İslama Yönelen Yıkıcı Hareketler-Muhsin Abdulhamid, Diyanet İ.B.Yay., Terc.Saim Yeprem, Hasan Güleç, Ankara-1986,

 

 

  1. Seyid Ahmed Han’ın hareketi (S.32)

 

Yıkıcı hareketler cümlesinden 19. asrın başla­rında Hindistan'da Seyyid Ahmet Han'ın hareke­tini zikretmek gerekir. Ahmed Han'ın görüşü Dehriyyeye (Maddeci - Tabiatçı) dayanıyor ve tabiatçılığa sarılmayı, din bağlarından kurtulmayı, hay­vani arzuların peşinden koşmayı teşvik ediyor, müslümanlardaki cihat ruhunu zayıflatmayı, kâ­fir ecnebiyi İslâm ülkelerine doldurmayı ve her şeyde onlan taklid ederek peşlerinden yürümeyi telkin ediyordu. Çünkü, kanaatince, ecnebiler medeniyet sahibi, kültürlü ve ileri kimselerdi.

[İslama Yönelen Yıkıcı Hareketler-Muhsin Abdulhamid, Diyanet İ.B.Yay., Terc.Saim Yeprem, Hasan Güleç, Ankara-1986, Sayfa: 32]

 

 

 

  1. Mirza Gulam Ahmed Kadiyani (S.32-33)

      Diğer bir hareket yine 19. asırda Mirza Gulâm Ahmed Kadıyânî'nin idare ve hizmetinde Hindis­tan'da ortaya çıkan kadıyânîlik hareketidir. Ken dişi, geleceği vâdedilen Mesih ve beklenen Mehdi olduğunu iddia ederek cihadı kaldırdığını ilân etmiş, ingilizlere tam bir itaati salık vermişti. Bu­nun üzerine ingilizler onu ikram ve ihsanlara garketmişlerdi. Bu adamları, müslümanlara hük­medecek olan ihtilâl kılıcının himayesi altına al­mışlardı. Çünkü bu davranışlarında Hindistan'ı sömürmekte devam imkânını görüyorlardı. Ciha­dı kaldırmanın manası is»', salim ve düşman kâfir­lerle gürültüsüz yaşamayı sağlamak, ecnebi ihti­lâl üslerine karşı koyma gücünü ve gayret ruhunü öldürmek demekti.

[İslama Yönelen Yıkıcı Hareketler-Muhsin Abdulhamid, Diyanet İ.B.Yay., Terc.Saim Yeprem, Hasan Güleç, Ankara-1986, Sayfa: 32-33]

 

 

     

  1. Babilik Hareketi (S.33)

    Bir başka hareket, 19. asrın ilk yansında İran'da ortaya çıkan «Babîlik» hareketidir. Bu hareket de yine İngilizleri ve Rusları sevdirmek, ecnebileri iyi göstermek esasına dayanıyordu. Ha­zırlanan plan gereğince hareketlerin ikinci mer­halesi «Bahaîlik» teşkil etmektedir. Bu iki ha­reket, kitabımızın konusudur. Söylenebilir ki Ba­bîlik ve Bahaîlik beynelmilel masonluğun yönetti­ği ve Yahudi, Rus, İngiliz emperyalistlerinin faa­liyetleriyle devamlı irtibat halinde beslenen cere­yanlardır.

[İslama Yönelen Yıkıcı Hareketler-Muhsin Abdulhamid, Diyanet İ.B.Yay., Terc.Saim Yeprem, Hasan Güleç, Ankara-1986, Sayfa: 33]

 

 

 

  1. Fransızların emriyle Suriye ismi Süleyman murşid olan bir derebeyi kendisine Rabb  adını vermesi (S.33-34)

     

        Sömürgeci Fransızların Suriye'de yaptıkları, gözlerden uzak değildir. Sömürgecilik prensiple­rine hizmet eden umumî misyonerlik programlan uyarınca, ismi Süleyman Mürşid olan bir derebeyini göndermişler, o da tanrılık iddia etmiş, kendisine «R a b» adını vermiş ve içinde bulunduğu topluluğa bu esasla muamele etmeğe başlamıştı.

Şunu da zikretmek gerekir ki emperyalistler, bütün bu hareketlerde, müslümanlar arasındaki misyonerlik faaliyetlerine ait eski bir kaideye da­yanıyorlardı. Bu kaide şu idi :

«Müslümanları hıristiyanlaştırmalı, bu iş onların kendi safları arasından bir yalancı peygam­ber vasıtasıyla olmalıdır. Zira ağacı yine kendi dalı keser.

[İslama Yönelen Yıkıcı Hareketler-Muhsin Abdulhamid, Diyanet İ.B.Yay., Terc.Saim Yeprem, Hasan Güleç, Ankara-1986, Sayfa: 33-34]

 

     

 

  1. Hurrimiye (S.43-44)

Bu bâtını hareketin kökleri İslâmdan önceki Mazdekîliğe kadar uzanır.

Lideri, Azerbeycan'da ortaya   çıkarf «Bâbek Hurremî» adında biriydi. Zamanla taraftarları ço­
ğaldı, tehlikesi büyüdü. Yirmi sene boyunca Abbâsîlerin birçok ordularını bozguna uğrattılar. Ta­rihçilerin ifadesine göre,   bunlar müslüman halkın birçoğunu boğazlamışlardır. -Daha sonra da kadeşli îshak ile birlikte   esir alınmış ve Halife
Mu'tasım zamanında Sürre men Reâlda   idam edilmiştir.    Hurremîler birçok kollara ayrıldılar.

 

 

  1. Mazyariye (S.44-45)

     Bunlar Mazyar isminde bi­rine tâbi olanlardır. Bâbek'in görüşlerine benzer fikirler ileri sürüyorlardı. Teberistan dağlan civa­rında taraftar topladılar. Elebaşıları Mu'tasım za­manında yakalandı. Sürre Men Reâ'da idam edil­di.

Taberistan dağlannda,  geceler tertib ederler, toplanırlar, içkili çalgılı çengili   eğlenceler yapar­lar, daha hatıra gelebilecek her çeşit zevklerle va­kit geçirirlerdi. Kadın ve erkekler bir araya gelirler, mum söndü yaparlar ve herbiri elinde kalan kadınla bir köşeye çekilirdi.

Nizamü l'Mülk bunlardân şöyle bahsetmiştir : «..Bunlar namaz, oruç, hac ve zekat gibi dini farz­ları terk etmişler, şarap içmeyi mubah görmüşler, haramları serbestçe irtikâb etmeyi kadınları or­taklaşa kullanmayı teşvik etmişlerdir. Daima bütün güçlerini İslâmı yıkmaya sarfetmişler, aslında ehl-i beytten herhangi birine yapılan eziyete karşı, kalplerinde bir şefkat, bir üzüntü hissetmemiş­lerdir. Buna rağmen, İslâm imanını yıkmayı he­def alan davetlerini yaymak için, kendilerine yar-dım sağlayacak bir yol olarak ehl-i beytin isim­lerine sarılmışlardır. Bâbek'in inancına, dinsizlik, İslâmdan dönüş, hulül yoluyla beşeri tanrılaştırma gibi sapıklıklar eklenmiştir,

 

 

  1. Karamita   (S.45-47)

Aslen Küfe'li Hamdan b. Kır--mit isimli bir râfıziye bağlıdır. Kendisinden son­ra Ebu Said el Cenabı onu takib etmiş ve hicrî 301 senesinde hamamda ölmüştür.

Bunlar hicrî 281 yılında el-Mu'tezıd Billâh'ın halifeliği zamanında ortaya çıkmışlardır. Uzun zar man devam etmiş, güç ve kuvvetleri artmış, müs-lümanları korkutmuşlar, Abbasî devletini tehdit eden bir tehlike haline gelmişlerdi. Seri halinde birçok katliamlar da yapmışlardı. Bağdadî örnek olarak şunu zikreder:

«... Sonra onlardan Ebu Sadd Hasan b. Beh-ram adında biri Ahsa, Katîf ve Bahreyn halkı üzerine yürüdü. Kendi adamlarıyla bu bölgeleri aldı. Kadınları çocukları esir etti, mushafları yak­tı, mescitleri yıktı. Esir ettiği kadınları, çocuklan köleleştirdi, erkeklerini de kılıçtan geçirdi.

Sonra, aralarında Yemenli Sanadakî adıyla ta­nınan biri o bölgelerin halkını, kadın ve çocuk­larına varıncaya kadar katletti.

Hicrî 317 senesinin Hac mevsiminde onbinlerce müslümanı öldürmeleri, belki de yaptıkları kat­liamların en büyüğüdür. O sene Mekke'yi istilâ etmişler, Hacer'i Esvedi yerinden koparıp Bah­reyn'e götürmüşlerdi. Sonra, İsmâîlî mezhebine bağlılıkları sebebiyle, Kırmıtîlerle aralan iyi olan Fatımîlerin halifesi araya girmiş ve Hacer-i Es-ved'in yerine iadesini sağlamıştı. Kırmıtîler birçok kimsenin kalbine nüfuz etmiş, halifeliğin Ali sülâ­lesine ait bir hak olduğu tezinin arkasına gizlene­rek çoğunluğun gönlünü çelmişlerdi. Sonra fesat­ları anlaşılmış, yaptıkları rezaletler, işledikleri ah­lâksızlıklar neticesinde niyetleri ortaya çıkmıştı. Çünkü dine karşı açıkça cephe aldıkları görül­müştü.

Kırmıtîler Bahreyn, Ahsa' ve Katîf'de bâtıl prensiplerine dayalı bir devlet teşkil ettiler. Pren­sipleri, maddeci - tabiatçılık, zındıkçılık, âlemin kadîm olduğuna îman, mal ve kadınlarda ortaklık gibi esaslara dayanıyordu.

Devletin idari ve siyasi işlerinde yâhudileri kullandılar. Bunda şaşılacak bir şey yoktu. Çünkü Kırmıtîler, Bâtınîlerin bir kolu idi. Daha önce açıkladığımız gibi, Bâtınîlerin hakiki yöneticileri de yahudilerdi.

Kırımıtilerin hareketi, dinsizliği, şiddet taraf­tarı oluşu ve her şeyi mubah addetmesi yönünden aslında bir komünizm hareketiydi. Komünist Rus müsteşriki Bandaly Juzy der ki: «Karamâta'nın sosyal ve ferdî hayatı komünizm prensiplerine dayanmıştır. Bu prensipler, Bahreyn'deki idarecilerin ve îsmâîliyye hareketi liderlerinin yaymaya ve yerleştirmeye çalıştıkları esaslardır.»

Sonra şöyle der: «...Bu asırdaki birçok—ko­münistler kadar dinden ve dinin esaslarından
uzaktılar. Onların hakiki dinleri, tapınırcasına,peşine düştükleri      büyük sosyal isteklerinden ibaretti.

 

 

 

  1. Haşhaşiler  (S.47-48)

      İsmailiyye hareketinin bir koludur.

Ehl-i Beytin halifelikteki hakkını ister görü­nen fakat aslında dinsiz olan Hasan b. Sabbah bu hareketin lideridir. Mezhebini yedi kademeli hiyararşik bir sıra halinde, ince ince planlanmış esas­lar üzerine kurmuştur. İlk kademe olan «Dünya» kademesi, bu hareketin gayesinde dair hiçbir şey bilmezdi. Sırlar, dinin batıl bir şeyden ibaret ol­duğunu kabul eden yüksek kademeye hasredil­mişti. Şiarları «Varlığın aslı yoktur, herşey mu­bahtır » cümlesinden ibarettir.

Özellikle İran, Irak ve Suriye'de, suçlar tari­hinde çok büyük sahifeler işgal eden misli görül­memiş cinayet işlediler. Devlet ve ilim adamların­dan birçoklarını, kendilerine muhalefet edenleri öldürdüler. Katledilenlerden biri de meşhur Sel­çuklu Veziri Nizamü'l Mülktür. Keza Selahaddin Eyyûbî'nin öldürülmesi için de gayret sarfetmişlerdir. Hasan ve adamları İran'da Almut Kalesine üslendiler. Oradan etrafa dehşet ve korku saçtılar. İnsanlara darbeler hazırladılar. Bol bol yol kesti­ler, adam öldürdüler, gelene geçene tecavüz etti­ler, yolcuların kafilelerin mallarını gaspettiler.

Haşhaşiler Abbasi devletine şiddetle mukavemet ettiler. Yıllarca kaleyi muhasara eden halife ordularının gayreti boşa çıktı. Hasan'ın adamları bu orduları defalarca bozguna uğrattılar.

Hasan b. Sabbah hicri 520 senesinde öldü. Ar­kasından taraftarları bölündüler. Allah araların­da şiddetli bir geçimsizlik yarattı bir azab bir belâ verdi, birbirlerini öldürdüler. Böylece, birçok in­sanın kalbine korku saldıktan sonra, kendi ken­dilerini de tehdide başladılar.

Daimî olarak haşiş (haşhaş, kenevirden elde edilen uyuşturucu madde) alıp verdiklerinden "bunlara «Haşşâsîler» adı verilmiştir.

 

  1. Zenc Hareketi (S.48-50)

     Bu harekât direkt İs-mâilî harekâtı olmasa bile yine İsmâilî kollarının kararttığı devirler içinde gelişmiştir.

Bu harekât, Basra ile Vasıt arasında uzanan kesif yeşillik ve bataklık bölgede ortaya çıkmıştır. Yöneticisi İranlı Ali b. Muhammed ismini taşıyan bir adamdır. Kendisi gaybı bildiğini iddia ederek peygamberliğim ileri sürmüş bazı Kur'an âyetle­rini bâtınî esaslara te'vil etmiştir. Çok hiddetli, acıma nedir bilm'iyecek derecede katı kalpli idi. Adamları ile Kâdisiye'ye girdi, şehir halkının hep sini öldürdü. Köylere, kasabalara sık sık hücum ederdi, iğrenç tecavüzlerinden biri Basra'ya yaptı­ğı hücumdur. Hicri 257 senesinde Basra'ya girmiş, orada büyük bir ateş yakmış şehir halkını öldür­müş, büyük mescitlerini hayvan ahin yapmıştı.

İbn-i Rûmî'nin  Basra'da oynayan bu tarihî trajediyi tasvir evlen parlak bir kasidesi vardır:

Ey Basra, güzel Basra senin bendeki aşkın Volkan gibidir, belki de ondan daha aşkın İslama idin kubbe ve hem yok idi dengin Ruhumdaki hasret sana, umman kadar engin Ey, beldeki fâtihi, ruhumda bu hasret Sönmez ebediyyen unutulmaz da o, elbet Alçak köleler şehri çapul etti ve talan Rahat yaşayan halkını sürgün ve perişan Hırsız gibi bir gün geceden girdiler oraya Zulmet de haramilere yardımcı olur ya Halkın sesi, insan dolu meydanları nerde? Mermerli sokak, çarşısı dükkânları nerde? Rıhtımda eser kalmadı ol seyru seferden Bayrak gibi deryaya dikilmiş gemilerden. Köşkler ve o kuvvetli binalar hani noldu? Sağlam ve güzel evleri hep yerle bir oldu. Âh, ondaki köşkler ne hazin şekle büründü. Kül, kum ve zibilden tepeler haline döndü.

Zenc isyanının çıkardığı fitne hicri 255 - 270 seneleri arasında devanı etti. Abbasi devletine birçok mal, suâli ve adama mal oldu.

Zenciler hertarafta azgınlık gösterdiler. Bol bol fesat çıkardılar. İslama karşı açıkça düşman­lık ettiler. Bir çok müslümanın kanını akıttılar. Halkın mallarına, ırzlarına tecavüz ettiler. İslâm toplumunu zayıf düşürdüler. Müslümanların kuv­vetlerini ezdiler. Böylece, İslâm'a düşmanlık his­leriyle dolup taşan haçlıların ve tatararm hırsları­nı tahrik ettiler. Kendileri için en uygun vasatın hazır olduğuna hükmeden bu düşmanlar, İslâm birliğini tamamen yok etmek, medeniyetini orta­dan kaldırmak, şehirlerini yıkmak ve bundan son­ra müslümanlan gerilik, fesat, hastalık, cehalet, kâbusunun kapladığı karanlık asırların ötesine atmak için her taraftan hücuma geçtiler...

Mehdî düşüncesi, herşeyi mubah sayan, din­siz, yıkıcı dalaverecilerin istismar ettiği bir fikir­dir. Bu fikrin arkasına gizlenenler Şeyhîler, Reştîler, Bâbiler ve Bahâîlerdir. Okuyucunun bir fikir sahibi 'olabilmesi için, bu grupların içyüzüne, mü-him şahsiyetlerine ve zuhur edip geliştiği yerlere 'dair kısaca bilgi vermeğe .gayret edeceğiz.

 

 

 

  1. Mehdilik fikri (S.51-58)

 

Şiilerin esas inançlarından biri olan «Bekle-nen kurtarıcı (Mehdi)» fikri, şu anda gizlenmiş olan fakat tekrar zuhur edeceği beklenen bir lide­rin varlığına inanmaktır. Kendisi gizlendikten sonra zulümle dolmuş olan yeryüzünün, o zuhur eder etmez adaletle dolup taşacağı umulmakta-dır. (2) Şiiler, gelmesini bekledikleri Mehdi'nin, kayıplara karışan 12. imam olduğuna inanmakta­dırlar. Bu zat, hicrî 255 senesi Şaban ayının orta­larında bir Cuma günü Bağdat'ta doğan Muhammed el-Mehdî b. el-Hasen el-Askerîdir. ifade ettiklerine göre, «annesi ile birlikte Sâmerrâ'daki evlerinin bodrumuna girmiş, orada kaybolmuş ve bu ana kadar da geri dönmemiştir. O, ölmemiştir, halen hayattadır, Şiiler ile devamlı irtibat halin­dedir.» Şiîler bu inanç içinde onun geri dönerek kendilerine yardım etmesini ve şianın düşmanlarından intikam almasını bekler dururlar.

Bu fikir, esası ve kökleri itibariyle şark inanç­larından, Hıristiyanlık ve bilhassa Yahudilikten İs­lâm toplumuna intikal etmiş olan ric'at (geri dönmüş) fikrine dayanmaktadır. Ric'at fikrini, entrikacı yahudi Abdullah b. Sebe, terennüm et­meğe başlamış ve ilk zamanlarda bu fikri Resülüllah (S. A. V.) a tatbik ederek şöyle demiştir . «İsa'­nın geri döneceğini zannederek Muhammed geri dönmez diyene şaşarım Allah azze ve celle şöyle buyurmuştur : Kur'an'ı sana farz kılıp (veren) mutlaka seni eski yerine döndürecektir. Muham­med geri dönmeğe İsa'dan daha lâyıktır.»

Sonra bu fikri Ali b. Ebu Talib'e intikal ettir­miş ve Hz. Ali'nin şehid olmasından bir müddet geri döneceğini söylemeye başlamıştır.

ilk olarak Hz. Ali'nin kölesi Keysan, Muhammed b. el-Hanifiyye'nin Mehdî olduğunu, binaen­aleyh hakikatte İmamın bu zat olduğunu ileri sür­müştür. O sırada Muhammed b. el-Hanefiyye Hi­caz'da Cebel-i Radvâ'da ikamet ediyordu. Hicrî 81 senesinde vefat etmiş ve namazını Hz. Osman (R. A.) nın oğlu kıldırmıştır. (2)

Bu mânadaki mehdîlik fikrinin İslâm âlemine girmesine iki âmil sebep olmuştur :

l—Küfe, şiîlerin beşiğidir.'Orada birçok fi­kirler, görüşler çarpışıyor, Yahudilik, Hıristiyan­lık, Mecusilik bizzat kendi memleketlerindeki gibi boğuşuyordu. Hava, dışardan gelen fikirlerinin yayılmasına müsaitti. Meselâ yaralı şianın içinde bulunduğu hava. en uygun vasattı.

Aynca Küfe mühim bir kültür merkezi idi. Yunan felsefesi, zındıklık hareketi, kültürlüler ar rasında yayılmıştı. Şüphecilik çoğalmış, İslâmiyet’e ait dinî görüşler sarsılmıştı. Aynı zamanda Kü­fe muhiti, cehaletin, mitolojinin, hurafelerin yayıl­dığı, hattâ bazı eski putperestlik inançlarının halk arasında yaşadığı garib bir ortamdı. Bu var sat, onları, menfaatleri gerektirdiği zaman, inanç­larım bile terkedebilecek duruma getirmişti,

2 — Şiilerin uzun müddet maruz kaldıktan haksızlıklar kendilerinde intikam hisleri doğur­muş ve bu esnada zihinlerine Mehdîlik fikri yer­leşmiştir. Çünkü taraftarlarının, Ehl-i Beyt üze­rindeki emellerini kaybetmemeleri onların iş ba­şına gelip adaleti yayacaklarına ve —zanlarınca— zulmü kaldıracaklarına dair imânlarını yitirme-meleri için böyle bir Mehdîlik fikrine ihtiyaçları vardı.  Kur'an-ı Kerim'de Mehdî'nin geleceğine delalet eden bir âyet bulamayınca hadise sığın­mak zorunda kaldılar. Bu yüzden birçok hadîs uydurup cemiyete yaydılar. Bu filerin orta­ya çıkması ile hadislerin   derlenmeye başlaması arasında iki asırlık bir zaman geçmiştir. Bu zaman zarfında fikir adamakıllı gelişmiş ve bâzı  hadis kitaplarına sızma imkânı bulabilmiştir. Çün­kü, henüz bu devirde hadisler tam  manasıyle kri­tiğe tabi tutulup ayıklanmamış.

Bununla beraber hadisçiler ve ilim adanılan bu tip hadisleri reddetmişler, hadis kritiğinin (el-Cerhu ve't-Ta'dil) ışığı altında —bilâhare— uydur­ma olduklarım isbat etmişlerdir. Hadisçilerin bu mevzudaki mühim görüşlerinden bazıları şunlar­dır:

1-- Eki büyük hadis âlimi Buhârî ve Muslini bu tip hadisleri kabule uygun görmemişlerdir. Onların, Sahih isimli kitaplarına bu hadisleri alma-maları, bu rivayetleri, kıymetlerini önemli dere­cede düşürmüştür.

2 — Bu rivayetler, delil olarak ileri sürüldük­leri mevzularda tenakuz halindedir. Meselâ bir ri­vayette Mehdi Ehl-i Beytten, diğerinde Âl-i Abbas tan. başkasında Âl-i Abdülmuttalip'ten bir başka­sında da ehl-i Medinedendir. Bir rivayet der ki, Mehdî'nin ismi peygamberin adını tak'ib eder, di­ğer bir rivayet isminin Haris olduğunu söyler. Bü­tün bu ayrılıklar, bu tip hadislerin uyduruldukla­rına açıkça delâlet eder. Çünkü peygamberlerden çelişik ifadelerin gelmesi imkânsızdır.

3— Birçok siyasi hevesler bu rivayetlerle ade-   tâ oyun oynamışlar ve oyun sonunda kendi çıkar­larına yarayacak fikir ve mefhumları rivayetler arasına karıştırmışlardır. Abbasîlerin şark taraf­larından doğan siyah bayrakları böyle bir devirde dalgalanmış ve âlevîleri üzen meseleler bu devrin karakteristik özelliğiniteşkiletmiştir.

Emeviler, şiîlerin kendileri için bir şu Mehdi uydurduk­larını görünce, onlar da buna karşılık «Süfyânî» fikrini ortaya attılar. Resulüllah'a iftira ettiler, birçok mevzu hadis uydurdular. Gariptir ki, şiiler yine uydurma bir hadis ile bu rivayeti reddettiler. Buna göre Mehdi çıkınca Süfyânî'yi öldürecekti.

Abbasiler de meydanı terketmediler.   Şia'nın. bir Mehdisi olduğunu, Emevilerin de bir Süfyâni' si bulunduğunu görünce onlar da nesebi Abbas'a ulaşan   Halife Mansur'un oğlu   Mehdi Abbasî'yi teyid eden uydurma hadisler ortaya koymaya bâş-Iadılar.

4 — Hadisçilerden  birçokları  bu  rivayetleri

tenkit ederek, râvîlerini çürütmüşler ve yalancı­lıkla itham etmişlerdir. Hattâ bar kısmını Şiilikle, harûrîlikle, ehl-i kıbleye kılıç çekmekle suçlamış­lar, bir kısmını da hafıza bozukluğu, hadiste mün-kerlik, kötü gidiş, sapıklık ve evham, meçhullük, râvîlerin sırasızlığı, tedlis, zayıflık, kuvvetsizlik, an'ane bozukluğu, yalan, ıztırap ve hata çokluğu . ile tenkid etmişlerdir. Bu tenkitleri yapan meşhur hadisçiler şunlardır: «Dârakutnî, Zehebî, el-Iclî, Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud, Ebu Zer'a, Ibnü Hıban, Yâhya b. Maîn, Ebû Hatim, el-Cürcânî, Ebû Üsâme, en-Neseî ve İbn-i Mâce vb.

5 — Büyük ilim adamı Muhammed Ferid Vec­di derki : «Bu hadislere bakan basiret sahibi kim­seler, Resulüllah'ı bu cins sözlerden, tenzih için kalplerinde bir zorluk hissetmezler. Bu sözlerde mübalağa, tarihi tahrif çabası, ifrata dalma gay­reti, dünyadan habersizlik, Allah'ın sünnetine ay­kırılık vardır. Okuyan herkes ilk nazarda bu ha-dislerin bâzı sapıklar tarafından uydurulduğunu, halifeliğe hevesli bazı grupların marifetiyle çıkarıldığını anlar.

Bu mânadâki Mehdilik fikrinin bizzat kendi­sini akıl ve mantık ölçülerine vurarak incelediği­miz zaman bozukluğu açıkça ortaya çıkar. Şöyle ki:

 

 1— Bu itikadî mesele İslâm toplumunun ve bütün insanlığın varlığı ile ilgilidir. Hakikatte hiç­bir kıymet ifade etmeyen ve inanç gerektirmeyen. zannî haberlere dayandırılması mümkün değildir.. Bu haberlerin bir an için sahih olduğunu düşün sek bile Kur'an-ı Kerîm karşısında bu düşünceden hemen vazgeçeriz. Çünkü Kur'an-ı Kerîm her ana meselede gerekli açıklığı getirmiş ve kat'i sözü söylemiştir. Çok önemli bir itikadı mevzu olması­na rağmen Kur'an-ı Kerîm'de buna dair bir habe-rin bulunmayışı, meselesinin bâtıl olduğuna ve yokluğuna yeter kuvvetli bir delildir.

 

2-Resulülîah (S. A. V.) birçok hadislerinde,  İslâm toplumu içinde dâima doğru yolda olan bir grubun bulunacağını, bu grubun dîni mevzuları tazeleyeceğini, din yolunda mücahede edeceğini, adaleti yayacağını, dosdoğru ölçülere sarılacağını, zulümle mücadele edeceğini ve yeryüzüne İslâmı yerleştireceğini haber vermektedir. Onlar dünya­da yaşarlar, bilinmeyen gaibler alemindeki şey­lerle uğraşmazlar. Bu, Allah'ın kâinattaki sünneti­ne, İslâmın ruhuna ve amelî talimatlarına muta­bıktır. Artık bundan böyle, binlerce yıldan sonra tekrar âleme dönme niyetiyle gözlerden kaybolan bir çocuğa ne lüzum vardır?

 

 3 — Ebedî   kelâm   Kur'an-ı   Kerîm'in   sahibi Allah her devirde hakiki mehdiler yüzlerce mücahid ıslahatçılar yaratabilir. Vaktiyle böyle yap­mıştır. Bundan sonra da elbette böyle olacaktır. Artık müslümanlar için Kur'an-ı Kerîm'in hakika-tından kaçıp hayale sapmalarına, evham ve hura­felere saplanmalarına ne lüzum vardır, alelade bir insandan hiç farkı vasfı bulunmayan kaybolmuş bir şahsın âhir zamanda tekrar geleceğini ve ken­dilerini zulüm ve azgınlıktan kurtaracağını iddia ederek efkâr-ı umumiyeyi zorla taşlaştırmaya, sosyal hayatı dondurmaya ne ihtiyaç vardır?

Şunların akıllarına bak! Büyük bir çoğunluk olmalarına rağmen kendi kendilerini uyaramıyor-lar da gaibten bir kurtarıcı bekliyorlar. Allah on­lara çalışmayı ve cihadı emretmemiş midir? Zul­mü kaldırıp adalet sarayını kurmalarını söyleme-" mis midir? Her müslümanın doğru yolda bir Mehdî olması gerekmezini imiş?

Aslında yahudilerden gelen bu hurafe mûslümanlar için büyük bir uyuşukluğa sebep olmuş, korku ve ümitsizliği yaymış, İslâm toplu­mundaki yaratıcı güçleri söndürmüştür. Bu ca­miaya şiddetle düşmanlık eden, içi kinle kayna­yan, günahkâr, zalim kiçbir kimse düşünülemez ki gayesine ulaşmamış, kinini açığa vurmamış, düşmanlığını açıklamamış olsun. Yine o kimse ta­savvur edilemez ki belli şiarların altında İslâm toplumuna birliği zayıfatacak narkozu vermemiş, devletin kuvvetlerini parçalamamış ve îslâm düşmanlarının emellerini doyurmamış olsun. Muhali-kaktır ki böyle bir düşman İslâm eserlerini mah­vetmiş ve mûslümanlar arasına putperestlik kokan fikirlerini yaymıştır.

Gerçek Ahsâî ve Reştî'nin iddiaları gerekse Bab ve Bahânın sapıklıkları, İslâmı yıkıcı hadise­ler zincirinin birer halkasından başka birşey değildir. Beşeriyetin zihnine böyle dolambaçlı hurâfî yollar kadar tesir edebilecek başka usul mevcut değildir. Nitekim böyle olduğunu ileride göstere­ceğiz (İnşallah).

 

  1. Kazım Reşti ve Keşfi Hareketi (S.67-71)

     1790 (1205 H.) senesinde İran'da Reşt (1} de­nilen yerde doğduğu söylenir. Yirmi altı yaşında iken Şeyh Ahmed Ahsâî ile görüşmek üzere Tah-ran'a gitmiş, sonra onunla beraber Kerbelâ'ya gelmiş ve şeyhe talebelik ederek onun vehimle­rini, hurafelerini kolaylıkla elde etmiştir.  Görmüyor musun o yalan rüyayı nasıl da rivayet ediyor, surda burda, taraftarlar ve müritler ara­sında nasıl da yayıyor?

Şurası hakikattir ki bizzat Resti de rüyaya sı­ğınıp o rüya ile insanları aldatmak, bu vesile ile etrafında bir sürü adam toplamak hususunda ho­casının yolunu tutmuştur. Mehdî'nin geleceğini, zuhurunun yaklaştığını, ona inanmanın farz oldu­ğunu bildirmekte, yine hocası Ahsâî ile birlikte, daha önceden başkaları tarafından tesbit edilmiş bir plânın tatbikçisi olmuşlardır.

Reştî'nin iddiasına göre, Kâzımiye yolunda gi­derken bir koyun çobanı kendisine rastlamış ve şöyle demiş : «Üç günden beri koyunlarımı bu civardaki mer'alarda otlatıyordum. Bir seferindi beni uyku bastırdı. Rüyamda Muhammed Resulullah'ı gördüm, bana şöyle diyor : Sözlerindi dinle ey çoban! Adamakıllı hatırında tut. Çünkü bu sözler ezberlemen için Allah tarafından sana verilmek üzere bana emanettir. Emanete riayet edersen işin iştir. Ama ihmal edersen başına çok şiddetli bir azap gelir. Dinle, sana vereceğim ema­net işte budur. «Berrâse mescidinin yakınında bekle. Bu rüyadan üç gün sonra, zürriyetimden biri, Seyyid Kâzım, arkadaşları ile sohbet ede ede buraya gelecek, öğle vaktinde, caminin yakınındaki  hurma ağacının altında duracaklar. Sen onu görür görmez selâmlarımı takdim et ve be­nim tarafımdan ona de ki: Sevin, çünkü ayrılma zamanın gelmiştir. Kâzımiyye'de ziyaretini bitirip Kerbelâ'ya döndükten ve orada da üç gün geçtikten sonra -yani Arefe gününde- bana uçacaksıû. Çok geçmeden hak olan zuhur edecek ve dünyayı yüzünün nurlarıyla aydınlatacak...»

Burada ana fikir şudur. Resti, kendisine tâbi olanları Mehdi'nin zuhuruna kandırmak için ya­lanların peşinden gidiyordu. Böylece onlarda hiçbir şüphe kalmayacaktı. Ahsâî'nin yalan rüyası­nın bir benzeri, bu akılları başlarından gitmiş, idraksiz ve şuursuz teslim olmuş cahiller güruhu­nu kandırmaya yetecekti.

Fakat yine de talebelerinden ve arkasından gidenlerden bir çokları bu tuzaklara düşmedi. Hattâ bir defasında Reştî kandıramadığı adam­larla yüz yüze getirildi ve kendisine dediler ki : «Biz Şeyh Ahsâî'nin iddia ve talimatlarına hiç itiraz etmeden kırk seneden beri tahammül ettik. Halbuki şimdi Seyyid, buna benzer iddialarda bu­lunuyor, artık bu vaziyette, bu iddialara taham­mül etmek ve yayılmasına göz yummak bizim için mümkün değildir...»

Reşti, Mehdi'nin zuhur etmek vaktinin yak­laştığını sadece bildirmekle yetinmedi. Onun şah­sını onlara hemen hemen direkt olarak tayin etti. Özelliklerini, şeklini, ahlâkını tasvir etti. Toplu­lukta öyle fikir uyandı ki, adetâ Mehdi araların­da bulunmaktadır da ancak Reştî'nin ölümünden sonra zuhur edecektir. İleride de anlaşılacağı gibi talebelerinden Mirza Ali Muhammedi tarif et­miştir. Nitekim hadislerin izahında bu adamın ismi ileride bol bol zikredilecektir. Reştî'nin her dersinde sık sık tekrar ettiği vasıflara - Mirza AH Muhammed uygun düşüyordu. Derslerde şöyle di­yordu; «Va'dedilen (Mehdi) şu topluluğun arasın­da yaşamaktadır. Zuhurunun vakti artık yaklaş­mıştır. Ona yol açın. Ruhlarınızı temizleyin ki onun cemalini görebilesiniz. Ama bu cemal, ben bu âlemden ayrılmadıkça, görülmeyecektir. Artık ben ayrıldıktan sonra onu aramaya başlamanız gereklidir. Bulana kadar bir an bile boş durmayınız.»

Resti, aralarında oturmakta olan talebesi,  Mirza 'Ali Muhammed'e teveccüh ediyordu. Bu surette ona ve diğerlerine şu sözünü duyurmak istiyordu : «Din ve âdab usulleri muhakkak ki ruhun gıdasıdır. Bu sebepten din kaidelerinin çeşidi olması lâzımdır, öyleyse vski dinî hükümlerin de değiştirilmesi gereklidir.»

Böylece görüyoruz ki Reşti, hiylesiyle, zekâ­sıyla, işi güzel idare etmesiyle, etrafındaki adam­ların ruhlarında, va'dedilmiş ve gelmesi beklenen Mehdi'ye kavuşma aşkım alevlendirmiştir. On­ların arasında bu fikri o derece yaymıştır ki hep­si Mehdî'nin rüyasını görür olmuşlardır. Bütün talebeleri, Reştî'nin ölümünden sonra, kendilerine vâ'ad ettiği Mehdî'yi göremeyince büyük .bir suku-tu hayale uğramışlar ve dağılmışlardır. Hattâ bazıları yine onun talebelerinde Molla Hüseyin el-Bişrûî'ye «Sen bunu (Mehdîliği) iddia etseydin, mutlaka sana iman ederdik»» demişlerdir.

Bu ana kadar Şeyhiyye ve Reştiyye hakkında tesbit ettiğimiz bilgiler Bâbîliğin islâm aleyhine çevirdiği dolapları anlamaya yardım edecektir. Çünkü bu hareket, Reştî'nin talebesi Mirza Ali Muhammed, kendisinin beklenen Mehdi olduğunu ilân ettiği zaman, hemen o gün kurulmuş değildir. Birçok safhalar geçirmiş, zihinleri, kafaları alış­tırmış ve fikrin kabul edilebilmesi için lüzumlu ortamı önceden hazırlamıştır.

Emperyalistler, uzun vâde ile netice verecek, kökleri derinlere uzanan plânlarının tatbik mer­halelerini sermaye devam edecek, tatbikçieri hakkındaki sözlerini söyleyecek sonra da halka ruhî ve mahallî şartlara uygun cazip bir üslûbla takdim edeceklerdir.

Emperyalizm bu yolunda ruhlarda derin kök­leri bulunan bir fikre, (Mehdeviyye) mehdîlik fikrine, istinad etmiştir.

Bu hareketin beynelmilel misyonerlik mer­kezleri, emperyalist devletler ve milletlerarası siyonistlerle olan irtibatları, ilerde gelecek fasıllar­da açıkça önümüze serilecektir. (İnşallah).

 

 

 

 

 

  1.  Rüyalar (S.101-105)

Bâbîliğin tarihini ve önemli şahsiyetini ince­leyenler, onların sapıklıklarını isbat için bir ta­kım rüyalara sığındıklarını açıkça müşahade ederler ve hayretler içinde kalırlar. Ve yine garip-senecek noktadır ki bu harekete tâbi olanların birçoğu da keza gördükleri rüyalarda hareketin bâzı mühim şahsiyetlerini tanımışlar ve onlara inanıp arkalarından gidivermişlerdir.

Bu görünüş, Aksâî zamanından itibaren son merhale olan Bahaîlik dâvasına kadar müşterek­tir.

Daha önce Ahsâî'nin rüyasında Hz. Hasan'ı nasıl gördüğünü, mukaddes dilini rüyada nasıl Ahsâî'nin ağzına koyarak fazilet, ilim ve ilham akıttığını (!) anlatmıştık.

Reştî'nin de nasıl rüya uydurduğunu ve adam­larını bu rüyanın doğruluğuna nasıl kandırdığını ifade etmiştik. Meselâ bir çoban, rüyasında, Resulüllah'ı görmüş ve Hz. Peygamber ona Reşti'nin üç gün sonra öleceğini ve bundan sonra Mehdi'nin zuhur vaktinin gelmiş olacağını bildirmiş!.

işte bizzat Mirza Ali de, bir rüya gördüğünü iddia etmiş ve bu rüyadan sonra, kendisinin dün­yada kaim olmak üzere seçildiğini yahut da yer yüzünde ilâhî varlığı izhar etmek için tensib edil­diğini ileri sürmüştür. Bakınız ne diyor:

«Benim Allah için dünyayı terkim, dualarım ve ibadetlerim, dâvayı ilândan bir sene önce gör­düğüm bir rüyayı görmeme sebep olmuştur. O rü­yada ben şehitlerin efendisi İmam Hüseyin'in ba­şını bir 'ağaca asılmış olarak gördüm. Kesik bo­ğazından bol bol kan damlıyordu. Ağaca yaklaş­tım, o sırada çok heyecanlıydım, iki elimi de uzat­tım, o mukaddes kandan bir miktar avuçladım ve ihlâsla içtim. Uyanınca bir de baktım ki Allah'ın nuru vücudumu sarmış bütün ruhumu kaplamış. Kalbim ilâhî varlığın huzurunun sevinci ile heye­canlandı. Bütün güzelliği ve şerefi ile ruhî, ilâhî sırlar gözlerimin önünde tecelli etti. (l)

Nitekim, BAB'ın adamları da böyleydi. Bir çoğu rüya yoluyla O varlığı tanımaya eriştikleri­ni ileri sürüyorlardı. Yine Reşti'nin adamlarından Molla Abdülkerim el-îrâvânî üstadından örnek alarak bize şu rüyayı rivayet ediyor: «Bir gece -yani hicrî 1255 senesi Arefe gününün akşamı-namaza durmuştum, birden bana bir uyku bas­tırdı .önümde, başımın etrafında dönen kar gibi beyaz bir kuş gördüm. Sonra benim tarafımda bir ağacın dalına kondu. Anlatılamayacak dere­cede hazin nağmelerle: Ey Abdülkerim, sen maz­hariyeti ister misin? îşte sana bu mazhariyet 60 senesinde gelecektir, dedi. (2) Çok geçmeden kuş uçtu ve kayboldu. Bu sözlerin manası beni heyecanlandırdı. Daha sonraları hatırıma sık sık ge­len her defasında sanki bütün cennet lezzetlerini tatmış gibi olduğum bu manzaranın güzelliğini uzun uzun düşündüm. Bundan birkaç sene sonra kulağıma Şiraz'dan bir ses çalındı. Derhal oraya koştum. Yolculuk sırasında Tahran'da Molla Muhammed Muallim ile karşılaştım. Bu adam benim durumumu, mazhariyetimi biliyordu. O'na ina­nanların Kerbelâ'da toplandıklarını ve imamları­nın Hicaz'dan dönmesini beklediklerini haber verdi. Bunun için ben de doğruca oraya gittim. Nihayet BAB ile karşılaşınca ve kuştan işittiğim dilin aynını, aynı sözleri ve aynı nağmeleri onun dudaklarından duyunca, kasdedilenin ne olduğu­nu anladım. Kuvvetinin ve güzelliğinin cazibesine kapıldım ve şuursuzca ayaklarına kapandım, is­mini temcid ettim.»

Mahko kalesi emiri Ali Han'ın BAB'a iman etmesinin sebebi de yine gördüğü bir rüyadır. Bu rüyayı apaçık yalanı, hak ve hakikata aykırılığı yönünden burada arzedeceğiz. Böylece okuyucu anlayacak ki Bâbîlere ait kitaplarda bulunan bu cins rüyalar tesadüfen konmuş değildir. Bilâkis rüya sahiplerinin safdil ve basit kimseleri aldat­ma vesileleridir. Bildiğimiz gibi avam tabakasının ve cahillerin büyük bir kısmı rüyaya bağlanırlar, rüyadan gelen herşeyi tasdik ederler, onu hayat­larında takib edecekleri yolu aydınlatan bir ışık sayarlar, alâmetlerini, hayallerindeki kalıntıları incelemeye koyulurlar.

     Ali Han   şöyle diyor : «Rüyamda   gördüm ki ben, birdenbire   Muhammed Resulüllah'ın Mah-ko'ya geleceğini haber almıştım. O, kaleye, orada hapis bulunan BAB'ı ziyaret etmek ve onun Nev­ruz bayramını tebrik etmek için gelecekmiş. Sür'-atle onu karşılamaya çıktım. Böyle mukaddes bir siyaretçiye hoş geldin demeyi,    hürmetlerimi arzetmeyi   canı gönülden istiyordum.   Tarifsiz bir sevdnçle nehir tarafına koştum. Mahko'dan biraz ötedeki köprüye varınca bana doğru gelen iki ki-şi gördüm. Bir tanesinin bizzat Resulullah olduğuna, arkasından gelenin de seçkin sahabelerden biri olduğuna kanaat getirdim.» Uyandıktan sonra, köprüye gittiğini ve iki adam gördüğünü  ileri sürmektedir.   Onlara iyi cins atını takdim etmek isteyince Resulullah:   «Hayır, nefsim üzerine ye-min ettim ki yolculuğumu   yürüyerek tamamla-yacağım ve yine yürüyerek dağın tepesine çıkacağım. Oradaki hapisi ziyaret edeceğim.» demişti.

Şu apaçık yalana, yüce islâm'a karşı yapılanş  şu kötü muhafelete bakınız. Resulullah'ın BAB'ı ziyarete gitmiş olacağını nasıl da düşünebiliyor. Hem de o BAB, peygamber'in dininden dönmüş ve küfürünü, ecnebilere yaptığı uşaklığı —ileride gö­receğimiz gibi— herkesin önünde ilân etmiş bir adam olduğu halde.     

Sonra, bırak, Resulullah gitmiş olsun, nasıl olur da dinin herhangi bir hükmü ve şian ile ilgisi olmayan mecûsî bayramını tebrik için gider?

Yine, haydi, rüyada geçenlerin hepsi doğru ol­sun, Ali .Han uyandıktan sonra bizzat gözleriyle o ikisini gördüğünü nasıl âddia edebilir? Bu Allah'a ve peygambere açık bir iftiradır, alçakça bir söz­dür, yalandır. Bu yalanı ancak, aklında delilik gön­lünde maraz bulunanlar; avam tabakasına, câhil­lere, bönlere karşı kalpleri hakikatlere yalan ka­rıştırmak ve meramına erişmek için vasıta olarak kullandığı habis maksatlarla dolu olan kimseler inanabilirler..

Rüyaların büyük bir kısmı te'vil olmayan kompleks şeylerdir. Onlar yâ ruhî hastalıkların bir neticesidir veya aklî bozukluklardan, vücut hastalıklarından doğar, yahut da insanın farkında olma­dan şuur altında saklanan ve herhangi bir sebeple uygun,bir zamanda şuur üstüne çıkan, başından geçmiş eski hadislerin tesiriyle meydana gelir.

Sâdık rüyalar azdır. Bunlar, doğru olmakla be­raber, zannî delildirler ve üzerlerine itîkâdî esas lar kurulamaz, bir fikrin isbatına veya dinî hü­kümlerden herhangi birine delil olamaz.

Resulullah'a (S. A. V.) sahabeden herhangi birinin rüya yoluyla inandığını işitmedik. Bilâkis, Resulullah ilâhî davetini yaparken, Kur'an-ı Ke­rim âyetlerini okurken onu dinler, kalbinde onun getirdiği kitaba îman, peygamberliğine karşı sarsılmaz bir güven hasıl olurdu.