YILMAZ- Sn. Bayındır tasavvuftaki mürşidi, neredeyse Hıristiyanlıktaki İsa-Mesih gibi görmektedir. Mülâkatında her ne kadar teşbih lafızları kullanmasa da düşüncelerini şu cümlelerle belirtmektedir: “Allah’ın dûnunda, yani onun yakınında başka tanrılar edinme inancı bu şekilde oluşur. Halbuki yukarıdaki ayetler Allah’ın bize uzak olmadığını, Allah’ın yeryüzü kralları gibi değil, bize bizden daha yakın olduğunu; dolayısıyla aracıya gerek olmadığını bildirmektedir.” Bu cümleler, Sn. Bayındır’ın neyi kastettiğini; tasavvuftaki mürit-mürşid ve Allah ilişkisini nereye oturttuğunu gayet iyi ortaya koymaktadır.
Oysa İslam’da Hıristiyanlıktaki gibi bir ruhbanlık anlayışı yoktur. Kul Rabbına şahsen aracısız teveccüh edebilir. Mürşid ve şeyhlerin, kulu Rabbinin yoluna yönlendirmeleri, ruhbanlığı andıran bir faaliyet değildir. Yürünecek yolda birlikte yürümek ve mürşidin müride rehberlik etmesi demektir. Ruhbanlıkta râhib olmadan Hakk’a teveccüh mümkün değildir.
BAYINDIR - İslam’da Hıristiyanlıktaki gibi bir ruhbanlık elbette yoktur ama tasavvufta vardır. Mürşid ve şeyhler, kulu Rabbi’nin yoluna yönlendirmeye değil, Allah yolunda teslim almaya çalışırlar. Ruhbanlıkta râhib olmadan Hakk’a teveccüh mümkün değildir de tasavvufta şeyh olmadan mümkün müdür? Râbıta ve insan-ı kâmil ile ilgili sözlerinizi nereye koyabilirsiniz? Sizin kitaplarınız şu tür cümlelerle dolu değil midir?
“..... Mürit şuna inanmalı: Mabud sultanla bitecek işi ancak şeyhinin tavassutu ile olacaktır[1].”
Altınoluk’un Nisan 2001 sayısında yayınlanan şu ifadeleri nereye yerleştirebilirsiniz?
Ayet-i celîle de şöyle buyurulmuştur:
– “Ey kullarım! Sizin her birinize iki şey vâcib ettim. Önce şeriat, sonra tarikat” (Mâide 5/48)
Hak Teâlâ Hazretleri âhirette kullarına soracak, diyecek ki:
– Ey kulum! Benim böyle bir emrim var idi. Sen tarikatı aradın mı?
– Aradım amma bulamadım, derse ve o devirde mürşid bulunmamış ise sorumluluk Allah Teâlâ’ya ait olur. Halbuki Allah Teâlâ sorumlu tutulabilir mi? Öyle ise her zaman, halkı aydınlatmak için bir kulunu âleme açıklamıştır. Yoksa kulun gücü dışında bir sorumluluğu olmuş olacaktır. Eğer o kimse derse ki:
– Mürşidi buldum amma kalbim sevmedi, teslim olamadım.
Allah Teâlâ Hazretleri buyurur ki:
O kuluma başka kullarım tâbi olmamış mı idi? Büyük bir topluluğun tanıklığıyla onun mürşid olduğu belli olmamış mıydı? Mâdem onun hakkında böyle bir topluluğun tanıklığı var idi, senin de şeriata göre bunu kabul etmen gerekli olmuştu, diyecek ve o kul azaptan kurtulamayacaktır[2].
Öncelikle yukarıdaki ayetin tarikatla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Ayetleri cımbızla alıp ilgisiz manalara çekmek, şeyhi kutsallaştırma dışında ne anlama gelebilir? O ayette Allah Teâlâ, Yahudi, Hıristiyan ve Müslümanlardan her biri için bir şeriat ve bir yol belirlediğini ifade etmektedir.
Ne bu ayet, ne bir başka ayet, elbette mürşidin aracılığından bahsetmez. Ama önce ayete yanlış anlam verip arkasından koskoca dünyada bir tek mürşidin bulunacağından ve insanların ona teslim olması gerektiğinden, o mürşidi bulup tabi olmayanın azaptan kurtulamayacağından bahsetmek bir ruhbanlık inancı oluşturmak değil midir?
YILMAZ - Tasavvuftaki murâkabe kavramına baksanız, murâkabede sâlikin “Allah’ın, kendisine şahdamarından daha yakın oluşunu” (Kaf 50/16) ve “Nerede bulunursa bulunsun Allah’ın kendisiyle beraber olduğunu” (el-Hadid 57/4) düşünmek demek olduğunu görecek ve mürşidsiz, onun öğretileriyle teveccühün gerçekleştiğini müşahede edecektiniz.
BAYINDIR – Tasavvuftaki murâkabe kavramına yukarıda değinmiş, oradaki korkunç durumu, sizin yazılarınızla ortaya koymuştuk. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, mürşidi, Hıristiyanlıktaki İsa-Mesih gibi hatta ondan da aşırı durumda gören, tasavvufçulardır. Tasavvufta mürşidin, insan-ı kâmil sayıldığını yukarıda, Sayın YILMAZ’ın râbıta ile ilgili yazısından öğrenmiştik.
Sayın YILMAZ’a göre “İnsan-ı kâmil Allah’ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır. İnsan-ı kâmil, maddî ve manevi bütün kemâl mertebelerini kapsamaktadır.”
“İnsan-ı kâmil Hz. Muhammed’dir. Ancak onun tarihi şahsiyeti değil, henüz Adem balçık halindeyken Peygamber olan Muhammed’dir. Yani Hakikat-i Muhammediyedir. İnsan-ı Kâmil, varlığın ve hilkatin gayesidir. Zira ilâhî irade ancak onun vasıtasıyla tahakkuk edebilir. Eğer insan-ı kâmil olmasa Allah bilinemezdi.....”
“İnsan-ı kâmil, cihânı gösteren ayna, ölüyü dirilten İsâ, kuşların dilini bilen Süleyman gibi tasarruf sahibi, ab-ı hayat içen Hızır gibidir. İnsan-ı kâmil alemde daima vardır, birden fazla olmaz. Çünkü tüm mevcudatın bütünlüğü tek şahıstadır. İnsan-ı kâmil için mülkte, melekûtta ve ceberûtta hiçbir şey örtülü ve gizli değildir. O eşyayı ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilir....”
“... Ancak bu hakikat, her devirde zamana göre değişen isim ve suretlerde peygamber ve veli olarak zâhir olur. Nitekim Aziz Mahmud Hudâyî’nin şu beyti bu düşüncenin ifadesidir:
Ayinedir bu âlem her şey Hakk ile kâim
Mir’ât-ı Muhammed’den Allah görünür dâim”
“İnsân-ı kâmil, varlığın hakikatlarına tekabül eder. Meselâ onun kalbi Arş’a, benliği Kürsü’ye, makamı Sidre-i müntehâya, aklı Kalem-i a’lây’a, nefsi Levh-i mahfûz’a, tabiatı anâsır-ı erbaaya taalluk eder...[3]“
Şimdi yukarıdaki sözleri teker teker gözden geçirelim:
[1] -Muhammed b. Abdullah Hani, Adâb, s. 172.
[2] - M. Sami RAMAZANOĞLU, Musâhabe, Altınoluk, Nisan 2001. Yazı sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: Ayet-i celîle de:
– “Ey kullarım! Sizin her birinize iki şey vâcib ettim. Evvelâ şeriat, sâniyen tarikat” (Mâide sûresi: 48) buyurulmuştur.
Hak Teâlâ Hazretleri yevm-i âhirette kullarına suâl buyuracak, diyecek ki:
– Ey kulum! Benim böyle bir emrim var idi. Sen aradın mı?
– Aradım amma bulamadım, derse ve mürşid de o zaman bulunmamış ise Allah Zü’l-celâl Hazretlerinin cevâbtan mülzem olması lâzım gelir. Halbuki Allah Teâlâ Hazretleri mülzem olur mu? Her zamanda irşâd-ı halk için bir kulunu âleme ibrâz buyurmuştur. Çünkü öyle olsa kulun vüs’atı dışında bir teklîf olmuş olacaktır. Eğer o kimse derse ki:
– Buldum amma kalbim sevmedi, teslim olamadım.
Cenâb-ı Hak -azze ve celle- Hazretleri buyurur ki:
O kuluma başka kullarım tâbi olmamış mı idi? Tevâtüren onun mürşid olduğu ma’lûm değil miydi? Mâdem ki hakkında tevâtür var idi, senin de şer’an kabulün lâzım gelirdi, diyecek ve o kul azâbtan kurtulamayacaktır.
[3] - Hasan Kâmil YILMAZ, İnsân-ı Kâmil, Altınoluk Mecmuası, Temmuz 1996, sayı 125, s. 31.