AYET VE HADİSLERLE ESMÂÜ'L-HÜSNA
Gönül Açan, Ruhu Arıtan Mübarek İsimler
Allahü Teala'nın Güzel İsimleri
Esmaü'l-Hüsna'nın Kula Kazandırdığı Ma'nâ
I- Ulûhiyyete Mahsus Sıfatlar:
Allah İsm-İ Şerifinin İsm-İ Cami’ Olması
Allah İsm-İ Şerifinin İsm-İ A'zam Olması
Ey nihayetsiz kudret ve kemâl sahibi olan Allah'ım! Senin mübarek ismini anarak söze başlıyorum. Çünkü senin ismin dudağa tat verir, senin ismin kalbe şifa ve safadır. Alemde zerre küre ne varsa, herbir güzel isimlerinin tecellilerine mazhardır. Beni de bu yolda rahmetinin tecellisine mazhar et.
Sana hamd eder, her işimde Senden yardım dilerim. Benim kırık dökük sözlerimi, Velî kullarının uğurlu sözleri gibi gönül uyarıcı ve ciğer yakıcı eyle. Batıl bir söz söylemekten beni muhafaza buyur. Göklerin, yerlerin ve bütün âlemlerin sultanı sen olduğun gibi, sözlerin sultanı da yine sensin.
Ey hamd, şükür ve senanın tek sahibi.
Ey şeref ve yücelik sahibi.
Ey iftihar ve güzellik sahibi.
Ey söz ve vefa sahibi.
Ey af ve rıza sahibi.
Senden af ve rıza talep ediyoruz.
Ey bir damla suya perî gibi güzellik veren Rabbim! Senin güzel isimlerinin bahçesinden güller demetlemek ne hoştur. Kimse seni kemaliyle bilmeye kadir değildir. Bu yolda akıl ayağı çamura batıp kalır. Ama sen bir kulunun elinden tutarsan ona yollar açılır, sen perdeyi aralarsan hikmetler zahir olur. Ben yalnız senin katından ümitliyim. Sana sadece iyiler iltica etmez, günahkârlar da senin kullarındır. Sen yalnız iyilere ikramda ihsanda bulunacak olsan, mücrimler kime gidip yalvaracaklar?
Yâ Rabbi! Senden daima muradım yine sensin!
Salât ve selâmın en güzeli cenâb-ı Muhammed Mustafa üzerine olsun.
Ey Hâlik-ı Zîşanım! Ezelden ebede kadar malûmat-ı ilâhîyen adedince efendimiz ve sultanımız Muhammed'e, âl ve ashabma salât ve selâm olsun.
A dostlar!
Bir düşününüz ki bir zamanlar biz yoktuk. Yerler, gökler, yerlerde göklerde olanlar da yoktu. Hattâ zaman bile yoktu. Bütün bunları Cenâb-ı Hak vücuda getirdi.
O bir şeye “Ol!” deyince, o şey hemen oluverir. Onun kereminin rüzgârı taşları ayna yapar. Bütün âlem dolusu halk O'nun kerem sofrasmdan rızıklanır. Toprak altındaki âciz karıncanın rızkını O takdir ettiği gibi, filin yiyeceğini de yine O hazır edip verir.
Yılanda zehri, arıda balı, denizlerde inciyi, kuru dallar üstünde kırmızı gülleri hep O yaratır. O'nun kudretine bir sınır, bir nihayet yoktur. Evet:
Karıncaya mide, pireye kanat.
Ol deyince oluverir o saat!
Dahası var: Gözle görülmesine imkân olmayan küçük mikropçukların midesini, dişini, gözünü O vücuda getirir. O kadar ki, zerreden yüz kat küçük bu mikropçuklar koca koca adamları devirir, yatağa düşürür. Bütün bunlar O'nun mübarek isimlerinin başka başka tecellileridir.
Her varlık O'nun isimlerinin gülistanından nasib alır. Kimde kudret vardır ki, O'nu tam olarak bilsin... Ancak herkes kendi ilmi kadar ve Allah'ın kendisine bildirdiği kadar bilebilir.
Bu hususta peygamberler de O'nun ilmine muhtaçtırlar. Gönüllerine ne vahyedildi ise bildikleri sadece odur. Yine herkesin marifeti dahi bir değildir.
Resûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimizin Allah bilgisi ile ümmetinin bilgisi elbette bir olamaz. Hattâ bütün insanlık âleminde O'nun ufkuna erişecek kimse de yoktur. Öyle olduğu halde Sultan Nebi çok kere:
“(Ey Rabbim!) Seni hakkıyle bilemedik!” derlerdi.
Akıl şimşeği onun vasfının eteğine el eriştiremez. Eşi, benzeri, misli olmayan, mülkünde tek olan Cenâb-ı Hakk'ın künhüne erişilmesi imkânsızdır.
Cebrail (a.s.) bile O'nun kudret ve Celâli karşısında hayrete düşmüştür. Çünkü Cebrail'in Rabbi de O'dur. Arş da O'nun hükmüyle durup dinlenir. Cennetler de O'nun rahmetinin güzelliğinden sadece bir daldır.
O'nun celâl şimşeği âlemin teline bir dokunacak olsa hiçbir şey hayatta kalmaz. O daima hükmünde galibdir. “Rahman” sıfatının tecellisi olarak verir de verir. Bu mü'min, bu kâfir demez. O'na bütün mahlukatı doyurmak ve rızıklandırmak güç gelmez. Bir anda binlerce mahlûku yok etmek veya yoktan var etmek de güç değil. O sadece “Ol!” der, O'nun murâd ettiği şey hemen vücuda geliverir.
Kur'an-ı Kerim bize şunu haber veriyor:
“(Allah) hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir.” [1]
İşte gönülleri hikmet nuru ile doldurulan kimselerle hikmetten mahrum kişilerin O'nu bilmesi bir olmaz. O'nu bilmenin mektebi İslâm'dır. Ve o medresenin muallimi nebiler sultanıdır. Ve O'nun kitabı Kur'an'dır.
Kur'an-ı Kerim bize Vahdet bahçesinden öyle kapılar açıyor ki akıllar hayretinden parmağını ısırır. O'nun kudret ve azameti akıl dağlarını titrettiği gibi, bu yolda vehim kuşuna da geçit yoktur. Yani onun büyüklüğü her şeyi âciz bırakır.
Evet:
Zât-i ehadiyyeti nasıl kavrarız ki biz?
Vehim kuşuna yol yok, akıl şimşeği âciz!..
Rabbi kerîmine karşı Resûl-i Kibriya'nın bir niyazı vardır ki hakikatin tâ kendisidir. Rahmet Nebi (s.a.v) izhâr-ı ubûdiyyet eyleyerek şöyle dedi:
“(Ey Mâbud-i Zîşanım!) Ben, seni, lâyık olduğun veçhile sena edemem. Sen, kendini nasıl sena etti isen öylesin.”[2]
Gerçekten öyledir. Allahü Teâlâ nebilerinin, velîlerinin ve dostlarının gönüllerini açar, ma'rifetinin nurunu o kalblere indirir ve O nur ile onlar rablerini bilirler. Yani kendilerine ne kadar ilim ve hikmet verildiyse bilgileri o kadardır. Veliler serdârı Şâh-ı Nakşibend (k.s.) demiştir ki:
“Kalblerin büyüklüğü aslında birdir; lâkin onlardaki ma'rifetlerin büyüklüğü başka başkadır.”
Vahye mazhar olan Nebiyy-i Zîşan efendimizin kalbindeki ma'rifetle diğer insanların bilgisi elbette bir olamaz. Arslanın pençesi ne kadar kuvvetli olsa da gökte uçan şahine erişme ihtimali yoktur.
Diğer insanlara karşı nebiler ve velîler de böyledir. Nebiler vahyin bereketine mazhardır. Velîler dostluk kâsesinden ma'rifet nuru içmişlerdir. Yine de herkesin aldığı mesafe bir değildir. Şu çarpıcı levhaya bir bakınız:
Zamanın ulusu ve Ehl-i Sünnet imamlarının övüncü Ahmed bin Hanbel Hazretleri, çok kere Bişr-i Hafî (k.s.)'yi ziyarete giderdi.
Bir adam, bir gün büyük imamı Bişr Hazretlerinin huzurunda gördü de dedi ki:
“Ey zamanın İmamı, ey din yolunda kendisine uyulan! Sen bilgi sahibi bir insansın. Hadis ve sünnette seni kimse geçemez. Senden daha bilgili adam âleme ayak basmaz artık. Fakat burada, şu çıplak ayaklı dervişin yanında işin ne senin? Hiç lâyık olur mu ki sen ona gelesin?”
İmam Ahmed (k.s.), yanağına tombul bir gülücük kondurup:
“A kişi, dedi, evet, ben hadis ve sünnette ödülü kaptım. Bilgim onun bilgisinden çok, ilmim onun ilminden ileri... Ben her şeyi ondan iyi biliyorum. Ama o, Allah Teâlâ'yı benden iyi biliyor!”
İşte bütün mes'ele... İnsanlardan, çok kimseler vardır ki, Allah'a iman ettim dediği halde, Allahü Teâlâ'nın sıfatlarında hataya düştüğü için helak olmuştur.
Kur'an'ın, sünnetin ve İslâmın dışında O'na varacak bir yol yoktur. O'nu bilmenin mektebi de sadece İslâm'dır. Müslüman, imanın mihverinde, Kur'an'ın gölgesinde, sünnetin bahçesinde O'na yol bulacaktır.
O'nun Zât-ı Kerîmini düşünmek yasak edilmiştir. Çünkü hayalimize gelen herşey mahlûktur, hayâl de öyle... O'nun yaratıklarına bakmak kâfi... Yaratan hiç yaratılan gibi olur mu?..
Koca şair ve büyük âşık Fuzûlî öyle söz eder ki, artık ben ne diyeyim?
“Amma çü sana kadîmdir zât
İdrâk sana yeter mi heyhat
İdrâkimize kemâl-i hayret
Tevhidine bes durur delâlet
Endîşe-i zât kılmak olmaz
Bilmek bu yeter ki bilmek olmaz.”
(Ama senin zâtın kadîm olunca, seni kavramak mümkün mü?
Ne yazık! Seni kavrayabilmedeki şaşkınlığımızın büyüklüğü senin bir oluşuna yeterlidir.
Senin zâtını düşünmek olmaz.
Seni bilmenin imkânsızlığını bilmek yeter.)
O'nun muhabbetinin deryasına yelken açanlar işte böyle hayrete düşmüşlerdir. Asıl hayret edilecek şey ise kafası olup da aklı olmayan bazı insanların O'na eş-ortak koşmalarıdır.
Sesimizin son perdesiyle haykıralım ki: O'nun eşi, benzeri, mülkünde ortağı yoktur. O'nun sonsuz kudreti karşısında dağlar eteklerini suya daldırıp kalmışlardır.
Evet: Yerlerin, göklerin, Arş'ın sahibi, bütün âlem halkının Rabb-i Kerimi O'dur.
O, “Ol!” deyince ateş üstünde güller destelendi, yokluktan varlık husule geldi. Nice yokları var etmek, nice varlıkları da yok etmek O'nun için pek kolaydır.
Âlemde dönüp duran bütün hâdiseler O'nun “Esmaü'l-Hüsnâ” sının tecellisidir. İnsan O'nu bu sıfatlarla tanımaya çalıştı mı ilâhî ma'rifete mazhar olacaktır. O'nu tanıdıkça, O'na karşı sevgi ve muhabbeti de artacaktır...
İşte bu küçük eser, inşaallah İlâhî muhabbetlere kapı açacak, O'nun güzel isimlerinin ikliminde muhabbet balı akıtan arılar gibi kanat vuracaktır.
İslâm büyükleri, Allah'ın velî kulları ve söz sultanları, eserlerinin başına mutlaka münâcaat koymuşlardır. Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim dahi Allah Teâlâ'ya hamd ve münâcaatla başlamaktadır. Zaten O'na açılmayan eller ve gönüller her şeyden mahrumdur. Dünya sultanlarından bir şey talep edildiğinde çok kere kızarlar, halbuki Allah Azze ve Celle kendisinden istenmeyince gadap eder. Kul, O'ndan ne kadar çok dilekte bulunursa rabbi de onu o kadar çok sever.
Ben, O'nun keremine güveniyor ve O'na el açıyorum.[3]
Yalnız sana kulluğum, sana benim niyazım,
Kudretinin eseri, ey Rabbim, alın yazım!
Garîb kime baş vurur, sensin tek dost, sensin yâr,
Kul seninle huzurlu, kul seninle bahtiyar!..
Sen ezelî mahbubsun, değil ki yeni sevdim,
Tâ “Kalû Belâ” da ben, ey Rabbim, seni sevdim!
Senin kerem bulutun, çiçeğime verir su,
Zaman boyu eksilmez: Kuş sesi, gül kokusu!
Sensin ebedî sultan, muhtaç vezîr, şah sana,
Kulluğu devlet bilir, nice padişah sana!
Nimetlerin sayısız: Hurma, zeytin, dut senin,
Bizim her zerremizde rahmetin mevcut senin!..
Alemde sünbül, çemen, sen dilersen var olur,
Nerde görülmüştür ki, ustasız duvar olur?
Yerler, gökler, güneşler, hepsi senin îcâdın,
Zerrelerin nabzında çarpıyor kudsî adın!
Akıl, idrak hep âciz, künhüne varmak muhal,
Senin vahdaniyetin zâtına mahsus bir hâl!
Mülk senindir, harnd sana, sensin Ma'bûd-ı Zîşan,
Kâinatın nizamı bir olduğuna nişan!.. [4]
Yâ Allah, Yâ Rahman, Yâ Rahîm, Yâ Alîm, Yâ Halîm, Yâ Azîm, Yâ Hakîm, Yâ Kadîm, Yâ Mukîm, Yâ Kerîm!..
Senin güzel ve mübarek isimlerinle sana iltica ediyorum. Sana ilticadan gayri her şeyin beyhude dönüp dolaşmak olduğunu bilmeyi nasib et. Resûl-i Ekrem (s.a.v)'e inzal buyurduğun kitabında zât-ı kerimine nasıl duâ edeceğimizi bize öğreten sensin. Zaten hiç kimse senin öğrettiğinden başkasını bilemez.
Ey meded isteyenlerin mededkârı olan rabbim! Takdir kaleminin yazdığı belâları bizden geri çevir, bize güzel isimlerin hürmetine hayırlı bir sabah ihsan buyur. Ve kördüğüm olan talihimizi açıver. Çünkü yollar açan, kapılar açan da ancak sensin.
Senin şu emrin başımızın tacıdır. Biz emrine boyun eğip sana güzel isimlerinle iltica ediyoruz.
Seni ve senin isimlerini senden daha iyi bilen kimdir ki? Kerîm kitabında bize şöyle ferman erişti:
“En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bu isimlerle duâ edin.” [5]
Evet. En güzel isimler Allahu Teâlâ'ya mahsustur. Bütün kemâllerin sahibi O'dur. O'nun kudret ve kemâlini kavramak imkânı yoktur. O, öyle ulu, öyle yüce bir pâdişâhtır ki, bazı dağların içini ateş ve lâvlarla doldurmuş, ağızlarını kerem ipiyle bağlamıştır. İpi çözecek olsa, dağlardan ateşler fışkırır, âlem cehennem derelerine dönerdi.
O'nu bilmek, O'nun muhabbetinin denizine akmak, O'nun kulluğu ile taçlanmak herkese nasib değildir. Ancak îman ve ihlâs sahipleri bu devlete ermişlerdir.
O'nu bilmek. Ama nasıl? Bu, O'nun isimlerini ve sıfatlarını öğrenmekle olur,
Herşey, ama herşey O'nun kudret elindedir. Gördüğümüz ve görmediğimiz, bildiğimiz ve bilmediğimiz bütün varlıkları o vücuda getirmiştir. Lâlenin başına kına yakan O olduğu gibi, güneş aynasına cila süren de O'dur.
Kâinat kuşu, yolunda kanat çırpar; deniz, aşkıyla köpürüp taşar; tufanlar, fırtınalar, rüzgârlar, yıldırımlar, şimşekler, bulutlar emrine râm olur.
Yani yerde gökte hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O'nun dilediğinden, takdir ettiğinden başkası vücuda gelmez.
Birine Yusuf güzelliği, birine Süleyman mülkü, birine Davud nağmesi, birine Eyyûb derdi ve sabrı, birine Nuh ömrü, birine İsa nefesi, birine Mustafa aşkı vermek hep O'nun kudret elindedir. Bir şeyi yaratmayı murâd ettiğinde, melekler, insanlar, cinler ve bütün âlem karşı çıksa, yine O'nun dediği olur ve o şey hayat bulur.
Bir kimse Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve azametinin nihayetsizliğini kavradı mı O'na karşı gönlünde bir sevgi yumağı düğüm olur, ruhu bu bilgiden haz duyar ve hep O'nun kulluğuna koşar.
İşte “Esmaü'l-Hüsna” kula bu doyumsuz zevki tattıracak, Rabbini kemâl sıfatlarıyla öğrenmenin kapısını açacaktır. Malumdur ki, hiç kimse dünyaya kendi gayretiyle ve arzusuyla gelmemiştir. Herkes Allah Teâlâ'nın rahmetiyle hayata mazhar olmuştur. Bu dünyadan gidişimiz de yine O'nun elindedir. Çünkü hayatı veren de O'dur, ölümü takdir eden de O!..
O'nun kulluğundan baş çevirenler yarın başlarına neler geleceğini göreceklerdir. Allah'ı bırakıp fânileri İlâh edinenler de öyle.
Bilirsiniz ki, âlemdeki insanlar başka başkadır. İşte insanların sevgileri de başkadır. Kişi sevdiğinin ismini dilinden düşürmez. Âşık, maşukunu anmazsa ona âşık demek abestir.
Bizi Allah bilgisine, Allah muhabbetine ve Allah aşkına götürecek şey Esmâü'l-Hüsnâ'dır. Çünkü o güzel isimleri öğrenmekle Allah bilgisi kazanılır. O bilgi ise Allah sevgisinin kalbe düşen tohumudur.
Kalblerde ma'rifet fidanları boy verince, can kuşu Allah aşkına kanat açar. İnsan Mecnun'dan ibret alır. Bir mahlûkun sevgisi Mecnun'u bu hale getirirse, Allah aşkı insanı nerelere ulaştırır?
Mecnun dedi Leylâ'ya:
“Zannetme şaşkın beni,
Bir acâip eyledi âlemde aşkın beni”
Evet: Leylâ'nın zülfünün ucunu kıvırıp kederli Mecnun'un boynuna zincir yapan da elbet Allah Teâlâ'dır. O'na hamd olsun.
Şimdi şu şiirin bize fısıldadığı nağmelere kulak verelim: [6]
Birdir, Tek'dir, Ezeldir,
Allah Azze Ve Celle,
Güzel, hem ne güzeldir,
Allah Azze Ve Celle,
Rahman, Rahîm, ve Rezzâk,
Azîz, Hakîm, Yüce Hak,
Vahîd- Vekil-i Mutlak,
Allah Azze Ve Celle,
Anlamaz mısın hâlâ?
Bir ebedî muallâ,
Kerîm, Aliyyü'1-a'lâ,
Allah Azze Ve Celle,
Duyar âhı, feryadı,
Dillerde tatdır adı,
Muratların muradı,
Allah Azze Ve Celle,
“Ol!” der, canı var eder,
Hep kendine yâr eder,
Kulu bahtiyar eder,
Allah Azze Ve Celle,
Kudretine yok hudut,
Yaratır zeytin ve dut,
Zahir, her yerde mevcut,
Allah Azze Ve Celle,
Övgüde ne desen az,
Düşün ve fikret biraz,
Akla, hayâle sığmaz,
Allah Azze Ve Celle,
Hükmeder dağa-taşa,
Aklını devşir başa,
Seni görmez mi hâşâ?
Allah Azze Ve Celle, [7]
Cihan mülkünü Âdem'in nesli dizisiyle zînetlendiren, onlara peygamberler gönderen, Kitap indiren yüce Allah Kerîm kitabında buyuruyor ki:
“Allah o (Allah) dır ki kendisinden başka hiçbir İlâh yoktur. En güzel isimler O'nundur.” [8]
Ay yüzlü mânâ kahramanı Ebû Hüreyre (r.a.)'den nakil: Resûlüllah (s.a.v) buyurdular ki:
“Şüphesiz ki, Allahü Teâlâ'ya mahsus doksan dokuz isim vardır. Her kim bu (güzel) isimleri ihsâ eder (sayar, ezberler ve dilinin tesbihi haline getirirse) Cennete girer.” [9]
Evet. Âlemde herkes cenneti ister, fakat herkes cennete götürecek yolları bilemez. Kişi kendisine bir rehber edinmeden yola düşerse menzile varamaz.
Gittiğin yol olmalı, nebî ve ermiş yolu,
Peygamber-i Âlîşan sana göstermiş yolu!..
İşte nebiler sultanının bize tâlim buyurduğu güzel isimler:
Allah'ımızın bu mübarek isimlerine “İhsâ isimleri” denir. Bu isimleri hem ezberlemek, hem mânâlarını öğrenmek, hem saymak ve hem de dilin teshi hâline getirmek gerekir. Bu doksan dokuz isim dillerin virdi olunca, diller tatlanacak, gönül kapıları açılacak ve kalblere ma'rifet nurları akacaktır.
Cenâb-ı Hakk'ın sadece 99 ismi vardır denemez.
İhsâ isimlerini bildirmek için böyle denmiştir. Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah'ın bunlardan başka isimleri de zikredilmiştir. Yine başka rivayetlerde başka başka isimler de mevcuttur. Bizim bilmediğimiz, ancak Allahü Teâlâ'nın bildiği nice mübarek isimler vardır.
Yine Cebrail (a.s.)'in Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.) Efendimize vahy ile getirdiği ve “Zırhını çıkar, bunu oku” ediği Cevşenü'l-Kebir'de yüzlerce isim bulunmaktadır. Bunun zayıf bir rivayet olduğunu söyleyenler var ise de, orada zikredilen isimlerin bir nicesi zaten Kur'an-ı Kerim'de de mevcut.
Bir mübarek âyette Allah (Azze ve Celle) şöyle buyurmaktadır:
“(Habibim) De ki: “İster Allah dîye duâ edin; ister Rahman deyin. Hangisini deseniz, en güzel isimler hep O'nundur.” [10]
O güzel ve mübarek isimler zikredilince manevî kazanç da ona göredir. Kur'an-ı Kerim'de binlerce âyet var. Ama içinde Allah'ın güzel isimleri bulunan âyetleri okumak fazilet bakımından çok çok ileridedir. Hatta İhlâs sûresini üç defa okumak, Kur'an'ı hatmetmeye denk tutulmuştur. Neden öyledir? Çünkü o sûrede Allahü Teâlâ'nın güzel isimleri ve yüce sıfatları zikredilmekte; O'nun hiçbir şeye denk olmadığı, bir ve tek olduğu, O'nun künhüne erişilmesinin imkânsızlığı dile getirilmektedir.
Yine Kur'an-ı Kerim'in “Haşr” sûresinin son üç âyetini okumak mükâfat bakımından bulunmaz bir devlettir. Nihayetsiz olan mülkün seyyidi ve Kevser Havuzu'nun sahibi Cenâb-ı Peygamber (s.a.v.) buyuruyorlar ki:
“Kim sabahladığında üç kere (Eûzü biIlâhi's-Semî'ıl alîmi mine'ş-şeytânirracîm) diyerek Haşir sûresinin son üç âyetini okursa, Allah, ona akşama kadar yetmiş bin meleği (istiğfar etmek üzere) müvekkel kılar. O günde ölecek olursa, şehîd olarak ölür. Kim bu âyetleri gece okursa, aynı mertebe kendisine verilir.” [11]
İleride sırası geldiğinde tekrar izah edilecektir.[12]
Bir kere güzel niyet, kalb safası ve gönül uyanıklığı gerekir. Şuursuzca yapılan işlerin kimseye bir faydası dokunmaz. Ve ihlâs. İhlâs ile yapılan az bir amel ihlâssız yapılan çok amelden daha üstündür.
Allahü Teâlâ'nın güzel isimleri gönüllerde cennet çiçekleri husule getirecektir. Böylece Allah bilgimiz artacak, bilgimiz çoğaldıkça sevgi ve muhabbetimiz bizi kulluğun zirvesine ulaştıracaktır. Ama bu pek kolay ele geçmez. Bunun yolu zikr-i İlâhî'dir. Allah'ın velî kulları böyle keremlenmişlerdir.
Evet:
Yürekte aşk olmazsa perde kalkmaz aradan.
Tıkanır bütün yollar, denizden ve karadan!
İnci madeni hurda, bırak çakıl taşını,
Ey adam, gözünü aç! Kulu ile Yaradan!..
“Haşr” sûresinin son üç âyetindeki “Esmâü'l-Hüsnâ” yı okuduğumuz gibi, Yüce Allah'ın güzel isimlerini birbirine ekleyerek okumak caizdir.
Bunun aksine olarak her ismi diğerlerinden bölerek teker teker ve her birinin sonunda durarak okumak da yine caizdir. Yani öyle okunsa da böyle okunsa da makbuldür.
Yine bu güzel isimlerin başına (Yâ) nidası ekleyerek okumak da caiz. Meselâ:
“Yâ Allah, yâ Rahman, yâ Rahîm, yâ Melik, yâ Kuddûs, yâ Vedûd...” gibi. Çok kimseler ve çok velîler bunu tercih etmişlerdir. Hattâ Osmanlı hattatları bu mübarek isimleri “Yâ Fettâh, yâ Hayyü yâ Kayyûm” diye yazarak levhalar haline getirmişlerdir.
Bazı kere de şiirlerin sonuna “Esmâü'l-Hüsnâ” dan bir isim getirilerek ilâhîler yapılmıştır. Buna misâl olarak şu şiiri verebiliriz:
Nefs tenimde bir pusu,
Meded, meded, Yâ Vedûd.
Başımdan aşmada su,
Meded, meded, Yâ Vedûd.
Âlem senin, kul senin,
Yetîm, garîb, dul senin,
İşte bu yoksul senin,
Meded, meded, Yâ Vedûd.
Hayrette hep nazarım,
Yırtılır beyin zarım,
Balım vermez arım,
Meded, meded, Yâ Vedûd.
Gecemiz bilmez sabah,
Vah, bunca emeğe vah,
Sensin Rab, sensin İlâh,
Meded, meded, Yâ Vedûd.
Allah'ın arslanı ve evliyalar sultanı Hazreti Ali (r.a.) şu âdiseyi nakleder:
Bedir cengi vuku bulmuştu. Resûlullah (s.a.v.) ne yapıyor diye yanına geldim. Bir de baktım ki secdedeler. Secde esnasında durmadan: “Yâ Hayyü Yâ Kayyûm!” diyorlardı. Ben, birkaç defa harp sahnesine gittim geldim. O, aynı şekilde, hiç ilâve yapmadan rabbine böyle nida ediyordu. Fetih müyesser oluncaya kadar “Yâ Hayyü Yâ Kayyûm!” demeye devam ettiler.
Demek ki, Allahü Teâlâ'nın güzel isimlerini okuma şekli geniştir. Okumak güzel, ama kalb safası ve gönül uyanıklığı ile okumak hepsinden daha güzeldir. Bir kul ihlâs ile o mübarek isimlerin gülistanına kanat açtı mı artık başına rahmetler saçılacaktır. Bir de şu var:
Her ism-i şerifi okudukça “Celle Celâlühû” (Büyüklük ve yücelik O'na aittir) tazım cümlesini veya “Azze ve celle” cümlesini tekrarlamak bir edep ifadesidir. Kul rabbine karşı edepli olursa rabbi de ona mukabil rahmet nazarını esirgemez.
Mezhebimizin kurucusu İmam-ı A'zam Hazretlerinin nezdinde bulunan bir adam hikaye ediyor: Ebû Hanife ile altı ay bir arada kaldım. Onun bir kerecik ayağını uzatıp yattığını ve oturduğunu görmedim. Hep huşu halini muhafaza etmekteydi.
Evet. Sen rabbini görmüyorsun ama, O seni hep görüyor. İşte bu marifeti elde etmek mühim. Elbet bu kolay bir lokma değildir. Zaten kolay olsaydı herkesin bir şahin olması gerekirdi...
İnsanlar bir değil ki, güzeli var, hası var,
Hakk'a kul olanların bin türlü sevdası var! [13]
“Hüvallâhüllezî lâ ilahe illâ hû.”
“O, öyle Allah'dır ki, kendisinden başka (ibadete lâyık) hiç bir İlâh yoktur.”
Evet. O Allah (Azze ve Celle), bütün kemal sıfatlarını zâtında toplayan, varlığı gerekli ve ulûhiyet kendi hakkı olan yüce zâttır ki “La ilahe illâ hû” O'ndan başka İlâh, kulluk edilecek mâbud yoktur.
Yerler O'nun, gökler O'nun, ırmaklar, denizler, dağlar O'nundur. Mülkünde ortağı yoktur. Herşey O'nun kudret elindedir. O'na karşı durabilecek bir güç mevcut değildir.
“Er-Rahmân, Er-Rahîm, El-Melik.”
Çünkü O, Rahmân'dır, Rahîm'dir, Melik'tir. Cenâb-ı Hakkın azamet ve şanı dile getirildikten sonra, hemen sıfatları hatırlatılıyor. Dikkat ve nazarlar o cihete döndürülüyor ki, kul her lâhza O'nun keremine muhtaç olduğunu bilsin.
Aklı başında olan hiç kimse kalkıp diyemez ki “ben kendi yiğitliğimle âleme geldim.” Bütün yaratılmışların vücut bulması ancak Allahü Teâlâ'nın rahmetinin eseridir.
Yaratmak O'na mahsustur, ulûhiyyet yalnız O'nun hakkıdır. Aciz insanların elinden çıkan taş parçalarına veya bir yaratığa ulûhiyet isnat etmek felakete kapı açmaktır. Sonradan yaratılan bir şeyde mâbudluk hayâl etmek, Allahü Teâlâ'nın sonsuz kudretini ve kemâlini bilememenin neticesidir. Hatta Kur'an-ı Kerim bize haber veriyor ki, kıyamet gününde yüce Allah, Hazreti İsa'ya:
“Ey Meryem oğlu İsa, insanlara (Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki ilâh edinin) diyen sen misin?” [14] diye suâl edecek, o da “Sübhâneke mâyekûnü lî en ekûle mâleyse lî bihak = Seni tenzih ederim (Yâ Rab), hakkım olmadık bir sözü söylemekliğim bana yakışmaz.” cevabını verecek ve Ulûhiyyet hakkında Allah'a iftira eden hıristiyanlar ateş yurdunun yaranı olacaklardır.
Ey rahmeti, keremi sonsuz Rabbim! Şu anda biz sana, Resûl-i Kibriya (s.a.v)'nın dualarında söylediği gibi niyaz ediyoruz:
“Allah'ım! Çocuğa kefil olur gibi bana kefil ol. Göz açıp kapayana kadar (dahî olsa) beni nefsime bırakma, yüzümü sana çevirdim, sırtımı sana dayadım, senden sana sığınmaktan başka çâre ve kurtuluş yoktur.” [15]
Evet. O'nu bilen ve O'nu bulan neyi kaybeder ki?
Allah'tır en büyük kudret sahibi,
Bin âlem yaratır bu dünya gibi!..
Şimdi “Haşr” sûresinin son üç âyetine nazarlarımızı döndürelim. Zaten “Esmâü'l-Hüsnâ” nın giriş kapısı da o.
“O, öyle Allah'dır ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. (O) gizliyi de bilendir, aşikârı da. O, çok esirgeyen, çok bağışlayandır.”
“O, öyle Allah'dır kî kendisinden başka hiçbir ilâh yokdur. (O) mülkü melekûtun yegâne sahibidir. Noksanı mûcib her şeyden pâk ve münezzehdir. Selâm ve selâmetin tâ kendisidir. Emn-ü eman verendir. Her şeye nigehbandır. Gâlib-i mutlakdır. Halkın hâlini kemâl-i salâha götürendir. Büyüklükde eşi olmayandır. Allah (müşriklerin kendisine) katmakda oldukları her ortaktan münezzehdir.”
“O, öyle Allah'dır ki vücûda getireceği her şeyi hikmeti muktezâsınca takdîr edendir. Onları var edendir. Varlıklara suret verendir.”
“En güzel isimler O'nun. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nu tesbih (ve tenzih) eder. O gâlib-i mutlaktır. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.”
Görüldüğü üzere bu mübarek âyetler Sultan-ı ezelînin kudret ve azametini dile getirmektedir. Allahü Teâlâ'yı en güzel ve kemâliyle anlatan yine Allah'ın kelâmıdır. Akıllar O'nun fazlının eteğine el eriştiremezler. Âlemde O'nu en iyi bilen O'nun şanlı Resulüdür. O da kendisine ikram edilen vahyin bereketiyle bilmektedir ve:
“Ben Allah'ı en iyi bileninizim.” [16] demiştir. Yine sahabilerine karşı: “Siz benim bildiğimi bilseydiniz, az güler, çok ağlardınız ve yataklarınızda duramazdınız.” buyurmuştur. Kâinatın nuru ve Allah'ın sevgilisi, bu sözleriyle, “akılların idrak edemeyeceği, idraklerin ulaşamayacağı ve bütün mahlukatın ilimlerinin âciz olduğu” gibi lâfızlarla has bir mânâya işaret etmiştir.[17]
Daha evvelce de işaret ettiğimiz gibi Haşr sûresinin bu son üç âyetini okumak pek faziletlidir. Yine bu âyetlerin İsm-i A'zam olduğu da rivayet edilir.
Nihayetsiz olan mülkün seyyidi ve Allah'ın Resulü buyurmuşlardır ki:
“Kim gündüz veya gecede Haşr Sûresi'nin sonunu okur, sonra da o gündüz veya gecede ölürse, Allah ona cenneti vacib kılar.” [18]
Çünkü bu mübarek âyetler bize Allahü Teâlâ'yı kemal sıfatlarıyla anlatıyor. O'nun güzel isimlerinden desenler sunuyor. Onun nihayetsiz kudretini nazara veriyor.
Şimdi “Esmâü'l-Hüsnâ'nın gülistanından çiçekler demetlemek vakti geldi. İşte ilk isim: Allah (Azze ve Celle).. [19]
Zât-i keriminden başka hiçbir ilâh bulunmayan, tek ve benzersiz, bütün noksan sıfatlardan münezzeh, kâmil sıfatlara sâhib, ezelî ve ebedî hayat ile kaaim olan Cenâb-ı Hakk'ın has ismidir. Yani Zât-i Sübhânisine mahsus ism-i âlemdir. Ve sayılan isimlerin içinde İsm-i A'zam'dır.
Doksan dokuz ismin tuğrası, sultanı, serveri desek hata etmiş olmayız. Allah dediğimiz zaman bütün isimleriyle, saltanatıyla ve kemâl sıfatlarıyla beraber Cenâb-ı Vâcibü'l-Vücûda delâlet eder. Ve her şey o mübarek isimde cem edilmiştir.
O'nun muhteva ettiği mânâyı kemaliyle anlamak imkânı yoktur. Meselâ: Denizlere kol kol ırmaklar akar, ırmakların ucu denize kavuştuğunda ırmağın suyu denizde kaybolur. Yani deniz haline gelir. İşte diğer isimler de Allah isminin içinde böyledir. Çünkü Allah ism-i şerifi Zât-ı kibriyâ'nın özel ismidir. Yine Kur'an-ı Kerim'in en büyük âyeti olan “Âyetü'l-Kürsî” Allah ismi ile başlamaktadır. Kur'an-ı Kerim'de (2788) lâfza-i celâl mevcuttur.[20] İç gözlerine hikmet sürmesi çekilen Allah'ın velî kulları hep bu ism-i şerifi anarak yüceliklere kanat açmışlardır.'
Yine bu mübarek isme hürmet gösterenler İlâhî rahmete mazhar olmuşlar, kerametle taçlanmışlardır.
Şimdi şu hale bakınız:
Zünnun Mısrî (k.s.) bir gün kırlara çıkmıştı. Orada iki gözü kör bir kuş gördü. Kuş ağaçtan yere indi gagasıyla toprağı eşerek altın bir kutu çıkardı. İçindeki soyulmuş susamdan doyuncaya kadar yedi. Sonra yerden bir başka kutu çıkardı. O kutu da su doluydu. Kanıncaya kadar suyunu içti. Kutuları tekrar yere gömdü ve kanat çırparak ağacın dalına kondu. Topraktaki yerler birden belirsiz oldu.
Bu müthiş manzarayı gören Zünnun candan gönülden Allah'a tevekkül etti ve Allahü Teâlâ'nın mahlukatına karşı olan bu rahmeti onun gönlünü deryalar gibi coşturdu. Birkaç mil gitti. Önüne bir virane çıktı.
Viranede üç beş derviş kılıklı adam. Onlara selâm verdi ve geceyi o kulübede geçirdi. Zünnun bir küp de altın buldu. İnsanları deli dîvane eden çil çil altın.
Küpün kapağı üzerinde Allah ism-i şerifi yazılı idi. Elini küpe sokup altınları çıkardı, avuç avuç dervişlerin eteğine döktü ve dedi:
“Haydi seni sevenlerin koynuna gir!” Tahtayı da kendi alıp bir köşeye uzandı. Uyandıkça Allah ismi yazılı tahtayı öpüp başına koyuyor, gözlerine sürüyordu. O derviş kılıklı kişiler altınları nasıl sevip mest oldularsa, Zünnun da Allah ism-i şerifini öptükçe bin kat daha mest oluyordu. Derken bir rüya gördü. Ona nida ediliyordu:
“Ey Zünnun! Arkadaşların altın ve cevher aldılar. Sen benim adımı azîz tuttun, öpüp başına koydun. Ben de seni dünya ve âhirette azîz kılacağım!”
Ve gerçekten Rabbi Teâlâ onu azîz kıldı. Tâ o günden bugüne Zünnun hayırla yâd edilmektedir, kıyamete kadar da bu hâl devam edecektir. O, altınları değil, Allah'ın mübarek ismini öpüp başına koyduğu için bu devleti elde etmiştir. İşte Allah isminde böyle tecelliler ve sırlar vardır. Allah diyen hiçbir zaman mahrum kalmaz. Evet:
Rabbim! Güzel adını haz ile çağırırım.
Gündüz, gece, kış, bahar, yaz ile çağırırım!
Benim ümit gözüme hikmet sürmeleri çek,
Kapının eşiğinde naz ile çağırırım!..
Hak Dini Kur'an Dili tefsirinde Merhum Elmalılı M. Hamdi Yazır, Fatiha sûresinin izahını yaparken Allah ism-i şerifini şöyle açıklıyor:
Allah, gerçek İlâhın özel ismidir. Daha doğrusu zat ismi ve özel isimdir. Yani Kur'an bize bu en yüce ve en büyük Zâtı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle tanıtacak bizim ve bütün kâinatın O'na olan ilgi ve alâkamızı bildirecektir. Bundan dolayı Allah diye adlandırılan en büyük ve en yüce Zât, kâinatın meydana gelmesinde, devamında ve kemâle ermesinde tek yaratıcı olduğu gibi “Allah” yüce ismi de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir başlangıçtır.
Yüce Allah'ın varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kâinat ve kâinattaki düzeni hissetmek ve anlamak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda telâfisi imkânsız olan bir acıdan ibaret kalacağı gibi, “Allah” özel ismi üzerinde birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimlerimiz, sanatlarımız, bütün bilgiler ve eğitimimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı silip süpüren, dağınık fikirlerden, mânâsız bir toz ve dumandan ibaret kalır.
“İşte “Allah” yüce ismi, bütün duygularımızın, düşüncelerimizin ilk şartı olan öyle derin ve bir tek gizli duygunun, görünen ve görünmeyen varlıkların birleştikleri nokta olan bir parıltı hâlinde, hiçbir engel olmaksızın doğrudan doğruya gösterdiği Allahü Teâlâ'nın zâtına delâlet eden, yalnızca O'na ait olan has bir isimdir.”
“Allah”zat ismini, özel isim olarak düşünebilmek için, Allah'ın Selbî ve Sübûtî bütün zat sıfatları ile fiilî sıfatlarını bir arada tasavvur etmek, sonra da hepsini bir bütün olarak topluca ele almak ve öyle ifade etmek gerekir. Bundan dolayı bu da şu şekilde ifade edilmiştir:
“O Zât-ı Vâcibü'l-Vücûd ki, bütün kemâl sıfatlarını kendisinde toplamıştır”, sadece “Zât-ı Vâcibü'l-Vücûd” demek de yeterlidir. Çünkü bütün kemâl sıfatlarını kendisinde toplamış olmak, varlığı zaruri demek olan “Vâcibü'l-Vücûd'un bir açıklamasından, niteliğinin belirlenmesinden ibarettir.”
“Bunun bir özeti de: “Hakkıyla Mâbud = Hakiki ilâh” mânâsına dır. “Hâlik-ı âlem = Kâinatın yaratıcısı” veya “Hâlik-ı Küll” her şeyin yaratıcısı ile de iktifa edilebilir. Bunları Allahü Teâlâ'nın ismi ile veya sözle tanımlanması olarak alabiliriz. Biz her durumda şunu itiraf ederiz ki, bizim “Allah” yüce isminden duyduğumuz bir mânâ, bu mânâların hepsinden daha açık ve daha mükemmeldir. Bundan dolayı bu has ismin, bir alem isim olması kalbimize daha yakındır. Gerek özel ismi, gerek şahıs ismi olan “Allah” yüce ismi ile yine Allah'tan başka hiçbir İlâh anılmamıştır.
“Sen O'nun bir adaşı olduğunu biliyor musun?” (Meryem: 19/65) âyetinde de görüldüğü gibi, onun adaşı yoktur. Bundan dolayı Allah isminin ikili ve çoğulu da yoktur. O halde ancak isimlerinin birden çok olması caizdir.” [21]
Evet. Yüce yaratıcımızın zât-ı kerîmi nasıl tek ve benzersiz ise, “Allah” ism-i şerifi de öyle benzersiz. Bir kul tâ candan yürekten “Allah” dediğinde Cenâb-ı Hakk'ı bütün sıfatlarıyla anmış olur. Hattâ şeyhler müridlerine bu ismi tâlim buyururlar. Meselâ: Her gün seher vaktinde üç bin defa Allah ismini zikret derler. O kişi de böyle yapa yapa ma'rifet nurları elde eder. Zaten en büyük ibadet Allah'ı zikretmektir.
İnsan bu mübarek ismi kalbiyle zikrede zikrede rabbine karşı sevgi ve muhabbeti dayanılmaz hâle gelir. Bunun tasavvuf cihanında çok örnekleri vardır.
Arifler sultanı diye şöhret bulan Bayezid-i Bestâmî bir gün Allah'ın zikriyle meşguldü. Tamamiyle dünyadan el çekmiş, manevî iklimlere kanat açmıştı. O an adamın biri geldi, evin kapısını güm güm diye yumrukladı. Büyük velî içeriden seslendi:
“Kimi arıyorsun?” Dışarıdaki cevap verdi:
“Bayezid'i arıyorum!”
Bayezid-i Bestâmî Hazretleri bir âh etti ve dedi ki:
“A adam, yoluna devam et, çünkü içeride Allah'tan gayrisi yok!”
Kapıdaki adam değirmen taşlan gibi döne döne başını alıp gitti...
İşte bu hâl, Allah'da fena bulmaktır ki, böyle devlet herkesin eline geçmez.
Ben ancak şöyle derim:
“Kime, nereye gider, yetîm senin, dul senin.
Bir başka kapı bilmez, Yâ Rabbi, bu kul senin!
Züleyhâ'lar, Yûsuf'lar, aşkına kanat açtı,
Sen öyle sultansın ki, zengin ve yoksul senin!..” [22]
a) Ulûhiyete mahsus sıfatlar.
b) Allah ism-i şerifinin bir ism-i cami' olması.
c) Vâcibü'l-Vücûd'un mânâ ve mefhumu.
d) Allah isminin İsm-i A'zam (En büyük) olması. [23]
Allahu Teâlâ Bir'dir. Ulûhiyyet yalnız O'na mahsustur. Çünkü yaratan O'dur. O, bütün kemâl sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh ve mukaddestir.
Eşi, misli ve benzeri olmadığı gibi, mülkünde de ortağı yoktur. O, dilediğini azîz, dilediğini zelîl eder. O'nun kudretinin karşısında durabilecek bir güç mevcut değildir.
Yaratır,
Yok eder,
Diriltir,
Öldürür,
Aziz eder,
Zelîl kılar,
Rızık verir,
Rızkı daraltır,
Zengin eder,
Mahrum bırakır.
Yani hiç kimse “Bunu niçin böyle yaptın?” diye O'na soramaz. Gökler O'nun, yer O'nun, Cennet O'nun, Arş-ı Kerîm O'nundur. O, hiçbir şeye benzemediği gibi, yine bir başka şeyle kıyas etmek de mümkün değildir. [24]
Yüce yaratıcımızın güzel ve mübarek isimleri yanında, eşsiz ve benzersiz sıfatları da vardır.
Allah'ın sıfatları zatî, sübûtî ve fiilî, olmak üzere üçe ayrılır. [25]
Vücûd
Kıdem
Beka
Vahdâniyyet
Muhâlefetün li'1-havadis
Kıyam binefsihî
Zatî sıfatlar dediğimizde, Allahü Teâlâ'nın zatıyla birlikte olan, ondan ayrı kabul edilmeyen sıfatlardır ki, bunlara “Selbî sıfatlar” da denir.
Vücûd: Var olmak. Eğer Allah (Azze ve Celle) var olmasaydı hiçbir şey var olmazdı. Kâinatın şu muazzam nizamı ve kâinatta var olan herbir şey onun varlığına en büyük delildir.
Güneş O'nun, ay O'nun, yer O'nun, semâ O'nun, Bütün varlıklar fâni, herşey dâima O'nun!..
Kıdem: Evveli olmamak. Varlığının başlangıcı diye bir şey yoktur. O kadîm ve ezelîdir. Diğer varlıklar gibi yokken var olmuş değildir. Eğer öyle olsa idi kendisini var eden bir mûdde muhtaç olurdu. Başkasına muhtaç olan nasıl hak mâbud olsun? Demek ki Allahü Teâlâ'nın varlığı zatının icabıdır.
Beka: Sonu olmamaktır. Allahü Teâlâ ebedîdir. Varlığının sonu yoktur. Halbuki âlemdeki her varlığın bir önü, bîr de sonu vardır. O kadar ki, âlemin de sonu gelecektir. Yüce Allah bütün eksikliklerden münezzehtir. O'nu yok edebilecek bir güç tasavvur edilemez.
Vahdâniyyet: Allahü Teâlâ'nın bir olması, tek olmasıdır. Ulûhiyyetinde ve sıfatlarında herhangi bir ortak ve benzeri olmamaktır. O'nun misli, dengi, benzeri asla düşünülemez. Zerreden küreye kadar herşey O'na muhtaçtır, O'nun emriyle doğar, O'nun emriyle ölür.
Güneş lâlesi O'nun emriyle gülümser, mehtap O'nun kudretiyle gecenin zülüflerini okşar. Gündüz geceyi, gece gündüzü hep O'nun keremiyle takip eder.
Muhâlefetün li'1-havâdis: Zâtı Kibriya olan Allah hiçbir şeye benzemez. Hiçbir şey de O'na benzemez. Allah Ezelîdir, varlıklar ise sonradan meydana gelmiştir. Hiç yaratan, yaratılanlar gibi olur mu? Eğer yaratılanlara benzese idi, o takdirde bir mucide muhtaç olurdu, vâcib ve ganî olamazdı.
Kıyam bi-nefsihî: Var olmasından bir başkasına muhtaç olmamak. Allah (Azze ve Celle), herhangi bir şeye zerre kadar dahî muhtaç değildir. Her şeyi yaratan ve her şeyi hakkıyla bilen elbet O'dur. “O, bir şeyin olmasını dilediği zaman, O'nun emri sadece “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.” [26]
Hayat: Diri olmak. Allah Azze ve Celle diridir. Hiç ölü olan bir şey yapmaya mâlik olabilir mi? Halbuki Yüce Allah her lâhza milyonlarca varlığı hayat sahnesine sürmektedir. Bir an düşünelim: Şu bir an içinde âlemde ölümle pençeleşenler vardır, dünyaya gelenler vardır. Bir yerden bir yere gidenler vardır. Toprakta güller bitmekte, dallar üstünde kuşlar ötmektedir. Âlemde ne hârikalar meydana gelmektedir.
Kuru dallar üstünde O yaratır dut bize.
Ey Âdem evlâtları, fayda vermez put bize!
Nimetini saymaya sayılar kâfi gelmez,
Hep Hakkın ikramıdır: Ceylân, arı, hût[27] bize!
İlim: Her şeyi kemaliyle bilmektir. Cihanı yaratan Allah, olmuşu, olacağı, gizliyi, aşikarı ve her şeyi bilir. Çünkü her nesneyi yaratan O'dur. Yaratan bilmez mi.
Geçmişi, geleceği, kalblerde olanı, gözlerin hain bakışlarını ve herşeyi kemâliyle bilir. Hiçbir şey O'nun bilgisinden hariç değildir.
Semi': İşitmek. Yüce Allah her şeyi işitir. En gizli sesler, hareketler O'nun işitmesinin dışında kalamaz. Ve O'nun işitmesi yaratıkların işitmesine de benzemez. Kulağa, sese bir başka nesneye de ihtiyaç duymaz.
Basar: Görmek. Bu, Allahü Teâlâ'nın görme sıfatıdır. Kâinatın hiçbir ikliminde, hiçbir noktasında, hiçbir yerinde O'nun göremiyeceği veya işitemiyeceği hiçbir şey mevcut değildir. Bir şeyi görmesi, başka bir şeyi görmesine mâni olmaz.
İrâde: Dilemek, Azîz ve Celîl olan Allah, her istediğini, dilediği gibi yapar. Lâlenin başına kına yakmak onun için nasıl kolaysa, bir anda milyonlarca yıldızı fezanın boşluğunda ırmaklar gibi akıtmak da öyle kolaydır. Dilemezse yapmaz. Kâinatta olmuş, olacak ne varsa, hepsi Allah'ın dilemesi ve irâde etmesiyle olmuştur ve olacaktır. O'nun istemediği bir şeyi O'na zorla yaptıracak bir kuvvet yoktur. O, nice zâlimleri tahtından kara toprağa indirmiştir. Eğer Firavun'un elinde bir kudret olsaydı denizde helak olur muydu? Yine Nemrut'un ateşi Cenâb-ı İbrahim'i yakması lâzımdı. Ama, Allahu Teâlâ dilemediği için ateş İbrahim'e gülistan oldu.
Kudret: Gücü her şeye yeter olmak. İrâde sahibi olan Allah (Azze ve Celle), her şeye yeten bir güce de mâliktir. O'nun yapamayacağı bir şey düşünülemez. O, bir şeyi vücuda getirmek için zamana ve mekâna da muhtaç değildir. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
“Göklerin ve yerin gaybını sadece Allah bilir. Kıyametin kopuşu, ancak bir göz kırpması veya daha kısa bir zaman kadardır. Şüphesiz ki Allah, her şeye kadirdir.” [28]
Evet:
Şek ve şüpheden arın, düşün, bak neye kadir,
Allah âlemin rabbi, Allah her şeye kadir!..
Kelâm: Yüce Allah'ın söylemesidir. O, öyle Allah'dır ki, ses, harf, kelime veya cümleye muhtaç olmaksızın konuşma, söyleme sıfatına mâliktir.
Mukaddes kitabımız Kur'an, Allahu Teâlâ'nın kelâm sıfatının tecellisidir ve Rabbimizin kelâmıdır. Yani mahlûk değildir. Yine Kur'an-ı Kerim'deki:
“Allah Musa ile de bizzat konuştu.” [29] âyeti “Kelâm” sıfatının delilidir. Elbet O'nun konuşması, mahlûkların konuşması gibi değildir.
Tekvin: Allahü Teâlâ'nın yaratma, yoktan vücuda getirme, var etme sıfatıdır. Bu sıfat da diğerleri gibi ezelîdir. Yüce Allah bu sıfatıyla herhangi bir şeyi yok iken var eder, var olanı da yok eder. Yani yüce yaratıcının mahlûklar üzerindeki icraat ve tasarruflarını bildiren sıfatlar, hep buna râcidir. Yaratmak, öldürmek, rızık vermek, azap etmek, diriltmek gibi bütün fiilleri Tekvîn sıfatına bağlıdır.
Evet:
Semâ, güneş, ay, yıldız, fezanın Halikı O.
Cennet, cehennem, Rûz-i cezanın Halikı O!
Tesadüfün eseri olur mu bunca varlık?
Toprak, hava, ateş, su!... Hazânın Halikı O!..
O bütün âlemlerin rabbidir. Ne fikir, ne idrâk, ne tasavvur, ne şu, ne bu; O'nun sıfatlarını kemâliyle anlar. İnsanların önderleri olan Peygamberler O'nun bildirdiği kadarını bilirler. Ve ümmetlerine de ancak akıllarının alabileceği miktarda bilgi sunarlar. Bütün âlem halkının ilmi, Cenâb-ı Hakk'ın ilmi yanında denizlerde bir damla bile olamaz.
A iyi adam! Bir bak, bir gör ki, O Hâlik-ı Kerîm, feleği değirmen taşları gibi döndürmekte, gündüze gönül genişliği, geceye can sıkıntısı vermektedir. Kapımızı çalan gülen sabahlar da O'nun bir ikramıdır.
Koyun, kuzu, ceylan, karınca, keklik, arı, tırtıl ve böcek, O'nun çemeninden gül toplamaktadır. Bütün bu âciz mahluklarının rızkını hep o hazırlayıp vermektedir.
Arıda balı, yılanda zehri, denizde inciyi, kuru dallar üstünde yeşil yaprağı, rahme düşen bir damla erlik suyunda fidan boylu bir delikanlıyı, annelerin göğsünde sütten çeşmeleri hep O Yaratır...
Sığırcık kuşuna nağmeyi, bülbüle feryadı; güle işveyi, şahine gökte uçmayı, balığa denizde yüzmeyi öğreten kimdir? Âlemde nice insanlar vardır ki, cihan denilen bu toprak küreyi tabiat sopası zanneder. Allahü Teâlâ'nın sonsuz kudretini akıllarına getirmeyip “doğa, doğa!” diyenler kendilerine çok yazık ediyorlar.
Şu bir gerçektir ki, ırmağın yüzüne parlak ayna tutan kimse su içmiş olmaz, ancak ırmak kenarında biraz hava almış olur. Balık da ağaca çıkmaz, fakat balığın ağaca çıktığını görürsen bil ki, onun ölüsü oraya çıkmıştır... Evet:
O Zât-ı Zülcelâli kim kalkarsa inkâra,
Her iki âlemde de olacak yüzü kara!.. [30]
Daha evvelce de ifade ettiğimiz gibi “Allah!” dediğimizde, ulûhiyyete mahsus bütün sıfatları kendinde cem eden O Zât-ı Kibriya'yı hatırlarız. Bu mübarek isim sadece Cenâb-ı Hakk'a has bir isimdir. Mahlûklardan hiç birine bu reva görülmez. İşte “Allah” ism-i celîli Hâlik-ı Zîşan Hazretlerine delâlet ettiği için kendisine “İsm-i Cami'“denir.
Bu isim aynı zamanda “Esmâü'l-Hüsnâ” nın birinci ismidir ve isimlerin sultanıdır... [31]
Vâcibü'l-Vücûd demek, varlığı zarurî olan, bir lahza dahi yokluğunu farzetmek imkansız bulunan zat demektir. Vâcib, zarurî mânâsına, vücud, varlık manasınadır.
O'nun varlığı zâtının muktezâsıdır. Eğer O olmasaydı, bu baş döndürücü âlem nasıl meydana gelirdi?
İmam Gazali (Rahmetullahi Aleyh) şöyle demektedir: “Bütün varlıkları var eden bir varlık bulunmasa, ya her şey kendi kendine var olur, yahud hiçbir şeyin var olmaması lâzım gelir. Her şeyin kendi kendine var olması, akla uygun bir şey değildir. Çünkü, kendi kendine var olmak, kendinden evvel kendisinin var olmasını îcab eder. Kendinin hep var olması, yani Vâcibü'l-Vücûd olması gerekir. Böyle olsaydı, yok iken sonradan var, yahud var iken sonradan yok olmazdı.
Halbuki, her mahlûk yok iken sonradan var oluyor ve tekrar yok oluyor. Bundan da, hiçbir mahlûkun Vâcibü'l-Vücûd olmadığı anlaşılır. Zaten kendi kendine var olmak, aklın kolayca anlayabileceği bir şey değildir.”
Sadece nedamettir şaşı kişinin kârı,
Olmalıdır, ey adam, sende ibret nazarı!.. [32]
“Allah” ism-i celîli, Cenâb-ı Hakk'ın has ismidir. “Esmâü'l-Hüsnâ” nın içinde İsm-i A'zam'dır. Bu mübarek isimde öyle hususiyetler var ki, öteki isimlerde bulunmaz.
Bir kere, bu isim bir alemdir ve Esmâü'l-Hüsnâ'dan ilk gelmiş olanıdır. Yine ilk gelen âyet Besmele-i Şerife'dir. Bütün bir sûre halinde ilk gelen de Fatiha süresidir.
Varlığın nuru ve Allah'ın aziz nebisi şöyle buyurmuşlardır:
“Besmele Allah'ın isimlerindendir ve Besmele ile Allah'ın ism-i a'zamı arasında, gözün beyazlığı ile siyahlığı arasındaki gibi yakınlık vardır.”
Besmelede de ilk isim Allah ism-i şerifidir. Sonra Rahman ve Rahim isimleri zikredilir. Her hayırlı işe başlanırken de yine Allah adı ile başlanır.
Esmâü'l-Hüsnâ içinde de bu mübarek isim asıldır. Öteki isimler buna tâbidir.
Bilindiği gibi, Allah ism-i şerifi, Cenâb-ı Kibriya'nın Zât-ı sübhânîsine mahsustur. Mecaz yoluyla dahî olsa, Allahu Teâlâ'dan başkasına asla söylenmez.
Âlemde ahmakların ve kâfirlerin başı diyeceğimiz Firavun bile kendi kavmine karşı:
“Ene Rabbükümü'1-a'lâ = Ben sizin en yüce rabbinizim!” [33] dedi. Fakat, “Enellah = Ben Allah'ım!” demedi. Zâten diyemezdi de. O zaman ona kargalar bile gülerdi.
Ama, öteki isimler böyle değil. Bunlar ad olarak bazı insanlara verilebilmektedir. Meselâ: Azîz, Kerîm, Rahîm, Halîm, Hasîb, Reşîd gibi. Esası şöyle olması daha uygundur: Abdü'l-kerîm, Abdü'1-Azîz... Kerîmin kulu, Aziz'in kulu mânâsına...
Merhum M. Hamdi Yazır tefsirinde diyor ki:
“Allah ismi” “Tanrı adı” ile terceme olunamaz. Bunun içindir ki, Süleyman Çelebi Mevlidine “Allah” adıyla başlamış, “Tanrı adı” dememiştir ve o bahrin sonunda “Birdir Allah, andan artık tanrı yok” diyerek Tanrı kelimesini İlâh karşılığında kullanmıştır.”
“... İşin başında şunu itiraf etmek gerekir ki bilgimiz, gerçekten ibadete layık olan Allah'ın zâtını kuşatmadığı gibi özel ismine karşı da aynı şekilde eksiktir. Ve Arapça'da kullanma açısından (Allah) yüce ismine benzeyen hiçbir kelime yoktur ve bunun aslını göstermek imkânsızdır.” [34]
Diğer bir husus da şudur ki: İmanın temeli olan “Kelime-i Şehadet” sadece bu mübarek isimle hâsıl olur. Başka bir isim müslüman olmak için kâfi değildir.
Meselâ: Bir Hıristiyanın, bir puta tapanın, müslim olmak için önce “Eşhedü en lâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh” demesi ve diliyle dediğini kalbiyle tasdik etmesi lâzımdır.
Yani: Kelime-i Şehâdeti veya Kelime-i Tevhidi tam olarak söylemesi için “Allah” ism-i şerifine ihtiyaç vardır. Bunun yerine “eşhedü enlâ ilahe ille'l-Melik” yahud “Eşhedü enlâ ilahe îlle'r-Rahmân” veya “Eşhedü enlâ ilahe ille'r-Rezzâk...” denilse, Kelime-i Şehadet söylenmiş olmaz ve İslâm'a girilmiş de olmaz. Mutlaka: “Eşhedü enlâ ilahe illallah” demek lâzımdır.
Yukarıda da geçtiği üzere “Allah” ism-i şerifi tek ve eşsiz olarak Zât-ı Hakkı ifade eder. O'nun has ve özel ismidir. Bu sebeple o mübarek isimde akılların kavrayamayacağı sırlar gizlidir.
Evet:
İstersen aşk-ı vefa,
Sen, Allah de, Allah de.
Her nefes ve her defa,
Sen, Allah de, Allah de!..
Bunun misli bulunmaz.
Verir gönüllere haz,
Alnından öpecek yaz,
Sen, Allah de, Allah de!..
Aldırma aksın yaşın,
Bu olsun arkadaşın,
Dara düşerse başın,
Sen, Allah de, Allah de!..
Bir kuş olur can kafeste,
İşte budur ulvî beste,
İlk nefes ve son nefeste,
Sen, Allah de, Allah de!..
Kur'an-ı Kerim’in yüzlerce âyetinin sonunda Cenâb-ı Hak, önce has ismini zikrediyor, sonra sıfatlarını nazara veriyor. Meselâ
“İnnellâhe alâ külli şey'in kadîr = Şüphesiz Allah, her şeye kadirdir.” “İnnellâhe Vâsi'ün alîm = Şüphe yok ki, Allah Vâsi'dir, hakkıyle bilicidir.” (Yani Rahmet ve kudreti, lütfü müsâadesi geniştir.)
“İnnellâhe ma'assâbirîn = Hiç şüphe yok ki, Allah sabredenlerle beraberdir.” “İnnellâhe Gafurun Rahîm = Şüphesiz Allah çok bağışlayıcı ve merhametlidir.”
Demek ki, sır ve hikmet bu mübarek isimde cem edilmiştir. Öyle olduğu için bu mübarek isim gönüllere gözler açar, velîler ve âşıklar bunu söylemeye doymazlar.
Zamanın ay yüzlü pîri Feridüddîn-i Attâr, henüz tasavvuf yoluna girmeden sahibi olduğu dükkanda alış verişle uğraşırken bir gün karşısına bir derviş çıktı:
“Ey canım Attâr, dedi, bana Allah için bir şey ver!” Fakat o hiç duymamış gibi davrandı. Derviş sordu:
“Söyle! Sen ne olmak istersin?”
Attâr, şöyle göz ucuyla bakıp gülümsedi ve dedi ki:
“Senin gibi olmak!”
Derviş alev alev yanan gözlerini ona dikti:
“Benim gibi hâ! Nerde o devlet?” Attar sordu:
“Niçin olmasın? Beni bu işe lâyık görmüyor musun?” Derviş öfkeyle soludu:
“Ey Attâr! Sen benim olduğum gibi olabilir misin?” Attar karşılık verdi:
“Elbette olurum!..”
Dervişin elinde tahtadan oyma bir çanak vardı. Onu hemen başının altına koyup yere uzandı ve gönlünün tâ derinliklerinden gelen bir sesle haykırdı:
“Allah!”
Ve birden can verdi. Bu müthiş manzarayı gören Feridüddîn-i Attâr derhal değirmen taşları gibi dönmeye başladı ve o da “Allah!” dedi ve kendisini tasavvuf deryalarına attı. Böylece ona aşk cihanının yolu açıldı...
Ve sonra şu incileri âleme saçtı:
“Ey canlara can olan Allah! Bütün canlar, künhüne ermekte âciz. Bir nişan elde edememişler. Ben ne söylersem söyliyeyim, seni nasıl översem öveyim; sen, hepsinden münezzehsin!” [35]
“Allah” isminin hem lafzında hem mânâsında topluluk vardır. Şöyle ki: Bu mübarek ismi teşkil eden harfler tek tek kaldırılmış olsa, mânâyı bozmak imkânı yoktur ve yine Cenâb-ı Zât-ı Hakk'a delâlet eden bir ism-i alem olarak kalır.
Meselâ: İsmin başındaki hemze kaldırılacak olsa “Lillâhi” olur. Bunun Kur'an-ı Kerim'de karşılığı vardır:
“Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi Allah’ındır.” [36]
Birinci lâm kaldırılıp “Lehû” dense, bu kere de: “Lehû mülkü's-semâvâtı vel ardı” âyeti karşımıza çıkar. Bu lâm da kaldırılıp sâdece “Hû” dense yine aynı mânâdır. Yine Allahü Teâlâ'ya delâlet eder:
“O, öyle Allah'dır ki, kendisinden başka hiçbir İlâh yoktur.” [37] âyet-i celilesi gibi...
İsm-i şeriften yalnız bir “He” kalsa yine Zât-ı Kibriya'ya delâlet eder. Çünkü “He” de “Esmâü'l-Husnâ” dan bir isimdir. Hem öyle ki bu dahî Zât-ı Ulûhiyyete bir nişane...
İşin daha da ibretli ve hikmetli tarafı var: Âlemde her canlı mahlûk, teneffüs etmek suretiyle istese de istemese de Yüce Allah'ı zikretmektedir.
İnanan da inanmayan da buna mecbur. Nefes aldıkça, hayatta kaldıkça bu böyle devam eder. “Ben nefes almadan yaşarım!” diyebilecek bir arslan henüz yaratılmamıştır.
O inkarcılar, o şucu, bucular var ya, bilmeden Allah'ı anmaktadırlar. Çünkü nefes alıyorlar. “He” harfinin mahreci göğüsten ve ciğerlerden gelen nefes ile çıkar. Buna göre, her nefes, “He” harfidir. Her nefes “He” harfi olunca, teneffüs eden her mahlûk farkına varmadan her nefeste şanı yüce Allah'ı bu ismiyle anmaktadır.
O kadar ki, Allahü Teâlâ'yı anmak bittiğinde o canlının da hayatı son bulmaktadır. Bir kâfir, bir maddeci, bir bilmem ne, inkârda zirvelere çıksa, nefesi onu her dakika yalanlamakta ve ona şöyle haykırmaktadır:
Ey hünersiz, ey bilgisiz adam! Kendine yazık ediyorsun! Benim varlığım, O'nun sonsuz kudretinin bir eseri. Ben durduğum an, sen ölüm uykusuna dalmış, hayattan silinmiş olursun! Vah sana, vah!
Evet, ne desem?
Cenge mi girişirsin, ey ham adam, Hak ile?
Senin beynini deler, bir zerre toprak ile!.. [38]
Yine mânâ cihetiyle de bu mübarek isim, öteki isimlerin hepsini kendinde toplamıştır. Diğer isimlerde bu cemiyet yoktur. O isimler yalnız bir sıfat yahut bir fiile delâlet ederler.
Şimdi şu isimlere bir göz atalım:
a) Er-Rahmân, yalnız rahmeti,
b) Er-Rezzâk, yalnız rızkı,
c) Er-Rahîm, yalnız merhameti,
d) El-Gaffâr, yalnız mağfireti,
e) El-Kadir, yalnız kudreti,
f) Es-Semî', yalnız işitmeyi,
g) El-Azîm,yalnız azameti ifade eder.
Fakat Cenâb-ı Hakk'ın has ismi olan “Allah” ism-i şerifi bütün isimlerin mânâlarını hepsini birden toplu olarak ifade eder. Demek ki bir kimse “Yâ Allah!” dediğinde yüce yaratıcımızı bütün isimleriyle ve bütün sıfatlarıyle anmış olur.
Bu sebeple “Esmâü'l-Hüsnâ” içinde “Allah” ism-i şerifi ism-i a'zamdır. Şânı büyük, bereketi bol, feyzi ve inayeti ebedîdir. O mübarek ismin feyziyle gönüllerde cennet çiçekleri açmış, velîler ve âşıklara bu isim gıda olmuştur.
Yukarıda da geçtiği üzere bu mübarek ismi lâfız olarak bozma imkânı yoktur. İnsan isimlerinden herhangi bir harf kaldırılacak olsa, artık o isim olmaktan çıkar ve bir mânâ ifade etmez.
Meselâ: Hasan isminin başından (H) harfini kaldırsak (asan) sonundan (N) harfini alsak, geriye (Hasa) kalır. Şerîf isminin başından (Ş) harfini kaldıracak olsak (Erif) kalır ki bir mânâ taşımaz. Buna mukabil “Allah” ism-i şerifinin hangi harfini alırsak alalım, onu bozmak ve mânâsını değiştirmek ihtimali yoktur. Bu dahî düşünülmesi gereken sır ve hikmetlerden...
Evet:
O ne madde, ne cevher. Zât-ı Kibriya tekdir,
Selim akıllar O'nu imanla bilecektir!..
Arifler sultanı Bayezîd-i Bestamî Hazretlerine:
“Ey Hak erlerinin başı, denildi, ism-i a'zam hangi isimdedir?”
Ay yüzlü mânâ pîri dedi ki:
“O, öyle bir isimdir ki, onun çizilmiş bir sınırı yoktur. Fakat sen, kalbini Allahü Teâlâ'nın vahdaniyyeti için boşalt, mâsivâdan kalbini temizle. Bu durumda olduğun zaman rabbini dilediğin bir isimle zikret!” [39]
Kul, bir gedâ olduğu için her an sultanın emrinde bulunması gerekir. Rabbinin sonsuz kudret ve azametini tanıyan bir kimse artık nasıl olur ki, ona isyan edebilsin!..
Allah dediğimizde, bütün âlemlerin Rabbi, mülkünde ortağı olmayan, eşi ve benzeri bulunmayan Zât-ı Kibriya'yı hatırlarız. Bizim hayata mazhar oluşumuz O'nun rahmetinin eseridir. Bir zamanlar ne biz vardık, ne içinde bulunduğumuz bu kâinat vardı. Hatta zaman da yoktu, mekân da yoktu, yokluk bile yoktu. Bütün bunları vücuda getiren, bütün eşyayı icat eden Allahü Teâlâ'dır. O kadar ki, bir lahza âlemi kendi haline bırakacak olsa gökler yerler birbirine geçer, yıldızlar kar taneleri gibi dökülür ve hiçbir şey yerinde kalmaz
Bir düşünelim ki: Güneş binlerce senedir kâinata ışık tutmakta, dünya onun etrafında dönmekte ve fakat onun sıcaklığı hiç eksilmemektedir. İnsanlar dünya kadar ateş yaksalar nihayet o ateşe dağlar dayanmaz ve ateş söner. Güneş lâlesini durmadan güldüren bu muazzam kudrete inanmamak, kafası olup da aklı olmayan kişilerin harcıdır.
Ya şu ırmaklar? Bunların suyu nereden geliyor? Binlerce senedir Nil nehri aynı heybetle akıp gitmektedir. O su devamlı yaratılmasaydı Nil'in akması mümkün olur muydu?
İnkâr ve hüsran çölüne çadır kurup gözlerini güneş ışığına kapayanlar sadece kendilerine dünyayı karanlık yaparlar. Onların inkâr etmesiyle hiçbir hakikat yok olmaz.
Bir damla suyun insan olarak varlık bulması ve o insanın hayat bulunca kendisini yaratan sonsuz kudreti tanımaması, tanımak da istememesi ne büyük felâket...
Bir lâhza, bir nefes yoktur ki, insanlar ve diğer mahlûklar Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerine, keremine mazhar olmasın... Rahman ve Rahîm olan Allah, toprakta taneler yarattığı gibi, o taneleri kırıp öğütecek dişler de vermiştir. Ya mide içinde olan harika fabrika nedir? Yediğin bir lokma, hangi makinalardan geçip kan haline gelmektedir?
A adam! Bu kadar körlük olur mu?
Evet:
Semâ, güneş, ay, yıldız, toprak, hava, su O'nun.
Misk ü anber Onundur, gülün kokusu O'nun!
Bütün güzellikleri yaratan Hak, ey oğul,
Rahmeti inmededir gökler dolusu O'nun!..
Kur'an-ı Kerim, inkâr batağında çırpınan kavmine karşı Nuh (a.s.)'un söylediklerini şöyle nazara verir:
“Niye siz, Allah'tan korkmazsınız (O'nun azametini tanımazsınız)? Halbuki O, sizi, türlü türlü hallerde yaratmıştır, görmediniz mi, Allah yedi göğü tabaka tabaka nasıl yaratmış?”
“Ay'ı içlerinde bir nur kıldı, güneşi de kıldı bir kandil.”
“Allah sizi (babanız Âdem'i) Arz'dan yaratıp meydana çıkardı. Sonra sizi oraya döndürecek ve sizi bir daha çıkışla (kabirden) çıkaracak.”
“Allah sizin için Arzı (yeryüzünü) bir döşek yapmıştır. O'nun geniş yollarında gezinesiniz diye.” [40]
Allahü Teâlâ'nın bütün nimetleri gözler önünde gün gibi aşikârken nankörlük etmek, şükür, zikir, duâ ve tazarru bilmemek, taşların bile kalbini sızlatacak kadar büyük bir derttir.
Allah ism-i şerifi bize bütün hazinelerin kapısını açıyor ki, her halükârda yüce Allah'a şükretmek ve ubudiyette bulunmak lâzımdır. Hem de yalnız dil ile şükür değil, belki bütün azalar ile durmaksızın O'na hamd ve şükür etmek gerekir. Aldığımız bir nefes, şükür istediği gibi, verdiğimiz nefes de yine şükrü icap ettirir.
Cenneti ve cennetin fevkinde dîdâr neş'elerini istiyorsak, Allah ism-i şerifini dilimizden düşürmememiz lâzımdır. Sadece dil ile söylemek de kâfi değil, bütün varlığımızla O'na bende olmalıyız...
Cennetten gül toplamak saadetine erenler hep bu yolla yüceliklere kanat açmışlardır.
Ebû Süleyman Dârânî (k.s.) demiştir ki:
“Ma'rifetin sırrı, iki cihanda muradı Bir'den gayri olmamaktır.”
Mevlânâ'mız, âşıkların en yamanı ve ariflerin tacı (k.s.) buyuruyorlar ki:
“Âşıkların sevinci ve gamı Allah'tır. Onların el emeği ve ücretleri de yine O'dur.”
“Her kimde, güzel Allah'dan maadasına bir aşk varsa; o aşk, şeker yemek kadar tatlı bile olsa, yine can çekişmektedir.”
“Ey müştak u mest olan kimse! Asıl iş o iştir ki, onu işlerken ölüm gelsin, öyle hayırlı bir işte ölümün gelmesi hoştur!”
Ben derim ki: Kim Allah emrinde Elif gibi dosdoğru olur ve Rabbini bu güzel isimlerle zikrederse iki cihanın saadeti ona bağışlanır. O istemese de nimetler ardınca yürür.
Ay, Ülker, güneş nice zamandır parlayıp duruyor, fakat kör onu nereden bilecektir. Kulağından gaflet pamuğunu çıkarmayan adam, ırmağın çağıltısını, bülbülün feryadını, sığırcık kuşunun nağmesini nereden duyacaktır?
Ey hamd, şükür ve senanın tek sahibi, ey bütün âlem halkının rabbi. Seni tenzih ve tesbih ederiz. Senden başka ibâdete layık hiçbir ilâh yoktur.
Sensin ilâh, rab bana,
Yâ Azîzü,Yâ Celîl.
Verme ızdırab bana,
Yâ Azîzü,Yâ Celîl!
Can lâlemi har etme,
Sen sonumu nar etme,
Bir başkaya yâr etme,
Yâ Azîzü,Yâ Celîl!
Bırakma bana beni,
Bende et sana beni,
Erdir ihsana beni,
Yâ Azîz ü, Yâ Celîl! [41]
“Dünyada, iman eden ve etmeyen herkese, rahmet edip esirgeyen; sevdiğini, sevmediğini, dostunu, düşmanını ayırdetmeyerek bütün mahlûkatını nimetlere mazhar kılan.”
Bu mübarek isim yüce yaratıcımızın rahmet sıfatını ifade etmekle beraber has isim olarak kullanılmış ve “Allah” lafza-i celâli gibi Cenâb-ı Hak'tan başkasına söylenmemiştir. İnsanlara “Abdurrahman” “Rahmanın kulu” mânâsına isim vermek güzeldir.
Âlem dolusu mahlûk bu mübarek ismin tecellisiyle nimetlere gark olmaktadır. O kadar ki, dostu İbrahim'i rızıklandıran Yüce Allah, düşmanı olan Nemrut'un sofrasından da zeytini, ekmeği eksik etmemiştir. Yani kendisini tanıyana da tanımayana da rızık veriyor. Merhametle muamelede bulunuyor.
Yine Allahü Teâlâ, hiç kimseyi hayata mazhar etmeye, dünyaya göndermeye, ona mal-mülk vermeye mecbur değildi. Fakat, Rahman isminin bir tecellîsi olarak bütün insanları ve bütün eşyayı rahmetiyle yaratmıştır.
M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili tefsirinde Fatiha sûresini izah ederken şöyle demektedir:
“... Rahman olmanın Allah'a mahsus olması ve ondan başkasına ait bir özelliği ilgilendirmemesi ve ancak izafet ile amel etmesi, bütün âlemlerde bir şeyi şart koşmadan genel bir mânâ ifade eder.
Yüce Allah Rahman olduğu için ezelî rahmeti umumîdir. Her şeyin ilk yaratılışı ve icadında almış olduğu bütün fıtrî kabiliyet ve ihsanlar Allahu Teâlâ'nın Rahman, kaynaklanan izafî oluşlardır. Bu itibarla içinde rahmet izi bulunmayan hiçbir varlık düşünülemez. Fakat varlıkların ilk yaratılışları yalnız Allah vergisi ve cebrîdir. Yani hiç kimsenin çalışması ve seçimi ile değil, yalnız Rahmân'a dayanmakla meydana gelir.
Taşın taş, ağacın ağaç, insanın insan olması böyle zorlayıcı bir rahmetin eseridir. Bu görüş açısından, kâinattaki her şey Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur. Bundan dolayı Allah'ın Rahman oluşu bütün varlıklar için güven kaynağı ve hepsinin ümididir.
Göğünden yeryüzüne, gök cisimlerinden moleküllere, ruhlardan cisimlere, canlılardan cansızlara, taşından ağacına, bitkilerinden hayvanlarına, hayvanlarından insanlarına, çalışanlarından çalışmayanına, itaat edeninden isyan edenine, mümininden kâfirine, Allah'ın birliğine inananından Allah'a şirk koşanına, meleklerinden şeytanına varıncaya kadar âlemlerin hepsi Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur ve bu itibarla korkudan kurtulmuştur. Fakat bu kadarla kalsa idi, ilim ile cahilliğin, hayat ile ölümün, çalışma ile boş durmanın, itaat etme ile isyan etmenin, îman ile küfrün, nankörlük ile şükrün, doğru ile eğrinin, adalet ile zulmün hiç farkı kalmamış olurdu. Ve böyle olsaydı kâinatta iradeyi gerektiren iş ve hareketlerden hiçbir iz bulunmazdı.
İlim ve irade ile, çalışma ve çabalama ile ilerleme ve yükselme imkânı ortadan kalkardı ve o zaman hep tabiî olurduk, tabiatçılardan, cebriyecilerden olurduk. Hem kendimizi, hem de Allah Teâlâ'yı yaptığı şeylerde mecbur görürdük. Tabiatı, rahmetin gereğine mahkum tanırdık. Çünkü ne onun, ne bizim irade ve seçme hürriyetimizden bir iz bulamazdık, duyduğumuza gidemez, bildiğimizi işleyemez, arzularımızın yanına varamazdık, bütün hareketlerimizde bir taş veya bir topaç gibi yuvarlanır durur veya bir ot gibi biter, yiter giderdik...
Ahlata armut, idris ağacına kiraz, limona portakal, Amerikan çubuğuna çavuş üzümü aşılayamazdık, tarlamıza ekin ekemez, ekmeğimizi pişiremez, rızıklarımızı, elbisemizi ve diğer ihtiyaçlarımızı sanatlar ve ustalıklar vasıtası ile elde edemezdik; göklere çıkmaya özenmez, cennetlere girmeye çare bulamazdık; hayvan gelir, hayvan giderdik. Bu şartlar altında ise Allah'ın Rahman oluşu mutlak bir kemâl olmazdı.
Bundan dolayı Yüce Allah'ın kendi irade sahibi varlıkları yaratması ve onları güzel irade ve isteklerine göre terakki ettirerek rahmetinden nimet içinde büyümeleri ve ondan faydalanmaları ve aksi takdirde ise kötü irade ve çalışmalarına göre nimetlerden mahrum etmekle, onları elem ve ceza ile cezalandırması, o iradenin toplamının kendi iradesi ile uyum ve ahengini sağlaması ve onlara rahmetinden bir pay vermesi, hikmet gereği olurdu. İşte tabiata ait bir hikmetin değil, İlâhî bir hikmetin eseri olan bu mükemmellik gerçeğinden dolayı Yüce Allah, Rahman olmasından başka bir de Rahîm olmakla vasıflanmış ve Rahman oluşunun rahmeti kendisine ait iken Rahîm olmasıyla rahmetinden irade sahiplerine de bir pay vermiştir.
Ana kuşlar, Rahmân'ın bir eseri olan yaratılıştan varolan içgüdüleri ile yavrularının başında kanat çırpar, ahlâklı insanlar da Rahîm olma etkisiyle hayır işleri üzerinde acıma ve şefkatle yarışırlar. Bitkilerin, hayvanların anatomisi ve uzuvlarının faydalarıyla ilgili ilimlerde Allah'ın Rahman oluşunun nice inceliklerini görür okuruz.
Ahlâk ilminde, insanlık hayatının olgunluk sayfalarında, Peygamberlerin, velîlerin menkıbelerinde büyük insanların biyografilerinde de iradeyle ve çalışarak kazanılan işlerde Rahîmiyetin tecellilerini okuruz.
Başlangıçta çalışana, çalışmayana bakmadan varlık âlemine göndermek ve o şekilde irade etmek Rahman oluşun bir rahmetidir. Daha sonra çalışanlara çalıştıkları maksatlarını da ayrıca bağışlamak Rahîm oluşun bir rahmetidir.
Demek ki, Rahman oluşun rahmeti olmasaydı biz yaratılmazdık, yaratılıştan sahip olduğumuz sermayeden, Allah'ın bağışladığı zarurî yeteneklerden, en büyük nimetlerden mahrum kalırdık. Allah'ın Rahîm oluşundan gelen rahmeti olmasaydı yaratılıştan varolan kabiliyet ve ilk yaratılış durumundan bir adım dahi ileri gidemezdik, nimetlerin inceliklerine eremezdik. Allah'ın Rahman oluşu mutlak ümitsizliğe, genel ümitsizliğe imkân bırakmayan bir mutlak ümit, bir ezelî lütuftur. Allah'ın Rahîm oluşu ise; özel ümitsizliğin cevabı ve özel emel ve maksatlarımızın, çabalama ve faaliyet göstermemizin zamanı ve sorumluluğumuzun mükâfatı olan bir arzunun sebebidir.
Demek ki, Allah'ın Rahman oluşunun karşısında dünya ve ahiret, mü'min ve kâfir eşit iken Rahîm oluşunun karşısında bunlar pek açık bir farkla birbirinden ayrılıyorlar. Yani:
“Bir bölük cennette, bir bölük de ateştedir.” (Şûra: 42/7) oluyor.
İşte dünya ve ahiretin Rahmân'ı ve ahiretin Rahîm'i, yahut mü'min ve kâfirin Rahmân'ı, mü'minin Rahîmi denilmesinin sebebi budur.
“Rahman” lügatte de Allah'a ait olan sıfatlardandır. Ve bir fiille bağlantısı yoktur. Ezelîlik (başlangıcı olmamayı) bildirir ve başlangıç noktasına bakar. Rahîm de ise bu özellik yoktur. Ve bir fiille bağlantısı vardır.
Demek ki, zevalsizlik geçerlidir. Rahmân'ın rahmeti, başlangıçta iyiliği dilemeye yönelik Allah'ın zâtına ait bir sıfattır. Rahîm'in rahmeti de sonunda iyilik yapmaya yönelik bir fiili sıfat olarak kabul edilmesi en güzel görüştür. Şu halde Rahman ile Rahîm, rahmetin değişik birer mânâsını ihtiva etmekle birbirlerinden birer yön ile üstün olmuş oluyorlar. Demek ki, Rahman, Rahîm sıfatları yalnız pekiştirme (te'kid) için tekrar edilmiş değildir. Her birinin kendine has özel bir mânâsı ve bir mübalağa yönü vardır.
Bir taraftan Rahmân'ın rahmeti en üstündür. Çünkü her yaratılmışa izafe olur, diğer taraftan Rahîm'in rahmeti en üstündür. Çünkü öbüründen daha fazla fiilî bir feyiz ve bereketi içine almakta ve Allah'a vekâleten kullarında da bulunur. Bazı tefsirlerde de buna işaret edilerek Rahmân'ın rahmeti, yüce nimetler, Rahîmin rahmeti ise nimetlerin incelikleri ile ilgilidir, derler. Rahmân'ın kullanışı özel, ilgi alanı ise umumîdir. Rahîm'in kullanılış alanı genel, ilgi alanı ise özeldir. Ve işte Yüce Allah böyle katmerlenmiş bir rahmet sıfatı ile vasıflanmıştır.”
Yine Üstad M. Hamdi Yazır Haşr sûresinin son üç âyetinin izahında “Rahman” sıfatını şöyle açıklamaktadır:
“.,. Rahmet-i Rahmâniyye, hiçbir amelin şart koşulmadığı ve geri bırakılmadan başlangıçta bahşedilen İlâhî rahmettir ki, mü'mini de kâfiri de, çalışanı da, çalışmayanı da çevreler. Meselâ: Başlangıçta var olma bu (yüce) rahmetin eseridir. Nitekim rahimlerdeki ceninler ve bütün hayvanat bu rahmet ile beslenir. Yine bu rahmet ile Allahü Teâlâ kâfirlere dahi dünyada rızık, akıl vesaire gibi nimetler bahşeder...
Rahmet-i Rahîmiyye ise, elde edilmesi için çalışmanın şart koşulduğu ve Rahmet-i Rahmâniyye'yi güzelce kullanarak çalışan kimselere verilen rahmettir ki, en aşağısı, amelle kazanılmış bir haktan aşağı değildir. Sırf fazilet olan yüksek derecenin ise, sınırı ve sonu yoktur. İşte dinin, takvanın, çalışma ve gayretin önemi bu sebepledir. Onun içindir ki: “Rahman, dünya ile Rahîm ise âhiretle ilgilidir.” denilmiştir.
Evet. Kâinat çölünde çadır kuran bütün mahlûklar Rahman sıfatının feyzine gark olmuşlardır. Denizlerdeki balıklardan semâlardaki yıldızlara ve meleklere kadar hemen her şey bu rahmetten nasibini almaktadır. Hiçbir kimse bir ücret ödemeden, bir gayret göstermeden bu nimete nail oluvermiştir. Ve yine bir kimsenin erkek olması, kadın olması, güzel olması, çirkin olması da kendi elinde değildir. Yüce Allah nasıl irade buyurmuşsa, o kul öyle yaratılmıştır.
Bir gün sokakta giden genç bir adama bir başka adam rastladı, biraz da kendisini beğenerek:
“Ey çirkin adam, dedi, yolumdan çekil!”
Genç adam, tam kâmil bir müslümana yakışan şekilde cevap verdi:
“A kardeş, yüzümü ben yaratmadım ki, onu dilediğim gibi güzel veya çirkin yapayım! Rabbim öyle takdîr etmiş, ben ancak ona hamd ederim!”
Gerçekten doğru bir söz... Aslında kimsenin “Şu böyle, Şu şöyle!” demeye de bir hakkı yok. Çünkü insanın yaratılıp dünyaya gönderilmesi Allahü Teâlâ'nın rahmetinin eseridir. Rabbi kuluna böyle merhametle, rahmetle muamele eder de, kul, Rabbinin yaratıklarına Rabbinden ötürü şefkat göstermezse onun insanlıktan nasibi yok demektir.
Kalblerin incelmesi, şefkat ve merhametle dolması yine Allahü Teâlâ'nın güzel isimlerini anmakla olacaktır.
Cihanın evvelinde ve sonunda misli bulunmayan Nebiyy-i Zîşan (s.a.v) efendimiz:
“Merhamet etmeyene merhamet olunmaz!” buyurmuşlardır. Gadab rahmetin zıddıdır. Yani ahlâk-ı İlâhînin muktezâsı değildir. Böyleyken bazı kere insanlığı felâketlerin vurması ve âfetler, halkın isyanı ve kendilerine bahşedilen nimetleri kötüye kullanmaları neticesi olarak ikinci derecede tecellî eden Rabbânî bir hikmettir.
Eğer insanların isyanlarına karşı hemen ceza verilmiş olsa idi, belki âlemde kimse kalmazdı. Beşerin bunca isyanına ve nankörlüğüne mukabil Yüce Allah yine rahmetiyle muamele etmekte, düşmanlarına bile rızık vermektedir.
Şunu da unutmamak lâzımdır ki, âsîlere, Hakk'a baş kaldıranlara, mazlumları ezen zâlimlere karşı gadabın hükmü olan ceza olmasa idi, bu kere tâatle isyanın, imanla inkârın, şükürle şükürsüzlüğün bir farkı kalmazdı. Hazreti Ebû Bekir (Radıyallahü Anh) Cennete gittiği gibi, küfrün başı Ebu Cehil de giderdi. Bu ise hikmete uymaz.
“Rahman” ism-i şerifi bize o sonsuz rahmet sahibinden ümit kesmememizi ve O'nun rahmetinin genişliğini anlatmaktadır. Âlemde bir lâhza yoktur ki, yaratıklar Yaratanın lütfuna mazhar olmasınlar...
Artık gör hikmeti:
Toprağa düşen dâneyi,
Rahmet-i Rahman büyütür.
Lâle, sünbül ve naneyi,
Rahmet-i Rahman büyütür!.
Çekirdek kabuğu yarsa,
Üzüm, incir her ne varsa,
Bir fidan yerde tutarsa,
Rahmet-i Rahman büyütür!..
Sayıya gelmez ki tek tek,
İsterse hep hesaba çek,
Arıları petek petek,
Rahmet-i Rahman büyütür!..
Keklik, ceylân, civciv, kuğu,
Anne rahminde çocuğu,
Dallarda her tomurcuğu,
Rahmet-i Rahman büyütür!..
Bir nazar et, göğe, yere,
Hangi şeye akıl ere?
Bir damlayı yüzbir kere,
Rahmet-i Rahman büyütür!.. [42]
“Çok çok merhamet edici. Verdiği nimetlere şükür edenleri ve kendisine iman edenleri daha büyük ve ebedî nimetler vermek suretiyle mükâfatlandırıcı. Âhirette sadece mü'minlere rahmetle, merhametle muamele edici.”
Cenâb-ı Kibriya'nın “Er-Rahîm” ismi daha çok irade sahiplerine bakar. Yani irade sahipleri için İlâhî rahmeti ifâde eder. Âlemde beşerden başka her mahluk, kendisi için tâyin edilen huduttan dışarı çıkamaz, o hudut içinde nimetlerden faydalanırken, irâdeye mâlik olan insanlara terakki imkânı bahşedilmiştir. Öyle ki, bir insan burada Cennete gül dikebilir. Yani yaptığı güzel amel ve hareketler mukabilinde ona Cennet vardır.
Daha evvelce de ifâde edildiği gibi: “Er-Rahmân, Er-Rahîm” isimleri yine iki rahmeti ifade eder. “Er-Rahmân” ism-i şerifinin ifade ettiği rahmet, hiçbir şeye, bir şarta, kesb ve irâdeye bağlı değildir. Bu ilâhî rahmet, bütün mahlûkata şâmildir. Çalışan da, çalışmayan da, imanlı ve imansız, velî ve deli hepsi buna gark olmuşlardır.
Er-Rahîm: Bu mübarek ismin ifade ettiği rahmet ise bambaşka. Rahmân'ın lütfü ve keremi olan rahmeti iyiye, güzele, hayıra kullanarak çalışanlara bir mükâfat, bir bahşiş olmak üzere verilen rahmettir. Kulun niyeti ve ihlâsı nisbetinde alacağı mükâfata hudut yoktur. En azı bire ondur.
Meselâ: Kur'an-ı Kerim okumak böyle. En azından bir harfine on hasene verilmektedir. İhlâs sûresini üç kere okumanın mükâfatı bir hatim sevabıdır.
Resûl-i Ekrem (s.a.v) efendimizin ifadesiyle: “Her namazın sonunda Âyetü'l-Kürsî'yi okuyan kimse cennetteki yerini görmeden ölmez.” Yani öldüğünde cennete dahil olur.
İşte “Er-Rahîm” isminin ahirete bakan ciheti. Yine bu ismin bereketiyle insanların, bilhassa annelerin kalbinde rahmet ağaçları yeşermiştir ki, bir anne ne kadar âsî olsa da evlâdını ateşe atmaz.
Allahü Teâlâ'nın rahmetinin yanında ise bütün insanların merhameti denizde bir damla gibi bile olamaz. O'nun rahmeti o kadar büyük ve geniş...
Şimdi şu hale bakınız: Abdullah ibn Ömer (Radıyallahü Anh) hikâye eder:
“Resûl-i Ekrem ile birlikte bir gazaya gidiyorduk. Bir kavme uğradık. Allah'ın Resulü: “Bu hangi kavimdir?” diye sordu. Müslüman olduklarını söyledik. Bu arada bir kadın tandırını yakıyordu, yanında da küçücük yavrusu bulunuyordu. Tandır iyice alevlenip kızınca, kadın kalkıp Peygamber-i Zîşanın mübarek huzuruna geldi ve dedi:
“Siz Allah'ın Resulü müsünüz?”
“Evet, dediler, ben Allah'ın Resulüyüm!” Kadın şevk ve saadetle:
“Babam, anam size feda olsun, dedi, Allah merhamet edenlerin en çok merhamet edeni değil midir?” Fahri Âlem:
“Evet, öyledir!” buyurdu.
Kadın tekrar dedi ki:
“O halde Allah'ın kullarına karşı olan merhameti, ananın evlâdına olan merhametinden daha üstün değil midir?”
“Evet, daha merhametlidir!”
“(Ey Allah'ın Resulü!) Bir anne hiçbir zaman çocuğunu ateşe atmaz!”
Bunun üzerine Rahmet Nebî (s.a.v.) yere kapanıp ağladı ve sonra başını secdeden kaldırıp şöyle buyurdu:
“Allah, kullarından ancak mârıd mütemarrıd (Şerir, fesâd çıkaran, inatçı, Hakkı inkâr eden âsî) olup “Lâ ilahe illallah!” demiyen kimseye azab eder.” [43]
Meali:
“(Habibim) Sen, Allah'dan gelen bir merhametle, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın elbette onlar etrafından dağılıp giderlerdi.” [44]
Er-Rahîm ism-i şerifi bulunmaz, tükenmez, sonu gelmez bir hazinedir ki, ahirette mü'minlere, takva ve verâ ehline akla ve hayâle gelmez nimetler sunacaktır.
Cihanın en cömert, en zengin insanları bir araya gelse, bütün servetlerini hayır yoluna dökse, beşerin eteğine ırmaklar gibi altınlar akıtsa, nihayet bunların servetlerinin ve zenginliklerinin sonu gelecektir. Allahü Teâlâ'nın rahmetinin yanında bu dünya dolu servet belki bir damla bile tutmayacaktır. Bir düşününüz ki, binlerce senedir hiç eksilmeden, bir lâhza ara vermeden Allah'ın rahmeti, mahlûkatı üzerine inmektedir. Âhiretteki rahmeti ise akılların alamayacağı kadar büyüktür...
Gönülden, tam bir ihlâsla ömründe bir kere “Lâ ilahe illallah Muhammedün Resûlüllah” diyen bir kimse, günahı olsa bile netice itibariyle ve Allah'ın rahmetiyle Cennete dahil olacaktır. İşte bu, Er-Rahîm isminin bir tecellîsidir.
Şu hadîs-i şerif bize bu hususta ışık tutacaktır: Câbir bin Abdullah (r.a.)'dan. O dedi ki:
“Nebî (Sallaîlâhü Aleyhi ve Sellem) yanımıza geldi ve şöyle buyurdu:
“Az önce dostum Cebrail benimle idi. Bana:
“Ey Allah'ın Resulü, dedi, seni Peygamber olarak gönderenin hakkı için söylüyorum. Allah'ın kullarından biri, beşyüz seneden beri bir dağ başında bulunuyordu. Genişliği ile uzunluğu otuzar arşın olan ve etrafı denizle çevrili bulunan dağın tepesinde oturuyordu. Bu adam orada tam beşyüz sene Rabbine ibadet etmişti. Rahman olan Allah da, orada ona parmak kalınlığında akan bir tatlı kaynak su ile, her gün bir nar yetiştiren bir nar ağacı ihsan buyurmuştu. Adam, her akşam suyun başına iniyor, yıkanıp abdestleniyor, o bir tek narı da alıp yiyerek tekrar ibadetine koyuluyordu.
Bu arada Rabbinden, ruhunu kendisi secdede iken kabzetmesini, kıyamet günü tekrar dirilinceye kadar, bulunduğu adaya ve cesedine hiç kimsenin muttali olmamasını ve kendisi öyle secde halinde iken diriltilmesini temenni ediyordu.
Şanı pek yüce olan Allah onun bu arzusunu da yerine getirdi. Hatta biz melekler, yeryüzüne inip çıktığımız zamanlarda onu secde halinde öylece görürdük. Tâ ki Allahü Teâlâ'nın ilminde durum şöyle tezahür etti:
Kıyamet kopmuş, bütün insanlar gibi o da dirilerek Rabbinin huzuruna getirilmişti. Sonsuz kerem ve rahmet sahibi Allah, o kulu için şöyle buyurdu:
“Kulumu rahmetimle Cennete koyunuz!”
O kul:
“Hayır, dedi, amelim mukabilinde Cennete koyunuz!”
Allahü Teâlâ meleklere ferman etti:
“Kuluma vermiş olduğum nimetlerle kulumun amellerini tartınız!”
Kulun amelleri nimetlerle karşılaştırıldı. Sadece, göz nimetinin, kulun yaptığı 500 senelik ibadetten ağır geldiği görüldü.
Bunun üzerine Hâlik-ı Kerim hazretleri:
“Ey meleklerim, buyurdu, kulumu Cehenneme atınız!”
Ve o kul derhal Cehenneme doğru sürüklendi... Baktı ki kurtuluş yok, feryadı bastı:
“Ey Rabbim! Rahmetinle beni Cennete koy!”
Allah Azze ve Celle buyurdu:
“Getirin onu!”
Kul tekrar İlâhî huzura getirildi ve Yüce Allah:
“Ey kulum, buyurdu, söyle, seni yoktan kim var etti?”
Kulun dudakları saadetle açıldı:
“Sen Yâ Rabbi!”
“Seni yoktan var etmem senin amelin sebebiyle mi oldu, yoksa benim rahmetimle mi?”
“Senin rahmetinle ey Rabim!”
“Beş yüz sene ömrü ve ibadet etme gücünü sana kim verdi?”
“Sen, ey Rabbim!”
“Peki, dağlar arasındaki adada dağın tepesinde seni kim iskân etti? Dört bir tarafı denizlerle çevrili şu küçük adada sana tatlı suyu kim fışkırttı? Âdet olarak senede bir kere meyve veren nar ağacına her gün bir meyveyi kim verdirdi? Ve sen, ruhunu secde halinde iken kabzetmemi dilemiştin. Seni muradına kim erdirdi de secdede iken ruhun kabzedildi?”
“Bu da senin ikramın, ey Rabbim!”
“İşte ey kulum! Bütün bunlar benim rahmetimle oldu. Ve ben rahmetimle seni Cennete koydum!”
Cebrail (a.s.) bütün bu hadiseyi anlattıktan sonra dedi ki:
“Bu işler ancak Allah'ın rahmetiyle olur!” [45]
Bu hususta misalleri çoğaltmak mümkün. Fakat arif olan bir kelime ile de her şeyi anlar.
Bilelim ki, Allah'ın rahmetinin sonu yoktur. Allah'ın hiç bir sıfatının da benzeri yoktur. O, sultanların sultanıdır. O'nun rahmeti kendisine ulaşmayan hiçbir Mahlûk düşünülemez. Her zerrenin varlığı onun kudretimin eseridir. Bizim gözlerimiz görmese, kulaklarımız duymasa dahi her şey kendi hâl diliyle O'nu zikretmektedir.
İnsan ise Allahü Teâlâ'yı zikretmeye en layık varlıktır. Rabbi ile olana ne mutlu!..
Buraya Bediüzzaman Said Nursi hazretlerinin sözleriyle nokta koyacağız. Yirmi Dördüncü Sözden:
“... Kâinatın herbir âleminde, her bir taifesinde, Esma-i Hüsnâ'dan bir ismin unvanı tecellî eder. O isim, o dairede hâkimdir; başka isimler orada ona tabidirler, belki onun zımnında bulunur.
Hem, mahlûkatın herbir tabakasında az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm (umuma ve herkese ait) herbirisinde, has bir tecellî, has bir Rubûbiyet, has bir isimle cilvesi vardır. Yani, o isim herşeye muhît ve âmm olduğu halde, öyle bir kast ve ehemmiyetle bir şeye teveccüh eder; güya o isim yalnız o şeye hastır. Hem, bununla beraber, Hâlık-ı Zülcelâl herşeye yakın olduğu halde, yetmiş bine yakın nurânî perdeleri vardır. Meselâ, sana tecellî eden Hâlık isminin mahlûkiyetindeki cüz'î mertebesinden tut, tâ bütün kâinatın halikı olan mertebe-i kübrâ ve ünvân-ı azama kadar ne kadar perdeler bulunduğunu kıyas edebilirsin.
Demek bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla, mahlûkiyetin kapısından Hâlık isminin müntehâsına yetişirsin, daire-i sıfata yanaşırsın. Madem perdelerin birbirine temaşa eder pencereleri var; ve isimler birbiri içinde görünüyor; ve şuunât birbirine bakar; ve temessülât birbiri içine girer; ve unvanlar birbirini ihsas eder; ve zuhurat birbirine benzer; ve tasarrufât birbirine yardım edip itmam eder; ve Rubûbiyetin mütenevvi terbiyeleri birbirine imdat edip muavenet eder; elbette gerektir ki, Cenâb-ı Hakkı bir isim, bir unvan ile, bir rubîbiyetle ve hâkezâ, tanısa, başka unvanları, rubûbiyetleri, şe'nleri, içinde inkâr etmesin. Belki, herbir ismin cilvesinden şâir esmaya intikal etmezse, zarar eder. Meselâ, Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. Belki, lâzım gelir ki, onun nazarı dâima “Hû, Hüvallahü - Allah, O Allah'tır.” okusun, görsün, onun kulağı herşeyden:
“De ki: O Allah birdir!” dinlesin, işitsin; onun lisânı, “Lâ ilahe illâ hû!” desin, ilan etsin. İşte Kur'an-ı Mübîn:
“O Allah ki, O'ndan başka ibadete lâyık hiçbir İlâh yoktur. En güzel isimler O'nundur.” [46]
Fermanıyla, zikrettiğimiz hakikatlere işaret eder.
Eğer o yüksek hakikatleri yakından temaşa etmek istersen, git fırtınalı bir denizden, zelzeleli bir zeminden sor, “Ne diyorsunuz?” de; elbette,
“Ya Celil, Yâ Celîl,
Yâ Azîz, Yâ Cebbar”
dediklerini işiteceksin. Sonra, deniz içinde ve zemin yüzünde merhamet ve şefkatle terbiye edilen küçük hayvanattan ve yavrulardan sor, “Ne diyorsunuz?” de; elbette:
“Ya Cemîl, yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Rahîm!” diyecekler.
Semâyı dinle; nasıl “Yâ Celîl-i Zülcemâl” diyor. Ve arza (yeryüzüne) kulak ver; nasıl “Yâ Cemîl-i Zülcelâl” diyor. Ve hayvanlara dikkat et; nasıl “Yâ Rahman, yâ Rezzâk” diyorlar.
Bahardan sor; bak nasıl “Yâ Hannân, yâ Rahman, yâ Rahîm, yâ Kerîm, yâ Latîf, yâ Atûf, yâ Musavvir, yâ Münevvir, yâ Muhsin, yâ Müzeyyin!” gibi çok esmayı işiteceksin. Ve insan olan bir insandan sor, bak nasıl Esmâ-i Hüsnâ'yı okuyor ve cephesinde yazılı. Sen de dikkat etsen, okuyabilirsin.
Güya, kâinat azîm bir mûsika-i zikriyedir; en küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor. Ve hâkezâ (böylece), kıyas et. Fakat, çendan [47] insan bütün esmaya mazhardır; fakat kâinatın tenevvüünü ve melâikenin ihtilâf-ı ibâdatını intaç eden tenevvü-ü esma, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebep olmuştur.
Enbiyânın ayrı ayrı şeriatları, evliyanın başka başka tarîkatleri, asfiyânın çeşit çeşit meşrepleri şu sırdan neş'et etmiştir. Meselâ İsa Aleyhisselâm; sair esma ile beraber Kadîr ismi onda daha galiptir. Ehl-i aşkta Vedûd ismi ve ehl-i tefekkürde Hakîm ismi daha ziyâde hâkimdir.
İşte, nasıl eğer bir adam hem hoca, hem zabit, hem adliye kâtibi, hem mülkiye müfettişi olsa, onun herbir dairede birer nisbeti, birer vazifesi, birer hizmeti, birer maaşı, birer mesuliyeti, birer terakkiyâtı ve muvaffakıyetsizliğine sebep birer düşman ve rakipleri oluyor; ve padişaha karşı çok unvanlarla görünüyor ve görür; ve çok lisânlarla ondan medet ister; ve âmirinin çok unvanlarına müracaat eder; ve düşmanların şerrinden kurtulmak için muavenetini çok suretle talep eder. Öyle de, çok “Esmâ” ya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara mübtelâ olan insan, münâcâtında istiâzesinde çok isimleri zikreder. Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahri ve elhak en hakîki insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhisselâtü Vesselam, Cevşenü'l-Kebîr nâmındaki münâcâtında bin bir ismiyle duâ ediyor, ateşten istiâze ediyor: İşte şu sırdandır ki, sûre-i Nâs'da buyuruluyor:
“De ki: Sığınırım insanların rabbine. İnsanların mâlikine. İnsanların ilâhına. İnsanların kalbine vesvese verenlerin şerrinden.”
(Sûre-i Nâs)’ta üç ünvan ile istiâzeyi emrediyor ve “Bismillâhirrahmânirrahîm” de, üç ismiyle istiâneyi gösteriyor.” [48]
İşte Yüce Allah'ın güzel isimlerini zikrederken ruhumuza başka başka kapılar açılmaktadır. Gönül uyanıklığı ve kalb safası ile bu isimlere devam edenler muradının incisini elde edecektir. Allah diyen mahrum kalmaz. Dünya sultanlarından, insanlardan bir şey istendiğinde çok defa memnun olmazlar, yüzlerini ekşitirler. Allahü Teâlâ ise kendisinden bir şey talep etmeyenlere gadap eder. O'nun rahmeti o kadar geniştir ki, şeytan bile ümitlenir.
Şimdi kendimizi şu şiirin nağmelerine ısmarlayalım. Görelim nice hakikatler vardır:
Arılar bal vermezdi,
O Rahîm zât olmasa!..
Ağaçlar dal vermezdi,
O Rahîm zât olmasa!..
Ne sevinç, ne haz vardı,
Ne bahar, ne yaz vardı,
Ne de bir niyaz vardı,
O Rahîm zât olmasa!..
Yeşil nice, ak nice?
Yakın ve uzak nice?
Bilinmezdi Hak nice,
O Rahîm zât olmasa!..
Her zerre ondan eser,
Gül bülbüle gülümser,
Mazlumlar ümit keser,
O Rahîm zât olmasa!..
Ne kış görürdün, ne yaz,
Ne sıcak, ne bir ayaz,
Yüreğin kıpırdamaz,
O Rahîm zât olmasa!..
Hayat biter, dal kurur,
Peteklerde bal kurur,
Dünya, bu masal kurur,
O Rahîm zât olmasa!.. [49]
“Mülkün ve bütün kâinatın yegâne sahibi, mutlak surette hükümdarı, sultanlar sultanı.”
Bir kimsenin melik, sultan veya hükümdar olabilmesi için bir mülke, bir teb'aya, bir orduya, bir idarî teşkilâta ihtiyacı vardır. Hiçbir şeyi olmayan adama melik denmez. Ordusu ne kadar kuvvetli, toprağı ne kadar geniş, halkı ne kadar zengin ve kudreti ne kadar heybetli olursa olsun dünya mülkünde şah olanların hiç birinin hükümdarlığı hakiki ve ebedî değildir. İnsan cihan mülküne Süleyman olsa yine bütün varlığı elden gidecek, kendisi de tahtından kara toprağa inecektir.
Âleme nice padişahlar gelip gitmiştir ki, onların yurtlarında şimdi başkaları saltanat sürüyor. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve saltanatı öyle mi?
O, öyle bir melik, öyle bir sultan ki, denizin dibinde bir âciz mahlûk darda kalsa ona imdat elini uzatır. Bir karınca niyaz ellerini açıp ondan bir şey dilese, karıncanın sesini duyar. Gözle görülmeyecek kadar küçük mahlûklar, mikroplar vardır ki, onların rızkını da Allahü Teâlâ vermektedir.
İşte melik olmanın, sultan olmanın, sonsuz bir kudrete ve kemâle sahip olmanın ifadesi... O, bazı kere âleme celâl sıfatı ile tecellî ettiğinde ağaçlar yerlerinden kopuyor, dağlar korkudan sarhoş bir hale geliyor, bulutlar ateş şimşekleri gibi gök yüzünde cevelân ediyor, yeryüzünde sular kaynayıp taşıyor ve bütün âlem halkı korkudan: “Yâ rabbi, Yâ Rabbi!” demeye başlıyor ve ancak onun rahmetine sığınarak selâmet buluyor. Hangi bir sultandır ki, bir lâhzada bütün kâinatın altını üstüne getirsin? Veya bir anda tufanları, fırtınaları dindirsin? Allahü Teâlâ'nın melikliği işte bu kadar muazzamdır ve O'na bir misâl bulunamaz.
Bir düşününüz ki, Yunus Aleyhisselâm balığın karnında, o zindanda, o fırtınalı denizde ümitsizliğe düşmedi ve benim bir Rabbim, bir sultanım var, benim sesimi işitir, bana imdat eder dedi ve şöyle tesbih etti:
“(İlâhî!) Senden başka hiçbir ilâh yoktur. Seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Şüphesiz ki ben zâlimlerden oldum.” [50]
Bundan sonradır ki Yunus Aleyhisselâm selâmet sahiline çıkarıldı. O, öyle bir melik. Öyle bir sultan ki, hükmü denizde geçer, karada geçer, gökte geçer ve her şey O'na boyun eğer, râm olur. Ahiretin nimetleri de O'nun elinde, dünyanın nimetleri de... Kıyamet gününün maliki de yine O'dur.
Evet:
Ey Rabbim! Sensin veren bahar bana, yaz bana,
Yine senin emrinle dokunur ayaz bana!..
Rahmetin lâlelerin başına kına yakar,
Bu hikmeti gördükçe gerekir niyaz bana!..
Mülk senin, hamd sanadır. Bir mislin, benzerin yok,
Tarife sığmazsın ki, ne söylesem az bana!..
Şimdi Elmalılı tefsirinden “El-Melik” isminin izahına bakalım:
“Evet korkudan dağların bile çatlayarak boyun eğeceği O Allah öyle bir Allah'tır ki, hakikatte O'ndan başka ibadet edilecek bir varlık yoktur. “El-Melik = Mülkün sahibi” bütün eşyanın mülk ve hükümdarlığı O'nun, bütün yaratıklar üzerinde emir ve nehiy, idare ve tasarruf, işinden etme ve iş verme, aziz ve zelil kılma, mükâfat ve ceza ile açıkta ve gizlide hüküm, kuvvet ve kudret kendisinin olan yegâne saltanat sahibi O'dur.
“Mülk elinde bulunan yüce Allah, kutludur.” Öyle melik ki, Kuddûs, gayet mukaddes her türlü kusurdan münezzeh, her vasfında mükemmel, sınırlamaya ve tasvire sığmaz, hiçbir leke kabul etmez, tertemiz demektir. Öyle ki “Esselâm” , selam, her selâmetin kaynağı, kendisi ayıbdan, kusurdan, eksiklikten, yokluktan kısacası her tehlikeden salim olduğu gibi, selâmet umulan, selâmet arayanları selâmete erdirecek olan da O'dur.” [51]
Bir düşünelim ki, âlemde ne kadar hükümdar veya melik varsa, bütün bunlar halkından vergi alır. Onun saltanatı halktan topladığı servetlerle ayakta durabilir. Halbuki Cenâb-ı Zülcelâl kullarından hiçbir şey almaz, sadece verir. Kulların yaptığı iyilikler de belki yüz katıyla geri kullara döner. O hiçbir şeye muhtaç da değil, ama herşey, her mahlûk O'na muhtaç. Cebrail bile O'nun celâl mülkünde kanat çırpmaktan korkmuş, miraç gecesi efendimizi Sidretü'l-Müntehâ'da bırakmış:
“Ey Allah'ın Resulü, demişti, buradan bir parmak ucu kadar ileri geçecek olsam tecellî-i ilâhî'nin nuru beni yakar. Sen yürü, bu gece meydan senindir!”
Biz ne kadar geniş düşünürsek düşünelim, O'nun mülkünün ve saltanatının büyüklüğünü kemâliyle kavrayamayız. Fezanın boşluğunda öyle yıldızlar var ki, onların ziyası dünyamıza yüzlerce sene sonra ulaşabiliyor.
Yine fezanın boşluğunda değirmen taşı gibi durmadan dönen yıldızlar bir kerecik birbiriyle çarpışmıyor, bir kaza meydana gelmiyor. Binlerce senedir emir olundukları yerde akıp giden bu muazzam varlıklar O'nun saltanatının nihayetsiz kudretini göstermektedir.
O dilemedikçe hiçbir şey olmaz. Bir şeyi yaratmayı murad ettiğinde ise ona sadece “Ol!” der, o şey hemen vücuda geliverir. Yine yüce Allah, dünyayı bir çalışma mekânı, ahireti de hesap günü olarak yaratmıştır. Büyük ve dehşetli gün oradadır, büyük mükâfat ta orada. Yine zâlimler ve kâfirler için ceza da oradadır.
O, öyle benzersiz bir sultandır ki, iyi ve salih kulları için altından ırmaklar akan cennetler, kâfir ve zâlimler hesabına da cehennemler hazırlamıştır. Alemde “ben hiç bir yere gitmem, hep dünyada kalacağım!” diyebilecek bir yiğit, bir arslan görülmemiştir. Eğer öyle olsaydı, hiçbir zâlim tahtından kara toprağa inmez, hesap diyarına sürülmezdi...
Şu bir hakikattir ki, “ben ahirete inanmam” diyen bir adam ahirete gitmekten kurtulamaz, ancak ahireti inkârı dolayısıyla cennete giremez ve cehennem onun ebedî mekânı olur...
A insan! Can kulağındaki gaflet pamuğunu çıkar da O'nun aşkıyla nağmeler koyveren kuşlara, bülbüllere, böcek ve tırtıllara dikkat et. Kâinattaki her varlığın onu zikrettiğini ve: “Yâ Rahîm, yâ Melik, yâ Azîz, yâ Kerîm!” dediklerini duy. Ve sen de bu zikir kervanına katıl. Bir bak, bir gör ki; kâinat kuşu onun yolunda kanat çırpar. Irmaklardaki sular başlarını taştan taşa vurarak onun emriyle akar ve sadece O'nun dilediği olur.
Buraya, yine O'nun bize kerîm kitabında tâlim buyurduğu bir dua ile nokta koyalım:
“De ki: Ey mülkün sahibi Allah! Sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın. Hayır, yalnız senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye hakkıyle kâdirsin.” [52]
Evet:
Bir O'dur en büyük kudret sahibi,
Bin âlem yaratır bu dünya gibi!. [53]
“Her türlü noksanlıktan uzak, hatadan, gafletten berî, eksiklikten uzak, pek temiz.”
“O, öyle Allah'tır ki kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur.” Noksanı mûcib her şeyden pâk ve münezzehtir. Gayet mukaddes ve her türlü kusurdan uzaktır. Her vasfında mükemmel, hiçbir tasvire sığmaz, hiçbir leke kabul etmez, yaratılmışlardan hiç birine benzemez. Tek ve eşsizdir.
Yaratılmışlar her zaman bir şeye muhtaçtırlar. Bir halleri diğer hallerini tutmaz. Sıcaktan, soğuktan, kardan, tipiden, rüzgârdan, fırtınadan, yağmurdan, selden, ateşten, dumandan etkilenirler. Dert, tasa, gam, keder, sevinç, hüzün hep insanlar ve canlılar içindir. Fakat âlemlerin rabbi bütün bu noksanlıklardan pâk ve münezzehtir.
Bir insan bütün cihanlara hükmetse, emrinde dünyanın en kuvvetli ve güçlü orduları olsa, bütün halk hizmetine koşsa, onun yine bir yerde mutlaka noksanı olur. Çünkü mahlûktur, mahlûk Hâlık gibi olamaz.
İşte cihanı yaratan Allah (Azze ve Celle), eşi ve benzeri bulunmayan bir varlıktır. Suretten, zamandan, mekândan, terkipten, dertten, kederden, ızdıraptan, sevinçten, lezzetten ve bunlar gibi diğer bütün mahlûkatın şânından olan herhangi bir hal ve sıfattan, bir şeye benzemekten çok uzaktır. O'nun Zât-ı Akdesini düşünmek, hayâl etmek olmaz. Çünkü hayâlimiz de, düşünmemiz de birer mahlûktur. O'nun eserlerine bakmak kâfi...
Bir damla sudan fidan boylu delikanlıyı yaratan O olduğu gibi, karıncayı yaratan da O'dur. O'nun için güneşi yaratmakla bir küçük sineği yaratmak arasında fark yoktur. O sadece “Ol!” der ve murâd ettiği şey hemen vücûd buluverir.
Bu mübarek isim, her türlü ayıptan, kirden, pastan, lekeden, eksiklikten son derece temiz manasınadır. Ve ulûhiyyete mahsus sıfatlardan “Muhalefetün li'1-havâdis” sıfatı alâkalıdır.
Evet, “El-Kuddûs” ism-i şerifinin yegâne sahibi, Allahü Teâlâ'dır. Çünkü mutlak kemâl O'na mahsustur. Çünkü O'nun zâtında, sıfatında, ef’alinde, ahkâmında, esmasında hiçbir eksiklik ve noksanlık yoktur.
O pek yüce, pek mukaddestir. Zâtında veya herhangi bir sıfatında mahlûkundan birine benzemekten veya mahlukatından biri O'na benzemekten uzaktır.
Evet:
Yer, gök, güneş, ay, yıldız. Herşey Hak ile kâim,
Bütün mahlûk yok olur; O Bakidir, O dâim!
O'nun mübarek ve güzel isimleri bize rahmet kapılarını açmaktadır. Bu isimlerle O'nu zikrettiğimizde, bizim hesabımıza cennette gül fidanları büyümektedir. Cennet de O'nun mülkü, cihan da O'nun mülkü. Yerlerde göklerde ne varsa herşey O'na râm olmuştur. O'nun zâtı kadîmdir, bakîdir, ezelîdir. Kim O'nun mülkünde O'na eş-ortak koşarsa yüzüstü cehennemi boylar. Dünya hükümdarlariyle O'nun sultanlığı karıştırılmamalıdır. Dünyalara sığmayan nice cihangirler gelmiştir ki, şimdi hepsi toprak olmuştur. Yüce Allah'ın saltanatının ise sonu yoktur.
İşte El-Melik ism-i şerifinin peşinden El-Kuddûs ism-i şerifinin nazara verilmesi, Cenâb-ı Hakk'ın bütün varlığa hâkim bir saltanat sahibi bulunduğunu bildirmektedir.
Öyle bir saltanat, öyle bir sultan ki, zerrece eksiklik ve noksanlık ve leke kabul etmez. Pâk ve müberrâ!.. [54]
“Kullarım tehlikelerden selâmete çıkaran, her çeşit arıza ve hâdiselerden salim kılan.”
Selâm: Her selâmetin kaynağı, kendisinden selâmet umulan, dertten, ızdıraptan, belâdan, ayıptan ve kusurdan berî olan manasınadır.
Bu mübarek isim, El-Kuddûs ism-i şerifine yakın bir mânâ bildirmekte ise de, bu daha çok istikbâle aittir.
Meselâ: Âlemde bulunan her şey, hattâ âlemin kendisi değişikliğe, halden hale uğrar. Gün gelir dünya da elden gider, içinde olanlar da. Fakat yüce Allah'ın gerek zât-ı kerîmi, gerek sıfatı hiçbir zaman, ne şimdi, ne de gelecekte en ufak bir değişikliğe, bir eksikliğe uğramaktan münezzehtir. O Zât-ı Kibriya, ezelde nasılsa ebedde de öyledir. O'nun için zaman mekân mefhumu da yoktur. Çünkü zaman da bir mahlûktur.
Şimdi tek tek heceleyelim:
O, hiçbir zaman yok olmaz.
Kudreti eksilmez.
Mülkü elinden çıkmaz.
İlmi gevşemez.
O'nu gaflet basmaz.
Uyku O'na arız olmaz.
O dâima diridir.
Kimse O'na karşı galip gelemez.
Kimse O'nun mülkünde ortak olamaz.
Görebildiğimiz ve göremediğimiz bütün varlıklar O'na muhtaçtır ve her şeyin bir sonu vardır. O'ndan başka salim kalacak yoktur...
Âleme Yusuf -selâm üzerine olsun- güzelliğinde kimse gelmemiştir. Bütün güzelliğiyle beraber Yusuf da tahtından kara toprağa inmiştir. Züleyhâ gibi gün görmemiş bir inci de nihayet başına karlar yağarak ihtiyarlığa mahkûm olmuştur.
Evet; mahlûk varken yok olur, zenginken fakir düşer, güzelken güzelliği elden gider, sultanken kul olur, kul iken sultanlığa kurulur, bir çoban bir memleketin başına gelebilir. Bir cengâver de âciz bir adama yenik düşebilir. Yani mahluklar bir halde kalmaz, dünya bir anda yalan olur. Ebedîlik ancak Cenâb-ı Hakka mahsustur. Selâmet de yine O'na mahsus...
Hâlik-ı Zîşan Hazretleri, her türlü ayıp ve noksanlıktan müberrâ olduğu cihetle, bu isimle isimlendirilen herkesten daha ziyade “es-Selâm” ismine müstehaktır. İnsanlara isim verilirken “Selâm” yerine “Abdüsselâm” denilmesi daha uygundur.
Kula gereken şey, dâima O'na güvenip dayanmak, O'nun emrinde kalmak, hacetlerini O'na sunmaktır. Çünkü dünya da, ahiret de O'nun kudret elindedir. Vezirler, şahlar da O'nun kapısında boyun büker. Herkesin eli O'nun kerem sofrasına uzanır. O kadar ki, inkârın kuyusunda mekân tutan müşrikler O'nun nimetleriyle rızıklanırlar. O verir de verir. Vermekle O'nun hazineleri tükenmez. Afattan, belâdan, tufandan, fırtınadan salim kalan yalnız O'dur. Fırtınalar, yıldırımlar, şimşekler, zelzeleler hep O'nun dilemesiyle vücud bulur.
Âlemde kendileri gibi fânilere bağlananlar, hatta onları hâşâ ilâhlaştıranlar başlarım dalâlet kayalarına çarpan zavallılardır. Ve onların akıbeti pek fecîdir.
Yine kafası olup da aklı olmayan bazı alık adamlar; şarkıcılara, bilmem necilere “Sanat ilâhı, ses ilâhı, kuvvet ilâhı” demek cehaletini gösteriyorlar ki, bundan büyük ahmaklık ve belâ düşünülemez.
O putlaştırılan adamlar bir de bakıyorsunuz ki kabre düşüvermiş. Ecel eli onu ensesinden yakalayıp hesap diyarına alıvermiş... Ölen, yok olan, değişikliğe uğrayan, bir başkasına ihtiyaç duyan şey nasıl İlâh olur?
İşte Es-Selâm ism-i şerifi bu batıl inanışları kesip atmaktadır. Salim olanın, ebedî ve ezelî olanın yalnız Allahü Teâlâ olduğunu bildirmektedir. Ve yine, gerek dünyada, gerek ahirette tehlikeye, felâkete maruz kalan kullarını ve dilediği kimseleri selâmete çıkaracak olan da elbet O'dur. Çünkü her türlü selâmetin, her türlü rahmetin sahibi olmak O'nun şanındandır.
Bir düşününüz ki, eceli gelmiş hastaya hiçbir ilâç, hiçbir hekim fayda vermez. İlâç sadece vasıtadır, şifayı veren ancak Allah'tır. Allah (Azze ve Celle), bir kulunun ölmesini murad ederse, bütün âlem bir araya gelse, onu ölümden kurtaramazlar. Yine bir kuluna can bahşedecekse, ona binlerce kurşun sıkılsa, yılan zehri içirilse yine ölmez. Dünyada bunlar çok görülmüştür. Fakat ibret alanlar azdır...
O halde, selâmeti ve saadeti yalnız O'ndan bilmek ve yalnız O'na hamdetmek gerekir. Her türlü tehlikenin selâmet yollarını ve sebeplerini yaratan da O'dur.
Evet; arslan, pençesinin kuvvetiyle ceylân avlayamaz, ancak kendisine takdîr olunan kadarına gücü yeter. Karınca da âciz olmakla beraber tevfîk-i ilâhî imdadına yetişirse arslanın dişini sökmeye kadir olur.
O'nun emri olmadıkça kılıç bezi delip geçemez, fakat bir de takdir bıçağı birinin ciğerine saplanacaksa, yüz kat zırhı delip geçer... Hazret-i İbrahim'in elindeki bıçak taşı kesti, fakat Hazreti İsmail'i kesmeye imkân bulamadı.
İnsan duvarın dibine oturup uygunsuz sözler söylememeli, çünkü onu bir duyan vardır. Her şeyi ben yapıyorum, ben ediyorum, demek de doğru değildir. Sana o imkânı vereni düşünmelisin!..
Es-Selâm ism-i şerifinin bir tecellîsi de ahirette mü'minlere, velîlere, Allah'ın dostlarına olacaktır. Yüce Allah sevdiği kullarını selâmetle cennete koyacak ve onlara selâm verecektir.
Varlığın nuru ve Allah'ın aziz nebisi (s.a.v) buyuruyorlar ki:
“Cennet ehli zevk ve safa içinde eğlendikleri bir sırada onlara bir nur doğar, yayılır. Başlarını kaldırınca üzerlerinden rablerinin kendilerine tecellî ettiğini görürler. O sırada Allah'dan:
“Esselâmü aleyküm yâ ehle'l-cenneti = Selâm size ey cennet ehli!” diye nida gelir. Bu da Allahü Teâlâ'nın şu mübarek âyeti ile bildirilmiştir:
“Onlara esirgeyen rabdan söz olarak “Selâm” vardır.” [55]
Allah'ın cemalini seyrettikleri müddetçe tecellî kalkıncaya kadar içinde bulundukları nimetlerden hiç birine iltifat etmezler. Sonra da onlara Allahü Teâlâ'nın nuru ve bereketi kalır. [56]
Alemde fanilere değil Allah'a kul olmanın saadeti budur. Öyle bir selâmet ve nimet ki sonu yok, tükenmek ihtimali yok. Halbuki dünyada olan nimetler tükenir, servetler elden gider, güzellerin beli bükülür, padişahlar tahtından kara toprağa iner...
Bilmem ki nasıl desem, şükrümü nasıl ifâde etsem?
Yâ Allah, Yâ Kuddûs, Yâ Selâm,
Medhine bulamam bir kelâm!
Yücelik, azamet, şan senin,
Bana bir bahşişin can senin,
Kulundur şah senin, han senin.
Yâ Allah, Yâ Kuddûs, Yâ Selâm,
Medhine bulamam bir kelâm!
Bulutlar indirir yağmur, kar,
Yamaçlar yeşerir sel akar,
Cümleye sensin dost, sensin yâr.
Yâ Allah, Yâ Kuddûs, Yâ Selâm,
Medhine bulamam bir kelâm! [57]
“Kullarına emn ü emân veren, mü'min kalblere ma'rifetinin nurunu koyan, kendisine sığınanları rahata, huzura erdiren.”
Evet; iman, emniyet ve güven verici, şüphe ve tereddütleri kaldıran, isteyenlere iman, korku içinde olanlara emniyet veren ve verecek olan elbet yüce Allah'tır.
O'nun rahmetinin ulaşmadığı bir mahlûk yoktur. Herşey O'nun kudretiyle hayat bulup varlık âlemine geldi. Bütün bunları Allahü Teâlâ'dan başka yapacak, vücûda getirecek bir başka kudret yoktur. Kullarına hidayet bahşetmesi de yine O'nun sonsuz rahmetinin bir tecellîsidir. Eğer O bir kuluna iman ve nur nasib ve takdir etmemişse, artık o kişiyi bütün âlem bir araya gelse hidayete erdiremez.
İnsanlar çok kere içinde bulundukları nimetlerin kıymetini bilemezler. İşte iman nimeti de böyledir. Alemde imansızlıktan daha büyük dert ve âfet düşünülemez.
Rabbimize sayısız hamd ederiz ki, bizi iman ile şereflendirmiş, İslâm ile zînetlendirmiştir.
O, eğer Peygamber göndermese, kitap indirmese hâlimiz nice olurdu? İman, Yüce Allah'ın en büyük nimetlerindendir.
Bir kimsenin kalbinden kopmuşsa iman bağı,
Allah buyuruyor ki: O hayvandan aşağı!..
Yine Cenâb-ı Hakkın en güzel nimetlerinden biri de emniyettir. Kullarını korkulardan emin kılan, onlara emniyet bahşeden, rahmetiyle çevreleyen hep O'dur.
Nice dağların aralarında, kuytu yerlerde, deniz kenarlarında, vadilerde emniyet içinde yaşayabiliyorsak, bu, El-Mü'min ism-i şerifinin bir tecellîsidir. Bu emniyet yüreklerden kalkacak olsa insanlar dağların eteklerinde mekân tutamazdı...
Alemde nice zelzeleler, nice yangınlar, nice tufanlar, nice seller olur ve fakat insanlar yine oradan bir yere göç etmezler. Tekrar hiçbir şey olmamış gibi hayata devam ederler. Şayet âfet bölgeleri terk edilseydi dünyada oturacak yer kalmazdı...Bütün bunlar düşünülmeğe değer.
Yine yeryüzünde kötüler, zâlimler, haydutlar, tağutlar da bulunur. Bunların şer ve kötülüğünden Allah'a sığınmak, O'na iltica etmek durumundayız. Rabbimizin dergâhına yüz tuttuğumuzda elimiz boş dönmez. Bize er-geç ilâhî imdat erişir. Çünkü “El-Mü'min” ism-i şerîfinin tecellîsine mazhar oluruz. Yani emn ü emana ereriz. Kul Rabbine ne kadar vefa gösteriyorsa, rabbi de ona onun belki yüz misliyle mukabele eder, onu rahmetinin gölgesine alır...
Yarın mahşer meclisinde Mîzan kurulacak, insanlar Sırat köprüsünden geçecek. O gün dahi yüce Allah mü'minlere emn ü eman verecektir.
Cevşenü'l-Kebîr'den bir dua ile ona sığınmanın tam vaktidir:
“Ey hataları affeden,
Ey belâları kaldıran,
Ey umut ve ricaların son mercii,
Ey hediye ve ihsanları güçlü ve güzel olan,
Ey hediyeleri bol olan,
Ey mahlûkatın râzıkı olan,
Ey ihtiyaçları gideren,
Ey şikayetleri işiten,
Ey müfrezeleri gönderen,
Ey esirleri salıveren (Allah'ım!) Seni tenzîh ve tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur. Sen emansın; eman ve emniyet verensin. Bizi cehennem ateşinden kurtar!” [58]
“Gözetici ve koruyucu, emîn kılıcı.”
“El-Müheymin” ism-i şerifi, görüp gözeten, her şeye şahid olan, koruyan manasınadır.
Allahü Teâlâ âlemlerin rabbidir. Meleği, insanı, cini, yeri, göğü, denizi, dağı, güneşi, ayı, yıldızı, zühresi hep O'nun mahlûkudur ve hepsini görüp gözeten, koruyan, yetiştirip varacağı noktaya ulaştıran elbet sadece Cenâb-ı Hakk'tır.
Hiçbir varlık, hiçbir zerre, hiçbir şey, hiçbir lâhza O'nun lütuf ve kereminden, atâ ve ihsanından uzak değildir. Eğer O Zât-ı Zülcelâl, bir an için âlemi başıboş bırakacak olsa bütün nizam altüst olur ve felek değirmen taşları gibi hayretinden başını taşlara, dağlara vurur. Dağlar toz halinde göklere uçar. Yani hiç kimsede, hiçbir varlıkta hayat eseri kalmaz.
Kul her dâim kendisini bir gözetenin, kendi haline bir vâkıf olanın bulunduğunu hatırından çıkarmamalı ve ona göre güzel işler, güzel ameller yapmalıdır. İyilik zayi olmadığı gibi, hiçbir kötülük de unutulmaz ve cezasız kalmaz.
Bir kimse, kasalar içine, yedi kat yerin altına gizlense yine onu bir görücü vardır. Ve bizzat Allahü Teâlâ buyuruyor:
“Nerede olsanız O sizinle beraberdir. Allah bütün yaptıklarınızı görendir.” [59]
Evet:
Allah'a kulluk ile hayatın ışık demi,
Hüsranın yolcuları doldurur cehennemi!.. [60]
“Kavi ve yenilmesi mümkün olmayan gâlib.”
Yüce yaratıcımızın bu mübarek ismi, kuvvet, izzet, onur ve şan ifade etmektedir. Öyle ki, O hiçbir şekilde ve hiçbir kuvvet tarafından mağlup edilemez, her işinde, her emrinde daima galiptir. Eşi, benzeri, saltanatının bir misli yoktur. Zât-ı Akdesi her şeyin fevkindedir.
Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle: “Velem yekûn lehû küfüven ehad = Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir.”
O dilerse bir lâhzada dünyanın başına binlerce külah geçirir. Bir anda bulutlardan yağmur yerine ateşler akıtır. Toprakta güller bitirir. İbrahim'e ateşi gülistan eder. Yani O'nun muradına karşı kimse duramaz.
Bir zalimi kahretmek istese elinden kurtulmak imkânsızdır. Bir garibi de aziz etmek dilediğinde ona da hiç kimse mani olamaz...
Hazreti Musa'yı düşününüz ki, dadısı Firavun olmuş, dünyaya gelir gelmez onun hizmetini görmüştür. Firavun eğer bilmiş olsaydı, nazla safa ile en büyük düşmanını büyütür müydü?
İşte Yüce Allah bir şeyi takdir ve murad edince, artık onun önüne durabilecek bir güç mevcut değildir. Bizler hep saniye, dakika, lâhza, an deyip duruyoruz. Onun için bunlar da mevzu değil. Saniyenin binde biri kadar kısa bir zamanda dahi muazzam varlıkları meydana getiriverir. Yahut var olanları yok edebilir. İnsanların orduları, güçleri ne kadar çok olursa olsun, zamanla elden gider, mağlup olur. Fakat Allahü Teâlâ asla değişikliğe uğramaz, kuvvetinden, saltanatından bir şey eksilmez.
Cenâb-ı Kibriyânın izzet sıfatı Kur'an-ı Kerim'de bir çok yerlerde azap âyetleri yerinde gelmiştir. Yine bir çok âyette çok defa “Hakîm” ism-i şerifi ile birleşmiştir:
“İnnallâhe azîzün hakîm.”
“Lâ ilahe illâ hüve'l-azîzü'l-hakîm”
“Vehüve'l-azîzü'l-hakîm”
“Ve kânellâhü azizen hakîmâ” gibi... Yani: Allah güçlüdür, hikmet sahibidir, kudreti galibtir mânâsına... Şu kadar var ki, hikmeti ile kötülerin cezasını hemen vermez, te'hir eder. Eğer isyan edenlerin cezası hemencecik verilmiş olsa, kâfirler bir nefes ayakta duramazdı..
İnsanlardan bazıları da Allah'ın lütf u keremi olarak bir makama, bir kuvvete mazhar olabilirler. İşte o zaman halka şefkatle muamele etmelidirler. Bu mübarek isim bize bunu da hatırlatıyor...
Cihan tarlasından başak toplayan hiçbir insan yoktur ki, gün gelsin de mağlup olmasın. En kudretli hükümdarlar bile acze düşer, tahtı saltanatı elden gider. Azîz ve Celîl olan Allah ise, her zaman gâlib, her zaman kudretlidir.
Tâ candan, yürekten şöyle niyaz edelim:
Sensin merhem sürecek yaramıza Yâ Rabbi,
Tefrika, nefret sokma aramıza Yâ Rabbi!
Yine muhtaçtır İslâm ebabil kuşlarına,
Af buyur, bakma yüzde karamıza Yâ Rabbi!.. [61]
“Kullarının işlerini yoluna koyan, kırılanları onaran, eksikleri tamamlayan, dilediğini zorla yaptırmağa muktedir olan.”
Şanı yüce Allah'ın “Cebbar” ism-i şerîfi çok cebredici mânâsını ifade eder. Cebbar vasfında başlıca iki mânâ vardır. Birincisi, cebr, esasen kırığı yerine getirip sıkıca sarmak, eksiği ıslâh edip tamamlamak demektir.
Öyle zamanlar olur ki, işlerin görüldüğü, eksikliklerin giderildiği, noksanların tamama erdiği müşahede edilir. İşte bütün bunları Cenâb-ı Hak yerine getiriverir. Kul da şaşar, âlem de... Çünkü Yüce Allah Cebbardır, kırılanları onarır, her türlü perişanlıkları düzeltir. Her türlü ihtiyacı karşılar, dertlere derman eriştirir, yaralara merhem sürer, yoksulları zengin eder. Muradı olanların murâdını verir.
İkincisi, cebr, icbar etmek, yani dilediğini zorla yaptırmak manasınadır...
Bu mübarek ismin izahında Elmalılı M. Hamdi Yazır şu açıklamayı yapmaktadır:
“... Bu mânâda Cebbar ismi halkın eksikliklerini tamamlayan, ihtiyaçlarını gideren, işlerini düzelten ve bu konuda gereken şeyi gereği gibi yapmakta çok iktidarlı olan hâkim mânâsını ifade eder.
Müfessirlerin çoğu, Allah Teâlâ'ya Cebbar ismini vermenin bu anlamda olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Allah Teâlâ dertlere derman veren, kırılanları onaran, yoksulları zengin eden, perişanlıkları yoluna koyup düzelten en yüce zâttır.
İkincisi: Cebr, icbar etmek, yani dilediğini zorla yaptırmak mânâsına da gelir. Bu mânâda Cebbar, zorlu demektir. Allah Teâlâ'ya isnadı, Kahhâr ismi gibi, halkı iradesine mecbur eden, dilediğini ister istemez zorla yaptırmaya kadir olan, hüküm ve nüfuzuna karşı çıkılma ihtimali bulunmayan güç ve büyüklük sahibi demektir. Mamafih bundan, Cebriyye'nin dediği gibi kullara hiç irade vermez, her emrini cebirle yürütür, insanlarda ihtiyarî fiiller yoktur mânâsını anlamamak gerekir. Çünkü kanun yapma ile ilgili emirlerin kulların cüz'î iradeleriyle şartlı kılınmış olduğu da:
“Eğer siz Allah'a (O'nun dinine) yardım ederseniz (Allah da) size yardım eder.”[62] gibi birçok nass ile tesbit edilmiştir. Ancak bundan şu mânâ anlaşılmalıdır ki, Allah Teâlâ birçok fiilde insana irade vermiş ve hür yaratmış olmakla beraber bütün isteklerini yerine getirmeye mecbur değildir. Dilerse, dilediği anda iradelerini yok eder. Nitekim bir hadis-i şerifde:
“Allah Teâlâ kaza ve kaderini yerine getirmeyi istediği vakit, akıl sahiplerinin akıllarını gideriverir ki, kaza ve kaderi onlarda yerine gelsin. Emri yerine gelince de akıllarını onlara geri verir. Böylece de pişmanlık başlar.”[63] buyurmuştur.
Dilerse onların akıl ve iradelerini yok etmekle beraber isteklerinin aksine kendi hüküm ve iradesini zorla üzerlerinde icra eder. Nitekim Allah'tan korkmayan, emirlerine karşı gelmek isteyen âsiler, azaba ve cezaya yanaşmak istemedikleri halde, vakti gelince cezalarını çekmeye mecbur olurlar. Hâsılı Allah Teâlâ'nın mutlak irâdesi altında mağlub ve mecbur olmayacak hiçbir şey tasavvur olunamaz. Bu husus:
“Oysa göklerde ve yerde olanların hepsi, ister istemez, O'na teslim olmuştur ve O'na döndürülüp götürüleceklerdir.” [64] âyetinde ifade edilmiştir.
Cebbar ism-i şerifinde bu iki mânâdan başka iki farklı anlamın daha olduğu beyan edilmiştir. İbnü'l-Enbarî der ki: “Allah'ın sıfatlarından olan Cebbar, kendisine erişilmez, el uzatılmaz “Ellezî lâ yenâlü” demektir. Nitekim el yetişmeyen yüksek hurma ağacına da “Cebbâretü” denilir.
İbn Abbas (r.a.)'dan yapılan bir rivayette de “el-Cebbâr, Melik-i azîm” yani çok büyük, azametli pâdişâh mânâsına gelmektedir.[65]
Vahidi der ki: “Bu zikredilen mânâlar, Allah Teâlâ'nın Cebbar sıfatı hakkındadır. Halkın sıfatı olarak kullanılan
Cebbâr'ın, daha başka anlamları da vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir:
1- Musallat (zorlayıcı-sataşan) demektir.
“Sen onların üzerinde bir zorlayıcı değilsin...” [66] âyetindeki Cebbar, bu anlamdadır.
2- İri cisimli manasınadır “İnne fîhâ kavmen Cebbârîn -Orada iri cisimli (insanlardan oluşan) bir kavim vardır...” [67] âyeti dahi, bu anlamdadır.
3- Allah'a ibadet etmeyen, baş kaldıran mânâsına gelmektedir. Bu anlam da, “Velem yec'alnî cebbâren = Beni baş kaldıran bir zorba yapmadı.” [68] âyetinde vardır.
4- Çok insan katleden yani “Kattâl” anlamını da ifade etmektedir, nitekim:
“Yakaladığınız vakit, çok katleden zorbalar gibi yakalıyorsunuz.” [69] âyeti ile “İn türîdü illâ en tekûne cebbâren fil ardı = Sen yeryüzünde katil bir zorba olmak istiyorsun.” âyetinde de bu mâna söz konusudur.” [70]
İnsanların servetleri, boyları, renkleri bir olmadığı gibi ilim ve irfanları da bir değildir. Herkes ancak kendi ilmi ve irfanı kadar bu vadide at koşturabilir. Bilenle bilmeyen hiç bir olur mu? Yüce yaratıcımız insanları ve cinleri, kendini bilsinler ve kulluk etsinler diye vücuda getirmiştir, fakat bu teklifi icbar yolu ile değil ihtiyar yolu ile yapmış, her kulu kendi arzusuna bırakmıştır. İnsanlar kendi arzularıyla ya cennet yolunu seçer, ya cehennemi satın alır. Eğer kâinatın Halikı, ibadet ve kulluk hususunda herkesi cebretmiş olsaydı, hiç imkân var mı ki, artık insanlar Allah Teâlâ'dan başkasına ibadet edebilsin...
İnsanın akıl aynası tozlu değilse fânileri ilâh edinmez. Sadece rabbinin emrine baş keser ve bütün hacetlerini ondan bekler. Çünkü sultanlar da ona muhtaçtır, gedalar da...
Ne desem?
Kendine gel, kendine, sen ey sersemce gülen,
Biraz göz yaşın olsun, Allah için dökülen!..
Yüreklerde mekân tutan ümitsizlikler, şaşırtıcı perişanlıklar, sonu gelmez gam ve kederler, merhem tutmaz yaralar hep Cenâb-ı Hakk'a iltica ile yok olacaktır. Sonsuz azaptan kurtuluşun ve ilâhî rahmete mazhar oluşun başka yolu yoktur. Gam seline değirmen olan bir kimse, Cebbar ism-i şerifine devam eder, onu dilinin virdi haline getirirse, mutlaka kendisine bir çıkış yolu ihsan edilir...
Şunu tekrar ifade edelim ki: Allahü Teâlâ'nın kudretine karşı durabilecek bir güç yoktur. Allah'ın azabından yine Allah'a sığınmak lâzımdır.
Nitekim iki cihanın saadet güneşi ve Allah'ın şerefli Rasûlü şöyle duâ etmişlerdir:
“İlâhî! Senin gazabından senin rızana, senin cezandan senin affına ve yine senden sana sığınırım.” [71]
“Büyüklükte eşi benzeri olmayan ve her hadisede büyüklüğünü gösteren.”
Büyük bildiğimiz bütün varlıklar Allahü Teâlâ'nın büyüklüğü karşısında zerre bile olamazlar. Büyüklük, şan ve ululuk, ancak Allah'a mahsustur. O'nun azamet ve kibriyâsı, akılları süt emer çocuklar haline getirmiştir. Çünkü hiçbir zekâ O'nu kemâliyle kavrayamaz. Akılları yaratan da O'dur. Varlığı ile yokluğu Zât-ı Zülcelâlin bir tek emrine bağlı bulunan fanilerin bu sıfata hâiz olması düşünülemez. Büyüklük taslayanı Yüce Allah yüzüstü yere indirir. Âlemde ve yaratılmışlar içinde ilk defa kendini büyük gören Şeytan olmuştur. Ve başına betbahtlık toprağı saçılmıştır. O uğursuzun nice belâlara maruz kaldığı malum. O, kıyamete kadar lanet oklarına hedeftir. O'nun izinde giden akılsız insanlar da yok değildir. Kendisini dağlardan büyük gören nice zalimler şimdi bir avuç toprak olmuşlardır...
Yine âleme nice hükümdarlar gelip gitmiştir ki, şimdi onların yurtlarında kediler fare avlamaktadır. İşte insanlar bu kadar âciz, bu kadar küçüktür. Öyleyken büyüklenmeye kalkmak, dağları ben yarattım havasına girmek, Allah'ın eline verdiği imkânlarla mazlumların omuzları üstünde gezmek akıl kârı değildir. Bu mübarek isim bize bunları da hatırlatmaktadır.
Evet:
Ne sensin, ne ben büyük,
Bir Allah'tır en büyük!..
Şimdi yine Elmalılı tefsirine müracaat ediyoruz. Üstad M. Hamdi Yazir, “el-Mütekebbir” ism-i şerifinin izahında şunları ifade ediyorlar:
“Mütekebbir: Çok büyük, her hususta büyüklüğünü gösteren, büyüklük, ululuk, kibriyâ, ve azamet kendisine mahsus, kendisinin hakkı olan demektir.
Kibirlenmek ve büyüklük taslamak yaratıkların hak ettikleri bir sıfat değildir. Onun içindir ki mütekebbir sıfatının insan için kullanılışı, hoş karşılanmamıştır. Zira mütekebbir kibir gösteren, büyüklenen demektir. Halbuki yaratıklarda esasen büyüklük, ululuk yoktur; aksine aşağılık, horluk, yoksulluk ve ihtiyaç vardır.
Hatta zaman olur ki bir sinek, bir mikrop bir Nemrud'un işini bitirmeye yeter. Böylesine acizlik ve ihtiyaçtan kendilerini kurtaramayan ölümlülerin, büyüklük ve ululuk taslamaya kalkışmaları, cahillikten ve yalancılıktan (ahmaklıktan) başka bir şey değildir. Onun için yaratıklarda tekebbür (büyüklenme) tefa'ul babının tekellüf binasından olarak hoş karşılanmayan bir noksanlıktır.
Fakat Allah Teâlâ zât, sıfat ve fiillerinde büyüklüğün, yüceliğin ve kudsiyyetin her nev'ini toplamıştır. O'nun bu yücelik ve büyüklüğünü göstermesi, hem hiçbir ortak kabul etmeyen hakkı, hem de kendisinin celâl ve cemâl sıfatlarını kullarına tanıtmak, onları bilgilendirmek ve huşu ile saadete götürmek gibi, büyük bir lütuf ve yardım gösterdiği için son derece güzel bir sıfattır.
O'nun hakkında tekebbür, tefe'ul babının tekellüf binasından değil, bizatihi kuvvet, kudret ve birliğini ifade eden daha fazla mânâ içindir. Bundan dolayı Allah Teâlâ söz konusu sıfatlarla tavsif edildikten sonra, O'nun mahluklardan hiç birine benzemediğini ve müşriklerin hayal etmek istedikleri şirk unsurlarından berî olduğunu bir daha açık bir şekilde anlatmak için buyuruluyor ki:
“Allah, onların koştukları şirkten münezzehtir.” Yani yaratıklardan bazıları, kibirlenerek, zorbalık yapmak isteyerek yahut öyle yapmak isteyenlere aşırı sevgi bağlayarak Allah'ın zikredilen sıfatlarına şirk koşuyorlar.
Halbuki Allah, öyle şirklerden münezzehtir. O şirk koşulan şeyler, Allah'tan çok uzaktır. O'nun yüceliği ve büyüklüğü onlarınkine benzemez. Çünkü onlar, kendi nefislerinde mahluk ve esasen noksan varlıklardır. Tekebbürleri de, noksanlıklarına bir yalancılık ilave etmekten başka bir şey değildir. Allahü Teâlâ ise, bütün büyüklüklerin, bütün kuvvetlerin ve üstünlüklerin sahibidir. O'nun tekebbürü, büyüklük üstüne büyüklüktür. Bu yüzdendir ki, Allah Teâlâ, büyüklüğüne hiçbir toz kondurmaz. “[72]
Ne yazık ki bazı insanlar, yine bazı kimseleri “Sen şöyle ulusun, şöyle büyüksün, sen şuyumuzsun, buyumuzsun” diyerek hiç de lâyık olmadığı sıfatlarla överler, o da, bu dalkavukların sözüne inanarak kendisinin gerçekten büyük ve eşsiz olduğuna inanır ve böylece hüsranın derelerine yuvarlanıverir.
A âciz, a hünersiz, a bilgisiz adam! Senin hayatın her lâhza bir başkasının elindedir. Bir dakika sonra başına nelerin geleceğini bilemezsin. Bugün altın tahtların üstünde oturan adam, bir de bakarsın ki, yarın kabir çukuruna düşüvermiştir...
Cihanda hayırlı ve büyük işler yapmalı, fakat hiçbir zaman kendini büyük bilmemelidir.
Sahabiler sarayının sultanı Hazreti Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz halife seçildiğinde şöyle demiştir:
“Kibir ve gururdan sakınınız! Topraktan yaratılan, sonra tekrar toprağa dönüp kurtların yiyeceği, bugün canlı, yarın ölü insanın gururu nedendir ve kimedir?
Hayret! Azaptan korkup da kendine sahip olmayana! Hayret! Sevap ümit edip de güzel amel işlemeyene!”
Evet: Hayret! Allah'ın mülkünde, Allah'ın nimetleriyle rızıklandığı halde Rabbini unutup da fânileri putlaştıranlara!..
Güvenme ona buna, bir fayda vermez arkan,
Alemde mes'ud olur, ancak Allah'tan korkan!.. [73]
“Bütün varlıkları yoktan yaratan, her şeyin görüp geçireceği halleri, hadiseleri tayin ve tesbit eden.”
Bu mübarek ismin ifade ettiği mânâ iki şeyden ibarettir: Birincisi, bir şeyin nasıl olacağını tayin ve takdir etmek, ikincisi, o takdire uygun olarak o şeyi vücuda getirmektir.
Allah (Azze ve Celle), öyle bir sultan, öyle münezzeh ve mukaddes varlıktır ki Hâlık'tır. Diğerleri ise mahluktur. Dünyayı avucunun içinde bir inci tanesi gibi tutabilecek kudretteki Cebrail'den tutun da, toprak altındaki aciz karıncaya kadar her ne varsa cümlesi Allahü Teâlâ'nın yaratmasıyla meydana gelmiştir. Cebrail Aleyhisselâm'a o heybeti ve gücü veren Zât-ı Kibriya, aciz karıncanın iğne ucu kadar bedenine de mide, göz, kulak ve dil bahsetmiştir.
Fili doyurmak O'na nasıl kolay ise, gözle görülmeyecek miktarda bir mikrobu yaratmak da o kadar kolaydır. İşte bu mübarek ism-i şerîf bize bunları ihtar eder.
Bir düşünelim ki, zaman diye, mekân diye bir şey yoktu. Hatta yokluk da yoktu. Ancak Allah vardı, beraberinde hiçbir varlık mevcut değildi.
Ne gök, ne yer, ne bulut, ne yağmur, ne deniz, ne ırmak, ne dağ, ne taş vardı. Ne gül, ne bülbül bulunuyordu. Kâinat dediğimiz bu muazzam varlıktan da eser yoktu. Kâinat olmayınca içindeki milyarlarca mahluk da elbet yoktu...
Kâinat ve kâinattaki herbir varlık O'nun kudret elinden çıkmıştır, yine kâinatta hâkim olan kanunlar da O'nu plânlayıp yaratan Allah'ın eseridir.
Ateşin yakması,
Suyun akması,
Gecenin karanlığı,
Gündüzün aydınlığı,
Güneşin ışığı,
Ayın nuru...
O'nun îcad ettiği şeyleri saymaya sayılar kâfi gelmez. Ömürler yetmez, ilimler ulaşamaz. Kâinat sadece gözümüzle gördüğümüz şeylerden ibaret değildir. Bir de gözle görülmeyen mahlûklar vardır.
İşte Zât-ı Kibriya bu kâinatı yaratmayı diledi, eğer dilemeseydi, hiçbir şey olmaz, bir nesne meydana gelmezdi. Yine her şeyin ömrünü, rızkını, şeklini, suretini, doğum ve ölüm mekânlarını ve ne zaman doğup ne zaman öleceklerini, ne gibi hâdiselerin selinde yüzeceklerini tâyin buyurdu. O'nun çizdiği huduttan dışarı çıkma ihtimali yoktur.
Meselâ: Bizim İstanbul'da dünyaya gelmemiz, ötekinin Mekke'de dünyaya gelmesi kendi irademizle değil, Allah Teâlâ'nın öyle dilediği içindir.
Yüce Halikımızın kâinatı yaratması bir ihtiyaçtan dolayı değildir. Elbet Allah (Azze ve Celle) yaptığı her işte Zât-ı Ulûhiyyetine ait bir menfaat gözetmekten münezzehtir. Âlemleri vücuda getirdi, fakat bunu yaratılmışlara muhtaç olduğu için yapmadı, belki onları yaratmak hususundaki ezelî iradesini tahakkuk ve onları nimetleriyle keremlendirmek, cemâl ve kemâlini sezdirmek için yarattı...
Evet:
Âlemde her varlığa canı Allah veriyor.
İzzeti ve şerefi, şanı Allah veriyor!
A gönül ceylânı sen, şükrünü, zikrini bil,
İnci, mercan, hava, su, nan'ı[74] Allah veriyor!.,
Söz buraya gelmişken tekrar Elmalılı tefsirine kanat açalım, gerelim ne der?
“... O, öyle Allah'tır ki, Hâlık'tır diğerleri ise mahluktur. Daha evvel de geçtiği gibi, bizim yaratmak tabir ettiğimiz “halk” fiili, iki mânâ ifade eder;
Birisi, takdir etmek, yani bütün açıklığı ile eşyanın miktar ve derecelerini tâyin etmektir. Zira bir şeyi bütünüyle takdir etmek onun eşya arasındaki miktar ve derecesini tamamiyle bilmeye bağlıdır. Bu takdir mânâsı itibariyledir ki halk, ekseriya miktar ve sayısı bulunan şeylerde kullanılır. Diğeri ise, yok olan şeye varlık vermek, hiçbir asıl örneği yokken icad etmektir. Bazan bir şeyden başka bir şeyi ortaya çıkarmak mânâsı da verilebilir. Ancak bu mânâya daha çok inşâ (icad) tabir edilir.
Yaratıklara nisbet edilen en yüksek sanatlar, Allah Teâlâ'nın takdir buyurduğu keşf ve icad mahiyyetinden ileri geçemez. Çünkü mahluk, fiillerinin tafsilatını takdir edemez ve bir atom bile yapamaz. Böyle bir yaratma sonsuz ilim ve kudrete bağlıdır. Mahluk ise bundan ancak sınırlı kısmını elde edebilir. Herşeyi tam anlamıyla takdir ve icad ederek yaratan ancak Allah Teâlâ'dır. O öyle bir yaratıcı ki “el-Bâri' Bâri'dir.” [75]
Allahü Teâlâ'nın bu mübarek ismini anarken tefekkür ufkumuz fezalar gibi genişlemelidir. O'nun yaratıkları üzerinde ne kadar tefekkür etmiş olur isek, alacağımız ilâhi haz da o nisbette artacaktır.
Evet:
Hamd olsun, ömürlerdir, ismini yâd ederim,
Rabbim, lütfün olmasa nice feryâd ederim!.. [76]
“Vücuda getirdiği herşeyi, her şeyin âza ve cihazını birbirine uygun olarak yaratan.”
Kâinatta var olan herşeyde bir intizam, bir düzen, bir ahenk mevcuttur. Kelebeğin o ipek kanadından tutun da, arının peteğine, güllerin rengine kadar ne varsa hepsi birbirine uygun olarak yaratılmıştır. Yine her yaratılan şeyin hizmeti ve faydası umumî ahenge uymak bakımından bir hikmet manzumesidir. Âlemde her şeyin kendine göre vazifesi vardır. Bizim dış görünüşüyle hiçbir işe yaramaz dediğimiz nice varlıklar mevcuttur ki, onların yaratılması insanın menfaatınadır.
Eğer kâinatta fareler olmasaydı yılanlar sokaklarda mekân tutardı, kediler olmasaydı, bu kere fareler evlerimizi istilâ ederdi. Bülbüller olmasaydı, güller öyle naz ile safa ile nasıl açardı?..
“... O, öyle bir yaratıcı ki El-Bâri’ Bâri'dir.” Yani Öyle temiz yaratıcı ki yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizam üzere seçip düzenleyerek ve tamamlayarak birbirinden farklı özelliklerle yaratır.
Râzi der ki: “Bari ismi, sani' (yaratan) ve mucid (icad eden) gibi olmakla beraber cisimlerin yaratılması mânâsını ifade eder. Onun için halka “beriyye” denilir de, renk ve tad gibi başka bir cevherle meydana gelen hususlara denilmez.”
“Allah'ın yarattığı şeylerin şerrinden O'nun kelimelerinin hepsine sığınırım.” gibi bazı dualarda zikredilen “halaka” , “zeree” ve “beree” fiillerine nazaran “Bari” ismi yaratılışın tekâmül mertebelerindeki icadları ifade eder.” [77]
Ne desem?
Dalâletin kör gözü hiç bakmıyor ki göğe,
Âlemden ibret alıp veda etsin körlüğe!.. [78]
“Tasvir eden, her varlığa bir şekil, bir suret, bir hususiyet veren ve her şeyde kemâlinin izlerini gösteren.”
Cihan bağında bir gül yetişmez ki, O'na suret veren Cenâb-ı Hak olmasın. O, öyle bir yaratıcıdır ki bahçelere güller hediye eder. Rahme düşen bir damla sudan fidan boylu bir delikanlı yaratır.
Yer başka, gök başka, güneş başka, ay ve yıldızlar başkadır. Melek başka, insan başka, cin yine bir başkadır. Hayvanat ise türlü türlüdür ki, bunların çeşidini saymaya imkân yoktur. İşte bütün bunları, her birine bir başka hususiyet, bir başka suret vererek yaratan Allah Teâlâ'dır...
Alemde milyarlarca insan vardır da, tamamiyle birbirinin aynı iki insan yoktur. Yine bunca insanın parmak izleri birbirini tutmaz. İki kardeş, bir anadan bir babadan meydana geldiği halde yine bir makinadan çıkma eşya gibi tıpkı öbürünün benzeri değildir. Yine insanların huyları, karakterleri de bir olmaz. Cihan toprağından başak toplayan insanların hiç taklit olunamıyacak imzası, mührü parmağının ucundadır. Hiçbir parmak izi diğerini tutmaz. Cenâb-ı Hakk'ın bu ikramı da düşünülmeğe değer. Cinayetleri çözmede parmak izleri en mükemmel delildir.
İşte bunlar, Yüce Allah'ın sonsuz rahmet ve hikmetinin bir eseridir. Eğer böyle eşya türlü türlü tasvir edilmeseydi, bir şeyi diğer bir şeyden ayırmak mümkün olmazdı. O takdirde insanlar ile hayvanların hususiyetleri bir olurdu ki, âlemde nizam diye bir şey kalmazdı...
Meselâ, bal yapan bir arıdan ipek böceğini ayıramazdık. Birer rahmet çeşmesi gibi süt akıtan inekten, kara gözlü ceylanları ayırmak da güç olurdu. Ve âlemde bu sebeple nice facialar yaşanırdı...
Ne yazık ki bazı insanlar bakıyor da göremiyor. Kâinatta cereyan eden bu muazzam hadiseler bize hep O büyük Yaratıcının kudretini ve rahmetini izhar etmektedir.
Bir gör, bir bak ki, senin yere attığın tohumu beslemek, toprağını, bostanını sulamak için O'nun emriyle bulut sakalık yapmaktadır. Bulutlar omuzunda su taşıyarak getirip senin bostanına döküyor. Sen bunu görüyorsun da “Yağmur yağdı” diyorsun...
A adam! Kılıç gibi parlayan şimşek bulutları önüne katıp senin bahçenin üzerine getirmeseydi, sen yağmuru nereden görecek, suyu nereden bulacaktın?
İşte “el-Musavvir” ism-i şerifi Hâlık-ı Zîşanın yaratıcılık sıfatını ifade ediyor. Allah'ın bu sıfatının en canlı ve en açık izlerini, nişanlarını kendinde görebilirsin. Çünkü, kaşını, gözünü, elini, ayağını, yüzünü, başını ve saçını sen yapmadın, bütün bunları O kerîm mabudun lütfetti... O'nun kudretiyle ve rahmetiyle kaç boğum bir araya getirilerek kalem tutan eller yaratılmıştır...
Hele bir bak: Tırnağın, sakalın, saçın uzuyor. Bunların Çıkmasına, uzamasına mani olamıyorsun. Zaman zaman kesiyor, başlarını buduyorsun. Bir de burnun uzasaydı, kulağın uzasaydı onları nasıl kesecektin? Kendin, kendi vücuduna bile mâlik değilsin. İşte bunları düşün de rabbine kullukta kusur etme...
Bize dâima şöyle demek düşer:
Ey Rabbim! Senden gayri baş vurmuşsam ben kime,
Bildim ki o da âciz ve muhtaç bir hekime!..
Söz yine Tefsirin:
“el-Musavvirü = Musavvir'dir, yaratıkların suretlerini ve hallerini takdir edip, dilediği şekilde icad ederek tasvir eden ancak O'dur. Nitekim bu husus şu âyetlerde ifade edilmektedir:
“Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O’dur.” [79]
“O (Rab) ki seni yarattı, sana düzen verdi, ölçülü bir biçim verdi. Dilediği surette seni terkib etti.” [80]
Rağıb der ki: “Suret, varlığın kendisiyle nakışlanıp diğerlerinden farkedildiği şeydir. Bu da iki kısımdır: Birincisi, hissedilen surettir ki, onu hem sıradan hem seçkin insanlar, hatta hayvanlardan birçoğu da idrak eder. Meselâ görülen bir hayvanın sureti gibi. Biri de makul olan surettir ki, bunu bütün insanlar değil ancak seçkinler anlar. Meselâ, insana mahsus olan akıl, düşünce ve eşyanın birbirlerine nazaran hususiyetlerini ifade eden mânâlar gibi ki,
“Sizi yarattık, sonra size biçim verdik.” [81] şeklindeki âyetlerde iki surete de işaret edilmiştir.” [82]
Yaratmak, yoktan var etmek Allah Teâlâ'ya mahsustur. O bir şeyi yaratırken ne örneğe, ne maddeye, ne müddete, ne yardımcıya, ne de hiçbir şeye muhtaç değildir. Âyet-i kerimelerde de ifade edildiği gibi, bir şeyi yapmak murad ettiğinde sadece ona “Ol!” der, o şey de hemen oluverir. İşte Yüce Rabbimiz, şu muazzam kâinatı, yerleri, gökleri, güneşleri, ayları, bir “Kün = Ol!” emriyle, yaratmıştır.
İnsanlardan bazı aklı kıt adamlar vardır ki, kendileri gibi fânilere, âcizlere, iki gün sonra toprak olan adamlara, “şunu yarattı, bunu yarattı!” demek cehaletini gösteriveriyorlar. İnsan, hiçbir şey yaratmaya muktedir değildir. Ancak, yine Allah'ın verdiği akıl, ilim, kuvvet ile bir şey meydana getirebilirler. Meselâ: Mimar Sinan'ın Süleymaniye camisinde olduğu gibi. Ne var ki, bu cami yoktan var edilmemiş, Allah'ın yarattığı maddeler bir araya getirilerek inşâ edilebilmiştir. Fakat bu eserin meydana gelmesinde ne kadar insan bir araya gelerek emek vermiş, nefes tüketmiştir. O güzel bir eserdir gerçekten. Süleymaniye'yi görüp hayran olan insanlar, gök kubbeye hiç bakmazlar mı? Orada bir noksan, bir yırtık, bir çirkinlik görmek mümkün mü?
Hele şu ataistlere şaşıyorum. Bu kadar aptallığı maymunlar bile beceremez.
Anan öle a adam! Sen âleme yel ölçmeye mi geldin?
Niceye bir güzellik, gel de şu mehtabı gör.
Ruhun incisi gibi can besleyen âb'ı gör!
Cihanın çemeninde bu cennet, bu safa ne?
Hemen Rabbini zikret, keremi, sevabı gör!.. [83]
“Çok affedici ve (kullarının ayıblarını) örtücü.”
Bu mübarek isim bize, dağlar kadar büyük günahımız olsa da, Allah'ın rahmetinden ümit kesmememizi ihtar etmektedir. Çünkü hiç bir günah ve suç, Allah'ın rahmetinden büyük olamaz. Eğer insanların günahları üstüne bir perde çekilmemiş olsaydı, belki sokağa âlemin içine çıkacak halimiz kalmazdı.
Beşer şaşar demişlerdir. İnsan günah ve hata edebilir. Asıl olan günah ve hatada ısrar etmemek, hemen Allah Teâlâ'nın dergahına yüz tutup O'ndan mağfiret dilemektir. “Ben mahvoldum, artık Allah beni affetmez” demek hatanın en büyüğüdür. Aklımızın alamayacağı büyüklükte günah olsa bile Allah'ın rahmeti ve mağfireti hepsine yetişir. Cenâb-ı Kibriya'nın mağfiret sıfatı bize gün görmemiş incilerden daha parlak ümitler bahşetmektedir.
O kadar ki, şirk kuyusuna düşen bir insan dahi hemen o halinden döner, Allah'ın varlığına, birliğine ve Resûl-i Zîşanın getirdiklerine iman ederse, bu iman Allah tarafından kabul edilir ve o adam kendi nefsini ebedî olarak cehennemde yanmaktan kurtarır.
Nihayetsiz olan mülkün seyyidi ve kevser havuzunun sahibi Cenab-i Nebi (s.a.v):
“Tevbe eden hiç günah işlememiş gibidir!” buyurmuşlardır. Gönül aynasının kirlerini tevbe süngerinden başka silecek bir şey de yoktur. Bedenimizi, elbisemizi su ile nasıl pak ve temiz ediyorsak, manevî kirlerimizi de tevbe suyu ile gidermek lazımdır.
Günah deryalarına gark olan kimse günahını küçük görür, istiğfar etme ihtiyacı duymazsa, gün gelir gönül cihanı tamamen kararır ve belki de onun felâketi olur.
İnsanın iki büyük düşmanı vardır. Şeytan ve nefis. Bunlar iki ahbap çavuştur ki, bunların elinden selâmet bulan kişi, her belâdan halâs olur.
Açık açık günah işleyenleri ve “sen benim kalbime bak!” diyenleri çok görmüşsünüzdür. İşte bu söz felâketin tâ kendisidir. İnsan günahından nedamet duymadıkça nasıl affa uğrar?
Evet:
Ölünün dili olsa diyecekti ki sana:
Ben fırsatı kaçırdım, tevbe et günahına!..
İnsanı yokluktan varlık âlemine getiren, ona göz, gönül, akıl ve lisân bahşeden Allahü Teâlâ Kerîm kitabında buyuruyor ki:
“Rabbini tesbih et, O'na hamdeyle ve O'ndan mağfiret dile. Muhakkak ki O tevbeleri son derece kabul edendir.”[84]
Şeyh Sadi, Gülistan’da şöyle hikaye eder:
“Bir gün bir sarhoş, şarabın tesiriyle bir mescidin odasına girdi. Orada Cenâb-ı Hakk'ın kerem eşiğine baş koyup inledi. Gözyaşları ile yerleri suladı:
“Yâ Rabbi, Yâ Rabbi, diyordu, beni Firdevs-i A'lâya koy. Bana cemalinle ikramda bulun!”
Bu hali gören müezzin, sarhoşun yakasından tuttu:
“Ey akıldan, dinden gafil adam, dedi, senin mescid ile ne münasebetin var? Sen ne amel işledin de hacet diliyorsun? Hiç sıkılmadan da Allah'tan Firdevs'i istiyorsun. Vah sana vah! Bu çirkin yüze naz yakışır mı? Sen kimsin, Allah'tan cennet istemek kim? Haydi işine!”
Sarhoş bu sözleri işitince ağladı:
“Ey efendi, dedi, ben bir hata işledim, kötülüğe bulaştım. Benden elini çek! Bana dokunma! Zaten yaralı olan kalbimi de kırma! Cenâb-ı Hakk'ın lütfuna günahkârlar da ümitlenirler. Buna teaccüp mü ediyorsun? Hem ben senden de bir şey istemiyorum. Tevbe kapısı herkese açıktır. Allahu Teâlâ'nın mağfireti o kadar büyüktür ki, o büyüklüğün yanında ben kendi günahımı büyük görmekten utanırım!”
Gerçekten bu söz sarhoş sözü de olsa doğrudur. Cenâb-ı Hakk'ın kapısı sadece iyilere açık olacaksa, kötüler nereye gitsin, kime iltica etsin?
Ulemânın bildirdiğine göre her günahtan tevbe etmek vaciptir. İşlenen günah yalnız Allah'a karşı olup kul hakkına taalluk etmiyorsa, bu gibi günahtan tevbe etmenin üç şartı vardır:
a) O günahı terk etmek,
b) Günahı işlediğine pişman olmak,
c) O günahı bir daha işlememeğe azmetmek...
Meselâ: Farz namazları vaktinde kılmamak, büyük bir günahtır. Namazların vaktinde eda edilmesi ise mağfirete vesiledir. [85]
“Her şeye gâlib ve ve hâkim. Bütün varlıkları emir ve iradesi altında döndüren.”
Yerde gökte ve bu ikisinin arasında ne varsa, herşey O'na râm olmuş, boyun eğmiştir. Cebrail (Aleyhisselâm)'-den tutun da bir kelebeğe kadar her varlık O'nun kudret elindedir.
O, güneşleri yerinden sökecek, yıldızları dökecek olsa, hiç kimse O'na mani olamaz. O'nun kudretinin önünde durabilecek bir arslan yoktur.
Bu mübarek isim, Yüce Allah'ın kahhar sıfatının, her veçhile üstün ve daima galib olduğunu ihtar etmektedir. Çünkü Kahr, bir şeye ona hor, hakîr ve helak edebilecek şekilde galib olmaktır. O kadar ki, Allah (Azze ve Celle), sonsuz kudretiyle, güç ve nihayetsiz kuvvetiyle her şeyi içinden ve dışından kuşatmıştır. Alemler dolusu halk, gökler dolusu melek O'na ramdır.
O bir şeyi helak edecek olsa, artık hiçbir kuvvet O'nun önünde duramaz. Kahrına yerler, gökler, güneşler, aylar dayanamaz. Zaman mekân boyunca isyanı tufanlaşan ve Peygamberlerine karşı şeytan ile aynı safta yer alan nice ümmetleri ve milletleri kahrı ile mahv ve perişan etmiştir. Kur'an-ı Kerim'de bunların ibretli kıssaları vardır.
Bir misal olarak Nuh tufanı kâfi... Dağların tepesine tırmanan kâfirler bile kendilerini Allah'ın kahrından kurtaramamışlardır.
Dünyamızda çok kere fırtınalar, zelzeleler, seller, âfetler olur. Bunlar tesadüfen olmaz. Koca koca ağaçların köklerinden söküldüğü, sarayların, köşklerin yere geçtiği, o hak tanımaz zâlimlerin karıncadan daha âciz bir hale geldiği görülmüştür. Demek ki Allah Teâlâ bazı kere de Kahhâr sıfatı ile tecellî etmektedir ki, gaflette olanlar uyansın ve Rabbinin büyüklüğü karşısında aczini bilsin...
Allah'ın kahrı karşısında lütfü da vardır. O eğer lütfü ile muamele etmeseydi, cihanda taş taş üstünde kalmazdı. Allah, lütfü için de, kahrı için de sebepler, vasıtalar vücuda getirmiştir. Gönül bağında iman sünbüllerinin boy vermesi gibi. Bir yere iyilik ağacı dikmek gibi. İnsaf, adalet, doğruluk, hakka vefa gibi bütün güzel huylar ve hareketler Allah Teâlâ'nın lütfuna ulaştıran vasıtalardır ki, “Zerre kadar hayır işleyen onun karşılığını görecektir.”
Bunun zıddı olarak, şirk, isyan, cehalet, zulüm, adam öldürmek, yalancılık, rüşvet, zina, kumar, içki ve bütün kötü huylar da kahrına bir davetiyedir. Kalblerdeki nuru söndürücü bu kötü ahlaktan dönülmedikçe selâmet beklemek beyhudedir. Yani bu günahlara ve kötülüklere tevbe edilmedikçe insana azap dokunur. Ve bu gibi çirkin huylar O'nun kahrına çarptıran sebeplerdir ki, dünyanın orasında, burasında zuhur eden felaketler bunun açık bir ifadesidir.
Kul ne yapmalıdır? Kulun padişahın kapısından başka gidecek yeri yoktur. Başka kapıya gidenler hep eli boş dönerler. Başkasından isteyenler mahrum kalırlar.
Biz Allah Teâlâ'nın lütfunu ve rahmetini istemek durumundayız. O'nun kahrını dileyenler de bulunur. Çünkü herkesin cüz'î iradesi vardır. O'na isyan edenler, onun pençe-i kahrından kurtulamazlar.
Kuşun ayağını vaktinde bağlamak lâzımdır. Kafesten uçan kuşun arkasından ah vah etmek faydasızdır.
Tâ gönülden yürekten şöyle niyaz edelim:
“Ey herşey kendisine boyun eğen,
Ey herşey kendisi için oluşan,
Ey herşey kendisiyle vücudda duran,
Ey herşey kendisine yönelen,
Ey herşey kendisinden korkan,
Ey herşey kendisini tesbih ve tenzih eden,
Ey herşey kendisiyle ayakta duran,
Ey herşey kendisine huşu duyan,
Ey herşey kendisine varan,
Ey herşeyin fânî olup da kendisi bakî olan (Allah'ım!) Seni tenzih ve tesbih ederiz. Senden başka (ibadete lâyık) İlâh yoktur. Sen emansın; bizi cehennem ateşinden halâs et.” [86]
“Türlü türlü nimetleri daima veren, nimetinin arkası kesilmeyen.”
Bu mübarek isim, bize hibe edilen nimetlerin gerçek sahibinin Allahu Teâlâ olduğunu ihtar etmektedir. O kadar ki gökler dolusu nimet yeryüzüne akarken bu mü’min, bu kâfir, bu münafık, bu zalim denilmez. Cihan toprağında mekân tutan herkese Allah'ın bahşişi ulaşır.
Yine her mahlûkun yaradılışı da, Yüce Allah'ın bir bahşişi, bir keremidir. Çünkü hiçbir mahlûk kendi yaratılışında zerrece hak sahibi değildir.
Herşey Allah'ın dilemesiyle ve rahmetiyle olmuştur. Bildiğiniz gibi hibe: Hiçbir karşılık ve menfaat beklemeden birine bir malı, bir nimeti bağışlamaktır.
“El-Vehhâb” ism-i şerifi, bu mânânın çoğunluğunu ifade etmektedir. Bu da, gece, gündüz, kış, yaz, bahar, aydınlık, karanlık demeden, her yerde ve her şeyi verebilmek kudretidir. Dünya sultanlarından hiç biri zaman mekân boyunca buna kadir olamazlar. Çünkü onlar da bir başkasına muhtaçtırlar.
Allah Teâlâ, yerdekilerin de, göktekilerin de, denizdeki balıkların da, karadaki ceylanların da ihtiyacını her an karşılamaktadır. Fil, o koca gövdesiyle açlığa mahkûm edilmediği gibi, aciz bir karınca da rızıksız kalmaz. Büyüğün, küçüğün, insanın, hayvanın ve herbir varlığın hacetini O'ndan başka kim karşılayabilir?
Kuru dallar üzerindeki kırmızı güller ona muhtaç olduğu gibi, gökte uçan şahinler de O'na muhtaçtır. Bir kaplan, pençesinin kuvvetiyle tavşan avlayamaz, ancak Cenâb-ı Hakk'ın kendisine takdir ettiği kadarına gücü yeter.
Yine bir kimse “Benim fidan boylu bir oğlum olsun” diye dayatamaz. Bütün âlem bir araya gelse eğer Allah takdir etmemişse, o kişinin evlât sahibi olması imkânsızdır.
Çok kere insanlar nimetlerin içinde yüzerler de farkında olmazlar. Hiçbir şey ödemeden bunca nimete mazhar olan insan artık nimetin şükrünü ifa etmezse, ona insan sıfatı nasıl lâyık olur? Biz bu kadarcık nimetle de kalacak değiliz. Allah'ın bir de mü'minlere âhirette vereceği nimetler vardır ki, onların sonu yoktur ve sayıya hesaba gelmez.
O halde yine rabbimizin bir âyeti ile soralım:
“Ey İnsan! O (lûtf-ü) keremi bol rabbine karşı seni aldatan ne?” [87]
Evet:
Allah'a dayan, terket, hüsrana varan yolu,
O'ndan başka kim açar, sonu daralan yolu? [88]
“Rızıkları halkeden ve kullarına bahşeden ve her canlının rızkına kefil olan.”
Allahü Teâlâ rızık verendir. Alemde nefes alıp veren bütün canlıların rızkını O hazırlar, herkesin ayağına O gönderir. Çünkü O “Rezzâk u âlem”dir.
Ve Allah buyuruyor:
“Yeryüzünde yürüyen hiçbir canlı hariç olmamak üzere rızıkları Allah'ın üstünedir.” [89]
Şunu hemen ifade edelim ki, rızık yalnız yenilip içilecek şeylerden ibaret değildir. Kendisinden istifade edilen herşeye rızık adı verilir.
Rızık maddî ve manevî olmak üzere iki türlüdür. Bedenimizin suya, ekmeğe, havaya ihtiyacı olduğu gibi, ruhumuzun da Manevî gıdalara ihtiyacı vardır. İlimle, irfanla, takva ve verâ ile rızıklanmak az bir nimet değildir. Belki maddî rızıktan daha da mühimdir. Çünkü dünya malı yarın elimizden gidecek, ama takva âhirette karşımıza çıkacaktır. Manevî rızıkların kaynağı İlâhî kitaplardır. Hususiyle Kur'an-ı Kerim'dir. Artık öbür semavî kitapların asılları, yani vahyedildikleri şekli kalmamış, elde olanların içine de insan sözleri karışmıştır. Ve zaten onların hükmü de kaldırılmıştır.
Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim ise ilk nazil olduğu anda nasılsa, bugün de öyledir. Tek harfi, tek noktası değişmemiştir. Ve âlemde Kur'an ile rızıklanmaktan daha şerefli bir şey yoktur. O kadar ki, Kur'an ehlini Efendimiz şöyle müjdelemişlerdir:
“Kim Kur'an-ı Kerim'i okur ve onu ezberlerse, helâl kıldığını helâl, haram kıldığını haram sayarsa, Allah onu cennete koyar ve ona ehlinden cehennemlik olmuş on kişiye şefaat etme müsaadesi verir.” [90]
Bütün dünya sana bağışlanmış olsa, bu büyük devletin ve saadetin karşısında nedir ki? Çünkü dünyada ebedî kalış olmadığı gibi, dünyanın nimetleri de ebedî değildir. Ama cennet öyle mi?
Ne var ki, insanlar dünyaya ve dünya malına daha çok rağbet ederler. Bilmezler ki dünya onları kucağında ebedî olarak taşımayacaktır. Öyledir de, kavgalar, itişip kakışlar, sen, ben dâvaları bir türlü bitmez.
Evet:
Dünya için olunca, azmin dağları deler,
Fakat Hakka gel desem, ayakların sendeler!..
Seni yaratan, seninle beraber rızkını da yaratmıştır. O Rezzâk'tır. Senin için takdir edilen rızkı bir başkasının yemesine imkân ve ihtimal yoktur. Sen, kendi rızkını bitirmedikçe ömrün de son bulmaz. Allah Teâlâ, bir kulunu yaşatmak istemediği zaman rızkını kesiverir, bir kere de rızkı kesince kimsenin sana rızık vermesine imkân bulunmaz.
İnsan hiç düşünmez mi? Eline aldığı bir elma hangi ağacın dalından koptu da tâ sana kadar ulaştı? Amasya'da yaratılan bu elma, İstanbul'daki adamın avucuna düşüveriyor. 15 milyon insan içinde bu elma niçin başkasına gitmedi de sana nasib oldu. Çünkü Allah Teâlâ onu senin için halketmiştir...
Yeryüzündeki meyve ağaçları adeta ellerini meyvelerle doldurup:
“Ey Ademoğlu, beni ye!” diye yalvarmaktadır. Bu senin yiğitliğinden mi, yoksa Cenâb-ı Hakk'ın kereminden mi? Elbette Allah'ın atâ ve ihsanının neticesidir bunlar...
Yine, sen anne rahminde iken kendini bilmiyordun.
Seni nazla, safa ile besleyen kimdi? Rızkın göbekten geliyordu, tâ ki doğdun göbek kesildi, fakat oradan gelen rızkın da bitti. Bu kere Yüce Allah annenin göğsünde sütten pınarlar çağlattı. Ve sen elinle annenin memesine sarıldın. Çünkü rızkın orada yaratılmıştı.
Yumurtadan çıkan kuş yavrularına bak. Daha kabuğunu kırar kırmaz ağzını açıp bekliyor. Ona ağzını açmayı öğreten kimdir?
İşte Allah Teâlâ'nın “Rezzâk” ismi bize bütün bunları düşünmemizi ve her lâhza O'na teşekkür etmemizi ihtar etmektedir.
Velîler sarayının sultanlarından Şeyh Hâtem-i Esam Hazretleri, kendisi nasıl yaman bir arif ise, zevcesi de öyle yaman bir hâtûndu. Bir gün Hâtem Hazretleri:
“Ey yeni yakası düzgün hâtûn, dedi, ben dört aylık sefere gidiyorum. Bu müddet içinde ne kadar rızık istersin?”
Kadıncağız alev saçan gözlerle Şeyh efendiye baktı da dedi ki:
“Ey Hâtem! Diri kalacağım kadar rızık bırak!”
Hâtem (k.s.) canına ateşler düşmüş gibi yandı ve çığlığı bastı:
“Ey kadın, neler söylüyorsun? Diriliğin ve ölümün benim elimde mi?”
Kadın, ak çiçekli gül dalları gibi gülümsedi de dedi ki:
“A Efendi, madem öyle, benim rızkım da senin elinde değil; Yüce ve Rezzak olan Allah'ın nezdindedir! Sen beni ona ısmarla!”
Bu söz, Hâtem'i ağlatmaya yetti ve dedi:
“Gönlümü hoş ettin ey hatun, Allah sana selâmet ihsan etsin. İnsanın senin gibi yoldaşı olması ne güzel!”
Bir zamanlar dünyamızda böyle mübarek hanımlar da vardı. Şimdi ise gam seline değirmen olmuş ve isyanı tufanlaşmış insanların arasında kaldık. Allah'ın mülkünde, Allah'ın verdiği rızıkla, Allah'ın verdiği ömürle yaşa, sonra da başkalarını ilâhlar edin... Elbet böyle gecenin saadetli bir sabahı olmaz!..
Hûd: 11/6. âyet-i kerîmesi Elmalılı M. Hamdı Yazır tarafından şöyle izah ediliyor:
“Yeryüzünde hiçbir dâbbe, yani deprenip duran hiçbir canlı yoktur ki,
“Kesinlikle onun rızkı Allah'a ait olmasın.” Burada “Fil erdı = Yerde” ifadesi tashih için değildir, “dâbbe” yalnızca dört ayaklı canlılar zannedilmesin diye bütün canlılara ait bir genelleme yapmak içindir ki, insan da bunlar arasındadır. Yani, bütün canlıların rızkı, kuvveti, gıdası ve beslenmesi, yaşamak için gerekli olan bütün şartlar ve sebepler Allah'a aittir, O'ndandır. Tabii veya iradî olarak o canlının o rızka kavuşması Allah'ın yükümlülüğü altındadır. Gerçi yaşatmak istemediği vakit, rızkını kesiverir ve o kesince kimsenin vermesine imkan ve ihtimâl yoktur. Fakat yaşatmak istediği sürece de bütün âlem onu önlemeye ve engellemeye çalışsa yine de göndereceği rızkı gönderir.
“Ve herbirinin müstekarrını ve müstevdaını bilir.” Karar ettiği yeri de bilir, emaneten bulunduğu yeri de bilir. Durduğu, oturduğu yeri de bilir, gezdiği dolaştığı yeri de bilir. Sulbü de, rahimi de bilir. Yattığı yeri de bilir, öleceği yeri de bilir, veya öleceği vakti de bilir. Bütün bunları bilir ve ona göre rızkını verir.
“Hepsi bir Kitab-ı mübindedir.” Bütün o kımıldayan canlılar, rızıkları, müstekarları ve müstevdaları takdir olunup, Levh-i Mahfuza yazılmış, Allah'ın bilgisinden yaratılış alanına çıkarılmıştır ki, bu kitabı görebilen melekler oradakileri açıktan okur ve anlarlar.
İşte Allah'ın ilim ve kudreti böyle geniş ve fazl-u keremi ile rablığı muazzamdır. Şu halde insan rızkını Allah'tan istemeli ve rızık için değil, Allah için çalışmalıdır. Rızık meselesi o kadar endişe edilecek bir şey değildir. Allah'tan başkasından rızık beklemek beyhudedir.” [91]
Evet:
Fili doyuran Allah, karıncayı unutmaz,
Herbir yere yetişir, Marıncayı[92] unutmaz!..[93]
“Kullarına rahmet kanadını açan ve her türlü müşkülleri çözüp kolaylaştıran.”
Bu mübarek isim feth'dendir ki, kapalı olan bir şeyi açmak mânasınadır. İnsana zafer yolları açıldığı gibi, cennet yolları da açılır. Fakirlikten zenginliğe geçecek kapılar da açılır. Yani dünya bir halde kalmaz. Kâh olur insan gam seline değirmendir, kâh olur zindan derdi çeker. Hazreti Yusuf gibi. Kâh olur bir aşka düşer ki, onun gönlünü o sevdadan koparıp almak mümkün olmaz. İşte insanların acze düştüğü bütün bu müşkül işleri Allahü Teâlâ açıverir.
Kapalı şeyler yalnız maddî kapılar, kasalar, kilitler de değildir. Zaman gelir ki gönüller de kapanır, kalb cihanına bir zerre hikmet nuru inmez. Hâsılı: Kederleri, gamları, îzdırapları, yürekten tasaları kaldıracak olan Allah'tır. Yine dilediği kuluna ledünnî ilimlerin kapısını da O açar. Bakarsınız ki koyun otlatan bir çoban cevherler saçan hâle gelivermiştir.
Dünyanın her şeyi fâni ve geçicidir. Ne derdi, ne safâsı devamlı olmaz. Dünyanın kendisi de harap olacaktır. Dünyada en kıymetli ve en bulunmaz nimet iman devletine ermek, ma'rifet nuru ile rızıklanmaktır. Bütün cihanı bir insana bağışlasalar ve fakat o insan şirk üzere, yani Allah Teâlâ'yı inkâr ederek yaşasa, onun elindeki cihanın zerre kadar kıymeti yoktur. Çünkü yarın dünya elinden gidecek, kendisi de cehennemi boylayacaktır. Ona asla gıpta edilmez, ona ancak acınır. Asıl nimet kalbin İslâm nuruna açık olmasıdır.
“El-Fettâh” ism-i şerîfi bunlara ve daha nice mânâlara da şâmildir, insanı hicran gecesinden saadet sabahına çıkaracak olan O'dur. Bütün hayr ve bereketin, bütün ilim ve hikmetin anahtarları yüce yaratıcımızın emrindedir. O dilemedikçe kimse zafer bulamaz. O açmadıkça kimse fetih yollarını açamaz. Bir kuluna ilim ve irfan yollarını açarsa veya zenginliğe mazhar kılarsa, bütün âlem halkı bir araya gelse ona mani olamazlar.
İnsanlar gaflet sebebiyle görmeseler bile, Allah Teâlâ'nın feth yardımı, rahmet ve keremi bir lâhza kesilmez. Âlemde hiçbir mahlûk yoktur ki, her nefes Allah'ın keremine mazhar olmasın.
O halde niyazımız hep şu olsun:
Ver duruluk, ver saffet,
Allah'ım, bizi affet! [94]
“Her şeyi en iyi bilen ve her şeyin künhüne vâkıf olan.”
Allah (Azze ve Celle) Alîm'dir. Hem nasıl Alîm?
Hiçbir şey O'na gizli kalmaz. Binlerce sene evvel ne olduğunu bildiği gibi, binlerce sene sonra ne olacağını da bilir. Olmuşları nasıl hiç eksiksiz biliyorsa, olacak hadiseleri de, olmuşlar kadar mükemmel bilir. Öyle ki, zamanın ilk başladığı tarihten, yine zamanın sonuna kadar olmuş veya olacak her şey Yüce Allah'ın ilminde her lâhza hazırdır.
Bütün insanların, meleklerin, cinlerin ilmi bir araya gelse, Allah Teâlâ'nın ilminin yanında denizdeki bir damla mesabesindedir. Meselâ: İnsanlar çok kere şu şöyle alîm, böyle alîm derler. O kişinin ilmi kendisi gibi insanlar arasında ileridir. Allah ilmi karşısında ise zerre bile olamaz.
İlmi olmayan bir zât, bunca mahlukatı nasıl yaratıp idare edebilir ki? Bütün âlem O'nun yaratmasıyla var olduğu gibi, onun tâyin ettiği güne kadar devam edebilir. Ondan ne bir fazla, ne bir eksik olur. Yine dünyanın ne kadar günü vardır, ne kadarı geçip gitmiştir hepsi Cenâb-ı Hakkın ilmindedir.
Dünyamıza şu ana kadar milyarlarca insan geldi gitti. Belki daha milyarlarca insan gelecek. İşte kimin, ne zaman, nerede dünyaya geleceğini, kaç sene yaşayacağını, nerede öleceğini, kabirde başına neler musallat olacağını veya nasıl bir akıbete uğrayacağını kemâliyle bilmektedir O. İnsanlar her şeyi bilmez, ancak O'nun bildirdiği kadarını bilirler. Yine insanların görmesi de öyle. Âlemde o kadar çok varlık var ki, biz onların hepsini göremiyoruz. Meselâ, melekleri göremiyoruz. Halbuki melekler bizi görüyor. Yani herkes O'nun dilediği ve takdir ettiği kadarını görür.
Bir insan ne kadar âlim olursa olsun, yine de bilmediği hadsiz hesapsızdır. Allah'ın izniyle insanlar çok şeylere vâkıf olabilirler. Ne var ki her şeyi bilmeleri mümkün değildir. Dünyada insanlığın en büyük belâsı olan kansere Âdem evladı çare bulamamıştır. Eğer her şeyi bilmiş olsa, bu belanın kökünü kurutmaz mı? Belki zamanla onun da şifası bulunacak... Yine binlerce senedir binlerce insan fezanın sırrını araştırıyor ve gördükleri karşısında akıllar hayretinden parmağını ısırıyor. Demek ki Allah'ın ilminin nihayeti yoktur, kudretinin nihayeti olmadığı gibi...
Bütün ilimler Allah Teâlâ'yı bilmek içindir, sen Allah'ı bilmezsen, bu nice okumaktır?
Evet:
Bu âlemde kâmil bir akla yoldaş et aklı,
Hep kendi düşüncenle olamazsın sen haklı!..
İnsanlar çok kere bildiği şeyleri unutur. Ve yine bazan da bildiği şeyde yanılır. Fakat, âlemlerin Rabbi Allah hiçbir şeyde yanılmaz, hiçbir şey ona gizli kalmaz.
Yine insanlar içinde ilmi olanlar, olmayanlar vardır. Bir âyetin ifadesiyle:
“Allah'tan, kulları içinde, sadece âlimler korkar.” [95]
Allah Teâlâ'yı bilenler, hiç bilmeyen cahiller gibi olur mu? Yüce Allah'ı celâl ve cemâliyle, kemal sıfatıyla bilen ilim sahipleridir. Onlar da derece derecedir. Herkesin bilgisi bir olmadığı gibi, zekâsı da bir değildir. Bir kulun Allah'a dair ilmi ne kadar mükemmel ise, korkusu da o nisbette mükemmel olur. Bu korku, insanı rabbinden uzaklaştıran bir şey değil, aksine rabbine yaklaştıran bir sebeptir. Onun için Nebiyy-i Zîşan (s.a.v) efendimiz:
“Ben sizin Allah'tan en çok korkanınız ve en çok muttaki olanınızım.” [96] demiştir. Çünkü, insanlar içinde Allah Teâlâ'yı en iyi bilen O'dur. O halde gönlümüzü rabbimizin dergâhına açalım ve ona iltica edelim:
“Ey her nevi gizli ve gaybi şeyleri bilen (Rabbim),
Ey her çeşit günahı affeden,
Ey her nevi aybı örten,
Ey bütün sıkıntıları gideren,
Ey kalbleri değiştiren,
Ey kalbleri süsleyen,
Ey kalbleri nurlandıran,
Ey kalblerin tabibi olan,
Ey kalblerin habibi olan,
Ey kalblere ünsiyet veren! Seni tenzih ve tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur, sen emansın; bizi cehennem ateşinden halâs et.” [97]
“Sıkan (dilediğine rızkı) daraltan.”
Gözümüzün gördüğü veya görmediği bütün varlıklar; gökler, güneşler, aylar, yıldızlar, melekler, insanlar, cinler ve hayvanlar, hepsi yüce yaratıcımızın kudret elindedir. O dilediği kuluna geniş rızık verdiği gibi, dilediğinin de rızkını kısar. Birine Yusuf güzelliği verir, birine Züleyha aşkı takdir eder. Kâh birini âleme Süleyman yapar, kâh birini tahtından kara toprağa indirir. Birinin gönlünü deryalar gibi açarken, bir diğerinin yüreğini düğüm düğüm sıkabilir.
Kimse çıkıp da bunu niçin böyle yaptın diyemez. Hikmeti icabı kullarına türlü türlü haller verir. İşte bu haller “El-Kâbıd” ism-i şerifinin tecellîleridir. [98]
“Açan, genişleten, dilediğine (rızkı bol bol) veren.”
Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Allah Teâlâ hem daraltır, hem genişlik ihsan eder. İnsan, hiç ummadığı ve beklemediği bir anda bakar ki nimetler kucağına dökülüvermiştir. Allah Teâlâ kuluna bambaşka bir hayat, bambaşka bir zenginlik vermeye de kadirdir. Kula gönül neş'esi verir, rızkını bollaştırır, evlat ihsan eder, bağlar, bahçeler bağışlar. Çünkü mülk O'nundur, O hakimdir, kullarına bazı kere bast ile bazan da kabz ile muamele buyurur. Sadece O'nun dediği olur. Ve her neye tâbi tutarsa bir hikmeti vardır. Zenginlik verir, şükür ister. Fakirlik verir sabır ister. Çünkü dünya imtihan meydanıdır. Cennet de burada kazanılır, cehennem de.
İnsanoğlu dünyaya geldiğinde sırtında bir gömlek bile yoktu. Dünyadan giderken de yine bir kefen sırtlayıp gidecektir. Varlıkla şımarmamalı, işin sonunu düşünmelidir. Fakir de elindekine sabretmeli. Çünkü sabır aydınlığın anahtarıdır. Yani insan her şeyi ile rabbine teslim olmalıdır. Bütün güzellik, bütün saadet ve iki cihan mâmurluğu budur. [100]
“Yukarıdan aşağıya indiren (kâfir ve facirleri) alçaltan.”
Hep bilirsiniz ki nice insanlar tâ tepelerde, tâ zirvelerde iken birden en aşağı derecelere atılıverir. Şan, şöhret, makam, mevki ne varsa hepsi elden gider, o kişi insanlar içinde rezil ve rüsvây oluverir. Nice Hak tanımaz zalimler, nice zorbalar bir anda kendilerini kara toprağa gark olmuş bulurlar. İşte bu gibi muameleler onlar hakkında tecellî eder. Dünyalara sığmayan firavunlar şimdi nerdedir? Allah Teâlâ o zalimleri yücelerden aşağıların aşağısına indirmiştir.
Bir gün Haccâc'ın karşısına bir kadını getirdiler. Kadın bir kere olsun Haccâc'ın yüzüne bakmadı. Haccac kükredi:
“A kadın! Niye yüzüme bakmıyorsun?” Kadın arslan gibi bir yüreklilikle dedi ki:
“Senin yüzüne Allah Teâlâ bile bakmıyor, ben nasıl bakarım?”
İzzet ve zillet verecek ancak Allahu Teâlâ'dır. O'nun aşağılara düşürdüğünü yukarı çıkarma imkânı yoktur, aziz kıldığını da kimse zelîl edemez.
Bir insan kötülüklerin, gurur ve kibirin seline kendisini kaptırır, emri altındakilere zulmederse mutlaka cezasını görür. O'nun başına gün gelir kılıç vururlar, çünkü o ektiğini biçecektir...
İnsanları yukarılardan tâ aşağılara düşüren Yüce Allah'tır, fakat sebebi insanın kendisidir. İnsan hadiselerden ibret almaz, rabbinin dergahına yüz tutmaz, günahı için nedamet duymazsa, elbet ona bir acıyan olmayacaktır. Evet:
O ki, âlemin Rabbi. O ki, mülkünde Tek'dir,
O'na baş kaldıranın akıbeti kötektir! [101]
“Yukarı kaldıran, (iyi ve salihleri) yücelten ve yüce menzillere ulaştıran.”
Yüce Allah dilediğini nasıl aşağılara indiriyor, zelîl ediyorsa, istediği kulunu da yükseltir. Bir padişahı gedâ yapabileceği gibi, bir gedâyı da sultanlık tahtına oturtabilir. Bir garibe şan ve şeref vermesi çok görülmüştür. Bir şahı da tahtından yere indirmiştir.
O'nun adalet güneşi bir gönüle düştü mü, artık o gönlün sahibi aşka kanat açar, ilâhî aşkın kokusunu canda duyar ve nice gizli haller kendisine ayan olur. Bazı insanlar da vardır ki, onların gönül cihanını gecelerden daha korkunç hale getirir, gaflet ve cehaletle karartır. Böyle kimseler de zillet çamuruna batar ve bir daha kıpırdayamaz.
Dikkat edecek olursanız Cenâb-ı Hakk'ın şan ve şeref verdiği, yücelere çıkardığı insanlar güzel huylu, tatlı dilli, cömert, kerim, kibar ve melek gibi insanlardır. Hep herkesin iyiliğini isteyen, herkesin yardımına koşan, yaralara merhem süren, yetimlerin dağınık zülüflerini okşayan, hayvanlara bile şefkatle muamele eden bunlardır. İşte bu gibi hasletlerle bezenen kullarını Allah Teâlâ hem sever, hem yüce makamlara ulaştırır. Bunun en güzel misâli Veysel Karanı Hazretleridir. Nasıl mı?
Şöyle: Veysel Karanı Yemen'in bir köyünde garip, kimsesiz bir deve çobanıydı. Hayatta sadece yatalak bir annesi vardı. Köylüler onu hor görür, çocuklar taşlardı. Fakat o herkese acır, herkese öğüt verir, hayvanlara ve çocuklara şefkatla muamele ederdi. Tek harf okumamış, köyden bir yere ayrılmamıştı. Canla başla annesinin hizmetine koşuyordu.
Gün geldi, Cenâb-ı Hak onun gönlüne muhabbet ateşi koydu. Peygamber-i Zîşan (s.a.v) efendimize karşı dayanılmaz bir aşkın sahibi oldu. O'nun hasretiyle yanıyor, fakat annesini bırakıp ona gidemiyordu...
Resûl-i Ekrem Efendimiz de “Bana Yemen'den Rahmanı kokular geliyor” demedeydi. Hâsılı, Veysel Karanı dünya gözü ile Allah'ın Resulünü göremedi. Rabbi O'nun gönlünü açtı, onu ledünnî ilimlerle rızıklandırdı. O kadar ki, velîlere medar oldu. Hatta, ondan çok çok üstün ve faziletli olan Hazreti Ömer ve Hazreti Ali, iki büyük ve sultan sahabi, ona Peygamberler Peygamberinin selâmını ve hırkasını götürdüler.
O'nun yüzü daima Hak eşiğindeydi. Gözleri de iplik iplik yaşlar dökerdi.
Gün bitip gece bastırınca: “Bu gece” derdi, “rükû gecesidir.”
Ve sabaha kadar rükû ederdi. Diğer bir gece için de, “Bu gece secde gecesidir” der ve bütün geceyi secde ile geçirirdi.
Ve çok kere Rabbi Kerimine şöyle niyaz ederdi:
“İlâhî Ente Rabbî ve ene'l-abdü”
“Ve ente'l-Hâliku ve ene'l-mahlûku”
(İlâhî! Sen benim Rabbimsin, ben senin kulunum. Sen (her şeyin) Halikı, ben ise yaratılmışlardan biriyim.)
“Ve ente'r-Rezzâku ve ene'l-merzûku”
“Ve ente'l-Mâlikü ve ene'l-memlûku”
(Sen, rızık veren ben ise rızıklandırılmış olanlardanım. Sen, Mâlik her şeye sahib, ben ise senin kölenim.”
Cenâb-ı Hak işte böyle dilediği kulunu ta yücelere çıkarır. Yine istediği kimseleri de tepelerden zeminlere indirir.
İbret almak gerekir. Dünya malı, dünya makamı için yapılan kavgalar, savaşlar, ölümler nedir? Yarın dünya onların hepsini kucağından kara toprağa atacaktır. Allah tanımaz zalimlerin yurtlarında şimdi itler mekân tutmuştur.
Yüce Allah elbet her şeyi kemâliyle bilmektedir. İnsanlar içinde yükselmeğe, yukarılara çıkmağa lâyık olanları bildiği gibi, yükseklerden aşağılara inecekleri ve insanlıktan nasibi olmayanları da bilir. Ve her işi hikmetli ve yerinde yapar. Kimseye zerrece zulmetmez. Herkes ektiğini biçer. Allahü Teâlâ muhsinleri, iyilik edenleri sever.[102]
“Dilediğini dilediği şekilde aziz kılan, izzet veren.”
Cihanı bir hikmet üzere yaratan Allah, yine hikmeti icabı dilediğine izzet ve şeref verir. Dilediği kulunun başını göklere değdirir, dilediğini de bundan mahrum eder.
İzzetin zıddı zillettir ki, alçaklık manasınadır. İzzet, ulaşılması zor olan bir mertebedir. İzzet, kibirden ayrı bir şeydir. Ebu Hafs es-Sühreverdi demiştir ki:
“İzzet, kibrin dışında bir şeydir. Çünkü izzet, insanın kendi nefsinin hakikatini tanıması ve onu acele kısmetler için hakarete düşürmeyip kerim ve kıymetli tutmasıdır. Nitekim kibir insanın kendini bilmemesi ve onu kendi mevkiinin üstünde tutmasıdır. İzzetin zıddı zillet kibrin zıddı da alçak gönüllülüktür.”
İnsanı izzete, şerefe, şana ulaştıracak da Allah Teâlâ'dır, zillete düşürecek, hor ve hakîr kılacak da yine O'dur. Bunlar hep, Hâlik-ı Kerim Hazretlerinin mahlûkatı üzerindeki tasarrufları cümlesindendir.
Nihayetsiz kudret sahibi olan Allah, izzete, şerefe lâyık olan kullarını da bilir, zillete lâyık olanları da... İstediği kuluna izzet verir, onun şanını artırır, o kul da insanlar arasında vekar sahibi olur. Yüzünü kara edecek hiçbir işde ve harekette bulunmaz. Daima rabbinin emrinde, resulünün yolunda ömür nefeslerinin incilerini toplar. O'nun dünyası da, ahireti de bir çiçek bayramı haline gelir. [103]
“Dilediğini zillete düşüren, hor ve hakir eden.”
Allahü Teâlâ dilediğini aziz ve şerefli kıldığı gibi, zelil ve hakir de edebilir. Allah'ın hor ve hakir ettiğini kimse aziz kılamaz, İzzet ve şerefe ulaştırdığını da bütün âlem bir araya gelse zelîl edemez.
Aziz ve celil olan Allah, öyle bir kudrete mâliktir ki, onun vurduğu damgayı insanın yüzünden silmek imkânı ve ihtimâli yoktur. İzzet, Allah'ın kullarına verdiği bir şeref, bir irfan olduğu gibi, zillet de bir perişanlık ve mahrumiyettir.
Gönülleri dünya hırsı ile yanıp tutuşan, bütün dünyayı yutuversem diye boğuşan ve insanlık şerefini ayaklar altına alan niceleri vardır ki, bunlar zillet bataklığından kendilerini kurtaramazlar. Elleri bir hayıra uzanmaz, kimsenin yarasına merhem sürmezler, bir yetimin gözyaşını dindirmezler. Bunların bütün gayesi ve şiarı, dünyadır. Dünya gelirine sahip olmak için de her pisliğe dalıverirler. Böylece izzet ve şeref elden gider. Mahşerde de yüzleri kara olur.
Can gözüne marifet sürmesi çekilen bir müslüman dünyanın fani ve geçici nimetleri, makam ve mevkileri için ona buna boyun eğip zillet göstermez, o sadece rabbinin huzurunda eğilir. Rabbi de onu aziz kılar.
Hatırımda kaldığına göre şöyle bir hadise vardır. Muhiddin Arabî Hazretleri naklederler:
“Bağdat'ta bir camide namaz kılmıştım. Namazdan sonra müezzin:
“Ey Müslümanlar, dedi, siz nasıl insanlarsınız? Burada bir garip adam öldü, üç gündür cenazesi duruyor. Kimse sahip çıkıp da adamın cenazesini kaldırmadı. Haydi biraraya gelin de şu garibi kabre götürelim.”
Bunun üzerine üç-beş kişi toplandı, ben de aralarına karıştım ve o zavallı adamın bütün hacetlerini görüp kabre götürdük. Cenaze kabre indirildiğinde avucuma bir tutam toprak aldım, toprak elimde ona sokuldum, toprağa okuyup üfleyip adamın yüzüne gözüne saçtım ve:
“Ey garip adam, dedim, hor ve hakir oldun, zillete uğradın. Bende okunmuş 70 bin kelime-i tevhid vardı. Onu senin ruhuna bağışlıyor, sana hibe ediyorum. Haydi Allah'ın rahmeti üzerine olsun!”
Adam gözlerini açıp bana sert sert baktı da dedi ki:
“Vah sana! O'nunla olan hiç zillete düşer mi? Fakat bu konuştuğumuz söz ikimiz arasında kalsın!”
Anladım ki, o garip bildiğimiz adam bir Allah dostudur...”
İnsanlardan öyleleri vardır ki, görünüşte belki hor hakirdir, ama Allah indinde aziz ve şereflidir. Allah ile olan zillete düşmez. Yüzünü rabbinin dergâhına tutan hiçbir saadetten mahrum kalmaz. Çünkü her türlü izzet ancak Allah Teâlâ'nındır ve Allah'ın emrindedir.
Dünya ve ahirette izzet ve şeref isteyenler ona dönsün. Ve zalimlerin zilletle nasıl yere geçtiğini görsün de zalimlere meyletmesin...
Zenginler fakir, kaviler zayıf, pehlivanlar yenik, diriler ölü düşebilirler.
Asırlar geçti bitmez: Kavga, nefret, didişmek,
Tek çare biliyorum, Allah aşkında pişmek!.. [105]
“Hakkıyla işiten”
Kullarına gözler, gönüller, kulaklar bahşeden Allah her şeyi hakkıyla işitir. Hiçbir ses, hiçbir nefes ona gizli kalmaz. Denizin tâ derinliklerindeki bir mahlûkunun hacetini işittiği gibi, yüreklerimizin kıpırtılarını da işitir. Dağ, duvar, mesafe, kasa, kese, su, ateş, hiçbir şey onun işitmesine perde olamaz.
Daha evvelce de ifade ettiğimiz gibi Yunus Aleyhisselâm balığın karanlık midesinde ve deryaların dibinde rabbine iltica etti. Allahü Teâlâ da ona hemen imdat eyledi
Bir de şu var: Allah'ın birisini işitmesi, ötekilerinin sesini duymasına engel olamaz. Milyarlarca mahlûk aynı anda ona seslenseler, hepsini aynı derecede açık ve hiç eksiksiz işitir. O'nun işitmesi, bizim gibi kulak ile de değildir. Hiçbir şeye benzemez. Ona gaflet arız olmaz.
Ve Kur'an-ı Kerim'in ifadesiyle:
“O'nun benzeri olan hiçbir şey yoktur. O, her şeyi işitir ve görür.” [106]
“O'nun misli, aynısı bir şey bulunması şöyle dursun, Ona benzer bir şey bile yoktur. “Vehüve's-Semîü'I-Basîr”
Ve O, öyle Semî' öyle Basîr'dir. Yani misli olmayan işitici ve görücüdür. İşitilmeye uygun olan şeylerin bazısını değil hepsini işitir, görülenlerin ve varlıkların tamamını görür, hem insanlarda olduğu gibi dış dünyadan duygu organlarının etkilenmesi yolu ile değil, sonradan olma durumundan hayal kurma ve vehmetmekten uzak ve ezelî bir idrak ile bilerek işitir ve görür.” [107]
Kulakları gözleri yaratan ve onları mülkünde tutup idare eden, elbette her şeyi kemâliyle bilir, işitir ve görür. Aciz bir karıncanın bile haline vâkıftır. Yürekteki niyetleri, kıpırdanışları, kimin ne istediğini hep bilir, kendisine yönelişleri, yapılan niyazları işitir, bütün ihtiyaçları görür ve gözetir.
Her gün beş vakit namazda ve tam kırk defa “Semiallâhü limen hamideh = Allah kendisine hamd edenin hamdini işitir.” diyoruz. Çok kere bunu gafletle tekrarlayıp duruyoruz. Allahü Teâlâ'nın işitmesi bizim işitmemize asla benzemez. Bizim bir şeyi işitmemiz için bir takım sebepler gerek. Yüce Allah'ın işitmesi ise hiçbir şarta, hiçbir kayda tâbi değildir. Bir kimse sesini yükseltse de, gizlese de fark etmez. Rabbi onu işitir ve her halini görür.
Bir lâhza şu âleme nazar kılalım: Kâinatta şu anda milyarlarca işitilecek hadiseler vuku bulmaktadır. Milyarlarca can zaman ırmağında akıp gitmektedir. Hadiselerin arkası hiç kesilmeksizin devam etmektedir. Bu hadiseler bugün de başlamış değil, ezelden ebede kadar an-bean mekiklerden çözülen iplikler gibi akıyor akıyor. İşte bunların zerresini kaçırmadan, hiç biri ötekine mani olmadan hepsini birden kemaliyle işitmek Cenâb-ı Hakk'ın şanındandır ve O Semî'dir. Eğer bir mahlûkunun sesini işitip diğerininkini işitmeyecek olsa, o zaman o Rab olmazdı.
Bütün âlem halkı O'nun kuludur, bütün canlıların rızkını O verir, bütün niyaz edenlerin duasına icabet eden O'dur. Artık O'nu bırakıp fanileri kendilerine ilâh edinenler hayatî yorgunluklarını cehennemin ateşten duvarlarına yaslanarak gidereceklerdir. Vah onlara!..
Rabbim, benim yolumu yüce dağlardan aşır.
Eğer lütfün olmazsa ayaklarım dolaşır!
Gecenin eli sende, gündüzün eli sende,
Nice gözler vardır ki, hikmetinden kamaşır!.. [108]
“Kemaliyle gören.”
Cenâb-ı Hak her şeyi kemâliyle işittiği gibi, yine her şeyi en iyi görendir. O görür. O'ndan bir şeyi gizlemenin imkânı yoktur. Kimin, nerde, ne yaptığım veya ne yapacağını görüp durmaktadır.
Ne karanlık, ne gizli bölmeler, ne mağaralar, ne kat kat perdeler, hiçbir şey O'nun görmesine mâni olamaz. Bizim gözle göremediğimiz, gözle görülmesine imkân olmayan en küçük zerrecikleri görür, ucu bucağı olmayan kâinatın herhangi bir yerinde, bir noktasında zuhur eden hiçbir hadise düşünülemez ki, Allahu Teâlâ onu görmüş ve işitmiş olmasın. İnsan yüzbin perdenin arkasına gizlense yine O'nun nazarından kurtulamaz. Bir et parçasına görme, işitme, tatma, lezzet alma hassaları veren Yaratıcı elbet her şeyi kemâliyle görendir.
İnsanın vücuduna Cenâb-ı Hak öyle aletler koymuştur ki, bedeninin herhangi bir yerine bir diken veya iğne batsa, yahut bir sinek soksa hemen onu bilirsin. Peki sana bunları ikram eden Zât-ı Akdes, âlemde cereyan eden hadiseleri görmez mi? Şüphesiz ki görür. Yerlerde göklerde bu kadar harikalar icad eden Allah Teâlâ, daha nice şeylere kadirdir...
Asr-ı saadette yaşanan şu hadise bize güzel bir misal olacaktır:
Bir gün, bir köle Peygamberler Peygamberinin mübarek huzuruna geldi. Bir hata, bir günah işlemişti. Ondan kurtulmak, arınmak istiyordu:
“Ey Allah'ın Resulü, dedi, vakit tamam, tevbe edeceğim. Allahü Teâlâ benim tevbemi kabul eder mi?”
İki cihanın saadet güneşi ve Allah'ın Resulü (Aleyhis-salâtü Vesselam), ona derhal şu mealdeki âyeti okudu:
“O'dur kî kullarından tevbeyi kabul buyurur.” [109]
Ve ilave ettiler: “Sen tevbe ettikten sonra iyice bil ki, bağışlandın, İlâhî mağfirete mazhar oldun demektir.”
O temiz, saf köle, derhal Nebiyy-i Muhteremin huzurunda can-u gönülden tevbe edip dışarı çıktı ve yola koyuldu. Kuşlar gibi uçarak giderken aklına bir şey geliverdi ve yüreği tutuştu:
“Acaba, dedi, ben bu günahı işlerken rabbim beni gördü mü?”
Ve o lâhza izi üzere Rahmet Nebinin yüksek huzuruna can attı ve ondan sordu:
“Ey herkesin imdadına yetişen Allah Elçisi, ey doğru yolun rehberi! Ben o günahı işlerken rabbim beni gördü mü, benim halime vâkıf oldu mu?”
Bu, her tarafından iman ve ihlâs tüten köleye karşı varlığın nuru dediler ki:
“Sus, ne söylüyorsun sen? Bilmez misin ki, Yüce Allah'tan bir zerre bile gizli kalmaz, o her şeyi kemâliyle görür ve şöyle buyurur:
“Allah, gözlerin hain bakışını da bilir, kalblerin gizlediğini de.” [110]
O pâk ve temiz yaradılışlı köle, Resûlüllah (s.a.v)'dan bunları duyunca, kanlı yüreğinden bir ah çekti ki, can da ten de hayrete düştü. Ve Rabbi Keriminden o türlü haya etti ki artık ben ne diyeyim? Nebiler nebisinin şerefli önünde topraklara döşendi ve hemen ruhunu teslim ediverdi.
İman ve ihlâs insana ne saadetler kazandırır. Yerlere, göklere, Arş-ı A'zama hükmeden, işitenleri, görenleri yaratan ve onlar üzerinde istediği gibi tasarruf eden; hiçbir şeyde dengi ve benzeri olmayan Allahü Teâlâ, işitir ve görür.
O halde bize düşen nedir?
Biz başıboş değiliz. Bizi bir gören, bir işiten var ve her halimize, her lâhza nazar ediliyor. O zaman: “Rabbim beni işitiyor, beni görüyor, her lâhza benimle, ben nasıl ona isyan ederim?” demeliyiz ve rahmetinin gölgesine sığınmalıyız. Çünkü başka kurtuluş yolu yoktur.
Hediyendir, göz, kulak, hediyendir ten bize,
Cennetini nasib et, ey Rabbimiz, sen bize!.. [111]
“Hükmeden, hakla batılın, iyi ile kötünün arasını fasleden.”
Bir damla suya peri gibi güzellik veren, kuru dallar üzerinde kırmızı güller yaratan Yüce Allah hâkimdir, herbir şeyin hükmünü O verir. O bir kere hüküm verdi mi, onu döndürecek bir kuvvet mevcut değildir.
Sultanlar sultanı, padişahlar padişahı sadece O'dur. Bir kimseyi âleme emîr yapacak, hükümdarların, hükümdarlığına hüküm verecek de yine O... O'nun emri, O'nun hükmü, O'nun izni olmadan hiçbir şey bir yerden bir yere kıpırdayamaz, hiçbir hadise zuhur etmez. Hiçbir mazlumun hakkını bir zalimde bırakmaz. Bir zalimi kahretmek istediğinde de ona mâni olabilecek kimse yoktur.
Velî kullarını, mü'minleri, muhsinleri mükâfatlandıracak da yine Cenâb-ı Hak'tır. Bir kulunun başına bahtiyarlık tacı koyacak olursa, bütün âlem bir araya gelse o kulu zelil edemezler. Herkesi bu âleme gönderen o olduğu gibi, buradan alacak olan da yine O... Yani O'nun hükmü hiç kimse tarafından bozulamaz. Ve Allah Teâlâ buyuruyor:
“O, hüküm verenlerin en hayırlısıdır.” [112] Şânı pek yüce olan Allah, dünya ve ahirette kulları arasında adaletle hükmedendir. Kimse zerrece haksızlığa uğramadığı gibi, hiçbir zalim de cezasız kalmaz. Her hak sahibine hakkını vermek O'nun şanındandır. İnsanların dünya ve ahirette başlarına gelen felaketler kendi ellerinin ektiğidir. Bir yere iyilik ağacı dikmeyen kimse saadet başağını nasıl toplayacaktır?
Dünyada da hakimler vardır, ama çok kere onlar yanlış hüküm verebilirler. Ve hatta bile bile başkalarına zulüm de ederler. Hiç unutmamak lâzımdır ki, o hekimler, o makamda ebedî kalamazlar ve hesap diyarına göçerler. İşte o zaman onlara Allahü Teâlâ adalet ve hükmetmek ne imiş gösterir...
Makamlar, mevkiler, nişanlar, mallar, mülkler insanı aldatmamalı. Çünkü insanın önünde pek büyük bir gün vardır ki, o gün ancak Allah'ın merhamet ettikleri kurtulabilir. Allah'ın sana acımasını istiyorsan, sen de Allah'ın kullarına merhamet et... [113]
“Çok âdil, hakkıyla adalet eden.”
Adalet zulmün zıddıdır. Hemen herkes adalete muhtaçtır. Ve Allah'tan başka adl yoktur. İnsanlar ne kadar kemâle erseler de adalet sıfatları tam ve tekmil olamaz. Mutlaka bir yerde bir eksiklikleri bulunur. Bir yerde hüküm verirken, diğer yere elleri uzanmaz. Bir işi görürken, öbür iş yüzüstü kalır. Dünyada Hazreti Ömer (Radıyâllahü Anh) gibi yüksek adalet sahipleri bulunabilirse de, bu kişiler hakiki manâsıyla adl ismini alamazlar. Çünkü mahlukturlar, çünkü bütün varlığa bir anda adaletini gösteremezler. Bir yeri sulha, sükuna erdirirken, öbür tarafın ahvalinden haberleri olmaz. Halbuki adl demek bütün âlemlere şâmil ve her an değişip duran namütenahi işler üzerinde adaletini gösteren demektir. Buna Allahu Teâlâ'dan başka kimin gücü yeter.
Hazreti Ömer (r.a.), o güzel adaletiyle aciz kalıp şöyle feryat etmiştir:
Yol üstünde bir karınca ezilse,
Yine Ömer mes'ûl, hiç değil kimse!
İnsanların, adaletle hükmeden Hazreti Ömer gibi, Ömer bin Abdülaziz gibi ve daha niceleri gibi kimselere “âlemde eşi yok, bir tane” demesi, kendi gibi insanlar içinde onun denginde adaletli yok demektir. Yoksa Allah Teâlâ'ya karşı değildir. Dünyada hiçbir sultan veya hiçbir hakim tam ve tekmil olamaz.
Zulüm haramdır, zalimlerin hasmı da Allah'tır. Hiçbir zalimin cezasız kaldığı görülmemiştir. Adalet ise öğülmüş, başların tacı edilmiştir. İç gözlerine hikmet sürmesi çekilen, Allah'tan korkan, iman ve irfan nuru ile pırıldayan kimselerdir ki, mahlûkata şefkat ve adalet gösterirler.
“Adalet, kâinatın nizamıdır. Amel ve ibadette vâcib gibi sayılan ahlâkî bir fazilettir. Şüphe yok ki her hakkın başı yüce Allah'ın ilâhlık hakkıdır. İlâhlık hakkının birincisi ise Allah'ın birliğine inanmaktır. Çünkü ortak ve benzeri bulunanın son derece saygı ve yüceliğe hakkı olamaz. Bundan dolayı adaletin başı Allah'ın birliğine imandır.”[114]
“el-Hakem” ism-i şerifinin hemen peşinden “el-Adl” isminin gelmesi ne kadar güzel ve uygundur. Allah Teâlâ hâkim ü adldir. Mülk O'nundur. O'ndan başka hâkim ü adl yoktur. O'ndan başka bütün varlıklara hükmünü yürüten yoktur. Her şeyi, her zerreyi, her gizliyi hakkıyla gören O olduğu gibi; her şeyi işiten ve her şeyin içini, dışını, önünü sonunu bilen, her şeyi kudret elinde tutan ve her şeye gücü yeten de yine O'dur.
Yarın ne olacak, kim nerde ölecek, ne zaman yağmur yağacak, ne vakit kıyamet kopacak, bunun gibi namütenahi şeyleri bilen Allahü Teâlâ'dır. Yine bazı olmuş veya olacak hadiseleri Peygamberlerine, velîlerine ve dilediği kimselere bildiren de ancak Allah'tır.
O halde, bu âlemde Allah'a kul olan ve takva üzere yaşayan kazanır,
“(Allah'ım) ancak sana ibadet (kulluk) ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” [115]
“Sonsuz lütuf ve kerem sahibi, en ince işlerin bütün inceliklerini bilen.”
Allah (Azze ve Celle) Lâtiftir, en derin, en ince şeyleri hakkıyla bilir. Çünkü o şeyleri yaratan O'dur. Her şeyi yerli yerine koyan da O!..
Biz henüz kendi vücudumuzu çözebilmiş değiliz. Ruhumuz nerede? Ruh nedir, akıl ne? Ağzımıza aldığımız bir lokma midemize indiğinde hangi elekten geçip kan hâline gelmektedir? Yine gözlerimizin esrarını kim çözer? Gözlerimizi göklere veya ufuklara diktiğimizde, bu muazzam manzarayı can aynamız nasıl aksettiriyor? Bir de şu var, göz başkasını görür, kendisini göremez. Bütün bunları vücuda getiren Allah Teâlâ, pek lütufkârdır. O'nun rahmetinin ve kereminin arkası kesilmez. O, her şeyi en ince teferruatına kadar görür, bilir, fakat O'nu kimse ihata edemez.
“Gözler onu göremez, O ise bütün gözleri görür; O, lütuf sahibidir, her şeyden haberlidir.” [116]
“Gözler kendini anlayamazken, onları anlayan, anlatan, gören, gösteren, gerçeği bilen ancak O'dur. Burada dış idrak meselesine de dikkat çekilmiştir. Bir canlının kendi dışındaki görülenleri görebilmesi ve anlaşılanları anlaması için, öyle bir şaşırtıcı iş ve öyle bir şerefli durumdur ki, akıl bunun en derin noktasını anlayamaz. Bütün hakimler ve filozoflar bunu izah etmekten âcizdirler.
Meselâ: Gözümle karşımda bir minare görüyorum, ne gözüm minareye kadar, gitmiş ve ne de minare gelip gözüme girmiştir. Bununla beraber benim gördüğüm, yalnız o minareden yansıyan ışığın içerdiği ve küçücük gözüme bastığı hurda minare resminden ibaret de değildir. Ben, gözümdeki minare resmini değil, uzaktaki büyük minarenin kendisini görüyorum ve gözümü yumduğum zaman da onu bende değil, olduğu yerde idrak ediyorum. Hatta dikkat edilirse görme aracı kabul edilen ışık bile bana, benim gözüme kavuşması anında ışık oluyor ve o zaman parlıyor ve görme dediğin olay da o zaman meydana geliyor.
Ve o anda ben, yerindeki minareyi görmüş oluyorum. Bu nasıl olabiliyor? İşte bu dış idrak işinin sır ve mahiyeti akılların, idrak ve kavrayışının dışındadır. Bütün fen ilimleri, felsefeler, bunu ihata edebilmekten uzak kalmış ve filozoflar bu noktada şaşkınlık veya safsatadan başka bir şey yapamamıştır. Bununla beraber bu, vaki olan bir iştir. Ve benim minareyi gördüğüm bir gerçektir. Allah Teâlâ bunu yapmış ve yapmaktadır. Ve akılların kavrayamadığı bu gerçeğin en derin noktasını ve mahiyetini idrak ve ihata eden de ancak O'dur.
Gözler onu idrak ve ihata edemezken, O gözleri idrak ve ihata eder ve aynı gerçek bütün idrak edilen şeylerde böyledir.
“Ve O lütuf sahibi ve her şeyden haberdardır.” Ve lütuf sahibi ve her şeyden haberdar olan ancak O'dur. İdrakin nuru gibi her lütuf O'nundur. Her şeyi bilen, her doğru haberi veren ancak O'dur. Bundan dolayı onu dürbünlerle, teleskoplarla aramaya kalkmamalı, hem de gözler görmüyor diye, gözlerden, gönüllerden uzak, ihtiyaçlardan, dileklerden, doğru haberdar olmaz sanıp da O'ndan yüz çevirmemeli, eğri yollara sapmamalıdır. O lütuf sahibi ve her şeyden haberdar olan en görmeyen gözleri görür, en gizli, en duyulmaz sanılan şeylerden, gönüllerin hiç kimselere açılamayan sırlarından ve emellerinden haberdardır. O, onlara kendilerinden yakındır. O'na ibadet etmek ve işleri ısmarlamak için şart, O'nu görmek değil, O'nun görmesi, lütuf sahibi ve her şeyden haberdar olması ve O'na ihlâs ve tevhid ile zât ve sıfatlarına, fiillerine ve lütuflarına iman edilmesidir.” [117]
Çok söze hacet yok. Yüce Allah öyle bir Lâtiftir ki, her şeyi bir şeye hazine yapmıştır. Her şeyde onun kudret mührü vardır. Herbir zerre O'nun kerem nuruyla hayat bulmuştur. Arılar petek petek bal yapar. Denizlerde inciler demetlenir. Kuru dallar üstünde kırmızı güller açılır. Rahme düşen bir damla erlik suyundan da fidan boylu bir insan meydana gelir. O tesbih tanesi büyüklüğündeki arılara bu ilhamı veren, ona bu sanatı bağışlayan ancak Allahü Teâlâ'dır. Âlemde O'nu bilmemek ve O'nu sevmemek kadar betbahtlık düşünülemez. O ki, âdemoğlunu varlıklar içinde en şerefli mahlûk olarak yaratmıştır. Yaratılan, her lâhza yaratana muhtaçtır.
Gönül toprağına O'nun muhabbet damlası düşenlere ne mutlu! Hayatı karın tokluğuna taşıyanlara da eyvahlar olsun. Yıldız dolu semanın altında kalbine iğne ucu kadar iman ışığı girmeyen kimseler yarın nedametle başlarına topraklar saçacaklardır.
Hakk'a dönün insanlar, yakın büyük fırtına,
Dünya bunca çılgını bindirir mi sırtına? [118]
“Eşyanın esrarını ve her şeyin iç yüzünü bilen.”
Kudretine ve rahmetine nihayet olmayan Allah, her şeyin iç yüzünden, gizli hallerinden haberdardır. Çünkü Allah Habîr'dir. En küçük karıncanın toprak altında kıpırdanışından tutunuz da gözle görülmesine imkân olmayan bir mikrobun karanlıklar içinde gidip geldiği, girip çıktığı yerlerden haberdardır. Göklerde olan şeyler de, yeryüzünde cereyan eden hadiseler de, denizin derinliklerindeki vakıalar da hep O'na malumdur. O kadar ki, meleklerin bile ulaşamadığı, insan idrakinin kavramaktan aciz olduğu en gizli esrar perdelerinin arkasında olan biten şeylerden haberdardır.
Ben O'nun bilgisinden kendimi gizlerim diyebilecek bir varlık yaratılmamıştır. Bir dakika içinde âlemde milyarlarca hadise vuku bulur. İşte bu milyarlarca hadiseyi hiç eksiksiz ve hepsini aynı derecede bilmek ancak Allahü Teâlâ'ya mahsustur. Çünkü O hadiseleri yaratan O'dur. Yaratan hiç bilmez mi? Allahü Teâlâ Kerîm kitabında:
“Bilmez mi yaratan yarattığım?” [119] buyuruyor. İnsan bile bir şey düşünse, bir şeye niyet etse, bir söz söylese, kasıtlı olarak bir iş yapsa, onu yaparken ne kadar gizlemek istese kendinden gizleyemez, vicdanında onu, o anda duyabilmektedir. Âciz bir kul yaptığı bir şeyi kendi vicdanından gizleyemezken, bütün vicdanları yaratan ve bütün göğüslerin sırlarını ve hakikatini, bütün mahlukatı hayat sahnesine getiren Yüce Yaratıcı daha önce ve daha mükemmel bilir.
Yine Kur'an-ı Kerim'de Hazreti Lokman'ın diliyle de şu anlatılır. Lokman oğluna öğüt verirken der ki:
“Yavrucuğum! Gerçekten o yaptığın iyilik veya kötülük.”
“Bir hardal tanesi kadar da olsa...” Yani ne kadar küçük ve gizli ve ne kadar yüksek veya alçak olursa olsun Allah onu getirir, âhirette karşına kor. “İnnellâhe latîfün = Çünkü Allah lâtiftir.” Lütuf ve inceliği çok, kudreti en ince, en gizli şeylere yetişir. “Habîrun = İlmi ile hepsini bilir.” [120]
Yerde, gökte, denizde, ecramda, berzahta, ervahta ve bütün âlemde akıp durmakta olan hadiseleri ve gelecekteki
vukuatı ve zamanını kemaliyle bilir.
Ben bu işi gizli yaparım da beni kimse görmez demek cehaletten başka bir şey değildir. Bir insanın yaptığı iş şöyle dursun, kalbinde olanları ve neler tasarladığını, ne düzenler peşinde koştuğunu Allahü Teâlâ yine bilir. O halde, O'nun razı olmayacağı işlerden ve kötü amellerden sakınmak gerek. O bir kuldan razı olduktan sonra, bütün âlem o kula düşman olsa ne gam!.. [121]
“Gerçek hilm sahibi.”
Hilm, hiddet ve gazabın zıddı. Yumuşak huyluluk, mücrimlerin cezasını vermeye ve hepsini kahretmeye gücü yetip dururken bunu yapmamak, suçlular hakkında yumuşak davranmak ve cezalarını hemen vermeyip tehir etmek, geriye bırakmaktır. Suçluyu cezalandırmağa güç ve kuvveti olmayan acize halım denmez. Nice acizler vardır ki eğer ellerinde bir kudret bulunsa beden üstünde baş bırakmazlar.
Yüce Allah, Halîm'dir. Ve şöyle buyurur:
“Eğer Allah, insanları, yaptıkları günahlar yüzünden hemen yakalayıverseydi, yeryüzünde hiçbir canlı bırakmazdı. Lâkin onları belli bir müddete kadar geciktirir.” [122]
Gerçek böyledir. Allahü Teâlâ, her günah işleyeni anında yakalayıp ceza verse, âlemde kimse kalmazdı. O, kullarına hilm ve keremle muamele eder. Düşmanlarının bile rızkını ayağına gönderir. Cenab-ı İbrahim'e hurma verdiği gibi, Nemrut'un sofrasından zeytini eksik etmez. Halbuki insanların yaptığı hataları, isyanları, günahları görür. Günahın üzerine bir perde çeker. O kula mühlet verir, tevbe etmesini bekler. Tevbe edenleri bağışlar, fakat günahta ve isyanda İsrar edenler de cezasız kalmaz. Bununla beraber dilerse onları da affeder.
Bir düşünelim ki bizim isyansız günümüz, dakikamız var mı? Âlem dolusu halk başını almış felâketin kucağına gidiyor, meydanlarda şeytanlar zıplıyor; kumarlar, içkiler, zinalar bir taun gibi beşeri sararken, evet, öyleyken, Yüce Yaratıcımız kullarını helak edivermiyor. O'nun bu suretle mühlet vermesi büyüklüğünün şanı olduğu gibi, kulları için de bulunmaz bir nimettir.
O halde, nimetin kadrini bilmeli, bu mübarek nimetten faydalanmalıyız. Yaptığımız yanımıza kâr kalıyor diye şımarmaktan, gurur ve kibire kapılmaktan sakınmalıyız. Allahü Teâlâ bize hilmle nasıl muamele ediyorsa, biz de onun kullarına öyle davranmak durumundayız. Vurucu, kırıcı, kavgacı insanlardan kimseye bir fayda gelmez.
İnsanlığın baharı şefkat ve merhametle tüllenecektir. Diğer çırpınışlar beyhudedir.
Evet:
Bu nasıl bir dünya ki, beşer birbirini yer,
Merhamet bilmeyene acır mı göktekiler? [123]
“Çok azamet sahibi.”
Bu ism-i şerîf, Allahü Teâlâ'nın azamet ve kudretini ifade ediyor. Azamet, büyüklük, ululuk demektir. Gerçek mânâda büyüklük Allah'a mahsustur. O, bir anda gökleri yere indirmek kudretine mâliktir. Yerler, gökler, güneşler, aylar, yıldızlar, denizler, ırmaklar O'nun emrine râm olmuştur ve her şey O'nun büyüklüğüne şahittir.
O, İlâh olarak tek ve benzersiz olduğu gibi, kudret ve azametiyle de tekdir. O'nun dengi ve benzeri yoktur. Büyükler de O'na muhtaçtır, küçükler de... Padişahlar O'nun kapısında gedâ olmayı devlet bilmişlerdir.
İnsanların birbiri aralarında “Şu şöyle büyük, böyle ulu, bir tane” demeleri, kendileri gibi beşer arasında büyük mânâsını taşır. Yoksa Allahü Teâlâ karşısında bir zerre bile olamaz. Meselâ: Fatih Sultan İstanbul'u fethedip çağlar açtığı için ona, en büyük padişah gözü ile bakıyoruz. İşte onun bu büyüklüğü bize göredir. İnsanlar arasında büyük demektir. Yoksa Allah'a karşı ancak aciz bir kuldur.
Alemde ardı arkası kesilmeden akıp duran hadiselere can gözü ile nazar ettiğimizde Cenâb-ı Hakk'ın kudret ve saltanatını daha güzel anlarız. Âleme çiçekler dolu bir baharı Allahü Teâlâ'dan başka kim hediye edebilir? Kayaların ciğerinden ırmakları kim çağlatabilir? Kim bir damla suya peri gibi güzellik vermeye kadirdir?
Kim, bir kabuktan ibaret olan yumurtanın içinde, kupkuru bir şeyde civcivlere hayat bahşeder? İşte bütün bunlar Yüce Allah'ın büyüklüğünün birer tecellîsidir.
Kafası olup da aklı olmayan nice insanlar vardır ki kâinatı tabiat sopası zanneder. Bir sopa bile kendiliğinden meydana gelemeyeceğine göre, bu muazzam gökler, bir ışık çağlayanı olan güneş nasıl tesadüfün eseri olur? İnsanda kafanın büyüklüğü bir şey değildir, o kafanın içinde akıl olmalıdır. Kabak da büyüktür, ama içinde beyin yoktur.
Şimdi şu mısralar yerinde olur:
O, bir şeye “Ol!” desin; herbir şey başkalaşır
Canlı cansız her varlık, O'nun mührünü taşır!
Ceylân, arı, kuş, böcek, keklik, güvercin, serçe, şahin hep O'nun çemeninde yaylamakta, insan O'nun mülkünde mekân tutmakta. Yaşayanlar, O'nun fazl u keremiyle ömür zincirini sürüklemekte. Ölenler O'nun emriyle toprağa serilmektedir. O'nun azamet ve büyüklüğünü görmek için insanın kendi yaratılışına bakması kâfi... Onu da, kendi aklını da inkâr edene ben nasıl adam derim ki?..
Ve Kur'an-ı Kerim'in şu mübarek âyeti gönüllere pırıltılı şelâleler halinde akmakta ve rabbinin kudretinden desenler sunmaktadır:
“Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, insanlara yarar şeyleri denizde akıt(ıb taşıy)an o gemilerde, Allah'ın yukarıdan indirip onunla yeryüzünü, ölümünden sonra, dirilttiği suda, deprenen her hayvanı orada üretip yaymasında, gökle yer arasında (Hakkın emrine) boyun eğmiş rüzgârları ve bulutları evirip çevirmesinde aklı başında) olan bir kavim için nice âyetler (Allah'ın varlığına, birliğine ve kemâl kudretine delâlet eden bir çok alâmetler) vardır.” [124]
Diller O'nu övmede, kullar O'nu bilmede acizdir. O, kendisini nasıl övüp sena ediyorsa öyledir. O'nun kudret ve kemâlinin eteğine hiç kimsenin eli erişemez. Akıllar ve fehimler onu kemâliyle idrak edemezler. Bana burada sadece şöyle demek düşüyor:
Bulut, yağmur, dolu, şimşek,
Kar, sana şahid Allah'ım.
Sensin Hâlık, sensin bir tek,
Har, sana şahid Allah'ım!
Melek, hurî, insan, cin hep,
Ceylân, arı, keklik, akrep,
İnkâra yok ki bir sebep,
Mâr, sana şahid Allah'ım!
Sen var ettin, çifti, teki,
İmkânsızdır, inkâr ne ki?
Yumurtanın içindeki,
Zar, sana şahid Allah'ım!
Güneş, ay, yıldız, hava, su,
Bülbül sesi, gül kokusu,
Bütün âlemler dolusu,
Nar, sana şahid Allah'ım!.. [125]
“Çok yarlığayıcı.”
Allah Teâlâ'nın mağfireti o kadar çoktur ki, şeytan bile ümitlenir, bağış umar. Mağfiret, Cenâb-ı Zülcelâl'in yarlığamasıdır. O kadar ki, kulun kusuru dağları aşsa onu yine saklar, üzerine bir perde örter. Meydana çıkarıp da o kulu rezil ve rüsvây etmez.
Allahü Teâlâ, eğer insanların kusurlarını meydana çıkarıp yüzlerine vursaydı, hiç kimsede mecal kalmaz, kimse halkın içine çıkamazdı.
Yüce Allah'ın bu keremiyle insanların halleri hep gizli kalıyor ve böylece cemiyet hayatı sürüp gidiyor. Bu sayede insanlar birbirini seviyor, öbürü ötekine kucak açıyor, el uzatıyor. İnsanın gönlünde yumak olan düşünceler aşikâr edilseydi, herkes birbirinden bucak bucak kaçardı. Halkın içinde iyi, güzel ve hoş düşünen olduğu gibi, iğrenç emeller besleyenler de vardır. İşte bütün bunların gizlenmesi Allahü Teâlâ'nın kulları hesabına büyük lütfudur. Zaten her şeyimiz O'nun lütf u keremine dayalı.
Padişah, geda, güzel, çirkin, zengin, fakir, kadın, erkek, hasta, sağlam, genç, ihtiyar kim varsa herkes Cenâb-ı Kibriya'nın rahmetine muhtaç olduğu gibi affına ve mağfiretine dahi muhtaçtır. O'nun rahmeti olmadan kimse cennete giremez, O'nun keremi yetişmeden de kimse cehennemden kurtulamaz.
Bir kudsî hadis var ki, kullar için pek büyük müjdedir.
Bir kimse ümit yuvasındaki yavru kuşlar gibi çırpınır, Rabbinin makamından korkarak ve O'nun rahmetini umarak tevbe ederse muradının incisi hâsıl olur. Kudreti ve rahmeti sonsuz olan Allah buyuruyor ki:
“Ey meleklerim! (Siz de şahid olun ki), ben artık bu kulumdan utanır oldum. (Ben koğuyorum, o İsrarla yine geliyor), onu kayıtsız şartsız affettim.” [126]
Allah (Azze ve Celle), kullarına karşı bu kadar merhametli. Kul günah işliyor, Allah onu bütün gözlerden gizliyor, bununla da kalmıyor, o günahın üzerine bir kalem çekiyor, günahı yok ediyor. Kusurlarımızı örtmesi, ruhanîlerden bile o günahı gizlemesi itibariyle Yüce Allah “Gafûr” dur.
İnsanlarda çok kere nefsânî ve şeytanî arzular plâna geçer. Çok kere aklın gözü kör olur ve o insan kendisini günahın isyanın kucağında buluverir. Bu sebeple her zaman ve her lâhza Allahü Teâlâ'nın af ve mağfiretine ihtiyacımız vardır.
Hicran gecesinden ümit sabahına çıkan dertliler gibi Allah Teâlâ'nın rahmetine ümitli olmalıyız, azabından da korkmalıyız. Ümidimizi tevbe istiğfar ederek kuvvetlendirmeli ve rabbimizden bağış dilemeliyiz. O bizi bağışlamazsa, kimse bağışlayamaz. O bir şey vermezse, kimse bir şey vermeye kadir olamaz.
“El-Gafûr” ism-i şerifi, O'nun mağfiretinin çok geniş ve rahmetinin sonsuz olduğunu ifade etmektedir. O'nun bu ismi sebebiyle kusurlarımız gizlenip durmaktadır. Ona hamd olsun! [127]
“Kendi rızası için yapılan iyi şeyleri daha güzeli ve daha ziyadesiyle karşılayan.”
Şükür, teşekkür etmek mânâsına geldiği gibi iyiliği iyilikle karşılamak anlamına da gelir. Şükür, Yüce Yaratıcımıza karşı yapmamız gereken kulluk vecîbesidir. Bizden nam ve eser yokken Allahü Teâlâ rahmetinin eseri olarak bizi yaratmış, varlık âlemine getirmiş ve namütenahi nimetlere mazhar kılmıştır. O'nun üzerimizdeki nimetlerini sayacak olsak, buna sayılar kâfi gelmez. Bu cihan bağında başak toplayan herkes iradesinde serbesttir. Ya şükür yolunu tutar, iki âlemde de mesud olur, yahut küfran çölünde çadır kurup felâketleri ve sonu gelmez belâları satın alır.
Rabbine karşı şükreden bir kulu rabbi karşılıksız bırakmaz. Onun elini eteğini nimetlerle, ecirlerle doldurur. Bu çok çok görülmüştür.
Bütün âlem halkı şükretmiş olsa, Cenâb-ı Hakk'ın şanına bir şey katamazlar, yine bütün varlıklar isyan etse O'nun şanından bir şey eksik edemezler. Çünkü O, eşi ve benzeri bulunmayan bir yaratıcıdır ve kimseye muhtaç değildir, fakat bütün âlem O'na muhtaçtır. Bir iyiliğe bin iyilik vermek de elindedir, bir zerreyi dağlar kadar büyütmek de elindedir. O, öyle fazl u kerem sahibidir ki iyilikleri kat kat artırır. O kadar ki, kulun niyetine göre akılların alamayacağı büyüklükte mükâfatlar ihsan eder.
Meselâ: Bizim dünyada yapmış olduğumuz güzel ameller ve hareketler cenneti satın almaya yeter mi? İnsan dünyada, deniz kenarında bir köşk almaya kalksa, buna herkesin serveti ve ömrü kâfi mi? Elbette değil. Fakat her mü'min cennete dahil olacaktır. İşte bu Allahü Teâlâ'nın fazl u keremidir. Ve Allah (Azze ve Celle) Şekûr'dur. Yani şükreden kullarına mahz-ı lütfundan nimetlerini artırarak şükür muamelesi yapar.
Davud (a.s.) Rabbine şöyle yalvarışta bulundu:
“Ey Rabbim, dedi, nimet senden olduğu gibi, o nimete şükür de senin hidayetindendir. Şu halde ben bu nimetlerin hangisine şükredeyim?”
Allahü Teâlâ buyurdu ki:
“Kulum bana şükründe aczini bildi mi, şükretti demektir.”
Şükür, lisanın zineti, ömrün bereketi, kalbin safâsı, vicdanın cilâsıdır. Bilirsiniz ki, avcı avını yakalamak için tuzak kurar... İnsanlar da şükürde devamlı olurlarsa, Allah'ın nimetini şükür tuzağı ile elde ederler. Böyle de söz olur mu? Bak gör. Allah (Azze ve Celle) buyuruyor ki:
“Andolsun, eğer şükrederseniz size nimetimi artırırım.” [128]
Demek ki şükredilmediği zaman nimetler elden gider ve belâlar dalga dalga gelir, hayatın tadı kaçar.
İnsanlar kendilerine gelmiş olan nimetleri görüp, “ben kazandım, ben yaptım, ben elde ettim” dememeli, nimetlerin Allah'tan olduğunu bilmeli ve bunu ikrar etmelidir. Senin bahçendeki lâlenin başına kına yakan bahçıvan değil Allahü Teâlâ'dır. Kuru üzüm çubuğunun ucunda salkım salkım taneler yaratan da ancak O'dur. Gözünü, kulağını da sen kendin yapmadın, kafanın içine aklı koyan da baban değil. Aslına bakarsan bir nefes için iki şükür gerekir, bir aldığın nefes, bir de verdiğin nefes.
Azîz ve Celîl olan Allah buyuruyor ki:
“Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler, gönüller verdik.” [129] Göze, kulağa, ele, ayağa, mala, mülke ve daha nice şeylere mazhar kılman insan, artık şükretmez, nankörlük ederse, onun insanlık defterinde yeri olabilir mi? Nankörlük edenler Yüce Allah'ın sevgisine, rahmetine, rızasına eremezler.
Cihanın önünde ve sonunda misli bulunmayan Rahmet Nebi (s.a.v) efendimiz, geceler boyu ibadet eder, ayakları şişinceye kadar kıyamda dururlardı. Kendisine niçin böyle yaptığı sorulduğunda:
“Şükreden bir kul olmak istemez miyim?” derlerdi. İslâm büyükleri, velîler ve arifler şükür ipine tutundukları için bu devlete mazhar olmuşlardır.
Bir gün, dertli bir adam Sehl Hazretlerine gelip hâlinden şikayet etti:
“Ey âlem Şeyhi! Evime hırsız girdi, bütün yiyeceğimi ve giyeceğimi götürdü!”
Büyük velî tatlı bir tebessümle buyurdular ki:
“A kardeş! Sen Rabbine şükret!.. Ya şeytan kalbine girip imanını çalsaydı halin nice olurdu?”
Biz gece gündüz başımızı secdeden kaldırmamış olsak, yine iman nimetinin şükrünü ödemiş olamayız.
Âlemde hevâ ve hevesin peşinde gidenler murada erememişlerdir. Nimetlere şükredenler ise iki cihanın da saadet güllerini dermişler ve rablerinin rızasını kazanmışlardır. Hazreti Nuh için Allahü Teâlâ: “İnnehû kâne abden şekûren = Şüphesiz Nuh şükreden bir kul idi” buyurmuştur.
Şeyh Sadî şu incileri saçar:
“Dostça şükür için söz söyleyemiyorum. Çünkü O'na lâyık şükrü bilemiyorum.
Vücudumdaki her kıl O'nun bir ihsanıdır. Nasıl mümkün olur ki herbir kıl için bir şükür edeyim.”
Gönüller Sultanı Hazreti Mevlânâ da şöyle der:
“Nimeti verenin lütfuna şükretmek aklen vâcibtir; yoksa ebedî gazab kapısı açılır.
Allahü Teâlâ insana baş verir; ona şükrânelik olarak bir secde ister. Keza, ayak ihsan eder; ona teşekkür makamında namazda bir ka'de ister...
Nimete şükretmek o nimetten daha iyidir. Şükretmesini seven kimse, nimet tarafına meyletmez. Rabbine kullukla zevkiyâb olur.
Nimet, bir şeyin derisi ve kabuğu, şükürse, onun içi ve canıdır. Çünkü şükür seni dostun nezdine kadar götürür.
Nimet insana gaflet verir, şükür ise uyanıklık getirir. Allahü Teâlâ'nın nimetini şükür tuzağı ile avla!”
Ben bu aczimle o büyükler gibi söz söylemeye kendimde derman bulamam. Ancak şöyle derim:
Ömründe olmalıdır hamd, sena, şükür demi,
Selâmet Cûdi'sine böyle varacak gemi! [130]
“Pek yüce.”
Yokluktan varlık husule getiren Allah pek yücedir, bütün âlemlerin üstündedir. Yani bu yüksek cisimlerin yüksekliği gibi, yukarıda olanlara daha yakın, aşağıda olanlara daha uzak demek değildir. Öyle ki kâinatın her noktasında her zerreye aynı nisbette yakındır. Bu nisbet hiç mi hiç değişmez. Ne gece, ne gündüz, ne kış, ne yaz, ne insan, ne cin O'nun bilgisinin haricine çıkamaz. “Vehüve me'aküm eyne mâküntüm = Nerede olursanız O sizinle beraberdir.”
“Biz ona (insana) şah damarından daha yakınız” gibi âyet-i kerîmeler bunu ifade ediyor. Ancak Yüce Allah'ın Zât-ı Kerîmi, maddelere, cisimlere ve hiçbir şeye benzemediği gibi, yakınlığı, uzaklığı da cisimlerin birbirine olan yakınlığına, uzaklığına benzemez. O, herşeyi ilmiyle ihata etmiştir.
“Göklerle yeri korumak, ona zor gelmez. O çok yüce, çok büyüktür.” [131]
O'nun yüceliği ve büyüklüğü karşısında akıllar hayrete düşmüşlerdir. Allahü Teâlâ'dan daha üstün ve daha büyük bir varlık düşünülmesi imkânsızdır. Düşünceler de, hayaller de, tasavvurlar da birer mahluktur. Yüce Yaratıcı ise bütün bunlardan münezzehtir. O'nun bir benzeri, misli, ortağı ve yardımcısı yoktur. Mülk O'nundur. Her şey O'nun mahlukudur.
Evet:
Yer O'nun, semâ O'nun,
Herşey dâima O'nun!..
Âleme nice insanlar, nice büyük peygamberler gelmiştir. Nice cihangir padişahlar bu toprak kürede mekân tutmuştur. “Büyük Peygamber, büyük padişah” dediğimizde, bu büyüklük, kendi gibi insanlar arasında büyük demektir. Yoksa Allah'a karşı birer kuldurlar. Yaratıklardan hiç biri O'nun sıfatlarından bir sıfatın ifade ettiği mânâların bir kısmını dahî kapsayamaz. O, bütün mahlûkatın üstündedir. Kadri pek yücedir.
Şanına yakışmayan her şeyden münezzehtir. Bütün mahlûkat bir nefes durmaksızın O'nun şanını övse; O'nun azamet ve büyüklüğü yanında bu övgüler hiç kalır...
Gökler O'nun hükmüyle başımızda bir şemsiye gibi durmakta, güneş O'nun emriyle ışık saçmakta, ay O'nun keremiyle bize gülümsemekte, baharlar O'nun lütfuyla coşup çağlamaktadır. Kudretde, ilimde, irâde ve hükümde ve bütün kemâl sıfatlarında O en üstündür.
Biricik yüce, biricik ulu olan ancak O'dur. Şu halde “El-Aliyyü” , herbir şey kendinin emrinde ve hükmü altında olan Zât-ı Ecell ü A'lâ demektir.
Meselâ: İnsanlar arasında Kabe'ye Allah'ın evi, Salih Aleyhisselâm'ın devesine Allah'ın devesi, Hacerü'l- Esved'e Allah'ın eli demişlerdir. Kabe, Allah'ın evidir demek, Allahü Teâlâ burada geceliyor demek değildir. Yine deveye öyle söylemek de böyle. Kara taşa Allah'ın eli demek de aynı şeyleri ifade eder. Yani bu izafet tebcil ve teşrif içindir. Bunların çok çok mübarek ve kudsî olduğunu beyandan ibarettir.
Tekrar ifade edecek olursak: O'nun dengi ve benzeri yoktur. Yerler gökler, yerlerle gökler arasındaki herşey O'nun kudret elindedir. O hiçbir vekile, vezire muhtaç değildir. Zamandan, mekândan münezzehtir. Zamanı, mekânı yaratan O'dur. Hiçbir zerre, hiçbir nefes yokken O vardı. Yok bile yokken Allahü Teâlâ vardı. Ve bütün varları bir anda yok etmek de O'nun için pek kolaydır. Hayatımız ve ölümümüz de yine O'nun kudret elindedir. Başı dumanlı dağlar O'nun hükmüyle yerlerine oturup kalmışlardır. Bazı kere yanardağlar görürsünüz. O dilerse, dağların gönlünü böyle ateşle doldurur, dilerse altın cevheri koyar.
O halde, kullukta kusur etmemeye çalışmalıyız. Çünkü bizi bir bekleyen var!..
Affına ümit bağlar, yetim, dul, yoksul Rabbim,
İzzet, ikbâl hep Senden, kapındadır kul Rabbim!
Kim ki baş çevirirse izzet ikram bulamaz,
Zalimler hiçbir zaman kahrından kurtulamaz!.. [132]
“Her hususta pek büyük.”
Büyük ki, hem ne büyük! O'nun büyüklüğü karşısında bütün büyükler küçük kalır. Çünkü büyükleri yaratan da O'dur. İçinde bulunduğumuz şu dünya, dünyadan bin misli büyük yıldızlar ve daha neler, neler O'nun kudretinin eseridir. Bu kadar muazzam varlıkları vücuda getiren Zât-ı Akdes, elbette en büyüktür. Ve zerreden küreye ne varsa, hepsi, hepsi O'nun büyüklüğüne delâlet eder.
Kendisinden başka kimse tam kemâliyle O'nun büyüklüğünü bilemez. O'nun yüce zâtı hakkında düşünmek de hoş değildir, ancak yaratıklarına bakmak kâfi. Çünki zât-ı kerîmi hiçbir şeye denk olmaz ki, insan tasavvur edebilsin...
Güneş mülküne bak, mehtaplı gecelere nazar et, bulutlardan elmas taneleri gibi yere dökülen kar tanelerine ve kuru dallar üzerinde gülümseyen türlü türlü çiçeklere akıl elini uzat. Bütün bunları yokluktan varlık âlemine getiren zâtın ne kadar büyük olduğunu anla. O'nun büyüklüğü hiçbir şeyle kıyas edilemez.
“Küre-i arz bir kafadır ki, yüz bin ağzı vardır. Herbir ağzında yüz bin lisânı vardır. Her lisanında yüz bin bürhanı var ki, herbiri çok cihetle Vâcibü'l-Vücud, vâhid-i ehad, herşeye kadir, her şeye alîm bir Zât-ı Zülcelâlin vücûb-u vücuduna ve vahdetine ve evsâf-ı kudsiyesine ve Esmâ-i Hüsnâsına şehadet ederler...”
“... Hangi tesadüf şu acâib-i masnûât ile dolu sefine-i rabbâniyeyi bir meşher-i acâip yaparak, yirmi dört bin sene bir mesafede bir senede süratle çevirip, onun yüzünde dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin?
Hem, zemin yüzündeki acîb sanatlara bak; anâsırlar, ne derece hikmetle tavzif edilmişler, bir Kadîr-i Hakimin emriyle zemin yüzündeki Rahman misafirlerine nasıl güzel bakıyorlar, hizmetlerine koşuyorlar.
Hem, acîb ve garip sanatlar içinde rengârenk acîb hikmetli zemin yüzünün sîmâsındaki bu nakışlı çizgilere bak; nasıl sekenelerine enhâr ve çayları, deniz ve ırmakları, dağ ve tepeleri, ayrı ayrı mahlûklarına ve ibâdına lâyık birer mesken ve vesâit-i nakliye yapmış. Sonra, yüz binler ecnâs-ı nebatat ve envâ-ı hayvanâtı ile kemâl-i hikmet ve intizam ile doldurup, hayat vererek şenlendirmek; vakit be vakit muntazaman mevt (ölüm) ile terhis ederek, boşaltıp yine muntazaman ba'sü ba'de'1-mevt suretinde doldurmak, bir Kadîr-i Zülcelâl'in ve bir Hakîm-i Zülke-mâl'in vücûb-u Vücuduna ve vahdetine yüz binler lisânlarla şehâdet ederler...”
“İşte ey coğrafyacı efendi! Bu zemin kafası, yüz bin ağız, herbirinde yüz bin lisân ile Allah'ı tanıttırsa; ve sen O'nu tanımazsan, başını tabiat bataklığına soksan, derece-i kabahatini düşün. Ne derece dehşetli bir cezaya seni müstehak eder; bil, ayıl ve başını bataklıktan çıkar.” [133]
Aklını tabiatla bozanlar ve kuş beyinliler hariç, hiç kimse Allahu Teâlâ'nın büyüklüğünü ve birliğini inkâr edemez. Çünkü O'nu inkâr, insanın kendisini inkârdır. Bir zaman o insandan dünyada eser yoktu, gün gelecek yine dünyaya veda edecektir. Böyleyken, inkârın kuyusuna düşüp başını dalâlet kayalarına çarpmak akıl kârı değildir.
Âlemde görünür görünmez her şeyin varlığı ve yokluğu, Aziz ve Celîl olan Allah'ın bir irâdesine bağlıdır. O, bir şeyin var olmasını veya yok olmasını murâd ettiğinde, o şey hemen oluverir. Artık düşünmek, fikretmek gerekir ki, O'nun büyüklüğünün ve kudretinin sonu yoktur.
Allahü Teâlâ'yı bırakıp fânileri büyük bilenler ve onun bunun eseriyiz diyenler başlarına gelecek felâketi pek yakında görüvereceklerdir.
O'nu sevenler ve O'nun rahmetinin gölgesine koşanlar iki cihanın da baharını elde edeceklerdir. Âlemde O'nun aşkı, gecesi olmayan bir gündüz gibidir.
Şu hale bir bakınız: Bir gün, adamın biri Ebu Hâtem'in konağına geldi. Kapının halkasını tutup güm, güm, çaldı. Şanlı Şeyh içeriden seslendi:
“Kimdir o?”
Dışarıdaki cevap verdi: “Bir derviş, Allah diyen bir derviş!” Ebû Hâtem, hizmetçilerine fırsat vermeden kendi koşup kapıyı açtı. Kapıda perişan kılıklı bir adam.
Hemen dışarı attı kendini, yere eğildi, yüzünü gözünü toprağa sürdü ve şaşkın şaşkın baknan dervişin çıplak ayaklarını öptü. Sonra ayağa kalktı, doğruldu, yüzünü mesafelere çevirdi ve dedi:
“Ey insanlar! Başka Allah diyen var mı? Gelsin ayağını öpeceğiz!”
Allah aşkı böyledir ve Allah için ayakları öpmek de sezadır. [134]
“Eşyayı zeval bulmaktan tutan, saklayıp hıfz eden.”
Kudretinin nakışlarını cihanın her zerresinde gösteren, herşeyi ilmiyle ihata eden ve her şeye hükmünü yürüten Yüce Allah, insanların işledikleri, yaptıkları hiçbir şeyi zayi etmez. İyilik, kötülük, sevap, günah her ne yapılsa; her neye niyet edilse, gönüllerde neler gizlense, dillerden hangi kelimeler dökülse, hiçbiri hariç olmamak üzere hepsini tek tek bilir. O'nun nezdinde, yapılan iyilikler zayi olmadığı gibi, kötülüklerin zerresi de unutulmaz.
İnsanlar, Allah'ın verdiği küçük akıllarıyla bilgisayarlar yapıp, onların hafızasına bilgiler yüklüyorlar, istedikleri zaman tuşa dokunup o bilgileri ondan alıyorlar. İnsan aklı bir mahlukken buna muvaffak olursa, Allahü Teâlâ nelere kadir değildir... Halbuki insanın icat ettiği makina battal olabilir, yanabilir, hafızası silinir. İnsan âciz olduğu gibi yaptıkları da ebedî olamaz. Gün gelir hepsini bir felâket vuruverir.
Bütün kâinatı, yerleri, gökleri, güneşleri, ayları, yıldızları, bulutları ve bütün mahlûkatı, tayin edilen ömürlerini tamamlayıncaya kadar her türlü âfât ve belâdan muhafaza buyuran, koruyan Allah'tır.
“Eğer O, bir lâhza himayesini kâinat üzerinden kaldıracak olsa, yıldızlar, güneşler feleğini şaşırır. Âlem, âlem olmaktan çıkar. Herşey alt üst olur.
Bir bakınız ki binlerce senedir gökyüzünde milyonlarca yıldız, akla, hayâle sığmaz bir hızla uçuşuyor, değirmen taşları gibi dönüyor da, hiçbiri diğerine çarpmıyor, bir kaza, bir toslama meydana gelmiyor. Herkes kendisine tayin edilen hudut içinde yüzüp duruyor. Şayet dünyada olduğu gibi göklerde de trafik kazası meydana gelseydi, dünyamız yıldızların arasından toz olur giderdi... İşte Aziz ve Celîl olan Allah, “El-Hafîz” ism-i şerifinin tecelli-siyle herşeyi muhafaza buyuruyor.
İşin daha hayret edilecek tarafları da var: Meselâ, hayvanları düşünelim. İlimleri yok, bilgileri yok, fikirleri yok. Öyleyken, kendisine yarayacak otla, kendisini zehirleyecek otu nasıl birbirinden ayırt ediyor? Arılar, o parmak ucu kadar vücutlarıyla bu petek petek balı nasıl bizlere sunuyorlar? Nereye nazar edersek edelim, her tarafta Allahü Teâlâ'nın rahmetinin salkım salkım bizi kuşattığını görürüz.
Ne var ki, insanlardan çoğu bakar da görmez. Elindeki nimeti kendi yiğitliğinden zanneder. Hâşâ! Dağları ben yarattım havasına bürünerek kibirlenen nice zâlimler şimdi toprağın gözüne sürme olmuşlardır. Âlemde ibret alınacak çok şeyler var, fakat insanlar ibret almazlar.
Allah (Azze ve Celle), insana bir şeyi yasaklıyor, haram kılıyorsa, mutlaka onda insan için bir menfaat vardır. Bu da yine kulu ateşe karşı muhafazadır. Kul bu ihsanı görmez, bu rahmete bakmaz, İblislerin ardınca giderse, o takdirde yaptığı kötülükler de elbet rabbi tarafından unutulmaz ve ona gereken ceza verilir.
Yüce Yaratıcımızın bizlere akıl, fikir, basiret nuru vermesi, peygamberler göndermesi, kitaplar indirmesi hep bu mübarek ismin hükmü olarak şükrü gerektiren büyük nimetlerdir. Bunca güzel nimetin kadrini bilmeyip nankörlük edenlere bir acıyan bulunmaz.
Nefsin ve hevânın yaylasında çadır kuranlara, günah işlemekte müsabaka açanlara, sarhoş yatıp sarhoş kalkanlara semalar yıldız yıldız ağlasa bir fayda vermez. Ancak tevbe eder, Allah'a teslim, olurlarsa, yine Allahü Teâlâ'nın hıfz ve himayesi onları kuşatır. Şu mübarek hadis bize bir ışık salkımı halinde bunu ifade etmektedir:
“Allah'ı gözet ki, Allah da seni koruyup gözetsin.” [135]
Yani sen Yüce Allah'ın emirlerine sarıl, yasaklarından uzak dur, her hususta O'na râm ol ki, o da seni bütün maddî manevî tehlikelere karşı korusun. Ve Allahü Teâlâ buyuruyor:
“Muhakkak Rabbim, her şeyin koruyucusudur.” [136] İnsanlar böyle demeli.
O'nun himayesinden çıkan kendisine bir başka kapı bulamaz. Ve kimse artık o kişiyi belanın çemberinden alamaz. O'nun dünyası da, ahireti de perişandır.
Ey merhametlilerin en merhametlisi olan Allah'ım! Bize dünyalar dolusu saadet ver ve bizi cehennem ateşinden koru. Çünkü bizim senden başka gidecek bir yerimiz, bir kapımız; yoktur. [137]
“Bedenî ve ruhî rızıkları yaratan ve mahlûkatının azığını veren.”
Allahü Teâlâ o kadar cömert, o kadar kerimdir. Dostunu mahrum etmediği gibi, düşmanını bile rızıksız bırakmaz. Âlem dolusu halk O'nun kerem sofrasından yiyip içer. Yine diğer canlı varlıkları da rızıklandırmak O'nun şanındandır.
Azız ve Celîl olan Allah, her mahlûk için ne kadar ömür takdir etmişse, ona göre de rızık ve gıda maddesi tayin ve tahsis etmiştir.
Bütün âlem halkı bir araya gelse, benim için tayin edilen rızkı, benden alıp bir başkasına veremezler. Hiçbir mahlûk yoktur ki, rızkını bitirmeden ölsün.
Âllahü Teâlâ'nın kudreti ne kadar büyük, rahmeti ne kadar geniştir. Zaman mekân boyunca bir nefes ara vermeden her canlının rızkını yaratmaktadır. Âdem Nebinin nesli dizisi olan insanlara tâ Âdem devrinden beri oluk oluk rızık akmaktadır. İnsanlar çok kere ağızlarına attıkları lokmanın nerelerden kalkıp kendilerine geldiğini düşünmezler. Zaten bunu fikretseler hüsran tarlasına çubuk dikmezler.
İnsan şu koca çınarlara, dal budak salan ağaçlara, upuzun kavaklara, şekerden tatlı hurmalara bakmaz mı? Çamuru yiyen bu ağaçlar nasıl böyle dağ gibi büyüyorlar? Hurmaya, üzüme, incire, elmaya, armuta bu şekerden tatlı lezzeti toprak mı vermektedir? Elbette hayır! Aynı toprağa ve aynı yere biber eksen bir başka tat alırsın, kavun eksen bir başka. İşte bütün bunlar Allahü Teâlâ'nın güzel isimlerinin tecellîleridir.
İbret almak için ana rahmindeki ikizler kâfi gelmez mi? Meselâ, dört tane çocuğu birden doğuran anneler vardır. O minik çocuklar, o dar yerde gıdalarını kavgasız, gürültüsüz, rahat ve sükûn içinde alırlar. Herbir çocuk, rableri tarafından kendisi için tayin edilen miktarı emer durur. Hiçbiri ötekinin hakkına tecavüz etmez. Kardeş kardeş dokuz ay o âlemde yaşarlar. Ne var ki, kendilerine dünya kapısı açıldığında kavgalar, gürültüler, didişmeler başlar ve dünyanın nizamı altüst olur...
Ah insanlar, ah! Hep kendimizi görüyoruz da, asıl görülecek şeyleri unutuyoruz.
Hırsın elini bir kalem gibi kesmek gerek. Hırs ile kimse bir başkasının rızkını elinden alamaz. Çünkü sebepler rızık yaratmaz, rızkı Allah yaratır ve Allah verir. Sebepler birer yoldan başka nedir ki? Gece gündüz bir nefes durmadan çırpınan insanlar vardır ki, onlar zenginliğin kokusunu bile alamaz. Yine nice insanlar da vardır ki, elini sallasa avucuna cevherler dökülür.
Allah (Azze ve Celle), herkese lâyık olduğu şeyi verir. O Alîm'dir, Habîr'dir, Kerîm'dir. Hiçbir şey O'nun dengi ve benzeri değildir. Unutmak, gaflet etmek, uyumak, hataya düşmek gibi eksikliklerden münezzehtir. Âlemlerin Rabbidir. Müslümana rızık verip de kâfiri bundan mahrum etmez.
Evet:
Heder etme, ey adam, emanettir can sana.
Lütfunu yağdırmada Yüce Hak, her an sana.
Nimetin şükrünü sen edaya kadir misin?
Göç davulu çalmadan, göz açıp uyansana!.. [138]
“Herkesin ve her şeyin hesabını en iyi bilen.”
Kâinatta ne kadar insan varsa, herkesin kendine göre bir hesabı vardır. Hattâ ölüme bile çare bulmak için hesap yapanlar var. Öyle de, ecel başa gelince bütün hesaplar şaşar. Ve Allahü Teâlâ şöyle buyurur:
“Hesaba çekici olarak Allah kâfidir.” [139]
Allah'ın hesabı kulların hesabına benzemez. Çünkü O, her hesabı ve her şeyi, hiçbir ameliyyeye muhtaç olmadan, doğrudan doğruya ve apaçık bilir. O'ndan bir şeyi gizlemenin de imkânı yoktur. O'nun ilmi bütün kâinatı ihata etmiştir..Hiçbir kayıt ve şarta, tetkik ve tefekküre bağlı olmaksızın cümleye vâkıftır.
İnsanlar için ileride dehşetli bir gün vardır. Uzak gibi görünen İlâhî hesap günü gelecek, mükellef olan her insan Allah'a karşı hesap verecektir. Ben bir yere gitmem, kimseye hesap vermem, diyebilecek bir arslan da yaratılmamıştır.
Kıyametin bir adı da “Hesap günü” dür. Hemen herkes, her şeyinden hesaba tâbi tutulacaktır. Hesapsızlığın sonu nedamet, inkârın sonu ateş çukuruna düşmektir.
Tâ Hazreti Âdem (a.s.)'dan bugüne kadar dünyaya ne miktar insan gelmiştir, bundan sonra ne kadar gelecektir, bunların sayısını ancak Allah bilir. Hem o türlü ki, ilk insandan son insana kadar hepsini bildiği gibi her insanın ömrü müddetince ne kadar nefes aldığını, her nefeste iyi veya kötü neler yaptığını, göz açıp kapayacak kadar bir zamanda hesabını görerek karşılığını verir. Milyarlarca insanın hesabını birbirine karıştırmadan, birinin hesabı görülürken, öbürü aksamadan bir lâhzada herkesin defterini eline vermeye kadirdir.
İnsanlar şunu asla unutmamalıdır ki, hayat sürdükleri bu ömür, kendi mülkleri değildir. Allahü Teâlâ tarafından sonra hesabı görülmek üzere verilmiş bir sermayedir. Ömür sermayesini havâi fişekler gibi beyhude harcayanlar, hesap vermekte güçlük çekeceklerdir.
Dünya harap, sonu türabtır. Üç günlük ömür için ebedî hayatı mahvetmek akıl kârı değildir. İmansız kapanan gözlere kabir akşamları azap parmaklarını sokacaktır.
O halde, kâr imanda, kâr takvada, kâr Allah emrinde geçecek bir ömürdedir.
İşte “El-Hasîb” ism-i şerîfi, hesap görücü olarak Allahü Teâlâ'nın herkesi hesaba tâbi tutacağını ifade etmektedir. Kullarının, hayır ve şer bütün amellerini muhafaza edip onları hesaba çeken ancak O'dur.
Cennet, bu hesaptan sonra, cehennem de yine bu hesaptan sonradır.
Evet:
İnsan suyu düğümler, mermere bıçak saplar,
Fakat onu ölümden kurtaramaz hesaplar! [140]
“Celâl ile muttasıf bulunan, ululuk sahibi.”
Ululuk ve büyüklükte O'nun misli yoktur. O'nun zatı nasıl büyükse sıfatları da öyle büyüktür. Celâlet ve ululuk Allah'a mahsustur. O'nun büyüklüğü, hayâl ve tasavvurların kavrayamayacağı kadar azametlidir.
Yani “büyük” dediğimizde, bu büyüklük, cisimlerdeki gibi hacim itibariyle veya yaşlılık itibariyle değildir. Allahü Teâlâ'nın büyüklüğünü hiçbir şeyle kıyas etmek imkanı yoktur. O, öyle Allah'tır ki, en büyüktür. Zamanlarla ölçülemez; mekânlara sığmaz, vehimler ve tasavvurlar onu kavrayamaz ve hiçbir şey O'na denk olmaz. Fakat herşeyin dizgini O'nun kudret elindedir. Her yerde, her noktada hâzır ve nazırdır. O'ndan kaçıp da kurtulan olmamıştır. O'nun zâlimleri yakalayışı müthiştir. Çünkü kudretinin sonu yoktur.
Allahü Teâlâ'nın ilmi büyük, kudreti büyük, rahmeti geniştir. Her şeyi, her zerreyi kudretiyle kuşatmıştır. Gariplerin sığınacakları mercii O'dur. Günahkârların af ve mağfiret talebinde bulunacakları sultanlar sultanı da elbet O'dur. Çünkü O'nun afv ve gufranı büyüktür.
Herkesin eli O'nun kerem sofrasındadır, her canlı O'nun lütfuna müştak olmuştur. O, hazineleri tükenmek bilmeyen bir zengindir.
O'nun verdiğini kimse geri alamaz, mahrum ettiğine de yine hiç kimse bir şey veremez. Yalnız O'nun dilediği olur. O'nun fermanını değiştirecek, bozacak bir güç mevcut değildir. Emr ve fermanı her yerde, her zaman yürüyen, her varlığı her saniye kendi hükmüne râm olan yegâne sultan O'dur.
“Hiç mümkün müdür ki, gökte, yerde, karada, denizde yaş kuru, küçük büyük, âdi âlî herşeyi kemâl-i intizam ve mîzan içinde muhafaza edip, bir türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafîziyet, insan gibi büyük bir fıtratta, hilâfet-i kübrâ gibi bir rütbede, emânet-i kübrâ gibi büyük vazifesi olan beşerin Rubûbiyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri muhafaza edilmesin, muhasebe eleğinden geçirilmesin, adalet terazisinde tartılmasın, şâyeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hayır, asla!..
Şu kâinatı idare eden zât, herşeyi nizam ve mîzan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mîzan ise, ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür.” [141]
Ey insanlar! Bütün yollar dönüp dolaşıp O'na gidecektir. Ve herkes yarın ektiğini biçecektir. İnsanın yaşaması, ölmesi, cennete, cehenneme girmesi hep O'nun emri altındadır. Artık aldanmakta mânâ yoktur. Öyle bir sultanı bırakıp da zâlimleri dost edinenler başlarına gelecek felâketin dehşetini bilmiyorlar.
Genç, bahtiyar, gelin, kız... anne ve baba gider,
Hiç kimse ebed kalmaz, herkes hesaba gider! [142]
“Keremi bol, istemeksizin veren.”
Allah (Azze ve Celle), öyle Kerîm'dir ki, O'nun kereminin rüzgârı taşları ayna yapar. Bir damla suya peri gibi güzellik veren, denizlerde inciyi, peteklerde balı, kuru dalların ucunda türlü türlü meyveleri halkeden O'dur.
O'nun cömertliği şeytanı bile deli dîvane etmiştir. O'nun ikramı, kudret helvası olarak Hazreti Musa'nın ümmetine yetişmiştir. O, Meryem'e, şanı kıyamete kadar anılacak bir çocuk ihsan etmiştir. Hem öyle bir çocuk ki babasız olarak dünyaya gelmiştir.
Allah bazı kulları hakkında keremiyle muamele ederken, bazı kulları hakkında da intikamiyle muamele buyurur. Fakat hiç kimseye zerrece haksızlık etmez. O Kerîm'dir, intikam almaya gücü yeterken affeder, hiçbir iyiliği karşılıksız bırakmaz. Vaad edince sözünü muhakkak yerine getirir.
İyi ve salih kulları için cennetler vaadetmiştir. Günaha, isyana kapı açanlara da azap dokunacağını bildirmiştir. Bunu haber vermesi de yine kullar hesabına bir rahmettir. Çünkü Allah, kullarının isyan sebebiyle azaba düçar olmalarına razı değildir. İşte o gün gelmeden kullarını ikaz ediyor ki, sonra başlarına nedamet taşı dokunmasın...
Omuzlarına dünyanın günahını yüklenip huzuruna gelen kullarını hemen cehennem'e sevkedecekken, o dile diğini keremiyle affeder, dilediğini de adliyle muaheze buyurur. Sen bana niçin, böyle bir muamelede bulundun diyebilecek kimse yoktur. Hüküm O'nundur ve o hâkimlerin en hayırlısıdır.
O'nun kapısına gelen, O'na sığınan mahrum kalmaz. O'nun yüce katına çıkmak için delile vasıtaya da lüzum yoktur. Gönül uyanıklığı, ihlâs ve güzel niyet kâfidir.
Seherde öten kuşlar O'nun mübarek ismini terennüm ederler de Cenâb-ı Hak onları yuvalarında sevindirir, rızıklarını hiç eksiksiz gönderir. Bir insan, kuşlar kadar olamıyorsa, ona nasıl adam denir?
O'nun kerem bulutu bağımıza, bostanımıza sakalık eder, omuzunda su taşır. Eğer Allah'ın lütfü olmasa o bulut gelir de suyunu bahçemize döker miydi?
Yine O'nun atâ ve ihsanıdır ki, insanlardan nicelerine hiç ummadıkları anda bol bol nimetler verir. Bazı kere de insanlar çok şey arzu ederler, şunu, bunu isterler, fakat Allah Teâlâ onların arzularını yerine getirmez. Bu dahi O'nun keremidir. Eğer o kulların gönlünde yatan sevdalar hemen yerine getirilseydi, belki ileride pişman olacaklar, nedamet duyacaklardı. Böylece, Yüce Yaratıcı kullarını felâketlerden de koruyor.
Ben gençken, cahilliğin verdiği heva ve hevesle çok şeyler istemişimdir. Allah Teâlâ rahmetiyle beni korumuştur. Eğer o zamanki arzularım yerine gelseydi helak olurdum. Demek ki, çok kere korunuyoruz.
Yine Hâlik-ı Kerîm Hazretleri, çok meşakkatli olmayan, hatta hiç bir emek vermeden yapılan ibadetlere kat kat sevap ihsan etmektedir. Meselâ: Üç kere İhlâs sûresi okumak, Kur'an-ı Kerim'i hatmetmeye muadil tutulmuştur. Bu, kerem ve lütuf değil de nedir? Yine Kabe'de kılınan bir rekat namaz bin rekât gibi kabul edilir. Kadir gecesi de öyle. Bir gece ki, bin aydan daha hayırlı. Ve cennet... Öyle bir mekân ki ölüm yok, dert yok, tasa yok, ihtiyarlamak yok, mahzun olmak yok, ebedî bir gençlik...
Allahü Teâlâ, mü'minlerin vasıflarını bildirdikten sonra, bir de onların kavuşacakları saadeti şöyle beyan ediyor
“Lehüm derecâtün inde rabbihim = Onlar için rableri katında yüksek yüksek dereceler “ve mağfiretim” ve büyük bir mağfiret “Ve rizkun kerîm” ve kerim bir rızık vardır. Öyle kerim bir rızık ki, sayısı ve süresi tükenmez, ardı arkası kesilmez, zararsız ve tükenmez, derdi belâsı olmaz, sırf hayır ve sırf nimet olan bir rızık vardır ki iman ile güzel amelin asıl ecri işte bunlardır.” [143]
Allahü Teâlâ'nın rahmet ve keremi kullarını öyle bir kuşatmıştır ki, ümitsizliğe düşmek olmaz. Ümitsizlik de bir nevî derttir ki, Allah'ın rahmetinden ancak kâfirler ümit keser. [144]
“Eşyayı murakabe eden ve bütün varlıklar üzerinde gözcü olan.”
Alemde hiçbir zerre yoktur ki, Allahü Teâlâ onu murakabesi altında tutmasın, onun halini görmesin. Hiçbir şey ondan kaçamadığı gibi, hiçbir zerre de ondan gizlenemez. O, her lâhza şahid ve nazırdır.
O, iyilerin yaptıklarını da görür, zalimlerin zulmünü de. Zalimlere anında ceza vermemesi, onların halini bilmediğinden değil, cezayı tehir etmesindendir. Zalimler ve tağutlar hiçbir zaman Allah'ın pençe-i kahrından kaçıp kurtulamazlar. Allah'ın öyle azap arslanları vardır ki, onlara dağlar dayanmaz.
Madem ki her lâhza Allahü Teâlâ'nın murakabesi altındayız, her işimize, her hâlimize vâkıf, o zaman yanlış işler yapmamaya, nefsin ve hevanın ardınca akmamaya gayret göstermeliyiz. Çünkü nefs durmadan kötülüğü emreder. Yüce Yaradanımız ise bizim iyiliğimizi, cennetlere lâyık olmamızı ister.
Evet:
Ayrılık kayasını artık aradan çıkar,
Bin türlü güzellikle tecellî edecek yâr!
Allah (Azze ve Celle), sadece yaptığımız işleri görücü değil, gönlümüzde gizli olanı da bilici, gözlerin ne maksatla baktığını da bilicidir. Hiçbir nefesimiz ve hiçbir hareketimiz ondan gizli kalmaz.
Şanlı velîlerden Sehl bin Abdullah Tüsterî Hazretleri şöyle hikâye ederler:
“Küçük yaşta geceleri uyumaz namaz kılardım, gündüzleri de oruca devam ediyordum. Dayım Muhammed Sevvar benim bu halimi gördü ve memnun oldu. Kendileri zamanın büyüklerindendi. O kadar ki, bendeki ibadet ve taat aşkı onu ağlattı.
Bir gün, huzuruna varıp:
“Ey âlem şeyhi, dedim, bana öyle haller oluyor ki, gönlüm karar tutmuyor. Ne yapmamı emir buyurursunuz?”
“Yâ Sehl, buyurdu, bu sırrı kimseye açma, bu yaşta herkese böylesi nasib olmaz. Daima Allah ile ol! Rabbini zikret!”
Sordum:
“O'nu nasıl zikredeyim?”
Buyurdular ki:
“Uykuya dalarken, uykudan uyanınca, otururken, yürürken hep şu kelimeleri söyle:
“Allah benimledir, Allah beni görür; Allah benim şâhidimdir.”
Onun emri üzere bu kelimelere devam etmekteydim. Bana öyle zevk, öyle neş'e veriyordu ki, çok kere cezbe tufanına yakalanıyordum. Aradan bir yıl geçmişti. Bir gün bana dediler ki:
“Ey oğlum! Sana öğrettiğim o kelimeleri sakın kabre kadar aklından çıkarma ve ona devamlı ol. Bir kimse Allahü Teâlâ ile beraber olursa, Yüce Allah onun bakıcısı ve şahididir. Artık o kimseden rabbine karşı bir isyan zuhur etmez.”
Bu misâlde de görüldüğü gibi kul rabbini bu türlü anarsa, rabbi de onun gönlünde cennet pınarları çağlatır ve onu şeytanların eline bırakmaz.
Bir de bu ism-i şerifi vasıtaya bindiğimizde 25 kere okumamız büyüklerimizden tavsiye edilmiştir. Çünkü bu ism-i şerif, manevî bir zırhtır... [145]
“Kendine niyaz edenlerin dileklerini veren (dua için açılan elleri boş döndürmeyen).”
Alemde padişahtan köleye kadar herkes Allah'a muhtaçtır. Herkesin teknesine hamuru o verir, herkesin dileklerini hiç eksiksiz yerine getirme kudreti ancak onda vardır. Dünya sultanları kendilerinden bir şey istendiğinde çok kere kızarlar, isteyeni kapılarından kovarlar. Allahü Teâlâ ise kendisine iltica etmeyenlere, dua ve niyazda bulunmayanlara gadap eder. O, hâşâ kullarının eksiklerini bilmiyor mu? Elbette biliyor. Çünkü o insana şah damarından daha yakındır. Bu yakınlık mekân ve cihet yakınlığı değil, ilmiyle her şeyi kuşatmıştır. O'nun her zerreye, her noktaya yakınlığı müsavidir. Birine Kabe'de, birine İstanbul'da yakındır denmez. Kabe de, İstanbul da onun ilminde aynıdır. Birini kuşatırken, öbürünü ilminden ve kudretinden hariç tutmaz.
Dua da bir ibadettir. Ve herkesin Allah'a ihtiyacı vardır. Kullarının gönüllerinde olanlarını bildiği gibi ihtiyaçlarını da bilir. İster ki kendisine yüz tutulsun, kendisinden dilekte bulunulsun. O, dilerse kulunun arzusunu anında verir, dilerse bir zaman sonra verir, dilerse ahirete saklar, dilerse hiç vermez. Ama O'na gönül ellerini açıp da aşk ve vecd içinde dua edenlerin mahrum edildiği görülmemiştir.
Kur'an-ı Kerim'in beyaniyle:
“Şüphesiz rabbim (ilmi ile mahlûkatına) yakındır; (duaları kabul) edicidir.” [146]
Âlemde öyle işler olur ki, onu ortadan kaldırmaya bütün insanlar bir araya gelse güç yetiremezler. O belanın kalkması ancak Allah'ın imdat etmesiyledir. İşte böyle zamanlarda en günahkâr kimseler bile yüzlerini O'na tutup dua ederler. Çaresiz kalanların çok kere: “Yâ Rabbi, Yâ Rabbi!” diye çığlık attıkları görülmüştür.
Rahman, Rahim, Mucîb, Kerîm, Aziz ve Celîl olan Allah kullarına selâmet kapılarını açar, belâ çemberini yırtar atar ve hiç ummadıkları bir anda rahmetiyle kuşatıverir.
Sonsuz rahmetin, nihayetsiz kudretin sahibi bulunan bir yaratıcıyı bırakıp da yaratılan mahlûklara ilâhlık payesi vermek ahmaklıktan başka bir şey değildir. Ne yazık ki, bunu yapanlar çoktur. Geçen bir gazetede okudum, bilmem hangi partinin belediye başkanı için “köyün İlâhı” deniyordu. Yuf olsun size!.. [147]
“Rahmeti geniş ve sonsuz, ilmiyle her şeyi kuşatıcı.”
O'nun kudret ve rahmetinin genişliğini, tükenmezliğini, her zerreyi nasıl kuşatıverdiğini akıl ve idrakin kavramasına imkân yoktur. Her eşyada, her zerrede, her çiçekte, her yaprakta, kuşta, arıda, suda, havada, ateşte Allah'ın yüce sıfatlarının izleri, nişanları bize delil olarak kâfi... İnsanın kendi vücudu başlı başına bir âlem. Öyle etten, kemikten, kandan bir makina ki, her parçasının vazifesi yine başka...
Meselâ: Dilimiz, tatma, lezzet alma ve konuşma âletidir. Kulağımız işitme, gözümüz görme, elimiz tutma, ayağımız yürüme. Gözümüz de et parçası, dilimiz de. Dilimiz bir şey göremez, gözümüz de konuşmaya kadir değildir. Bu küçük küçük et parçalarına bunca marifeti veren Allahü Teâlâ'dır. Yine hiçbir insanın sîmâsı bir başka insanın yüzüne benzemez. Milyarlarca insanın milyarlarca değişik çehresi vardır. Halbuki bütün insanlar, hep aynı maddeden ve aynı unsurdan yaratılmışlardır. Hatta, daha ileri gidersek hepsinin anası, babası birdir. Bütün beşer Âdem (a.s.) ile Hazreti Havva'dan türemiştir. Öyle de, herkesin ayrı ayrı bir âlemi bulunmaktadır...
Her varlıkta, her insanda, her zerrede “El-Vâsi” ' isminin tecellilerini ve izlerini görmek mümkündür. Yine insanların birbirinden faydalanması, yardım görmesi, ilim öğrenmesi de Allah'ın bir keremidir.
Allahü Teâlâ, bir kulunu zengin etmese, fakirlerin ihtiyacını kim giderecekti? Bir kuluna ilim vermese, cahiller kimden ne öğreneceklerdi? Cömert ve kerim insanlar yaratmasaydı, yürek yaralarına kimler merhem sürecekti?
Fayda verenlerle menfaat görenler hepsi Allah'ın kullarıdır. Bu fazl u keremden dolayı Allah'a şükretmek, hamd ü senalarda bulunmak gerekmez mi?
İmam Şiblî Hazretleri, kapısına bir dilenci geldiğinde sevincinden ne yapacağını bilemez ve derdi ki:
“A günahlarımı almaya gelen, sana selâm olsun. Sen ne iyi bir kimsesin!”
İşte, Allahü Teâlâ'nın kerem ve nimetini bilenler böyledir. Bilmeyenler ise nankörlüğün kuyusunda çırpınıp dururlar. Şu mübarek âyet bunu ne güzel ifade etmektedir:
“Şeytan sizi fakirlikle korkutup çirkin çirkin şeylere teşvik eder. Allah da lütfundan ve bağışlamasından birtakım vaadlerde bulunuyor. Allah'ın lütfü geniştir. O herşeyi bilendir.”
“Eş-Şeytânü” : O şeytan, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiş olan o karamsar İblis veya hayırlı işlere karşı gizlice veya açıkça ümitsizlik telkin ederek, yanlış ve aldatıcı fikirler ve duygular saçan her çeşit şeytanlar veya insanın içindeki nefs-i emmâre,
“Size hep fakirlik vaad eder.” Aman hayır yapmayın, sonra züğürt düşersiniz” der,
“Ve size çirkin hasletler emreder.” Sizi cimriliğe ve sisliğe sevkeder, mallarınızı fenalıklara, fuhşiyata, anlamsız şeylere, isyanlara harcamanızı teşvik eder.
“Allah ise, size, tarafından bağışlanma ve lütuf ve ihsan vaad ediyor.” O sadakalarla ahirette günahlarınızı bağışlamayı, dünyada da yaptığınız harcamaların yerine kat kat kârlar, dünya ve ahirette ecirler ve sevaplar ihsan ederek sonsuz mutluluğunuzu güvence altına alıyor. “Vallâhü vâsi'ün alîm = Ve Allah Vâsî'dir, Alimdir. Yani kerem ve ihsanı bol, ilmi de çoktur.” İnfakınızın kadrini bilir, ecrini verir, sözünü yerine getirmekte güçlük çekmez. Herşeyin önünü, sonunu bilerek emir verir ve ona göre vaadde bulunur.” [148]
Yüce Allah Vâsi'dir. O'nun ilmi, kudreti, rahmeti, afvı, keremi hesapsızdır. Herşeye hükmünü yürütür, herşeye gücü yeter, ilminden bir zerre bile gizlenemez. Kudreti önünde hiçbir kuvvet tutunamaz. Rahmeti geniş olduğu gibi, zâlimleri ve fâcirleri kahretmesi de yamandır.
Şimdi söz şiirin:
Kerem, ihsan, cûd senden,
Üzüm, incir, dut senden,
Kesilmez umut senden,
Yâ Allah, Yâ Hak, Yâ Nûr,
Yâ Vâsi'ü,Yâ Ğafûr!
Nice lütfün var bize.
Sensin Muîn, yâr bize,
Dokunmasın nâr bize,
Yâ Allah, Yâ Hak, Yâ Nûr,
Yâ Vâsi'ü, Yâ Gafur!..
Kul kerem vefa bekler,
Belki bin defa bekler,
Ne gam, ne cefâ bekler,
Yâ Allah, Yâ Hak, Yâ Nûr,
Yâ Vâsi'ü, Yâ Gafur!.. [149]
“Hüküm ve hikmet sahibi, her işi yerli yerinde ve eksiksiz olan.”
Allahü Teâlâ'dan daha hikmetli kim olabilir. O'nun bütün emirleri ve işleri hikmetlidir. Hakîm: Hikmet sahibi demektir. İlim ve hikmet sahibi olmayan, sonsuz kudrete mâlik bulunmayan, bunca varlıkları nasıl vücuda getirir, nasıl idare eder? Demek ki Allahü Teâlâ'nın bir sıfatı da Hakîm olmasıdır. Yine O, dilediği kulunun gönlünü açar,hikmetinin nuru ile o kulu rızıklandırır. Birine de hikmet verdi mi, bütün hayırları ona vermiş demektir.
Yine Yüce Allah'ın emirleri ve nehiyleri hep hikmettir, nur, hayır ve menfaat kaynağıdır. Bir kul, Allah'ın emirlerinde sebat etsin de ziyana uğrasın görülmemiştir. Bir diğeri de isyanda, hüsranda bulunsun da sonunda nedametle başına topraklar saçmasın mümkün değildir.
Allah (Azze ve Celle), sarhoşluk veren her türlü içkiyi haram etmiştir. Hiçbir akıl sahibi çıkıp da diyemez ki içkide, şarapta hayır vardır. Yıkılan yuvalar, ardı arkası kesilmeyen cinayetler hep sarhoşluğun belasıdır. İşte yüce Rabbimizin hayat veren buyruklarına uyulmadığı takdirde cihan günleri ateş şimşekleri gibi yakıcı olur.
Görüldüğü üzere Cenâb-ı Hakk'ın yasak ettiği şeyler insanlar için birer âfet, birer felâkettir. O halde, bunları niçin yaratıyor denilemez. Çünkü O'nun yarattığı hiçbir şey hikmetsiz değildir. Dünya bir imtihan meydanıdır. İyilerle kötüler, güzellerle çirkinler, güzel ahlâkla fena ahlâk nasıl birbirinden ayrılacaktı?
O zaman bütün insanların hiçbir gayret göstermeden cennete girmeleri gerekirdi. Veya bütün beşerin cehenneme düşmesi lâzımdı. Bu ise, adalete, hikmete, insafa ters düşerdi..
Allahü Teâlâ Hakîm'dir. Yaratıkları arasında verdiği hükmün ve hikmetin asla eksikliği düşünülemez. Hakîm'in mânâsı: Geniş ilmi olan, işlerin önünü ve sonunu bilen, her şeyi yerli yerine koyan, rahmeti bol olan demektir.
Ve şu âyet-i kerîme de bunu ifade etmektedir:
“Kullarının üstünde kaahir (galip) O'dur. Hikmet sahibi, her şeyden haberdar olan O'dur.” [150]
Hem tek hikmet sahibi ve haberdardır ki, O hikmet sahibi ve haberdar olmasaydı, hikmet ve hayır nişaneleri nereden gelirdi? Gülistanlarda boy veren tatlı gelincikler, hoş kokulu sünbüller, menekşe ve yasemenler zaman boyu gülüp durur muydu?..
O'nun sırlarına ve hikmetlerine akıl gözü yol bulamaz. Her yaptığı işde bir hikmet vardır. Perdenin arkasında olanı biz bilemeyiz.
Yine şanı pek yüce olan Allah, keremiyle, rahmetiyle bazı kullarına hikmet vermiş, manevî kapılar açmıştır. Öyle çocuklar gelmiştir ki âleme, büyükler bile onlardaki hallere hayret etmişlerdir.
Ahmet bin Yahya, henüz küçük bir çocuktu. Bir gün, anne ve babasının huzuruna varıp dedi ki:
“Beni Allah'a hibe ediniz ve O'nun yoluna veriniz!”
Anne ve baba:
“Peki yavrucuğum, dediler, biz seni Allahü Teâlâ'ya hibe ettik! Git rabbine kulluk et!”
Kendi küçük, fakat aklı büyük yavru evden ayrıldı, ilim ve irfan meclislerine can attı. Velilerin, büyüklerin sohbetinde gönül parlatmaya koyuldu. Ne var ki anne baba hasreti de yüreğinde dumanlar gibi tütüyordu. Bir gece vakti ayrılığın verdiği ızdırapla yolları eline dolayıp kendi evlerinin kapısına geldi ve kapıyı güm güm çaldı.
İçeriden, hasretiyle yandığı babası seslendi:
“Kimdir o?”
Gül yüzlü çocuk cevap verdi:
“Oğlunuz Ahmed!. Hasretinize dayanamayıp geldim. Ne olur sizi bir göreyim de yine giderim!”
Baba da, Allah'ın velî kullarından biriydi, dudaklarından şu müthiş kelimeler döküldü:
“Evet, bizim bir oğlumuz vardı, vardı ama, biz onu Allah'a hibe ettik. Biz verdiğimizi geri almayız. Haydi yolun açık olsun!”
Küçük yavru, yuvasız kuşlar gibi kalıvermişti. Derhal geri döndü ve dedi:
“Ey Ahmed! Eğer murad istiyorsan İsmail gibi olacaksın! Allah ile dostluk kolay mı zannettin?”
İşte Allahü Teâlâ bazı kullarına böyle hikmet verir. Bu çocuk, bu ihtiyar, bu genç demez. O'nun verdiğini de kimse geri alamaz, hiçbir kuvvet onun hükmünü bozamaz.
Bize ancak, sübhanallah, bârekallah demek düşer!.. O çocuk ne mi oldu? Veliler serdarı oldu ve nâmı bütün âlemi tuttu. [151]
“Velîlerini ve iyi kullarını, rahmet ve rızasına erdiren ve biricik sevilmeye lâyık olan.”
Âlemde, sevgisi gönüllerde cennet pınarları çağlatan sadece O'dur. Gönül toprağına O'nun muhabbetinin damlası düştü mü, artık iki cihanın da baharı elindedir. Çünkü biricik sevilmeye lâyık olan O'dur. O da bu muhabbeti karşılıksız bırakmaz, iyi kullarını, velîlerini sever, onları lütuf ve ihsanına gark eder.
Kur'an bize haber veriyor:
“O, (tevbe eden mü'minleri) çok yarlığayan, (dostlarını) çok sevendir.” [152]
Bu vezindeki kelimeler, iki türlü mânâ ifade eder: Seven, sevilen. Bu mübarek ism-i şerîfde her iki mânâyı bulmak mümkün. Çünkü Allahü Teâlâ sevilmeye en lâyık olandır. Zât-ı kerîmi de iyi kullarını sevendir. Alemde O'nun aşkı gecesi olmayan bir gündür ki, o aşka kanat açanlar güneşler elde etmişlerdir.
Annelerin yüreğine o müthiş rahmeti koyan, çocukları için onları âdeta bir rahmet ağacı yapan Allahü Teâlâ, iyi kulunu, has kulunu sevmez mi? Ve bir kere de sevdi mi, onu başkalarına bırakır mı?
Yine Allah (Azze ve Celle), Resûl-i Ekrem (s.a.v)'i kendisine “Habîb = Sevgili” edinmiştir. Yani O'nu çok sevmiştir ve âlemlere sevdirmiştir. Allah sevgisinden sonra O'nun sevgisinden daha faziletlisi yoktur.
Allah sevgisi, bütün amellerin ve işlerin ruhudur. Bütün güzellikler, haşeneler, keremler hep o pınardan çağlar. Çünkü Yüce Allah sevdiği kulları için namütenahi füyuzât kaynakları açmıştır.
Ve yine Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
“Rabbinizden mağfiret dileyin. Sonra, günahlardan tevbe edip O'na sığının.”
“Gerçekten benim rabbim çok merhametlidir, çok sevgilidir (mü'minleri çok sever).” [153]
Cihan toprağında gam seline değirmen olan insanlar vardır, işte o kimseler hata ve isyandan döner, tevbe eder, rabbinin rahmetinin gölgesine gelirse affa mazhar olurlar. Bununla da kalmazlar, Allah onları sever.
Bir misal verecek olursak, Bişr-i Hafî Hazretleri kâfidir. Önceleri sarhoş, işe yaramaz, meyhaneden çıkmaz bir adamdı. Zengin bir ailenin çocuğu idi ve günah deryalarında yüzüyordu. Bir gün, yine meyhaneden çıkmış, o yana bu yana yalpalayarak gidiyordu. Yolda, çamurlar içinde Allah ism-i şerifi yazılı bir kâğıt gördü. Gelip geçen bilmeyerek çiğnemişti. Derhal o kâğıdı aldı, öptü, yüzüne gözüne sürdü, üzerine güzel kokular döktü. Sarhoşluğun da verdiği bir perişanlıkla ağladı ve ism-i celâl yazılı kâğıdı yücelere astı. Ona bakıp bakıp inledi...
Sonra yattı. Az sonra da bir rüya gördü. Ona hitap ediliyordu:
“Ey Bişr! Sen bizim ismimizi çamurdan kaldırıp yüce bir yere koydun. Biz de senin ismini ulular arasına katacağız ve seni temizleyeceğiz,haberin olsun!”
Bu hitabın tesiriyle Bişr hemen yatağından fırladı.
Kendisinde sarhoşluğun eseri kalmamıştı. Derhal gözyaşlarını ırmak etti ve tevbeye koyuldu. O türlü tevbe etti ki, âlem de şaştı, meyhaneciler de şaştı. Derken Hak aşkı galebe çaldı ve hayran gezdi. Bundan sonra da ayağına ayakkabı giymedi. Onun için kendisine “Hafi” dendi. Ve cihan mülkünde velîlerin serdarı oldu. Şöyle buyurdu:
“Ahmaklara bakmak göze azab, cimriye bakmak gönüle işkence!”
İşte Allahü Teâlâ kendisine dönenleri böyle sever ve yüce mertebelere ulaştırır.
“El-Vedûd” ism-i şerifi bize en mukaddes sevgilinin Allahü Teâlâ olduğunu ifade ediyor. Gönüllerde sevgi ırmakları çağlatan da şüphesiz ki Allah'tır.
Kuş, yükseklere kanadıyla uçtuğu gibi, kul da aşk ve muhabbetle göklerin fevkine yükselir.
Kişinin çoluk çocuğunu, sarayını, köşkünü, malını, mülkünü sevmesi fıtrî ve tabiîdir. Ama, bu sevgi Allah muhabbetini gölgeleyecek dereceye gelmemelidir. Ve elindeki bütün bu nimetlerin Allahü Teâlâ'nın bir bahşişi olduğunu idrak ederek, sevgisini rabbine karşı daha ziyade tutmalıdır. Yarın evlatlar, mallar, mülkler elden çıkar, sadece Allah dostluğu bakî kalır.
Varlığın sebebi olan Cenâb-ı Peygamber (s.a.v) çok kere Rabb-i Kerîmine şöyle duâ ederlerdi:
“Allahümme'r-zuknî hubbeke ve hubbe men ehabbeke ve hubbe mâ yukarribünî ilâ hubbike vec al hubbeke ehabbe ileyye minel-mâi'l-bâridi.”
(Allah'ım! Seni sevmeyi ve seni seveni sevmeyi ve senin sevgine beni yaklaştıracak şeyi sevmeyi bana nasib et.
Senin sevgini (sıcak ve hararetli günde) soğuk suyu sevmekten bana daha sevimli kıl.” [154]
Söz ola, hoş kokular getire:
İncir, üzüm, dut senden,
Meded, meded, Yâ Vedûd,
Kesilmez umut senden,
Meded, meded, Yâ Vedûd!
Bende kusur var ama,
Sensin merhem yarama,
Bakma yüzde karama,
Meded, meded Yâ Vedûd!.. [155]
“Şânı yüce ve kadri büyük olan.”
Yücelik ve şan deyince, en yüce olan Allahü Teâlâ'dır. O'na ne güç yeter, ne bir el uzanabilir, ne de akıllar O'nun büyüklüğünü kemâliyle kavrayabilir.
Yer O'nun, gök O'nun. Ve bu ikisi arasında olan herşey de yine O'nundur. Göklerde ve yerde en yüksek şan da elbet O'nun. En kuvvetli ordular, en tesirli silahlar, atomlar ve füzeler O'nu mağlûb edemez. O'nunla cenge tutuşan zâlimler kahrolmaya mahkûmdur. Cenk dedimse karşı karşıya tutuşmak değil, şirk batağına yuvarlanmak, kibir ve gururlu olmaktır. Allah (Azze ve Celle) nice kibirlileri toprak etmiştir.
O'nun herşeye gücü yeterken, kullarından hemen intikam alma yoluna gitmez, merhameti gazabını geçmiştir. Afv u keremi bol, atâ ve ihsanı hudutsuzdur.
Dünyalar dolu nimetlere nazar edecek olsak, o nimetleri saymaya ne sayılar kâfi gelir, ne ömrünüz yeter. Eğer, insanların birbirine reva gördüğü gibi muamele etseydi, kimsenin âlemde tutunacak dalı olmazdı...
O, şanına lâyık şekilde kullarını esirgiyor, bağışlıyor, her lâhza büyüklüğünü gösteriyor. O'nun mülkünde, O'nun nimetleriyle beslenip de, sonra O'na isyan edenler nasipsiz insanlardır.
Âlemde O'na kul olanlar, O'nun rıza yollarında ömür nefeslerinin incilerini parlatanlar en bahtiyar kimselerdir. Onlara rableri katında yüksek dereceler, ardı arkası kesilmez nimetler vardır.
Âhirette vereceği nimetler akıl ve tasavvurun üstündedir ve en büyük nimet de dîdârını lütfetmesidir.
Ve o Zât-ı Zülcelâl buyuruyor:
“Şüphe yok ki Allah nimet vermesiyle hamde lâyıktır, lütuf ve ihsaniyle yücedir.” [156]
O Alimdir, ilminde yücedir, Rahîmdir, rahmeti her tarafı ihata etmiştir. Kadirdir, hiçbir kuvvet ona güç yetire-mez, karşı duramaz. Öldüren, dirilten, ölüden diri, diriden ölü çıkaran ancak O'dur.
Cennetin cehennemin Rabbi O,
Irmakların denizlerin Rabbi O.
Göklerin yerlerin Rabbi O.
Güneşlerin, ayların, yıldızların ve Zührenin Rabbi O!
Dağların, taşların, ağaçların, yamaçların Rabbi O.
Kuşların, kuzuların, ceylânların, arıların, büyüğün, küçüğün Rabbi O! İbrahim'in, İsmail'in, Yakub'un, Yusuf'un, Musa'nın, İsa'nın Rabbi O!
Cenâb-ı Muhammed (s.a.v)'in Rabbi O. Ve bütün âlemlerin Rabbi O'dur. O'nun şanı bu kadar yüce, bu kadar mükemmeldir.
“El-Mecîd” , bu mübarek ismin mânâsında iki mühim unsur vardır:
a) Azamet ve kudretinden yaklaşılmaz, yanına varılmaz olmak.
b) Yüksek huylarından, güzel işlerinden ötürü övülüp sevilmektir.
Âlemde güzel işlerinden, güzel huylarından ve üstün karakterinden dolayı gönül fethetmiş, sevilmiş, fakat herhangi bir güç karşısında zebûn ve âciz kalmış kimselere “Mecid” denmez. Yine zorbalıkla halkın boynuna basan, haydutlukla geçinenlere de böyle bir sıfat verilemez.
Allahü Teâlâ'nın azamet ve şanı karşısında tutunabilecek hiç kimse yoktur. O'nun kudret ve celâli akıl ve idrakleri âciz bırakır.
Kendine gel, ey adam! Olamazsın sen büyük,
Alemler O'na muhtaç, bir Allah'tır en büyük! [157]
“Ölüleri diriltip kabirlerinden çıkaran.”
İnsanı hiç yokken hayat sahasına getiren Allahü Teâlâ, öldükten, toz toprak olduktan sonra tekrar diriltmeye elbette kadirdir. Bütün insanları kabirlerinden kaldırıp Mahşer yerine sevkedecek ancak O'dur. “Ben yerimden kalkmam, ben bir yere gitmem” diyebilecek bir varlık yoktur.
Ölüm ırmağı ile ahiret denizine akanlar, “Kalk!” borusu vurulunca mezarlarından dışarı fırlayivereceklerdir. Hem, dünyaya geldikleri gibi, bölük bölük, teker teker ve birbirlerinden doğup türeme ile de değil, ilk insandan son insana kadar dünyaya ne kadar Âdemoğlu gelmiş, dünyadan ahirete ne kadar insan gitmişse hepsi birden, hepsi emirle kabirlerinden Arasat meydanına çıkarılıvereceklerdir.
Kıyamet günü denilen, Kur'an-ı Kerim'de de çok zikredilen o müthiş gün, işte budur. O gün inkâr etmekle bir kimse mahşer meclisine gitmekten kurtulamaz, ancak inkârı sebebiyle rahmetten uzak kalır ve cehennemi boylar.
Herkesçe malum olduğu gibi imanın altı şartından biri de “Ve'1-ba'sü ba'de'1-mevt = Öldükten sonra tekrar di-rilme” ye inanmaktır. Ahiretin varlığını kalben tasdiktir. “Ben öldüm, artık benim hesabım kapandı” demek ahmaklıktan başka bir şey değildir.
Kış geldiğinde ağaçlar da, çiçekler de, nebatlar da ölüyor, yani uyuyor. Bir de bahar gelince bakıyorsun ki, âlem bir çiçek denizi oluvermiş... Hem insan her gece ölüyor, uyku da sanki bir ölümdür. Uyku esnasında âlemde olup biten hadiselerden hiç birini görmek ve duymak mümkün olmaz. İşte uykudan uyandığımız gibi mezarlarımızdan kaldırılacağız. Bütün peygamberler, bütün ilâhî kitaplar bize ahiretin varlığından haber vermişlerdir. Zaten aklının gözü olan kimse inkâr çukuruna düşmez.
Çürümüş, toz olmuş, dağılmış, zerre haline gelmiş bir şeyi toplamak mı daha zor, yoksa hiç yoktan var etmek mi? İnsanı yoktan var eden Allahü Teâlâ tekrar diriltmekten elbette aciz değildir.
Hiç kimse dünyaya kendi yiğitliğiyle, kendi kudretiyle gelmemiştir. Yine dünyadan gidişi de kendi elinde değil. Onu mekândan mekâna; önce babanın sulbüne, sonra ana rahmine, sonra dünya meydanına, sonra kabir evine, daha sonra da Arasat kışlasına sevk eden bir kuvvet vardır.
Daha ilerisini de söyleyelim. Meselâ: Bir kimse yansa, kül olsa, ondan zerre kalmasa, veya bir canavar yese, vücudundan yine bir şey mevcut olmasa, tozu, dumanı ve ona ait bir kıl kadar eser bulunmasa, Yüce Allah o kimseyi yine diriltip mahşer meclisine getirecektir.
Evet:
Toprağa karışmada işte her gün yüz adam,
Hiç ibret almıyorsun, yok bir ölümsüz adam!..
Ölümsüzlük: Hesaplar görüldükten sonra, cennetlik olanlar cennete, cehennemlik olanlar da cehenneme sevk edilecekler ve artık ölüm diye bir şey de yoktur.
Şu kafası olup da aklı olmayan ham adamlara şaşıyorum. Nasıl şirk ve inkâr batağına saplanabiliyorlar?
Âlemde her gün her saat binlerce varlık yaratılıyor, doğan çocuklar, hayvanların yavruları, daha neler neler? Bunları yaratan, başka başka varlıklar yaratmaz mı? Ya ölenler! Dünyada ölümsüz bir dakika yoktur. O bir dakikanın içinde kaç can gider, kaç can gelir? Dünya durdukça kimbilir ne kadar insan gelecek ve gidecektir?..
Rivayete göre Ubey b. Halef isimli müşrik, nebiler nebisinin mübarek huzuruna bir çürümüş kemik ile geldi, onu eliyle ufaladı ve dedi:
“Allah bunu böyle çürüdükten sonra diriltir der misin?”
Resûl-i Ekrem (s.a.v):
“Evet, buyurdu, seni de diriltir ve ateşe kor!”
Bunun üzerine şu mealdeki âyetler nazil oldu:
“İnsan, kendini bir damla sudan yarattığımızı görmedi mi de, şimdi apaçık bir hasım kesildi?”
“Yaratılışını unutarak bize bir de mesel fırlattı: “Kim diriltecekmiş o çürümüş kemikleri?” dedi.”
“De ki: “Onları ilk defa yaratan diriltecek ve O her yaratmayı bilir.” [158]
“Yani Yüce Allah her yarattığını bütün incelikleriyle, her birinin toplanan ve dağılan bütün parçaları, usul ve fürûu (aslı ve dalları), durumları, halleri, nicelikleri, miktarları, her türlü hususiyetleriyle bilir. Her yaratmayı, yaratmanın her türlüsünü bilir, maddeli maddesiz, aletli aletsiz, örnekli örneksiz, gerek ilkin, gerek sonra her çeşidini bilir.” [159]
A insan! Kalem tutan elinin plânını sen mi yaptın? Kaç boğum bir araya getirilerek böyle harika bir el yaratılmıştır. Yüzünü gözünü sen mi başına taktın? Niye bunları düşünmezsin? Düşün, düşün de rabbine şükret. Unutma ki, seni bir bekleyen var.'..
A kuzum, bu dünyada,
Yok ölümsüz bir ada!..
Ölümden sonra dirilmek de tıpkı ölümün gibidir. Seni yaşatan, öldüren, elbet diriltmeye de kadirdir. [160]
“Her zaman ve mekânda hazır, mahlûkatının hepsini bilen.”
Bilirsiniz ki, şâhid, bir hadise vuku bulduğunda onu gözleriyle gören kimseye denir. Vak'a yerinde olmayan ve onu müşahede edemeyen adama şâhid denmez. Demek ki gözle görmek, hadiseye tamamen muttali olmak şahitliğin ilk şartı...
Allah (Azze ve Celle) ise mutlak şâhid. Çünkü onun görmediği, bilmediği, ilminin nüfuz etmediği bir şey mev-cut değildir. İnsanların görmedikçe bilmeyecekleri bütün hadiseleri O kemâliyle bilir. Hatta ne zaman, nerede, kimin eliyle bir hadise vuku bulacaksa, onu da önceden bilir. Yine geçmiş vak'aları da hep bilir. Yani her şeye karşı Allah Teâlâ hem şâhiddir,hem şehîddir.
Hani çok kere “Allahü Teâlâ her yerde hâzır ve nazırdır” deriz ya, bunun mânâsı, her şeye ve her zerreye yakınlığı müsavidir, birdir demektir. İşte yakın olduğu için de yapılan hiçbir iş yoktur ki, görmesin. Söylenen hiçbir söz yoktur ki işitmesin. Bu mümkün değil...
Bir insan, sesini yükseltse de, gizlice söylese de fark etmez. Cenâb-ı Hak bütün sesleri işitir, bütün âlemi görür.
Ve Allah buyuruyor:
“Allah, her şeye şahiddir.” [161]
“İnnallâhe kâne aleyküm rakîbâ = Şüphesiz ki Allah, üzerinizde gözcü bulunuyor.” [162]
O Alîm'dir. Mutlak surette her şeyi bilir. Her hadisenin esrarını, iç yüzünü, dış yüzünü ve bütün sebeplerini bilir. Bir şeyi onun bilgisinden, onun görmesinden saklamaya imkân yoktur. Çünkü O Habîr'dir, Şehîd'dir.
Artık inanmış bir adam bu halleri düşünür de kendisini günahın ve isyanın seline kaptırmaz. Rabbim benim her işime şâhid, beni her lâhza görmektedir der ve ayrılık kayasını aradan çıkarır, rabbine karşı sevgisi, muhabbeti, kulluğu bin kat daha artar...
Şu hâdise bize güzel bir misâldir:
Bir gece, dertli bir kadın İmam-ı A'zam hazretlerinin kapısına geldi ve kapıyı çaldı. İmam içeriden seslendi:
“Kimdir o?”
Kadın ipler gibi kıvrım kıvrım bükülerek inledi:
“Yâ İmam! Bir müşkülüm var. Fetva almaya geldim!”
Ebû Hanife Hazretleri:
“A kadın, dedi, sen bilmez misin ki, halife bizi fetva vermekten menetmiştir.”
Kadın, yüksekten akan sular misâli çağladı da dedi ki:
“Yâ İmam! Halife senin fetva verdiğini nereden bilecek? Gecenin bu vaktinde kim ne görecek ki?” Sultan İmam, tam kendisine yakışan cevabı verdi:
“Halife bilmezse de Allah da mı bilmez? Halbuki O bizim her şeyimize şâhiddir.”
İşte gönlü marifet nuru ile pırıldayan büyüklerin hâli... Ve bu ismin tecellîsi... Evet:
Aklını başa devşir, her ne yapsan Hak görür, Kalbde olanı bilir, gizliyi mutlak görür!.. [163]
“Hiç değişmeden duran, Hakkı izhâr eden.”
Alemde hiç değişmeden duran bir varlık bulmak mümkün değildir. Ancak Allahu Teâlâ'dır ki, varlığı dâimdir. Zaten değişen, batıp doğan, eksikliğe uğrayan, halden hale geçen bir şey İlâh olamaz.
Allah'ın yüce zâtı, yokluğu kabul etmediği gibi, herhangi bir değişikliği de kabul etmez. O, Ezelî ve Ebedîdir. Kâinatta olan ve akıp duran hadiseler ise hep Allah'ın yaratmasıyla vücut bulmaktadır. Şu anda âlemde neler varsa O'nun kudretinin eseridir. Bundan sonra neler yaratılacaksa yine O'nun var etmesiyle meydana gelecektir. Hakiki manada var olan yalnız Allah'tır. Bizim var gibi gördüğümüz herşey yarın yok olacaktır. Göklerde olanlar da O'na muhtaçtır, yerde olanlar da. O ise, varlığında zatından başkasına muhtaç değildir.
Tek kelimeyle söyleyecek olursak: Allahü Teâlâ'dan başka herşey yokluğa mahkumdur. Her şey değişir, yıkılır, helak olur. Biri gider, onun yerine bir başkası gelir. Biri ölür, bir başkası doğar. Yani herşeyin dizgini sadece Cenâb-ı Hakk'ın kudret elindedir.
Benim kurduğum düzeni kimse yıkamaz, benim saltanatım her şeyin üstünde gibi sözler söyleyen zalimler, ecelin bir temizlik süpürgesiyle bu dünyadan süpürülüp atılmışlardır.
Tek ve değişmeyen Hak O'dur. Ve O buyuruyor:
“Bu kâmil kudret şundandır: Çünkü Allah, varlığı kendinden olan Hak'dır. Müşriklerin Allah'ı bırakıp da tapındıkları putlar ise, hep bâtıldır. Şüphesiz ki Allah her şeyden yücedir, her şeyden büyüktür.” [164]
Bana şimdi şöyle inlemek düşüyor:
Vuslatını diler can,
Meded, meded, Hak meded.
Sensin gönüller açan,
Meded, meded, Hak meded!..
Dünya bir tümsek bana,
Gurbet vurur pek bana,
Sen gereksin tek bana,
Meded, meded, Hak meded!.
Sevgin, aşkın haz senin,
Bahar senin, yaz senin,
Mislin bulunmaz senin,
Meded, meded, Hak meded!. [165]
“Kullarının her şeyine kâfi olan, kendisine havale olunan işleri kulların yapacağından daha iyi temin eden.”
Kâinatta, insanların işlerini o insanlar hesabına yürütenlere vekîl denmektedir. Bilhassa mahkemelerde vekîl tutmak âdet olmuştur. Bir de milletin seçip meclise gönderdiği vekiller vardır. Fakat vekillerin en güzeli, en kudretlisi, en büyüğü Allah (Azze ve Celle)'dir. Alemdeki bütün işlerin tamamını tedbir ve idare eden O'dur.
Bir garibin “bostanına yağmur lazımsa, bulut O'nun emriyle gidip sakalık eder. Bir hastaya şifâ gerekse, hekim O'nun yarattığı nebatlardan elde ettiği ilâcı hastasına verir. Hâsılı, O'nun rahmetinin erişmediği bir mahlûk yoktur. Ne var ki, kendisi hiç bir işinde vekile ve vezire muhtaç değildir.
Padişahlar, sultanlar, vezirler tek başlarına bir mülkü idare edemezler. Bir hükümdar ne kadar kudretli olsa da yine başkalarına muhtaçtır. Cenâb-ı Hak ise, böyle noksanlıklardan münezzehtir.
O, her şeye hükmünü yürütür, her şeyin yerini tutar, fakat hiçbir şey O'nun yerini tutamaz, O'na ortak olamaz ve O'na dayanmadan duramaz.
Allahü Teâlâ, kullarına zaman zaman Peygamberler göndermiştir. Ne var ki, Peygamberler O'nun vekili değil, elçileridir ve emirlerini kullarına ulaştırırlar. Yani Peygamberler dahi Onun makamına kâim, vekil olamaz. Hakikî vekil ancak Allah (Azze ve Celle)'dir. Her işi, her cihetle bilen ve her müşkülü açan yalnız O'dur. O'nun kapattığı kapıyı açacak bir kuvvet mevcut değildir. Açtığını da kapatacak yine yoktur.
Şanı pek yüce olan Allah buyuruyor:
“Allah her şeyi yaratandır ve O, her şeye vekîldir.” [166]
İnsanlar, kendi üzerlerine düşen bütün vazifeleri ifadan sonra, Allahü Teâlâ'ya tevekkül edip işlerini O'na ısmarlarlarsa mutlaka muradlarına nail olurlar. Şunu da unutmamak lâzımdır ki sırt üstü yatıp ben işimi Allah'a havale ettim diyenler her saadetten mahrum kalırlar. Meşru sebeplere el atacaksın, yani sabah gidip dükkanını açacak, işini güzel yapacaksın, sonra rabbinin yardımını, keremini bekleyeceksin...
Bu sebepler birer vasıta hükmündedir, tesir yine Allahü Teâlâ'dandır. Ağlamayan çocuğa anne meme vermediği gibi, tembellere de bir şey ulaşmaz.
Bir de şu var: Çalıştık, toprağa tohum ektik, mutlaka başak toplayacağız, o iş ister istemez olacak dememeli, tesiri Yüce Allah'tan beklemeliyiz...
Dünyada insanların, birbirlerinin işlerini görüvermeleri, hacetlerine koşuvermeleri, sen dur, senin yerine o işi ben yapıvereyim demeleri mecazî bir vekâlettir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi gerçek vekîl ancak Allahü Teâlâ'dır. O ne güzel vekildir. Ne desem?
Dost yolunda bir adım, bin adımdan güzeldir,
Ey Allah'ın kulları, bize başkası eldir! [167]
“Pek güçlü, pek kudretli”
Cihana nice hükümdarlar gelmiştir, fakat ne kuvvetleri, ne de hükümdarlıkları devamlıdır. Yüce Allah ise Ka-viyy'dir, ona hiç bir an dermansızlık erişmez, kudret ve kuvveti zayi olmaz. Saltanatı bir ölçüye, hesaba gelmez. Yani kudreti de öteki sıfatları gibi namütenahidir.
Allah'tır en büyük kudret sahibi,
Bin âlem yaratır bu dünya gibi!..
O Zât-ı Kibriya kayıtsız, her şeye gücü yetendir ve hiçbir şey O'na karşı güçlü değildir. Gökler, yerler ve içindekiler O'nun emrine râm olmuştur. O'nun için bir karıncayı yaratmakla güneşi yaratmak birdir. Bir Yusuf güzelliği bahşetmekle, bir babasız Peygamber olan Hazre-ti İsa'yı gün yüzüne çıkarmak yine birdir. Yani ona bunun biri zor, biri kolay değildir. Babasız bir çocuk yaratmak ne ise, hem babasız, hem annesiz bir insan vücuda getirmek de ona öyledir. Hazreti Adem gibi... Allahü Teâlâ dilerse milyarlarca Âdem, milyarlarca İsa yaratır. Yani O'na güçlük yok. Kudretinden bir zerre eksilmez.
Hâsılı: O her şeye kadirdir ve hiçbir şey O'na karşı kadir ve muktedir değildir. Ve Allahü Teâlâ buyuruyor:
“Şüphesiz ki senin Rabbin, O, çok kuvvetlidir, mutlak gâlibdir.” [168]
“Çok sağlam, çok metin.”
Bu ism-i şerîf, “El-Kaviyy” isminin bir benzeridir. Metin, kudret ve kuvvet mânhasına gelmektedir. Şu halde Yüce Allah kuvvet ve kudretinde metîn demektir. “El-Kaviyy” ism-i şerifi, kudretinin kemâlini nasıl ifade ediyorsa, “El-Metîn” ismi de kuvvetinin şiddetini bildirmektedir.
O'nun kuvvetinin önünde durabilecek hiçbir şey yoktur. Dağları yerinden söküp bir lâhzada toz etmek, yok etmek O'nun için hiçtir. Hiçbir iş O'na güç gelmez, meşakkat vermez, hiçbir hâl O'nu âciz bırakmaz. O, hem kadir, hem kaviyy, hem de metindir.
O, âleme celâl sıfatiyle tecellî edecek olsa hiçbir şey yerinde kalmaz, felekler feleğini şaşırır. Melekler dehşetin girdabına yuvarlanır, başlarda akıl kalmaz.
Şanı pek yüce olan Allah'ın rahmeti olduğu gibi, gadabı da vardır. Dünyada mü'min, kâfir bu rahmetten istifade eder. Bu rahmet neticesinde kâfirlere rızık ulaşır. Fakat âhirette rahmete, rıdvana, rızaya ancak mü'minler nail olacaklardır. Ne O'nun rahmetinden sevdiklerini mahrum etmeye, ne de gadab ve intikamından kâfir ve zalimleri kurtarmaya kimsenin gücü yetmez.
Biz, kul olarak O'nun rahmetinin gölgesine sığınmak, gadabından da korkmalıyız. Allah korkusu, kulun başında pırıldayan ebediyet tacıdır. Tağutlardan, zalimlerden korkup, Allah'tan korkmayanlar yarın kaçacak yer bulamayacaklardır.
Duamız şöyle olsun:
“Yâ gâliben ğayre mağlûb,
Ya sanı'an ğayre mesnû”
(Ey mağlup olmayan Galib!
Ey masnu olmayan San'atkâr!
Ey mahlûk olmayan Hâlık!
Ey mülk edilmeyen Mâlik!
Ey kahredilmeyen Kahir!
Ey yükseltilmeyen Yüce!
Ey korunmaya muhtaç olmayan Hafız!
Ey yardıma ihtiyacı olmayan Yardımcı!
Ey kaybolmayan Hazır ve Şahit!
Ey uzak olmayan Yakın!
Seni tenzih ve tesbih ederiz. Senden başka İlâh yoktur. Sen emansın; bizi cehennem ateşinden halâs et.” [169]
“Dost ve yardım edici.”
Kul için Allah'tan daha güzel dost, daha güzel vekil, daha güzel yardımcı var mıdır?
Elbette yoktur. Allah sevdiği kullarının dostudur. O'nun dostluğu yaratıkların dostluğuna da benzemez. O dostlarını aziz eder, düşmanlarını da zelil eder. Hazreti İbrahim'in başına dostluk tacını koyduğu gibi, Nemrutları da kahra uğratmıştır.
Âlemde O'nun dostları, insanlar arasında, yıldızlar arasındaki ay mesabesindedirler. Allah Teâlâ onlara yardım eder, gönüllerini ma'rifetinin nuru ile doldurur, dünya onları ağına düşüremez, şeytan onların yolunu vuramaz.
Allah dostları, bir başka dost tanımaz ve aramazlar. Ve onların hiç kimseden korkusu olmaz. Onlar ahirette de korku ve hüzün yüzü görmezler.
Ve Allahü Teâlâ ferman ediyor:
“Biliniz ki, Allah'ın velileri (dostları) için hiçbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” [170]
Adamın biri bir gün, Mümşâd Dîneverî Hazretlerinin huzuruna geldi, derdi, tasası vardı:
“Ey âlem şeyhi, dedi, bana duâ et!” Şeyh Hazretleri yanağına tombul bir gülücük kondurup dedi ki:
“Ey kardeş! Git Allah'ın mahallesine yerleş, o zaman benim duama ihtiyacın kalmaz.”
Adam hayretle bir nida koyverdi:
“Allah'ın mahallesi de neresi?” Şanlı velî:
“Senin, dedi, senlikten soyulduğun, Hakk ile kâim olduğunu anladığın yerdir! Yani Allah dostluğuna gönül açtığında her iş tamamdır.”
Bilirsiniz ki, sevenler sevdiklerinin ismini dillerinden düşürmezler. Maşuk Allahü Teâlâ olunca, âşık O'nsuz durabilir mi? Ve O'nun yoluna canla başla koyulmaz mı? Kur'an-ı Kerimin beyaniyle, “Vallâhü veliyyü'l-mü'mi-nîn = Allah mü'minlerin dostudur.”
Sevilmeye ve dostluğu kazanılmaya en lâyık olan da elbet O'dur.
Ey can âleminin kuşu! Ben sana ne diyeyim? Sen kanadını dost yolunda vur ve ondan başka dost arama...
Bir gün, bir adam, sultan velilerden Sırrı Sakatî (k.s.)'nin kapısına geldi ve kapıyı güm güm çaldı. Sırrı Hazretleri sordu:
“Kimdir o?”
Kapıdaki adam cevap verdi:
“Aşığın birisi!”
Ay yüzlü mânâ pîri yaman bir âh etti de dedi ki:
“Vay anan öle! Git adam işine! Eğer gerçekten âşık olsaydın, benim kapımda ne işin vardı... Âşık olan hep rabbi ile ülfet eder. Ve rabbinin emrinde olur.”
Sonra ellerini Allah'ın hacet kapısında açıp hıçkırdı:
“Ya Rabbi, Ya rabbi! Bu kişiyi hep kendin ile meşgul et ki başkaları ile sohbete mecal bulamasın!”
Kapıdaki adam birden değirmen taşları gibi döndü, döndü. Ve gönlüne feyiz ırmaklarının aktığını gördü ve bundan sonra mest bir halde gezdi...
Bunlarla herkes boy ölçüşemez, fakat herkesin yapabileceği bir şey vardır. [171]
“Övülmüş ve her senaya lâyık olan, bütün varlığın diliyle övülen.”
Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim'e hamd ile başlıyoruz. Çünkü hamd edilmeye lâyık ancak Allahü Teâlâ'dır. Hamd, ihsan ve kerem sahibi ve misli bulunmaz zâtı övmektir. Âlemde, yerde, gökte her ne varsa hâl diliyle olsun, kâl diliyle olsun Yüce Allah'ı tesbih ve takdis etmektedir. Bütün hümd ü senalar, ta'zîmler O'na mahsustur. O'ndan başka ibâdete lâyık İlâh yoktur.
Dünya dolusu nimet O'nun, gökler dolusu devlet O'nundur. Her nimetin Mevlâsı yine O'dur. Lâlenin başına kına yakan, sünbülleri kıvrım kıvrım eden, bülbülün bir damlacık gönlüne gülün sevdasını koyan, kederli Mecnûn'u çöllere düşüren hep O!..
O'nun üzerimizdeki nimetlerini saymaya ömürlerimiz kâfi gelmez. Her şeyden evvel bizi yaratıp varlık âlemine getirmesi ödenmesine güç yetmez bir nimettir. Kendi vücudumuza bir kere ibretle bakmış olsak neler görürüz. Göz bir nimet, kulak bir nimet, akıl bir nimet, ayak, el ve baş bir nimet. Ya gönül nimeti. Çünkü o gönülle Allah sevilir, o gönül iman yatağıdır, o gönül sevdanın pınarıdır. O gönülde nice sevdalar çağlar, nice hikmetler demetlenir.
Şu halde biz, Nebiler Sultanının dediği gibi: “Elhamdülillâhi alâ külli hâl = Her bir hâl için Allah'a hamd olsun.” demeliyiz.
Elimizde hiçbir nimet yoktur ki, o nimet Allahü Teâlâ'dan olmasın. Her nefeste O'nun rahmeti bizi kuşatmaktadır. Meselâ bir nefes aldık, ikinci bir nefesi alamamış olsak hayatımız biter. Demek ki her bir nefes için Allah'a şükür etmek durumundayız.
Bir de şu unutulmamalı: Yüce Allah'ın Hamîd olması, insanların, Zât-ı Akdes'ine hamdetmesine bağlı değildir.
İnsanlar, ister hamd etsin ister etmesin, O her hâlü kârda Mahmûd ve hamd-ü senaya müstahiktir.
Merhum Hamdi Yazır Fatiha Sûresi'nin izahında şöyle demektedir:
“Hamd, isteğe bağlı yapılan bir iyiliğe veya onun başlangıç noktası olan bir iyiliğe karşı gönül açıklığı ile o iyiliğin sahibine saygı ifade eden bir övgü sözüdür. Kısmen medih, kısmen teşekkür ile birleşen bir övgü, bir çeşit övmek veya övülmek, iyi bir övüş veya övülüş, güzel bir övücü veya övülen olmak, ciddi bir övücülük veya övülücülük hülasa bu mânâları ihtiva eden güzel ve ciddi bir sözdür.” [172]
Meselâ, güzel bir şey, büyük bir velî veya Peygamber-i Zîşan (s.a.v) Efendimiz veya bir başka peygamber medhedilebilir, övülebilir. Fakat Peygamber de olsa ona hamd edilmez. Hamd, sadece Allahu Teâlâ'ya mahsustur. Çünkü peygamberleri de gönderen O'dur.
Bizi küfür zindanına düşürmeyip iman gülistanında birer fidan eyleyen Allah'a hamd olsun.
“Allah O'dur ki, (kullar) ümidi kesmişlerken yağmuru indirir, rahmet ve bereketini (her tarafa) yayar. “Vehüve'l-veliyyü'l-Hamîd = O, (kendi ihsanı ile kullarına) Velî'dir, Hamîd'dir - Hamd edilmeğe lâyıktır.” [173]
“İlmiyle her şeyin sayısını bilen.”
Yaratan O, yaratan bilmez mi? Namütenahi de olsa her bir şeyi noksansız bilmek O'na göre hiçtir. Hakikî mânâda nâmütenâhîlik O'na mahsustur. Yaratılanlar ne kadar çok olursa olsun namütenahi olamaz, çünkü her şeyin bir sonu ve ahiri vardır. İlmi ve kudreti sonsuz olan ise Allahü Teâlâ'dır. Mahlûk hakkında mübalağa ederek namütenahi kelimesi kullanılırsa da, bu hakikî değil mecazidir.
Meselâ: Kar yağar, her bir kar elmas parçası gibi yeryüzüne iner. O kadar ki her taraf beyazlara bürünür. Semâdan arzın kucağına inen kar tanelerinin adedi ne kadardır? Elbet bunun bir sayısı vardır. Yani sonsuz değildir. Ama bunu bilmek ve kavramak insanın güç yetiremiyeceği iştir. Akıl ve idrak bunun karşısında kıpırdayamaz hale gelir. Çünkü bizde o zerreleri sayacak kudret yoktur. İşte bir sayıya, bir ölçüye sığdıramadığımız şeylere namütenahi deyiveriyoruz.
Bir de Hazreti Adem'den bugüne kadar dünyaya gelen insanların sayısını düşünelim. Veya yeryüzündeki hayvanların miktarı, veya gök yüzündeki meleklerin sayısı... Bunları kemâliyle bilmek insana nasib olmaz. Cihanı yaratan Allah ise her şeyi olduğu gibi görür ve bilir. Hatta bizim hayatımız boyunca kaç nefes aldığımızı da yine bilir. İyilik yapsak bilir, fenalık yapsak bilir. Güzel düşünsek, çirkin düşünsek, kalbimizde olanı da bilir.
O halde, ömür nefeslerimizin incilerini onun taatinde pırıldatmalıyız. Biz hayatımızı takva ve verâ üzere devam ettirirsek alacağımız mükâfat çok büyüktür. Her şeyin üstünde Allah'ın rızası ve dîdâr nuru vardır... [174]
“Eşyayı yoktan maddesiz ve örneksiz olarak ilk baştan yaratan.”
Bir zamanlar içinde bulunduğumuz şu kâinat yoktu, hatta zaman mekân mefhumu da yoktu. Hiçbir şey, hiçbir zerre, hiçbir nefes yokken, kudreti sonsuz olan Allah vardı. Kendisiyle beraber başka bir şey yoktu.
Yine hiçbir şeyin örneği, malzemesi, sebepleri de mevcut değildi. Sadece Allah Teâlâ vardı.
Sonra Yüce Allah rahmetinin ve kudretinin eseri olarak mahlûkatını hiç yoktan yarattı. Ve her şeyin ilk örneğini hayat sahasına çıkardı. Yine her şeye bir nizam, bir intizam ve bir takım sebepler verdi. Herşeyi vasıtalara, nizamlara, kanunlara bağladı.
Ateşin yakması, suyun ateşi söndürmesi, balığın suda hayat sürmesi, arının bal imal etmesi, ağacın meyve vermesi gibi.. Bütün bunlar O'nun iradesiyle olmuştur. Ve her şeyi derin, ince, değişmez nizamlara bağlamıştır. Me-
selâ: İnsanlar baharın vaktini değiştiremezler. Kış mevsiminin amansız tipisini dünya üzerinden söküp atamazlar. Allahü Teâlâ nasıl murad ettiyse bütün işler öyle devam eder.
Hazreti Adem'i hiç örneksiz ve anasız babasız yarattığı gibi, Hazreti İsa'yı da babasız olarak vücuda getirmiştir. Yani ona hiçbir şey güç gelmez. O bir şeyin varlığını murad edince ona sadece “Ol!” der, o şey de hemen oluverir... Yine bazı kara cahiller tabiatın bir kudreti, bir tesiri var zannederler. Çok kere de güneş hayat kaynağıdır derler. Güneşin yüzüne cila süren kimdir onu unuturlar. Ateşe, güneşe, ona buna tapmak, tağutları ilâh edinmek cehenneme kapı açmaktır. Evet:
Âvâre geçen ömrü, Ömür zanneder cahil.
İnciyi ve elması kömür zanneder cahil!
Çağlayan ırmaklara, pınarlara bakar da,
Suyu kendi keyfince yürür zanneder cahil!
Suyun kulağını bir büken olmasa dağlardan derelerden dolaşıp senin ayağına kadar gelir miydi?
Ey insan! Sen bir mahlûksun. Hâlık'ını düşün ve ona isyan etme. Sonra sana yazık olur. [175]
“Mahlûkatı yok ettikten sonra tekrar yaratan.”
Kâinatta hiçbir şey ebedî değildir. Her şeyin mutlaka bir ömrü, muayyen bir vakti vardır. O bittikten sonra ölüm gelir. Canlılar kâinata veda ederler. Gün gelecek kâinatın da ömrü bitecek. Kıyamet dediğimiz dehşetli saatler bütün varlıkları titretecektir. Yani her şey yok olacak, yalnız Allahü Teâlâ kalacaktır.
Dünya dolusu insan ölüm ırmağı ile ahiret gölüne akıtılmıştır. Fakat ölmekle iş bitmiş değildir. Eğer öyle olsaydı, zalimlerin yaptığı yanlarına kâr kalırdı. İyiler, muhsinler, güzel kulluk edenler, Allah yolunda can verenler mükâfatsiz bırakılmış olurdu.
Allahü Teâlâ'nın kudretine, emr ü fermanına karşı gelecek hiçbir varlık mevcut değildir. Bütün varlıkları yaratan O'dur. Ölülere yeniden hayat verecek olan da elbet O!.. İşte Allah'ın tayin buyurduğu o gün gelince, mezarlarında toz toprak olmuş, dağılmış, belki hiçbir eser kalmamış ölüler diriltileceklerdir. Kalk borusu vurduğunda, tâ Hazreti Adem'den son insana kadar kimler varsa, kimler ölüm uykusuna dalmışsa herkes ayağa kalkıverecek. Hiç yoktan yaratan, sonra diriltmeğe kadir olmaz mı?
İnsanın ne dünyaya gelişi, ne dünyadan gidişi, ne ölümü, ne de dirilişi kendi elinde değildir. Hayatı yaratan, ölümü yaratan, herkesi hesaba çekecek olan ancak Yüce Allah'tır.
Diyeceğim o ki:
Sen bu handa yolcusun, ey kuzum, işte gerçek,
Ölüm gelmezden evvel nefsini hesaba çek! [176]
“Can bağışlayan, sağlık ve afiyet veren, hayatı halk eden.”
O Allah, öyle bir yaratıcıdır ki, cansız maddelere can verir, hayat bahşeder. Kuru dallar üstünde kırmızı güller biter. Bir damla erlik suyundan fidan boylu bir insan meydana getirir. Her dakika dünyamıza binlerce insan gelir, binlerce varlık hayat bulur. Bir bahçede binlerce çeşit çiçekler, çemenler, otlar, zambaklar topraktan başını kaldırır, ayağa kalkar. Allah'ın kudret ve rahmeti ardı arkası kesilmeden bütün mahlûka ulaşır. Bütün bunlar Hâlık Teâlâ'nın kudret elinden çıkar. O dilediğine can bahşeder, dilediğini öldürür.
Kimine Nuh ömrü, kimine Yusuf güzelliği, kimine Süleyman mülkü verir. Tutup bir garibin başına sultanlık tacı koyarsa, buna da kimse mâni olamaz. Kula gereken, ona şükretmek, nimetin sahibini bilmek. Kendi elindekine güvenmemek, sadece Allahü Teâlâ'ya bende olmaktır. Eldeki ömür bitecek, saraylar, arabalar, Öteler, beriler mirasçılara kalacaktır. Hesap ise ona dönecektir. Bu dünyanın kara sevdasına kapılanlar o sarhoşluktan uya-namadan kabre düşü veriyorlar.
A akıllı kişi! Sakın sen öyle olma! Dünyanın bir imtihan meydanı olduğunu ve asıl hayatın ölümden sonra başlayacağını hiç unutma. Çünkü seni bir bekleyen var!.. [177]
“Canlıların ölümünü halkeden.”
Nasıl ki hayatı Allahü Teâlâ veriyorsa, ölümü de yine o yaratıyor. Her canlı için ölüm vardır ve ölümün her an, her saniye gelivermesi mümkündür. Çünkü kader kalemi ile:
“Küllü nefsin zâikatü'1-mevt = Her can ölümü tadıcıdır!” yazılmıştır. Dünya bahçesine bir kudret fidanı gibi gelip de ecel baltası ile kesilmeyen kimse görülmemiştir. Kabir balığı nice Yunus'ları yutmuştur.
Kudreti ve rahmeti nihayetsiz olan Allah her kulu için bir zaman tayin etmiştir. O'nun tayin buyurduğu vakti aşmaya imkan ve ihtimal yoktur. Ne bir dakika eksik, ne bir dakika fazla olur. Ölüm vakti geldiğinde herkes son uykuya dalıverir.
Eceli gelmiş hastaya ilâç vermek faydasızdır. İlâç ancak Ömrü olanlara şifa verir. O da yine Allah'ın izniyle olmaktadır. İnsanoğlu, ana rahminden dünya beşiğine düştüğü andan itibaren ölüme koşar. Her dakika kabirle arasındaki mesafe kısalır ve gün gelir kabir ona seslenir:
“Haydi koş gel!”
Kim vardır ki, ben gitmem diyebilsin?
Nice gitmem diyenler, nice çarelere başvuranlar, nice hekimlere bel bağlayanlar bir avuç nedametle gözlerini yummuşlardır.
Bir gün, ikinci Ömer diye şöhret bulan Ömer bin Abdülaziz Hazretlerinin huzuruna büyük velîlerden Yezîd-i Rekkaşî girmişti. Halifenin yüzü aydınlandı da dedi ki:
“Ey mânâ padişahı, bana öğüt ver!”
Ay yüzlü velî:
.” Ey mü'minlerin emîri, dedi, ilk ölen halîfe sen değilsin! Yani diğerleri gibi sen de ölecek, sen de her amelinden hesaba çekileceksin!”
“Öğüdüne devam et, ey pîr!”
“Adem'den sana gelinceye kadar hiçbir baban hayatta değil, hepsi de ölmüş, hepsi de hesap diyarına gitmiştir.”
“Devam et, devam et!”
“Ey Ömer! Daha ne diyeyim ki, cennet ile cehennem'den başka gidilecek yer yoktur.”
Bu söz büyük halifeyi ağlatmaya yetti ve gözleri bulut gibi yaşlar döktü.
İşte akıllı insanların hâli!.. Allahü Teâlâ hayatı da, ölümü de yaratandır. Ölüm bir son değil, belki yeni bir hayatın ilk kapısıdır. Hayat dediğimiz şey sadece dünyadan ibaret de değildir. Asıl sonu gelmez, müddeti bitmez günler ileridedir. Cennet ölümden sonra, cehennem dahi ölümden sonradır.
insanlar için kabirlerin ya cennet bahçesi veya cehennem çukuru olduğu Resûl-i Ekrem (s.a.v) efendimiz tarafından haber verilmiştir. Ne var ki, kabir hayatı da ancak kıyamet sabahına kadar sürecektir. Kıyamette herkes aynı dünyada olduğumuz şekilde bir surete bürünerek hesaba çekilecek, ondan sonra herkes hakettiği yeri bulacaktır.
Dünyanın fani lezzetleri, gelip geçici nimetleri, makamlar mevkiler bizi aldatmasın. Rabbine kavuşmak isteyen, rabbinin emrine râm olur. Rabbi de onu rahmetiyle kuşatır...
Hani Hak'tan titreyiş, hani gözlerinde nem?
Düşün ki iki yer var: Ya cennet, ya cehennem!.. [178]
“(Ezeli ve ebedî bir hayat ile) diri olan ve her şeye gücü yeten.”
Cenâb-ı Hakk'ın azamet ve şanını ve sıfatlarının eşsizliğini bize Kur'an haber veriyor. Kur'an-ı Kerim'deki en büyük âyet, “Âyetü'l-Kürsî” dir. Ve sultanlar sultanı olan Yüce Allah şöyle buyuruyor:
“Allah Teâlâ” O Zât-i Akdes, O Hâlık-ı Zîşan “Ki O'ndan başka” bir Halik ve O'ndan başka “bir Mâbud yoktur” Ulûhiyet ve Mâbudiyet yalnız O'na mahsustur.
“El-Hayyü'I-Kayyûm = Hayyu Kayyûm olan O'dur.” Ezelî ve ebedî olan hayat Onun hayatıdır. O'na yokluk, zeval asla arız olmaz. Ve O, bizâtihî Kadîm'dir, Vâcibü'l-Vücûd'dur. Varlığında hiç kimseye muhtaç değildir.
Bütün âlemlerin halk ve tedbiri, muhafazası O'na aittir.”
Ezelden ebediyete kadar bütün hayat ve ebedîlik O'nun zâtı ile zatından dolayı kaimdir. O, Vâcibü'l-Vücuttur, yani varlığı zatının gereğidir ve her an bütün varlık âlemini idare eden ve her şeyi ayakta tutan ancak O'dur. O olmasaydı ne yer, ne gök, ne melek, ne insan, ne Cibrîl, ne bir nebî olurdu, ne dünya, ne âhiret!
O ezelî ve ebedî bir hayatla muttasıf olduğu için diridir. Hay, diri demektir. Bunun zıddı ise ölü demek. Ebedî bir hayata mâlik olmayan zat, âlemlerin dizginini nasıl elinde tutar?
Allahü Teâlâ, mahlûkatından bazılarına hayat bahsetmiştir. Meselâ insanlar hayata mazhardır. Taş, toprak, maden gibi değillerdir. Hayat sahipleri, bilgi ve faaliyet kaynağıdır. Çünkü faaliyet ve bilgi, hayatın nakışlarıdır.
Hiçbir faaliyeti ve hareketi olmayan şeylerde hayat eseri de yoktur. Yine hayat sahipleri de müsavi değildir. Meselâ: Bir ağaç, bir çiçek, bir ot, bir çemen de hayat sahibidir. Onların da bir ömrü, bir hayat tarzı vardır ve onlar da ölür. Ağaç toprağa çakılı olduğu yerde kendine göre faaliyet gösterir. Toprağın derinliklerinde kendine yarayacak şeyleri bulur ve ondan gıdasını alır. Ağaca bile zehir verdiğiniz zaman onun kuruduğunu, yani öldüğünü görürsünüz.
Hayvanlar da hayat sahibidir. Ne var ki, hayvanattaki hayat ağaçların, nebatların hayatından daha üstündür. Hayvanlarda hareket etme serbestliği vardır. Görme, işitme,ve duygu mevcuttur. Yatar, kalkar, uyur, uyanır, yorulur, dinlenir. Yer, içer ve daha neler neler. Bu kadar da değil, hayvanların üstünde daha üstün, daha mükemmel bir hayat var ki, bu da insanların hayatıdır. Cihanı bir hikmet üzere yaratan Allah, bu şerefi Âdem evlâdına ihsan buyurmuştur.
İnsanların, Allah'ın verdiği akıl ve ilimle nelere kadir olduğunu hep görüyoruz. O kadar ki, insan, suyu düğümler, mermere bıçak saplar. Gökte aya yol bulur, feleklerin minberine oturur. Denizlerden inci toplar. Hâsılı çok işler başarır, fakat ölüme çare bulamaz.
O halde, hakiki hayat Allahü Teâlâ'ya mahsustur. Bizim hayatımız O'nun kudret elindedir, yine ölümümüz de O'nun takdiriyledir. Yüce Yaratıcımızın hayatı, ilim ve iradeye mebde olan ezelî bir sıfattır. O'na yokluk, zeval arız olmaz. Varlığında hiç kimseye muhtaç değildir. Fakat herşey O'na muhtaçtır. O herşeyi bilir ve her şeye gücü yeter, her şeyi murad ettiği gibi yapar. Hiç bir zalim kaçıp O'nun elinden kurtulamaz. O'nu ne bir lâhza gaflet basar, ne bir an uyku. O daima hazır ve nazırdır. Eğer bir nefes uyuyacak olsa, âlemler birbirine karışır, felek değirmen taşları gibi döner, bütün hayatlar sönerdi.
O, noksan sıfatlardan münezzehtir.
O, Kadîr'dir.
O, Alîm'dir.
O, Azîz'dir.
O, Hayyu Kayyûm'dur.
Evet:
Rabbine dön, kırılsın şeytanın tuzakları,
O zaman sana yakın edecek uzakları! [179]
“Gökleri, yeri ve bütün kâinatı ayakta tutan.”
“Kayyûm” kıyamdan “Fey'ul” vezninde (kalıbında) bir mübalağa kipidir ki, kendi kâim, diğerleri mukim, (ayakta tutan) ve mukavvim (yöneten) demektir. Ve bunda eşyanın ayakta durmasının ilâhî kıyamda fani olduğuna lâfzında bir ima (işaret) vardır.” [180]
Kudreti ve rahmeti nihayetsiz olan Allah her şeye mukadder olan vaktine kadar durmak için sebepler halket-miştir. Nasıl ki bir çocuğun dünyaya gelmesine anne baba sebep ise, anneyi babayı ayakta tutan da Allahü Teâlâ'dır. O dilerse babasız, anasız da bir insan yaratmaya kadirdir. Hazreti Âdem ve Hazreti İsa'da olduğu gibi...
Hiçbir insan bu âleme kendi yiğitliği ve kudretiyle gelmemiştir, onu Azîz ve Celîl olan Allah bu dünyaya göndermiştir. Buradan alacak olan da yine O'dur. Bir kudret fidanı olarak anne kucağına düşen insan kendi kendine ayakta durduğunu mu zannediyor? İlâhî imdat eli üzerinden çekiliverse hemen düşü verecektir. Hergün binlerce insan ayaktan kabre düşüveriyor. İşte onlar için takdir edilen vakit tamam olduğu için dünya kapısı yüzlerine kapanıyor, ahiret kapısı açılıyor.
Tek kelimeyle söyleyecek olursam şöyle derim:
Semâ, güneş, ay, yıldız. Herşey Hak ile kâim, Ey saadet arayan, sen kullukta ol dâim! Gökler, yerler, göklerle yer arasındaki bütün varlıklar O'nunla kâimdir. Her şeyin varlığı O'nun varlığına bağlıdır. Ve her şeyi ayakta kalabilmeleri için hazır etmiştir.
“El-Kayyûm” ism-i şerifinden her şey nasib almaktadır. Çünkü büyük küçük ne varsa, canlı cansız ne bulunuyorsa hepsi Allah'ın kudret elindedir ve her şeyi ayakta tutan O'dur.
“El-Hayyü'1-Kayyûm” ism-i şerifleri Kur'an-ı Kerim'de ve hadislerde birlikte zikredilmektedir. Bu mübarek isimler aynı zamanda ism-i a'zamdır.
Sahabilerden Ebû Ümâme (r.a.)'den nakil: Resûlüllah (s.a.v) buyurdular ki:
“Allah'ın en büyük ismi şu üç sûrededir: Bakara, Âl-i İmran ve Tâhâ sûreleri.”
Ebû Ümâme Hazretleri ilave ediyor:
“Ben o ism-i a'zamı aradım; Bakara süresindeki şu âyetlerde buldum:
Âl-i İmrân Süresindeki: “Elif lam mîm. Allâhü lâ ilahe illâ hüve'l-Hayyü'l-Kayyûm.”
Ve Tâhâ'daki:
“Bütün yüzler Hayyü'l-Kayyûm olan (ölmeyen ve ezelden beri mevcud olan) Allah'a baş eğmiştir.” [181]
Evet: Yerde gökte ona râm olmayan, O'nun saltanatına baş eğmeyen hiçbir şey yoktur.
“O öyle bir Hayy ve Kayyûm'dur ki:
“O'nu ne gaflet basar, ne uyku; daima Alim, daima Habîr (her şeyden haberli)dir.”
“Göklerde ve yerde, yukarılarda, aşağıda ne varsa O'nun; görünür, görünmez, bütün varlık O'nun mülküdür.”
Tüm sebeb O, tüm gaye O, herşeyin mâliki olan O; Allah'ın mülkü olan bu yaratıklardan:
“Kimin haddi ki Allah'ın izni olmaksızın yüce huzurunda şefaat edebilsin.” Bu halde hangi budaladır ki Allah'ın emri olmadan bunların birinden şefaat dilenebilsin. Çünkü:
“Allah yukarıların, aşağıların, önlerindekini ve arkalarındakini, geçmişlerini, geleceklerini, bildiklerini ve bilmediklerini bilir, O'nun ilminden gizli hiçbir şey yoktur.”
“Bunlar ise O'nun bildiklerinden hiçbirini bilemezler.”
Ancak dilediği kadarını kavrayabilirler. Bu bakımdan bizzat O'nun izni ve emri olmadıkça herkes kendi başından korkmadan nasıl şefaate kalkabilir. Herhangi bir şeyde bir parça tasarrufa bile kimin yetkisi olabilir. Ancak bu, O'nun iznini ve emrini almış sevgililerinden olabilir.”
Bilindiği üzere şefaat, hürmete layık birinin kendinden düşük bir diğeri hesabına rica ve yakarma ile yardım ederek O'na katılması demektir ki, bu bir bilinmezi bildirmek veya bir isteği ortaya çıkarma ile bir beraberlik anlamını ihtiva eder. Bunu da kendini ve kıymetini bilen ve şefaat olunan kimseye şefaat istenenden daha çok bir ilişkisi bulunan ve zarar getirmeyeceğinden emin olan kimseler yapabilir. Halbuki Allah'ın mülkü olan şu yaratıklardan herhangi biri ile Allah'tan daha çok birlikte bulunmaya ve O'na bilgiçlik satmaya ve ilerisini gerisini tamamen idrak etmeden ve önünü ardını hesap etmeden İlâhî huzurda kendine bir mertebe verip de şefaate kalkışmak, gerek şefaat eden ve gerek, şefaat olunan için ne kadar tehlikelidir.
Eğer Allahü Teâlâ bildirmemiş ise şefaat edecek olanın hâli, şefaat edilecek olandan daha çok endişeye değer olmadığı nereden bilinir? Bu hâl içinde, isterse melekler ve peygamberler olsun, kimdir o ki Allah'ın izni ve güç vermesi olmadan önünü ardını hesaplamayıp Allah'ın kullarına Allah'tan daha çok sahip çıkma, koruma yetkisini kendinde görsün de şefaate cesaret edebilsin. Ancak Cen-ab-ı Hak dilerse, özel veya genel şefaate ilâhî irade çıkar da kendilerine bildirilmiş bulunursa o başka... Demek ki Yüce Allah'ın ululuğundan şefaat umulmaz değildir. Fakat şefaat da herkesten önce O'nun kendi elindedir ve O'nun izni ve emri ile mümkün olabilir. (İşte) O zaman şefaat kapısı açılır. Ve şefaat etmesine izin verilenler kendi dilediklerine değil, yine Allah'ın dilediklerine şefaat imkânını bulabilir.”
“Allah öyle bir ilim ve saltanat sahibidir ki,
“Hükmünün tecelli yeri olan kürsüsü bütün gökleri ve yeri geniş tutmuştur.” Yerlerde ve göklerdeki bütün varlıklar ve cisimler içinden, dışından hep bu kürsü ile kuşatılmıştır. Herbirinin ayakta durması onun içindedir. Bu arada hiçbir nokta bulunmaz ki, orada Yüce Allah'ın kürsüsünün hükmü geçerli olmasın. Yeryüzünün içinden çıkamayan insanlar onun yerleri, gökleri kuşatmış kürsüsünü nasıl kavrarlar?..”
“Fakat o İlâhî kürsü, bütün gökleri ve yeri tutmuş olmakla birlikte,
Bu gökleri ve yeri o Vahdet kürsüsünden tasarruf avucunda tutup muhafaza etmek ve korumak Allah'a ağır da gelmez. O'nun için bu hiçbir şey değildir. “Vehüve” O şanı yüce Allah “El Aliyyü'1-Azîm” pek yüksek, pek büyüktür. Biricik yüce, biricik ulu olan ancak O'dur.” [182]
O'nun kudretinin önünde durabilecek bir güç mevcut değildir. O herşeyi ihata etmiştir, herşeyi ayakta tutmak O'na ağır gelmez. O sadece dünyaların rabbi değil, ahiretin ve cennetin de rabbidir. Mahşer gününün mâliki yine
O'dur. O'nun azamet ve kibriyası kimde derman bırakır ki?
Mevzumuz şefaat olmamakla beraber, âyet-i kerîmede geçtiği için ona temas edilmiştir. Bilindiği gibi “Şefaat-ı uzmâ” en büyük şefaat makamı Nebiler Nebisi Cenâb-ı Muhammed (s.a.v)'e verilmiştir. O Makam-ı Mahmud'a erdirilmiştir. Yine Allah'ın izniyle diğer büyük peygamberler, bu ümmetin büyükleri, veliler, Kuran ehli olanlar, şehidler v.s. hep şefaat edebileceklerdir. Ama bütün bunlar Allah'ın izniyle olacaktır. Ve Allah Teâlâ, kullarına karşı şefaat edecek kimselerden daha merhametli, daha şefkatlidir.
Yukarıda da ifade edildiği gibi “Âyetü'I-Kürsi” Kur'an-ı Kerim'in en büyük ve saltanatlı âyetidir. Neden öyledir? Çünkü Allahü Teâlâ'nın kemal sıfatlarını ve sonsuz kudretini beyan etmektedir. Ve bu mübarek âyette “Esmâü'l-Hüsnâ” dan isimler mevcuttur:
a) Allah ism-i şerifi.
b) El-Hayy ism-i şerifi.
c) El-Kayyûm ism-i şerifi.
d) El-Aliyy ve El-Azîm ism-i şerifi...
Bu yüzden ve daha nice hikmete binaen okunması pek faziletli sayılmıştır. Ve Nebiyy-i Zîşan efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Her kim farz namazların her birinin arkasında Âyetü'l-Kürsî’yi okursa onu ölümden başka cennete girmekten engelleyecek hiçbir şey kalmaz. Yani ölünce doğruca cennete gider ve ona ancak sıddık veya âbid olanlar devam eder.” [183]
Yine:
“Günlerin efendisi Cuma günü, sözlerin efendisi Kur'an, Kur'an'ın efendisi, Bakara Sûresi, Bakara Sûresi'nin efendisi de Âyetü'l-Kürsî'dir.” [184] demişlerdir. Rivayete göre İsâ Aleyhisselâm, Ölüleri diriltmek istediğinde:
“Yâ Hayyü Yâ Kayyûm” diyerek duâ ederdi. Efendimiz de Bedir cengi esnasında secdeye kapanıp hep bu mübarek isimleri zikrederek rabbinden yardım istemiş ve zafere kadar başını secdeden kaldırmamıştı...
Yine pek çok dualarda “Ya Hayyü Yâ Kayyûm, Yâ Zel-celâli ve'1-ikrâm” olarak üç isim bir arada anılmaktadır. Allahü Teâlâ'yı zikreden, onun muhabbetinin seline kendini kaptıran kimseler muradının incisini elde etmişlerdir.
Tekrar ifade edelim ki: Her şeyi yaratan, her canlıya rızık veren, besleyen, ayakta tutan, ölümü hayatı takdir eden ve kendinden hiçbir şey eksilmeyen ve daima Hayy ü Kayyûm olan ancak Allahü Teâlâ'dır. O'na hamd olsun.
İlâhî! Seni tenzih ve tesbih ederiz. Bize dünya ve ahirette afiyet ver ve bizi cemâlinle şereflendir. [185]
“Mutlak ganî olan ve her istediği her şeyi bulan.”
Kudreti ve rahmeti sonsuz olan Yüce Allah, her şeyi, büyüğü, küçüğü, uzağı, yakını ve hükmünü infaz edeceği kimseleri, hemen anında bulur. O'nun için zaman, mekân, uzak yakın mevzu değildir. Herhangi bir şeyi ele geçirmek dilediğinde, tedbir almağa veya tuzak kurmağa veya bir başka şeye ihtiyacı yoktur. O'nun bir emrü fermanı kâfi...
Kimi, neyi ele geçirmek isterse, o şey hemen o an huzurundadır. Ne melek, ne cin, ne insan, ne de başka varlıklar O'na karşı kendilerini gizleyemezler. O'nun elinin ermeyeceği yer olmadığı gibi, gücünün ulaşmadığı bir nokta da yoktur. O'ndan kaçıp kurtulmak mümkün olsaydı Firavunlar, Nemrut'lar, Ebû Cehiller kaçardı...
O'nun pençe-i kahrı zâlimleri öyle bir yakalar ki, bütün âlem şaşar.
İnsan kendini başıboş mu zannediyor? Bir nefes, bir lâhza yoktur ki Cenâb-ı Zât-ı Kibriya bütün varlıkları kuşatmasın, başıboş bıraksın... Eğer âlem başıboş olsaydı, her sabah bize gülümseyen güneş gittiği yerden bir daha gelmez. Yahut hiç mehtap görmek bize nasip olmazdı.
Şu menkıbe bize ışık tutacaktır:
Bir gün eski Belh Sultanı İbrahim bin Edhem Hazretlerine bir adam geldi:
“Ey doğruluk ırmağı, dedi, ben günah işleyip duruyorum. Bana bir kurtuluş yolu göster ki, o belâdan kurtulayım.”
Velîler velîsi tatlı bir tebessümle dedi ki:
“Madem ki günah işliyor, Rabbine isyan ediyorsun.
O halde Allahü Teâlâ'nın senin için vermiş olduğu rızıklardan yeme.”
Adam birden titredi:
“İyi ama, dedi, Allah'ın bana verdiği nzıklardan yemezsem, nasıl yaşarım?”
“Madem öyle! Allah'ın senin için takdir ettiği sudan içme. Kendine bir başka su bul.”
“Ey âlem şeyhi! Bu hiç mümkün olmaz! Su içmeden yaşanır mı?”
“O halde, Allah'ın yarattığı havayı teneffüs etme. Hiç nefes almadan dur!”
“Hayır, hayır! Buna da imkân yok!”
“Sana daha ne diyeyim? Madem Öyle! Allah'ın mülkünden çık git. Kendine bir başka mülk edin!”
Günahkâr adamın aklı uçacak gibi oldu ve dedi:
“Ey apaydın pîr! Neler diyorsun? Allah'ın mülkünden başka mülk var mı ki, gidip orada mekân tutayım?”
Büyük velînin yüzünde görülmemiş bir ışık:
“Peki, dedi, sana bir yol daha! Günah işlediğin zaman, suçunu Allah'ın görmediği bir yerde yap ve kendini ondan gizle. Seni hiçbir zaman bulamasın.” Günahkâr adam yaman bir feryat kopardı:
“Buna da imkân yok, yâ İbrahim! O'ndan gizlenmek, elinden kaçıp kurtulmak mümkün değildir. Beni kıpırdayamaz hale getirdin. Artık ben rabbime isyan etmem. Tevbe, tevbe!”
Ne kadar nimetler içinde bulunuyoruz da farkında değiliz. Ey zâlim adamlar! Madem Allah'a ortak koşuyorsunuz, o halde Allah'ın mülkünden çıkıp gidin, kendinize bir başka mülk edinin... Ama nerede o?..
Her nefesimiz, her şeyimiz, elimizde, avucumuzda olan hepsi Allah'ındır. O, kalbimizin derinliklerindeki gizli hallere vâkıftır. Ve istediği anda istediğini ele geçirmek O'na çok kolaydır...
Öyle eşi, benzeri bulunmayan, rahmetiyle durmadan tecellî eden, nimetlerimizi ayağımıza gönderen bir yaratıcıyı bırakıp da ata, puta gönül vermek ancak şeytanları sevindirir. [186]
“Kadr ü şanı yüce ve keremi bol olan.”
O'nun şan ve keremi bir Ölçüye, hesaba gelmez ki. O'nun cömertliğinin bahçesinden herkes çiçek toplar. Arıda balı, denizde inciyi, asma dalında salkım salkım üzümü O halkeder, sonra kullarını ayağına gönderir.
Yine bazı kullarının gönül cihanına cömertlik cevherleri saçar, onları güzel ahlâk ile donatır. Onlara iyilik kapılarını açar. Kapısında el açıp boyun bükenleri mahrum etmez. Yürek yaralarına merhem olur.
O, bir kulunu sevdi mi artık onu başkalarına bırakmaz. Hiç kimse, kullarına karşı Allahü Teâlâ'dan daha cömert olamaz. İşte insanlar bunu düşünmeli, sadece Allahü Teâlâ'yı sevmeli, sadece O'na kul olmalıdır.
Dünyaya tapanların başlarına gelen felaketler bize ibret olarak yeter...
Evet:
Bırakınız yeniyi, eskiyi, artıkları,
Yalnız Hakk'a kul olun, Hakk'ın yaratıkları!.. [187]
“Tek, zâtında ve sıfatlarında ortağı ve benzeri olmayan.”
Her şeyi “Kün = Ol!” emriyle yaratan, her şeye hükmünü yürüten, rahmetiyle göğüslerde sütten pınarlar çağlatan Yüce Allah zâtında birdir. Sıfatlarında birdir. Hiçbir sıfatının benzeri başkasında yoktur.
O'nun hayata mazhar kıldığı ve ayakta tuttuğu bir mahlûk elbet O'na denk olamaz. Yerler, gökler, ırmaklar, denizler, güneşler, aylar ve yıldızlar O'nun emr ü fermanına râm olmuşlardır. O'nun sonsuz kudretine karşı nasıl bir güç mevcut değilse, sıfatlarında da O'nun dengi benzeri yoktur. Şu kadar var ki, insanlarda O'nun sıfatlarının izleri ve nişaneleri açıkça görülür. Ve Allahü Teâlâ buyuruyor:
“Sizin İlâhınız, (Zât ve sıfatında ortağı olmayan) tek bir Allah'tır. O'ndan başka ilâh yoktur; Rahmân'dır = dünyada bütün mahlûkati esirgeyendir. Kahîm'dir = âhirette yalnız mü'minlere rahmet edendir.” [188]
“Ve ilâhüküm” Ey insanlar! Hepinizin ibadet ve kulluğuna layık ve buna hakkı olan gerçek ilâhınız “İlâhün Vâhid” bir tek ilâhtır.”
“Vâhid” sıfatı ile muttasıf bir ilâhtır ki ilâhlıkta tekdir. Hem sizden başkalarının da diğer bir ilâhı var sanmayınız. “Lâ ilahe illâ hû = O'ndan başka hak olan hiçbir ilâh yoktur.” O'ndan başka ilâh tutunanların hiç biri ilâhlığa layık değildir. Hepsi boş, hepsi bâtıldır. O'ndan daha üstün veya O'na denk bir ilâh düşünülmesi imkansız olduğu gibi, O'ndan daha aşağı seviyede olmak şartıyla da O'nun ilâhlığına ortak olabilecek mabudlar, tanrılar yoktur, ilâhlığa ortak olmak mümkün değildir. Gerçek ilâh ancak tek olan Allah'tır.
O'nun bütün yaratıklara başlangıç olan birçok isimleri ve sıfatları varsa da, yine zatından hakkıyla bahsetmek mümkün değildir. Hakk'ın gerçek mahiyeti, her türlü bileşimden uzaktır. O tek olan ferdi vasıflandırmak imkânsızdır. Çünkü vasıf, vasıflanan ile sıfat arasında az çok bir başkalık gerektirir. Başkalık olunca da ferdîlik kalmaz.
Bir de herhangi bir şeyden haber vermek, kendisinden haber verilen bir şey ile, haber verme şekli ister. Bu ise ferdîliğe aykırıdır. Bunun için bu isimlerin hepsi de Hakk'ın gerçek mahiyetinin, birliğinin aslına ermekten uzaktır. O'nun zâtına en son “Hû” (O) denebilir.
Bütün büyüklük ve şeref kaynağı, bütün çokluk yönlerinden uzak olan ve ancak “Hû” (O) diye ifade edilebilen tek zâttır. O'nun zâtı, sıfat ile kemâle ermiş olmayıp, bilakis zâtının kemâli, sıfatlarının da kemâlini gerektirmiştir.
İşte “O” ifadesi, O rahmet ve şeref kaynağına, O birliğin yüce başlangıcına ulaştırır. Bunun için “hüve” kelimesi bir zamir olduğu halde O'nun zâtına işaret eden en büyük ismi gibi olmuştur.
Tevhid denizine dalmış olan ve kalbini yalnız Allah'a bağlayan velîlere göre bu ismin önemi pek büyüktür. Buna ism-i a'zam diyenler de vardır. Bununla beraber ism-i a'zam Allah ism-i şerifidir, diyenler daha çoktur. Çünkü, “Allah” ismi, zat ve bütün sıfatların toplamına delâlet etmesi itibariyle daha geniş kapsamlıdır. “Hüve” ise tevhid makamında a'zamdır:
“O, ey O! Ey O'ndan başka O olmayan Zât-ı Kibriya” tabiri rivayet edilegelen tevhid zikirlerindendir.” [189]
Hâlik-ı Zîşan Hazretleri Vâhid sıfatiyle muttasıf bir ilâhtır. Ondan başka hak olarak hiçbir ilâh mevcut değildir. Ne var ki, bazı kafası olup aklı olmayan insanlar fanilere kendi aralarında ilâhlık payesi verirler. Zâlimlere alkış tutarlar. Bizi “Sen ihya ettin!” derler. Fakat bir zaman sonra tapındıkları o adamlar ecel eliyle hesap diyarına sürüklenir. Geride kalan akılsızlar, bu kere bir başka tağutun eteğine sarılırlar. Hâsılı, zaman mekân boyunca putçuluk devam eder gider.
İşte bunun içindir ki günde beş defa minarelerde “Allâhü Ekber, Allâhü Ekber! Allah en büyüktür, Allah en büyüktür!” nidası çağlamakta ve O'ndan başka Hak ilâh olmadığı âleme ilân edilmektedir.
Kulaklarına kurşun sıkılmış gibi bu sesi duymak istemeyenlere kim ne yapabilir? Herkes yarın ektiğini biçecektir. Ve kâfir olanlar: “Keşke toprak olsaydık” diyeceklerdir.
Âlemde tevhid denizine yelken açan nice âşıklar vardır. Yüce Allah'ın velî kullarından Sırrî Sakatı (k.s.), bir gün dağlara çıktı. Orada tenhalara çekilmiş bir adam gördü. Yanına varıp selâm verdi ve sordu:
“Kimsin, nice bir kişisin?”
Dağları mekân tutmuş garip adam, başını bile kaldırmadan inledi:
“Hû!..
“Ne işlersin?”
“Hû!”
“Ne yersin?”
“Hû!”
“Yârin, yoldaşın kimdir?”
“Hû!”
“Kiminle sohbet edersin?”
“Hû!”
“Ey kişi! Hû demekten muradın Allah mıdır?” Gönül cihanı hikmet ve ma'rifet nuru ile pırıldayan ve yalnız Allah aşkını seçen adamcağız, Allahü Teâlâ'nın ismini duyuverince vecde geldi, yaman bir çığlık attı ve yere düştü. Bir nefes sonra da ruhunu teslim ediverdi...
İşte Allah'ın böyle dostları da vardır. Âlemde sevilmeye lâyık en mukaddes mahbube Allah'tır. Ve O vâhiddir. Bir tek'dir.
Nihayetsiz olan mülkün seyyidi ve Allah'ın aziz Peygamberi bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Tek, misli ve şeriki bulunmayan biricik İlâh. Zâtında tek, zeval bulmayan, bakî ve dâim olan, ne bir zevce ne de evlât edinmeyen, hiçbir şey dengi olmayan (künhüne erişilmeyen) Allah'tan başka hiçbir ilâh bulunmadığına şehadet ederim.” [190]
Kim bu şehadeti on kere okursa kendisine kırk milyon sevap verilir. Ve bunun karşılığında günahları yok edilir ve derecesi kat kat artırılır.
Neden bu kadar ecir vardır derseniz, cevabı şudur: Çünkü bu tevhidin içinde Esmâü'l-Hüsnâ'dan isimler vardır. Vâhid, Ehad, Samed, İlâh gibi...
Yâ Vâhidü Yâ Samed,
İhsanına yok aded! [191]
“Cümle hacetlerin bitirilmesi, ızdırap ve dertlerin giderilmesi için tek merci' ve herkesin muhtaç olduğu yegâne varlık.”
Sonsuz kudret ve nihayetsiz rahmet sahibi olan Allahü Teâlâ “Samed” dir. Çünkü bütün hacetler O'na arz olunur ve bütün ihtiyaçları O karşılar. Yerde, gökte, toprakta, suda, dağda, denizde ve nerede bir mahlûk varsa onun ihtiyaç eli mutlaka Allah'a uzanır. Güllerin buluttan su içmesi, balıkların denizin derinliklerinde hayat sürmesi, toprağın altındaki mahlûkların rızıklanması “Samed” isminin bereketiyledir.
Çünkü bütün mahlûkat, zillet, ihtiyaç ve zaruret içerisinde O'na yüz tutar. Görünür, görünmez, büyük, küçük her şey O'na iltica eder. O da mahlûkunu mahrum bırakmaz. Verir de verir.
İhlâs sûresi diye meşhur olan ve bir kere okunması Kur'an-ı Kerim'in üçte birine muadil bulunan sûrede Yüce Allah buyuruyor ki:
“De ki: “O Allah'dır, bir tekdir.”
“Allah'dır, Samed'dir.”
(Yani zeval bulmayan bir bakîdir. Dâimdir, herkesin ve her şeyin doğrudan doğruya muhtaç olduğu ve kasdet-tiği yegâne varlıktır, ulular ulusudur. O Hâlık-ı Alem, bütün mahlûkatın kendisine teveccüh ve iltica edeceği Zât-ı Ehadiyyettir.)
Âlemler dolusu halk ve dünya dolusu mahlûk O'na muhtaçtır. O ise hiçbir şeye muhtaç değildir. Herkesin seyyidi ve Mevlâsı'dir. O, âleme bir bahar vermeyecek olursa, insanlar baharı rüyalarında bile göremezler. Yine O, bahçelere güller hediye etmezse ağaçların dalında çiçek görmek mümkün olmaz. Gecenin eli de ona açılır, gündüzün eli de...
Melekler O'nun zikrine doyamaz. Kimi kıyamda, kimi rükûda, kimi secde halinde hep O'nu teşbih ederler. Peygamberler de O'nun elçileridir. Emrinden dışarı çıkamazlar. Herkes O'nun mülkünde,. O'nun emrindedir.
Hani halk arasında; “bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır” derler. Bir kahvenin kırk yıl hatırı olursa, Allahü Teâlâ'nın hiç hatırı düşünülmez mi? Kullarını bunca nimete ve devlete mazhar eden Zât-ı Ehadiyyet nasıl unutulur?
Ne şaşılacak şey ki insanların yolunu bazı kere şeytan vurur da, o insanlar nimetlerini yiyip durdukları Hâlık-ı Zîşana isyan ederler.
Yine gazete ilânlarında çok görmüşsünüzdür. Bir doktor, adamı ameliyat eder, o hasta adam, teşekkür mahiyetinde hemen minnattarlığını bildirmek için türlü diller dökerek ilân verir.
A adam, anan öle! Buna aklın eriyor da, seni hiç yoktan yaratan rabbine niçin teşekkür etmiyorsun?..
Hacetler, görünüşte insan eliyle giderilmiştir, fakat aslında şifâ veren Allahü Teâlâ'dır. Doktor arada bir vasıtadan başka bir şey değildir.
Evet: “Samed” , bütün sıfatlarında en mükemmel olandır ve cümle mahlûkatın her türlü ihtiyacı için kendisine iltica edilen her merci'dir.
Bir lâhza düşünelim: Allah (Azze ve Celle), bir lâhza havamızı, yani teneffüs ettiğimiz o nefhayı kesiverse, dünyada canlı kalır mı? Bizi mülkünden atacak olsa, nereye, kime gidebiliriz? Suyumuzu dünyadan kaldırıverse ne yaparız? Biz hiç durmadan O'nun nimetlerinin deryasında yüzüyoruz. Fakat çok kere bunun farkında değiliz.
Göktekiler O'na muhtaç,
Yerdekiler O'na muhtaç,
Arslanlar, kaplanlar, filler O'na muhtaç,
Ceylânlar, arılar, karıncalar, böcekler O'na muhtaç,
Kuşlar, şahinler, kuğular O'na muhtaç,
Cinler, insanlar, melekler O'na muhtaç...
İşte O “Samed” isminin tecellisiyle her ihtiyaç sahibinin imdadına yetişmekte, hacetleri karşılamaktadır.
O'na hamd olsun!..
Tenbih: Bir rivayette “Ehad” ism-i şerifi de vardır. “Ehad” Allah'ın zât ismidir. Mânâsı: “Zâtı bakımından Bir.” demektir ki bu, tevhidin kat'î ifadesidir. [192]
“İstediğini murâd ettiği şekilde yapmaya gücü yeten.”
Allah'ın kudretine nihayet yoktur. O Yüce Yaratıcı, emsalsiz kudretine bir ayna olmak üzere cihanı yaratmıştır. Fezalar dolusu yıldız, dünyalar dolusu insan ve bahçeler dolusu çiçek, hep O'nun kudretinin nişaneleridir.
Ve Allah buyuruyor:
“O ki yarattığı her şeyi güzel yarattı.” [193]
Hem ne güzel! Şu gülen gelincikler, papatyalar, erguvanlar, lâleler nedir? Ya gecemizi süsleyen mehtap! Nereye, hangi cihete bakmış olsam O'nun kudretinin pırıltılarını görürüm. Eğer insan bakar ve bütün bu varlıklardan ibret almazsa, ona mal demek gerek. Belki o kişi hayvanlardan daha aşağı derecededir...
Hiçbir desen, hiçbir örnek ve misâl olmadan ve hiç kimseden zerrece yardım görmeden bütün bu kâinatı ve içindekileri yaratmak ancak Allah'a mahsustur. Ve O'nun kudretinin önünde durabilecek hiçbir şey yoktur.
“Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakiki bir hüsün ciheti vardır. Evet, kâinattaki herşey, her hadise, ya bizzat güzeldir; ona hüsn-ü bizzat denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki; ona hüsn-ü bilgayr denilir. Bir kısım hâdiseler var ki, zahirî çirkin, müşevveştir. Fakat, o zahirî perde altında gayet parlak güzellikler ve intizamlar var.” [194]
“Kudret ve kuvvet sahipleri üzerinde dilediği şekilde tasarruf eden ve herşeyi zâtına boyun eğdiren.”
Herşeye karşı izzet ve üstünlük Allah'ındır. Hiçbir şeyde O'nu acze düşürmek ihtimali yoktur. O mutlak ve ekmel surette kadirdir. Kimine Süleymanlık verir, kimine Yusuf güzelliği, kimine Mecnun aşkı. Yani herşeye kadir olduğu cihetle, dilediği şeyi yaratır ve yine dilerse o şeyde istediği miktar kuvvet ve kudret de yaratır. İnsanların bazı şeylere mâlik olması, kendi yiğitliklerinden değil Allahü Teâlâ'nın insaniyledir.
Meselâ: Meleklerin büyüklerinden olan Cebrail (a.s.)'e öyle bir kuvvet bahsetmiştir ki, lâhzada semâlardan yeryüzüne inebilir. Bir kanat vuruşta âlemi birbirine katar, israfil de, yine öyle. Sur'a üfürüldüğünde kıyameti koparacak, bütün kâinat bir anda altüst olacaktır.
Yine bir kulunu Yüce Allah muktedir kılınca, o kul cihanı dize getirebilir. Nitekim çok kudretli padişahlar bu fena mülkünde hüküm sürmüşlerdir. Fakat bir zaman sonra kendileri de, ellerindeki kuvvet de bitivermiştir. Demek ki Allahü Teâlâ'dan başka herşey âcizdir. Âcizleri kadir yapan, kadirleri zelîl eden ancak O'dur.
Hani vaktiyle halifenin biri bir adamı zindana attırmış, üzerine demir kapıları kapatıp zincire vurdutmuştu. Bir de baktılar ki az zaman sonra adam Bağdat sokaklarında geziyor. Tekrar yakalayıp yine zincire vurdular. Adam zindandan yine çıktı. Sonra halifenin karşısına götürdüler, halife sordu:
“Bu ne iş be adam? Biz seni zincire vuruyoruz, sen hemen kendini dışarı atıyorsun. Seni kim salıveriyor?”
O velî zat tatlı bir tebessümle:
“Beni, dedi, senin güç ve kuvvet yetiremiyeceğin biri dışarı çıkarıyor.”
Halife öfkeyle bağırdı:
“Kimdir o?”
Adam cevap verdi:
“Allahü Teâlâ'dır!”
Allah'ın aziz ettiğini kimse zelil edemez. O halde, insan rabbinin büyüklüğünü ve herşeye muktedir olduğunu bir an hatırından çıkarmamalı ve elindekilere de güvenmemelidir. Ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır.
Allah'ın yardımından mahrum olan kimse bir şey elde edemez.
Alır götürür burdan, O Cânan'a yol beni.
Sarar ilâhî rahmet, mevc mevc ve kol kol beni.
Bende bir sermaye yok, hep O'na güvenirim,
Lütfuyla mazhar eder nimetine bol beni! [195]
“Arzu ettiğini öne alan, ileri geçiren.”
Kâinat dolusu varlıklar Allah'ın yaratmasıyla vücut bulmuşlardır. Kâinatın kendisi de Allahü Teâlâ'nın mahlûkudur. Ne var ki Yüce Allah seçtiklerini öne almıştır, ileri geçirmiştir. Bu âlemde herşey derece derecedir. Meleklerin yeri ayrı, insanların yeri ayrı, cinlerin yeri yine ayrıdır. İnsanları da din ve dünyaca bazısını bazısı üzerine derece derece kılmıştır. Ne insanların ilmi aynı derecede, ne zenginliği aynı derecededir. Yine hak yoluna davet umumî olarak yapılır. Ancak Allah'ın hidayet ettikleri davete koşar, bu sese kulak verir, ileri gider, ötekiler geri kalır. Halbuki Yüce Yaratıcının emir ve yasakları her kul içindir. Dünyayı kendisine mekân edinen herkese zaman zaman Peygamberler gönderilmiştir, kitaplar indirilmiştir.
Peygamberlere tâbi olanlar, Allah'ın emr ü fermanına uyanlar âlemde güneşler gibi pırıldamış, nefsin ve şeytanın ardınca gidenler de perişan olmuşlardır.
Yine insanlardan öyleleri vardır ki, Allah onlara hikmet vermiş, gönül uyanıklığı bahsetmiştir. Bazı kimselere de maddî imkânlar lütfetmiştir.
Alemde kim neye lâyıksa, Allah o kula onu verir. Veren de O vermeyen de O. Onun vermediğini kimse veremez. Onun ileri geçirmediğini kimse öne alamaz.
İnsan bütün gönül kapılarını açıp rabbine iltica etmeli ve bütün sebeplere yapışmak, yani çalışmalı, gerisini Allahü Teâlâ'nın takdirine bırakmalıdır.
Sultanü'l-Enbiyâ (s.a.v) efendimizin namazda son oturuşta selâmdan önce şu duayı okudukları rivayet edilir:
“Allah'ım! Önce yaptıklarımı ve sonra yaptıklarımı mağfiret et. Gizli yaptıklarımı ve açıktan yaptıklarımı bağışla. İsrafımı, haddi aşmamı ve senin benden daha iyi bildiğin hatalarımı affet. Sen rahmetinle dilediğini öne geçirir, dilediğini de kendi halinde bırakarak geri korsun. Senden başka (ibadete layık hiçbir) ilâh yoktur.” [196]
“İstediğini sona bırakan ve arkaya koyan.”
Aziz ve celil olan Allah dilediğini ileri aldığı gibi, istediğini de geri bırakır. Bazı kere öyle olur ki, insan kendini parçalayacak derecede çalışır, çırpınır, fakat bir adım ileri gidemez. Bunda mutlaka bir hikmet vardır. Bazı kere de âfet gibi görünen şeylerin arkası nimettir. Kul yalnız O'na teslim olmalı, herşeyi O'ndan bilmelidir. İhlâs ve güzel bir niyetle yapılan bütün işler ibadettir. Kolayca eie geçen nimetlerin kıymeti pek bilinmez. O sebeple Allahü Teâlâ güçlükler, meşakkatler verir ki, bu da kul hesabına bir lütuftur. Çünkü alın teri olmadan kazanılan servetler çok zaman günah ve isyan yollarında harcanır. Elbet kimin ne yapacağını ve ne niyet taşıdığını bilen de Allah'tır.
Herşeyi Allah'ın kudret elinde olan kul, kendisinin ileri alındığına veya geri bırakıldığına değil, ancak Rabb-i Kerimi ile aşinalık te'sisine, onun muhabbet ve dostluğuna ehemmiyet vermelidir. Bir kuldan o razı olduktan sonra, bütün âlem küs olsa ne gam...
İki cihanda da devlet ve saadet, Allah'ın razı olacağı işleri yapmaktır. Şu bir gerçektir ki, Allahü Teâlâ'nın emirlerine, âdâb ve erkânına dikkatle riayet edenler, şükür ve ubudiyeti eksik etmeyenler yükselir, ileri geçer, nefsin ve nevanın yaylasında at koşturanlar arkada kalırlar. Dünya az bir zaman onların yüzüne gülse bile, âhiretleri tam bir perişanlıktır.
Alemde en önde giden insanların en sona, sonda olanların da öne geçtiği çok görülmüştür. İnsan bir nimetin kadrini bilmezse o nimet elinden alınıverir. [197]
“Her şey üzerine kadîm olan, ilk, evveli olmayan evvel.”
Yüce Allah en evvel ve her şeyden öncedir. Kendisi için katiyyen başlangıç tasavvur edilemez. Çünkü bütün varlıkları hayat sahasına O çıkardı. O Zât-ı Akdes'e “Evvel” demek, ikincisi var demek değildir. Kendi zâtından evvel bir varlık sahibi yok demektir. Yerler, gökler, görünen, görünmeyen, bilinen, bilinmeyen her ne varsa, bütün var olanlar O'nun kudret elinden çıkmıştır. O'ndan evveli yoktur.
“EI-Evvel” ism-i şerifi, Allahü Teâlâ'dan gayri herşeyin sonradan olduğuna, yokluktan sonra var hale geldiğine delâlet eder.
Allah'ın sevgilisi, topyekûn zaman ve mekânın Peygamberinin bir niyazı vardır ki, herşeyi daha güzel ifade eder:
“Allah'ım! Sen (ilk ve) evvelsin, senden önce hiçbir şey yoktur. Sen âhirsin, senden sonra da hiçbir şey yoktur. Sen zahirsin, senin fevkinde, seni aşan hiçbir şey yoktur. Sen bâtınsın, senden öte (yine) hiçbir şey yoktur.” [198]
“Bakî olan, sonu gelmeyecek son.”
Kâinatta ne varsa, büyük küçük ne bulunuyorsa herşey biter, herşey helak olur, herşey fena bulur, ancak Allahü Teâlâ kalır. O'nun varlığının evveli olmadığı gibi sonu da yoktur. Nihayetsiz kudret sahibi O'dur. O Zât-ı Kibriya'ya “Ahir” demek, ondan önce biri var demek değildir. O'nun varlığı ezelî ve ebedîdir. Varlığının başlangıcı nasıl yoksa nihayeti de yoktur.
Ve Kur'an-ı Kerim'in beyaniyle:
“O'nun zâtından başka herşey helak olacaktır.” [199]
“Yer yüzünde bulunan her canlı yok olacak, ancak azamet ve ikram sahibi rabbinin zâtı baki kalacak.” [200] âyetlerinin ifade ettikleri mânâya göre bütün varlıkların tamamı helak olacak, ancak O kalacak.
Bilindiği gibi âlemdeki bütün varlıkların iki ucu vardır. Biri başlangıç, biri de son. Yani biri doğduğu, biri de öldüğü uçtur.
Meselâ: Güneş sabah doğuyor, akşam batıyor. O'nun bir doğuşu bir de batışı vardır. İşte her yaratık böyledir. Fakat, kudretine ve rahmetine nihayet olmayan Allahü Teâlâ böyle değildir. O, hem Evveldir. Zira bütün kâinatı yoktan var eden O'dur. Hem Ahirdir. Çünkü herşey fena bulacak, ancak O kalacaktır. Hâsılı, bütün yollar döner dolaşır O'na varır...
Zenginlerin nesi varsa O'ndan, güzellerin nesi varsa O'ndan, hükümdarların kuvvet ve kudretleri O'ndan, hayat sahiplerinin ömürleri O'ndandır. Ve herkes ona döndürülecektir. Evet:
Yaratan bin bir çiçek,
Bir O var.
İşte ölümsüz gerçek,
Bir O var!..
Hükmeden tene, cana,
Mâlik gönül kasana,
Senden de yakın sana,
Bir Ovar!.. [201]
“Kudret ve saltanatiyle aşikâr olan.”
O'nun kudretine yerde, gökte alâmetler vardır. O'nun varlığı, hemen herşeyde aşikârdır. Ayın gülen yüzüne baksan, ondan bir nişane görürsün. Nazenin çiçeklere nazar kılsan, O'nun kudretinin nakışlarını bulursun.
Zerreden küreye, güneşten aya, balıktan arslana, filden karıncaya kadar gördüğümüz her varlıkta, işittiğimiz her nağmede, dilimizin tattığı her lezzette O'nun kudreti zahirdir. Kendi vücudumuz, gözümüz, kulağımız, elimiz, ayağımız en mükemmel sanat eseridir. Bu eserin bir mimarı, bir sanatkârı yok mudur? Elbette vardır.
Zahir: Varlığı her şeyde açıkça görünen demektir. Çünkü âlemdeki herşey O'nun varlığına delildir. Hiçbir zerre, hiçbir nesne yoktur ki varlıkta ortaya çıkarken daha evvel O'nun varlığını isbat etmiş olmasın.
Bulutlardan tane tane karların inmesi, yağmurun oluk oluk akması, ırmakların dağlar arasında çağlaması, denizdeki dalgaların başlarını sahillerdeki taşlara vurması, bize O'ndan haberler sunmaktadır. Ama görmeye göz gerek, duymaya kulak gerek... [202]
“(Mahlûkatının nazarından) gizli olan.” Cihan mülkünü kullarına bahşeden Yüce Allah'ın varlığı, hem zâhir,yani aşikâr, hem gizlidir. Aşikârdır: Çünkü O'nun varlığını gözlerimize silinmez hakikatlar halinde gösteren eserler meydandadır. Gök başımızda, yer ayağımızın altındadır. Semâlarda milyarlarca yıldız gülümseyip durmakta ve onun kudretinden desenler, nişanlar, izler sunmaktadır. Yer küre ise bir gülistan, bir çiçek âlemidir. Yerde olanlar da, doğanlar, ölenler de hep O'nun varlığının nişaneleridir.
O gizlidir. Neden gizlidir? Çünkü O'nun varlığının hakikati, akılların idrak ve kavrayışına sığmaktan münezzehtir. O'nu künhüyle bilmek imkânı yoktur. Ama varlığını kat'î surette biliriz. Madem ki sayıya hesaba gelmez mahlûk var, o halde Hâlık da vardır. Artık Allahü Teâlâ'nın varlığı nasıl inkâr olunabilir ki? O'nu inkâra yeltenen kişi, bizzat kendini inkâr etmiş olur. Çünkü o adamı hayata mazhar eden Yüce Yaratıcıdır. O'nun ilmi, bütün ilimlerin üstünde, kudreti bütün kudretlerin fevkindedir. Herşeyi kulağından tutup emr ü fermanına boyun eğdiren O'dur. O, böylece aşikâr. Fakat O'nu tam kemâliyle tanımak ve bilmek mümkün olmadığı için de gizlidir. Çünkü akıl O'nu kavramaktan uzaktır. O'nun için ne yalnız zahir ne de yalnız bâtın diye hükmetmemeli, hükmü, atıftan sonraya bırakarak “Zahir ve Bâtın” demelidir.
Bizleri biraz tefekküre, intibaha getirmesi bakımından Risâle-i Nur'dan şu satırları aktarıyorum:
“Hem, nasıl berrde ve bahrde kemâl-i rahmetle rızıkları verilen ve kemâl-i hikmetle muhtelif şekiller giydirilen ve kemâl-i rubûbiyetle türlü türlü duygular ile teçhiz edilen bütün hayvanât birer birer yine o Kadîr-i Zülcelâlin vücûbuna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, heyet-i mecmuasıyla gayet geniş bir mikyasta azamet-i ulûhiyetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir; öyle de, bağlardaki muntazam nebatat ve nebatatın gösterdikleri müzeyyen çiçekler ve çiçeklerin gösterdikleri mevzun meyveler ve meyvelerin gösterdikleri müzeyyen nakışlar, birer birer yine O Sâni'-i Hakîmin vücûbuna şehadet ve vahdetine işaret etmekle beraber, külliyetleriyle gayet şaşaalı bir surette cemâl-i rahmetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir.
Hem, nasıl cevv-i semâdaki bulutlardan mühim hikmetler ve gayeler ve lüzumlu faydalar ve semereler için tavzif edilen ve gönderilen katreler, katreler adedince yine o Sâni'-i Hakîmin vücûbunu ve vahdetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir; öyle de, zemindeki bütün dağların ve dağlar içindeki madenlerin ayrı ayrı hasiyetleriyle beraber, ayrı ayrı maslahatlar için izhar ve iddiaları, dağ metanetinde bir kuvvetle yine O Sâni'-i Hakîmin vücûb ve vahdetini ve kemâl-i rubûbiyetini gösterir.” (Sözlerden)
Ey Rab! Ey yaradılış binasının mimarı,
Senin yüce lütfunla uçar, bal yapar arı!
Akıl aynası tozlu olan, bilmez bunları! [203]
“Her şeyi ve mülkünü tek başına tedbîr ve idare eden.”
Bilirsiniz ki, âlemde şehirler, memleketler vardır. Her şehirin bir idarecisi bulunur. Yine onun da başında bir hükümdar âmirdir. En küçük köylerden, en büyük şehirlere ve memleketlere kadar bütün cemiyetlerin emirleri, melikleri, valileri vardır ki, âlemin nizamı devam etsin.
Cihangir padişahlar, melikler, valiler yaratan ve bütün kâinatı, bütün mevcudatı idare eden biricik ve en büyük vâlî Allahü Teâlâ'dır. O, öyle bir vâlî-i a'zam, öyle bir meliktir ki, bütün kâinatı tek bir emirle yokluktan varlığa çıkardı. Dilerse bu kâinatın bir benzerini veya binlerce âlemi yine yaratmaya kadirdir. Kur'an-ı Kerim bize ferman ediyor:
“Allah'ın şanı, bir şeyin olmasını dilediği zaman, ona sadece “Ol!” demektetir; o (hemen) oluverir.” [204]
Yani hiçbir şey yoktur ki, O'nun tedbîr ve iradesiyle, kudret ve tasarrufunun te'siriyle olmasın. Yine herşey vakti geldiğinde ancak O'nun iradesiyle, emr ü fermaniyle ölür. Ölür de, öyle kalır mı? Hayır! Bu kere yeniden diriltmek yine O'nun kudretiyle olur. Bir kimse öldü de, artık onun işi bitti, ondan bir şey sorulmaz denemez. Ölenler O'na döndürülür, doğanlar O'nun lütfuyla varlık bahçesine gelir.
Şânı pek yüce olan Allah vâlîdir. Ne var ki, bizim bildiğimiz valiler gibi olmaktan münezzehtir. Meselâ: Bir vilayetin valisi ancak oturduğu odada, gözünün önündekileri görebilir. Odanın dışında cereyan eden hadiselere vâkıf olamaz. Nerde kaldı ki, bütün şehrin, bütün hadiselerini bilecek. Dahası var. Emrindeki insanların kendisi hakkında neler düşündüklerini, ne plânlar yaptıklarını ve neler tasarladıklarını bilmesi de mümkün değildir. Bir şehri tek başına idare etmek şöyle dursun, yüzlerce yardımcısı olduğu halde yine herşeyden haberdar olamaz. Onların cehaletlerini ayaklarının altına koymuş olsak, belki başları dağları aşardı. Allahü Teâlâ'nın ilmine karşı onların bilgisi bir hiçtir. Bildikleri zerre ise, bilmedikleri dağlar kadardır. İşte yaptıkları işler de böyle noksandır.
Buna mukabil Yüce Allah bütün kâinatta, yerde, gökte, denizlerin derinliklerinde, toprağın altında neler oluyor ve daha neler olacak; kim doğacak, kim ölecek, kim nereden nereye gidecek, bütün bunları takdir etmiştir. O'nun dediğinde ne bir fazla, ne bir eksik olur.
Bütün âlemde ardı arkası kesilmeyen hâdiseler O'nun takdir buyurduğu gibi akıp gider. Zaman suyu kurumadığı gibi, o zaman zarfında vuku bulan hadiseler de durmaz. Tâ ki, Allahü Teâlâ “Dur!” diyene kadar.
Âlem dolusu halkın, her birinin nerede, ne zaman doğacağını, nerede ne gün, hangi saatte öleceğini, hayat boyunca her nefeste neler yapacağını, kabirde başına neler geleceğini ve kıyametin ne zaman kopacağını bütün kemaliyle Allahü Teâlâ bilmektedir. Çünkü herşeyin dizgini O'nun elindedir. Olanlar, O'nun iradesiyle olmaktadır.
Aklı başında hiçbir kul, “ben gizlenirim de Allah benim ahvalimi, sırlarımı bilemez” demek cehaletini göstermez. Bu hal yalnız Âdemoğlu için de değildir. Bütün alemlerde ne kadar varlıklar mevcutsa, Yüce Hâlık, hepsinin ahvâlini tek tek bilir. Herşeyi ilmiyle, kudretiyle kuşatıvermiştir.
İşte O, böyle bir Vâlî-i A'zamdır. O'nun misli ve benzeri yoktur. O herşeyi kudret elinde tutandır. Diyeceğim o ki:
Sadece nedamettir şaşı kişinin kân,
Olmalıdır, ey adam, sende ibret nazan! [205]
“Noksanlıklardan yüce ve münezzeh, künhüne erişilmesi mümkün olmayan.”
Meselâ: Bugün padişah olan birinin yarın tahtından kara toprağa inmesi mümkündür, en zengin adamın en fakir hale gelmesi de yine mümkün. Tarihimizde Genç Osman diye bilinen ve Yedikule Zindanlarında boğdurulan talihsiz padişah son anında şöyle haykırmıştır:
“Hey ağalar! Görün dünyanın halini, daha sabahleyin padişah iken, mal ve mülkümün had ve hesabı yokken, şimdi on akçelik bir servete mâlik değilim. Üstelik canıma da mâlik değilim!”
İnsanlar yücelerden ta diplere inebilir, başkalarına muhtaç olabilir. Servetler, saraylar, saltanatlar elden gidebilir. Yani yaratılmışlar bir halde kalmaz. Ancak Aziz ve Celil olan Allah böyle şeylerden münezzehtir ve onun hakkında böyle bir ihtimâl düşünülmesi mümkün değildir.
O öyle bir Allah'tır ki, yerler, gökler, güneşler, aylar O'nun emr ü fermanına râm olmuştur. İstemekle O'nun mülkünden bir şey eksik olmaz. İsteyenler ne kadar artarsa artsın, onun ihsanı da artar. İstedikçe kullarına verir de verir.
O'nun kereminin rüzgârı taşları ayna yapar, kuluna kah inciler verir, kah altın madenlerinin kapısını açar, kah üzümler, incirler, hurmalar ve türlü türlü meyveler ihsan eder. Yani iradesine, hikmetine göre verir. Verir, herkesin hamur teknesine rızık koyar. Fakat vermekle hazineleri tükenmez. Kimse O'nu fakir edemez. Kimse O'nun kudretinin önünde duramaz. Hazineleri hiç bitmeyen biricik Ganî ve Müteâlî O'dur.
Zât-ı Zülcelâl bütün sıfatlarında hiçbir şeye benzememektedir. Yaratıklarda olabilecek noksanlıklardan beridir. Kuvvet ve galibiyetin en üstün olanı O'na mahsustur. O, neyi diler, neyi murad ederse herşey O'nun dediği gibi olur. Hiçbir şey O'na mani olamaz.
Yeryüzünde mekân tutan bütün insanlar, bütün ordular, en dehşetli silahlar, füzeler, atomlar, ışınlar, lavlar hep birden O'na karşı dursa; melekler, cinler de birleşip bu ordulara katılsa, yine Allahü Teâlâ'nın kudreti önünde zelil olurlar, O'nun mülkünden bir zerre koparamazlar, O'nun saltanatının eteğine el uzatamazlar. İzni, keremi olmadıkça hazinelerinden bir zerreyi cebren alamazlar. Fakat O dilerse bir anda bütün bu orduları helak edebilir. Feleği değirmen taşları gibi döndürür, yer küreyi bir ateş seli haline getirebilir.
Ve Allah buyuruyor:
“Göklerin ve yerin mülkü (bütün hazineleri) Allah'ındır. Allah her şeye hakkıyla kâdirdir.” [206]
O halde, Allahü Teâlâ'ya karşı boynumuz kıldan ince olmak gerek. Âlemde O'na baş kaldıranların başına neler geldiğini tarihin ibret sayfalarında görmek mümkündür. Yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim geçmiş ümmetlerin kıssalarıyla doludur. Nuh tufanını hatırlamak kâfi... Ne yazık ki insanlar ibret almıyorlar. Allah'ın mülkünde, Allah'ın verdiği nimetlerle yaşarken, Allahü Teâlâ'yı bırakıp da O'nun bunun izindeyiz diye nâra atanlar, hayatî yorgunluklarım cehennemin ateşten duvarlarına yaslanarak gidermeye çalışacaklardır.
Yâ Rabbi, Yâ Rabbi! Bu güzel isimlerin hürmetine, nurun şerefine bize merhamet buyur. Zalimlere, tağutlara meyletmekten bizi ve neslimizi koru. Bizi hep kendinle meşgul et ki, bir başkasına gidecek vaktimiz olmasın!.. [207]
“İyilik ve ihsanı bol olan.”
Bilirsiniz ki şanı yüce olan Allah kullarına kaldıramayacakları yükü vurmaz, onlar için hep iyilik ve kolaylık diler. İyi kullarını sever. İnsanlara karşı zorbalık edenleri, halkın boynuna basanları sevmez. Hatasından dönüp tevbe edenleri bağışlar. Tek günahı tek günah olarak yazdığı halde, bir iyiliğe on mislinden yedi yüz misline kadar mükâfat verir. Belki daha da çok, kat kat verir. O'nun iyiliklerinin ve ihsanlarının bir haddi hududu yoktur. Öyle ki, en azılı düşmanını rızıksız bırakmaz.
Şeyh Sadi bir hikâye anlatır ki gerçekten ibret. Şöyle: “İhtiyar bir mecusî bir odaya çekilmiş, kapıyı üzerine kapamış, kimse ile görüşmüyordu. Bunun bir putu vardı. Vaktini hep onun hizmetine hasretmişti.
Birkaç sene sonra o kötü mezhepli mecusiye yapılması lâzım bir iş zuhur etti.
Bîçâre mecusî hemen puta koştu. İyilik ümit ederek maksuresinin toprağı üzerinde, putun önünde yuvarlandı:
“Hey put! Âciz kaldım, canım boğazıma geldi. Bana merhamet et, bana imdat elini uzat!” dedi. Huzurunda birçok niyazlarda bulundu. Fakat işi yoluna girmedi.
Put insanların mühim işlerini nasıl halledebilir ki. Kendisinden sineği kovamaz.
Bunun üzerine mecusî fena kızdı, putu tahkir etmeğe başladı:
“Bu kadar senedir sana taptım. Hizmetinde bulundum. Yapılması mühim bir işim var. Yapmıyacak olursan beni bırak, Cenâb-ı Hak'tan dilerim' dedi.
Mecusî daha putun karşısında, yüzü toprakta iken, pâk ve münezzeh olan Cenâb-ı Hak onun muradını hasıl etti.
Hakikatleri aramak, taramak ile meşgul bir zât (Allah'ın bir velî kulu) mecusinin işine hayrette kaldı, düşünceye daldı. O, kendi aklınca şöyle diyordu: “Bir sersem, âdi, bâtıla tapan, başı henüz puthane şarabı ile sarhoş, gönlünü küfürden, elini hiyanetten yıkamamış iken Allahü Teâlâ onun muradını verdi. (Bu nasıl iş yâ Rabbi?)”
İşte o iyi kalbli zat bu işin sırrını düşünmekle meşgul iken, gönlünün kulağına şöyle denildi:
“O aklı eksik ihtiyar, putun önünde çok yalvardı. Fakat sözü makbule geçmedi, istediği olmadı. Sonra bizi andı, eğer bizim dergahımızda da kabul edilmeseydi, sanem ile Samed arasında ne fark olurdu?”
Ey dost! Gönlünü Samed'e bağla ki, insanlar sanemden daha âcizdirler. Eğer bu kapıya baş koyarsan, eli boş dönmek muhaldir.”
Gerçekten ibret değil mi? İşte Zât-i Kibriya kullarına karşı bu kadar kerem sahibidir.
Bizim putçular nerdesiniz? Haydi dönün Rabbinize!.. [208]
“Tevbeleri çok kabul eden.”
Beşer, şaşar demişlerdir. İşte bazı kere insanın kusurları, hataları olabilir. En güzel şey, hatada İsrar etmemek ve hemen Allahü Teâlâ'nın rahmetine yönelmekdir. Tevbenin asıl mânâsı dönmektir.
Samimî bir surette günahına tevbe eden, hiç günah işlememiş gibi olur. Yine güzel ameller kötülükleri mahveder. Çirkin ameller de insanın iyiliklerini bitirir. Allah (Azze ve Celle) şöyle buyuruyor:
“Ey mü'minler! Hepiniz Allah'a tevbe edin ki, felah bulasınız.” [209]
Tevbe edilmediği takdirde günahların altından kalkmak mümkün olmaz. Allahü Teâlâ, kulları için tevbe yollarını kolaylaştırmakta, gönüllerine ümit katreleri atmakta ve rahmetiyle tecellî etmektedir..
Bir kul bunları görmez, yüreği hiçbir şey hissetmez, yaptığına nedamet duymazsa yarın başına pişmanlık taşı dokunacaktır. Çok kimseler vardır ki, “yarın yaparım, yarın yaparım” der durur. Nice yarınlar gelir geçer de bir şey yapamaz. Bir de bakar ki, ölüm kuşu gelivermiş. Son anda, nefes boğaza düğümlenince nedamet duymanın kimseye bir faydası yoktur.
Cenâb-ı Hak bazı kullarının basiret gözünü açar, ibretli hadiseleri onun önüne çıkarır ve onu helakin eşiğinden dönderir. Çünkü O'nun rahmetine nihayet yoktur.
Günahlarımız dağları aşsa, deryaları doldursa, yine O'nun rahmetinden ümit kesmemek gerekir. Yalnız şu kadar var ki tevbe etmeden, O'nun kapısında boyun bükmeden, O'nun kereminin seline atılmadan boş ümit bir fayda sağlamaz. Çünkü Allahü Teâlâ zalimlerden intikam da alır.
Bir de günahın bağışlanması için kul hakkına tecavüz edilmemesi lâzım. Eğer bir kimsenin üzerimizde hakkı varsa, mutlaka onunla helâllaşmak yoluna gidilmelidir.
Dışımızı nasıl su ile temizlemek mümkün ise, iç dünyamızı da tevbe suyu pak eder. Tevbe edenler: Tâib,
Tevvâb olmak üzere ikiye ayrılır. Tâib, yalnız dış günahlardan tevbe edendir. Tevvâb ise, iç günahlar dediğimiz kötü huylardan da kendisini arıtan kimselerdir. Günah kirleriyle lekedâr olan ömür defterleri ancak tevbe süngeriyle silinebilir.
Dünyada ibret alınacak çok hadiseler cereyan etmiştir. Hakimiyet yüzüğüne tekme vuran Belh Sultanı İbrahim bin Edhem Hazretleri, Kabe'ye geldi. Kabe'nin örtüsüne tutunup rabbine şöyle yalvardı:
“İlâhî! Abdükel-âsı etâkâ
Mükırran biz-zünûbi kad deâkâ.
Fe'in tağfir fe-ente li-zâke ehlün
Ve in tatrud fe-men yerham sivâkâ.”
(İlâhî! Âsî kulun dergahına gelip yüz tuttu. Günahlarını tek tek ikrar ediyor, sana yalvarıyor.
Eğer (bu kulunu) affedersen sen zaten buna lâyıksın.
Eğer huzurundan kovarsan, senden başka bana kim merhamet edip acıyacak?”
A gam seline değirmen olan insanlar! İşte sultanlık budur.. Rabbinin huzurunda sultanlığın değeri mi olur? Kulluk, bin kere sultanlıktan evlâdır... Hazreti Mevlânâ (k.s.):
“Men bende şüdem, bende şüdem, bende şüdem,
Men bende behaclet beser efgende şüdem.
Her bende şeved şad ki âzâd şeved,
Men şâd ezânem ki türâ bende şüdem.”
diye çığlık koparmaktadır. Yâni: “Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum. Kulluk vazifemi lâyıkiyle eda edemediğim için mahcubiyetimden başımı önüme eğdim. Her köle âzâd olursa sevinir, mesrur olur.
(Ey Yaradanım Allah!). Ben sana ne zaman kul olursam o vakit sevinir, şad olurum!” [210]
“Suçluları adaletiyle hakettikleri cezaya çarptıran.”
Âlemde hiçbir zâlim cezasız kalmaz. Mazlumların hakkını zalimlerden alacak bir merci olmasaydı, dünya ateş deryalarına dönerdi. Allahü Teâlâ'nın öyle azap arslanları vardır ki, gaddar ve zalimleri pençe-i kahrında eziverir. Yine Yüce Allah dilerse bir sivrisinekle düşmanlarını helak eder. Nemrut'da olduğu gibi...
Kuştan ordularla fil ordularını yere geçirir. Ebabil kuşlarının Ebrehe ordusunu Mekke önlerinde bozguna uğrattığı gibi. Daha neler, neler!.. Kim vardır ki, O'nun kudretinin önünde bir lâhza durabilsin?..
İnsanlar şaşılacak gafletin içindedirler. Gözlerinin önünde koca koca çınarlar köklerinden sökülür, dağlar taşlar bir anda pamuk gibi atılır, en muhkem binalar yere geçer... Öyleyken yine ibret almazlar. Allah'tan korkmak lâzım, fakat bu yüreği taş kesmiş ahmak adamlardan bucak bucak kaçmak da lâzımdır. Çünkü, bunlar şeytanlar gibi huzur bozucu yaratıklardır.
Beşer içinde tek tek isyan edenler olduğu gibi, cemiyet halinde hüsrana koşanlar da vardır. Aziz olan, Kadîr olan, Hakîm olan, Vekîl olan, Celîl olan Allah, kendisine isyan edenleri ve insanların kanını dökenleri hemen cezalan-dırmaya, kahretmeye gücü ve kudreti yettiği halde, derhal cezalandırmaz. Onlara bir zamana kadar mühlet verir ve fakat bir de yakalarsa, artık hiçbir kuvvet zalimleri Allah'ın kahrından kurtaramaz.
Tarih sahnesinden silinen, yere geçen, âleme sadece adlan ibret kalan nice kavimler görülmüştür. Öyledir de, Adem'in evlatları yine ibret almaz. Kendilerine verilen mühleti bitmeyecek zannederler.
Bu insanlar dünyadan göçüvermek, ölüvermekle işleri bitecek, hesapları dürülecek değildir. İleride mahşer meclisi vardır, cehennem dereleri vardır.
Nebiler nebisi, cehennemi tasvir ederken buyurmuşlardır ki:
“Cehennem'de yetmiş bin vadi vardır. Her vadide yetmiş bin yol, her yolda yetmiş bin çukur vardır. O çukurlarda cehennem ehlinin yüzlerini sokarak azap eden yılanlar vardır.” [211]
Muaz bin Cebel (r.a.)'den nakil. Resûlüllah (s.a.v) buyurdular ki:
“Kudret ve iradesi ile yaşadığım Allah'a yemin ederim ki, cehennemin dibi o kadar derindir ki, şayet yavruları ile birlikte yedi semiz deve ağırlığındaki bir taş cehennemin ağzından düşse, dibine ancak yetmiş senede ulaşır.” [212]
Cehennemin ateşinin şiddetini ise akıllar kavramaktan âcizdir. Eğer ondan bir avuç ateş dünyaya düşecek olsa dünyada yanmadık bir yer kalmazdı... Mukaddes kitabımız Kur'an-ı Kerim'de de cehennemin ne felaket bir yer olduğu haber verilmektedir. Zalimler için kaçıp kurtulmak muhaldir. Şu fena mülkü dünyada, birkaç gün safa sürdüklerine, zorbalıkla halkı ezdiklerine bakıp da aldanmamak gerekir. Çünkü dünya harap, sonu türabdır. Ve Yüce Allah'ın intikam alması yamandır.
İşte “el-Muntekım” ism-i şerifi bize bunları da düşünmemizi hatırlatıyor. Allahü Teâlâ adaletiyle suçluları cezalandırır. Herkes ektiğini biçer ve kimse zerrece haksızlığa uğratılmaz.
Kur'an-ı Kerim'in beyaniyle işler şöyle olur:
“O kıyamet günü, mücrim kâfirleri birbirine bağlanıp kelepçelenmiş olarak görürsün.”
“Gömlekleri katrandandır ve yüzlerini de ateş kaplar.” “Çünkü Allah, herkesi kazandığı ile cezalandıracaktır. Gerçekten Allah'ın hesabı çok çabuktur.” [213]
Ya Rabbi! Seni tenzih ve tesbih ederiz. Senden başka ibadete layık ilâh yoktur. Bizi cehennem ateşinden uzak tut. Cennetini ve cennetin fevkinde cemâlini nasib et. [214]
“Çok affedici.”
Allah (Azze ve Celle), mahlûkatım rahmetiyle öyle kuşatmıştır ki, şeytan bile o rahmete ümit bağlar. İblis büyük cürmüne göre hemen helak olması gerekirdi, fakat Cenâb-ı Hak ona kıyamete kadar mühlet vermiştir.
Afv, intikamın zıddıdır. Çok kere çok suçlular intikama uğramaz da affa mazhar olur. Eğer Allahü Teâlâ insanlar gibi bir suçluyu hemen cezalandıracak olsaydı, âlemde kaç kişi ayakta durabilirdi. O, keremiyle, affiyle bazı kullarını sevindirir. Bazı kullarının gönüllerine pişmanlık ateşi düşürür, bazılarını da aşkının çırasına yakar. Alemde saadet işte budur. Çünkü en bahtiyar insanlar O'nun affına erenlerdir.
Affa ve bağışa mazhar olmak için yapılan günahlardan nedamet duymak, onların bir kötülük, bir kara belâ olduğunu bilmek ve candan yürekten tevbekâr olmaktır. Buna mukabil hergün günahlara yeni günahlar eklemek ve tevbeyi de hiç düşünmemek betbahtlık alâmetidir. O zaman ona intikam okları dokunabilir.
Dünyamızda akla hayâle gelmez kötülükler işlenmekte, adeta günah müsabakası açılmakta, başlar şarabın tesiriyle baş olmaktan çıkmakta, çok kere bazı insanlar hayvanlardan daha aşağı derecelere inmektedir. Öyleyken, cihanı yaratan Allah yine afüv ve hilmiyle muamelede bulunmaktadır, insanlara mühlet vermektedir. Gün olur belki Rablerine dönerler, tevbe ederler. Allah'ın bu geniş lütuf ve kereminden nasiplenmeyerek intikamına uğrayanların artık vay haline!.. Artık onlara bir acıyan, onların elinden tutan bulunmaz. Ve bir avuç nedametle helak olup giderler.
Bunlar, hayatı boyunca kötülük ekip kötülük biçenler, nefs ve hevanın yaylasında çadır kuranlar ve kötülüklerin, ahlâksızlıkların beşer arasında yayılmasına vesile olan kara ruhlu ve habis kimselerdir.
Âlemde O'nun affına, onun keremine, onun rahmetine muhtaç olmayan kimse yoktur. Peygamberler de O'nun rahmetine muhtaçtır, sıddîklar da, velîler de, şehîdler de...
Ve O Kerîm mabudumuz buyuruyor:
“Gerçekten Allah ziyade affedicidir, çok bağışlayıcıdır.” [215]
O'nun rahmetinin rüzgârı ömür ağacındaki günah yapraklarını dökmeye kâfidir. O, kullarına karşı daima bağışlayıcı ve müsamahakârdır.
Hep bilirsiniz ki anneler çocuğum ağlasın da ona meme vereyim diye bekler. Ağlamayan çocuğa meme verilmediği gibi, Yüce Allah'tan af ve mağfiret niyazında bulunmayanlara, tevbe ve istiğfara yanaşmayanlara ve inkâr üzere olanlara bir saadet baş göstermez.
Günahlarını hatırlayarak ağlamak büyük sermayedir ve bulunmaz bir devlettir. Allah korkusundan dolayı gözden düşen bir damla cehennemleri söndürür.
İki şeyi birbirinden ayırmak lâzım: Mağfiret, sadece günahların üzerine bir perde çekmektir. Af ise, günahların izlerini de silip yok etmektir. Bu sebeple af, mağfiretten daha ileridir.
Kabe kuşu diye meşhur olan büyük velîlerden Ebû Bekir Kettânî Hazretleri anlatır:
“Kabe'de, tefekkürümün en derin anında bir lâhza dalıvermiştim. Yüzü zühre gibi güzel bir genç karşıma dikili verdi. Sordum:
“Sen kimsin?”
“Ben, dedi, takvayım!”
“Peki, dedim, nerede durursun? Dedi ki:”
“İşi gücü helâl, haram ayırmak olan ve günahlarına ağlayan adamın, bir de dertlilerin kalbinde!”
Sonra diğer tarafa nazar ettim. Ne göreyim? Çirkin ve korkunç yüzlü ve simsiyah bir kocakarı. Ona da sual ettim:
“Sen de kimsin, a nursuz yaratık?”
“Ben, dedi, kahkaha, zevk ve keyfim!”
“Peki, dedim, mekânın neresidir? Korkunç bir surette güldü de dedi ki:”
“Cahillerin, günahkârların ve çok gülenlerin kalbîndeyim. Beni arayan orada bulur.
İnsanlar durmadan gülerler, kahkaha atarlar, fakat henüz bir günahlarının bağışlandığından bile haberleri yoktur. Zaten gönlü uyanık kişi kahkaha atamaz, sadece tebessüm eder.
Ey günleri günlere ekleyip uyuyan kişi! Geride kaç günün kaldı biliyor musun? Ölüm uykusu seni sarmadan uyan ve rabbinin dergahına yüz tut. Senin için başkalarının ağlaması sana fayda vermez. Allahü Teâlâ'nın “Afüvv” olduğunu bil de ümitsizlik batağına düşme, ama O'nun intikamını da unutma!... [216]
“Çok esirgeyici.”
Nihayetsiz kudret sahibi olan Allah pek re'fetlidir. Yani acıma, esirgeme, merhamet etmede bir tanedir. Hiç kimsenin merhameti ve esirgemesi O'nun merhametine ulaşamaz. Hatta Kur'an-ı Kerim'de Nebiyy-i Zîşan (s.a.v) efendimizi bu isimle şereflendirmesi, ona bir fazl u keremdir. Elbet O'nun ümmetine karşı merhameti, anne ve babanın çocuğuna karşı olan merhametinden çok çok fazladır. Ne var ki, Allah'ın rahmetinin yanında o bir nefes bile değildir.
Allah (Azze ve Celle) en büyüktür, en zengindir, en kudretlidir. Kudret eliyle yarattığı bu kâinatı ve içindekileri isterse bir anda, göz açıp kapayacak kadar müddet içinde yok edebilir. Mahlûkatından hiç birine muhtaç değildir. Aksine bütün varlıklar O'na muhtaçtır. Mahlûkatınaa muhtaç olmaması, onlara karşı re'fet ve rahmetine mâni değildir. O'nun merhameti sayesinde mahlûklar birbirlerini esirgerler. Yırtıcı bir arslanın yavrusunu ağzına alıp gezdirmesi, yılanların bile yavrularına gönül açması hep Allah'ın rahmetinin eseridir.
Evet:
Arılar bal vermezdi,
O hoş rahmet olmasa.
Ağaçlar dal vermezdi,
O hoş rahmet olmasa!
Ne gül ara, ne ipek,
Ne çift olurdu, ne tek,
Yüzler nasıl gülecek?
O hoş rahmet olmasa!
Ten kururdu, can kurur,
Dert büyür, derman kurur,
Ümitler her an kurur,
O hoş rahmet olmasa!..
Allahü Teâlâ'nın geniş re'feti her şeyde aşikâr olarak görülür. Arıda bal, denizlerde inci, asma dallarında üzüm, kayalar arasında pınarlar hep O'nu göstermektedir. Toprakta biten nebatlar, hazırlanıp soframıza gelen nimetler, daha neler, neler...
Bir bakınız ki insanlardaki letafet ve melâhat ne derecededir? Yüce Allah insanı, hilkatin gayesi, mahlûkatın ekmeli olarak yaratmıştır. Herşey insanın hizmetine amadedir. Güneş bizim için doğuyor, ay bizim için gülüyor, çiçekler bizim için ellerine kına yakıyor, arılar bizim için petek petek bal imal ediyor. Artık bu kadar çok nimeti bize lütfeden Rauf u Rahîm'e bir teşekkürü aklımıza getirmez, ona hamdimizi sunmaz isek, bizim neremiz mahlûkatın fevkinde olur?..
Biz, hiç durmadan gece gündüz ibâdet etsek, yine O'nun nimetlerinin şükrünü hakkıyla ifâya kadir olamayız. Fakat O bizden kaldıramayacağımız yükü de istemiyor. O'nun büyüklüğünü bilip, O'ndan başka ibadete lâyık ilâh olmadığına şehadet getirmemizi kâfi görüyor. O sultanlar sultanını bırakıp, fânilere tapanlar, âlemi putlarla dolduranlar hor ve hakîr olarak cehennem derelerine yuvarlanacaklardır.
Birkaç nefeslik ömürlerinde, ele geçirdikleri makam ve mevkilerde kibirlenmek kolaydır. Ama yarın! Can alıcı, zalimleri kahredici ölüm meleği geldiğinde, o gurur heykelleri kedilerden daha korkak olmaktadırlar.
Daha ben ne diyeyim ki? Bütün ömrüm boyunca durmadan Allah'ın nimetlerini saysam yine güç yetiremem.
“Ey yeterli nimet sahibi.
Ey geniş rahmet sahibi.
Ey tam hikmet sahibi.
Ey mükemmel kudret sahibi.
Ey kesin hüccet ve delil sahibi.
Ey kerametler sahibi.
Ey yüce sıfatlar sahibi.
Ey dâimi izzet sahibi.
Ey sağlam kuvvet sahibi.
Ey geçmiş minnet sahibi (Rabbimiz!)
Seni tenzih ve tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur. Sen emansın; bizi cehennem ateşinden halâs et.” [217]
“Mülkün hakikî sahibi.”
Ezelden ebede mülkün sahibi ve hükümdarı ancak Allah'tır. Yerde gökte olanlar O'nundur ve her bir şey O'nun emr ü fermanı üzere ayakta durur.Yani mâlikiyetinde olsun, melikiyetinde olsun, O'na kimse ortak ve benzer olamaz.
İnsanlardan bazılarının hükümdar olması, mülklere mâlik bulunması, padişahlık tahtına oturması, hep O'nun vergisi ve keremidir. Yine bazı kimselerin çok çok zenginlikle nimetlendirilmesi de elbet O'nun ihsanıdır. Fakat hem hükümdarların, hem de zenginlerin bu saltanatları ebedî değil, geçici bir şeydir. Cihanda bir padişah ne kadar uzun müddet saltanat sürse de sonunda tahtından kara toprağa düşecek, bütün mülkü elden gidecektir. Ancak kendisi bir kefenle kabre uzanacaktır.
Demek ki insanların mal-mülk sahibi, saltanat sahibi olmaları gerçek mânâda hükümdarlık değil, Allah'ın verdiği bir müsaadedir. Ve kullar için bunlar bir imtihandır. Bir kul, kendisine bahşedilen nimetleri, mülkleri Allah yolunda feda etmeyip nefs ü hevânın ve şeytanın emrinde akıtırsa, o kuvvetler, o saltanatlar, o nimetler elinden alındığı gibi, kendisi de en büyük cezaya uğratılır.
Âleme nice padişahlar gelmiştir ki, sonları dağdaki çobandan daha beter olmuştur. Ve yine nice hükümdarlar saltanat sürmüştür ki, gerçekten gıpta edilmeğe değer.
Meselâ: Şarkın büyük sultanı Selâhaddin Eyyûbî. Ölüm yatağına uzandığında kefeninin bir mızrağın ucunda sokak sokak gezdirilmesini ve halka şöyle nida edilmesini istedi:
“Ey insanlar! Şarkın hakimi Selahaddîn-i Eyyûbî ölmek üzeredir ve ahirete ancak şu bez parçasını götürebilecektir. İbret alınız!”
Gerçekten ibrettir! Ne “var ki, insanlar hadiselerden ibret almazlar. Zaten ibret alınmış olsaydı, aynı belalar tekrar insanların başına gelmezdi...
İşte insanların hükümdarlığı da kendileri gibi fanidir. Gerçek ve hakiki hükümdar ancak Allahü Teâlâ'dır. O, Mâlikü'1-Mülk olduğu için kulların elindeki de O'nun mülküdür. O kadar ki, kulun bizzat kendisi de O'nundur.
Sadece bu kâinat, bu gökler, bu denizler, bu güneşler O'nun değil; âhiret de O'nundur. Cennet onun rahmeti, cehennem O'nun azabıdır. Mahşer divanının hâkimi de O'dur. O gün yalnız O'nun merhamet ettikleri kurtulabilir.
Demek, bizim elimizdekiler muvakkattir. Hiç bir şeyimiz bakî değildir. Ancak bu nimetleri bakî yapmak, faniyi bakîye tebdil etmek mümkündür. O da, nimeti verenin yolunda harcamakla olur.
Bir damla sudan peri gibi güzeller yaratan Allah'ın şanı pek yücedir. Yerde, gökte gerçek melik O'dur. Herkes O'nun kulu, herşey O'nun mülküdür. Arş-ı Kerim de O'nun hükmüne baş eğmiştir, Cebrail Aleyhisselâm da...
Ve Allah buyuruyor:
“Mutlak olarak mülk sahibi olan Allah, çok yücedir. Ondan başka hiçbir ilâh yoktur; kerim olan Arş'ın rabbidir.” [218]
A canlar! Allahü Teâlâ bizim Rabbimiz, Melikimiz, bir tek İlâhımızdır. Ondan gayri mak mâbud yoktur. Dünyamız da O'nu kudret elinde, ahiretimiz de. O halde, kul olmanın sırrını unutmamalıyız. Bizim baş vuracak, gönül yaralarımıza merhem olacak bir başka merciimiz yoktur.
Evet:
Pay edilmeyen nedir, niceye bu didişmek?
Tek çâre biliyorum: Allah aşkında pişmek! [219]
“Ululuk ve ikram sahibi.”
Celâl: Büyüklük, ululuk, azamet ve şan manasınadır. Allahü Teâlâ'dan başka büyük yoktur. “Allahü Ekber = Allah en büyüktür!” diyoruz. İşte büyüklük nişanesi olan ne kadar kemâlat varsa hepsi Allah'a mahsustur.
Meselâ: Peylgamberi Zîşan efendimiz için “Büyük” veya hükümdarlar ve velîler için büyük dediğimizde, kendileri gibi insanlar, mahluklar içinde büyük demektir. Yoksa Allahü Teâlâ'ya karşı büyüklük düşünülemez. Büyüklük, ululuk, azamet hep O'nundur. Bu sonsuz kemâlâttan, velev bir tek olsun mahlûklarda bulunmak ihtimali yoktur. Çünkü bütün varlıkların dizgini Allah'ın kudret elindedir. Kereminin rüzgârı baharlara güller hediye eder. Rahmeti bulut olup başımızda dolaşır. Suyumuz, rızkımız kendiliğinden ayağımıza gelir. Yani Allahü Teâlâ gönderir, biz elimizi uzatır alırız.
Şu kadar var ki, şanı pek yüce olan Allah büyüklüğünü göstermek, rahmetini sezdirmek, celâlini hissettirmek için, kullarında o kemâlâtın nakışlarını, desenlerini, izlerini ve nice nişanelerini yaratmıştır.
Yavuz Sultan Selim Han'ın şahsında celâletin izleri açıkça görülür. Bu demek değildir ki, büyüklükte, azamet ve ululukta Cenâb-ı Hakk'a ortak olabilsin. Allah'ın sonsuz kudreti ve büyüklüğü, akılları elsiz ayaksız bırakır. Hâsılı: O Zât-ı Kibriyânın büyüklüğü önünde zatlariyle, sıfatlariyle ve her şeyleri ile bütün mahlûkat hiçtir. Cebrail (a.s.) bile, kendisine tahsis edilen yerden ileri bir kıl ucu kadar gidecek olsa mahvolur. Yani her büyük, Allah'ın yanında küçüktür. Allahü Teâlâ izin vermedikçe kimse bir şeye mâlik olamaz. Ve yine Allah'ın karşısında kimse tutunamaz. Dünyanın en muhkem kaleleri, en modern binaları, çelikten kapıları bir lahzada yere geçer. Çünkü O azamet ve celâletiyle herşeyi birden helak edecek derecede büyüktür. Buna zelzeleler en güzel misâldir.
Meselâ: Geçen sene Japonya'da olan zelzele. Öyle binalar, öyle köprüler inşa edilmişti ki, yıkılmasına imkân ve ihtimal yok gözüyle bakılıyordu. O demir köprüler üç-beş saniye içinde pamuk gibi atıldı ve herşey yere geçti... insanlar bunu görüyor da “Deprem oldu!” diyorlar. Ve Allahü Teâlâ'nın azameti karşısında ürpermiyorlar. Böyle gecenin sabahı olur mu?
Düşünmek gerektir ki, Allah (Azze ve Celle), biz yok iken bize hayat mahşetti ve türlü türlü nimetlerine müstağrak kıldı. Sadece varlık âlemine biz de gelmiş değiliz. Herşey yoktan var edildi. Üzerinde hayat sürdüğümüz şu dünya bir zaman yoktu, hatta zaman da mevcut değildi. İşte zaman suyu bir nefes durmadan yaratıldığı andan beri akıp gidiyor. Tâ ki, kendisine tahsis edilen vakte kadar. Yani neye mâlik isek hepsi, celâl ve
ikram sahibi rabbimizin bir ihsanıdır.
Ve Allahü Teâlâ soruyor:
“Yeryüzünde olan her canlı fânidir. Yalnız azamet ve ikram sahibi rabbinizin zâtı bakidir.
O halde rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz?” [220]
Şu anda elimizde olan hayat bir nimet, içinde bulunduğumuz dünya bir nimet, teneffüs ettiğimiz hava, içtiğimiz su, yediğimiz ekmek birer nimettir. Yani Allahü Teâlâ'nın nimetlerini saymaya sayılar kâfi gelmez. İşte O böyle ikram sahibidir. O zaman şükrümüz, hamdimiz, kulluğumuz hep O'na olmalıdır. Fanilere gönül bağlayanlar bir avuç nedametle toprağa karışacaklardır. Çünkü o fanilerin onlara Cennet vermeye kudretleri olmadığı gibi, cehennemden kurtarmaya da güçleri yoktur.
Sözü bir şiirle noktalayalım:
Sensin ilâh, rab bana,
Yâ Azîz-ü Yâ Celîl.
Verme ızdırab bana,
Yâ Azîz-ü Yâ Celîl!
Can lâlemi har[221] etme,
Sen sonumu nar etme,
Bir başkaya yâr etmek,
Yâ Azîz-ü Yâ Celîl!
Rahmetini bol bol ver,
Bize bükülmez kol ver,
Ta cennetine yol ver,
Yâ Azîz-ü Yâ Celîl! [222]
“Cümle mazlumlara insaf eden, âdil ve işleri denk olan.”
Âlemde bütün mazlumlara nigehban, bütün dertlilere tek merci', çaresizlere yegâne ümit Allah (Azze ve Celle)'dir. En üstün adalet ve merhamet sahibi de O'dur. Her işi, her şeyi birbirine denk ve lâyıktır. Kullarını esir-gemekde, onlara rahmetini eriştirmekte ve onları her belâdan halâs etmektedir. Eğer O kerem ve rahmetini kesecek olsa kimsede derman kalmaz. O Zât-ı Akdes'in kullarına muamelesi, adalet ve merhamet üzerinedir. Hiçbir ferde zerrece haksızlık edilmez. Kimsenin yaptığı zerre miktar hayır zayi olmaz. Hatta bir iyilik on mislinden yediyüz misline kadar kat kat artırılır. Kullarının niyetine göre daha fazlasını da ikram eder.
Yine Allahü Teâlâ, insanların birbirlerine yaptıkları haksızlıkları düzeltir, hakkı yerine getirir. Zalimlerden mazlumların hakkını alır...
O'nun yaptığı işlerde denksizlik, eğrilik olmaz. O herşeyi en güzel yaratandır. Yıldız dolu semâlara, çiçek âlemi bahçelere, ipek kanatlı kuşlara, yeşil başlı ördeklere, beyaz kuğulara can gözüyle nazar edecek olsak, ne harikalar, ne nadide sanatlar görürüz.
Kendi vücudumuz bir başka âlem. Bu kadar mükemmel bir makinayı hangi fen icat edebilir? İnsanlık henüz gözümüzün sırrını çözmüş değil. Bir et parçası, bu kadar güzellikleri nasıl kavrayıp bize ulaştırıyor. Göz âlemi gördüğü halde kendisini göremez. Şanı pek yüce olan Allah bize göz bağışlamasaydı, gülleri, çiçekleri, arıları, ceylanları, kuşları, şahinleri, yıldızları, güneşleri nasıl temâşâ ederdik?
Şu yüce dağlar, şu engin denizler, şu yemyeşil ovalar ve ruha safa veren ormanlar hep Allah'ın kudretinin eseridir. Hâhk-ı Kerim Hazretleri, bunları, bu doyumsuz güzellikleri görebilmek, bunların zevkine erebilmek için bize göz bağışlamıştır. Yazı yazabilmek için kalem tutan eller vermiştir. Ellerimiz kaç boğum bir araya getirilerek yaratılmıştır? Eğer O bize bunları bahşetmeseydi bütün bu güzelliklerin icadı boş ve abes olmaz mıydı?
Sarı gül, hoş menekşe,
Verir miydi bir neş'e?..
Etrafımızda ne nadide güzellikler, ne harika eserler vardır. Gözü bakıp gönlü uykuda olanlar bunların sırrına vâkıf olamaz. Allahü Teâlâ'nın asarını göremez ve mal gibi gelir, mal gibi gider...
Evet:
Dalâletin kör gözü bir bakmıyor ki göğe,
Alemden ibret alıp veda etsin körlüğe!..
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri diyor ki: “Bak, nasıl sahife-i arz üstünde Zât-ı Ehad-i Samed'in hatemlerini az dikkatle görebilirsin. Başını kaldır, gözünü aç, şu kâinat kitab-ı kebîrine bir bak. Göreceksin ki, o kâinatın hey'et-i mecmuası üstünde, büyüklüğü nisbetinde bir vuzuh ile Hâtim-i vahdet okunuyor. Çünkü, şu mevcudat bir fabrikanın, bir kasrın, bir muntazam şehrin eczaları ve efradları gibi bel bele verip, birbirine karşı muavenet elini uzatıp, birbirinin sual-i hacetine:
“Lebbeyk, başüstüne!” derler, el ele verip bir intizam ile çalışırlar, başbaşa verip zevi'l-hayata hizmet ederler, omuz omuza verip bir gayeye müteveccihen bir Müdebbir-i Hakime hizmet ederler.
Güneş ve aydan, gece ve gündüzden, kış ve yazdan tut, tâ nebatatın, muhtaç ve aç hayvanların imdadına gelmelerinde ve hayvanların zayıf, şerif insanların imdadına koşmalarında, hatta mevadd-ı gıdâiyenin (gıda maddelerinin) latîf, nahif yavruların ve meyvelerin imdadına uçmalarında, tâ zerrât-ı taâmiyenin hüceyrât-ı beden imdadına geçmelerinde câri olan bir düstur-u teâvünle (yardım ile) hareketleri, bütün bütün kör olmayana gösteriyor ki, gayet Kerîm bir tek Mürebbî'nin kuvvetiyle, gayet Halcim bir tek Müdebbîr'in emriyle hareket ediyorlar...” (Yedinci Lem'a'dan)
Kâinatın içinde cereyan eden şu muntazam hadiseler, şu yazlar, şu baharlar, şu kışlar, şu güneşler ve şu aylar durmadan kendi hal dilleriyle bize haykırıyorlar:
“Ey Allah'ın kulları! Aklınızı başınıza devşirîn, siz başıboş bırakıldığınızı mı zannediyorsunuz? Bir zerre bile tesadüf eseri olarak yerinden oynamaz. Yüce yaratıcı, herkesin istidadını ve kimin neye lâyık olduğunu kemâliyle bilir ve ona göre her hakkı, hak sahibine ulaştırır.”
Gerçekten öyle. Kim neye müstahak ise mutlaka onu bulur. Dağlar gibi serveti olan nice adamlar vardır ki, şükürsüzlükleri sebebiyle herşey ellerinden gitmiş, kendileri de intihar ederek güya beladan kurtulmuşlardır. Allahü Teâlâ, vakti gelince verdiklerini geri almak için kimseye sormaz ve bir şarta da tâbi değildir. Fukarayı zengin, zengini fukara yapmak O'nun elindedir. Dilerse bir garibin başına devlet kuşu kondurur, dilerse bir sultanı tahtından aşağı indirir.
Hüsranın yaylasına çadır kuranlara, azıp zıplayanlara, günah ve isyanın derelerine akanlara ve Zât-ı Kerimini unutanlara, yani âsî ve mücrim kullarına, zalimleri musallat kılar, onları zâlimlerin eliyle terbiye eder. Sonra da zalimleri birbirine düşürür. Herkes ektiğini biçer ve yine herkes gün gelir hesap diyarına göçer.
Biliyorsunuz, İslâm tarihinde Haccac diye meşhur olmuş bir vali adam vardır. Adam vali değil, sanki ölüm makinası idi. Tane öğüten değirmen taşları gibi insan kellelerini bedenlerinden yere düşürüyordu. Bir gün ona:
“Ey emîr, dediler, bu ne insafsızlık! Sen hiç Hazreti Ömer'in adaletinden ibret almaz mısın? Müslümanlara ettiğin bu cefâ nedir?”
Haccac yaman bir karşılık verdi:
“Hazreti Ömer'in devrinde Ebû Zer'ler, Ammar'lar, Selman'lar vardı. Siz bana öyle müslümanları getirin, ben de Ömer gibi olayım!”
Gerçekten doğru bir söz. Evet, insanlar azar, Allah'a isyan ederse, Allahü Teâlâ da başkalarını onlara musallat eder. Başımızın bir türlü selâmet bulmaması işte bundandır. Kimseye haketmediği cezayı Cenâb-ı Hak göndermez.
Gemisiz denize açılan kişiye akıllı denmez. Ölümün hak olduğunu bildiği halde ölümden sonrası için azık hazırlamayanlara idrak sahibi gözü ile bakılmaz. Allah'ın, kâinatta nasıl muazzam bir nizamı varsa, ahirette de öyle ilâhî teşkilatı vardır.
Evet:
Göz vermiş, gönül vermiş, can bahşetmiş Hak sana.
İsyan ettiğin müddet belâ müstahak sana.
Allah'a inandım de, sonra da dosdoğru ol,
Müjdelerle gelecek o zaman Burak sana!.. [223]
“Herkesi istediği an, istediği yerde toplayan.”
Cem': Mânâ olarak, dağınık şeyleri bir araya toplamak, yekûn haline getirmek demektir. Bir kere düşününüz ki, tâ Hazreti Adem devrinden beri bugüne gelinceye kadar nice milyarlarca insan toprağa karışmış, yok olmuş, zerre zerre dağılmıştır. Onlardan hiç bir eser, bir nişane kalmadığı halde, kudreti sonsuz rabbimiz, bütün o dağılmış, yok olmuş insanların vücutlarının her bir zerresini bir araya getirip birleştirecek ve tüm insanları mahşer meclisinde huzuruna alacaktır. Milyarlarla ifade edilemiyecek derecede çok insanın zerreleri, bedenleri birbirine karışmıştır. Hatta hayvanların bedenleri de toprakta yok olmuştur. Öyleyken, hiç birini diğerine karıştırmadan her canlıyı tek tek ve ayrı ayrı tekrar vücuda getirmek Allahü Teâlâ için pek kolaydır. Allah'ın ezelî ilminde, her insanın vücudunu teşkil eden zerrelerin sayısı, miktarı, bulunduğu yer, gün gibi aşikârdır. O'na gizli kalabilecek bir yer yoktur. Herbir bedenin zerreleri bir anda birleşip eski haline gelivermesi Yüce Allah'ın tek bir fermanına bakar. Zât-ı Zülcelâl “Ol!” der, milyarlarca ölmüş beden birden hayat bulur ve herkes hesap için hâzır olur.
Sadece vücutların bir araya gelmesi ile iş bitmez, o bedenlere ruhları da iade olunacaktır. Hiç birinin ruhu diğerinin bedenine gitmeden herkes kendi mekânında karar kılacaktır. Aciz insanın aklı bu muazzam yaratılışı kavramakta yine aciz kalır. Ancak iman nuru ile pırıldayan gönüller ve akıllar bunda şüphe etmez. Çünkü hiç yoktan var etmek bundan daha acaiptir. Zorluklar, imkansızlıklar ancak bize göredir. Allahü Teâlâ eksikliklerden münezzehtir.
Hayatı, ölümü yaratan O'dur. İnsanı bu çemenler diyarı dünyaya göndermiştir ki bakalım hangisi amelce daha güzel işler başaracak. Aslında o imtihanda kimlerin kazanacağını, kimlerin kaybedeceğini tâ ezelden bilmektedir. Öyledir de, güya tecrübe ediyormuş gibi fiilen bu işi açığa vurmak; her kişiye, her ferde ve herkese kendi yaptığıyla kendi derecesini bildirmek ve bu suretle de kimsenin kimseye bir diyeceği kalmamak hikmetiyle insanlar dünyada kendi iradeleriyle başbaşa bırakılmıştır. İyilik yapan mükâfatını, kötülük yapan da cezasını görecektir. Herkes bu fena mülkünde, her gün ya kazanmakta, ya ziyana uğramaktadır ve herkesin sayılı nefesleri son ana doğru kanatlı kuşlar misali uçup gitmektedir.
İnsanın yüzüne ölümle beraber dünya kapısı kapanacak, ölümün ardından ahiret yolları açılacaktır. Dünyada mekan tutan herkes mîzan başında hesap verecek ve büyük mahkeme herkese lâyık olduğu yeri gösterecektir.
Bu dünyadan nice Yusuf gibi güzeller, nice Züleyha gibi gün görmemiş inciler ve nice Süleymanlar göçüp gitmiştir. “Ben sarayımdan, servetimden, cariyelerimden ayrılıp bir yere gitmem!” diyebilecek bir arslan henüz yaratılmamıştır. Bütün beşer kıyamet zelzelesiyle kabirlerinden kalkıp mahşer meclisinde toplanacaktır. İyiler rıdvan yurdu olan güzel cennete, kötüler ve zalimler de ateş diyarı ve azap çukuru olan cehenneme konulacaktır. Aziz ve celîl olan Allah dostlarına cennet ve dîdâr neş'eleri lütfederken, düşmanlarını da felâket yurdu cehennemde cem edecektir.
Bizim o günden elbet zerrece şüphemiz yoktur. Ve biz rabbimizin bize öğrettiği şekilde dua ederiz:
“Ey Rabbimiz! Muhakkak ki sen, geleceğinde hiç şüphe olmayan bir günde insanları toplayacaksın. Şüphesiz Allah vaadinden dönmez.” [224]
O gün zalimler, kâfirler, zorbalar, Allah'ın dinine taş atanlar kendilerini büyük mahkemede buluverecekler. Hak sahipleri zalimlerin eteğine yapışıp davacı olacaklardır. Milyarlarca insanın içinde o adam beni nasıl bulacak? gibi bir bâtıl düşünce akla gelmemelidir. Yaz ortasında birden kışı, kış ortasında birden yazı, soğuğu, sıcağı, havayı, suyu, zerreyi, küreyi halkeden Yüce Yaratıcı, elbet herkesi bir araya toplamaktan aciz değildir. Hem öyle toplanacak ki, dünyadaki gibi insanlar birbirlerine tecavüz edemeden, bir diğerinin hakkına el uzatamadan Allah huzurunda bulunacaklardır. Zengin, fakir, güzel, çirkin, genç, ihtiyar, kadın, erkek, kim varsa herkes kendi nefsinin derdine düşecektir.
A iyi dostlar!
Ben derim ki, o gün gelmeden uyanmak lâzımdır. “Yarın yaparım, yarın yaparım.” sözünü bırakınız da fırsat elde iken bugün bir şey yapınız. Çünkü nice yarınlar geçti, elimiz hâlâ boş. Gün gelir elimizdeki yarınlar da tükenir.
Hayat, akan bir ırmak ve çözülen makara,
Can denize düştükte, artık görünmez kara!.. [225]
“Zâtı ve sıfatı ile her şeyden müstağni, çok çok Zengin.”
Alemde bir zengin düşününüz ki, onun hiçbir şeye ihtiyacı olmasın, bir eksiği bulunmasın. İnsanlar için bu mümkün müdür? İnsan sadece zengin değil, bütün dünyaya mâlik olsa, o yine bir başkasına muhtaçtır. Zengin ise; hiçbir şeye muhtaç olmayan, hiçbir suretle bir başkasına dayanmayan ve her ihtiyaçtan berî olan demektir. İnsanlar için bu muhal. Bu sıfat, tam ve mutlak mânâda Allahü Teâlâ'ya mahsustur. Çünkü Hâhk-ı Zîşan, gerek zâtında, gerek sıfatlarında, gerek işlerinde hiçbir zaman, hiçbir şeye muhtaç değildir. Aksine âlemlerin bütün ihtiyacını karşılayan, bütün varlıkların rızkını veren, kapısında boyun bükenlerin ellerini boş döndürmeyen yegane zengin O'dur. O'nun hazinelerini bitirmeye kimsenin gücü yetmez. O, kendi zâtından istedikçe isteyenleri sever. Halbuki dünya sultanları, kapısına gelenlerden hoşlanmaz.
O'nun hazinelerinde herşey vardır, ancak “Yokluk” yoktur. Dünya sultanlarının ise elinde olan tükenir, saltanatın yerinde yeller eser, kendileri de gün gelir bir kefenle toprağa girer. Demek ki asıl zengin olan kullar değil, Allahü Teâlâ'dır. Çünkü O'nun zenginliğinin sonu yoktur.
Evet:
Sizde olan tükenir, Allah'da olan sonsuz,
Ey Âdem evlatları, ne yaparsınız O'nsuz?
Bir gün zamanın halifesi Abdülmelik, büyük İslâm âlimi İbni Baytara'yı ziyarete gitmişti. Ona:
“Ey üstad, dedi, ne emrederseniz buyurun, emredin. Emriniz derhal yerine getirilecektir!”
İbni Baytara yanağına tombul bir gülücük kondurup dedi ki:
“Estağfirullah, ne isteyebilirim ki, siz de benim gibi Abdülmelik'siniz, Melik'in, yani Allah'ın kulu! Siz benim ne günahımı affedebilirsiniz, ne de sevabımı çoğaltabilirsiniz. Ne beni cennete koyabilirsiniz, ne de cehennem'den âzâd edebilirsiniz.”
Halife Abdülmelik bu güzel sözden öyle haz duydu ki, bir ah ederek gönül dağladı da:
“Ne olurdu, dedi, bütün âlimlerimiz sizin gibi mert ve sadık olsaydı!..”
Gerçek o ki, halifeler de, sultanlar da, şahlar da Allah'a muhtaçtır. Cihanın en büyük hükümdarı bile olsa hiç kimse bir başkasını cennete koymaya kadir değildir. Cennet ise Allah'ın mülküdür ve bitmez tükenmez nimetlerle doludur.
İhtiyaç sahibi olanlar gerçek mânâda zengin sayılmazlar. Hacet eksikliktir. Bütün hacetlerini bir başkasının gördüğü zât ise mâbud olamaz. Halbuki Allahü Teâlâ binlerce senedir, binlerce mahlûkun ihtiyacını karşılamakta, ardı arkası kesilmeden her canlının rızkını vermektedir. Kıyamete kadar da dünya dolusu nimet akıp duracaktır. Kıyametten sonra da Peygamberleri, dostları ve mü'minler için cennetlerinin kapısını açacaktır. Oradaki nimetleri akıl ve hayâl kavramaktan çok uzaktır.
İşte Allah'ın zenginliği böyledir. Kullarını ibadetle mükellef tutması, ihtiyaçtan değil, insanların kendi ihtiyaçlarındandır. Yine yaratılmışlar içinde Allah'a ihtiyacı en çok olan insanlardır.
Meselâ: Bir kuş bir ağacın dalında avuç içi kadar bir yerde hayatını devam ettirebilir. İki arpa tanesi onu doyurur. Ne saray ister, ne ısınmak için ateş arar, ne gezmek için vasıtaya ihtiyaç duyar. Onun âlemi küçük bir âlemdir. Fakat insanlar öyle mi?
Anne rahminden dünya çemenine düşen bir bebeğin ihtiyaçlarını düşünmek kâfi. Maddî ihtiyaçtan başka ruhî ihtiyacımız da vardır. Bunları hazır edip hizmetimize sunmak, Allahü Teâlâ'dan başkasının yapacağı iş değildir. Şu bir nefes içinde ne kadar nimetlere mazhar oluyoruz da haberimiz yok.
Hani bir gün, Harun Reşid, Behlül Dânâ Hazretlerine:
“Ey iki gözüm, Behlül, demişti, şu bir kese altını al, sana hediyemdir. Bir ihtiyacını giderirsin!”
Behlül'ün karşılığı yaman olmuştu:
“Ey Harun! Allah senin rabbin de benim rabbim değil mi? Seni hatırlayıp da beni unutur mu? Sen niye ipi boynuna takıp kendini ateşe sürüklüyorsun?”
Ey insanlar! Kuş kanadıyla uçar! Kanadı kırık kuşu vahşi kediler kapar. Yaptığımız iyilikler, ibadetler hayırlar, güzel işler hep bize dönecektir. Çünkü Allahü Teâlâ'nın bunlara zerrece ihtiyacı yoktur. Allah emrettiği için ve onun rızasını umarak ibadetlerimizi ifa ettiğimiz takdirde alacağımız mükâfat pek büyüktür. O'nun rızası ise hepsinden büyüktür ve makbuldür.
Ve Allah'ın emr ü fermanı:
“Ey insanlar! Siz Allah'a muhtaç olanlarsınız. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir, Hamîd'dir = hamd olunmaya lâyıktır.” [226]
Evet:
İncir, hurma, muz O'nun,
Ey insanlar, tuz O'nun.
Sizin bir şeyiniz yok,
Yağmur O'nun, buz O'nun!. [227]
“Kullarından dilediğini keremiyle zengin eden.” O'nun yüce hikmetlerinden biri de şudur ki: O kullarından dilediğini zengin yapar, servet içinde yüzdürür. Öyle ki, adam eline çakıl taşı alsa cevher gibi kıymet kazanır. Bu, o kişinin yiğitliğinden değil, Allahü Teâlâ'nın keremindendir. Yine yüce Allah insanlardan bazılarını da bütün hayatı boyunca fakirlik içinde bırakır. Kâh fakiri zengin, kâh zengini fakir eder. Bütün kâinatın tasarrufu O'nun kudret elindedir. Mülkünde O'nun ortağı, veziri, yardımcısı yoktur.
Hem kullarının hayatı, hem de servetleri üzerinde dilediği gibi tasarruf etmek hakkıdır. Çünkü kulun hayatı da O'nun vergisidir, serveti de... Bir kulunu Eyyûb Aleyhisselâm gibi derde mübtelâ etmesi, bir diğerini Yusuf gibi zindanlara lâyık görmesi, bir başkasını Mecnun misâli aşk ile yakması belki bize acı manzaralar olarak gözükebilir. Fakat bunların bir hikmeti vardır. İşte Hazreti Eyyûb'un sabrı, âlemde onu sabır kahramanı yapmıştır.
Sabrının sonunda Rabbi Kerîmi onu bütün âleme “O ne güzel kuldu! Gerçekten o, tamamen Allah'a teveccüh etmişti.” [228] diye misâl gösterdi. Hazreti Yusuf'u zindandan çıkarıp Mısır'a sultan etti. Demek ki, fakirlik de bir yerde kul için nimettir. Fukarâ-i sâbirinden olanların âhirette kazanacağı saadet ve devlet ise akıl almayacak kadar büyüktür.
O halde, Allahü Teâlâ'nın takdirine ve icraatına gönül hoşluğu ve kalb safası ile razı olmak gerekir. O'nun, Rahman ve Rahîm, Azîz ve Rauf olduğunu bilmek kâfidir. O'nun emrine teslim olanlar kazanır, ondan gelene itiraz edenler ve şekavet yolunu tutanlar kaybeder.
Cenâb-ı Hak Süleyman (a.s.)'ı, peygamberlikten başka saltanat ve zenginlikle de nimetlendirdi. Rüzgârlar emrinde, kuşlar emrinde, âlem emrindeydi. Buna mukabil o şöyle diyordu:
“Hazâ min fadlı rabbî = Bu rabbimin fazlındandır.” [229]
Peygamberler içinde İsa (a.s.) ise en fakirdi. Biri zenginliğine şükrederken, biri de fakirliğe sabır gösteriyordu. Nebiyy-i Zîşan (s.a.v) efendimiz de fakirliği ve kulluğu tercih etmişti. Mekke'de kuru arpa ekmeği yiyen bir kadının yetimiydi. Bütün bunlar insanlara birer hikmet ve ibrettir. Hatta kâinatın nuru ve Allah'ın şerefli Resulü: “Ben isteseydim dereler dolusu altınım olur, dağlar ardımca yürürdü.” demişlerdir.
Evet:
Zenginlik sayılamaz, servet ve dünya malı,
Asıl marifet o ki, gönül zengin olmalı!
Dünya çölünde mekân tutan insanların kimi fakirlikle, kimi dert ve belâ ile, kimi zenginlikle, kimi güzellikle imtihan olunmaktadır. Yüce yaratıcımız kulları için zenginlik yollarını açmış, sebeplerini bildirmiştir. Ne var ki, her çırpınan insan zengin olamaz. Ancak O'nun diledikleri zengin olur. Bunda şüphesiz Allahü Teâlâ'nın nice hikmetleri gizlidir. Kimseye takdir edilenden başkası nasip olmaz. Bir de şuna dikkat etmek gerekir ki, insan nasibini bulmak için çalışmalıdır. Nasıl olsa, bana takdir edilen beni bulur deyip sırt üstü yatmak sadece şeytanı memnun eder, tembel adamın da başına nedamet taşı dokunur.
Kul çalışacak, sa'y ü gayretten sonra mukadder olan nasibine razı olacaktır. Ve kendinden üstün olanlara değil aşağıda olanlara, fakirlere nazar edecek ve şükründe acizlik göstermeyecektir. O şükrünü artırırsa, rabbi de ona karşı nimetini artırır.
Allahü Teâlâ'nın ikram ve ihsan ettiği zenginlikle insan cenneti satın alabilir. O malı, Allah'ın dilediği yolda harcamak, Allah'ın kullarının hizmetine sunmak, yetimlerin gözyaşlarını dindirmek, yürek yaralarına merhem sürmek suretiyle ahiret yurdu mâmur edilebilir. Bunun tam zıddı günah ve isyan yolunda harcanan servetler ise cehennem yoluna döşenen halı mesabesindedir.
Bir de fakirliğin acıları, ızdırapları vardır. Buna tahammül etmek, sabır göstermek herkesin kârı değildir. Fakat, sabrın sonu selâmettir ve sabır cennet hazinesidir.
Ne zenginler ebedî olarak dünyada kalacak, ne de fakirler dünyanın derdini çekip duracak. Dünya iki kapılı han. O kapıdan girip bu kapıdan çıkacağız. Ama elinde cennet beratı olanlara ne mutlu!..
Unutmayalım ki her şeyimizden imtihan ediliyoruz. Hâtemü'l-Enbiyâ (s.a.v) efendimiz buyuruyorlar:
“Âdemoğlu, “malım, malım” der durur. Halbuki malından senin için ancak yediğin var ki yok olup gidiyor, giydiğin var ki eskiyip mahvoluyor, ancak sadaka olarak verdiğini ebedîleştiriyorsun.”
İslâm büyüklerinden Ahnef bin Kays, bir gün elinde bir altın bulunan bir adam gördü. Ona:
A kardeş, dedi, bu altın kimindir? Adam, şevkle atıldı:
Benimdir! Ahnef Hazretleri:
Hayır, hayır, buyurdu, sen onu elinden çıkarmadıkça (yani bir hayra vermedikçe) o senin olamaz!
İbret alabildik mi?..
“Ey mülkün sahibi Allah'ım! Sen, dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden de mülkü çeker alırsın. Dilediğini aziz edersin, dilediğini de zelîl edersin; hayır yalnız senin elindedir. Muhakkak ki sen her şeye kadirsin. “[230]
“Bir şeyin olmasına mâni olan, helak sebeplerini def eden.”
Gönlümüzde nice arzular boy verir, niceleri sultanların tahtına göz diker, niceleri bir güzele bende olmak ister. Âdemin evlatları hayat boyunca, “şunum olsun, bunum olsun, şöyle yapayım, böyle yapayım” der durur. Yani arzularının biri bitmeden, bir başkası arkadan gelir. İnsanın ömür günleri bitmeden bu arzuları da bitmez. “Emeller avutup aldattı beni” diye gazel çekenler hiç de az değildir.
Beşer gece gün bir nefes durmadan çırpınır, gönüller arzuların ırmağına akan su misâli bunların ardınca akar. Ne var ki arzumuz bir nice sebeplere, sebepler de “Mâni” ve “Mu'tî” olan Yüce Allah'ın emr ü fermanına bağlıdır. Biz isteriz, isteriz de, Allahü Teâlâ dilemezse o iş olmaz. Bütün çırpınmalar beyhude yorgunluktan öteye geçmez. Bir şeyi, sebeplere tevessül ederek bizim istememiz bize düşen vazifedir. Verip vermemek Allah'ın yüce takdirine kalmıştır. O vermek dilediğinde, sebepler hemen birbirine eklenir, kenetlenir, makaradan çözülen iplikler gibi işin arkası gelir ve maksat hâsıl olur. Biz de hayret ederiz, âlem de.
Demek ki “El-Mu'tî” ism-i şerifinin ifade ettiği mânâ budur. Azîz ve Celîl olan Allah bazı arzu ve emellere de hikmeti icabı müsaade etmez. O takdirde kulun tuttuğu sebepler ipliği kopar, yol tıkanır, o şey meydana gelmez. Bu da “El-Mâni” ism-i şerifinin tecellisidir. Yani o mübarek isim bu mânâyı ifade eder.
Dünya dolusu insanın yine dünya dolusu arzuları, emelleri ve işleri vardır. Herkesin arzusu da birbirini tutmaz. Meselâ, biri ister ki, deniz kenarında şahane bir villâm olsun, yatlarım, mersedeslerim bulunsun. Ve hemen elindeki imkânlarla teşebbüse geçer, iş bitti, ha oldu, ha olacak derken, evet tam o ân, akıl ve hayâli âciz bırakan bir takım sebepler zuhur eder, bir bıçağın ince bir dalı kesmesi gibi iş kesiliverir ve maksat hâsıl olmaz. Neden öyledir? Çünkü o işin henüz vakti gelmemiştir, vakti geldiğinde yeniden hayat bulur. Âlemde hiçbir şey vaktinden evvel meydana gelmediği gibi vaktinden sonraya da kalmaz. Veya o kul hesabına arzu ettiği şey hiç mukadder değildir. Ne kadar çırpınsa, kendini parçalasa ona muvaffak olamaz. İşte bu durumda “El-Mâni” ism-i şerifinin hükmü zuhura gelir. Bilhassa siyaset sahnesinde bu hikmet apaçık görülür. Ne var ki, insanlar ibret almazlar.
Bir komşumuzu tanırım. Bir daire aldı, peşinden bir tane, bir tane daha... Bunların tapu muamelelerini yapıyordu ki ecel onu orada kıstırdı. Ve aldığı dairelerde bir dakika oturamadan kabir onu yuttu. Demek ki, kulun arzuları değil, Allah'ın dediği olur.
Bir şeyi, bir kuluna vermediğinde mutlaka Allahü Teâlâ'nın bir hikmeti vardır.
O Habîr'dir, her şeyden haberdardır.
O Alîm'dir, her şeyi bilir.
O Kadîr'dir, her şeye gücü yeter.
O Azîz'dir, O'nu mağlup etmek imkânı yoktur.
O Semî'dir, herşeyi işitir.
Yani kullarının bütün hallerine kemâliyle vâkıftır. O'nun hazinelerinde yokluk diye bir şey düşünülemez. Dilediği anda her şeyi var etmek kudretine sahiptir.
Kerem sahibidir, cömertliğine nihayet yoktur. Her işinde birçok hikmetler vardır. İşte o hikmetlerden ötürü bizim istediğimiz bazı şeyler husule gelmez. Bize gereken, “ben teşebbüs ettim, sebepleri önüme koydum, fakat Allah'ın takdiri böyle tecellî etti” demek olmalıdır.
Diyelim ki hâşâ! O takdire razı olmadık. Elimize yine bir şey geçecek değildir. Fakat, Allahü Teâlâ'nın emr ü fermanına karşı gelmek, O'ndan gelene rıza göstermemekten dolayı bize azap dokunabilir.
Düşünmek ve yanlış hareketler yapmamak lâzımdır. Çünkü O, bize bizden yakın...
Evet:
İşimiz sarpa sardı,
Meded, Allah'ım, meded.
Dalımı yel kopardı,
Meded, Allah'ım, meded!..
Din tek ve Haktır amma,
Yüklenirler İslama,
Bizi terk etme gama,
Meded, Allah'ım, meded!..
Beşer azdıkça azar,
Yok bir ibret-i nazar,
Kâr etmez ölüm, mezar,
Meded, Allah'ım, meded!.. [231]
“Zarar ve elem verici şeyleri vücuda getiren.”
Âlemde öyle hadiseler, öyle vukuatlar meydana gelmektedir ki, bu olayların arkası hiçbir zaman kesilmez. Bütün bunları, menfaatlı ve zararlı şeyleri yaratan, vücuda getiren, meydana çıkaran, ancak mülkün sahibi olan Allah'tır. Görebildiğimiz hadiseler sebeplerle zuhur ediyorsa da, sebepler yok olanı var edemez. Var olanı da yok edemez. Sebepler yumağı iplik iplik çözülerek hadiseler meydana geliyorsa da, onlar ancak insanların elinde birer halka ve Cenâb-ı Hak'tan bir isteme vesikası üzere yaratılmıştır. Sebepler de birer mahlûktur. Kulun menfaat ve zararına hâkim ve yegâne müessir elbette Allah'tır.
Peki Allah (Azze ve Celle), elem verici, acı verici şeyleri niye yaratmıştır? Onları yaratmıştır ama, onların zararlarından korunmamızı da istemiştir. Acı olmasa, tatlının kadrini nasıl bilecektik? Dert olmasa dermanın kıymeti mi olurdu? Meselâ: Ateş insanı ve içine düşen herşeyi yakar, helak eder. Görünüşte bu bir mazarrat manzarası aksettiriyor. Fakat, insan ateşi faydalı hale getirebilme melekesine sahip kılınmıştır. Ateşin zararını önleyecek aklı Allah kullarına vermiştir. Kul aklını ve ilmini iyi yolda kullanmazsa ateşin acı ve ızdırabına lâyık demektir.
Yine bilirsiniz toprakta türlü türlü sebzeler, meyveler boy verir. Hurmayı, üzümü bırakıp acı biberi ağzına alırsan, yanacak olan senin ağzındır. Biberin yaratılması kul için şer değil, belki hayrın tâ kendisidir. Allahü Teâlâ dilerse ızdırapları dindirir, dilerse, acı üstüne acı verir. Fakat öyle yapmıyor, kulun iradesine göre bunları vücuda getiriyor. İnsan iyiliğe mi, kötülüğe mi, hayra mı, şerre mi kapı açacaktır onu imtihan ediyor. Bir kulun gönlünde olanı, ne işler yapacağını elbette ki rabbi bilmektedir. İnsanlar da bilsin, kişinin kendi de bilsin diye onu serbest bırakmaktadır.
Dünya bahçesinde boy veren insanların hepsi Hazreti Ebû Bekir (r.a.) gibi sıdka, teslimiyete, kemâle sahip olsaydı iyilikle fenalık, şer ile hayır bilinmezdi. O zaman imtihana da lüzum kalmazdı. Herkes cennet yoluna dizilirdi. Bu ise yaratılış hikmetine aykırıdır.
Demek ki keremi sonsuz olan rabbimiz, imtihan için her kulun hareketine meydan verir. O kadar ki, bir mahlûk, bir âciz olduğu halde Firavun, kavmine:
“Ene Rabbükümü'1-a'lâ = Ben, en yüksek Rabbini-zim!” [233] diyecek kadar ileri gitti. Ve sonunda Allahü Teâlâ onu yakalayıverdi. Kendisi de, ordusu da helak oldu.
Bu hadise insanoğlu için büyük bir ibrettir. Cenâb-ı Hak şer isteyene şer, hayır isteyene hayır yaratır. Alemde her iki tarafın yolcusu, sevdalısı, teşvikçisi ve vasıtası bulunur. Sanki insanlık iki ırmak halinde zaman boyu akıp gider. Irmağın biri nur ve iman, diğeri şer ve inkârdır, iki ırmak da ahiret denizinde düğüm olur.
Çok kere ifade edildiği gibi, Allah (Azze ve Celle), kötüleri hemen kahredivermez, hemen yere geçirmez, zaman ve mühlet verir, rızıklannı bile kesmez. Bu kötüler içinde iyilik tarafına meyledenler de olur. İyilikten şerre doğru kayanlar da olur. İmtihanın çarpıcı neticesi son nefestedir. Onun içindir ki bütün velîler ve İslâm büyükleri son anın tehlikesini düşünerek titremişlerdir.
Yine insanların başına gelen çok belâ ve musibetler, gerçekte kulun terbiyesini, kendine gelmesini ve rabbine dönmesini mucip olduğundan o da bir hayırdır, bir esirgeme ve rahmettir. Kul, o hal ile âhirete gidecek olsaydı, asıl felaket o zamandı. Eğer biz bugün bir felâkete, bir mazarrata, musibete maruz kalıyor isek bunlar kendi hatalarımızın neticesidir. Yani ektiğimizi biçiyoruz demektir. Ve Allahü Teâlâ buyuruyor:
“Yeryüzünde vuku bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki biz onu yaratmadan önce, bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu Allah'a göre kolaydır.” [234]
Musibet, hedefine isabet eden mermi gibi insana şiddetle dokunan hadise ve felakettir. Arzda vuku bulan musibet, yerde herhangi bir zarar ve harabeye sebep olan âfet ve ziyanlardır. Bu, kuraklık, kıtlık, ürünler veya hayvanlara arız olan âfetler, ev veya şehir yıkımı, arazi ziyanı ve zelzele gibi diğer bütün zararları içine almaktadır. Harpler de bu musibetlerden biridir.
Nefislerdeki musibet ise, ölüm, hastalık, yara bere, kırık, hapis, işkence, açlık, susuzluk, züğürtlük gibi insanlarla alâkalı olan acılardır. Tatlı başarılar Allah'ın lütfü olduğu gibi bütün musibetler de Allah'ın ezelî ilminde veya Levh-i Mahfuz'da yazılmış bir takdiridir. Öyle ki:
“O yeri veya nefisleri yahut da o musibeti yaratmamızdan, vücuda getirmemizden önce yazmışızdır.” O nasıl mümkün olur denilmesin.
“Çünkü o, Allah'a göre kolaydır.” Allahü Teâlâ madde ve zamandan müstağni (berî)dir. O halde takdir edilen musibetten kaçmakla kurtulma mümkün olmaz. O yazılmış ise mutlaka yazılanların başına gelir.
Musibetlere karşı kadere bağlanmanın kalbe kuvvet ve sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerek tatlı hadiseler karşısında insanı sarsmayan bir faydası da vardır. Bu husus şöyle beyan buyurulmuştur:
“O yazı (kader) su hikmet içindir ki kaybettiğiniz dünya nimetlerinden ötürü gam yemeyip üzülmeyesiniz.” Allah’ın takdiri böyle imiş diye teselli bulup gücünüzü koruyasınız.
“Ve size verdiği ile de güvenmeyesiniz.” Kibirlenmeyip
“Bu, şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere rabbimin lütfundandır.” (Nemi, 40) diye sonunu düşünesiniz. Zira hepsinin takdir edilmiş olduğuna imanı olan, kalbleri Allah'ın zikrine ve inen hakka saygı duygusu besleyen kimseler Allahü Teâlâ'nın hadiseler ile ortaya çıkan acı, tatlı kaza ve kader görüntüleri karşısında insan olarak üzüntü duysa veya duygulansa da kendini şaşırmaz, ne gamın ızdırabına ne de sevincin gurur ve heyecanına kaptırmaz.
Hepsinin haktan indiğini ve nice gizli hikmetleri bulunduğunu bilerek her iki halde de gönlünü, Allah'ın mağfiret ve rıza neş'esine bağlayıp tevazu hisleriyle vazifesine bakar...” [235]
İnsan duvarın dibine oturup uygunsuz söz söylememelidir, çünkü duvarın arkasında onu bir dinleyen vardır. Çok kere bize felâket gibi görünen şeylerde bile hayır gizlidir. Çok defa da ensemize şefkat tokatları vurulur ki kendimize gelelim. Allah'ın üzerimizdeki nimetlerini unutmayalım. Ömrünün her günü düğün bayram olarak geçen adam, kabirde yatacağı günleri unutur, şükrü, zikri, Allah'a kulluğu hatırına getirmez. İşte asıl felâket budur.
Rab diyorken:
“Vâkıfım, ey kulum, her gizline,
Bu ne acâip iş ki, şaşırırsın sen yine!” [236]
“Faydalı ve menfaat verici şeyleri halkeden.”
Bir evvelki mübarek isimde izah edildiği gibi onda elem ve ızdıraplar, felâketler tecellî etmekteydi. Bu mübarek isimde de hayır ve menfaat verici şeylerin yaratılma hikmeti pırıldamaktadır. Menfaatları da zararlı şeyleri de yaratan elbet Allah (Azze ve Celle)'dir. O'nun kerem ve lütfunun arkası kesilmez. Kulları için akla hayale gelmez güzel ve iyi şeyler yaratır. Arılar, onun nâmına bize petek petek bal sunarlar.
Ağaçlar kucak kucak meyvelerle bize gülümser. Toprakta buğday başakları altın gibi kızarır. Hurmalar sanki bir şeker fabrikasında imal edilmiş gibi tadından yenmez. Asma dallarında salkım salkım üzümler olur. Kirazlar, elmalar, armutlar. Bu nimetleri sayacak olsak ömrümüz kâfi gelmez. İşte bütün bu güzel ve faydalı şeyleri kulları için yaratan Allahü Teâlâ'dır. Eğer bir ahmak çıkıp bunların tesadüf eseri meydana geldiğini söyleyecek olursa, ona ancak maymun diyebiliriz. Çünkü onun insanlıktan nasibi yoktur.
Söz, Said Nursî Hazretlerinin:
“... Herşey Cenâb-ı Hakk'ın namına hareket eder ki, zerrecikler gibi tohumlar, çekirdekler başlarında koca ağaçları taşıyor, dağ gibi yükleri kaldırıyorlar. Demek, herbir ağaç “Bismillah” der. Hazîne-i rahmet meyvelerinden ellerini dolduruyor, bizlere taplacılık ediyor. Her bir bostan “Bismillah” der. Matbaa-i kudretten bir kazan olur ki, çeşit çeşit pek çok muhtelif leziz taamlar, içinde beraber pişiriliyor.
Her bir inek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar, “Bismillah” der. Rahmet feyzinden bir süt çeşmesi olur. Bizlere Rezzâk nâmına en latîf, en nazîf, âb-ı hayat gibi bir gıdayı takdim ediyorlar. Her bir nebat ve ağaç ve otların ipek gibi yumuşak kök ve damarları, “Bismillah” , der. Sert olan taş ve toprağı deler geçer. Allah namına, Rahman namına der; herşey ona musahhar olur.”
“... Ey insan! Aklını başına al! Hiç mümkün müdür ki, bütün envâ-ı mahlûkatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hacetlerine “Lebbeyk” dedirten Zât-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin? Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor; sen de O'nu bil, hürmetle bildiğini bildir. Ve katiyen anla ki, senin gibi zaîf-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fânî, küçük bir mahlûka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek, elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti ta-zammun eden hakikat-ı rahmettir. Elbette böyle bir rahmet, senden küllî ve hâlis şükür ve safî bir hürmet ister. İşte o hâlis şükrün ve safî hürmetin tercümanı ve unvanı olan “Bismillâhirrahmânirrahîm” i de; o rahmetin vusulüne vesile ve o Rahmân'ın dergâhında şefaatçi yap.” [237]
Görüldüğü gibi nimetler önümüze deryalar gibi serilmiş bulunmaktadır. Nimeti veren Allah olduğu gibi, musibet ve âfetleri yaratan da Allah'tır. Bir kuluna rabbi elem, ızdırap, hastalık ve daha nice sıkıntılar verirse, onu yine Allahü Teâlâ'dan başka kulun üzerinden alacak yoktur. Bilakis sıhhat, afiyet, zenginlik, güzellik, lezzet ve sevinç, kudret, kuvvet gibi menfaat verirse, bütün bu nimetleri devam ettirecek olan da yine O'dur. İşte insan bunları düşünmeli ve ona göre kulluğunda devamlı olmalıdır.
Nimete, devlete ermek isteyen, şükre sarılmalı. Dünyanın saadetini, ahiretin selâmetini isteyen de şükre ve zikre koyulmalıdır. Nankörlüğün sonu hüsrana kapı açmak olur. [238]
“Âlemleri ve gönülleri nurlandıran, istediği simalara nur yağdıran.”
Nur deyince, aklımıza ışık gelir, ziya gelir. Yani karanlığı yırtan aydınlık. Eğer ışık olmasa âlem karanlıklara bürünür kalırdı. İşte cihanın ebedî sultanı olan Allah âlemi görebilmemiz için ışık yaratmıştır. Bir de gönüllerde, kalblerde, akıllarda' ışık vardır ki, ona iman nuru, irfan nuru, basiret nuru diyoruz. Maddî ışık her yerde apaçık görüldüğü halde, kalblerdeki ışık herkese nasib olmaz.
Meselâ: Güneş ilk yaratıldığı günden beri âleme ışık saçmaktadır. Aradan kimbilir kaç bin sene veya milyonlarca yıl geçtiği halde enerjisinden bir şey kaybetmemiştir. Eğer o doğrudan doğruya dünyamıza ışık saçacak olsaydı, dünya ve içindekiler kül olurdu. Demek ki, güneşin de kulağını büken bir el vardır. İşte o, Allah'ın kudret elidir.
Güneş, sadece bize ışık vermekle kalmaz. Ay ondan, yıldızlar ondan, zühre ondan, gökler ondan ışık alır. Biz de ondan ışık alıyoruz. Ve onun hararetiyle ısınıyoruz. Bu sayede etrafımızdaki eşyayı görmek mümkün oluyor. Güneş o güzel yüzünü dünyamıza göstermeyecek olsa, dünya bir felaket çadırı haline gelirdi. Ne yerde bir fidan boy verirdi, ne de çiçekler bize gülerdi. Belki dünya bir buz iklimi oluverirdi. Yüce Yaratıcımız güneşi bize bir nûr olarak bağışlamıştır. Ona hamd olsun.
Hâlık-ı Kerîm Hazretlerinin insana en büyük ve en mükemmel bağışlarından biri de, insanların gönlünde uyandırdığı iman güneşidir. İman nuru nasib olmayan gönüller birer harap mezar gibidir. Artık o gönüllerde zerrece hikmet olmaz, ibret olmaz. Öyle kara bir gönüle sahip bulunan kimselerin dostu şeytandır. Kalblerin nuru o kadar mühimdir ki, insan o nûr ile rabbini tanır. O nûr ile selâmet bulur. O nûr ile safaya erer, o nûr ile ilme, hikmete mazhar olur.
Kendileri âlemlere rahmet ve nûr saçan bir kandil oldukları halde Resûl-i Ekrem (s.a.v) efendimiz gece namazından sonra şöyle duâ ederlerdi:
“Allah'ım! Benim kalbine nur ver,
Gözüme nur, kulağıma nur,
Sağıma nur, soluma nur,
Üstüme nur, altıma nur,
Önüme nur ve arkama nur ver!
Benim nurumu büyüt” .[239]
Yine bu mânâda: “Allah'ım! Kalbime nur ver, kabrime nur ver, sağıma nur ver, soluma nur ver, gözüme nur ver,
kulağıma nur ver, bedenime nur ver, saçımı, tenimi nurlandır.” diye dua etmişlerdir.
Dünyamız nursuz insanlardan çok çekmiştir, hâlâ da çekmektedir. Kalblerine bir iğne ucu kadar ışık sızıntısı girmeyen bedbahtlar nefesleriyle Allah'ın nurunu söndürmek isterler. Yani Allah'ın dinine, kitabına, Peygamberine karşı kendi bâtıl nizamlarını savunurlar. Çok geçmez o küflü kafalar ölüm değirmeninde un edilir. Arkadan bir başkası çıkar aynı yolun yolcusu olur. Dünya var oldukça, hak ile bâtıl da var olacaktır. Ama zafer mutlaka Hakk'ındır.
İman nurundan mahrum olanlar vahşet zindanlarında, acı ve ızdırap mengenelerinde, nefsin ve hevânın pençesinde inlemeye zebundurlar. İnsanı ızdırabın, felâketin, karanlığın, dehşetin, belâ girdabının pençesinden iman nuru kurtaracaktır. İnsanı her taraftan kuşatan karanlıklar imân güneşi önünde duramaz.
İşte Allahü Teâlâ yerleri gökleri nurlandıran yegâne varlıktır. Ve Kur'an-ı Kerim'de şöyle emr ü ferman buyu-ruluyor:
“Allah, göklerin ve yerin nurudur. O'nun nurunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandil gibidir. O lamba bir billur içindedir; o billur da sanki inciye benzer bir yıldız gibidir ki, doğuya da batıya da nisbet edilemeyen mübarek bir ağaçtan çıkan yağdan tutuşturulur. (Bu öyle bir ağaç ki) yağı, nerdeyse, kendisine ateş değmese bile ışık verir. (Bu ışık) nur üstüne nurdur. Allah dilediği kimseye nuruyla hidayet verir. Allah insanlara (işte böyle) temsil verir; Allah her şeyi bilir.” [240]
Evet:
“Allah, göklerin ve yerin nurudur.”
Bütün âlemi meydana koyan, kâinatı gösteren, hakikati bildiren, gözleri gönülleri şenlendiren O'dur. (Eğer) O olmasaydı, hiç bir şey bulunmaz, hiç bir hakikat sezilmez, hiçbir neşe duyulmazdı.
“... Allahü Teâlâ'ya mecazen de olsa ışık demek caiz olmadığı halde, bu âyette Nur ism-i şerîh” geçmiştir. Halbuki En'am sûresinin başında:
“Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur.” âyeti, Allah'ın, nurun kendisi değil, var edicisi ve zıddı olan her çeşit karanlık ile nur O'nun var ettiği, yarattığı eseri olduğunu bildirmişti ve nuru Allah'a denk tutanları
“Sonra kâfir olanlar, kendilerini yaratan, besleyip büyüten rableri ile bir tutuyorlar.” azarlaması ile sakındırmıştı. Bundan dolayı Allah'a nur denilirken, bu noktadan habersiz bulunmamak ve müteşabih bir mânâ olduğunu bilmek gerekir.
ilk önce bu iki âyetin karşılaştırılmasında ilk akla gelen mânâ “Allah, göklerin ve yerin nurunun var edicisidir.” mealinde olmasıdır.” [241]
Göklerde, yerlerde gördüğümüz bütün ışık çağlayanlarını yaratan Allahü Teâlâ'dır. Güneş lâlesine bu güzelliği bahşeden, ayın yüzünü nur gündüzüne döndüren, zühreye bu doyumsuz parlaklığı veren, velî kullarının gönül cihanını ma'rifetinin ziyası ile süsleyen hep O'dur. Yalnız bu nurları yaratmakla bırakmamış, bir de kudretinin ışıklarını görecek gözler bahsetmiştir bizlere. Gözümüz olmasa güneşi nereden göreceğiz, ayın yüzüne nasıl nazar edeceğiz?
Altımızı, üstümüzü, sağımızı, solumuzu, önümüzü, ardımızı ışıklar ve bitmez nurlar içinde bırakan rabbimize karşı boynumuz bükük gerek. O'nun enir ü fermanına baş kaldıran zalimlerin akıbeti bize ibret olmalıdır.
Madem ki gönlümüze iman nuru, irfan nuru, İslâm nuru lütfedilmiştir, gönüldeki bu mübarek nuru söndür-memeye gayret göstermeliyiz. İman nuru söndüğünde kalb körlüğü başgösterir. Ve bunun neticesi Allah korusun hüsrandır.
İşte bize emredilen ibadetlerin bir menfaati da budur ki, güzel ameller kalblerdeki nurun ziyadeleşmesini sağlar.
Duamız şöyle olsun:
“Ey nurların nuru (kaynağı ve yaratıcısı)
Ey nurları aydınlatan,
Ey nurlara şekil ve suret veren,
Ey (cümle) nurları halkeden,
Ey nurların mikdarlarını takdir eden,
Ey nurların mahzen ve menbalarını ayarlayan,
Ey bütün nurlardan evvel (mevcut) olan Nur,
Ey bütün nurlardan sonra bakî kalacak Nûr!
Ey bütün nurlardan üstün olan Nûr!
Ey eşi, benzeri olmayan Nûr! (bütün nurları yaratan, bütün dost gönüllere hidayet nuru bahşeden Allah'ım!)
Seni tenzih ve tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur. Sen emansın; bizi cehennem ateşinden halâs et” [242]
Rabbim, nurumu artır. Sağ ve soluma nur ver.
Beni dinde sabit kıl, benim yoluma nûr ver!
Senin rahmetin sonsuz, kapında istek elim,
Avuçlarımı doldur, göz ve koluma nûr ver!
Zayıf gönlümün kuşu aşkına pervanedir,
Bir şeyi mahrum etme, boş ve doluma nûr ver! [243]
“Hidayeti halk eden ve kullarını hidayete erdiren.”
Hidayet: Nura, imana, İslama, irfana ve hikmete erme manasınadır. Allahü Teâlâ kimi dilerse ona hikmet verir, kimi dilerse onu da dalâlete düşürür. Hidayete erecek ve dalâlete düşecekleri elbette en iyi bilen O'dur.
Aziz ve Celîl olan Allah, lütuf ve keremiyle yollar açar ve kulunu muradına erdiriverir. O'nun lütfü erişmedikçe hiç kimse bir başkasını hidayete erdiremez. Peygamberler bile -selâm üzerlerine olsun- sadece Allah'ın emrini tebliğ ederler, Allah da dilediği kulunu hidayete erdirir, kalbini İslama açar.
“El-Hâdî” ism-i şerifi, kullarını her türlü menfaatli şeylere yönelten ve zararlı şeylerden korunmaları için onlara rehberlik eden mânâsınadır.
Hidayetin zıddı dalâlettir. İmanın zıddı inkâr ve küfür olduğu gibi. Doğru yolu ve sebeplerini göstermeğe “İrşad” , neticeye erinceye kadar yola götürüvermeye “Tevfik” denir. Tevfik, Yüce Allah'ın kuluna yardım etmesidir. Yine Allahü Teâlâ'nın, kullarını doğru yola lütfü ile sevketmesine de “Tevfik-i İlâhî” denir. O'nun kerem nuru erişmedikçe kimse menzile varamaz. O'nun rahmeti kulu kuşatmadıkça cennete ulaşmak imkânı da yoktur.
Hidayetin neticesi iman, dalâletin sonu inkârdır. Yani imansızlık. Âlemde bundan daha büyük musibet tasavvur edilemez.
Tekrar ifade edelim ki: Bir kimse ne kadar çırpınsa, arzu etse, sevdiğini hidayete erdiremez. Hidayeti de dalâleti de yaratan Allah (Azze ve CeIIe)'dir, Peygamberlerini hidayet rehberi olarak gönderen de O'dur. Şanlı nebiler O'nun emirlerini hiç noksansız insanlara duyururlar, artık nasibi olan, hidayete lâyık bulunan kimseler de peygamberlerin etrafında cem olurlar.
Allahü Teâlâ Kerim kitabında buyuruyor ki:
“Hakikat sen (Habibîm) her sevdiğini hidayete erdiremezsin. Fakat Allah'dır ki kimi dilerse ona hidayet verir ve O, hidayete erecekleri daha iyi bilendir.” [244]
Şu hadise ibret değil mi? Nebiler sultanının amcası Ebu Leheb küfür zindanında kaldı da, tâ İran'dan kopup gelen, onu buluncaya kadar türlü çileler çeken Selman-ı Farisî (r.a.) hidayete mazhar oldu.
Hem iman devletinde ve hem müslümanlıkta o kadar pırıldadı ki, artık ben ne diyeyim? Demek ki hidayete layık olanı biz değil, Allahü Teâlâ daha iyi bilir.
Hazreti Selmân'ın İslâmı, hidayeti arayışındaki fikir çilelerini ve başına gelenleri görmek kâfi. Bir de kuduz kâfir Ebû Leheb'in İslama ve onun tebliğcisi Cenâb-ı Risâiet Penâh efendimize karşı tavrına bakmak lâzım. İşte insanların cüz'î iradeleri ya hidayetlerine kapı açıyor, ya dalâlette kalmalarını mucip oluyor.
İnsan kalbi hem imana, hem küfre karşı eşit surette müsait olarak yaratılmıştır. Kalbi, uçan bir kuşa benzetelim. Onun yuva yapacağı iki ağaç bulunsun, biri imanı, öbürü küfrü temsil eden iki ağaç. Kalb kuşu bu ağaçlardan hangisine konarsa, Allahü Teâlâ da ona onu lâyık görüyor. İşte gözü ve gönlü kara insanların dalâlette kalması bunun gibidir. Gönül pınarları hayır ve iyilik akıtan, ışığa, nura koşan, her yaraya merhem olmaya çalışan kimselerin bu güzel halleri de hidayet sebepleridir. Hem hidayeti, hem de dalâleti yaratan ancak Allah'tır. Kullarından dilediğine hidayet, dilediğine dalâlet verir. Yine O'ndan başka, insanları hidayet, rahmet, cennet ve cemâle eriştirecek kimse olmadığı gibi, dalâlet ve hüsrana düşürecek hakikî bir fail de yoktur.
Şunu hemen ifade edelim ki, şanı pek yüce olan Allah'ın bir kulunda dalâlet yaratması, o kulun, kendi arzusu ile sapıklık yolunu tutmuş olmasındandır.
Meselâ: Hâtemül-Enbiyâ (s.a.v) efendimiz davetini herkese yapmıştır. Ebû Leheb ona taş atarak karşılık verirken, Sıddîk-ı Ekber de “Sadakte=Doğrusun!” demiştir. Ve biri imanın zirvesine, biri de küfrün zirvesine çıkmıştır. İşte burada cüz'î irade konuşuyor. Cüz'î iradesini sû-i istimal eden, yani şerre kullanan Ebû Leheb dalâleti satın almıştır. Hepsi bu kadar.
Bizim bir de evvelimiz var. Biz dünya bahçesine düşmeden, çok çok önce, Bezm-i Eleste, ruhlarımız yaratıldığında, ruhlar meclisinde yüce yaratıcı ruhlardan sordu:
“Elestü birabbiküm = Ben sizin rabbiniz değil miyim?”
Onlar da: “Belâ şehidnâ = Evet, rabbimizsin, şahid olduk.” dediler.[245] Böylece Allah (Azze ve Celle) insanlar-dan ahd ve mîsak aldı. O'nun huzurunda doğru yola gideceğimize söz verdik. Bir kimse çıkıp “Ben söz verdiğimi hatırlamıyorum, o maceradan benim haberim yok.” derse, biz de deriz ki: Kur'an-ı Kerim bize haber veriyor, hatırlayamamak,inkâr vesilesi olamaz. Yüz sene önce baban da yoktu, sen de yoktun. Şimdi sen hayattasın, fakat baban öte dünyada. Demek ki bu işin bir evveli bulunmaktadır. Rabbine verdiğin sözden dönmek için bahane arıyorsan o başka! O zaman dalâlet senin hakkındır. Ama verdiğin söze sâdık isen bu kere hidayet senin nasibindir. Sana kutlu ola!..
Dünya çölünde çadır kuran insanlar cismânî ve ruhanî kuvvetlerle donatılmışlardır. Cenâb-ı Hak onları bir nebat, bir kedi gibi bırakmamış akıl nimetiyle şereflendirmiştir. Yine onlara peygamberler göndererek, kitaplar indirerek ezelî imanın safasını duyurmuştur. Duymak istemeyen, şeytanın ardınca giden, Allah'ın hidayetine gönül açmayanlara artık kim ne yapabilir?
İnsanın iki kulağı varsa, insanı iki şeye çağıran rehberler de vardır. Bütün Peygamberler beşeri iyiliğe, hidayete, Allah nizamına davet edegelmişlerdir. Bunun zıddı olarak şeytanlar, zâlimler, tağutlar da dalâletin öncüleridir. Öyle ki, insanlar arasında şeytana rahmet okutturacak derecede kötü kimseler vardır. Allahü Teâlâ bizi ve neslimizi, o karanlık kafaların şerrinden korusun.
Biz birer mü'min olarak günde kırk defa namazlarda: “İhdine's-sırâta'l-müstakim = (Ey Rabbimiz!), bizi doğru yola hidayet et, nimet verdiklerinin, peygamberlerinin yoluna ilet” niyazında bulunuyoruz. Bu dahî bize Allah'ımızın bir ikramı, ihsanıdır. Ömründe kıbleye dönmemiş yüzler bundan mahrumdur. Ve işte hidayet talep etmekle bize verilen iradeyi kullanıyoruz. Allahü Teâlâ da keremiyle bize hidayet yollarını açıyor. Evet:
Allah birdir, Allah bir! Tanımam Hak başka ben,
Tâ “Elest” bahçesinde düşüverdim aşka ben!.. [246]
“Hiçbir benzeri olmayan şeyleri, acib ve hayret verici âlemleri icad eden.”
Gözümüzü ufuklara diktiğimizde hayret verici ve misli olmayan manzaralar görürüz. Göklerin başımız üstünde bir şemsiye gibi duruşu, yeryüzünün ayağımızın altına serilişi, denizlerin coşup çağlayışı, kayalar arasından suların fışkırışı, kuru dallar üzerinde tomurcuk güllerin açılışı “Bedî” ism-i şerifinin tecellîleridir. Hepsi örneksiz, misâlsiz yaratılıp icad edilmiştir. Bunlar yaratılırken ne bir plâna, ne araştırmaya, ne bir yerden yardıma ihtiyaç duymadan, sadece “Ol!” demekle icat etmek Allahü Teâlâ'ya mahsustur. Demek ki, bu mânâ mülâhaza edildiğinde “Bedî” ancak Zât-ı Zülcelâldir.
Misli, örneği olmadığı halde Allah'ın kudret elinden çıkan ve Onun iradesiyle meydana gelen ne kadar fevkalâde ve güzel, ne kadar hayret verici nadide şeyler varsa onlara da “ibda” olunmuş mânâsına Bedî' denildiğini bilmekteyiz.
Bir kere göklere bak, yere bak, bin türlü çeşidi olan çiçeklere, güllere; ipek kanatlı kuşlara, akvaryumdaki nadide balıklara ve daha Allah'ın yarattığı nice şeylere bak, ne kadar bedî, ne kadar misli bulunmaz varlıklardır. Alemde hiçbir zerre, hiçbir nesne yokken, hattâ âlemin kendisi de yokken, ortada örnek ve misâl alınacak hiçbir şey yokken, sonsuz kudret ve nihayetsiz rahmet sahibi olan Allah ilk önce bunları yoktan vücuda getirmiştir.
Kâinattaki mahlûkatın çeşidini saymaya sayılar kâfi gelir mi? Hem her nev'in bütün fertleri de tamâmiyle birbirinin aynı değildir. Aralarında benzerlik olduğu gibi, ayrılık da mevcuttur.
Meselâ: Çiçek âlemine bakalım. Görünüşte hepsi çiçek ama, her birinin kendine ait bir vasfı, bir karakteri vardır. Yine her birinin kokusu, rengi ayrıdır. İnsanlar da öyle. Demek ki her zerrenin, her çiçeğin, her insanın yaradılışı başlı başına bir bedîadır. İnsan vücudunda nice kudret âsân pırıldamaktadır ki beşerin aklı henüz onu çözebilmiş değildir.
Bir düşünelim ki: Bin tane beyaz duvaklı gelin bir araya gelmiş olsa, hepsi aynı yaşta bulunsa, herkesin gözü yine yüzünde, kulağı yerinde, burnu yerinde, dudağı dişleri de hep yerindedir. Ne var ki bu bin tane güzelin hiçbiri bir başkasına benzemez. Allahü Teâlâ her birine ayrı bir veçhe vermiştir. Ve her birinde kudretinin nişanelerini göstermiştir. Milyarlarca insanı buna temsil ettiğimiz zaman yine göreceğimiz şey başka başka yüzlerdir. Tâ Hazreti Adem'den bugüne kadar gelen insanlar da öyledir. Bundan sonra yaratılacak insanlar da yine birbirine benzemeyecektir. İşte bu bedîayı meydana getirmek ancak Allahü Teâlâ'ya mahsustur.
Zaman ve mekân boyunca insanlarda, onların yüzlerinde kaşlar, gözler, burun ve ağız gibi azaların yerleri kati surette değişmediği halde şu koca âlemde yüzleri tamamiyle birbirine benzeyen iki insanı bulmak mümkün değildir. Şu iki elimizin içine sığacak kadar küçük deri parçası üzerinde bu harika sanat nedir? Eğer bir kimse mal değil de insan ise rabbinin sonsuz kudreti karşısında gönül gönül titremesi lâzımdır.
Burada insandan misâl verdik. Hayvanlar âlemi de bir başka hayret edilecek âlemdir. O güzelim kara gözlü ceylanlar, kuğular, anlar, arslanlar, atlar ve kınalı keklikler... Her biri bir bedîadır. Allah'ın kudretine yerde gökte alâmetler vardır. Suların üzerinde dağ büyüklüğündeki gemilerin akıp gitmesi az şey midir?
Ve şanı yüce rabbimizin şanı büyük kitabı bize haber veriyor ve Allah buyuruyor ki:
“Göklerin ve yerin yaratıcısıdır O! O, bir şeye hükmetti mi ona ancak “Ol!” der, o da oluverir.” [247]
Evet:
O bir şeye “Ol!” desin, herbir şey başkalaşır, Semâ, güneş, ay, yıldız, O'nun mührünü taşır!.. A vefa arayan insan! Sen kullukta rabbine vefa göster ki, âlem sana kucak açsın. Sen O'nu doyumsuz bir aşk ile sev ki, göktekiler de, yerdekiler de seni sevsin ve senin hizmetine koşsun. Can gözünü aç, kâinat gülistanına bak ki gönlüne hikmetler dalga dalga insin.
Sen cenneti ahirette kazanacak değilsin. Cennetin meyvesi burada boy verir. Cehennemin yolu da yine buradadır. Kâinat bir uçtan öbür uca bedîalarla, acibelerle, hayret verici eserlerle doludur. Aziz ve Celîl olan Allah yeri göğü senin hizmetine tahsis etmiştir. Sen artık bunun şükrünü bilmezsen ve rabbinin kudretinin izlerini, nişanelerini görmezsen, yüreğinde top patlasa yine gözünü açman mümkün olmaz...
Ah ne desem? İnsanın cinnetinden cinler bile hayrette:
Yer uyanık, gök uyanık,
Uyumak zamanı mı ki?
Ey uykulu, uyan artık,
Uyumak zamanı mı ki?
Pınar, havuz, deniz, ırmak,
Yasemen, gül, lâle, zambak,
Hepsi kalkmış, uyanmış bak,
Uyumak zamanı mı ki?
Zaman hep sonsuza akar,
Bütün varlık şaha kalkar,
Uyan, nazlı, işveli yâr,
Uyumak zamanı mı ki? [248]
“Varlığının nihayeti olmayan, dâimi var olan.”
Kâinatta bulunan herşeyin bir sonu vardır. Hattâ kâinatın da Ömrü bitecek, onun da düzeni bozulacak, zamanı gelince, kıyamet delen hadise vuku bulacaktır. Yani her şey yokluğa, ölüme mahkûmdur. Ancak Allahü Teâlâ'nın varlığının sonu yoktur. Sonu olmadığı gibi önü de yoktur. Önü olmamak mülahazasıyla O Zât-ı Zülcelâle “El-Kadîm” sonu olmamak mülahazasıyla “El-Bâkî” denir. İşte bu ism-i şerîf, varlığın devamını bildiren bir kelimedir.
Yine Sultân-ı Kâinatın, O Zât-ı Akdes'in (El-Ezelî, El-Ebedî) ism-i şerifleri de vardır ki, bu mânâya yakındır. Ezel, başlangıcı olmayan; Ebed, ilerde sonu olmayan demektir. Herşeyin sonu, nihayeti var, fakat Allahü Teâlâ Bakîdir.
Ve Kur'an-ı Kerim'de buyuruluyor ki:
“O'nun zâtından başka her şey helak olucudur.” [249]
Yani O'nun zâtından başka herşey, her mevcud aslında, yokluk demektir. Çünkü O'ndan başka her şeyin varlığı kendinden değil, Allahü Teâlâ'ya dayandığından her an yok olmayı kabul edici ve yok olmaya hazır olmakla sanki yok demektir veya (bir zaman sonra) yok olacaktır. Ancak O zâtında diri, ezelî ve ebedî, varlığı kendisiyle var olandır. Çoğunun tercih ettiği mânâ budur.
Diğer bir mânâya göre, “Vech” , kastedilen ve yönelmen cihet mânâsına olarak O'nun yüzünden, yani O'nun rıza ve hoşnutluğu kastedilen yönden başka, herşey helaktedir demek olur ki, ahiret nimetlerinin fani, geçici olmadığını anlatır. Bir de her şeyin Allahü Teâlâ'ya yönelik yüzü, Allah'ın ilmindeki gerçek şekli demek olur ki, her şeyin Allah'a dönüşü bununladır. “Lehü'l-Hükmü = Hüküm O'nun” başkasının değil. O'ndan başka hüküm ve hükümet, kanun çıkarmaya ve kanun yapmaya kalkışanların hepsinin hükmü bozulur, ancak O'nunki bozulmaz. “Ve İeyhi türceûn” Ve hep O'na döndürüleceksiniz, hepiniz ölümünüzden sonra O'nun huzuruna götürülecek, mahkeme olunacak, ona göre cezanız, mükâfatınız ne ise alacaksınız. İşte bütün kıssaların sonu, işte bu “Ve ileyhi türceûn = Ve hep O'na döndürüleceksiniz.” hükmüdür. Kimin haddinedir ki bu hükme boyun eğmesin!” [250]
Kimin elinden gelir ki ölümü yenebilsin. Zaman boyunca nice melikler, şahlar, hükümdarlar, başbuğlar, en kudretli oldukları bir anda kendilerini mezarda buluvermişlerdir. Ecel oku onları avlamış, tahtından kara toprağa indirmiştir. Kurdukları düzenler tarumar olmuş, verdikleri hükümler battal hâle gelmiştir. Geriye sadece ibret alınacak manzaralar kalmıştır. Öyledir de insanlar yine ibret almazlar. Allah'ın mülkünde, Allah'ın nimetleriyle ayakta durdukları halde, Allahü Teâlâ'ya isyanı meslek edinirler.
Demek ki ne kadar kuvvetli olurlarsa olsunlar, Allah'ın hükmüne boyun eğmekten başka çâreleri yoktur. Allah bakî, her şey fâni...
“Yeryüzünde bulunan herşey fânidir.”
Yani yeryüzünde yaşayan herkes, herşey fânidir. Hiçbir mahlûk bu fena mülkü dünyada ebedî olarak yaşayacak değildir. Hem insanlar, hem cinler tamamen öleceklerdir. Ölmekle hiç hesapsız, sorgusuz bırakılmak da yok. Sonra İlâhî kudret ile yeniden hayata döndürülecekler ve mahşer meclisinde müstahak oldukları akıbete kavuşacaklardır, iyiler, has kullar, takva sahipleri cennete; zorbalar, zalimler, kâfirler, putçular cehenneme sevkedileceklerdir.
“Celâl ve ikram sahibi olan rabbinin zâtı ise baki kalacaktır.” [251]
Yani bütün tasavvurların fevkinde azamet ve iclâli hâiz ve lütuf ile, ihsan ile muttasıf bulunan rabbinin zâtı ise baki kalacaktır. O'ndan gayri ne varsa herşey fena bulacaktır. Sadece O'nun Zât-ı Akdes'i, ezelî ve ebedîdir, fenadan münezzehtir. Yerde ve gökte bulunan her hayat sahibi mutlaka bir gün fenaya maruz kalacaktır. Çünkü hepsinin hayatı Allah'ın kudret elindedir. Hepsi O'na döndürülecektir.
Merhum Elmalılı Hocaefendi bu âyetin izahında diyorlar ki:
“... Bununla ancak Allahü Teâlâ'nın Zât-ı Kibriyâsı vasıflanabilir. O halde “Vechü Rabbike = Rabbinin yüzü” , “Zât-ü Rabbike = Rabbinin zâtı” demek olunca “Ve yebgâ Rabbüke = Rabbin kalır” denilmekle yetinilmeyip de zâtın vech ile ifade edilmesinin nüktesi ne olabilir?
Bunun nüktesi, zâtın yalnız gizli ve mücerred zât olarak değil, sıfat ve rubûbiyetinin görünmesi ve yansıması itibariyle dahi baki oluşunu göstermektedir. Bunu kayyumiyet (ebedîlik) sıfatı ile ifade edenler de bu nükteyi anlatmak istemişlerdir. Özellikle şu iki sıfatla vasıflandırmak da bunu teyid etmektedir. Yani rabbinin baki kalacak olan yüzü, şu iki sıfatla vasıflanmaktadır:
“Zü'1-Celâli ve'1-ikrâm = Ki hem celâl hem ikram sahibi.” Karşısında hiçbir şey kendi kendine tutunamayacak, azamet ve celâli ile her şeyi kahr ve yok edebilecek derecede büyüklük ve mutlak ihtiyaçsızlık sahibi, hem de yok olan ve yok olacaklara hayat vererek bağış ihsanına nail kılacak tam bir lütuf sahibidir.
Rağıb el-İsfahânî der ki: “Bu zü'1-celâl ve'1-ikrâm sıfatı Allah'a mahsus olan ve ondan başkası için kullanılmayan vasıflardandır.”
“Tirmizî'nin Hazreti Enes'ten, Ahmed b. Hanbel'in Rebia b. Amir'den merfu olarak rivayet ettikleri şu hadis de buna işaret etmektedir:
“Ya ze'1-celâli ve'l-ikram” a devam edin, dualarınızda onları çok söyleyin.”
Yine Enes'ten rivayet etmişlerdir ki söz konusu sahabi Resûl-i Ekrem (s.a.v) ile beraber bulunuyordu, bir adam namaz kılıyordu. Sonra dua etti de şöyle dedi:
“Ey Allah'ım! Senden istiyorum, hamd sanadır. Senden başka İlâh yoktur. Sen ihsanı bol olan, semâvatı ve arzı yaratan, celâl ve ikram sahibisin. Ey Hayy ve Kayyûm olan Allah'ım!”
Bunun üzerine kâinatın efendisi buyurdu ki:
“Biliyor musunuz, bu zat ne ile duâ etti?” Onlar da:
“Allah ve Resulü en iyisini bilir” , dediler. Resûlüllah (s.a.v) buyurdu ki:
“Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki O, Allah'a en büyük ismiyle dua etti. O, ism-i a'zam ki onunla çağrıldığı zaman cevap verir ve onunla istenildiği vakit ihsanda bulunur.” [252]
Kâinatta mevcut olan her şey fena bulacak, ancak Allah bakî kalacaktır. Çünkü O'nun varlığının sonu yoktur, varlığının önü de olmadığı gibi. O, ezelî ve ebedî bir hayatla kâimdir. Hayat madem fâni. O hayatı Allah yolunda geçirerek kıymetlendirmek bizim elimizdedir. Dünyamız yıkılıp yok olacaksa da Yüce Allah bizlere tekrar hayat bahşedecek, iyileri cennete, zâlim ve kâfirleri cehenneme koyacaktır. Kişi dünyada ya cenneti satın alır, ya felâket yurduna kapı açar.
Okunuşu: Hüve'1-Bâkî
Ne varsa yok olacak,
O Bakî. Bir O Bakî!..
Bunu bilirim ancak,
O Bâki Bir O Bâkî!..
Al ölümden bir hisse,
Diri kalmaz hiç kimse,
Kulak ver sen bu sese,
O Bâkî. Bir O Bâkî!
Biter su, kurur pınar,
Yere devrilir çınar,
Ey işve baharı Yâr,
O Bâkî Bir O Bâkî!
Solar yeşil ve sarı,
Artık bal vermez arı,
Hiç unutma bunları,
O Bakî. Bir O Bakî!..
Zamanın çarkı durur,
Herşey hiçliğe vurur, İ
şte hakikat budur,
O Bakî. Bir O Bakî!..
Söner can, kalmaz nefes,
Artık çağlamaz bir ses,
Gayriden ümidi kes,
O Bâkî Bir O Bâkî!
Ne gül olur, ne çiçek,
Ne tek damla içecek,
işte ölümsüz gerçek,
O Bakî. Bir O Bakî!..
Ey deryalarda yüzen,
Yıkılır dünya düzen,
Kulak ver sözüme sen,
O Bakî. Bir O Bakî!.. [253]
“Herşey yokluğa döndükten sonra da varlığı ve saltanatı devam eden.”
Rahman ve Rahîm, Azîz ve Hakîm olan Allah mülkün varisidir, herşeye varis elbette O'dur. Çünkü her bir şeyin yegâne sahibi, mülkün mâliki O olduğuna göre, ortaksız varisi de O olacaktır. Bu hususta hiçbir mahlûk O'na zerrece ortak değildir. Zira O mahlûk da O'nun mülküdür. Artık nasıl olur ki hak iddia edebilsin...
Şu bir gerçektir ki, şanı pek yüce olan Allah kendi mülkünden dilediği miktarı, dilediği kullarına ihsan eder, lütfuyla, keremiyle o mülkün tasarruf hakkını bir zaman için bağışlar. Ömrümüz de öyle değil mi? Bize bu ömrü, bu hayatı babamız vermiş değildir.
Allahü Teâlâ'nın kerem çeşmesinden akan ihsanlarla bu nimete mazhar olmuşuzdur. Dilediği anda hem bizi, hem elimizdeki nimetleri almak O'nun için çok kolaydır. İşte âciz insanlar bu hakikati unutuyorlar da keremi sonsuz rablerine karşı isyan edebiliyorlar. Bir de mal mülk edinme sevdası vardır ki, bunları ele geçirmek için akla hayale sığmaz hareketlerde bulunurlar. Biz toplayalım da varislerimiz yesin hesabıyla yapılan şuursuz işlerin neticesi ellerindeki ariyet tasarruf hakkı geri alınır. O kadar ki, kendileri de dünyada bırakılmaz. Can fidanına ecel baltası iniverir, herşey biter. Herkes geldiği yere döndürülür. Ortaksız ve benzersiz olarak ezelî ve ebedî olan Allah (Azze ve Celle) kalır.
Tâ Hazreti Âdem devrinden beri ölüm değirmeni insanları un ettiği halde, beşer yine ibret almaz, gam seline değirmen olur. Yarın başında bitecek otları, selvileri unutur.
Yüce Yaratıcı bir kudsi hadisde buyuruyor ki:
“İnnî ve'1-cinnü ve'1-insü fî nebein azîm. Ehluku ve yu'bedü gayrî ve erzüku ve yüşkerü gayrî = Benim, ins-ü cin ile kıyamette büyük bir karşılaşmam olacaktır; ben yaratıyorum, benden başkasına kulluk ediliyor; ben besliyorum, benden gayrısna şükrolunuyor.” [254]
Şimdi benim malım, benim mülküm, benim ömrüm, benim arabam, benim köşküm, benim şuyum, benim buyum diye övünüp duran insanlar ne kadar aklanmışlardır. Halbuki bütün malın gerçek sahibi ve varisi azîz olan Allah'tır. Evvel, Âhir, Bakî ve Mâlik de yine O'dur. Evet:
Güvenme ona buna, bir fayda vermez arkan,
Kıyamette mutludur, ancak Allah'tan korkan!..
Yıldızlı semânın altında, yeşil selviler gölgesinde, gülistanlar içinde ömür sürerken, bütün bu nimetlerin gerçek sahibini unutmamak ve ömür nefeslerimizin incilerini O'nun taatinde pırıldatmak gerekir.
Seyyid Abdülkadir Geylânî (k.s.) demiştir ki:
“Ayık olmayı, ölüm anına bırakmayın! Ölümden önce gözlerinizi açın ve candan uyanın. Bilesiniz ki, o anda uyanmanız sizi felaketin kucağından çekemez!”
Kur'an-ı Kerimde Zekeriyya Aleyhisselâm'ın bir duası vardır ki, o muhterem peygamber rabbine karşı şöyle niyazda bulunmuştur:
“Ey Rabbim! Beni yalnız bırakma! Sen vârislerin en hayırlısısın.” [255]
Yani ey keremi sonsuz Rabbim! Beni yalnız bırakma. Bana ihsan buyurduğun ilim ve hikmete varis olacak erkek evlattan beni mahrum kılma. Çünkü “Ve ente hayrü'l-vârisîn” Sen varislerin en hayırlısısın. Bütün mahlûkatın fenasından sonra bakî olan ancak sensin. Eğer bana gönül meyvesi olacak bir varis ihsan buyurmaz isen Sen zaten bana kâfisin. Benim için senden daha hayırlı kim vardır ki?
Bu mübarek peygamberin lisaniyle de bize haber veriliyor ki, varislerin en hayırlısı Allahü Teâlâ'dır. Elimizdeki nimetlerin O'nun bir lütfü olduğunu unutacak olursak bize yazık olur. [256]
“Kullarını irşad eden, doğru yolu gösteren.”
Hikmeti ve rahmeti sonsuz olan Yüce Allah kullarını irşad eder, onları doğru yola iletir. Dilediği kulunun kalbini marifetine açar. Reşîd, mürşid mânâsınadır. Mürşid kelimesi de iki mânâ ifade etmektedir:
a) Doğru ve selamet olan yolu gösteren.
b) Hiçbir işi boş ve faydasız olmayan. Her işinde mutlaka bir hikmet bulunan zat demektir.
Birinci mânâca “El-Hâdî” ism-i şerîfiyle aynı demektir. Bir kulun gönlünü hidayete, hikmete, İslama açacak ancak Allahü Teâlâ'dır. O kimi dilerse dilediği kişiyi irşad eder, selâmete ulaştırır. Ve kimi de dilerse onu dalâlette bırakır.
Âlemde cereyan eden hiçbir hadise, büyük küçük hiçbir iş yoktur ki o işin kumandası Allahü Teâlâ'nın kudret elinde olmasın. Herşey ve her iş O Zât-ı Zülcelâl'in irade ve tedbiriyle meydana gelir. O dilemedikçe bütün âlem bir olsa hiçbir şeyi hayat sahasına çıkaramazlar. Hâsılı herşey O'nun takdiri çerçevesi içinde tamam olur.
Mesela bir insan ne kadar arzu etse, çırpınsa da sevdiğini ve dilediğini hidayete erdiremez. Yine bütün beşer bir olsa da diledikleri anda yağmur yağdıramazlar, yahut baharı kışın yerine koyamazlar. Gökteki ayın yolunu değiştirip de aksine bir istikamete döndüremezler. İşte Yüce Yaratıcımızın tekvînî olan tedbirleri kâinatın iradesine ait emr ü fermanlarıdır. Hiçbir şey, hiçbir nesne yoktur ki, bu İlâhî tedbirlere göre ve tam bir mecburiyet içinde vazifesini yayıp durmasın.
Göklere nazar ederseniz göreceksiniz ki, binlerce senedir güneş tam bir mecburiyetle kendisine tayin edilen vazifenin ifasındadır. Ay öyledir. Zaman öyledir. Kış öyle, yaz öyle, bahar öyledir. Yani kâinatın nizamı, Allahü Teâlâ'nın irade ve tedbiri ile ezelden ebede doğru akıp gitmektedir. Tâ ki Allah “Dur!” diyecek ki, herşey duracak, herşeyin nizamı bozulacaktır.
Ve Allahü Teâlâ buyuruyor:
“Şüphesiz ki sizin rabbiniz gökleri ve yeri altı günde yaratıp sonra (emri) arş üzerinde hükümran olan, her işi yerli yerinde tedbir (ve idare) edegelendir.” [257]
“Tedbir: Bir işin iyi bir neticeye ulaşması için ardını ve akıbetini, önünü sonunu, bilerek, hesap ederek gözetmek, takdir ve idare etmek demektir ki, burada murad, bütün işlerin birbirine bağlı olarak gelişmesini ve en son akıbetini tayin eden Hakk'ın hükmü ve takdiridir.” (M. Hamdi Yazır)
Cenâb-ı Hakk'ın teşrîî olan tedbirleri ise, mükellef olan kulların, yani “Reşîd olan” aklı başında insanların iki âlemde de saadet ve selameti, refah ve felahı için Kerîm kitabı Kur'an'da beyan edilmiş emirleridir. Bunda cebir ve zorlama yoktur. Sadece insanların iradeleriyle yapılması istenmiştir. Kişi kendi ihtiyariyle dilediği yolu seçebilir. Cennetin arı duru ırmakları tarafına akabildiği gibi, cehennemin kara derelerine de yol bulabilir.
Cihan toprağında mekân tutan bir kul için irade-i cüz'iyesini kullanmadıkça murada ermek mümkün olmaz. Kul ümit ettiği ve aradığı sevabı ve ebediyyet serinliğini, kendisi için vaad buyurulan sonsuz saadeti bulmak muradında ise, azîz ve celîl olan Allah'ın teşrîî emirlerini canla başla yerine getirecektir. Bir lokma ekmeği bile çiğnemeden yutmak mümkün değilken, hiçbir gayret göstermeden cennetlere, dîdâr neş'elerine nasıl ulaşılır?..
Kuş kanadı ile uçar, arslan pençesinin kuvvetiyle iş yapar, arılar bir nefes durmadan çırpınarak petek petek bal yapar. Bunlar da gösteriyor ki her işe bir tedbir gerekir... Tedbiri alacak da akıldır. Akıl, Allah'ın insanlara en büyük ihsanıdır. Aklı olmayanın dini de olmaz. Akıl, insanı hayvanlardan ayırt eden bir kuvvettir. Ama her akıl selim değildir. Eğer insanlar kâmil bir akla sahip olsalardı zaman mekân boyunca putçuluk devam eder miydi?
Evet:
Kâmil bir akla yoldaş etmelisin sen aklı,
O zaman diyeceksin, her şeyde Nebî haklı!
Nefis akla pençe vurdukça, şeytan da nefsle ahbap oldukça insan nasıl tedbir sahibi olabilir?
Nefs, insanın içinde bulanık bir su gibidir. Daha doğrusu bir felaket batağıdır. O batağa düşen kolay kolay çıkıp kurtulamaz, meğer ki Hûda'dan inayet yetişe... Nefs batağını kurutup, onu bir gülistan haline getirmenin yolu takva ve verâdır. Aklın nurlanması ve terbiyesi de ilimle, irfanla, imanla mümkündür.
Zât-ı Zülcelâl Hazretlerinin emr ü fermanı:
“Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun gönlünü İslama açar.” [258]
“(Yani) Allah her kime hidayet diler, doğruca kendine erdirmek isterse İslâm için gönlünü açar. Hakkı ve hak teklifleri kabul için nefsine öyle kabiliyet verir ki, iman ve itaatle göğsü genişler, kalbi ferahlanır, neşeli olur. Bilinmektedir ki göğüs genişliği kuvvete, teneffüs ve tahammüle delâlet eder. Göğsün açılması, geniş geniş nefes alması da kalbin ferahlanmasını gerektirir. Ve bu şekilde göğsün ferahlanması, hem kuvvet ve tahammülden, hem de sevinme ve ferahlanmadan kinaye olur. Burada İslâm için göğsün açılması da, nefse hakkı seve seve kabul etmeye hazır, engel ve zıtlıktan arınmış bir kabiliyet bahşetmekten kinayedir.
Nitekim Resûl-i Ekrem (s.a.v)'e bu göğsün açılması hakkında soru sorulduğu zaman buyurmuştur ki:
“Bir nurdur ki, Allah onu mü'minin kalbine atar, o da onunla ferahlanır, açılır.”
Bunun üzerine Ashab:
“Ey Allah'ın Resulü! Onun tanınacak bir emaresi var mıdır?” demişler, Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sel-lem) de:
“Evet, ebedilik evine yönelme, aldanma evi (dünya evi)nden uzaklaşma ve ölüme, (ölüm) gelmeden önce, hazırlanmaktır.” buyurmuştur.
İşte Allah, hidayetini istediği kimsenin kalbine böyle bir nur verir, o kimse de iman ve İslâm ile son derece sevinir ve genişler. Hakkı kabul ve hak teklifleri yerine getirmekten canı sıkılmaz, zahmet ve ızdırap duymaz, tersine neşe ve sevinç duyar.” [259]
İslama, imana, irfana ve hidayete mazhar olmak için gönülde bir arzu, iyiliğe, hayıra, güzele doğru bir meyil bulunmalıdır. Aksine ilâhî emirlerden tiksinen kimseler dalâleti satın almış olurlar. Allahü Teâlâ'nın emr ü fermanına boyun eğenlere ilâhî imdat eli uzanır ve onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onlar da dünya ve ahirette mesut ve bahtiyar olurlar. İşte Allah'ın, kulu hidayete erdirmesi budur. Kul isteyecek, Rabbi de ona ihsan buyuracaktır.
Diyeceğim o ki:
Güneşler o kapıda, aylar o kapıdadır.
Hiç zaman kaybetme de sen önünde kur çadır!
O'nun emriyle sana bulut sakalık eder,
A tembel, a hünersiz, gönlün hep uykudadır!.. [260]
“Çok çok sabırlı olan.”
Herşeyde O'nun dengi ve benzeri olmadığı gibi, sabır da O'na denk kimse yoktur. Eğer mahlûklar misali asileri hemen cezalandıracak olsa, âlemde bu kadar insan hayat sahnesinde boy gösteremezdi.
Allah Sabûr'dur. Kendisine isyan edenlerden intikam almaya gücü yeterken, hemen öç almakta acele etmez, onlara mühlet verir. Hattâ rızıklarını bile kesmez, çok kere nimetlerini ayaklarına gönderir. Nice gafiller de bunu kendi yiğitliklerinden, hünerlerinden zannederler. Halbuki şanı yüce Allah hilm ile muamele buyurmaktadır.
Öyle anlar, öyle hadiseler olur ki, hiçbir insan buna sabır ve tahammül gösteremez, hemen patlayıverir. Eğer imkânı olsa o hadiseyi ortadan kaldırır. Ne var ki Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz büyüklüğü burada da tecellî eder. O işleri yapanları hemen kahredivermek dindeyken bunu yapmaz.
O'nun mülkünde, onun nimetleriyle beslenen, onun yarattığı havayı teneffüs eden, suyu içen ve daha nice şeylere mazhar olan insanlar, O'na isyan etmekte âdeta yarışırlar da O yine keremini esirgemez.
Çünkü O “Rahman” sıfatına haizdir.
Çünkü O “Sabûr” dur. Çünkü O “Halim” dir.
Çünkü O, her şeye bir zaman, bir mühlet tayin buyurmuştur. Herşey muayyen olan seyrini tamamlayacaktır. O'na kafa tutan zalimlerden yere geçmeyen, tahtı, saltanatı, orduları tarumar olmayan kim kalmıştır? Evet, helak vakti gelince o Hak tanımaz zalimleri bir görseniz. Kaçacak delik ararlar, ama bulamazlar. O'nun azap arslanları nice firavunları bu dünyadan silip süpürmüş, 'müthiş akıbetlerine havale etmiştir.
Allahü Teâlâ'nın sabır göstermesi, mühlet vermesi, hilm ile muamele etmesi insanlar için bir rahmettir. İnsan aklını başa devşirir, bu mühlet içinde tevbeye gelir, O'na iltica ederse eli eteği rahmetlerle dolar, tevbesi makbul olur, suçlarının üzerine bir perde çekiliverir.
Hani kitapçı bir hocaefendinin dükkanına bir müslüman gelmiş de:
“Sizde Allah'ın gazapları var mı?” diye sormuş. Hoş sohbet olan hoca da: “Hayır, kardeşim, bizde Allah'ın rahmeti var!” karşılığını vermişti.
Gerçekten her tarafımıza onun kerem yağmuru dökülmektedir. Eğer bizim günah ve isyanlarımıza karşı adaletiyle muamele etse biz ayakta duramayız. Fakat o merhametiyle, Rahman sıfatının tecellisiyle muamele ediyor ve her sabah kapımıza güneşler doğuyor.
O'na hamd olsun!..
“Sabûr” ism-i şerîfi “Halîm” ism-i şerifiyle mânâ bakımından birbirine yakındır: Yalnız “Sabûr” ism-i şerifi, asiler ve isyankârlar tevbe etmeden, ettikleri hatalardan dönmeden ahirete göçerlerse, işte o zaman kendilerine intikamın orada dokunacağını intikam ve azap okuna hedef olacağını bildirir. “Halîm” ism-i şerifi ise daha ziyade af ve mağfiretin pırıltılarını aksettirir. Yani mağfireti bildirir. Aradaki fark budur.
Sabır, hem Kur'an-ı Kerim'de hem de hadis-i nebevide övülmüştür. Sabır aydınlığın anahtarı, cennetin hazinesidir. Sabrı, kararı, azmi, sebatı olmayan bir kimse ilme eremez. İnsan, bir yerden bir yere gelmek için sabır süzgecinden geçecektir. Ona hemen gülistanın kapıları açılmaz.
İbadetler de sabır işidir. Bir düşününüz ki, ömür boyu günde beş vakit namaz kılmak, Ramazan ayında oruç tutmak, haramlardan korunmak az şey midir? Sabırsız kişilerin böyle bir şeye tahammül etmeleri mümkün değildir.
Sabır deyince, ben boynumu bükeyim, herkes sırtıma basıp geçsin, beni hor, hakir etsin, bütün haklarımı elimden alsın, bir paçavra gibi beni sıkıp çöpe atsın mânâsı anlaşılmamalıdır. Bu sabır değil acizliktir.
Sabır, Allah emrinde olmaktır. Ve Allah'ın ahlâkından bir ahlâktır. Sabırlı kişiler, faziletli insanlardır. Onların gönüllerinde cennet pınarları çağlar. Onlar zulme, cehalete, haksızlığa, cimriliğe, yalana ve İslama zıt hiçbir şeye razı olmazlar. O kötülüklerin ortadan kalkması için gece gündüz gayret gösterirler. Hem dünyanın, hem ahiretin saadet ve selâmeti böyle bir sabırla elde edilir. Miskinlikle bir şeye kavuşmak nerede görülmüştür?
Meselâ: Şu elinizdeki kitabın hazırlanması bir sabır işidir. Eğer ben sabretmesem, gayret göstermesem, sırtüstü yatsam bu eser meydana gelir miydi?
İşte her başarının anahtarı sabırdır. Kur'an-ı Kerim bize bir ebediyet ölçüsü veriyor:
“Allah'a ve onun Resulüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin. Sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider. Bir de sabırlı olun. Çünkü Allah, sabredenlerle beraberdir.” [261]
Evet:
Senin Ömür tarlanın ameldir bereketi,
Bir sabır fidanı ol, öyle yap hareketi!
Kâinatın Efendisi ve Allah'ın Aziz Nebisi buyuruyorlar ki:
“Mü'minin işi teaccübe şayandır. Zira işinin hepsi onun için hayırlıdır. Bu meziyet yalnız mü'mine mahsustur. Zira o sevinirse şükreder. Bu ise onun için hayırdır. Başına (bir) belâ gelirse sabreder. Bu da onun için hayırdır.” [262]
Dünyanın nice sevinçli günleri olduğu gibi, gamlı ve belâlı günleri de vardır. İnsanlar bir hal üzere kalmazlar. Çok kere insanı felaket okları avlar. İşte böyle zamanlarda sabır devreye girer. İnsan güç yetiremediği bir felakete sabır etmezse, o felâket yine onun üstünden geçer, fakat sevap namına bir şey kazanamaz.
Amma sabır gösterirse felâket yine akıp gidecektir. Öyledir de, neticede alınacak mükâfat pek büyüktür. Hep bilirsiniz ki, dünyada en çok dert ve belâya mübtelâ olanlar Peygamberlerdir. Sonra velîler, sonra derece derece salihler ve diğer mü'minlerdir. Neden öyledir? Allah ile dostluk kolay değildir. Sadece sözle “Ben Allah'ı seviyorum!” demek yetmez, ondan gelene katlanmak da lâzımdır. Ve yine bu belâlara tahammül insanın derecesini kat kat yükseltir, insana manevî iklimlerin kapısını açar...
İmam Gazali (Rahmetullâhi Aleyh) diyor ki:
“Musibetlere sabır, faziletten olduğu halde derecesinin daha üstün olması; haramlara sabır, her mü'minin yapabileceği ve fakat belaya sabır ise ancak peygamberlerin güç yetireceği bir şey olması bakımındandır. Zira belâ ve ibtilâ, nefse ağır gelen bir imtihandır ve aynı zamanda sıddıkların azığıdır.”
Atâ bin Ebî Rebâh'dan: İbn-i Abbas (r.a.), bana:
“Cennet ehlinden bir kadını sana göstereyim mi?” dedi.
“Evet, göster dedim, kimdir o bahtiyar kadın?”
İbn-i Abbas Hazretleri buyurdu ki:
“İşte şu siyah kadındır ki, bu kadın (bir gün) Resûl-i Ekrem (s.a.v)'e geldi ve:
“(Ey Allah'ın Resulü), dedi, sar'am tutuyor ve tenim açılıyor. Benim için Allah'a dua ediniz (de şifa bulayım).” Rahmet Nebi (s.a.v) buyurdular ki:
“İstersen sabreder, cennetlik olursun; istersen, sana afiyet vermesi için Allahü Teâlâ'ya dua ederim!”
Kadın:
“O halde sabrediyorum, dedi, lâkin (sar'a tutunca) vücudum açılıyor. Açılmamaklığım için duâ et.”
Allah'ın Resulü de ona duâ etti.” [263]
Sabır belki acıdır, fakat meyvesi tatlıdır. O kadıncağız sabır ipine tutunmasa, şifâ isteseydi, elbet belâdan kurtulacaktı. Fakat bu büyük mükâfata nail olamazdı. İki günlük dünya hayatı düğün bayram olarak geçse ne ki, yine sonunda ölüm vardır, âhiret vardır. Dünya bahar rüzgârı gibi göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçer. Ana rahminden beşiğe, beşikten tabuta, tabuttan kabre, kabirden mahşere... Dünya fânî, ahiret bakî...
Hazreti Mevlânâ şu incileri saçar:
“Bu kadar çamur gibi olan dünya nimetlerine sabrın yoksa; Allah'ın rahmeti ve mağfireti çeşmesine nasıl sabrediyorsun? Seherlerde iltica etmiyor, muhabbet-i Rabbânî ile yanıp yakılmıyorsun?”
“A kuzum! Hırs ve tama'dan sabret de bu geçici ve fani şevklerin helvasını satın alma. Sabır, akıllı ve zekî olanların dilediği şeydir. Helva ise çocukların istediğidir.”
Burada zalimlere, zorbalara, haksızlığa, hakka tecavüzü meslek ve âdet edinenlere bir tek sözümüz olacaktır: Biliniz ki Kahhâr olan Allah zâlimlerden intikamını alır. Zalimleri Allah'ın yakalaması çok yamandır, çok çok şiddetlidir. Artık onu hiçbir kuvvet ve silah önleyemez. Sabûr ism-i şerifinin tecellîsi olarak zalim ve zorbalara mühlet vermesi, onlardan hesap sormayacak mânâsına anlaşılmamalıdır. O'nun hesabı geldiğinde bütün hesaplar şaşar, bütün saltanatlar yere geçer.
O'na yine O'nun kudsî isimleriyle niyaz edelim: Yâ Allah, Yâ Rahman, Yâ Rahîm!. Bize meded kıl!..
“Ey ariflerin sevinç ve sürûru,
Ey müritlere ünsiyet ve huzur veren,
Ey âşıkları kurtaran,
Ey tevbekârların sevgilisi olan,
Ey fakirlerin râzıkı olan,
Ey günahkârların umudu olan,
Ey sıkıntıya düşenlerin sıkıntısını gideren,
Ey gam ve kedere düşenlere nefes aldırtan,
Ey üzülenlere sevinç ve ferahlık veren,
Ey evvelkilerin ve sonrakilerin mabudu olan (Allah'ım!)
Seni tenzih ve tesbih ederiz. Senden başka ilâh yoktur. Sen emansın; bizi cehennem ateşinden kurtar.” [264]
Rabbimin keremiyle buraya kadar 99 mübarek ve güzel isimlerin kısa mânâlarını izah ederek geldik. Esmâü'l-Hüsnâ sadece bu isimlerden ibaret de değildir. Burada zikredilenler “İhsâ isimleri” dir. Şanı pek yüce olan Allah'ın daha nice güzel ve mübarek isimleri mevcuttur. Nitekim başka bir nakilde sayılan doksan dokuz arasında şu isimler de vardır:
El-İlâh, Er-Rab, el,Hannân, El-Ehad, El-Kâfî, Ed-Dâim, El-Mevlâ, En-Nasîr, El-Mübîn, El-Cemîl, Es-Sâdık, El-Muhîd, El-Mennân, El-Bârî, El-Karîb, El-Vitr, El-Fâtır, El-Allâm, El-Melîk, El-Ekrem, El-Müdebbir, El-Kadîr, Eş-Şâkir, Zü'd-Davl, Zü'1-Meâric, Zü'1-Fazl, El-Kefîl
Kur'an-i Kerim'de: “Rabbü'l-âlemîn, Rabbü'l-arşi'l-azîm, mâliki yevmiddîn, âlimü’l,ğaybi ve'ş-şehâde, allâmu'l-ğuyûb, ğâfiru'z-zenb, kâbilu't-tevb, refîu'd-derecât, zü'l-arş, fa'alün limâ yürîd, lâ yüs'elü amma yef 'al.” gibi daha bazı isim ve sıfatların bulunduğunda da şüphe yoktur. Bunlar evvelkiler içinde bulunsalar da, yine Allahü Teâlâ'dan başkasına isim verilemeyeceği özelliğine sahiptirler.
Aynı şekilde Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)'in Buharî ve Müslim'de rivayet edilen dualarında, bulunan: “Münzilü'l-kitab, mücri's-sehâb, hazîmü'I-ahzâb” gibi isimler de Allah'tan başkası için caiz olmayan isimlerdir.
İbnü Kesir tefsirinde demiştir ki: “Esmâ-i Hüsnâ'nın doksan dokuzla sınırlı olmadığına Ahmed b. Hanbel'in “Müsned” inde senediyle Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'den rivayet ettiği hadis de delâlet etmektedir. Beyhakî de bu hadisi “Kitabu'1-Esma ve's-Sıfat” da Abdullah b. Mes'ud'a ulaşan senedle şöyle rivayet etmiştir:
“Resûlüllah (Salllâhü Aleyhi ve Sellem) buyurdu ki: “Herhangi bir müslüman bir merak veya üzüntüye düşer de,
“Allah'ım! Ben Senin kulunum, kulunun ve cariyenin oğluyum. Perçemim senin elinde (kudretin de) dir. Bende hükmün geçerlidir, hakkımdaki kaza'n, adalettir. Senin olan, senin kendine isim verdiğin veya kitabında indirdiğin yahut yaratıklarından birine bildirdiğin veya katında, gayb ilminde kendine tahsis ettiğin bir isimle senden dilerim ki Kur'an'ı kalbimin baharı, üzüntümün cilası, keder ve tasamın giderilmesi için vesile kılasın.” derse, herhalde Allahü Teâlâ onun merakını giderir, üzüntüsünün yerine ferahlık verir.”
Bunun üzerine huzurda olanlar:
“Ey Allah'ın Resulü, dediler, bu kelimeleri öğrenelim mi?”
Kâinatın efendisi:
“Evet, buyurdu, bunları işiten her kimsenin öğrenmesi gerekir.”
Yine Beyhakî, muttasıl bir senedle Hazreti Aişe (Radıyallâhü Anha)'dan şöyle bir rivayet nakletmiştir: Hazreti Aişe Resûl-i Ekrem (s.a.v)'e:
“Yâ Resûlallah! Allahü Teâlâ'nın, kendisine dua edildiği zaman kabul buyurduğu ismini bana öğret.” demişti. Resûlüllah da, ona “Kalk abdest al, mescide gir, iki rekat namaz kıl, sonra dua et, ben dinleyeyim.” buyurdu.
O da öyle yaptı, sonra dua için oturduğunda Nebiyy-i Muhterem “Allâhümme veffıkhâ = Allah'ım, onu muvafık kıl!” dedi. Hazreti Aişe şöyle dua etti:
“Allah'ım! Bildiğimiz ve bilmediğimiz güzel isimlerin hepsiyle ve bir kimsenin kendisiyle sana dua ettiği zaman hoşlandığın ve yine kendisiyle istediği vakit verdiğin en yüce isimle senden istiyorum!”
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v):
“İsabet ettin, isabet ettin.” buyurdu.
Bu hadislerdeki dualardan anlaşılıyor ki, Allahü Teâlâ'nın kitabında zikretmediği ve hiçbir kimseye bildirmediği, gayb ilminde yalnız kendisinin bildiği isimleri de vardır. Şu halde evvelki hadisde: “Allahü Teâlâ'nın doksan dokuz, yani biri müstesna olmak üzere yüz ismi vardır, onları sayan cennete girer.” buyurulması, Allah'ın bilinen en güzel isimlerinden doksan dokuzunu sayan, yani ezberleyip okuyan, yahut Allah ile olan muamelesinde onların sınırlarını koruyan, güzelce riayet eden kimse cennete girer demektir.
Tam yüz sayılmayıp birinin istisna edilerek doksan dokuz zikredilmesinin hikmeti de:
“Allah tektir, teki sever!” sözünde belirtilen tek sayıya riayetin müstehablığını göstermek içindir. Namazlardan sonra tesbih dualarından otuz üç defa Sübhânellah, otuz üç defa Elhamdülillah ve otuz üç defa da Allahü Ekber denilerek tamamının doksan dokuz olması da, bu hikmete mebnidir. Şu da gözden uzak tutulmamalıdır ki, aynı hadiste “Vitrün yuhibbü'1-vitr” buyurmakla Allah'ın isimlerinden birinin de “el-Vitr” olduğu bildirilerek yüz isim anlatılmış, ancak saymada biri istisna edilerek 99'la sınırlandırılmıştır. Böylece isimlerin doksan dokuzla kayıtlanmadığı da, aynı hadisle anlatılmış olmaktadır. Hasılı doksan dokuz ismi şerifi belleyip saymanın Allah'ı bilme hususunda ve duanın kabul edilmesinde büyük fazileti olduğu çeşitli rivayetlerle haber verilmiş olması yanında, bu mevzuda müstakil eserler de kaleme alınmıştır. Şurası da muhakkak ki, Allahü Teâlâ'nın bildirdiği isimlerden başka, bildirmediği daha birçok ismi de vardır.
“O'nu göklerde ve yerde ne varsa hepsi tesbih eder.”
Tenzih eder. Bilgi için İsrâ 44. âyetin tefsirine bakınız.” [265]
Merhum Üstad Elmalılı M. Hamdi Efendi'nin bu izahından da anlaşıldığı gibi Allahü Teâlâ'nın bilmediğimiz nice isimleri mevcuttur.
Bazı isimler birbirine benzemekle beraber herbir ismin ayrı ayrı tecellîleri zuhur etmektedir. “Allah” dediğimiz zaman, O Zât-ı Zülcelâli bütün isimleri ve sıfatlarıyla yâd etmiş oluruz. Kalb saf âsi ve gönül uyanıklığı içinde rabbine bu isimlerle iltica eden kimseler muradlarına nail olurlar.
Bir de şu var: İbadetler, zikirler, şükürler, iyilikler ve hayırlar- Allah rızası hedef alınarak yapılmalıdır. Ve ibadetlerin karşılığı dünyada beklenilmemelidir. Sen aşk ve imanla, sıdk ve ihlâsla kulluk vazifelerini ifa ettikten sonra, rabbin kereminden sana bu dünyada da verir, o başka. Fakat asıl alacağın ücret ahirettedir.
Yine piyasadaki bazı eserlerde “Şu ismi şu kadar çeksen şöyle olur, şunu yüz kere okusan dağları aşarsın, bütün hacetlerin yerine gelir.” gibi birtakım sayılar dizisi verilmektedir. Bir kere bu, ibadetin ruhuna aykırıdır. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi ibadetler Allahü Teâlâ'nın rızası için yapılır. “Şuyum olsun, buyum olsun!” diye çekilen tesbihler ve zikirler kulluk hesabına noksanlıktır. Peki, Allah'tan hacet dilemeyelim mi? Elbette her hacetimizi rabbimizden dileyeceğiz. O'nun mübarek ve güzel isimlerini vesile ederek yalvaracağız. Fakat bu niyazlarımız da yine O'nun rızasını talep etmek, O'nun rahmetini, keremini dilemek olmalıdır. O bir kulunu sever, rızasına erdirirse, bütün âlem o kula küs olsa ne gam. Artık o kulun sırtı yere gelmez.
Cenâb-ı Hakk'ın güzel isimlerinin bahçesinden cennet çiçekleri toplamak mümkündür. Bu doksan dokuz ismin ezberlenip dillerin virdi haline getirilmesi ve her lâhza Allahü Teâlâ'nın bizi murakabe ettiğini bilerek nefs ve he-vanın yollarına setler çekilmesi, cennetten gül toplamak demektir.
Allahü Teâlâ, bize kendi Zât-ı Kerîmini bu güzel isimleriyle tanıtmakta ve bizlere Celâli ve Cemâlî tecellilerini
göstermektedir.
Meselâ: Rezzâk ism-i şerifi, rızka muhtaç olanların varlığını iktiza ettiği gibi, Şâfî ismi de hastalıkların ve o hastalıklara mübtelâ olanların mevcudiyetlerini ve var olmalarını ister. İşte aç bir adamın rızka mazhar alması, “Rezzâk” isminin imdada koşmasıdır. Yine hasta bir adamın afiyet bulması “Şifâ” isminin bereketiyledir. Darda kalanlara “Mücîb” ismi, sıkıntıda olanlara da “Basit” ism-i şerifi imdat eder.
Yine Azîz ve Celîl olan Allah, gülün dikenine Celâli isimleriyle tecellî ederken, o gülün nazenin yaprağına da Cemâlî isimleriyle tecellî buyurur ve her şeyde, her zerrede, her nefeste bize kudretini gösterir, cemalini tanıtır. Ama görmek istemeyenler göremez ve O'nun zâtına yol bulamaz. O'nun nimetleriyle beslenen bedenleri günahların zehirli dişlerine parçalatmak akıl kârı değildir. Tekrar ifade edelim ki:
Gök O'nun mülkü,
Yer O'nun mülkü,
Güneş O'nun mülkü,
Ay O'nun mülkü,
Dünya ve içindekiler O'nun mülkü,
Cennet O'nun mülkü,
Âhiret O'nun mülkü,
Cehennem O'nun mülküdür.
O, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Kimse çıkıp “Bunu niçin böyle yapıyorsun?” diyemez. O'nun kudretinin önünde dağlar toz haline gelir, akıllar divane olur ve herşey emr ü fermanına boyun eğer. [266]
Bu mübarek isimleri zikrederken bazı edeplere riayet gerekir. Biz herhangi bir kimseye nida etmiyoruz. Alemlerin rabbini anıyoruz. O'nu zikrederken dikkat kesilmeliyiz. Gönül uyanık, kalb uyanık olmalıdır. İhlâs, aşk ve güzel niyet lâzımdır ki, beklenen saadet tecellî etsin.
Biliyorsunuz ki her şeyi Allahü Teâlâ yaratmıştır, en güzel yaratıcı O'dur, O'ndan başka yaratıcı yoktur. İnsanları, cinleri, melekleri O yarattığı gibi, bütün hayvanatı da O yaratmıştır. Fakat diğer şeyleri nazara vermeden sadece: “Maymun ve domuzların yaratıcısı” demek caiz olmaz. Zira bu, edebe ters düşmektedir. Yine bunun gibi “Hâliku'ş-Şerr - Şerrin yaratıcısı” demek de uygun düşmez. Ya nasıl söylenmeli? Zıddı ile beraber “Hâliku'l-hayr ve'ş-Şerr = Hayrın ve şerrin yaratıcısı” , yahut “Hayrihî ve şerrihî minallâhi Teâlâ = Hayır ve şerr Allah Teâlâ'dandır.” şeklinde beraberce zikredilmelidir.
Meselâ “Dârr” ismini tek olarak değil, “Nâfi” ismiyle beraber, yine “Kâbid, Bâsıt” isimlerini de birlikte söylemek lazımdır.
Kur'an-ı Kerimde de Şeklinde beraber zikredilmiştir. Yine Kur'an'da ve riadişlerde “Hayy” ve “Kayyûm” isimleri birlikte zikredilir. “Hayy” ve “Kayyûm” ism-i şerifleri tek tek de zikredilebilir. Ama makbul olan ikisini beraberce söylemektir. Efendimizin talim buyurduğu dualar da “Yâ Hayyü Yâ Kayyûm” şeklindedir. Ayrıca buna ilave olarak “Yâ Ze'l-Celâli ve'1-İkrâm” da eklenmiştir. Demek ki duaların hedefine ulaşmasında bu isimlerin önemi büyük. “Yâ Ze'l-Celâli ve'1-ikram” diye ısrar etmemiz de tavsiye olunmuştur. Zira bu ism-i şerifin ism-i a'zam (en büyük isim) olduğu da rivayet edilmektedir. Yine ism-i azamın kişilere göre değiştiği de bir gerçektir. Hem herkese bu mübarek isim armağan edilmez, çünkü onu taşımak yürek ister. Sıdk ister, aşk ve vefa ister.
Zannederim şu menkıbe bize güzel bir misâl olacaktır: “Veliler sultanı Zünnûn Mısrî Hazretlerinin bir müridi vardı. Tam bir yıl şeyhin hizmetinde bulunmuştu. Fakat gönlünde bir arslan yatıyordu ki sormayın. Bir gün:
“Ey Âlem şeyhi, dedi, bugüne kadar sizden bir talebim olmadı. Şimdi ise bir ricam var. Siz ism-i a'zamı bili-yormuşsunuz. Ne olur onu bana da öğretiniz!”
Ay yüzlü mânâ pîri onun haline gülümsediler ve hiç cevap vermeden yürüyüp gittiler. Aradan tam altı ay daha geçti. Mürit yine isteğinde kararlı. Hep fırsat gözlemekte. Zünnûn Hazretleri de işin farkında.
Müridin bu dertle bîkarar olduğunu görüp duruyorlar. Onu bu sevdadan kurtarmak gerekiyor. Bir gün ona ismiyle nida ettiler:
“Ey Yusuf Can! Ağzını bağladığım şu testiyi al ve Fustat'ta bir dostum var, ona götür. İçindeki hediyemi mutlaka ona ulaştır. Sakın testinin ağzını açma ve bu emaneti muhafaza et!”
Başı dumanlı Yusuf, ağzı sıkıca bağlı destiyi eline aldı ve yola revan oldu. Bir zaman gitti, gitti ama, meraktan da patlamak üzereydi. Kendi kendine:
“Ey Yusuf, diyordu, şu testinin bağını çöz ve içine bak. Bir kere nazar etmekten ne çıkar?”
Yusuf Can dediğini de yaptı. Bir kenara oturup testinin ağzını açtı.
O da ne?
Testiden bir fare fırlayıp kuş gibi uçup gitti. Yusuf hayretle kalakaldı. Hem değirmen taşları gibi dönüyor, hem de nida koyuveriyordu:
“Vay akılsız başım, vay!”
Ne yapabilirdi ki? Boynunu büktü, izi üstü geri döndü ve yüce velînin huzuruna girdi. Eli ayağı titreyerek bir köşeye büzüldü. Zünnûn (k.s.) yanağına tombul bir gülücük kondurup ona baktı da dedi ki:
“Yusuf Can! Bir farenin bile emanet edilemediği bir adama ism-i a'zam nasıl emanet edilir? Oğlum, sen bu sevdadan vazgeç de, gönlünü rabbinin sevdasıyla doldur. O zaman muradın hasıl olur!”
İşte böyle! Herkes o mübarek ismi taşıyamaz, yani emanete riayet edemez. O sebeple bu isim herkese öğretilmez. Allahü Teâlâ'nın güzel isimlerinin daha nice tecellileri vardır. Herkes nasibi kadar alabilir ve herkesin ilmi de bir değildir. .
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri diyor ki:
“Küre-i arz bir kafadır ki, yüz bin ağzı vardır. Herbir ağzın da yüz bin lisânı vardır. Her lisanın da yüz bin bürhânı var ki, her biri çok cihetle Vâcibü'l-Vücud, Vâhid-i Ehad, herşeye kadir, herşeye alîm bir Zât-ı Zülcelâlin vücûb-u vücuduna ve vahdetine ve evsâf-ı kudsiyetine ve Esmâ-i Hüsnâsına şehadet ederler.”
Rabbimin kerem ve ihsaniyle ömür ağacımın en güzide meyvesi olan bu eseri tamamlamak nasib oldu. Bilmeyerek yanlış bir söz söyledimse Allahü Teâlâ'dan bağış ve af dilerim. Çünkü sözlerin de sultanı O, âlemin de sultanı O. O'nun güzel isimlerinin bahçesinden cennet kokulan alabilecek dost ve kardeşlerimizden hayır dualar bekliyorum. Ve ben bu eserimi şu şiirle noktalıyorum: [267]
“(Resulüm) Sen, Allah de, sonra bırak onları, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar. “[268]
İşte tek dost, işte yâr,
Sen, Allah de, Allah de.
O'nun kapısına var.
Sen, Allah de, Allah de!
Olma hüsrana dalan,
Burda ne varsa yalan,
Yalnız O'na sevdalan,
Sen, Allah de, Allah de!
Gayriden ümidi kes,
O'na sevdalı herkes,
Ömründe birkaç nefes,
Sen, Allah de, Allah de!
İstemezsen gam, cefâ,
Ahdine göster vefa,
Bin defa, yüz bin defa,
Sen, Allah de, Allah de!
Ağaç, yaprak, dal O'nun,
Petek petek bal O'nun,
Celâl ve Cemâl O'nun,
Sen, Allah de, Allah de!
Ayrılık taşını çek,
Kalbinde gül bitecek,
İşte bir budur gerçek,
Sen, Allah de, Allah de!
Meslek edin ihlâsı,
Süpür gönülden pası,
Ey sevincin aynası,
Sen, Allah de, Allah de!
Besler nimet, âb seni,
Hoş yaratmış Rab seni,
Sarmadan türab seni,
Sen, Allah de, Allah de! [269]
[1] Bakara: 2/269.
[2] Müslim.
[3] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 5-12.
[4] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 12-13.
[5] A'raf: 7/180.
[6] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 15-18.
[7] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 18-19.
[8] Tâhâ: 20/8.
[9] Tirmizî, İbn Hibbarı ve Hâkim.
[10] İsra: 17/110.
[11] Tirmizî.
[12] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 20-25.
[13] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 26-29.
[14] Maide: 5/116.
[15] Müslim.
[16] Buhari.
[17] İslam Tasavvufu Prof. Dr. H. Kâmil Yılmaz.
[18] Tirmizî.
[19] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 29-32.
[20] Üç-beş adet fazla veya eksik olabilir. Ben bu kadar sayabildim. Müellif.
[21] Hak Dini Kur'an Dili, 1/43. Daha geniş bilgi için oraya müracaat.
[22] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 33-38.
[23] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 38.
[24] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 38-39.
[25] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 39.
[26] Yasin: 36/82. Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 39-41.
[27] Hût: Büyük balık.
[28] Nahl: 16/77
[29] Nisa: 4/164.
[30] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 41-45.
[31] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 46.
[32] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 46-47.
[33] En-Nâziât: 79/24.
[34] Hak Dini Kur'an Dili, 1 /44.
[35] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 47-51.
[36] Bakara: 2/284.
[37] Haşr Sûresi, son ayet.
[38] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 52-53.
[39] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 53-55.
[40] Nuh: 71/13-20.
[41] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 55-59.
[42] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 59-67.
[43] Ibn Mace.
[44] Âl-iİmran: 3/159.
[45] Ebü'1-Leys Semerkandî, Tenbihü'l-Gâfilîn.
[46] Tâhâ: 20/8.
[47] Çendan: Gerçi, her ne kadar.
[48] Sözler, Yirmi Dördüncü Sözden, Bediüzzaman Said Nursi.
[49] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 68-78.
[50] Enbiya, 87.
[51] Hak Dini Kur'an Dili, 7/525.
[52] Âl-i İmran: 3/26.
[53] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 79-83.
[54] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 84-86.
[55] Yasin: 36/58.
[56] İbn Mace, Tergib ve Terhib.
[57] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 86-90.
[58] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 91-93.
[59] Hadid: 57/4.
[60] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 93-94.
[61] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 95-96.
[62] Muhammed: 47/7.
[63] Feyzül-Kadir, 1/267; Keşfü'I-Hafa, 1/81,82.
[64] ÂI-i İmran: 3/83.
[65] Fahrü'r-Râzi.
[66] Kaf: 50/45.
[67] Mâide: 5/22.
[68] Meryem: 19/23.
[69] Şuarâ: 26/130.
[70] Hak Dini Kur'an Dili, 7/525, 526.
[71] Müslim. Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 97-102.
[72] Hak Dini Kuran Dili, 7/526.
[73] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 102-105.
[74] Nan: Ekmek.
[75] Hak Dini Kur'an Dili, 7/527.
[76] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 106-109.
[77] Hak Dini Kuran Dili, 7/527.
[78] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 109-110.
[79] Âl-i İmran: 3/6.
[80] İnfitar: 82/8.
[81] A’raf: 7/11.
[82] Hak Dini Kur'an Dili, 7/528.
[83] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 110-114.
[84] Nasr: 110/3.
[85] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 115-117.
[86] Cevşenü'l-Kebîr. Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 118-120.
[87] İnfitar: 82/6.
[88] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 120-122.
[89] Hûd: 11/6.
[90] İbn Mace.
[91] Hak Dini Kur'an Dili, 4/518.
[92] Marınca bir köydür.
[93] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 122-127.
[94] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 128-129.
[95] Fâtır: 35/28.
[96] Buharî.
[97] Cevşenü'l-Kebîr. Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 129-132.
[98] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 133.
[99] "El Kâbid" ve "El-Bâsıt" isimlerini beraber okumak edebe muvafıktır.
[100] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 133-134.
[101] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 134-135.
[102] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 136-138.
[103] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 138-139.
[104] "El-Muizz" ve "El-Müzill" isimlerini beraber okumak daha uygundur.
[105] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 139-141.
[106] Şûra: 42/11.
[107] Hak Dini Kur'an Dili, 7/14.
[108] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 142-144.
[109] Şûra: 42/25.
[110] Mü’min: 40/19.
[111] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 144-147.
[112] A'raf: 7/87.
[113] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 147-148.
[114] Hak Dini Kur'an Dili, 5/253.
[115] Fatiha: 1/5. Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 149-150.
[116] En'am: 6/103.
[117] Hak Dini Kur'an Dili, 3/489.
[118] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 151-154.
[119] Mülk, 14.
[120] Lokman, 16.
[121] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 154-156.
[122] Fâtır,45.
[123] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 156-157.
[124] Bakara, 164.
[125] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 158-160.
[126] Riyazü's-Salihîn, Kudsî Hadis.
[127] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 161-162.
[128] İbrahim, 7.
[129] Nahl, 78.
[130] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 163-166.
[131] Bakara, 255.
[132] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 167-169.
[133] Sözler, Bediüzzaman Said Nursî.
[134] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 170-172.
[135] Tirmizî.
[136] Hûd,57.
[137] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 173-175.
[138] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 176-177.
[139] Nisa, 6.
[140] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 178-179.
[141] Sözler, Bediüzzaman Said Nursî.
[142] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 180-181.
[143] Hak Dini Kur’an Dili.
[144] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 182-184.
[145] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 184-186.
[146] Hûd, 61.
[147] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 187-188.
[148] Hak Dini Kur'an Dili, 2/203.
[149] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 188-192.
[150] En'am, 18.
[151] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 192-195.
[152] Bürûc, 14.
[153] Hûd, 90.
[154] Tîrmizî.
[155] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 195-199.
[156] Hûd, 71
[157] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 199-201.
[158] Yasin, 77,78,79.
[159] Hak Dini Kur'an Dili, 6/425.
[160] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 202-205.
[161] Mücâdele, 6.
[162] Nisa, 1.
[163] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 205-207.
[164] Hac, 62.
[165] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 207-209.
[166] Zümer, 62.
[167] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 209-211.
[168] Hûd, 66.
Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 211-212.
[169] Cevşenu’l-Kebîr.
Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 212-214.
[170] Yunus, 62.
[171] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 214-216.
[172] Hak Dini Kur'an Dili, 1/71.
[173] Şûra, 28.
Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 216-218.
[174] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 219-220.
[175] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 220-221.
[176] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 221-222.
[177] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 223.
[178] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 224-226.
[179] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 226-228.
[180] Hak Dini Kur'an Dili, 2/155.
[181] Tâhâ, 112.
[182] Hak Dini Kur'an Dili, 2/155-156.
[183] Hak Dini Kur'an Dili.
[184] Hak Dini Kur'an Dili, 2/158.
[185] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 229-235.
[186] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 236-238.
[187] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 238-239.
[188] Bakara, 163.
[189] Hak Dini Kuran Dili, 1/466.
[190] et-Tac, 5/83.
[191] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 239-243.
[192] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 244-247.
[193] Secde, 7.
[194] Sözler, Bediüzzaman Said Nursî.
Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 247-248.
[195] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 248-250.
[196] Müslim.
Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 250-251.
[197] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 252-253.
[198] Müslim.
Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 253-254.
[199] Kasas,88.
[200] Rahman, 26, 27.
[201] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 254-255.
[202] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 256.
[203] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 257-258.
[204] Yasin, 82.
[205] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 259-261.
[206] Âl-i İmran,189.
[207] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 261-263.
[208] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 263-265.
[209] Nur, 31.
[210] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 265-268.
[211] Tergib ve Terhib.
[212] Taberanî.
[213] İbrahim,49,50,51.
[214] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 268-270.
[215] Hac, 60.
[216] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 270-273.
[217] Cevşenü'l-Kebîr.
Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 274-276.
[218] Mü'minûn,116.
[219] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 276-279.
[220] Rahman, 26,27,28.
[221] Har: Diken Nar: Ateş.
[222] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 279-281.
[223] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 282-285.
[224] Âl-i İmran,9.
[225] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 286-288.
[226] Fâtır, 15.
[227] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 289-292.
[228] Fâtır,44.
[229] Neml, 40.
[230] Al-i İmran,26.
Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 292-295.
[231] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 295-298.
[232] "Ed-Dârr" ve "En-Nafî" ism-i şerifleri beraber okunmalıdır.
[233] Naziat,24.
[234] Hadid, 22.
[235] Hak Dini Kur'an Dili, 7/434, 435.
[236] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 298-303.
[237] Sözler, Bediüzzaman Said Nursî.
[238] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 303-305.
[239] Müslim, 4/284.
[240] Nur, 35.
[241] Hak Dini Kur'an Dili, 6/22. Lütfen daha geniş bilgi için Nur sûresi, 35. âyetin tefsirine bakınız.
[242] Cevşenü'l-Kebîr.
[243] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 306-311.
[244] Kasas,56.
[245] A’raf,172.
[246] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 312-316.
[247] Bakara, 117.
[248] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 316-319.
[249] Kasas,88.
[250] Hak Dini Kur'an Dili, 6/206.
[251] Rahman, 26, 27.
[252] Hak Dini Kur'an Dili, 7/376.
[253] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 320-326.
[254] Râmûzü'l-Ehadîs.
[255] Enbiya, 89.
[256] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 327-329.
[257] Yunus, 3.
[258] En’am,125.
[259] Hak Dini Kur'an Dili, 3/514.
[260] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 329-334.
[261] Enfal, 46.
[262] Müslim.
[263] Buharı ve Müslim.
[264] Cevşenü'l-Kebîr.
Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 334-340.
[265] Hak Dini Kur'an Dili, 7/530,531.
[266] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 341-347.
[267] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 349-352.
[268] En’am: 6/91.
[269] Mustafa Necati Bursalı, Esma-i Hüsna Şerhi, Erhan Yayınları: 352-353.