Güzel ve Güzellik
Gözümüzü, gönlümüzü okşayan, ruhlarımızda heyecan ve takdir hisleri uyaran,
sonra gidip iç âlemimizde estetiğe dönüşen ve bize tarifi güç en tatlı, en
neşeli anlar yaşatan mefhum, mânâ, muhteva, manzara gibi şeyler ya da bunların
ihsas ve imtisas keyfiyetleridir güzellik. Böyle bir yaklaşımla konunun
çerçevesi biraz daraltılmış görülse de, bu da bir yorumdur. Eskiden beri,
bedîiyât (estetik) unvanıyla değişik anlayış ve görüşler açısından defaatle
üzerinde durularak farklı tariflere tâbi tutulan güzelliği, bundan sonra da,
varlık, tabiat ve insanı, hatta tabiat ötesini, sonra bunların birbirleriyle
münasebetlerini; her birerlerinin mânâ, mefhum ve muhtevalarını; bütününü birden
veya her birerlerini teker teker duyup zevk etme, zevk edip değerlendirme,
değerlendirip gerçek çerçevelerine yerleştirme yolunda kim bilir daha kaç defa
yorumlayacak, seslendirecek ve tariflere tâbi tutacağız. Onu şimdilik, geleceğin
bedîiyât üstadlarına bırakarak, biz burada sadece, kendi inanç, kendi duygu ve
düşünce dünyamızda, güzelden, güzellikten ne anladığımıza küçük bir-iki atıfta
bulunmak istiyoruz.
Bizim düşünce dünyamızda, her güzel nesne veya obje Hak güzelliğinin bir aynası
ve bir aks-i sadâsıdır. Öyle ki, gönüllerimizde takdir, sevgi, hayranlık ve
heyecan uyaran her manzara, her âhenk, her ses, her tenasüp, her motif O
Güzeller Güzeli'nin bir tecellîsi olması itibarıyla, duygularımız her zaman
O'nun solmayan güzelliğinin akisleriyle renklendiğinden, kendimizi hep
güzellerle ve güzelliklerle iç içe görür, fenâ ve zevalin kasıp kavuran
fırtınaları karşısında dahi sürekli bahar temâşâ ve duygularıyla yaşarız. Ve
yine böyle bir iç plân ve bakış zaviyesi sayesinde ölüm ve zevalleri yeniden var
olmanın yolu, sararıp solmaları daha taze renklere yürümenin köprüsü, bozulan
tenasüpleri de en baş döndürücü âhenklerin esası sayarız; sayar ve her zaman
kendimizi ebedî güzelliklerin gel-gitleri arasında hisseder; dolayısıyla da ne
hazanın ekşi yüzünü görür, ne yok olup gitmelerin karanlıklarına takılır, ne de
gidip geriye dönmemenin hasret ve hicranlarını duyarız. Aksine, imanın zatî
güzelliklerinin yanında, ümidin şahlandıran havasını soluklar; değişik
beklentilerin farklı dalga boyundaki televvünleriyle coşar; kalbî ve ruhî
beklentilerimize ulaşmanın biricik köprüsü diyerek salih amellere koşar; her
amelimizde ihlâs vesayetine ve ihsan murâkabesine sığınır; davranışlarımızı
bitevî güzel ahlâka bağlayarak Allah ve insanlarla münasebetlerimizde her zaman
içten, anlayışlı, şefkatli ve yapıcı olmaya çalışır ve düşündüğümüz,
hissettiğimiz, inandığımız, sonra da yerine getirdiğimiz bu işlerin hemen
hepsini, hayatımızın en olumlu yanları ve en güzel kareleri kabul ederiz. Bize
göre iman, ufkumuzu aydınlatan bir ışık ve beklentilerimiz adına da bir ümit
kaynağıdır ve ancak onunla yokluk kaynaklı kaoslar aşılabilir ve onunla bir ucu
gönüllerde, diğer ucu da gidip ebedî Cennet saraylarına dayanan bir mutluluğa
ulaşılabilir. İşte, bu güç ve enginliğiyle iman bizzat güzeldir. İnsan, ancak
onunla dağınıklıktan kurtulup tevhide ulaşabilir; Hakk'a yönelip endişelerden
sıyrılabilir ve dünya-ahiret saadetine erebilir.
Bunlar, hemen hepsi iç içe güzelliklerdir ve bu güzellikleri duyup zevk etmenin
sihirli anahtarı da imandır. İmana ulaştıran yollardan olması itibarıyla, kâinat
kitabının fasıl, bölüm ve paragrafları ya da bu koskoca meşherin varlık, eşya ve
hâdiseler unvanıyla değişik tezahürleri, değişik enstrümanları; sonra bütün
bunları değerlendirecek insan mantığı, insan düşüncesi; tabiî, tekvînî bu
hususların yanında, teşriî açıdan, yine imanla irtibatlı olup ona dayanan, onun
bağrında serpilip gelişen bilumum salih ameller, ahlâkî davranışlar, ümitler,
recâlar, ebedî var olma beklentileri de, imana ulaşmanın, onda derinleşmenin,
mârifete ermenin, muhabbetle gerilmenin, ruhanî zevklerle kendinden geçmenin
yolları ve semereleri olarak güzeldirler. Hatta temelinde iman, teslim ve
tevekkül olması açısından, dış yüzleri itibarıyla meşakkatli görülen bütün
ibadetler, sık sık maruz kaldığımız belâ ve musibetler; içine düşmeme cehdiyle
dişimizi sıkıp sabrettiğimiz günahlar ve mâsiyetler dahi -onlara karşı tavrımızı
iyi belirleyebildiğimiz takdirde- birer nisbî güzellik ifade etmektedirler.
Hakikî güzellik Hakk'a ait, kusursuz kemal de O'na "özgü" ve O'nun lâzımıdır.
Topyekün varlık, O'nun değişik tecellîlerinin birer farklı aynası, her nesne ve
her hâdisenin çehresinde temâşâ ettiğimiz mânâ, muhteva, parlaklık ve câzibe de
-aynaların kabiliyetine göre- O'nun güzelliğinin küçük bir parıltısı ve
varlığının zayıf bir ziyasıdır.
Her gece ışıktan söz ve beyanlarla hutbelerini dinlediğimiz yıldızlar, O'nun
öyle nurdan nâmeleridirler ki, sürekli bize göz kırpar ve O'na göndermelerde
bulunurlar. Pırıl pırıl mevcudiyetleri, aralarında ışık alış verişi ve ışık
oyunları, o koskoca cesametlerine rağmen fevkalâde uyumları, âhenkleri ve o
engin boşlukta sergiledikleri farklı şekilleriyle her zaman bize bin bir zevki
birden yaşatırken, gözlerimize-gönüllerimize iç içe renk, desen, şive ve
güzellikten ne kevserler ne kevserler içirirler!
Mehtap, o semavî büyüleyiciliğiyle kendine ayrılan belli zaman dilimlerinde,
hemen her defasında, ufukta tıpkı bir gelin gibi belirir.. yasemenlikte reftare
yürüyor gibi yumuşak yumuşak yürür.. bütün bir gece boyu nazlı nazlı hâlesine
oturur ve ışıklarıyla hislerimize oltalar salar.. çehresini tam gösterebildiği
hemen her gece, sürekli hayranlarına gamzeler çakar ve hassas ruhların
yüreklerini ağızlarına getirir...
Güneş, fecirle başlayan beklentilerimize her saniye ayrı bir ışık huzmesi ve
morun, kırmızının, pembenin, değişik tonlarıyla cevaplar verir; verir ve
başlarımızı döndüren bir ihtişamla ortaya çıkar. Yürüyüp gökyüzüne otağını
kurunca da, gözlerimizi kamaştırır, topyekün eşyayı o ışıktan, renkten
kollarıyla kucaklar, kendine yönelenlerin başlarını okşar.. ve bütün bir gün
boyu çevresindeki kürelerden, peyklerden, yeryüzündeki denizlere, göllere,
ırmaklara, ovalara, obalara; dağlara, ormanlara, bahçelere-bağlara; güllere,
çiçeklere ve insanlara kadar her şeye ve herkese kadeh kadeh renk ve ziya
içirir, sonra da tül tül renk armonileri içinde gidip guruba kapanır.
Denizler, dalga dalga köpürür, yıldızlarla selâmlaşır, ayla hasbıhâle geçer,
gel-gitler yaşar, güneşten gelen ziya dalgalarını bir ninni gibi algılar ve
beşik gibi sallanırlar, yer yer kendi sınırlarını aşarak sahillerle koklaşır ve
mağrur kayalara çarpıp homurdanır, aşılmaz tepelerle müsademeler yaşayıp
köpürdüğü aynı zamanda, bağrında beslediği binlerce canlıyı bir anne gibi
kucaklar.. onlara yumuşak yumuşak ninniler söyler ve onların yaşama arzularını
coştururlar.
Dağlar, o mehib edalarıyla her zaman ürperten bir görüntü sergiler ve
yüreklerimizi hoplatırlar. Ufuktaki hâlleriyle her zaman bizde, göklere bir
şeyler fısıldıyor hissini uyarır, sonra döner bulutlarla evcilik oynarlar; durur
havayı taraklar, yağmura bağrını açar ve suları konuk ederler; bakarsın kalkar
denizlere "dur" der, toprağı kucaklar, arkadan da o gururlu görünümlerine rağmen
toz-toprak olur, ayaklara yüz sürer ve toprak tabakasına dayelik yaparlar.
Çaylar-ırmaklar menfezlerinden her zaman bir sevdayla fışkırır, mehâbetle çağlar
ve sinelerimizde vuslat duygularını uyararak deryalara koşarlar; gidip denizlere
ulaşınca da, bu son durağı bir rampa ve rıhtım gibi kullanarak döner yeniden
yukarılara doğru yürür ve derken atılmış pamuk gibi atmosferde beyaz, siyah, gri
renklere bürünerek koca koca kitleler hâlinde seyahat eder dururlar; bazen de
başlarımızın üzerinde kuşlar gibi kanat gerer ve gönüllerimize serinlikler
serperler. Bazen de sağanak sağanak boşalır ovaya obaya; herkesin ve her şeyin
ateşini söndürürler...
Kuşlar, kuşçuklar, koyunlar, kuzular aramızdaki munis sesler, ormanlar ve
dağlardaki vahşi uğultular hemen hepsi bu iç içe armoniye ayrı bir ses ve
görüntü katar, ruhlarımıza tabiatın natürel nağmelerinin en nefislerini duyurur
ve farklı bir şive ile bizlere demet demet besteler sunarlar.
Evet semaların, her yana tebessümler yağdıran pırıl pırıl çehrelerinden, arzın
bin bir nakış, renk, desen ve işvesiyle gözlerimize gülen, gönüllerimize akan
füsunkâr simasına kadar her şey o kadar güzeldir ki, ötelere açık ruhlar,
gördükleri her nesnede âdeta ahiretin büyüleyen manzaralarından akisler müşâhede
ediyor gibi coşar, "Daha güzeli olmaz." sözleriyle hayranlıklarını ifade eder ve
bu iç içe güzellikler karşısında hep âşıkane duygularla dolup boşalırlar.
İnsanın kendisi ise, bütün bu güzelliklerde âdeta son nokta gibidir; evet
heykeli-hendesesi, maddesi-mânâsı, fiziği-metafiziği, düşüncesi-aksiyonu,
aklı-imanı itibarıyla insan, -eskilerin ifadesiyle- tam bir nüsha-i kübrâdır.
Hz. Ali'nin dediği gibi, "Avâlim onda pinhandır, cihanlar onda matvîdir ve onun
mahiyeti meleklerden de ulvîdir." Zerrede güneşi göstermek, damlada deryayı
duyurmak, çamurdan, balçıktan yaratılmış bir varlığı meleklerin mihrabı hâline
getirmek hangi hikmete bağlanırsa bağlansın, insanın, ilâhî sırları çözmek üzere
bir şifre, bir anahtar olarak yaratıldığı açıktır.
İşte biz, imanımız sayesinde, serapa bir güzellikler galerisi olarak topyekün
varlık ve hâdiseleri böyle bir mülâhaza ile değerlendirir ve her nesnenin, her
hâdisenin gülen yüzünde, dünyayı daha bir farklı duyar ve daha farklı zevk
ederiz. Hatta bazılarımız itibarıyla, bütün varlığı muhabbet çekirdeği etrafında
meczûbâne dönen elektronlar şeklinde algılar, feleği, meleği, yıldızları,
ayı-güneşi, yerküreyi, taşı-toprağı, otu-ağacı, hayvanı-insanı mest ü mahmur
görme hissiyle, kendimizi âdeta kâinat çapındaki bir "halka-i zikir" içinde,
hatta onun serzâkiri olarak temâşâ ederiz.
Evet, bu geniş dairede bir güzel sesten baş döndüren bir manzaraya kadar,
sinelerde takdir ve heyecan uyaran hemen her şey karşısında göz nurunu fikir
ziyasıyla birleştirebilmiş basiret erbabı, her nesne ve her hâdiseyi Yüce
Yaratıcı'ya imada bulunan bir rasat noktası gibi görebilir ve bu temâşâ
noktalarından mâverâîliğe açılarak hep "hüsn ü aşk" yamaçlarında dolaşabilir.
Zannediyorum, niyet ve nazarlarımızla, biz de, bu rasat noktalarının
pencerelerini biraz aralayabilsek, temâşâ edebildiğimiz her obje ve her hâdise
karşısında, duyacağımız değişik takdir ve hayranlıklarla gönüllerimiz hep aynı
heyecanı duyacak, anlama ve sezme ufkumuz değişerek ruhumuz farklılaşmanın
hazlarıyla kanatlanacak ve kendimizi semavîleşmiş gibi hissedeceğiz.
Aslında, bütün bunları duyup hissetmek çok da zor olmasa gerek. Bazen, iyi
dizayn edilmiş bir semtte, çevresindeki güzelliklerle iç içe bir mâbed.. onun
bir köşesinde, gönüllerimizi amudî olarak Hakk'a yükseltmenin remzi bir minare..
ve çıkılabildiği kadar en üst şerefesine çıkıldıktan sonra, imanımızı,
irfanımızı, aşk ve heyecanımızı "Sen büyüksün" sözleriyle ötelere haykıran bir
lâhûtî ses.. mihrabındaki derin bir hâl ve inilti.. tekye ve zaviyenin herhangi
bir köşesinden yükselen bir ney çığlığı, bir daire ya da başka bir enstrüman
feryadı, hayatı bir zevk zemzemesi içinde duyup yaşamak için yeter ve artar
zannediyorum.
Hatta, bazen güzel bir şiir, zengin bir nesir, ince bir motif, latîf bir tezhip,
gürül gürül bir kahramanlık destanı, iyi dramatize edilmiş bir hikâye, beşerî
heyecanlarımızı haykıran bir mûsıkî nağmesi bizi o kadar coşturur ve
heyecanlandırır ki, görüp duyduğumuz ses hevenkleri ve değişik objeler tıpkı bir
meltem gibi dört bir yandan ruhumuzu sarar, bizi büyüler, güzelliklerin sihirli
âlemine çeker ve bize ötelerden güftesiz-bestesiz ne nağmeler ne nağmeler
duyurur.
Ne var ki, bütün bu güzelliklerden duyup hissettiğimiz zevklerin, lezzetlerin,
heyecanların, takdirlerin kesilmeden devam etmesi ve bu ruhanî hazların da
yeniden elemlere dönüşmemesi, bizde bu hisleri uyaran unsurların hakikî
sahipleriyle irtibatlandırılmalarına bağlıdır. Yoksa, hiç beklenmedik bir anda
her şey biter ve bütün dünyamız yıkılır gider.. güneş batar, ay gurub eder..
yıldızlar zulmetlerin bağrına dökülür ve her yanı karanlıklar basar; basar da,
ruh iç içe kıyametler yaşamaya başlar. Bu durumda bütün zevk ve lezzetlerin
hasret ve hicrana yenik düşeceği açıktır. Hasret ve hicranla yıkılmış ruhların,
güzeli güzel görmeleri ve ondan heyecan duymaları ise imkânsızdır. Bütün
güzelliklerin her zaman duygularımızda solmadan taptaze kalmaları, zevk ve
lezzetlerimizin acılaşmadan devam etmesi; evet, çiçeklerdeki renklerin,
nağmelerdeki büyülerin, sanatkâr ellerin ortaya koyduğu sihirli eserlerdeki
revnakın hep canlı kalması, onların gerçek kaynaklarının görülüp sezilmesine
bağlıdır ki; o kaynağı bu ölçü içinde sezip bilenlerin, varlıkla alâkalı
duydukları bütün zevkler, lezzetler, heyecanlar ve takdirler aslî olmadan çıkar,
tebeî bir hâl alır ve artık bütün eşya ve hâdiselerdeki değişik tezahürler,
kendilerinden dolayı değil de, sahiplerinden ötürü görülüp sevilme konumuna
yükselirler. Evet, batıp giden şeyler, kalbin alâkasına değmedikleri gibi,
sevilmezler de. Bir şairimiz, bu duyguyu, Kur'ânî ufukla irtibatlandırarak şöyle
ifade eder:
Âfitâb-ı hüsn-ü hûbân akıbet eyler üfûl,
Ben muhibb-i Lâ Yezâlim, "lâ ühıbbü'l-âfilîn."
(Güneş gibi güzel yüzler de sonunda batar gider; bu itibarla ben, fâni güzelleri
değil, batmayan Ebedî Güzel'i severim.)
Aynı mülâhazayı Mevlâna, şu sözleriyle dile getirir:
"Allah'ım, Seni görüp, Seni tanıdıktan sonra, gözüm artık dünya güzellerini
görmez oldu."
Evet, maddî ve cismanî güzellikler, nazarları Güzeller Güzeli'ne yönlendirmek
için sadece birer vesiledirler. Vesilelere takılıp kalmak ise, hedef körlüğüne
düşmek, varılacak noktayı unutmak, ömrü mecazî muhabbet ve alâkalarla tüketip,
hakikate karşı kapalı kalmak demektir. Aslında böyle bir tıkanmanın yaşanmaması
için Yüce Yaratıcı, bizi Kendisi'ne götüren yolların sağına-soluna kendi
güzelliğinden ışıklar, renkler, tenasüpler, sesler, soluklar, nağmeler
serpiştirmiştir ki, yoldakiler hem yol yorgunluğunu duymasın, hem de asıl hedefi
unutmasınlar. Yol boyu göz ve gönüllerimize ilişen bütün bişaret televvünlü bu
işaretler, Huda'nın ışıklarla, renklerle şekillendirip gözlerimizin önüne
serdiği O'nun âyetleri ve apaçık şahitleridir, ama, bakış zaviyesini
yakalayamamış ya da inkâra kilitli ruhlar için bunlar birer fitne, birer iptilâ,
âriye güzellikleriyle birer mecazî mahbubdurlar ve maalesef vuslat vesilesi
olarak yaratılmışken, birer hasret ve hicran saikine dönüşmüşlerdir.
Oysaki, düşünebilenler için sevmenin de, aşkın da, iştiyakın da, kalbî alâka ve
irtibatın da esası, bizim güzellik diye değişik şekil ve suretlerde gördüğümüz
her şey, çok perdelerden geçmiş ve biraz da aynaların kabiliyetlerine göre
farklı mahiyetler almış Hakk'ın güzelliğinin gölgesinin gölgesidir. Her
güzelliğe karşı duyulan hayranlık hissi de, aslın büyüsünün gölgeye aksetmesi
gibi bir şeydir. Asıl-gölge, esas-tâbi fark edilebildikten sonra, küll hâlinde
veya parça parça varlığa karşı hissettiğimiz alâka da mahzursuz sayılır. Bu
açıdan da, hem gölgeye hem de tâbi olana güzel nazarıyla bakabiliriz. Zira,
güzellere tâbi olanlar da güzeldir ve her güzellik, onu duyan âşıkları,
sevgiliye ulaşma arzusuyla coşturan bir nâme, bir mesaj, bir fısıltı, bir sinyal
ve bir çağrıdır. Evet, bazen bir ses, bir renk, bir desen, bir şive gözlemcide
müthiş bir özlem ve iştiyak ateşi tutuşturur. Ağyâr araya girmezse, bu ateş
zamanla alev alev bir aşka dönüşür ve cayır cayır onu yakmaya başlar; başlar
ama, bir kor hâline gelmiş bu sermest ruh; "Yakan Senin ateşin olduktan sonra
ocaklar gibi yansam da gam izhar eylemeyeceğim; elverir ki, vefa bâbında
dolmasın gözlerim hicrandan ve cüdâ kalmayayım yâr kapısında Cânân'dan." der
inler.
Bazen hemen hepimiz kalbimizin derinliklerinden fışkırıp bütün benliğimizi saran
ve ruhlar âlemindeki maceralardan iz, işaret ve ima taşıyan öyle derin duygular
anaforunda hissederiz ki kendimizi; her şey silinir gider gözümüzden ve
gönlümüzden, derken ufkumuzda sadece bir hüsn-ü mücerret (soyut güzellik) kalır
ve kulaklarımız aşk u vuslat gürültüleriyle dolup taşmaya başlar. Güzellik ve
aşkın iç içe girdiği böyle anlarda, ruh, o kendine mahsus görme, duyma,
hissetme, yaşama kabiliyetleriyle, gördüğü hemen her nesne ve her hâdisede
sadece aslı duyar, özü hisseder ve kendine ait sistemleriyle, bütün görmeleri,
bilmeleri, duymaları, değişik istihalelerden geçirerek hakikatlerine ulaştırır..
ve Gazzâlî'nin ifadesiyle, "akl-ı meâd"ımıza, Mevlâna'nın deyimiyle de, "semavî
idrak"imize sunar.
Bu itibarladır ki, gördüğü zâhirî güzellikleri, ruh sistemiyle rafine etmeden
onlara dilbeste olan bir kısım natüralist veya materyalistler, mücerret
tecellîye takılıp kalmış, zevki de, heyecanı da daraltmış ve zaman-mekân üstü
olanları, zamana, mekâna sıkıştırarak kendi ufuklarını karartmışlardır. Oysaki
bütün güzellikler, bizi bizden alıp aşkınlığa yükseltmek, maddenin dar
mahbesinden kurtararak, kaynağın enginliğine ulaştırmak için vardır.
Her insan, şöyle veya böyle ortaya koyduğu bir eserde, hemen her zaman kendini,
kendi duygularını, iç zenginliğini, yorum kabiliyetini ve tefsir ufkunu sergiler
ki, bu, aynı zamanda hem varlığı ve tabiatı, hem de varlık ve tabiatın
mâverâsını bir iç sezi prizmasından geçirerek, yeni bir çerçevede temâşâ
edeceklerin müşâhedesine sunmak demektir. Hakk'ın, Kendi eserlerini, ışıkla,
renkle, mânâ ile, muhteva ile resmederek, Kendi'ni tanıtıp sevdirmek, Kendi'ne
ulaşmaya vesile yapmak için hazırlayıp vicdanlarımızın önüne serdiği gibi,
bizler de, O'nun izni dairesinde, varlığa müdahalede bulunma, bediî zevkimize
göre onu yeniden şekillendirme sorumluluğuyla bu dünyaya gönderildiğimizden,
ortaya koyacağımız eserlerimizle, bir yandan kendi şuur, kendi idrak ve kendi
hislerimizi ifade ederken, diğer yandan da, varlık, eşya ve insanın
yaratılmasıyla anlatılmak istenen ledünnî gerçeklere tercüman olma durumundayız.
Bu konuda, kâinat da, hâdiseler de, meşk edilmek, kopyası alınmak için en iyi
örnekler sayılırlar. Ancak, örnek ne kadar mükemmel olursa olsun, yine herkes
duyup değerlendireceği objeleri, kendi istidadı çerçevesinde resmedecek,
seslendirecek ve yorumlayacaktır. Charles Lalo, estetikle alâkalı bir
mülâhazasında: "Güneşin battığı sırada gurubla meydana gelen o müthiş tablo, bir
köylünün zihnine hiç de estetik olmayan akşam yemeği düşüncesini getirir; bir
fizikçinin aklına ise, ne güzel ne de çirkin, sadece doğru ya da yanlış olması
muhtemel bir işin analizi düşüncesini uyarır. Bu itibarla, güneşin batması,
sadece güzelliği hisseden insanlar için güzeldir." der. Evet, varlığın bağrına
serpiştirilmiş güzellikleri de ancak, Hakk'ın duyurmasıyla duyan, anlatmasıyla
anlayan gönül erleri görür. Zira onların; gören gözleri de, duyan kulakları da,
hisseden vicdanları da her zaman ötelerin renkleriyle tüllenir. Bir mârifet eri,
bu mazhariyeti şu üç-beş kelime ile ne hoş ifade eder:
Kendi hüsnün hûblar şeklinde peyda eyledin,
Sonra dönüp çeşm-i âşıktan temâşâ eyledin.
Göğsü her zaman aşk u iştiyakla inip kalkan, nabzı da sürekli vuslat arzusuyla
atan müştak bir sine, yürüdüğü yolun her menzilinde Sevgili'den değişik
işaretlerle karşılaşır. Evet o, doğan Ay'dan, batan Güneş'ten, göz kırpan
yıldızlardan, rengârenk tabiat meşherlerinden, esen yelden, yağan kardan,
başımızdan aşağı dökülen yağmurdan ve melekler gibi süzülüp göklere yürüyen
buhardan aldığı mesajlarla, hemen her adımda, vuslat koyuna gireceği heyecanını
duyar; duyar ve göz-gönül birliğine ulaşmış bir sevdalının duygularıyla, "Her
yerden herkes, Senin güzelliğini temâşâ için koşup geliyorlar ve o eşsiz
Cemalinle naz naz üstüne cilvelerle salınıyorlar. Aşağıdan, yukarıdan her
varlık, dellâllar gibi âvâz âvâz Seni haykırıyor ve Senin nakış nakış
güzelliklerinin akisleri olarak keyiflenip oynuyorlar." (Bediüzzaman) der, eşya
ve tabiata bakar ama, hep öteleri temâşâ eder. İşte bu nokta, hem bir aşk,
iştiyak, hem de bir alâka noktasıdır. Ama, böyle derin bir mülâhaza, bu yazının
hacmini aşacağı da açıktır.
Yağmur, Temmuz-Eylül 1999, Sayı 4