Kabir ehli, kabirlerinde yatan ölülerdir.
MÜRİT- Şu hadisi kabul etmediğini söylemişsin:
“İşlerinizde ne yapacağınızı şaşırdığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz[1].”
Bunun nesine karşı çıkıyorsun. Kabir ehlinden yardım istemek onlardan ibret almak demektir.
BAYINDIR - Öyleyse neden kabir ehlinden ibret alın, denmiyor da onlardan yardım isteyin deniyor. Hadis diye uydurulmuş o sözün Arapçasında “” istiânede bulunun, yani yardım isteyin, ifadesi geçer. Halbuki Fatiha suresinde "Yalnız senden istiânede bulunuruz." anlamında “iyyâke nestaîn,” âyeti vardır. Bu âyet, yardımı tek bir yerden, yani yalnız Allah’tan dilememiz gereğini ifade eder. O zaman yukarıdaki sözle bu âyet açıkca çatışmıyor mu?
Fatihayı her namazda okuyup bu anlamı hep zihnimizde diri tutmamızın bir sebebi yok mudur?
Yukarıdaki sözü Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem'e mal edenlerin yanında yer almak size ağır gelmiyor mu? Hiç düşünmez misiniz, temel görevi Kur'an'ı anlatmak olan Hz. Muhammed'in Kur'an'a aykırı bir sözü olur mu? Sonra bu sözü Hz. Muhammed'den duyan yok. Onunla birlikte ya da ondan sonra yaşayanlardan böyle bir söz söylemiş olan yok. Bunu nakletmiş sahih bir hadis kitabı da yok. Bunların hiç biri yok.
Bunu size duyuralı çok oldu ama bu konuda siz de bir şey getiremediniz. Çünkü olmayan şey getirilemez.
MÜRİT- Aclûnî'nin Keşf'ül-Hafâ adlı kitabında varya. Onun kitabında olması bizim için yeterlidir. Aclûnî büyük bir hadis alimidir. O da İbn-i Kemâl'in el-Erbaîn'inden almış.
BAYINDIR- Aclûnî bu eserini, halk arasında hadis diye bilinen sözlerin doğrusu ile asılsız olanını ortaya koymak için yazmıştır. Bu sebeple o kitapta çok sayıda uydurma hadis vardır. Aclûnî, kitabının başında Hafız ibn-i Hacer'in şu sözünü naklediyor: "Aslı olmayan hadisi kim nakletmişse Buhârî'nin Sülasiyyat'ında rivayet ettiği, Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin şu sözünün kapsamına girer : "Kim benden söylemediğim bir şeyi naklederse Cehennem'de oturacağı yere hazırlansın.[2]"
Sonra alfabetik olarak hazırladığı kitabında hadislerin kaynaklarını veriyor. Ama bu sözle ilgili olarak sadece "İbn-i Kemal Paşa'nın el-Erbaîn'inde böyle geçmiştir." ifadesini kullanıyor. İbn-i Kemal Paşa'nın bu eserine baktığımızda da hadis diye söylediği o söz için hiçbir kaynak göstermediğini görüyoruz[3]. Bu sebeple aslı astarı olmayan bu sözü hadis diye nakledenlerin "Cehennem'de oturacakları yere hazırlanmaları" gerekir.
MÜRİT - Yaşayan bir insandan yardım istemiyor muyuz? Bir veli ölünce ruhu, kınından çıkmış kılınç gibi olur[4] ve daha çok yardım yapma imkanı elde eder. Bunlar bir çok tasarruflarda bulunurlar.
BAYINDIR - Yaşayan insandan yardım isteme konusuna biraz sonra geleceğiz[5]. Ama veli ölünce ruhunun kınından çıkmış kılınç gibi olduğunun Kur’an’dan ve Sünnetten bir dayanağı var mıdır? Hz. Muhammed de ölmüştür. Onu hatırladığımızda ve kabrini ziyaret ettiğimizde ona salat ve selam getiririz. Yani Allah’ın rahmeti ve ebedi mutluluk onun olsun deriz. Böylece Allah’tan, Peygamberimize olan ikramını daha da artırmasını isteriz. Ama hiç bir duamızda Hz. Muhammed'den bir isteğimiz olmaz. Çünkü o zaman Hıristiyanların Hz. İsa’ya yaptığını biz Hz. Muhammed'e yapmış oluruz ki; bu, yoldan çıkmaktan başka bir şey olmaz.
Ölmüş bir velinin daha çok tasarrufta bulunduğunu, yani daha çok iş çevirebildiğini ifade ettiniz. Bu konuda dayanağınız nedir?
MÜRİT- Bir veli ölünce ruhunun kınından çıkmış kılınç gibi olduğunu söyleyen bazı büyük alimler var.
BAYINDIR - Ama her şeyi bilen Allah’ın kitabında bunun böyle olmadığına dair açık âyetler vardır.
“Allah ölüm esnasında ruhları alır, ölmeyenlerinkini de uykuda alır. Ölümüne hükmettiğini tutar, ötekileri belli bir vakte kadar salıverir.” (Zümer 39/42)
Bu âyete göre Allah, ölülerin ruhunu, belli bir yerde, berzah aleminde tutmaktadır.
Kabirdekilerle ilgili olarak Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işittiremezsin.” (Fatır 35/22)
Hz. İsa aleyhisselamın ahirette yapacağı konuşmayı veren şu âyet üzerinde düşünmek gerekir.
“ ... İçlerinde bulunduğum sürece onlara şahittim. Beni vefat ettirince artık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen oldun. Sen her şeyi görüp gözetirsin.” (Mâide 5/117)
Büyük Peygamber Hz. İsa öldükten sonra ümmetinden habersiz oluyorsa, ölen bir velinin ruhunun kınından çıkmış kılınç gibi olması nasıl kabul edilebilir?
Herhalde şu âyet konuya nokta koyacaktır.
“Allah’ın berisinden[6] Kıyamete kadar kendisine cevap veremiyecek olana dua edenden daha sapık kim olabilir? Oysaki bunlar onların duasından habersizdirler. (Ahqâf 46/5)
Bazı meâller, âyetlerde geçen dua kelimesini ibadet diye tercüme ederek garip bir tutum içine girmişlerdir. Mesela bu âyette dua manasına iki ifade vardır. Bunlar ve kelimeleridir. Bu kelimeleri (ya'budu) ve (ibadet) diye tercüme etmek doğru olmaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de o iki kelime de geçer. Her şeyi bilen ve yerli yerine koyan Allah dileseydi burada o kelimeleri kullanırdı. Örnek olarak Hasan Basri ÇANTAY'ın ayete nasıl meal verdiğine bakalım.
"Allah'ı bırakıp da kendisine kıyâmete kadar cevap veremeyecek kişiye (nesneye) tapmakta olan kimseden daha sapık kimdir? Halbuki bunlar, onların tapmalarından da habersizdirler[7] ."
Bu gibi mealleri okuyanlar, âyeti puta tapanlarla sınırlayacak ve yaşadığı hayatla ilgilendirmeyecektir.
Arapça tefsirlerde duanın ibadet manasına olduğu ifade edilir. Bir Arap için böyle bir açıklamaya ihtiyaç vardır. Çünkü Hz. Muhammed sallalahu aleyhi vesellem şöyle buyurmuştur: “Dua ibadetin kendisidir.”[8] “Dua ibadetin iliğidir, özüdür.”[9] Arap o açıklamayı okuyunca duanın ibadet demek olduğunu öğrenmiş olur. Ama yukarıdaki meali okuyan bir Türk'ün böyle bir şeyi öğrenmesi imkansızdır. Bu bakımından Türkçe meal yapanların bu gibi hususlara dikkat etmesi gerekir.
Bu mealde, âyet metninde geçen " = Allah'ın dunundan" ifadesi "Allah'ı bırakıp da..." şeklinde tercüme edilmiştir. Bu tercüme de yanlış anlamalara yolaçar. Yani bu tercümeden Allah'tan başkasına dua edenlerin Allah'ı büsbütün devre dışı bıraktıkları anlaşılabilir. Halbuki Allah'tan başka velilere tutunanlar, onların hep Allah'a çok yakın olduğuna inanmışlardır. Hiç bir kâfir veya müşrik, hiç bir gayrimüslim Allah'ın varlığını inkâr etmez. Ama Allah ile kendi arasında, yetkisi Allah tarafından verilmiş bir kısım aracıların olduğunu kabul ederek Allah'a boyun eğer gibi onlara da boyun eğerler.
Ateistler Allah'ı inkar ettiklerini söylerler ama başları daralınca Allah'a sığınırlar. Bu, onların inkarda samimi olmadıklarını gösterir.
MÜRİT- Kabirlere giderek hastalıklarına şifa bulanlar var. Bunlar en güvenilir zatların ağzından anlatılıyor, ona ne diyeceksin?
BAYINDIR- Benim bu gibi konularda bir şey söylememe gerek yok. Çünkü okuduğumuz ayetler bunun olamayacağını haykırıyor.
MÜRİT- Bir değerli büyüğümüz bayram sohbetinde şöyle demiş:
"Benim bir hemşirem (kızkardeşim) vardı, yürüyemezdi. Adana'da o zaman bulunan bütün doktorlara gittik, dışarıda hepsine gösterdik çare bulamadılar. Nihayet bize dediler ki, Toroslarda bir zatın türbesi var, hastayı götürün orada bir gece durdurun. Allah'ın izniyle o zatın dua ve ruhaniyeti şifa vesilesi olur. Biz artık her türlü tıbbî ümidimiz kesildikten sonra oraya annemle birlikte hemşiremi sırtımızda götürdük. Geceleyin hemşirem birden bir feryad etti. Annem, acaba aklına, şuuruna bir şey mi oluyor, korkuyor mu? diye hemen yanına fırladı. Hemşirem halâ bağırıyordu. "İyi oldum, iyi oldum, yürüyorum, aman Allah'ım" diye haykırıyordu. Biz de hayretle yanına vardık. Sabahı beklemeden oradan döndük. Sırtımızda götürdüğümüz hemşirem yürüyerek eve geldi[10]."
Bu değerli zatın sözü ve tecrübesi bizim için önemlidir. Bu konuda sen ne diyeceksin?
BAYINDIR- Kabir ehlinden yardım istenebileceği kabul edildikten sonra arkasından ister istemez böyle şeyler gelecektir. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuyor mu ki, "İnsan ölünce ameli yani işi biter. Üç kişi bunun dışındadır. Sadaka-i câriyesi olan, yararlanılan bir ilim bırakan ve kendi için dua eden salih bir evladı olan[11]."
Sadaka-i câriye, cami, çeşme ve köprü gibi halkın yararlandığı şeylerdir. Bunlardan insanlar yararlandıkça bu şahsın işi devam etmiş olur ve onun sevabından alır.
Yararlanılan ilim de sadaka-i câriye gibidir. Yaptığı bir ilmî çalışmadan insanlar yararlanıyorlarsa bu şahsın işi o konuda devam ediyor demektir ve bunun sevabından yararlanır. Hayırlı evlat da böyledir. Bunların hepsi hayatta iken yaptıkları işlerin birer devamıdır. Yoksa insan ölünce yapacağı bir işi kalmaz.
Anlattığınız olayda "Allah'ın izniyle o zatın dua ve ruhaniyeti şifa vesilesi olur." diye bir söz geçti. Ölülerin diriler için duacı olmaları diye bir şey yoktur. Bu olabilseydi herkes hastasını Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellemin kabrine götürürdü. Her halde onun dua ve ruhaniyeti daha etkili olurdu.
Her türlü tıbbî ümidin kesilmesinden sonra bir ölünün kabrine gidip ondan şifa beklemek akıl kârı mıdır? Hiç düşünmez misiniz, dirilerin yapamadığı şeyi ölüler nasıl yapar?
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“Dirilerle ölüler bir olmaz. Şüphesiz Allah dilediğine işittirir. Ama sen kabirdekilere bir şey işittiremezsin.” (Fatır 35/22)
Aslı astarı olmayan işleri halkın değer verdiği kişilerin yapması, üstelik iyi bir şey yapmış gibi tutup onu insanlara anlatması ne kötü.
MÜRİT- Ben bu zatın doğru söylediğine bütün kalbimle inanıyorum. Sen şimdi bunun olmadığını mı iddia ediyorsun?
BAYINDIR- Benimkisi bir iddia değildir, ayet ve hadislerin hükmüdür.
O hasta orada gerçekten şifa bulmuş olabilir. Ama bir ölünün şifaya vesile sayılması asla kabul edilemez. Dünyada sadece bu olay olmuyor ki, her türlü olaylar oluyor. Önemli olan bunların doğru yorumunu yapmaktır.
Aslında biz sırat köprüsünü bu dünyada geçiyoruz. Yanlış bir yorum ayağımızı kaydırabilir. Mesela Kadirî tarikatına mensup kişiler vucutlarına şiş batırırlar. Bazıları bunu, o tarikata mahsus bir keramet sayar. Diğer taraftan Hintliler özel dini günlerinde vücutlarına kılıç saplarlar. Keser sapı kalınlığındaki kamışları bir yanaklarından sokup diğer yanaklarından çıkarırlar. Eğer Kadirilerinki kerâmet ise bunun mucize sayılması gerekir. Aslında her ikisinin de dinle bir ilgisi yoktur. Yanlış olan onu din ile ilgilendirmektir. Bu bir hipnoz olayıdır. Hipnoz sayesinde bazı ameliyatlar uyuşturulmadan yapılıyor da hasta bundan dolayı bir acı hissetmiyor. Ben televizyonda bu şekilde bir açık beyin ameliyatı gördüm. Doktor ameliyatla meşgul iken hastaya, bir acı duyup duymadığı soruluyor, o da gıdıklanma gibi bir şeyler hissettiğini ama acı duymadığnı söylüyordu.
MÜRİT- Öyleyse kabrin başında şifa bulma olayını da izah et.
BAYINDIR- Bakın Kur'an-ı Kerim'de şeytan çarpmasından bahsedilir. Şöyle buyurulur: "Faiz yiyenler, sersemliklerinden dolayı başka değil, sadece şeytan çarpmış kimseler gibi doğrulurlar."(Bakara 2/275)
Şeytan çarpmış kimselerin nasıl doğrulduğu bilindiği için ayette bunun izahı yapılmamıştır. Şeytan çarpması elektrik çarpması gibi bir şeydir. İnsanı felç edebilir. Bazı organlar çalışamaz hale gelebilir. Tam doğrulamaz, yürüyemez, sersem gibi olur. Tıp buna çare bulamaz.
O hanımefendiyi de şeytan yani cin çarpmış olabilir. Çünkü şeytan cinlerin kâfir olanıdır.
Şeytan onların, bir kabir başına gelip, ölüden medet umduklarını görünce hastayı bırakmış olabilir. Çünkü şeytan tecrübesiyle bilir ki kabir başları insanların duygu yüklü oldukları yerlerdir.Onlar burada kolayca saptırılabilirler.
Şeytan insanı saptırmak için her yolu kullanır. Zira o, Allah'tan yetki alınca şöyle demişti:
“İşte senin beni azgınlığa uğratmana karşılık andolsun ki, ben de senin doğru yolun üzerinde oturacağım.
Sonra önlerinden arkalarından, sağlarından sollarındanlara sokulacağım. Sen de onların pek çoğunu artık sana şükreder bulamayacaksın." (Araf 7/16-17)
Mutlaka böyle olmuştur demiyorum ama bu kuvvetli bir ihtimaldir. Fakat o ölünün dua ve ruhaniyeti ile şifa bulmanın ihtimali yoktur.
Buna benzer konulara sık sık girilecektir. Vesile ve tevessül konusu da bunlardandır.
[1]- Mahmut USTAOSMANOĞLU (Mahmut Efendi) başkanlığında bir heyet, Ruhu'l-Furkan Tefsiri, İstanbul 1992, c. II, 82.
[2]- İsmail b. Muhammed el-Aclûnî, Keşf'ul-hafâ, Beyrut 1988/1408, c. I, s. 8.
[3]- İbn-i Kemal, Paşa, el-Erbeûn, v. 360. Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi, 1694.
İbn-i Kemal, Yavuz Sultan Selim'in meşhur Şeyhülislamı'dır. 1469'da Tokat'ta doğmuş, l534'te İstanbul'da ölmüştür. Peygamberimizle arasında 900 seneden fazla bir fark varken hiç bir kaynak göstermeden ve anlamı da Kur'an'a taban tabana zıt olan bir sözü hadis olarak önümüze sürmesi kabul edilemez. İbn-i Kemal bu eserinde , kaynak gösterme yerine, bu sözün hadis olduğunu ispat için hiç bir dini dayanağı olmayan felsefi izahlara girmiştir.
[4]- Ruhu'l-Furkan, c. II, s. 67.
[5]- Bu konu, "Olağandışı Yollarla Yardım" bölümünde incelenmiştir.
[6]- Ayette geçmektedir. kelimesi'in zıddıdır, en üst mertebeden beri demektir, ondan aşağıca tabir olunur. Bazıları bunun kelimesinin maklubu olduğunu, yani son iki harfinin yer değiştirmesi ile oluştuğunu söylemiştir.
Kelime = başka manasına da gelir. Akreb manasına olur ki, zarf olur. Ona çok yakın manasınadenir.
= önce manasına olur.
Bir şey öbüründen biraz aşağıda olunca denir. (Firuzabâdî, Kamus Tercümesi, Mütercim Asım. Bahriye Matbaası l305.)
Türkçemizde buna, beri kelimesi karşılık olabilir
Beri (veya berû), bu tarafta, yakında ve daha yakın anlamlarına gelir. (Şemseddin Sami, Kamus-i Türkî, İst.1319 tarihli nüshadan ofset)
Buna göre ayette geçen Allah'ın dunundan ifadesi Allah'ın en yakınından yani berisinden demek olur. Zaten Allah'tan başka velilere tutunanlar hep onların Allah'a çok yakın olduğuna inanmışlardır.
[7]- Hasan Basri ÇANTAY, Kur'an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm, İstanbul 1974.
[8]- Tirmizî, Dua 1, 3372 nolu hadis.
[9]- Tirmizî,Dua 1, 3371 nolu hadis.
[10]- Bir Bayram Sohbeti, Altınoluk Mecmuası, Şubat l997, s. 13.
[11]- Müslim, Vasiyyet 14; Ebû Davud Vesâyâ 14; Neseî, Vesâyâ 8.