Kaynak: İslam ve İrfan - Kadri Çelik, Hamd Yayınları, 1.Baskı, İst-1994
. Fıkıh insanların ibadi ve içtimai işlerini üstlendiği gi-bî, irfan ve ahlak da insanların tezkiye ve terbiyesini üstlenmiştir. O halde irfan (tasavvuf da diyebiliriz) İslam'dan ayrı bir şey değil-
dir. Fıkıh, usul-i fıkıh, hadis ve hadis usulü İslam'dan ayn olmadı-ğı gibi irfan ve felsefe de dinden ayn değildir.
İnsanı kamil herşeyi geçmişi geleceği ve hali hazırı görür. Böyle bir- makama ulaşınca bize göre gelecekten haber veriyor. Bize göre geçmişten haber veriyor.
. Nitekim Hace Nasiruddin-i Tusi şerhli İşarat'ta şöyle buyurmaktadır: "Eğer felsefe sırf burhan olursa bir-takım kuru laflardan ibaret sayılır. Ama islami felsefede nefsani seyr-u süluk de vardır. Nefsani müşahadeler vardır. Böylece insa-nın basireti de açılır. İnsan için hicaplar ortadan kalkar. Böylece insan burhanın yanısıra vicdan (bulmak, görmek) sahibi de olur.Bu da hikmet-i mütealiyedir." molla Sadra nitekim Esfar kitabının pirçok yerinde "biz bu konuyu burhan ile ispat ettiğimiz gibi vic-j danla da (bulmakla da) derketmişiz diyor.
Nitekim Peygamberler de özellikle Mekke döneminde insan-ları Allah'tan korkmaya ve zahidane bir hayata davet ediyordu. Abdullah b. Amr b. As bu yüzden hergün oruç tutmak istiyor ve Osman b. Maz'un da kendini iğdiş etmek böylece çocuklarını ve eşini terketmek istiyordu.
Bu esnada zühd, nasihat, hikmet ve felsefe ile ilgili birçok İran, Hind, Süryani kitaplar Arapça'ya tercüme edildi. Sokrat Eflatun ve Aristo'nun felsefi fikirleri Mısır'da neşv-ü nema bulmuş, değişmiş ve irfani bir renk kazandıktan sonra müslümanlar arasında yayılmıştı. Bu fikirlerin yayılması, zamanın değişmesi, zalimlerin galebesi ve cahillerin fitnesi sebebiyle bazıları riyazet ve nefis tez-r kiyesine yöneldi ve böylece Hasan-i Basri (ö. h. 110) Rabia-i Advi-ye (ö. h. 185) Ebu Haşim-i Sufi (ö. h. 179) Süfyan-'i Sevri ve İbrahim Ethem-i Belhi (ö.h.löl) Malik-i dinar vb. kimseler ortaya çıktı. Bu insanlar tevbe, var'a, zühd, fakirlik', sabır, tevekkül, nza, nefsle cihad, ve tezkiyeyi herşeyden öne geçirdiler. Bunların tasavvufunu bu yüzden aslında "tasavvufu-u zahidane" olarak adlandırmak gerekir. Bu tasavvuf da yavaş yavaş gelişti ve Beyazid-i! Bestami (ö. h. 23) Hüseyin Mansur-i Hallaç (ö. h. 309) Sehl-i Tüs-teri (ö. h. 283) Ebu Said Ebil Hayr gibi insanların zuhuruyla da tasavvuf-i aşikane ortaya çıktı. Zira bunlar seyr-ü suluka taleb, aşk istiğna, tevhid ve hayretten başladılar.
Bazılarının aklına bakılırsa tüm İslami hakikat-ler birkaç yüz sayfalık Kur'an'da o da sadece zahirden anlaşıldığı kadarıyla sınırlıdır. Bu İslam'a iftira değil midir? Bu İslam'ı küçümsemek değil midir? İnsan yukarılara çıkamadı mı yukarıdakileri aşağıya indirmesi mi gerekir? O halde yarın biri kalkar da Kesrevi gibi aklının almadığı kitapları yakarsa ne demeli? Biraz düşünmek gerekir, değil mi? Bir saatlik tefekkür bin yıllık ibadetten üstündür denilmiyor mu? O halde sözlerimizi de tefekkür ederek sardetmeliyiz ki sürçmeyelim. Gülünç hale düşmeyelim.
"Söylemek gerekir ki İslam'ın zuhurundan sonra sözlerinden vahdet-i vücud görüşü anlaşılan ilk insan Hz. Ali'dir ki elbette o da ilmini Rasulullah'tan almıştır.Hz. Ali (A.) Nehcül Belaga'nın ilk hutbesinde şöyle buyuruyor: "Allah herşeyle birliktedir ittisal ve karışmaksızın. Herşeyden gayridir, ama ayrılmaksızın." (Nehcül Belaga-i Abduh s.17)
Bilindiği gibi Allah'ın eşyayla birlikteliği ve Allah'ın ihatası kayyumi bir ihatadır. Yani bütün eşyanın kıvamı Allah iledir ve eş-ya Allah ile kaimdir. Aralarında zati bir tebayün ve ayrılık yoktur, Allah ile eşyanın farklılığı kamil ile nakıs yüce ile alçak'ın farklılığıdır. Velhasıl Allah ile kul arasıda neden-sonuç ilişkisi vardır ki. her ikisi de bir hakikattendir, ama derece açısından farklıdırlar. Hakeza Hz. Ali birbaşka yerde şöyle buyuruyor: "Allah eşyaya hu-lul etmemiş ki "Allah eşyanın içindedir" densin. Hakeza eşyanın dışında da değildir ki "Eşyadan uzaktır" denilsin." (Nehcül Belaga-
i Abduh Mısır baskısı, s. 123)
Ama İslam arifleri arasında vahdet-i vücud inancını izhar ederek meşhur olan şahıs Beyazid-i Bestami'dir. Daha sonraları Cü-neyd-i Bağdadi'nin sözlerinde de vahdet-i vücud motiflerini görmek mümkündür. Nitekim şöyle demiştir: "İki kimse arasında "sen benim" demedikçe muhabbet ve dostluk hasıl olmaz."
Hakeza Şibli'den de bunun benzeri sözler nakledilmiştir. Ebul Hasan-i Harkani de şöyle diyordu: "Allah'ım beni "Ben ve sen" diyeceğim bir makamda bırakma" Hace Abdullah-i Ensari de vahdet-i vücuda inananlardan idi.
İmam Gazali'de vahdet-i vücuda inananlardan idi. Nitekim bir sözünde şöyle diyor: "Alem Allah'ın kitabı ve tasnifidir. Yaratılış gözüyle aleme bakan yaratıcısından başkasını göremez. Ona aşık olan da hakikatte yaratıcısına aşık olmuştur."
İmam Muhammed Gazali'nin değerli kardeşi Ahmed Gazali'de vahdet-i vücuda inananlardan idi. Onun öğrencisi Aynım Kuzzat-i Hamedani de vahdet-i vücud taraftan bir kimseydi. Ferududdin Attar, Muhyiddin-i Arabi Sadruddin-i Konyevi, Mueyyidud-din-i Cündi, Kemaluddin Abdurrezzak-i keşani, Fahruddin-i Iraki, Evhadi-i Meragei, Şeyh Mahmud-i Şebisteri, Hafız, Şems-i Mağribi, Naruddin.Abdurahman-i Cami, Molla Sadra, Hatıf-i İsfahani, Hekim Sefa, vb. birçok arifler de vahdet-i vücuda inanmış kimselerdi. (Vahdet-i Vücud, s.105-126)
Evet önceden de dediğimiz gibi gerçekten de akıl sahibi hiçbir filozof ve arif vahdet-i mevcudu yani Allah ile kainatın ayniliğini savunmaz. Onlar vahdet-i vücudu yani var olan tek hakikatin Allah olduğunu gayrisinin ise yok ve hiç sayıldığını söylemiş ve iddia etmişlerdir. Dolayısıyla da birtakım mübhem ve muğlak laflarını bir kenara itmeli veya muhkem sözleri esasınca tevcih etmeliyiz. Edeb ve insanlığa yakışan da budur zaten. İleride bu şahsiyetler hakkında gerek tercümelerde ve gerekse baskıda yapılan yanlışlıkları da gözler önüne sereceğiz ki edeb ve saygı sahibi olanlar hakikati görüp, İslam dinine nice büyük hizmetler eden bu şahsiyetlere dil uzatmasınlar. Eğer İslam Mevlana ve Muhyid-din-i Arabi gibilerin değil de İbni Teymiye ve Abdulvahhab gibilerin eline kalsaydı bu yirminci yüzyılda nasıl bir İslam'la karşı karşıya gelmiş olacaktık, bunu bilmek için hiç de öyle derin bir ilme sahip olmak da gerekmiyor. Allah bizleri dinine hizmet eden kullarından eylesin Başta da sonda da hamd Allah'adır...
"İslam'da mehdilik meselesi İslam'ın hayatının devamı için fen esaslı temellerinden biri olup İslam'ın cihanşümul inkılabı ve kur'an-ı Kerim'in getirdiği dinin diğer bütün dinlere ve dünya hü-(kümetlerine zaferi ve hakimiyeti için temel bir şarttır.
Zira gerçek İslam'ın, tam bir özgürlükle, ilmi, siyasi, sosyal, iktisadi, ahlaki, ibadi, kültürel, hukuki, askeri vs. alanlarda bütün dünyada ve bütün insan kitleleri arasında uygulanması aynı za-manda Kur'an-ı kerim'in vaadini vermiş olduğu (28/5) mustaz'af ların müstekbirlere zaferi, Rasulullah (S) tarafından tayin edilmişi
gerekli bütün şartlan taşıyan bir Mehdi'nin rehberliğinde gerçekte-şebilir ancak.
İslam tarihinin ön dört asırlık geçmişi süresince İslam'ın lafını edenler çok olmuştur. Ama pratikte söz konusu şiarlann gerçekleşmediğini görüyoruz. Elbette geçmişte veya günümüzde bu" alanda bazı basanlar olmuştur. Ama bütün bunlar İslam'ın cihanşümul hakimiyetiyle mukayese edildiğinde çok küçük kalırlar.
İlahi vaad gereği söz konusu cihanşümul İslam hakimiyeti, ancak Hz. Mehdi (a) eliyle gerçekleşecektir, bir başkası tarafında değil.
Başka bir ifadeyle gerçek İslam'a göre ve Hz. Rasulullah (S) ve Hz. Ali'nin (a) hükümet tarzıyla cihanşümul İslami hakimiyeti kurmanın tek yolu liyakatli ve güçlü ilahi bir hükümdar ve aynı zamanda gaybi yardımlara mazhar olan bir imamın, yani Peygam-ber'in hakiki varisi Hz, Mehdi'nin (a) kıyam etmesidir.
Evet İmamiye Şiası ve Ehl-i Sünnet'ten olan birçok araştırmacıların inancına göre Hz. Mehdi zuhur edecek ve yeryüzünü adaletle dolduracak. Bu ikhi makam ancak ona yakışır ve bu işin sorumluluğunu üstlenebilecek olan insanlık aleminin tek kurtarıcısı odur. Ondan önce yapılan gerçek İslami faaliyetler ancak onun gelişine gerekli ortamı hazırlayabilir.
Son olarak M. Hüseyin Fazlulah'ın bu husustaki açıklamalarını nakletmekte yarar görüyoruz: "Müfessirler İsa (A)'ın hikayesinde ayette geçen bu vefat kelimesi ölümü mü anlatmaktadır yoksa Allah'ın onun için belirlemiş olduğu yeryüzünde kalma süresinin dolmasını mı ifade etmektedir diye ihtilaf etmişlerdir. Çünkü vefat ile aynı kökten olan "tevfiye" kelimesi sürenin dolması anlamına da gelmektedir. Hatta bazı müfessirler vefat kelimesinin ölümü ifade etmek için kullanılmasının da bu mülahazaya binaen olduğu görüşüdedirler. Yani bu ifade ile sonuna ulaşılan hayat süresinin dolması kasdedilir olmuştur. Bazı müfessirler de Allah'ın O'nu bir . müddet için yanına çekip sonra yeniden dirilttiğini ileri sürmüşlerdir. Diğer bir kısım müfessirler ise Allah'ın O'nu ruhunu almaksızın kendi nezdine yükselttiğini ileri sürmüşlerdir. Çünkü o dünya hayatının sonuna kadar yaşayacaktır demişlerdir. Bazı son dönem müfessirleri de Allah'ın onu insanların gözünden sakladığını onu kendi yanına yükseltinceye kadar da gözlerden uzak tabii bir hayat yaşadığını iddia etmişlerdir. Ancak bu konuda çok şeyler söylenip sözü uzatmak istemiyoruz. Çünkü bu hikayenin böyle bazı aynnülan hakkında söz söylemek karanlığa taş atmaktır. Bu konuda kesin bir sonuca ulaşanlayız. Ayrıca böyle bir çabada Kur'an'ın fikri ve ameli hayatımıza bahşettiği türden bir fayda da görmüyoruz. Biz biliyoruz ki Allah-u Teala herşeye kadirdir. İlahi iradeye ilişkin diğer bütün işlerde olduğu gibi bu noktada da O'nun kudretinin sınırı yoktur. Allah insanı ruhu ile de bedeni ile de kendi yanına yükseltmeye kadirdir. Bu konuda anladığımız Allah'ın İsa (A)'ı Yahudilerin zulmünden ve onu öldürme girişimlerinden kurtardığıdır. Ama nasıl kurtarmıştır? O'nu Allah'ın ilmine havale ediyoruz. Allah dilediğini bizlere öğretir, dilediğinin sırrını saklar." (Min Vahyil Kur'an, c.6, s. 23-24)
Evet gerçekten şehidleri diri kılan ve istediği insanları asırlarca yaşatan Allah-u Teala Hz. İsa hakkında da zaten mümkün olabilen her şeyi yapmaya kadirdir. Bir insanın asırlar boyunca diri kalmasının ilmi, akli ve de felsefi imkansızlığı söz "Konusu değildir. Biz böyle iman ediyoruz.
Şimdi gelin bir de bu hususta Tefsir-i Numune (c.25, s. 142-158) ne diyor ona bir bakalım:
"Kur'an'ın çeşitli ayetlerine dikkatle teveccüh eden bir insan anlar ve görür ki gayb ilmi hakkındaki var olan ayetler iki kısımdır. Bir kısmı gayb ilmini Allah'a mahsus bilmekte ve gayrisinin gayb ilminden mahrum olduğunu belirtmektedir. Örneğin
"Gaybın anahtarları O'nun yanındadır; O'ndan başkası bilemez." (En'am/59)
Hakeza: "De ki Allah'tan başka yer ve göklerde olan hiç kimse gaybı bilemez." (Nemi/65)
Hakeza: "De ki ben sizlere "Allah'ın hazineleri benim yanımdadır" demiyorum ve ben gaybı da bilmem." (En'am/50)
Hakeza: "De ki gayb Allah'a mahsustur." (Yunus/20)
İkinci kısım ayetler ise Allah'ın veli kularının da bir takım gaybi ilimleri icmalen bildiğini ifade etmektedir.
Bu hususta İmam Bakır (A) da şöyle buyurmuştur:
Ademin sureti Allah'ın yarattığı bir surettir. Allah Teala bu sureti seçti, muhtelif suretler arasında bunu beğendi ve bunu kendisine isnad etti. Nitekim ruh ve Kabe'yi de kendine isnad etmiş ve "Benim evim" veya "Ona kendi ruhumdan üfledim" diye buyurmuştur."
Allah Teala insan-ı kamili ve ilk Adem'i kendi cami suretiyle yâratmıştır ve onu isim ve sıfatlann aynası kılmıştır. Şeyh-i Kebir şöyle demiştir: "İlahi surette olan bütün isimler bu insanı neşette zuhur etti. Ve bu vücudu ile ihata ve cem' rütbesine nail
oldu. Hakeza bu vücuduyla meleklere Allah'ın hücceti oldu.
Kamil insanın kainat maddesi üzerindeki tasarrufunu katlice düşünen insan, mucize ve kerametlerin, Allah'ın izniyle onların kudsileşmiş nefsilerinde var olan kudretiyle meydana geldiğini anlar.