ALTINOLUK- Size kalb ve zikir mefhumları arasında Kur’an’ın kurduğu münasebeti nasıl anlamak gerektiğini sormak istiyoruz. Malumlarınız Kur’an’da “Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur, doyuma ulaşır” buyuruluyor. Önce, kalbin doyuma ulaşması, mutmain olmasından ne anlamak gerekir. Kalb diye ayrı bir dünya var mı insanın içinde? Nasıl anlamak gerekir kalb dünyasını?
BAYINDIR- Kalp ve akıl insanın önemli karar organlarıdır. Akıl, bir şeyin doğruluğuna veya yanlışlığına karar verir, kalp ise onu tasdik veya reddeder. Aklın doğru kabul ettiğini kalp kabul etmeyebilir. Çünkü kalpte duygular ve beklentiler ağır basar. Nitekim Firavun ve hanedanı, gördükleri mucizeler karşısında akıllarıyla Hz. Musa’nın peygamberliğini kesin olarak idrak etmişler, ama bunu kalpleri tasdik etmemişti. Çünkü zalimlik yapıyor ve kendilerini büyük görüyorlardı. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Ne zaman ki belgelerimiz onlara bütün açıklığı ile geldi: “Bunlar apaçık büyüdür” dediler.
İçleri kanasıya kabul etmişken zalimliklerinden ve büyüklük taslamalarından dolayı onlara karşı inkarcılık ettiler. (Neml 27/13,14)
Bu durum kâfirleri sürekli huzursuz eder. Kalp, bilgisine ve tabiatına aykırı bir karara vardığı için sürekli işkiller içinde kıvranır durur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
Onların kurdukları yapı, kalpleri paramparça oluncaya kadar kalplerinde bir kuşku olarak kalmaya devam eder. (Tevbe 9/110)
Müslümanlar karşısında dirençsiz olmaları bundandır. Cezayı hak ettiklerini bu dünyada iken anlarlar.
Kalp ve akıl, aynı karara varınca kalp huzur bulur. Buna mutmain olma denir. Kalp kaypaktır, kolay teslim olmaz. Mutmain olmak için daha fazlasını isteyebilir. Nitekim şu ayet bunu göstermektedir:
Bir gün İbrahim Rabbine şöyle dedi: «Ya Rabb! Bana göstersene, ölüleri nasıl diriltiyorsun?» «Yoksa buna inanmadın mı?» dedi. «Yok, inandım. Ama kalbim mutmain olsun diye.» cevap verdi. Allah şöyle buyurdu: «Öyleyse dört tane kuş tut, onları kendine çek ve alıştır, sonra onların her bir parçasını bir dağın üzerine bırak. Sonra onları çağır, koşarak sana geleceklerdir. Bil ki, gerçekten Allah güçlüdür, hakîmdir.» (Bakara 2/260)
Zikir, kişinin edindiği bilgiyi, her an kullanacak şekilde zihninde hazır tutmasıdır. Bu bilgiyi kalbe veya dile getirmeye de zikir denir. Zikir, bazen hatırlama anlamına gelir. Bu, unutulan bir bilginin bulunarak kullanıma hazır hale getirilmesidir.
Zikir, Allah’ın peygamberlere verdiği kitapların ortak adıdır. Çünkü onlardaki bilgiler her an kullanılacak şekilde zihinde hazır tutulması gereken bilgilerdir. Onlar zaman zaman dile ve kalbe getirilir. Allah’ı zikretmek, Allah ile ilgili doğru bilgileri kafaya yerleştirip dile ve kalbe getirmektir.
Şimdi şu ayete bakalım:
Onlar o kimselerdir ki inanmışlar ve kalpleri Allah’ın zikri ile yatışıp mutmain olmaktadır. Bilin ki kalplerin yatışıp mutmain olması Allah’ın zikri iledir. (Ra’d 13/28)
Kalbin yatışmasının, yani mutmain olmasının tam bir kanaate sahip olması demek olduğunu, Hz. İbrahim ile ilgili ayetten öğrendik. Bu, kişinin tahkiki imana varmasıdır.
Müslüman olmak için “Eşhedu en lâ ilâhe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve resuluh” Yani “Ben tanıklık ederim ki, Allah’tan başka ilah yoktur, yine tanıklık ederim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir.” demek gerekir. İnsan, gözüyle görüp duyu organlarıyla kavradığı şeye tanıklık edebilir. Allah’ın varlığını ve birliğini herkes anlayıp kavrar. Bu sebeple ona tanıklık emek zor olmaz. Zaten Kur’an’da, Allah’ın varlığını ispatla meşgul olmuş bir peygamber yoktur. Onları meşgul eden şey, Allah’tan başka ilah olmadığını ispat olmuştur. Eğer böyle olmasaydı, “Ben tanıklık ederim...“ yerine “Şu Peygamberin bildirdiğine göre Allah’tan başka ilah yoktur.” demek gerekirdi.
Allah, emirlerini elçileri aracılığı ile gönderir. Her elçiye, elçiliğini ispatlayacak bir belge verir. Belgeyi insanların taklit etme imkanı olmadığı için ona mucize denir. Mucizeyi gören her insan, o şahsın Allah’ın elçisi olduğunda şüphe etmez. “Eşhedu enne Muhammeden abduhu ve resuluh.” Yani “Ben tanıklık ederim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir.” dememiz bundandır. Sanki Allah onu elçi olarak görevlendirirken onun yanındaymışız gibi tanıklık ederiz. Çünkü onun elçilik belgesi olan Kur’an üzerinde düşünen her insan, kolayca bu kanaate varır. Zira o, bir insan eseri olamaz. O ancak Allah’ın Kitabı olabilir. Onu bize getiren de Allah’ın elçisinden başkası olamaz.
Kur’an Allah’ın zikridir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“İşte o Zikr’i biz indirdik. Ne olursa olsun onu koruyacak olan da bizleriz.” (Hicr 15/9)
İman konusunda kalp ancak Kur’an ile yatışabilir. İmanını onunla pekiştirmemiş olanların peygambere imanı büyüklerinden gördüğü şekilde olur. Bu şahıs, “Ben tanıklık ederim ki, Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir.” derken, kendisi tanıklık edecek kadar bir bilgiye sahip olmadığı için o, büyüklerinin öyle söylediğine tanıklık etmektedir. Bu da sahih olup olmadığı tartışılan taklidi imandır. Bu iman, insanı şüpheden kurtaramaz. Kur’an’ı anlamadan ezberlemek veya okumak yahut manasını düşünmeden binlerce yüz binlerce zikir çekmek insana bir manevi haz verir ama kalbi tatmin etmez ve imanı taklitten kurtaramaz. Tatmin için akıl ile kalbin işbirliği gerekir. Bunun tek yolu Kur’an’ı anlayarak okumaktır. Tahkiki imana erenlerdeki sağlam kişiliğin ve tutarlılığın sebebi budur. Acaba kaç kişi gerçek anlamda “Eşhedu enne Muhammeden abduhu ve resuluh.” demeyi hak etmiştir?
ALTINOLUK- Kalp ile ilgilenen bir ilim var mı? Kur’an’ı kerim’de bahsedilen ve bir mü’minden istenilen ‘kalb-i selim’e nasıl ulaşılır?
BAYINDIR- Kalbin manevi yönü ile ilgilendiğini söyleyenler elbette var, bu bütün dünyada ve her inanç sistemi içinde bulunur. Ama Allah bize bir Kitap ve bir Peygamber göndermiştir. Onların çizdiği sınırların dışına çıkanlar beni ilgilendirmemektedir. Bunlar kendi uydurmalarına Kitap ve Sünnetten yorum getirmeye kalkışınca onları uyarmak bizim görevimiz olur.
Müminden istenen kalb-i selim, şüphelerden arınmış, tatmine ulaşmış kalptir. Bunu yukarıda anlatmaya çalıştık.
ALTINOLUK- Kur’an-ı Kerim’deki ‘yanları üzerinde zikrederler’ ibaresini nasıl anlamak gerekiyor? Tasavvufun zikir konusundaki duyarlılığını bu çerçevede dikkate almak anlamlı mı?
BAYINDIR- O ayetin tamamı şöyledir:
“O kimseler ki ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı anarlar; göklerin ve yerin yaratılması üzerinde derin derin düşünürler de şöyle derler: “Ey Rabbımız! Sen bunları boşuna yaratmadın. Sen kusursuzsun. Bizi o ateşin azabından koru.” (Ali İmrân 3/191)
Demek ki, her ne durumda olursak olalım, ister ayakta, ister oturmuş durumda, ister yan üstü yatarken Allah’ın ayetleri ve Allah ile ilgili doğru bilgileri zihnimize getireceğiz ve fıtrat kitabı olan dış dünya üzerinde düşünecek, imanımızı tazeleyeceğiz. Böyle bir zikir, yukarıda da anlatıldığı gibi ancak kafanın ve kalbin tam bir işbirliği yapmasıyla yapılabilir. Tasavvufta “Biz bilmeyiz, büyükler bilir.” anlayışı vardır. Bu anlayışla yapılan zikir, içi boşaltılmış zikirdir. Bu zikirde akıl ve kalp devre dışı kalır, sadece dil çalışır. Bu, yukarıdaki faydayı sağlamaz. Kişi bundan zevk alabilir. İnsan bir çok şeyden zevk alır. Ama din adına yapılan bir işin Kitap ve Sünnete uygun yapılması gerekir. Gerçek zikir, kafa ile kalbin işbirliği ile yapılır.
ALTINOLUK- İnsanların bir kalbî derinlik sıkıntısı yaşadığı kabul edilirse, bunun sebebi üzerine de düşünmek gerekir sanıyoruz. Eğer böyle bir şey varsa, bunun sebebi nedir sizce? Bir sebep olarak aşırı sekülerleşmeden söz edilebilir mi sizce?
BAYINDIR- Biz bu devrin insanıyız. Allah bizi içinde bulunduğumuz şartlarla imtihan etmektedir. Şartları biz hazırlamadık, hazır bulduk. Şikayet yerine, imtihanı kazanmaya bakmak gerekir. Hz. Adem Cennetteki imtihanı kaybetti, ne sekülerleşme vardı, ne bir kısım medya, ne de ekonomik sıkıntılar.