­rığı samur kürkü üzerine almış ve çarşı çarşı, mahalle mahalle dolaş­maya başlamıştı. Bu hâli gören ahâlî, «hâkini çıldırmış» diyerek alej-hinde bir sürü dedikodular uydurdular. Fakat Hz. Hüdâyî bunların hiç birine aldırmadı. Ve vazifesini kemâl-i ihtimamla yerine getirerek der­gâha döndü.

 

Hüdâyî ciğer satma işini kemâliyle başardıktan sonra şeyhi onu dergâhın helalarını temizlemeğe me'mûr etti. Bir gün abdesthâneleri yıkarken kulağına davul-zurna ve dümbelek sesleri geldi. Meğer Hüdâ-yî'nin yerine yeni ta'yin olunan hâkim geliyormuş ve halk onu istikbâl etmekle meşgul imiş. Hüdâyî, beldenin bu âdetini bildiği için sese mut­tali olunca kendi kendine :

 

  1. Tuvaletleri sakalı ile süpürmesi sapıklığı (S.77-78)

      «— Yeni hâkim geliyor ha!.. Bîçâre Mahmûd, sen böyle bir mesleği bıraktın... Şimdi abdesthânelere hizmetkâr oldun.» diyerek nefsi­nin iğfal ve iğvâsına kapılmıştı. Hatırından bir an bunlar geçince der­hâl toparlanmış ve :

«— Mahmûd! Sen şeyhine nefsini ayaklar altına alacağına dair söz vermedin miydi?» diyerek kalbinden geçen bu hâle tevbekâr olmuş ve nefsini tahkir için elindeki süpürgeyi atarak taşları sakalıyla süpür­meye başlayacağı bir anda şeyhi Üftâde Hızar gibi yetişmiş ve :

«— Evlâdım, sakal mübarek şeydir, onunla böyle bir şey yapılmaz.» diyerek omuzundan yakalanmış ve :

«— Maksad bu mertebeyi atlatmaktı.» buyurarak Hüdâyî'yi alıp dergâha götürmüştü.

 

  1. “Hüdayi kısa bir zamanda bitkilerin sesini duyar hale gelmişti.” Yalanı (S.78)

   Hz. Hüdâyî, Üftâde'nin neshinde her geçen gün ma'nevî tecellîlere nail oluyor, ruhu olgunlaşıyor ve yüceliyordu. Nefsini tezkiye ve kalbini tasfiyeye muvaffak olan Hüdâyî, artık nebatatın bile teşbihini duyar hâle gelmişti.

 

Üftâde hazretleri bir gün mürîdân ile tenezzühe çıkmışlardı. Der­vişler, efendilerine takdim etmek üzere her biri birer demet çiçek topladılar. Hüdâyî Efendi de eline bir adet sapı kırılmış bir çiçek alarak geri döndü. Herkes hediyelerini şeyhleri Uftâde'ye takdim etmiş, Üftâ­de de kabul ile memnuniyetini izhâr etmişti.

Hz. Hüdâyî hediyesini verince Hz. Üftâde :

«— Oğlum arkadaşlarınız demet demet çiçek getirdiler, siz bize bir tek çiçeği mi lâyık gördünüz?» buyurdu. Hz. Hüdâyî de:

«— Efendimize ne takdim etsek azdır; fakat hangi bir çiçeği ko­parmak için el uzattımsa teşbihini işiterek elimi çektim. Ancak sapının kırılmasından dolayı bu çiçeği teşbihinden kalmış gördüm. Bunu bir takdime olmak üzere huzûr-ı âlîlerinize getirdiğim ma'lûm-i mürşidâ-neleridir.» zarif ve lâtîf cevabını vererek şeyhinin bir kat daha muhab­bet ve teveccühünü kazandı.

 

  1. Aç bırakılan Hüdayi’nin halüsülasyon görmesi (S.78-79)

      Hüdâyî, «üç günde bir elmayı koklayıp onunla iftar edecek» derecede sıkı bir riyâzat devresinin sonunda nefsini iyice Hakk'a ram etmiş, ruhunu kuvvetlendirmişti. Bu yüzden de yolda dirilerden çok ölülere mülâki olmaya başlamıştı. Hattâ bir gün şeyhinin halyethânesine giderken daha önce vefat etmiş bir müezzine tesadüf etmiş ve ona se­lâm vermişti. Halvethaneye girip durumu şeyhine anlatınca Hz. Üftâde :

— Oğul, riyazatla ruhunu takviye etmişsin onun eseridir. Fakir dahi riyazatımız zamında  bazan çarşıya yıktıkça  ölüleri  dirilerden   çok müşahede ederdim.» buyurdu.

 

  1. Hüdayi’nin hokkabazlık oyunlarına başlaması (S.79-80)

 

     Hüdâyî'nin mânevi mertebeleri kısa zamanda kat' ederek yüksel­mesi ba'zı dervişlerin kıskançlığını mûcib olmuştu. Hüdâyî'nin üç sene gibi kısa bir zamanda bu derece yükselmesini için için çekemeyenler vardı. Durumu sezen Hz. Üftâde, Hüdâyî'nin büyüklüğünü göstermek için şöyle bir plân hazırladı.

Mevsim kıştı. Dışarıda kar yağıyor. fırtınalar esiyordu. Hz. Üftâde mürîdânı ile beraber yemek yiyorlardıı Sofraya pilâv konulduğu zaman Hz. Üftâde :

  Şimdi bağdan taze kopmuş üzüm olsa bu yemekle ne güzel olur­du.» deyince dervişler birbirlerinin yüzlerine bakmağa başladılar. Çün-kü söylenen sözde bir gayr-ı tabiîlik vardı zîrâ her taraf karla kap-lı idi ve üzüm mevsimi çoktan geçmişti. Fakat Hüdâyî. şeyhinin teklî-findeki işareti keşfederek :

«— Müsâade buyrulursa maksadınızı yerine getireyim.» dedi ve Hz. Üftâde :

— Memnun olurum.» cevabını verdi. Mürîdan hayretler içindai ir-birlerine bakışarak neticeyi beklemeye koyuldular.

Hüdâyî gitti, bat karlarla örtülmüştü. Fakat ma'neviyâtın şiddet-li ateşi önünde bunun ne önemi vardı. Kütükler derhâl yeşillendi, yeşil yapraklar arasında olgunlaşmış üzümler görünüyordu. Hüdâyî. bu üzümlerden bir iki sepet doldurdu. Sevincinden-yolda vecde geldi. Rû-hu taştı, meczûb dervişler gibi yolda sallana sallana ilâhî, evrâd,. kasî-de okuyarak dönüyordu. Fakat kazara ayağı kaydı ve yanındaki batak-lığa düştü. Kurtulayım diye uğraşıyor bir türlü muvaffak olamıyordu. Bu. hâlin kendisini son derece mahzun ettiği esnada ansızın bir derviş zuhur ederek yanına geldi ve ona :

«— Evlâdım elini uzat seni kurtarayım.» dedi. Hüdâyî ona kim olduğunu sordu; fakat cevab alamadı. Yalnız :

—    Efendi bu el senden  başkasına uzatılmaz!» deyince Hüdâyî eli-ni uzattı ve oradan kurtuldu. Meğer bu derviş, Hızır (a.s.) imiş.

Hüdâyî nihayet üzümü huzür-ı şeyhe götürmeğe muvaffak oldu. Bu zâten onun için bir imtihandı.

Hüdâyî, olanları şeyhine anlattı. Bütün mürîdân hayretten dona-kalmıştı. O'nun hakkındaki sû-i kanâatlarından dolayı da ayrıca pişman oldular. Şeyh Üftâde onlara :

«— Gördünüz ya Hüdâyînin kemâlini, o bu hilâfete çoktan hak ka­zandı» buyurdu.

 

  1. Hüdayi yatır ile konuşması hurafesi (S.80) 

     Hüdayi, şeyhinin nezdinde seyr-u sülûkünü ikmâl edince Sivrihi­sar'a halîfe olarak gönderilmişti. Burada daha önce «tarik-ı esma» tah-sîl ettiği Baba Yûsuf Efendi'yi ziyaret etmek istemiş; fakat okluğunu öğrenince bu sefer kabrini ziyarete gitmişti. Hüdâyî onun türbesinde murakabeye varınca-Baba Yûsuf zahit olmuş ve :

«— Hoş geldiniz, bu makam bizim değil, sizindir.» demişti. 192

Bilâhare Hüdâyî, ma'nevî işaretle Bursa'ya dönmüş ve şeyhine bir müddet daha hizmet etmişti.

 

  1.    Hüdayi’nin Üsküdar’a tayini ve hokkabazlıkla anlaşmaları (S.80)

 

       Hz. Hüdâyî, şeyhine abdest suyunu ısıtarak hazırlardı. Bir gün ab-dest suyunu ısıtmakta gecikmiş, şeyhi kalkıp su isteyince ibriği alıp odadan dışarıya çıkmış ve kalbinin üstüne koyarak «zikrullah» ile ısıtmıştı. Bilâhare şeyhinin eline suyu dökünce Hz. Üftâde :

«— Oğlum bu su ateş ile ısınmış değil, haydi iki aslan bir post üzerinde oturamaz. Sana Üsküdar tarafı zahir oldu.» buyurmuştu

 

  1. Karısı Hüdayi’ye itiraz edince padişahtan gelen hediyeler uydurması (S.81)

     Bu esnada Hüdâyî'nin hanımı hâmile olup doğumu da yaklaşmış bu­lunduğundan Hüdâyi'ye :

c— Bursa'da kadılık ve müderrisliği terkettin, malını mülkünü şu­na buna vererek elde avuçta bir şey bırakmadın. Dünyâ'ya gelecek yavruyu sarıp sarmalayacak bir hırka parçası bile yok.» diyerek ser­zenişlerde bulunuyormuş. Tam bu sırada pâdişâhın hediyye ve atıyye-sini getiren mc'mûr kapıyı çaüverince Hz. Hüdâyî :

— Hâtûn, istediğin dünyalık geldi, haydi al!» emriyle zevcesinin hatırını da tatyîb etmişti.

 

  1. Sultan Ahmed’in Hüdayi’ye karşı dalkavukluğu (S.81-82)

 

     Sultan Ahmed, Üsküdar'a gittiği bir günde çarşıda Hz. Hüdâyî'ye tesadüf eder. Derhal atından inerek yerine şeyhini oturtup kendisi de atın arkasından yaya olarak yürümeye koyulur. Hüdâyî'nin gönlü ko­ca pâdişâhın yaya olarak yürümesine razı olmaz ve :

«—Sırf şeyhimin duası ve emri yerini bulsun diye bindim.» der ve böylece de şeyhi Üftâde'nin :

   “Oğlum, pâdişâhlar rikâbında yürüsün.” seklindeki duası yerine gelmiş olur.

 

Sultan Ahmed'in bu hâdise üzerine aşağıdaki beyitleri inşâd ettiği söylenir :

Vârımı ben Hakk"a verdim gayrı varım kalmadı

Cümlesinden el çeküb pes dû cihanım kalmadı

 Çünki hubbu'ttah erisdi çekdi beni kendüye

Açdı gönlüm gözünü gayrı gümânim kalmadı

       Evliyû'nın himmeti yakdı beni kal' eyledi

      Safîyim buldum safâyı dû-cihânım kalmadı

     Ahmed îder yâ ilâhî sana şükrüm çok-durur

     Hamdu li'llâh aşk-ı Hak'dan ğayrı vârım kalmadı.

 

  1. Kasırgaya ve yıldırıma tasarruf etme yalanı (S.82)

 

Hüdâyî'nin en yaygın menkabelerinden biri de şiddetli bir kasırga esnasında, kayıkçıların bile denize çıkmağa cesaret edemediği bir gün­de Sultan Ahmed Camii'nde cum'a vaazına yetişmek üzere bindiği ka­yığın dört yanında denizin süt-liman olmasıdır.

Bu esnada Topkapı Sarayı'nda Yalıköşkü yakınındaki fevkani sul­tan kasrından dalgaları seyreden Sultan Ahmed'in yıldırım isabet eden kasrının bir süre yıkılmayışı ve canının kurtulması da Hüdâyî'nin ke­rameti sayılmaktadır.

Bu menkabenin yaygınlığı yüzünden kayıkçılar arasında Üsküdar’dan Sarayburnu'na kadar giden bir yolun bulunduğuna inanılır ve bu yola «Hüdâyi Yolu» denilirdi.

 

  1. Sultan Ahmed’in zehirli yemeği yememesi için yardımına ulaşması yalanı (S.83)

 

      Sultan Ahmed, tenezzühe çıktığı bir gün et kızartmak için bir çu­kur açtırıp ateş yaktırmıştı. Et, ateşte güzelce kızartılıp yenilmek üzere hazırlandığında Hz. Hüdâyi teşrif etti. Ve pâdişâhı «zehirlidir» diye eti yemekten men'etti, et orada bulunan bir köpeğe verildiğinde köpek bir müddet sonra öldü. Daha sonra ateş yakılan yer kazıldığında Hüdâyî'-nin haber verdiği gibi zehirli bir yılanın parçalarına rastlandı.

 

 

  1. Hüdayi’nin kimya ilminde hokkabazlığı (S.83)

           Hüdâyî'nin kimya ilmine vukufunu duyan bir meraklı, kendisinden kimya öğrenmek üzere müracaat eder ve ondan bu ilmi bilin bilmedi­ğini» sorar. Hüdâyî de bu ilmi bildiğini altında oturduğu asma ağacın­dan üç defa yaprak koparıp üfleyerek «altına tahvîl etmek süretiyle gösterir.

 

  1. Kendisine ziyarete gelen seyyahla bir anda Kudüs mescidine gidip gelmesi yalanı (S.84)

 

       Şöhreti her yana yayılmış olan Hüdâyî'nin durumunu bir fakir sey­yah da duyup dergâhına gelerek huzurunda kalben ve ruhen feyz bul­makister                   

Huzura geldiğinde hiç ummadığı bir tarzda şeyhi çok kıymetli bir kürkün içinde görünce şaşırır ve bunu tarîkatlâ ma'neviyâtla bağdaştıramaz. Vakit ikindi namazı vaktidir ve cemaat henüz sünnet kılmak üzere ayağa kalkarken farz için kamet getirilip ayağa kalkılır. Bu sıra­da dervişin gönlünden «sünnet kılınmadan farza duruluyor» şeklinde bir mülâhaza geçer ve bu esnada Hüdâyî'nin kolundan tuttuğu derviş, arkasındaki postu yere bırakır. Hüdâyî de sırtındaki kürkü çıkararak ta,m farza duracakları anda seyyah ile beraber kendilerini huzûr-ı Bey-t-i Mukaddes'de bulurlar. Seyyah hayretler içinde namazı ikmâl ettik­ten" sonra :

«—Efendim postum dergâhta kaldı» deyince Hz. Hüdâyî de :

«__ Bizim kürkde orada kalmadı mı,» diye itab eder ve her ikisi de tekrar bir anda hankâha dönerler. Bilâhare Hz. Hüdâyî bu bîçâreye i'zâz ve ikramda bulunur.

 

  1. Padişah’ın Su’i zan ettiği gencin İlyas olduğunu anlaması yalanı (S.84-85)

 

      Bir gün padişahın vekil olarak gönderdiği nedimlerinden biri, Hü­dâyî'yi dergâhında bulamayınca Bulgurlu'daki Çilehâne'sine gider. Ora-da Hz. Hudâyi'yi karşısına aldığı bir gençle sohbet eder bir halde bu­lur. Padişahın nedimi hemen selâm verip baş kestikten sonra geri dö­ner, ve mal bulmuş mağribî gibi koşarak bu durumu padişaha yetiştirir. Bunu işiten padişah ertesi gün Üsküdar'a gelir ve aynı hali o da görür. Bir müddet sonra müstade talebiyle kalkmak isteyince Hüdâyî :

«— Biz de karşıya geçmek istiyoruz, kayığa kabul olunursak biz de gelelim.» der.

Teklif kabul edilip beraberce karşıya geçerlerken bir ara pâdişa-akhın eli küpeştede iken parmağındaki yüzüğü denize düşer. Yanlarındi genç hemen atlar ve yüzüğü padişaha uzatarak ortadan kaybolur. Pa­dişah :

«— Aman çocuk boğuldu» diye bağırınca Hüdâyî :

«— Senin sû-i zanla gördüğün bu mahcûb civan Hızır'ın kardeşi İlyâs'tır.» der.

 

  1. Mezarlıkta padişah’a kendini ilah olarak göstermesi sapıklığı (S.85)

           Sultan Ahmed bir gün Hz. Hüdâyî'yi ziyarete gelir. Hüdâyî'nin ar­zusu üzerine birlikte tenezzühe çıkarlar. Karacaahmed mezarlığına var­dıklarında Hz. Hüdâyî Sultan'a :

«— Bugün sana kendimi göstereyim mi?» diyerek kabristan 'cânibi-ne bakarak Kûmu    hitabında bulununca  kâmilen  ehl-i kubur ekin gibi kabristan içinde zuhur etmeğe başlar. Pâdişah'ın durumu  görme-     sinden sonra Hüdayi, Üdu diyerek ehl-i kuburu eski hâllerine döndürür.

 

  1. Hüdayi, Allah adına yalan söyleyen bir zalim (S.96-97)

 

       Hüdayî'nin asıl şöhretini sağlayan ve ismini ölümsüzleştiren «tasavvufi   şahsiyetidir.O vicdanı murakabe ve muhasebelerle dolu olan kadılığı terkettikten sonra büyük mürşidi. Üftâde'nin yanında ruhi ve fikrî olgunluğa erişmiş; zihni durulmuş, kalbi itmi'nâna ermişti. Ve bu yolda insanlara rehberlik edecek bir mürşid seviyesine ulaşmıştı.

O'nun vaaz, irşad ve zikir meclisleri, tefsir ve hadis dersleri hep tasavvufî bir neşve ile lezzetleniyor; eserleri de bu duygu île işleni­yordu.

Tecellivât (bk. Eserleri Blm.) adlı eserinde kendisinin verdiği bilgiye göre muhtelif zamanlarda çeşitli tecellîlere mâzhar olan Hüdayi, tasavvuftaki kutupluk» ve «kutbu'l-aktâblık» mertebelerine de ulaştığını bizzat ifâde etmektedir :

1  — «1011 Şa'ban-ı Muazzam'ın yirminci gecesi temcîd vaktinde bir hâl zahir olup cemi-i halk'ı Hakk'a da'vet eylemişim, nazar eyle­dim âleme sanki «kutub» olmuşum.

2  — “1012 Ramazan 29. Pazartesi günü büyük bir tecellî oldu. On­dan sonra    bir bisât ihsan olundu. Genişliği âlemler kadarınca. Bundan sonra bir bisât ihsan olundu. Genişliği âlemler kadarınca. Bunlar  lâkin zikrolunmaz.”

 

3  — «... târîh-i mezbûrda Muharrem 9. Pazartesi günü fakire işa­ret edip bu zamanın kutbu'1-afakı bunlardır, denildi.»

4  — «1012 Zilka'de 8. Cum'a gecesi benî âdeme kutb oldun diye kutbiyyet ihsan olunduğudur.»

5 — «1003 Ramazan 29, Pazartesi büyük bir tecellî vâki' oldu. Ondan evvel böylesi olmamıştı. Büyük bir döşek döşediler ki, cemî' alemi tuttu. Ra'dehu «kutub kimdir» dive sual eyledim, cevâp geldi ki, söylenmeze

«Kutbu'1-aktâb» olduğunu gösteren tecellîler de  şanlardır :

1 _  «1013 Cemaziyelahır 18, Cum'a günü namazdan sonra fukara tevhidde iken Canib-i Hak'dan mü'minlerin kalblerini tathîr  etmeği Rabb'ım ihsan edip «Kutbu'l-aktab»  olduk.

2  — «1013 Muharrem 9. Pazartesi bir veçhile müşahede olundu ki ba'zı mahlûkat Mihalıc tarafına teveccüh  ettiklerinde bu fakir cânibine  sevkolundular. Hem bu halkın  ba'zısı ba'zısına bu fakiri gösterip «kutbu'1-aktâb-ı âfâk bunlardır» diyorlardı.»

 

3  — «1018 Cemâziyelâhır 18. Cum'a günü cum'adan sonra mihrâbda iken ve fukara tevhidde olduğu halde   «tathîr-i kulûb-i mü'minîn»ihsan olundu Guya ki kutb-i aktab idi.

4 — «1013 Zilka'de 18. Cum'a günü «sen kutbu'l-âmsın» diye kelâm olundu.»

 

      Kutub lüğatte değirmen deliğine sokulan uzun demir, değirmen iği, kıble ve yol ta'yînine yardım eden kutub yıldızı, bir kavmin me-dar-ı umuru seyyid ve reis manalarına gelir.

 

  1. Tasavvuf’un pislikleri içerisinde kaybolan bir Profesör (S.97)  

      Tasavvuf ıstılahında ise Cenâb-ı Hakk'ın mazhar-ı tecellîsinin mevzii olan» ve «insanlar tarafından ma'lûm olmayan en azîz şahsiyeti demek olduğuna göre Hz. Hüdayî de bu tecellîlere mazhar olmuş ve «âlemin kalbi»  demek olan kutbu-l aktablık makamına yükselmişti. O'nun kutbiyetini devrini idrâk etmiş bulunan Evliyâ Çelebi. «Üsküdari Mahmud Efendi ki, kutbuna kadem basıp Sultan Ahmed Han rikâbında piyade yürümüştür.»  diyerek, "Tarih­çi Peçeyi ibrahim Efendi (1)61/1641) de, Asrında kutb-i zaman idü-günde istibah olunmaz idi.» şeklindeki ifadelerle belirtmişlerdir.