Kaynak: Mahmud Sami Ramazanoğlu – Sadık Dânâ - Erkam Yayınları 62, İst.1991,
Muhterem Okuyucularımız,
Bu mühim yazı dizisini kaleme almamıza cüret etmek mecburiyetinde kalışımızın sebebi, gerek hâlihazırdaki gerekse istikbâldeki nesle büyük bir Allah dostunu tanıt-mak.hakîkî mürşîd-i kâmillerin ne olduğunu bildirmek ve sevdirmektir. Yoksa bizim yazabildiğimiz deryadan bîr'katre
mesabesinde bile değildir.
Hakîkatte Allah dostlarının insanlar tarafından övülmeye, sena edilmeğe ihtiyaçları yoktur. Çünkü Ulu Mevlâmız Rabbü'l-âlemîn Hazretleri, onları sevmiş, derecelerini âlî eylemiş; onları seveni de kendisini seviyor saymış... Bu sevilenlerden birisi de Sultanü'l-ârifîn Adanalı Mahmud Sâmî Ramazanoğlu -kuddise sirruh hazretleridir.
Bu bakımdan bu büyük velînin menâkıbını abdestli olarak, büyük bir saygı, ta'zim ve itinâ ile okuyan ve dinleyen mü'minlerin ma'nen istifâde edecekleri muhakkaktır. Çünkü bu menakıb herhangi düzme bir hikâye veya roman değil, ma'nevî hakîkatlardandır.
Birgün Hızır aleyhisselâm, evlerinin kapısına gelerek, hizmetçi kadın vasıtasıyla muhterem büyük validemizi kapıya çağırır. Her ne kadar validemiz, kızım ne isterse kendilerine ver tenbîhâtında bulundular ise de ziyaretçi; hayır muhakkak kendisi ile görüşmem lâzımdır diyerek ısrar edince, mecburen kapının arkasına gizlenirler ve aralarında şöyle bir muhavere geçer:
-"Kızım hâmile olduğunu biliyor musun? senin .vâsıtanla büyük bir insan dünyaya gelecek ve sol eğe kemiği üzerinde büyükçe bir ben bulunacak, uzun müddet islâmiyete hizmet edecek. Bu müddet zarfında haram ve helâle dikkatli ol ve ismini de Mahmud Sâmî koy." müjdesini vermiş ve teberrüken de bir gömlek istemiş ve gömlek getirilinceye kadar kendisi gâib olmuştu.
Makam ehli idi, riyâzat ehli idi, keramet ehli idi. Muamelâtta yekta idi. Kendilerini ilk ziyaret eden kimsenin ma'neviyatta nasîbi var ise -Cenâb-ı Hakk'ın izni ile bir nazarda kemâle erdirir, bambaşka bir âleme daldırır, yani ölmeden evvel, dünyânın ve ukbânın bütün sevgi, meşgale ve isteği kalbinden alınır ve ma'rifet-i ilâhiyye sırrı tecellî ederdi. Basar gözü basîrete münkalib olup, Hakk'ı hak, bâtılı bâtıl olarak görürdü.. Mizacında, ahlâk ve muamelâtında hayret e-dilecek inkişâflar olurdu. Hulâsa taklîdî îmâmın yerini ikan-ı hakîki alırdı.
Muhterem Üstaz hazretlerinin sehavete ait anlattıkları menâkıb, pek çoktur.Biz yalnız hatırımızda kalan iki tanesinden bahsedeceğiz. Şöyle ki:
Hak celle ve tekaddes hazretleri vahy yoluyla İsa aleyhiselâma buyuruyor :"Filân kuluma git, yarı ömrüne zenginlik verdim.yarı ömrüne de fakirlik. Hangisini evvele alırsa, ona göre imrâr-ı hayat eder." İsa aleyhissalâm vaziyyeti tebliğ edince.adamcağız cevaben "ben ailemle bu hususu istişare edeyim de, ondan sonra cevab vereyim" diyor.Evine geliyor, arife olan hanımına diyor ki:
- Hanım şöyle bir teklifle karşılaştım, bana kalırsa evvel fakirliği isteyelim sonra da zenginliği, çünkü ahir ömrümüzde fakirlik zor olur.
Ma'neviyatı kuvvetli olan ailesi ise diyor ki:
-Hayır, evvela zenginliği isteyeceğiz, şu şartla ki, yediğimizden yedireceğiz.giydiğimizden giydireceğiz.
Netice zenginliği istiyorlar.uzun bir ömür yaşamalarına rağmen yediklerinden yedirdikleri, giydiklerinden giydirdikleri için- zenginliklerinin zevali olmuyor, refah ve huzur içinde ahirete intikal ediyorlar.
Kıtlık bir zamanda hasisliği ile meşhur olan bir adam varmış. Ailesine ve kızına kimseye kafi surette yiyecek vermemelerini tenbih ediyor. Bir gün evinden çıkıyor.Dönüşün-de bir fakirin elinde bir çörek görüyor ve hemen soruyor: Sana bu çöreği kim verdi? O da:"Şu evin kızı verdi" cevabını serince herif büyük bir öfke ile geliyor, masum kızcağızın sağ elini bileğine kadar kesiyor.
Hayli zaman sonra, kızcağız gayet hesna (güzel) imiş, hayli varlıklı aileler kendisine talib oluyorlar. Netice zengin bir gençle evleniyorlar.Bu sırada kızın babası da yokluk ye fakirlik içinde ölüyor.Ertesi sabah, sabah kahvaltısında kızcağız mecburen yemeğini sol eliyle yiyor.Bu hali gören kocası sağ eliyle yemesini tenbih ediyorsa da mecburen kızcağız sol eliyle yemeğe devam ediyor. Kocası "zaten fakirler görgüsüz olur" diye hakarette bulununca, kızcağıza hitaben atiften bir ses geliyor:" uzat sağ elini..." kızcağız sağ elini u-zatınca, kesilmiş olan elinin noksansız hale geldiğini görüyor ve yemeklerini sağ eliyle yemeğe başlıyor.
Rabbımız zü'l-celâl ve'l-kemal hazretlerinin kulları üzerindeki merhametini teemmül edelim..
Kendisinde şiddetli bir kabz hâli hisseden ve huzurla^ rina çıkıp, kendilerinden bunun izalesi için müracaat eden bir evlâdına hitaben de keza:
-Evlâdım, biz de Cenâb-ı Hakk'ın âciz bir kuluyuz. Cenab-ı Hakk'a istiğfar et .Sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz hazretlerinin ruhaniyetine sığın ve şu duaya devam et, buyurmuşlardır.
Sohbetlerde Abdülkadir Geylanı kuddise sirruh hazretlerinin Fethü'r-Rabbanî, Fütûhü'l- gayb, İmam Gazalî hazretlerinin İhyaü'l-Ulum ve Mükâşefetü'l-Kulub, Ahmed er-Rüfai hazretlerinin Haletu Ehl-il Hakikati maallah (Onların âlemi) İmam Şarani hazretlerinin Tenbihü'l- Muğterrin, Muhammed b.Abdullah Hanî hazretlerinin Adâb, İsmail Hakkı Bursevî hazretlerinin Ruhül- Beyan tefsiri gibi daha1 pazı değerli eserlerden okurlardı.
Muhyiddin Arabî hazretlerini çok takdir etdikleri halele, onun eserlerinden okumazlardı. Onun büyük ifadelerinden herkes anlayamaz, ancak tam kemâle gelmiş yüksek dereceli veliler okuyarak tereddütlerini giderirler.
"" Bugün tasavvuf kelimesinin (T) sini bilmeyenler okuyorlar, anlayamadıkları için, kendilerine göre mana verib zındıklığa dahi kayanlar olmaktadır.
Allah teâlâ ve tekaddes hazretleri, her devre göre veliler, mürşidler zuhur etdirmiş ye o zamanın insanlarını onlar vasıtasıyle hidâyete ve kemâle erdirmişdir.
Hatta Bahaeddin Nakşıbend hazretleri : "Eğer Hallac-ı Mansur bizim zamanımıza yetişmiş olsa idi, onu enel-hak demekden alıkoyardık," buyurmuşlardır.
Ahbablarımızdan, Adanalı birisinde bu " enelhak" halîi zuhur etdi. Vaziyet Muhterem Üstaz hazretlerine bildirildiğinde (Hayır öyle olmaz. "Entel Hak" demesi lazımdır) diyerek "enelhak" demesine izin vermediler. Kısa bir zaman sonra o zatın hararetli hali sükûnete döndü, huzur buldu.
Ebül-Abbas (İbnül Arif)'in müridlerinden biri kırda ge-zerken, her nebatdan şöyle bir ses geldiğini işitdi:
- Beni al; ben
filan illete iyi gelirim! Beni al; ben fiları
zararı def ederim!...
Mürid bunu şeyhine haber verince şu cevabı aldı:
- Biz seni bunun
için terbiye etmedik. Allah, seni bul
marifetle imtihan etdi. Gaye sadece
O'dur, başka bir şey de-
ğil. Biz de sana Allah yolunda
delâlet etdik. Başka bir yolda
değil. O yere tekrar git ve dikkat et ki, bu defa da o nebatlar
sana söz söylemesin!...
Mürid aynı yere tekrar gitdi ve hiç bir nebatdan hiç bir şey işitmedi.
Muhammed Ahmed Kürdî
Keşfi açık bir insandı.Mescid-i Nebevî'de herkes tarafından sevilirdi. Susayanların susuzluğunu giderir, çoğundan para almazdı.
Bir hac zamanı idi. Heyecanlı, heyecanlı ağlayarak Ashab-ı Softaya geldi. Muhterem Üstaz Hazretlerinin önünde diz çökdü ve dedi ki:
- Evet, o
gördüğüm siz idiniz. Bir kaç ay evvel burada
oturuyordum. Uyanık halde idim.Türbe-i Saadetin
kapıları tamamen açıldı. İçeriden çok
ihtişamlı bir zat
çıkdı. Bir türlü kim olduğunu anlayamadım. Ve buna
benden başka kimse muttalî olamadı. Şimdi
sizi görünce, merakım zail oldu. Anladım ki o mübarek zat siz idi
niz.
Sonra sık sık gelir, büyük bir sevgi ve tazim ile muhterem Üstaza su, bazan da zemzem ikram eder ve yanından ayrılmazdı.
Lâdikli Ahmed Ağa
Ümmi, tertemiz müslüman bir Anadolu çocuğu idi. Hızır aleyhisselâmın gözdelerinden ve hadimlerinden olub ' uzun müddet onun emrinde bulunmuşdu. Allahü âlem ricali gaybden idi. Tayy-ı mekândı.
Bir gün Konya'da Muhterem Üstaz Hazretlerini ziyarete gelmişdi. Üstü sırılsıklamdı. On dakika evvel .Erzurum'da olduğunu söyledi. Halbuki Konya kurakdı. Bazen Efendi Hazretleri ile halvet olur, bir kaç saat mahremâne konuşdukları olurdu. Lâdik 'deki köyünde ziyaretçileri hiç eksik olmazdı. Kendisinden herhangi bir şey sorulduğunda : "Durun gardaşım! Şimdi cevabınızı getiririm" der beş on dakika kaybolduktan (yani Hızır aleyhisselâm ile mülakat yaptık-dan) sonra gelir sualinizin cevabını harfiyyen verirdi. Kendisinden manevî vazife isteyenlere:
- "Ben bu işe selâhiyetli değilim, Hazrete gidiniz, işinizi onunla bitiriniz." derdi.
Baha Kitabcı
İzmir'in ünlü cildiye mütehassısı idi.Ufak cüsseli gayet sevimli bir hali vardı. Dünya çapında şöhreti hâizdi.
Amerika'da yapılan tıbbî toplantılar için sık sık kendisine bilet temin ederek, davet ederler, onun da fikirlerini alırlardı.
Takriben 1962-63 senelerinde, muhterem üstaz hazretleri, İzmir'de, bir ahbabının evinde misafir idi. Sohbetler biri birini takib ediyor, İzmir'in şöhretli, maneviyata susamış şahısları bu musahabelerden istifade etmek için adetâ sıra bekliyorlardı.
Doktor Baha Bey de bu ulvî toplantılara devam ediyordu. Üç beş arkadaşı ile beraber geliyor, can kulağı, yani bütün varlığı ile sohbetlerdeki ince mânâlara dalıyor, ken- dinden geçiyordu. En sonunda, hakiki bir mürşid-i kâmilin eteğine yapışmak ve teslim olmaktan başka bir çare-i necat olmadığını anladı. Halbuki kendisine şeyhi tarafından icazet verilmiş, halifelik vazifesini deruhte ediyordu. Hatta bir hayli isle kendisinden ders alanlar olmuşdu amma, kendisi bu ha-linden tatminkâr değildir
Keşfi açıldı, basarı basîrete dönüşdü. Hakikati iyice anıaaı. Kendisine tabi olanları, üstaz hazretlerinin kemaline, hakiki mürşid-i kâmil olduğuna, ikna etdi. Hep beraber bu Hakiki manevî yolu tercih etdiler.
Bu hakka dönüş de Cenab-ı Hakkın nusreti, efendi hazretlerinin himmeti, kendisinin de ihlâs ve hüsnü zannı samimiyeti sebebiyledir.
Bir ramazan günü, takriben I972 senelerinde idi. Üs-tazı sevenlerden birisi, geniş olan evinde, takriben yetmiş-seksen kişilik bir iftar sofrası hazırlamış, vakti değerlendirmek için de bir sohbet yapılmışdı.
Akşama tahminen yarım saat kalmışdı. Sohbetinin heyecanlı yerinde Doktor Baha bey, kendine hakim olamı yarak ayağa fırladı. Allahü a'lem Gavsü'l-Azam Abdülkadir Geylânî hazretlerine ait bir menâkıbdan bahsediliyordu,
- Sen, zamanın Abdülkadir Geylânî'si değil misin, de- ye bir kaç kere bağırdı. Ortalığı bir sessizlik almışdı. Kimse-nin konuşmağa mecali kalmamışdı.
Bu hadise üzerine muhterem üstaz hazretleri ellerindeki defteri yüzlerine kapadılar. Öylece kaldılar.
Çünkü "la" deseler, manevî bakımdan sakıncalı idi," evet" deseler o da mahviyet, tevazu bakımından noksanlık olurdu. Bir müddet sükûtdan sonra sohbete devam edildi, akşam oldu, iftar açıldıktan sonra akşam yemeği yenildi. Biraz istirahatden sonra, teravih namazı vakti yaklaşdığı için herkes evlerine, camilere döndüler.
O sene Devlethanenin zemin katında, hatimle teravih namazı kılınmakda idi. Cemaat arasında doktor Baha bey de vardı. Namazını müteakib Üstaz hazretleri istirahatlerine çekilirler ve kimseyi kabul etmezlerdi. Buna rağmen Baha bey heyecanını teskin edememişdi. Üstazı takib etdi. Her ne kadar bu saatde, rahatsız etmesi sû-i edeb olduğu kendisine söylendi ise, onun kulağına hiç söz gitmiyordu. İsrarla takib etmişdi. Yukarı çıkdıklarında şeyhinin eteklerine kapanıyor büyük vecd ve hüzünle " Ne olur artık bugün seyr ü sülûkumu tamamlatdır," diye İsrarla uzun müddet yalvarmış ve nasıl bir tecelli zuhur etdiyse bilemeyiz, belki de arzusu tahakkuk etmiş ve büyük bir huzur ve neş'e içinde veda-laşmışdı. Aynı gece İzmir'e döndüklerinde bir trafik kazası neticesinde ruhunu Allahü teâlâ ve tekaddes hazretlerine teslim etmişdi.
Ahmedü'l-Mellah Efendinin Dayısı
Tahminen 1967 yahud 1968 senelerinde idi. Şam'da Şam müftisi Ahmed Güftâr efendinin, Ahmedü'l-Mellah nâmında bir damadı vardı. Evvelce muhterem Üstazdan manevî ders almışdı. Yakın bir dostumuz hac dönüşü Şam'a uğrayarak kendilerini ziyaret etmişdi. Efendimizden almış-olduğu selâhiyet üzerine, onunla dersleri hakkında müzâkere etdiklerinde, derslerinde gevşeklik ve ihmal gösterdiğine şahid oluyor ve üzülüyor.
Yeğeninin bu ihmâlinden haberdar olan Ahmed Mellâh 'm dayısı, keşfi açık celalli bir şahısdı. Gazablı, öfkeli bir halde yeğenine çıkışıyor:
- Sen! Öyle bir Allah dostunun vermiş olduğu mühim evradı, nasıl olurda ihmal edersin. Ben geçen hac mevsiminde " Beytullah"ı temaşa ederken büyükçe bir top cesametinde, bir nur'un ağır ağır Beytullah'ı tavaf etdiğini müşahede etdim.Bu nur'un altında bir Allah dostunun olduğunu tahmin ederek tavaf mahalline yaklaşdım. Bir de gördüm ki bu nur'un altında bedenen zayıf, nahif ve nâzik fakat gayet mehabetli bir şahsın, vakar ve huşu içinde, refikleri or-
tsında tavaf etdiğini gördüm ve soruşdurdum. O gördüğüm, güzelliğini tarif edemiyeceğim şahsın, kibar-ı ehlullah-dan Adana'lı Sultan-ül- Arifin Mahmûd Sâmî Ramazanoğlu hazretleri olduğunu öğrendim, deyerek yeğenini intibaha yani gafletden uyanmağa davet etmişdir.
Muhammed Harrani
Manevî vazifelilerden idi. Aslen Urfa'lı olup Şam, Urfa ve Bursa'da herkes tarafından tanınırdı. Keşfi açıkdı. Soruların cevablarını kolaylıkla verirdi. Kendisinin manevî halini gizlemek için , bazen lüzumsuz kelimeler sarfederdi. Ziyaretçilerle senli benli konuşduğu halde muhterem üstaz hazretlerinin huzurlarında edebe dikkat ederlerdi. " Siz temkin ehlisiniz, halbuki bizler telvin ehliyiz. Sizin müstakar bir makamınız var, bizler ise öyle olamayız" derdi.
İstanbul'da vefat etmişlerdir. Mezarı Eyub Sultan kabristanındadır.
Takriben 1965 senelerinde Şam-ı Şerif'de hacca giden bir topluluğa şu sözleri söylemişlerdir:
- Siz Sâmî Efendiyi bilirsiniz. Ben arzı tanırım. Şarka, garba, kuzeye, güneye bakıyorum. Bu üstaz gibi Muhammedîyyü'l- meşreb bir veliyyi agâh-i dîl kimseyi göremiyorum . Bu zât asırlar içinde ender görülen bir zât-ı âliyyı- kadirdir, kıymetini biliniz."