Kaynak: İslam Kültür Atlası, İsmail Raci, İnkılâb Yayınları, 1.Baskı, İst-1991

 

 

İsmail Raci’ye göre müslümanların gerileme sebepleri (S.331-332)

 

              İbni 'Arabî:Muhyiddîn-i Arabî 559/1165'te Mür-siye'de (Endülüs) doğdu ve Sevil, Kurtuba ve Gırnata'da yetişti. Doğuyu gezdi ve 596/1201'de Kahire'de yerleşti, iki yıl sonra Mekke'ye hareket etti. Bağdat, Kudüs, öldüğü ve 636/1240'ta def­nedildiği Şam'ı da ziyaret etti. Çok sayıda eser telif ettiği söylenir, ama bunlardan sadece üçü günümüze ulaşmıştır: el-Fütûhatü'l-Mekkiyye, Füsûsü'l-Hikem (Aklın Cevherleri) ve Tercüma-nü'l-Eşvâk (Hasret İfadeleri). İslâm'da en spekü­latif düşünceler ona aittir. Görüşünde Allah, Bir Mutlak, bütün varlıkların Kaynağı, varlığı Özü olandı. Dünya, zaman ve mekânda yer aldığı ka­darıyla yaratılmış, Allah'ın bilgisinde oduğu ka­darıyla ise ezelî ve ebedî; böylelikle hem yaratıl­mış hem de ezelî ve ebedî olandı. Gerçekte, dün­ya Allah ve Allah da dünyadır. Nazarî olarak in­san bilgisi hâriç birbirlerinden ayırdedilemezler. İnsan asla Allah olmaz; Allah da insan olmaz. Fakat bilgi yoluyla Allah'la ruhî birliği geliştir­mek mümkündür. İbni Arabi'nin kısmen belirtti­ği bütün diğer peygamberliklerin toplanma nok­tası, her peygamberin Allah'ın bir kelimesi olma­sıdır ve Muhammed @ de Allah'ın özel kelimesi­dir; İbni Arabi'nin kısmî olarak değerlendirdiği diğer bütün peygamberliklerin odak noktasıdır. Peygamber @'in arkasında Allah'ın yaratıcı gücü olan el-Hakîkatü'l-Muhammediye (özün Muham­medi gerçeği) vardır. Yaratılışın gayesi, Allah'ın celâlini yansıtan mikrokozmos [küçük âlem] olan el-insanü'l-kâmildir (mükemmel insan); o zaman makrokozmos (kâinat) Allah'ın sânını ak­settirir. Tarihteki peygamberler mükemmel insa nın akisleriydiler, onlar evliya (tekil: veli) idiler. Bu vasıf peygamberlikten daha yüksekti. İbni Arabî kendisinin de Allah'ın bir velisi olduğunu iddia etti; Hz. Muhammed @' peygamberlerin hâtemi (mührü veya sonuncusu) [hatem-i enbiyâ] olduğu gibi, o da Allah'ın velilerinin hâtemiydi [hatem-i evliya]. İbni Arabî, Allah'ı ve kâmil insa­nı birbirine bağlayan irtibatın aşk olduğunu id­dia etti; ve bu aşkın amacı bizzat aşk olmadığı gibi Allah veya kâmil insan da değildir. Aşkın hizmet ettiği bir gaye ve bir sebep olarak etkile­diği bir şey vardır: güzellik.

Dünyayla Allah'ın aynîleştirilmesinin eşlik ettiği velayet teorisi İbni Arabi'ye şöhret kazandırdı. Bu teoriler safîlerin, Gazâlî'nin dengeli etkisine karşı İslâm'ın kaide ve delillerinden ayrılıp uzak­laşmalarına güç kazandırdı. Şeriat'ın koruyucu­ları olan ulemânın ve dinî inanç ve amellerinde sâdık Müslümanların duyguları îbni Arabi'nin spekülatif düşüncesiyle değişikliğe uğradı. Arabi'nin panteist felsefesinde, her ikisi de aynı şekilde mevcut olduklarından iyi ve kötü arasın­daki farklar yok olur, varlık ve ulûhiyet tek ve aynı hakikat hâline gelirler. Aynı şey İbni Arabi'nin tamamiyle rölatif olarak nitelendirdiği çirkinlik ve güzellik, günah ve sevap için de ge­çerlidir. Bu istidlallerin neticesi, İslâm da dahil olmak üzere, dinler arasındaki farkların ortadan kalkmasıdır. İbni Arabî bütün dinlerin bir ve dinî münakaşa, mücadele ve rekabetin tamamiy­le mânâsız olduğu sonucuna varmış ve bunu ifa­de etmiştir. İbni Arabî karşı dindekini ikna et­mek için öne sürülen delilleri ve tartışmayı bile anlamsız olarak vasıflandırmıştır.

Gerileme

Gazâlî'nin tasavvuf reformu, hareketin tabii ola­rak yöneldiği mübalağayı yeniden canlandırma teşebbüsü, büyük etkisine rağmen, maalesef ba­şarılı olmadı. Mistisizmin atları vahşi tabiatları­na geri döndüler ve kontrol edilemez hâle geldi­ler. Ümmet son iki yüzyıldır acılar içinde kurtul­maya çabaladığı bir karanlığa gömüldü. İnsanı Allah'a itaat etmek üzere eğitmek ve şeriat'ı gö­zetmek, İslâm'a bağlılığını arttırmak ve ruhunu tezkiye ederek salih amellerin yoluna taşımak yerine tasavvuf şu belirtilere sahip olan ve ortaya çıkaran bir hastalık hâline geldi:

1. Keşf ya da irfanî aydınlanma bilginin yerine kondu. Tasavvuf altında Müslüman dünyası mis­tik tecrübeler uğruna aklî ve ilmî bilgiye sahip olmak için çalışmayı terketti. Alternatiflerin tenkidi değerlendirmesi ve doğrulaması sûfî şey­hi ya da liderinin anlaşılması zor, hikmetli ve otoriter açıklamaları uğruna terkedildi. Aklın gerçeğe bakış açısı bir kez değişince ve bunun yerini sübjektif ve anlaşılması zor bir eğilim alın­ca bütün ilimler bundan etkilendi. İnsanlar ger­çeğe daha kısa ve daha kolay bir yoldan erişebi­leceklerine inanınca eleştirel, rasyonel ve empi-rik bilgiye duyulan istek de etkilendi. Aynı şekil­de matematik sayıların esrarlı etkisini açıklayan inanışla, astronomi astroloji [nücum: yıldız falcı-lığı]yle, kimya simyayla ve tabiat ile ilgilenen mühendislik de büyücülükle karıştırıldı.

2.   Tasavvufun öğrettiği keramet ya da "küçük mucizeler" ulûhiyetle bir arada olma durumunda ya da en muttakîlere Allah tarafından bahşe­dilen lütuflar yoluyla gerçekleşebiliyordu. Bun­lar Müslümanın tabii illiyete duyduğu saygıyı yok etti ve ona sonuçları manevî metodlarla ara­mayı öğretti. Sebebin sonuca, etkinin tepkiye ta­bii bağlantısı zihninde yok oldu ve kendisi için bir keramet gösterebilen sûfî şeyhiyle yer değiştirdi.

3.  Teabbüd, yani sosyal, siyasî ve ekonomik işler için ayrılan bütün vaktin ibadet için terk edilmesi ve bütün enerjinin zikir veya ruhun saflaştırıl­ması için harcanması en yüksek gaye hâline gel­di. Muhakkak ki islâm, beş temel şartının yerine getirilmesinin yanı sıra, insanın hilafetim ya da"vekaletini" ve emanetini, yani "ilâhî emanetini" korumasını söylemektedir.

4.         Tevekkül, tecrübî sonuçların ortaya çıkması için ilâhî faktöre duyulan tam bir güven, yeriniMüslümanın Allah'ın tabiattaki değişmez ka­nunlarının kesin etkisine inanmasına ve böylece tabiatın sebep-sonuç bağlantısında insan etkisinin mutlak gerekli olduğuna bırakmıştır.

5.    Kısmet, yani gelişigüzel tabiatüstü güçlerin gücüyle olagelenleri pasifçe kabul etmek, teklifin, yani insanın orada ilâhî yapıyı bulmak için zaman-mekânı yoğurması, kesip biçmesi ve biraraya getirmesi mükellefiyetinin yerini aldı. Emanetin yani şahsî yaratılış gayesi olarak bu zaman-mekândaki ilâhî gayeyi insanın anlaması yerine tasavvuf, zikir ya da tekrarlanan virdler yoluyla kestirme bir yol gösterdi ve gelişigüzel tabiatüstü güçlerin yönetilmesi için bir umut besletti. Bu da sihre, büyücülüğe ve şarlatanlığa kapı açtı.

6.      Fena ve 'Adem, dünyanın hakikatsizliği, geçi­ciliği ve önemsizliği Müslümanın varlıkla ilgili ciddiyetinin yerini aldı. Zaman-mekânda Al­lah'ın emrinin ahlâkî bir değer olarak anlaşılabi­leceği tek köprü olan kozmik statüsünün şuurunu gölgeledi. Sûfîzm dünya hayatının, öteye gi­den bir yolculuktan başka bir şey olmadığını öğretti. 'Mutlak'ın zaman-mekândaki nihaî gerçek­leşmesi sadece uzak bir ihtimal değil, insanın yü­ce bir görevi olduğu şeklindeki İslâmî prensibe karşı tasavvuf dünyanın böyle bir yer olmadığını ve bugerçekleşmenin dünya ötesine (ahirete) ait olduğunu söyledi. Gazalî'den sonra, dünyayı ak­lın ve sağduyunun ötesinde lekeledi.

7.      Taat, yani sûfîlerin şeyhine mutlak, sorgusuz-sualsiz, sebepsiz ve mecburi bağlılığı, tevhidin,yani Allah'tan başka ilâh olmadığının kabulünün yerini aldı. Mistik   vecd hâli/istiğrakın gerçek­leştirilmesi, şeriatın ya da günlük ibadetlerin ve hayat boyu süren mükellefiyetlerin yerine geçti. Bu, tasavvufun vahdet-i vücut temelli metafiziğiyle birlikte İslâm'ın bütün ahlâkî fikirlerini bu­lanıklaştırdı.

Bu belirtiler Müslüman toplumun sağlığını Bağ­dat'ın 655/1257'de Moğollar'ın eline geçmesin­den, 1159/1747'de ortaya çıkan ilk sûfî-karşıtı re­form hareketi olan Vehhabiliğin yükselişine ka­dar beşyüz yıl boyunca etkiledi. Sûfî sırrının et­kisinde Müslüman apolitik, asosyal, antimiliter, ahlakdışı ve böylelikle üretken olmayan, ümmet (ahlâkî kuralların kontrolündeki dünya kardeşli-ği)le ilgilenmeyen, ferdiyetçi ve son sığınak ola­rak da gayesi kendini kurtarmak, İlâhî Varlıkla kendini bütünleştirmek olan bencil biri hâline geldi. Ne sefalet, yoksulluk, hastalık ne kendi toplumunun bu durumlara düşmesi ve ne de ta­rih sahnesindeki insanlığın bahtından etkilenme-