YILMAZ- “... râbıta, Allah ile murâkabeye varmak için yapılır....”
BAYINDIR – Murâkabenin kök anlamı, bekleme ve gözetlemedir. Murâkabe, bir işin karşılıklı yapıldığını gösteren fiil kalıbında olduğu için karşılıklı olarak birbirini bekleme ve gözetleme demek olur. Biri diğerine, “Şu evi sana hibe ettim, ama benden önce ölürsen ev bana döner.” şeklinde bağış yaparsa ona ruqbâ denir. Ruqbâ, murâkabe anlamınadır. Çünkü bu iki kişiden her biri evin sahibi olmak için, diğerinin daha önce ölmesini gözetler[1]. Bir de teveccüh vardır, bir tarafa yönelme anlamına gelir.
Allah ile murâkabe noktasına gelen kişide, yalnız Allah’ta bulunan özelliklerin ortaya çıktığı iddia edilir. Altınoluk camiasının el kitabı olan “Adab”a göre, murâkabe ve teveccühe devam eden kişiye vezaret mertebesi, yani bakanlık verilir. Buna sahip olan, mülk ve melekûtta kolayca tasarrufa başlar; hatırlardan geçen işlere vâkıf olur. Gönülleri hidayet nuruyla aydınlatmak da onun için mümkündür[2].
Türkçe’de mülk, mülkiyet, melik ve mâlik kelimeleri vardır. Bunlar Arapça’dan geçmiştir ve aynı köktendir. Mülk, yönetilebilen bir şeyi hakimiyeti altında tutmaktır. Mülkiyet, mülk olma anlamına gelir. Ev ve otomobil birer mülktür. Ama havadaki kuş ve denizdeki balık yakalanıncaya kadar üzerinde mülkiyet kurulamaz. Mülk sahibine mâlik denir. Malın hem kendine hem de kullanma hakkına sahip olanın mülkiyeti tamdır. Bir kişi, bir malın kendisine, diğeri de kullanma hakkına sahip ise o mal üzerinde, her ikisinin de mülkiyeti eksik olur. Çünkü biri onu kullanamaz, diğeri de satamaz.
Melik, saltanat sahibi kişi, sultan anlamına gelir. Devleti yönetmede yetki sahibi olanların tamamı melik konumundadır.
Mülk konusunda Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“De ki: «Ey mülkün mâliki olan Allah’ım! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Sen kimi dilersen onu yükseltirsin, kimi dilersen onu da alçaltırsın. Bütün iyilikler yalnız senin elindedir. Çünkü senin gücün her şeye yeter.” (Ali İmran 3/26)
Allah, her şey üzerinde tam bir mülkiyete sahiptir. Üstelik onları yaratan, öldüren ve yeniden yaratacak olan da odur. Onun insanlara verdiği mülkiyet hakkı, birkaç şeyin sahibi olmak veya belli bir yeri yönetmekle sınırlıdır. Bu konuda müslüman kâfir ayırımı yoktur.
Tasarruf, bir şeyi çekip çevirme yetkisidir. Kişi, sahibi olduğu malı ister kullanır, ister satar, isterse başkasına kullandırır. Başkasının malı üzerinde tasarruf, o şahsın iznine bağlıdır.
Yukarıda, “Adab” kitabında sözü edilen mülkün, müslüman kâfir, herkese verilen mülk olmadığı açıktır. Çünkü bir çocuk, henüz ana rahminde iken bile, miras yoluyla böyle bir mülke sahip olabilir. Ama murâkabe ve teveccühe devam eden kişiye verildiği iddia edilen “mülkte tasarruf yetkisi”nin, müslüman kâfir, küçük, büyük herkeste olabilecek bir yetki olmadığı açıktır.
Melekût da mülk anlamınadır, ama yalnız Allah’a ait olan mülk demektir[3]. İnsanın iç aleminde ve kâinatta tasarruf yetkisi melekût kapsamına girer.
Adab kitabının iddiasına göre, murâkabe ve teveccühe devam eden kişi, kendine verilen bakanlık sayesinde hem kâinatta hem de insanın iç aleminde tasarrufa yetkili hale gelmiş olur. Çünkü o, mülkte ve melekûtta kolayca tasarrufa başladığı gibi hatırlardan geçen işlere vâkıf olmaya ve gönülleri hidayet nuruyla aydınlatmaya da başlar.
Sayın YILMAZ’ın Türkçe’ye çevirdiği kitapta da büyüklerin murâkabesi ile ilgili şunlar vardır:
“Onlar murâkabe ile gönüllerini Allah’a bağlarlar. Allah’ın murâkabe konusunda kendilerini korumasını dilerler. Çünkü Allah Teâlâ onları nücebâsından ve has kullarından kılmış; hallerini başka kimselere açmamalarını istemiş ve işlerini bizzat yönettiğini ifade buyurmuştur: “O salihleri yönetir[4]” (el- A’raf 7/196)
Bunlara tanınan yetkileri, Sayın YILMAZ’ın Altınoluk’ta yayınlanan bir yazısından okursak hallerini başka kimselere açmama yalanına neden ihtiyaç duyulduğu ortaya çıkar:
“Velîlerin üstün vasıflı olanlarına “evtâd” (direkler) denir. Onların üstünde “revâsî” (dağlar) vardır. Bir felaket zamanında kullar evtâda yönelir, evtâd da revâsîye yönelir. Revâsîyi Kutup idare eder.
Kutuptan sonra gelen iki kişiye “imâmân” denir. Bunlardan birine “imam-ı yemîn”, diğerine “imam-ı yesâr” adı verilir. İmam-ı yemîn kutbun hükümlerine, imam-ı yesâr da hakikatine mazhardır. Kutup ölünce onun yerini imam-ı yesâr alır. Kutup ile iki imam, üçleri oluşturur.
Kutup en büyük velîdir. Bütün erenlerin başı, Allah’ın izniyle kâinatta tasarruf sahibidir.
Gavs: Darda kalındığında sığınılan ve istimdâd edilen yani yardım istenilen kutuptur. Darda kalan sûfiler, “Yetiş ya Gavs!” diye gavsa sığınırlar. Gavs, istimdad edene yardım elini uzatır. Abdülkadir Geylânî, “Gavs-ı a’zam” lakabıyla ünlüdür.
Ancak bütün bu sığınma ve istimdâdlar, zahirde gavsa ise de hakikatte Allah’adır. Çünkü alemde yegane mutasarrıf Allah Teâlâ’dır. Ondan başka fail-i mutlak yoktur. “Gavs” olarak bilinenler, esmâ ve sıfât-ı ilahî mazharıdırlar.
Bunlardan başka, sayıları bir rivayette sekiz, diğer bir rivayette kırk olan “nücebâ” ile, sayıları on ya da üç yüz olan “nukabâ” denilen ve insanların iç dünyalarından haberdar olan şahsiyetler vardır.
Genel olarak ricâlü’l-gayb ve gayb erenleri olarak anılan bu Hakk dostlarının makamı boş kalmaz. Ölenin yerine sırayla kendisinden sonraki yükseltilir[5].
Eğer halk, onlarda böyle yetkiler olduğuna inansa, ihtiyaçları için kapılarına dayanır ve gerçek yüzlerini ortaya çıkarır. Kendilerine karanlıkta işaret edilmesi bundandır.
Sayın YILMAZ, “... Râbıta, Allah ile murâkabeye varmak için yapılır....” diyor. Râbıta yapan, o makamlara çıkabildiğine göre kendine râbıta yapılan şeyh hangi mertebede olur?
Bunu da Adab kitabından dinleyelim:
“... Bu üstün tarikata sülûk, kendine bağlanılan şeyhle râbıtaya bağlıdır. Onun sevgisi, murad olan bu yolu çabuk aldırır. Onun çekim kuvveti, anlatılan kemalât (olgunluklar) ile boyayıp süsler. Onun bakışı kalp hastalıklarına şifadır. Yüzünü göstermesi, manevi hastalıkları giderir.
O, anlatılan olgunlukların sahibi, vaktin imamı, zamanın halifesidir. Kutuplar, bedeller onun makamları sayesinden yetişip yaşarlar. Evtad, nücebâ, onun kemalât denizinden akıp gelen bir katredir. Onun irşadı güneş misalidir. Kendi istemeden her şeye feyzini yağdırır. Ya bir de isterse... düşünün artık olacağı...[6]”
Demek ki, murâkabe ve teveccüh sayesinde kendine bakanlık verilen, hem kâinatta hem de insanın iç aleminde tasarrufa yetkili hale gelmiş olan nücebâ, sadece, şeyhin kemalât denizinden akıp gelen bir damlaymış.
Bunlar büyük bir iftiradır. Kur’an’a bu kadar ters ifadeler, nasıl bir araya getirilebiliyor, sonra sanki Kur'ân hükümleri imiş gibi takdim edilebiliyor, hayret doğrusu!!
İnsanların iç dünyalarından haberdar olmak da ne demek oluyor. Daha sonra, ilgili ayetlerde görüleceği gibi Hz. Peygamber bile kimsenin iç dünyasından haberdar olamazdı. Bu inancın tek dayanağı hurafelerdir. Bir hurafe, bir başka hurafeyi zorunlu kılmaktadır. Kalbi bir kişiye emanet edip, onunla bütünleşebileceğine inanmak için, onun kendi iç dünyasından haberdar olduğuna inanmak gerekli olur. Böyle sayılmayan birine kalp nasıl emanet edilebilir?
Sayın YILMAZ’ın tercüme ettiği kitapta, murâkabeye delil olarak sadece “O salihleri yönetir” (el- A’raf 7/196) ayeti gösterilmiştir[7]”.
Ayetten cımbızla çekilen bölümü, başı ve sonu ile birlikte okumak, yapılan yanlışın ne boyutta olduğunu görmek için yeter. Orada Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
" Allah'ın yakınından çağırdıklarınız da, sizin gibi kullardır. Eğer haklıysanız onları çağırın da size cevap versinler bakalım.
Onların yürüyecek ayakları mı var, yoksa tutacak elleri mi var, ya da görecek gözleri mi var, veya işitecek kulakları mı var? De ki: "Ortaklarınızı çağırın sonra bana tuzak kurun, hiç göz açtırmayın."
"Çünkü benim velim Kitap'ı indiren Allah'tır. O, iyilere velilik eder."
"O'nun berisinden çağırdıklarınız kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler." (Araf 7/191-197)
Onlar da bizim gibi kullar olduğuna göre, Allah’ın hiçbir peygambere vermediği yetkileri onlara yakıştırırken neye dayanılır? Aşağıdaki konu üzerinde biraz düşünen herkes, din adına yapılan bu yanlışlığın affedilemez boyutta olduğunu kolaylıkla fark eder.
Hz. Nuh’un gemisi, dağlar gibi dalgalar içinde onları çalkalıyordu. O, bir kenarda duran oğluna şöyle seslendi: "Yavrucuğum! Bizimle birlikte bin, kâfirlerle beraber olma."
O, "Bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur" diye cevap verdi, Nuh ise: "Onun merhamet ettikleri bir yana, bugün Allah'ın bu işinden koruyacak biri yoktur" dedi. Aralarına dalga girdi, oğlu da boğulanlara karıştı.
"Ey yer, suyunu yut ve ey gök sen de tut!" denildi. Su çekildi, iş bitti ve gemi Cudî üzerine oturdu. "Haksızlık yapan kavim def olsun." denildi.
Nuh Rabbine seslendi: "Rabbim! Oğlum benim ailemdendir. Senin verdiğin söz elbette doğrudur. Hem sen karar verenler arasında en isabetli kararı verirsin" dedi.
Allah, "Bak Nuh! dedi. O senin ailenden değildir; çünkü o uygunsuz bir iştir. Bilmediğin şeye karışma. Kendini bilmezlerden olmayasın diye sana öğüt veriyorum."
"Rabbim! dedi. Hakkında bir bilgim olmayan şeyi senden istemekten sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana acımazsan kaybedenlerden olurum" (Hud 11/40-47)
Hz. Nuh’un Allah’tan yanlış bir istekte bulunmuş olmaktan dolayı takındığı tavır ile, yukarda din adına takınılan tavrı ibretle izlemek gerekir.
[1] - İbn Manzûr, Lisan’ul-Arab, RKB maddesi, Dar’ul-fikr, Beyrut, tarih yok,
[2] - Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 268.
[3] - Ragıb el- İsfahânî, el- Müfredat, MLK maddesi.
[4] - Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma, tercüme, Hasan Kâmil YILMAZ, (Ebû Nasr Serrâc Tûsî’nin el-Lüma’ tercümesi) ), İstanbul, 1417-1996 s. 54.
[5]- Hasan Kamil YILMAZ, Ricâl’ul-Gayb, Altınoluk Mecmuası, Aralık 1995.
[6] - Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 238.
[7] - Ebû Nasr Serrâc Tûsî’nin el-Lüma’ tercümesi, s. 54.