ESMAÜ’L- HÜSNA.. 4

Giriş. 4

ALLAH, RAB, RAHMAN, RAHÎM VE MELİK.. 4

EL-MUHÎT.. 8

EL-KADÎR.. 9

EL-ALİM... 10

EL-HAKÎM... 11

ET-TEVVAB.. 12

EL-VEHHÂB.. 13

EL-BASÎR.. 15

ZÛ'L-FAZL. 18

EL-ÂDİL. 19

EN-NASÎR.. 21

VASİ 22

EL-BEDİ 22

MÜBTELÎ 24

ES-SEMİ 25

EL-AZÎZ.. 26

EL- KÂFİ 27

ER-RAÛF. 28

EL-İLÂHÜ'L-VÂHİD.. 28

ŞEDÎDÜ'L- AZÂB.. 29

EL-ĞAFUR.. 30

EL-KARÎB.. 31

EL-MUCÎB.. 32

SERÎU'L-HİSÂB.. 32

EL-HALÎM... 33

EL-HABİR.. 33

EL-KÂBIZ.. 34

EL-BÂSİT.. 34

EL-HAYY.. 36

EL-KAYYÛM... 37

EL-ALİY.. 38

EL-AZÎM... 38

EL-MUĞNİ 39

EL-HAMÎD.. 40

EL-MÜNTAKÎM... 40

EL-VEHHÂB.. 41

EL-CÂMİ' 41

EL-MUKSIT.. 42

MÂLİKÜ'L-MÜLK.. 43

EL- MU’İZ.. 44

EL-MÜZİL. 46

EL-HAKÎM... 47

EN-NÂSIR.. 48

EL-MUHYÎ 49

EL-MUMÎT.. 50

EL- VEKİL. 51

ER-RAKÎB.. 52

EL-HASÎB.. 53

EŞ-ŞEHÎD.. 54

EL-MÜRSİL. 54

EL-MUKÎT.. 55

ES-SÂDIK.. 55

EŞ-ŞÂKİR.. 56

EL-AFUV.. 56

EL-FÂTIR.. 57

EL-KÂHİR.. 58

EL-KÂDİR.. 58

EL-KÂDÎ 59

EL-FÂLIK.. 60

EL-LATÎF. 60

EL- BÂRÎ 61

EL-HÂDÎ 61

EL-MUDILL. 62

EL-MUĞÎS. 62

ED-DÂR.. 63

EN-NÂFİ’ 63

EL-KAVİY.. 64

EL-HAFIZ.. 65

EL-MECÎD.. 65

EL-VEDUD.. 66

EL-ELÎM... 66

EL-FA'ÂL. 67

EL-HÂFIZ.. 67

ER-RÂFİ' 68

EL-MÜDEBBİR.. 68

EL-KAHHAR.. 69

EL-KEBİR.. 69

EL-MÜTEÂLÎ 70

EL-VÂKÎ 70

EL-MENNÂN.. 71

EL-KEFİL. 71

EL-MÜKRİM... 72

EL-MUKTEDİR.. 73

EL-HANNÂN ADI 73

EL-VÂRİS. 74

EL-BÂKÎ 74

EL- MU’Tİ 75

EL-GAFFÂR.. 76

ER-RÂTIK.. 76

EL-FÂTIK.. 77

EL-BÂİS. 77

EL-HAK.. 78

EL-MEVLÂ.. 78

EL-MÜZEKKÎ 79

EL-VEFİY.. 79

EN-NÛR.. 79

EL-MÜBÎN.. 80

EL-MUKADDİR.. 80

EŞ-ŞÂFİ 80

EL-KERÎM... 81

EL-MÜHSİN.. 81

EL-MÜBDİ 81

EL-MU'ÎD.. 82

ET-TÂHİR.. 82

EL-ALLÂM... 82

EL-ĞÂFÎR.. 83

Zİ'T-TAVL. 83

ER-REFİ 83

ZÜ’L-ARŞ. 83

ER-REZZAK.. 83

EL-METÎN.. 84

EL-BER.. 84

EL-GANÎ 84

ZÜL-CELÂL. 84

ZÜ'L-İKRÂM... 85

EL-EVVEL. 85

EL-ÂHİR.. 85

EZ-ZÂHİR.. 85

EL-BÂTIN.. 85

EL-KUDDÛS. 86

ES-SELÂM... 86

EL-MÜ’MİN.. 86

EL-MÜHEYMİN.. 87

EL-CEBBÂR.. 87

EL-MÜTEKEBBİR.. 87

EL- HÂLIK.. 87

EL-BÂRÎ 88

EL-MUSAVVİR.. 88

EZ-ZÂRİ 88

ER-REZZÂK.. 88

ZÜL-MAÂRİC.. 88

EL-ÂLİM... 88

EŞ-ŞEDÎDÜ'L-BATŞ. 88

EL-AHAD.. 89

ES-SAMED.. 89

Sonuç. 89


ESMAÜ’L- HÜSNA

 

Giriş

 

Esirgeyen Bağışlayan Allah'ın Adıyla

Zât, sıfat ve ef al olarak “ehad” olan ve devamlılığında (deymumiyyet) tek başına münferid olan ve mutlak vâcib olan Allah'a hamdederim. Eğer O olmasaydı, kainatta mümkin olan bir şeyin olması imkansız olurdu. (Yüce azametinin “el- Hadi” adıyla insanlığı hidâyete ve kurtuluşa eriştiren, onu (dalâlet) sıfatı ve adıyla var edip sonradan güneyden ve ku­zeyden hiç bir feryad ve ses duyulmadan, sabah ve akşam değişmeyen, şeref ve kerametle gelen O'nun yüce Peygamberine, Âl ve Ashabına salat ve se­lamlar olsun.)

Yüce Allah'ın güçlü kitabının başlangıcı olan “Fatiha” suresinin başlangıcından, “Nâs” suresine kadar açıklanan ilâhî güzel isimlerin mana ve delalet ettikleri hakkında bir şeyler anlatmak isterim. Şöyle ki, önce ilk adı, daha sonra o adın hangi'ayette geçtiğini anlatacak o adm ma­hiyetini açıklayıp tamamlamadan bir diğerine geçmeyeceğim. Zira güçlü kitabın tertibi ve sırası üzere, sureleri birbiri ardına ve bu surelerdeki İlâhî güzel isimlerin mahiyetini, mana ve medlullerini (delalet, ettikleri ma­nayı) İmam Ebû Bekir Muhammed el-Beyhakî ve İmam Ebû Hâmid el-Gazâlî ve İmam Ebul Hakem Berrecan el-Endülüsî (Allah kendilerinden razı olsun) gibi üç büyük zâtın ayrı ayrı görüş, anlayış ve düşünceleri doğrultusunda anlatmaya çalışacağım.

Şimdi yüce Allah'a sığınarak sözlerime başlıyorum. Şöyle ki, konuşan ben değil O yüce varlık olsun, dinleyenler kabul görsün, dinleyeni de Alah korusun. Bu sözler öyle bir azametli huzur çevresinden çıkmaktadır ki, bu ilk azametli adın telaffuzunda geniş bir anlamı ihtiva ettiği gibi, aksine ol­arak da anlamında değişik bir telaffuz ve şümulü taşımaktadır. İşte nefsî tasavvufun bizatihi başlangıcı ve nihayetinin anlatımı budur.[1]

 

ALLAH, RAB, RAHMAN, RAHÎM VE MELİK

 

Şimdi önce yüce Bârîye sığınarak Fatiha suresinde bulunan kudsî isimlerden beş tanesini açıklayacağım. Bunlar sırasıyle Allah, Rab, Rahman, Rahîm Melik dir. Arapça harflerle şöyledir:

Yüce Allah, güçlü kitabının Fatiha suresinde: (el-Hamdü lillâhi Rabbi'1-Alemîn er-Rahmânirrahîm. Mâliki yevmiddîn) Buyurmaktadır.

Bu sûrenin başlangıcındaki ilk ad Allah olup 146 adla son bul­muş olur. (Allah'ın rızası üzerlerine olsun) Bu üç İmam özellikle yüce varlığın en azametli adının “Allah” olduğu üzerinde anlaşmışlardır. Nite­kim bu azametli ismin, bir kelimeden türemiş olup olmadığı hususunda bazı ihtilaflar belirmiştir. Bazı toplumlarda akıl ve izan sahipleri yukarda açıklanan tesbite evet, bazıları da hayır demişlerdir. Evet diyenler bu aza­metli ismin şu masdardan müştak olduğunu söylemişlerdir. Elihe, ye'lehu, ilâheten Bu masdarın aynı vezindeki örneği Abede, Ya'büdü, İbade. Bunun Türkçesi kulluk etmek demektir. Kulluktan maksat, severek ve adaletine güvenilerek kendisine ibadet edilen varlığa boyun eğmektir.

Bazı alimler ise bu azametli adın velihe den geldiğini belirt­mişlerdir. Yani akılların, tevellühe düştüğü, akıllı İnsanların kendisinden korktuğu ve sığındığı kişi anlamına geldiğini belirtmişlerdir, ilah adının hemzesi hazif edilip onun yerine elif ve lam gelerek geride yani (Allah- kalmış olur, daha sonra yazıda iki lam harfi birbirine ek­lenerek yücelik ve ta’zim yönünden buna Allah- denmiştir.

Öte yandan bu ismin müştak (bir kelimeden türemiş) olmadığını id­dia edenlere gelince bunlar ismin hayret verici sıfat ve mahiyetini mülahaza etmeyerek künhü idrak edilmeyen kudsî bir zata isnad etmekte­dirler. Bu adın verilmesinin zahiren görülenle değil imanla ilişkisi vardır. Zira Allah zahir olan bir şeye belirir ise o zaman tefekkür etmeye gerek kal­maz. Çünkü o vakit bu ilâhî ad her yönden daraltılmış ve kuşatılmış olur. Halbuki yüce zat kuşatılmaktan münezzehtir .

Zatı açık olan bir şey gözle görülüyorsa kuşatılmış ve daraltılmış olur ve bu zatın bütün isimleri de yok olur. Bu anlattıklarımızın üstüne yükselmeye çaba gösterenler düşerler. Ne var ki Allah adı Hak Teâlâ'dan başka birine verilmez. Çünkü Allah Teâlâ'dan gayri bir zatiyyet yoktur, öyle biri de bulunmaz. Zira yüce Allah ortaklığı kabul etmez ve böyle bir şey de düşünülemez.

Görmüyor musun? Bu kudsî zât düşünce ve akıldan imtina etmiş olsaydı, bazı mevcudatın bu adı alması gerekirdi. O vakit bu adın Allah Teâlâ ile ortaklığı düşünülürdü. O zaman da varlığın üzerinde güç ve izzet belirir, bundan da üstün haller ve mucizeler ortaya çıkmış olurdu.

Şu cihet iyice bilinmelidir ki, bu kudsî zat, isim bakımından zengindir. Bazı akıllı kimselerin O'na bir isim verip yakıştırmasına ihtiyacı yoktur. Çünkü insanlar, kendi aralarında konuşmak ve seslenmek için kendile­rine münasib manada isimler takarlar. Nitekim bu ulvî ve kudsî zata da kendi ihtiyaçları ölçüsünde bir ad vermişlerdir.

Öğrendiğime göre bazı isimlerin anlamlan birbirine karışmıştır. Bu da bir ismin diğer bir isme güç ve kuvvet vermesi içindir. Bunlardan bazıları birçok isimlerin anlamını ihtiva eder. Burada cüz'î isimler aslî isimlerin hükmü altına girmektedir. Aslî, yani temel isimlerin bir isminede aslın aslı denilir ve burada son bulur. Bu adların ilki Allah adıdır. İşte bu isim, ilâhî isimlerin başlangıcı ve ilkidir, ikincisi ise er-Rahmân adıdır ki bu isim ikinci rütbede sayılır. Bunlardan her birinin diğer bütün isimler üzerinde etkisi ve şümulü bulunmaktadır. Bu iki isim, ilâhî isimlerin tümü üzerinde olmasa da sayıca belirli adlar üzerinde etki ve şümulü bulunmaktadır. Nitekim Hak Teâlâ, İsra suresinin 2. âyetinde bu konuya değinerek Buyurmaktadır. “De ki Rabbinize ister Allah ister Rahman adıyla dua ediniz. Hangisiyle dua ederseniz edin, en güzel isimler O'nundur.”[2] Zira Allah adının şümulü kıdem yani öncelik yönünden Rahman adından daha kıdemlidir ve takdir yönünden Allah adını izlemektedir. Burada itibari ol­arak Rahman adının bazen Allah adından ileri geldiği görülür. Çünkü bu isim rahmetten müştaktır. Rahmet ise mevcudiyetin başlangıcı olup zu­hurun ta kendisi, yani belirtinin belirtisidir. Rahman rahmetle kendini göstermiştir. Bu sebeple başlangıcına nisbeten Rahman adının daha ilerde olduğu anlaşılır.

Nitekim Allah'ın selamı üzerine olsun Sallallahü Aleyhi ve sellem Efendimiz bir hadîsinde Rabbi Azze ve celle hakkında verdiği bir haberde “sebakat rahmeti gazabı” buyurmuşlardır. Bu kudsî hadisden anlaşıldığına göre Yüce Allah'ın güzel adlarının tümü tamamıyla Allah ve Rahman isimlerinin altına ve mahiyetine girmiş bulunmaktadır. Bu isimlerden her biri diğer ismin şümulüne muteber olduğuna göre, Yüce Allah izin verir ise bunlardan bazılarını sizlere anlatacağız.

Şimdi bütün güzel isimlerin yukarda sözü edilen iki ismin kapsamına girdiğini öğrenmiş olduğu takdirde, bilmelisin ki, bu isimlerden her biri­nin ayrı ayrı özel durumu bulunmaktadır. Ne var ki bütün isimler aynı itibarda ve özel durumda olmayıp bir diğer ismin şümulüne girmiş olurlar. Şimdi sizlere bu isimlerden her birinin özel itibarının neler olduğunu açıklayalım.

Hak Teâlâ’nın adı, ancak vücûdu müretteb, yani terüb edilmiş, düzenlenmiş isimlere girmiştir. Yoksa izafî idam gibi yani hafzen silinerek veya yok edilerek ve sarfen, yani vücudâtı değiştirilen veya dağıtılan ikinci rütbede vücud bulmayan adlara girmiş olmaz. Nitekim müretteb veya tertibli olanların özel adları olduğu gibi, vücudu bulunmayanların da özel adları vardır.

Hak Teâlâ’nın adının yok edici veya idam edici adları şunlardır: el-Mâni, el-Kâbız, el-Mümit, el-Alim, el-Bâtın, el-Mübtelî, es-Semî, el-Azîz, el-Ğanî, el-müzil, el-Afuv, el-Kebir, el-Müteali el-İlâh, el-Vâris, el-Vâki, er-Râtık ,er-Refı, Zül-Arş, el-Mümtahin, Zül-Celal, el-Afuv, el-Kuddûs, el-Cebbar, el-Mütekkebbir, el-Ahad es-Samad Yukarıda geçen adların tümü Yüce “Allah” adının özelliklerindendir. Bu adlara hiç bir zaman onun Rahman adı girmiş olmaz. Ancak itibârı ol­arak ikinci rütbede olan adlara Rahman adı dahil olur.

Rahman adına gelince, bu ad ancak ilk rütbede vücud bulan adlara girer. Bu adlar şunlardır. er-Rab, er-Rahmân, er-Rahîm, el-Mâlik, el-Muhît, el-Kadîr, el-Hakîm, et-Tevvâb, el-Müfaddıl, el-Basîr, Zül-Fazl, el-Velî, en-Nasîr, el-Vâsi, d-Bedî', el-Kâfî, er-Raûf, eş-Şedîdül Azab, el-Karîb, el-Mücîb, es-Serîü'1-Hisâb, el-Habir, el-Basıt, el-Hay, el-Kayyûm (Bu iki isim Rahman isminin azametli özelliğidir.), el-Hamîd, el-Mütena'im, el-Vehhâb, el-Cami,’, el-Muksit, Mâlikü'1-mülk, el-muiz, uzak bir yönden el-Hakem ve diğer bir yönden en-Nasr, el-Hay, el-Vekil, el-Mürsil, es-Sâdık, eş-Şâkir, el-Fatır, el-Kâhir, el-Kâdi, el-Muğis, el-Kâdir, el-Fâlık, el-Latîf, el-Bârî, el-Hâdi, el-Muğîs, -ed-Dar, en-Nâfi, el-Kaviy, el-Hafîz, el-Mücid, el-Vedûd, el-Fa'al, (el -Hafız er-Râfi el-Müdebbir, el-Kahhar, el-Vâkîy, el-Veli el-Menar, el-Kefil, el-Mükrim, el-Muktedir, el-Cenân, el-Bâkı, el-Mu'ti, el-Fatık, el-Bais, el-Hak, el-Mevlâ, Ez-zekîy, el-Vâfı, en-Nûr el-Mübîn eş-Şafı el-Kerîm el- Halik Muhsin el-Mübdî, et-Tahîr, el-Fettâh, el-Allâm, eş-Şekûr, Züt-tûl, el-Mümtahin, er-Rezzâk, el-Metîn, el-Ber, el-Mu'ni Zü'l-Celali ve'1-ikrâm, ez-Zahir, el-Müheymin, el-Cebbâr, el-Halık, el-Bârî, el-Musavvir (Bu isim hüküm yönünden pek azametlidir), ez-Zarî Zü'1-Maâric eş-Şedîdü'1-Batş.

Yukarıda açıklanan isimlerden başka Allah'a nisbet edilen isimler çok fazladır. Bunun böyle olmasının sebebi nedir? Çünkü ilâhî rahmet, Rahman adındaki özelliğe binâen, gazab, hiddet ve öfkeyi az da olsa geçmiştir. Bu da ancak azametli isim olan Allah adma yaklaşmak veya ulaşmakla değil, ona tabi olmakla ve ona yetişmekle mümkün olur. Mertebeler, yani yüksekliklerin ahkamı onu İmha yani yok etmiştir. Yok­luk yani adem bir azabdır. Vücud ise lezzet ve sıhhattir. Burada emniyyet, sıhhat ve selamet ancak yükseklikler (mertebeler) ahkamı ile ve Arz Ca yoluyla, yani dünya mal ve metâi ile elde edildiği gibi, vücûdî adlardaki hiddet ve gazap da yine (arz) yolu ile gerçekleşmiş olur.

Şimdi bu iki ad ikiye ayrılır. Bunlardan birinin yüksekliklerde bulu­nanın adı Allah, diğerinin adı da vücud olan er-Rahmân’dır. Hak ve hakikatler bu iki ad üzerinde bunların altında ve diğer bir yönünde bu­lunanlarla birliktedir.

Şimdi diğer yönde kalan varlık ise kul dur. Ubûdiyyet ve ulûhiyyet yönünden gerçek kul insan dediğimiz varlıktır, insan ise ilâhî isimlerin tümünün etrafında ve aynı zamanda Kevnî yani vücûdî isimlerin çevresinde bulunmaktadır, insanın yüzyüze geleceği bu iki çevre ebedî ve ezelî başlangıcı ve sonu olmayan en zengin çevredir.

Adı olmayan insanlığa gelince, bu da zâtın zâtıdır. Bunun karşılığı ol­madığı gibi hakkında bir şey söylenemez. Zira duygulan yoktur. Akılları çalışmamaktadır. Bu azametli adın açıklamasını yazan kalemin dizginle­rini çekelim. Çünkü açıklama burada tamamlanmıştır. Allah'ın Rahman adı rahmetten türemiştir ve burada son bulmaktadır.

Allah adı üzerinde hemfikir olan Allah'ın rızası üzerlerine olsun adı daha önceki açıklamalarda geçen üç din bilgininin anlattıklarına göre Rahman adının açıklandığı yer, Fatiha suresindedir ki Yüce Allah Buyurmaktadır. Yüce Allah burada kudsî zattan ayrı bir isimle adlandırılacağı söylenmiştir. Yemâmeliler buna Rahman (elifi uzatarak) ismi vermişlerdir ve bundan da Müseylemetü'l-Kezzab'ı kastetmişlerdir. Yemamelilere göre isme izafe yapıldığı söylenmektedir. Allah adında olduğu gibi Rahman adı da kîl û kaiden uzak ve münezzehtir.

Yukarda anlattığımız gibi ilâhî isimlerin çoğunluğu Rahman adının etrafını kuşatmaktadır. Yüce Allah'ın bir adı anıldı mı (Allah'ın izni ile) o adın nasıl Rahman isminin şümulüne girdiğini beyan edeceğiz. Böylece bu ismin açıklanmasına da yumuşaklık getirilmiş olur.

Rahman adının şümulüne giren isimlere bakılmaksızın bu adın özelliğine gelince, bu isim hareketlidir. Ebedî ve ezelî devamlı hareket ha­linde bulunan manevî ve ruhanî, misâli ve hayalî, hissî ve mübalağalı, şekil ve suretleri değişik sayısız hal ve durumu olan bir isimdir. Bu ismin hareket hali kendinden olup başka bir zâtın etkisiyle değildir. Hareketinin belirli ve sabit olması, zâtının sebatından ileri gelmektedir. Vereceği bir şekil ve suret de kendisi tarafından ikmal edilip verilmektedir. Zira verdiği suretlerin tamamı da vücûdunun yanındadır.

Izâfî idam Allah adına yetişip onu izlemektedir. Vücudun bir yanında Rahman adının yeri vardır. Rahman adına en yakın intİsabı olan nefisdir. Nitekim sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buna Rahmanı nefis adını vermiştir ki, bu vücudun hareketiyle kendini belli eder. Bunun içinde mevcudatın tümü bulunmasına rağmen bir kısmı ona ait olmamakta ve ona ulaşamamaktadır. Dokuzuncu kat göklerde, gök cisimlerinde ve yerde oluşan bu mevcudatta bir şahıs bulunmaktadır ki, bu da sonsuzluğu ile if­tihara lâyık Sahib-i vücut'dur. Bu Sahib-i vücut ise, i'tâ (verme) ve icad (yaratma) hareketidir. Şayet varlıkta bir mevcud kendi sınırının sonuna gelir ve bu sınırı aşmış olursa o vakit gerisin geriye yani Allah adına dönerek ona ulaşır. Nitekim yüce Allah güçlü kitabında  “Her iş ona döner” Buyurmaktadır.

Bu takdire göre Yüce Allah'ın el-Bâsıt adı Rahmânî nefısden çıkan bağış ve ihsan sahibidir. Yüce Allah'ın el-Kâbız adi ise herhangi bir şeyi O'nun yüce adına geri çevirme olayıdır. Allah adına geri dönmüş veya dönen bazı mevcudat ebedî olarak döndüğü yerde kalır. İşte bunlar beşeri mutlu nefislerdir. Bunları Allah'ın el-Kâbız adı kabzetmiş olursa, bu durum beşeri nefsin gerçeğini yok etmez. İyice hazırlanması için kendi­sini uygun aleme taşımış olur id böylece kabz ve bast hali beşeri mutlu ne­fis üzerinde sürüp gider.         

Kudretin geniş ve sonu olmayan ilâhî huzur çevresinin sıfatlarının sonsuzluğu karşısında bu mevcudat, ubudiyyet isimlerine herhangi bir maksatla, değil, bir görev olarak ulaşması gerekir.

Ubudiyyet' isimleri bir yere tabi olduğu halde bunlardan bazıları diğer ilâhî isimlerin kapsamına dahil olup varlığa kendi izini göstererek gerçekleşmiş olur. Hak Teâlâ, Rahmâniyeti yönünden varlığa hakkını vermektedir. Mesela beşer için rızkın varlığı rıziklanacak olanın (merzukun) gerçekleşmesine yöneliktir. Çünkü Hak Teâlâ  yaratıcı olduğundan kendi varlığının izi mahlukla tahakkuk etmektedir. Keza yüce Allah Vehhâb'dır. Mevhûb (hibe edilen varlık) ile tahakkuk eder. Vahdaniyyet değişmez olduğuna göre onun bağışlayacağı rızıklar devamlı varlığa ulaşmaktadır. Olaylar böyle cereyan eder. Ancak bu, kullarının hal ve tavırlarına göre belli bir vakitte verilmektedir. Bu hususta yüce Allah kendi nezahetini göstermektedir. Mevcudata bahşedilenler kesinlikle onun elinden çıkmaktadır. Bu suretle Hak Teâlâ Rahman adının gereklerini sonsuza dek eşitlikle yapmaktadır.

Böylece Rahman adıyla ilişkisi olan adları anlamlarıyla ve yüce Allah adıyla birlikte açıklamıştık. Şimdi yüce Allah'ın Fatiha sûresinde yeri olan Rab adım anlatacağım. Şöyle ki: Allah'ın rızası üzerlerine olsun yuk­arıda sözü edilen İmamlardan ikisi, (Gazali hariç) Ebu Bekr el-Beyhakî ile Ebül-Hasan El Endülisî bu adın menşei hakkında düşünce ve karar­larında hem fikir olmuşlardır, İmam Ebû Hamid el-Gazalî hazretleri diğer iki İmamın düşüncesine katılmamıştır. İmamların içtihadına göre bu isim, Rab adından türemiştir. Bu adın durumunu düzeltmek ve sağlamlaştırmak için mânâ ve medlulüne bakılarak böylece ad­landırılmış, yüce Allah, Fatiha süresindeki yerini almasına rıza göstermiştir. Nitekim Hak Teâlâ bu hususa değinerek: (Rabbü'l-Alemin  Buyurmaktadır.

Bu isim vücûdî olup özellikle Rahman adıyla bağlantısı vardır ve rubûbiyyete ulaşmaktadır. Rahman adı ise terbiye hal ve tavrından gel­mektedir. O ziyadesiyle azametli ada yakınlaşmağa çalışan bir Rabtır. Bu sözlerim dilerim yüksekliklerine göre itibar edilmelidir.

Bu isimlerle Rab adı bir sıfat olup adından süzülüp çıkmaktadır ki, bütün zahiri ve batını vücudi hal ve tavırları terbiye yönünden birbirinden ayırmak içindir. Biz Rahman isminin özelliğinin bir yönünü anlatmıştık. Varlığına göre de bu ismin Allah adiyle bir nisbeti bulunmaktadır ki o da izafî adem yani yokluktur. Mİsal olarak bütün mevcudat büyütüp besleme yönünden aynı olup kendi ihtiyacının neler olduğunu ancak Allah takdir edebilir. Onun ihtiyacından fazla takdir etmiş olursa, büyütüp beslemenin anlamı o varlık üzerinden kalkmış olur. Bu anlatılan iz veya eser vücûdî bir sıfat olsa da her vücûdî sıfatın hakkı asaleten Rahman adına döner. Fa­kat burada Allah'ın yüce adına dönmüş olmaktadır ki, bu da özel bir mev­cudun İslah edilmiş güzel terbiyesinden uzaklaşmış olması ve keza Rahmânî sıfatlardan uzaklaşmış olmasıdır, İşte burada bu mevcudun haktan rücu etmesi hakikatte Rab adından olmayıp ancak dünya mal ve metaından ileri gelmektedir. Bu işin başlangıcı terbiyedir (büyütüp besleme). Belki de kalp gözü kapalı olan bir kimse bunun farkına varamaz ve bunu bir sıfat veya gerçek bir fiil olarak düşünür. Yahut bunu zahir olan isme râcî sıfatlardan olduğunu ve er-Rahmân adına izafe etmeden onun hakiki bir fiil olduğunu düşünerek şirke düşer.

Terbiye (büyütüp besleme) birbirini izleyen tecelliyatdır. Bunda zahir olan ancak Rahman azze ve celledir. Sakın adlara bakıp yanılgıya düşme. O vakit ne isim vereceğini bilemezsin. Neticede Rab ismi zahiri ismin kap­samına girer. Bu isimlerin her ikisi de Rahman adının özüne girer. Ve yine Yüce Allah'ın el-Mu'ti adı bağış ve ihsan vermesinden dolayı keza Rab adına dahil olur. Bundan başka el-Vedûd keza el-Muhsin ve el-Mün'im el- Cevad gibi isimler bulunmaktadır. Bu isimler bir­birinden eksik veya fazla olarak Rab adına dahildirler.

Mevcudatta terbiye noksanlığı birbirine benzemez. Zira ilâhî kuvvetin gizliliği içinde bulunan terbiye bütünüyle ilâhî kayyumiyyeye nisbet edi­lir. Terbiyenin heyet-i umumiyyesi Hak Teâlâ'nın kayyumiyyetindendir. Bunu Allah'ın el-Kâdir adına nisbet etmek isteyen, bu ismin farz kıldığı her kader ilâhî kudrette bulunmaktadır. Zira güç ve kuvvet Allah'ındır. Bunun anlamı da fiillerin birleşmesidir. Burada Hak Teâlâ’nın Kadir ismi bütün itibarlarıyla Rab adının içindedir. Bu suretle diğer ilâhî adları da buna göre ölçebilirsin. Terbiyeden genellikle anlaşılan anlam, örf ve adettir. Hak Teâlâ’nın terbiyesi, alemlerin Rabbı olmasıdır. Daha esaslısı alemlerde, mevcudatta bulunan hayat sırrıdır, yani yaşamın gizliliğidir. Basit varaklardaki hayat mürekkep varlıklarda zatî hareketlerdir, İşte bu karışım bir yaşam olduğu gibi karışımın da ecridir.

Diğer yönden mürekkep (komplex) varlıklar bu ilk hal ve tavırdan oluşur. En sıcak ve yakıcı karışımda ikinci hal ve tavırda olur. Böylece bu hal ve tavırlar durana kadar devam eder. İşte bunda hayat bulunmaktadır ki, bu minval üzere Hak Teâlâ’nın el-Hay yani canlı adı açıkladığımız terbiyeden sonra Rab adına girmiş olur.

İnsanların genellikle terbiye hakkındaki anlayışları bir küçük çocuğun terbiye edilmesine benzer. Bazı mahlukatın çevresine darlık veya baskı getirmek düşüncesi verir ki, Rab adının terbiyesi ona ait olduğuna göre genellikle mahlukatın Rabbı olanın durumuna ne söylenebilir? Mah­lukatın gizli ve açık olanının tümünün başlangıcı ve sonu izafidir. Rububiyyet hakkında kalem ne yazarsa yazsın, hiç bir zaman bir sona varmaz, çünkü Allah geniş ilim sahibidir.

Her üç İmam el-Beyhaki, Gazalî ve Endülüsî (Allah'ın rızası üzerlerine olsun) Fatiha suresinde gelen bu azametli Allah adı hakkında aynı fikirdedirler. Hak Teâlâ Fatiha suresinde “Alemlerin Rabbı olan Allah'a hamd ve senalar olsun.” buyurmaktadır ki, rahmetten müştakdır. Sığası Rahmân'dır, yani Rahman adına eğilimlidir. Bu isimde­ki mübalağa fiilen etkisini gösterir. Bu isimle Rahman adı arasındaki farka gelince: Rahman adı er-Rahmân kemal ve olgunluğuna, er-Rahîm adı ise, daha üstün kemal ve olgunluğa delalet etmektedir. Varlıkta tehazür eden her rahmete bu isim verilir. Bu açıdan bakanın na­zarında bir değişiklik kalmayacağı gibi şahid ve şuhûdun çevresi boşluğu karşısında Rahmâniyyet olması sebebiyle anlaşmazlıktan iz ve eser kal­mamış olur. Bu da tamamlandıktan sonra üzerinde bir fazlalık olduğu takdirde buna Rahimiyye denir. Rahimiyye ise tahkik yani İn-cleme makamıdır. er-Rahmâniyye ise el-Vefk yani uygun­luk makamındandır. Rahmet ise ilim makamındandır.

Şunu bilmelisin ki, Hak Teâlâ’nın her adında fail sığasına göre mübalağa vardır. Rahîm adı içine her yönüyle girmiş olmayıp, yalnızca Rahman adına giren Rahîm ismine dahil olur. Burda mertebesine göre varlığın bir yönü olup bizatihi Rahmân’ın kendisidir. Bu da bir yönden tıpkı Alîm, Kadîr, Semi' Basîr gibi adlardır.

Yine her üç İmamın hem fikir oldukları Hak Teâlâ’nın şerefli ad­larından biri de Meliki yevmiddin dir. Zira bu isim Fatiha süresindeki yerine izafeten geldiği lakin mana yönünden hür ve serbest olup herhangi birine bağlılıktan uzak olduğu aşağıdaki ayetten anlaşılmaktadır.

Bu ayette el-Melik adının iştikakı, el-Mülk kelimesidir. Her kim bu adı Maliki yevmiddin şeklinde okursa o takdirde mim harfinin kesri ile olan el-Milk kelimesinden türetmiş olur.

Ebu Cafer Ahmed bin ismail El Begâvî'nin tasnif ettiği kitaba göre bu iki isim manaca değişiktir. Begâvî şöyle der. Muhammed bin Velid El Beclî'nin Muhammed bin Yezid'den naklettiğine göre bu adı Meliki yev­middin şeklinde okuyanı tercih eder. Bunun sebeb ve açıklamasını da şöyle yapar: Bu mülk kimindir? Sorusunun cevabı “bunu tertib eden Meliki yevmiddindir”, yani “Ahiret gününün padişahıdır.” denilmiştir. Kuşkusuz bu mülk O'nundur. Ahiret günü bilinmediği için bu İsım Bâtınî isimler kapsamına girer.

İsimler arasındaki kıdemlilik açısından bir değişiklik olamaz. Yalnız yüce zat ile ilk ismi arasındaki münasebet hiç bir vakit kesilmez, isim, Hak Teâlâ'ya nisbet edildiği takdirde (Ahiret) şu anda hazır bulunmaktadır. Zamanlar, O'nun yüce varlığı karşısında hiç bir vakit değişmez. Zira o yüce varlık zamanı değildir. Mazi ile müstakbel (geçmişle gelecek) şimdi dahi onun yanında hazır bulunmaktadır. Bunu ancak müşahedeye daya­nan Allah Ehli kimseler bilir ve anlar. Çünkü zan, şek, şüphe ve vehim on­ların anlayışlarını etkilemez.

Din gününün yani Ahiret gününün sahibi tabii ikiye ayrılır. Biri Rahmana tabidir ki, Hak Teâlâ Gâfır suresinin 16. ayetinde “Bugün bu mülk kimindir?” sorusuna, “Şüphe yoktur ki bu mülk Hak olan yüce Rahmân'ındır.”[3] Diğeri de el-Müntakim içindir. Din gününün Meliki yani padişanı adıyla topluma emniyyet, sıhhat ve selamet verir; bir adıyla intikam'ını, yani öcünü alır.

Nitekim Hak Teâlâ bu konuda “O gün kafirler için zor bir gün olacaktır” Buyurmaktadır. Din günü, ceza günüdür. Hak Teâlâ kullarını ya rahmet ve şefkatle mükafatlandıracak yahut intikam almak suretiyle cezalandıracaktır.

Rahmetin gerçek anlamı, îlâhî hüküm ve kararın yumuşaklığı ve mülayimliğidir, İşte bu öyle bir nimetdir ki, o gün insanın sıhhat, selamet ve emniyetidir. Diğre yönden intikam gerçeği ise nimetin zıddıdır. Kişinin yumuşaklıkla nefret arasındaki fark ve gerçeği idrak etmesidir. Burada an­latılanlar bâtını bir adın ahkamı ile bezenmesidir. Ahiret gününü ancak hazırlıkları ölçüşünce Mevkıf Ehli görebilir. O gün yumuşaklık, mülayemet hüküm ve karan içinde bulunanlar, fazlasıyla sıhhat ve em­niyyet altında bulunurlar. O günde nefret hüküm ve kararı altında bulu­nanlar ise, çok fazla acı duyarlar. Çünkü Bâtın adı vahdaniyetin maneviyyetidir. Çünkü Ahiret gününde hesab görme durağında bulunanlar gerçek yönünü bilmedikleri bu yere dünyadan gelmişlerdir. Bu sebeple bunlardan her hangi biri dünya hayatında vahdaniyyeti sözle değil, kal­ben iman ederek itiraf etmeleri gerekir.

Zâti Tevhid ehline gelince, vahdaniyetin tecellisi hiç bir yönden onlara nefret duygusu vermez. Sıhhat ve selametlerine eşit bir şekilde kavuşurlar. Ne var ki dünya ve ahiret ehlinin nimet yönünden tümünün durumu, duygusal ve hayali olup nimetin diğer derecelerine göre bilinmektedir. Tevhid ehlinden sonra bulundukları mertebelere göre onları marifet ehli izlemektedir. Bunlar da kendi mertebeleri ölçüsünde Hak Teâlâ'yı yüce isimler halkasının bir adından öğrenmişlerdir. Bu taifenin sıhhat ve sela­meti o zor günde yukarıda anlatılan birinci taifenin nimeti ile mükaflanırlar ve onlar aldıkları kadar zatî nesneden almış olurlar.

Bu grubu mü’minler taifesi izlemektedir. Bunlar da iki kısma ayrılır. Bunlardan birinci kısmı gaybı görmeden, işitip duymadan iman edenler­dir. Bazıları da duyarak, görerek, hissederek iman eden müminlerdir. Bu ikinci kısımdaki müminlerin nimetleri ilkinden daha kuvvetlidir. Bun­ların makamı, vekar, mülayemet ve ağır başlılıktır. Geride bir kısım müminler kalır ki bunlar da iki kısma ayrılır. Bunlar da makam ve ihsan ehlidir ki, yani Allah'ı görüyormuş gibi ibadet edenlerdir. Bunlar diğer makamlarla bulunanlardan daha çok şeref sahibidirler. Çünkü bu gibi makamda bulunanları sen göremezsin ama onlar seni görür.

Anlattığımız her iki makam ehli bağış ve ihsan makamında bulunurlar.

Bunlardan ikinci kısım mü’minlere gelince: Bunlar bağış ve ihsan makamına henüz varamamış mü’minlerdir. Ancak, gaybe inanarak ve iman ederek namaz kılanlardır. Bunların sıhhat ve emniyetleri diğer müminlere nisbeten daha az ve zayıf değildir.

Yukarıda durumları açıklanan grupların sıhhat ve emniyetleri bütün insanlara dağıtılmış olsa, tümü zenginliğe ve mutluluğa kavuşurlar. Fa­kat bu gruptan bazıları bir takım münasebetsiz itikadlara sap­landıklarından dolayı zatları üzerinde taşıdıkları bâtını küfür ve pislikden temizlenmeleri için günahları kadar az veya çok azab göreceklerdir, İşte bu mutlu taifedir ki din gününün ahkamı üzerlerinde belirmiş olur. Ama diğer grup ise nisbet ehlidir el-Müntakim adı bunların üzerine batınî te­mizliği ile ve diğer ismin ahkamı ile tecelli edecek olursa, bu tecelli bu tai­fede kabul görecek bir yer bulamadığından artmaz. Bu sebeple kendisine İtaat edilecek El Melik adının ahkâmı ister istemez yürürlüğe girmiş olur. Böylece naîm ehli isteyerek ona itaat eder. Ama diğerleri kerhen itaat ederl­er. Bu suretle bunlar üzerindeki tecelli ışığı kerhen sönüp tükenmiş olacağı için bunların suretleri dahi kalmamış olur. Hatta zuhur eden Vahdaniyyet ışığının şiddeti bu suretleri yırtıp parçalar, İşte bu keyfıyyet ateş azabıdır. Bu ateş durağında duran bir kimse şöyle der; Beni durdurdular, Cennetin cimi ile cehennemin cimini gördüm. Orada bulunanların ne türlü azab gördüklerinin ve nasıl nimetlendiklerîne şahit oldum. Şayet Melik adı bunların üzerinde hükmünü infaz ettiği takdirde onların suretleri param­parça yırtılıp yok edilir. Bunun için orada bulunanların sözleri: Senin yüzünden Allah'a sınığının! Rabbimiz gelinceye kadar bizler burada kala­cağız, derler. Daha sonra Melik isminin hükmünün sonucu olarak bu su­ret yırtılıp parçalanır ve bu isim onlara bildikleri bir surette kendini gösterdiğinde orada bulunanlar: Uzun süre azab içinde iken evet sen bizim Rabbimizsin, derler. Bu değişikliğin sebebi ve manası Melik adının izniyle tecelli edende Batınî değişikliğe yol açmaz. Ancak azab görenlerin üzerine ve sözlerine dönmüş olur.

Ateş de onların azabı doruk noktasına varınca bunların sözleri münasip bir şekilde tecelli edene döner. Bu dönüş asli manada bir değişiklik değil, tecelli edenin manalar ışığı olarak yönelmiş olur.

Anlattığımız şekilde bunların hal ve durumu tecelliye göre değişir. Bu kez Melik adından gördüklerini ikinci kez görmemiş olurlar. Çünkü bun­lar hazırlıklarını tam olarak yapmışlardır. Bunlarm bir kısım hazırlıkları gizlice olmuştur. Azab onların üzerinden örtüyü kaldırınca o vakit inkar ettikleri her şeyi görürler. Rahmanın yüce adı onlara görününce azab görenlerin tümü cennete gider. Orada ancak azab görmeleri gerekli olan ateş ehli kalmış olur.

Allah Ehli üzerindeki azab bir müddet sürdükten sonra ve onlar ateş içinde iken yüce Allah onlara rahmetle yönelerek ne dilediklerini sorar; diledikleri şeyleri kendilerine vereceğini, cenneti isteseler dahi vereceğini bildirir. Bundan da anlaşılan husus şu ki, en-Nakme adı Rahmân'a dönmüş olur. Nitekim Hak Teâlâ kitabında bu konuya değinerek “De ki, ister Allah'a dua edin, ister Rahmân'a dua edin. Hangisiyle dua ederseniz edin, bütün güzel isimler O'nundur.” Allah'ın güzel adlarından biri de en-Nakme veya en-Nikme her ikisi aynı manayı ifade eder, yani ceza ve şiddetdir. O da yine Rahmân’ın bir adıdır. [4]

 

EL-MUHÎT

 

Bu şerefli isim Allah'ın kitabında Melik adından sonra gelir. Nitekim Hak Teâlâ Bakara suresinin 19. ayetinde “Allah kafirleri ilmi ile kuşatır.”[5] Buyurmaktadır. Ayet hakkında İmam Gazâlî ve Beyhakî'nin bir açıklaması yoktur. Ancak İmam Ebu'l-Hakem Berrecan'ın açıklamaları vardır, İmam Nevevî'nin Nahhas'dan ve hakkında yazdıklarımızdan biri olan Muhammed bin İbrahim'den, o da Ahmed bin Muhammed bin Gâlib'den naklen der ki: Halid bin Muhammed bize şu hadisi rivayet etti: O bu hadisi Abdülaziz bin Huseyn'den, o Sabit bin Hişam bin Hassan'dan öğrendiğini, o bu hadisi Muhammed bin Sîrin'den o da Allah'ın rızası üzerine olsun Hüreyre'den, o da Rasulullah Efendimiz'den naklen şöyle anlatır: Rasulullah Efendimiz Allah'ın güzel isimle­rini anlattıktan sonra Allah'ın el-Muhît ismini açıklamış ve bu is­min neleri ihata ettiğini bildirmiştir.

Din bilginleri bu isimdeki mana hakkında: Yüce Allah her şeyi bilgisi ile kuşatmıştır, yani kuşatmayı bilgiye tahsis etmiştir, demişlerdir, isimdeki ayette ilim kelimesi geçmemiştir. Biz deriz ki: Maksad ve murad ilimdir. Zira vasfedilen şey o sıfattan ayrılmaz; vasfedilen ne ise sıfat da odur. Sıfat mevsuf değildir.

Bizler, ilmen her şeyi kuşatmıştır ayetini inkâr etmiyoruz. Ancak bu­rada Muhit adı Alim olan Allah'ın adını bütün bilgisiyle kuşatmıştır. Diğer bir anlamla: Yüce Allah bu isimle kâfirlerden intikam almak kastıyla onları ilmiyle her yönden kuşatmıştır.” demektir. Çünkü Allah'ın zâti ihatası daha geneldir. Ondan sonra Kayyûmiyye ihatası gelir. Yani her şey ile onları kuşatmıştır. İşte bu el-Kayyum adının anlamıdır, bu da el-Muhittir. İyi bilinmeli ki, Zâti ihata bir şeyi zahiren veya batinen kuşatmaya benzemez. Zira onun kuşatması çevresindekilerin tümüne şamildir. Şayet dünyada biri bu kuşatmayı görürse, kuşatılanı vücuden bulamaz, ancak kuşatanın mevcudiyyetini bulur. Bunun anlamı da şühûdî vahdaniyyete dönmek olur ki, bu da her mevcudun Allah'ın vücuduna geri dahil olması demektir. Böylece Allah azze ve celle'nin vücudunun zuhur, kendi ihtİsasatı ile zuhur etmiş olur ve başka türlü olamaz. Bu nefsi ancak ehli bilir. Buradaki ihata bir gayedir (sondur).

Kafirlere olan ihatasına yani kuşatmasına gelince: Müntakim adının ahkamı ile tahakkuk eder. Bir şartla ki Müntakim adının Muhit adına girmesiyle tahakkuk eder. Bu intikam, yani öc alma maksad ve gayesine varınca, Rahmet adı yerini değiştirerek Müntakim adıyla birlikte Rahman adına dahil olur ki, böylece kâfirler arasındaki anlaşmazlıktan bir iz kal­mamış olur. Şayet bir iz veya eser kalmış olursa o vakit Rahmet adı dönerek Rahim adına dahil olur. Nitekim Hak Teâlâ'nın kudsi hadisinde şöyle buyurmaktadır: “Benim rahmetim gazab ve hiddetimi yenmiştir.” Hak Teâlâ'nın bu sözü şu hususa işaret etmektedir: “Rahmetim gazabımı geçmiştir.”

Bu sebeple yüce Allah'ın rahmeti mevcudatının üzerinde yaygınlaşır. Buradan itibaren Muhit adı Rahman adına girmiş olur. Bu vahdaniyyetin bir gizliliğidir ki bunun içinde her şey vardır. Allah'ın rızası üzerine olsun Şeyh Ebû Medyen şöyle der: “Bir kimse hurma adını telaffuz ederse bu meyvenin tatlı lezzetini ağzında bulamaz.” Zira şuhud hali, şahidin şuhudunda her mevcutta vücudu kullanır. Bundan dolayı şahid her şeyi bir şey içinde rü'ya gibi zevkle görmüş olur ki, o vakit cennet ehli cennetin yiyeceklerini anlatmağa başladıkları gibi kendi zatiyetlerinde oradaki gıdalanmayı zevklerine göre temamen bulmuş olurlar. Bunlar Cennet eh­linin özel yiyecekleridir. Bunu böyle bilmelisin! O vakit bir malın an­lamını, sözle anlatarak değil, zevk ve hal ile bulmuş olursun! [6]

 

EL-KADÎR

 

Yüce Allah'ın bu kerim ismi hakkında, üç İmamdan ikisi, Ebu Bekr el-Beyhakî ile Ebu'l-Hakem el-Endülisî hemfikirdirler, İmam Gazali ise bu isimden söz etmemektedir. Bu isim Kur'an'da Bakara suresinin yirminci ayetinde geçmektedir “Allah dileseydi onları tümüyle kulaktan, gözden yoksun kılardı. Allah herşeye kâdîr'dir.”[7] Bu ad Bakara suresinde ikinci isim olarak geçmektedir.

Yüce Allah'ın el-Kadîr ismi kudretten türemiştir. Fiil işlemeye imkan bulmak ve bu fiili makdurdan (güç yetirilen) ayırmaktadır. Allah'ın Kadîr adı Muhit adına girmiş olur ki istersem Muhit adının Kadîr adına girdiğini söyleyebilirim. Çünkü böylesi daha uygun olur. Zira bu isim bil­diğin bir çevrededir, başkaları ona geri döner. Böylece El Kadir adının ahkâmı zikir edilince Muhit adı el-Kadîr adına girmiş olur. Şayet birbirine zıd olan adlar birbirine benzer olursa, adlara benzer adlar da birinci baptan sayılır. Çünkü ikisi arasında kıskançlık çıkar, bu kıskançlık nesebidir, bir şeyin aslıdır. Neseb ise zihinlerin tesbit ettiği izafi idamdır, benzerler ise oha uyar. Bunun mevcudiyyeti gözle değil zihinle belirir. Bu mesele görünmeyenlerin düşünce ve fikirlerini iğneler.

Şayet sana vahdaniyyet kendini gösterecek olursa Kadir Gatül) adının kudretini görürsün. Aynı zamanda üzerinde yaşadığımız dünyanın to­prağını taşını nasıl kaldırıp taşıdığını ve kudretin nelere kadir olacağını görmüş olursun. Zira kadir olan Hak Teâlâ'dır. Bunların neticeleri ve seb­epleri de O'na aittir. Zati olan her fiilin tabii olarak bir faili bulunur. Bir fiil ister tabiî olsun, ister iradî olsun, ister ruhani olsun, isterse zanni ol­sun, yahud ilmi olsun veya her hangi bir türlü olsun, bütün bunların güç ve kuvveti Hak Teâlâ'nın kudretidir. Bu sebepledir ki nereye baksan onun kudretini bulursun. Bu sözler, ise şeklî ilim smırın üstünde, hakiki ilmin altındadır. Eski örfe göre de, irfani ilim dairesinin ortasındadır. Allah'ı bi­len her kudret sahibi kudretinin, her âdilin adaletinin ve her zalimin zulmünün ona ait olduğunu bilir. Bu gerçekten dolayı Allah'ın selamı üzerine olsun Hazreti İsa: “Bir kimse yanağına bir şamar atarsa, ona diğer yanağını çevir. Keza paltonu alana da gömleğini ver! Bir kimse seni bir mil yürütürse onunla iki mil yürü!” demiştir.

Bunlardan bazıları aptalcasına yırtık ve yamalı paltosuna bir çöp veya ağaç dalı takıp, şuhudun anlamını incelemek için onunla birlikte durur, sonra hak ve kudretin vücûdu adlarından birinden diğerine nispetinden dolayı hal ve durumuna göre ondan ayrıİırsa geniş ve güzel bir yolda akıp gider. Bunlardan bazıları haddi aşmamıştır.

Yüce Allah'ın güç ve kudretini tahkik makamında vahdaniyete ait belirti parlaklıktır. Bu manayı dikkatle izleyip anlamalısın! Şayet bu yönü idrakten aciz kalırsan, şunu bilmelisin ki, her hal ve kuvvet ancak Allah'ındır.

Şayet Lâ kuvvete illâ Billâh yani güç ve kuvvetin Allah'ın olduğunu bildiğin halde buradaki Bâ (...) harfinin Allah'ın kudretine mi yoksa Allah'a mı bağlanmıştır, bilmek imkansızdır.

Şunu bil ki, kudret, kuvvetin vasfıdır. Kuvvet ise Kayyûmiyyenin vasfıdır. Kayyumiyye ise vücud vasfıdır. Vücud ise Kayyumiyyedeki mev­cudu kaldırmasıdır. Mevcud ise hakikattir, yani o da vasıf için bir hakdır.

Bundan da anlaşılan şudur: Mevcud daima vücudu kıskanır, yani çekemez. Vücud ise mevcudu ne gerçek olarak ve ne de mecazi olarak kıskanmaz. Bu sözler Kadîr isminin hakikatmdan bu ismi Rahman ismi arasındaki ölçü nisbetinde uzaklaşır. Bu itibari mertebeler, yani yükseklikler olmasaydı ne sebeple Rahman adı itibari olarak uzak olsa da üstün tutulsun. Öyle ise itibar yani intikal olmasaydı Kadîr adı Rahman adının huzurundan uzaklaşmazdı. Rahman adı adların hal ve tavrına göre Rahmet adının vücudi anlamının tahakkuku için her an ona muhtaç olduğunu görmüyor musun? Bundan anlaşılan şu ki: En yüksek itibari adlar, en aşağı adlara, en aşağı adlar da en yüksek adlara döner. Vücud bu­lan her adın sağlıklı kalması için İlâhî isimler mertebelerine göre zâtı şuhuda şehadet etmek için, diğer bir adın huzurunda çatıştığını görmüyor musun? O vakit adlardan bir şey göremezsin ancak zatın değişikliğini (televvününü) görmüş olsun. Bu yakınlık hakkında bir söz söylenemez. Çünkü adlandırılan adlar da sözlerle birlikte bu yakınlık içinde bulunur. O vakit Samadiyyet kalkar ki bu da Ahadiyyetin cem'idir ki, her asil haseb neseb ehlinde toplu olarak görülür. Bundan başka sözü geçen adların temayüz itibarını (intikali) verir bir yandan da işareti tesbit eder. Bu sebeple­dir ki irfan ehli bu konuda: “Allah'ı tanıyıp bilenin dili yorulur.” buyur­muşlardır. [8]

 

EL-ALİM

 

Hak Teâlâ'nın bu kerim adı Bakara suresinin 32. ayetinde (inneke ente'l-Alîmü'l-Hakîm[9]) geçmektedir. Yüce Allah'ın bu adı hakkında her üç İmam Beyhakî, Gazâlî ve Berrecan el-Endülüsî hem fikirdirler. Bu isim ilimden müştaktır. Mübalağalı ismi fail sığasına uygundur. Hakikatte Âlim adının mana yönünden itibarı, yani basamağı Alîm is­minden aşağı değildir. Çünkü Alîm adının sığası mübalağadır. Zira yüce Allah'ın ilmi ne artar ne de eksilir. Çünkü her ma'lum, yani bilinen şey genellikle bölünmeden O'nun yüce ve sonsuz ilminin içindedir. Mübalağa ise mahcubları yani örtülü, gizli, görünmeyenleri anlatmak İçin bir tevazu ve tenezzüldür. Adetlerine göre vasfedilen adm sığası veya vezni faîl olur, mübalağayı oluşturur. Bu da aralarındaki konuşmalarında en-Nas’ın înâs benzer yakınlığı gibi mübalağanın bir çeşididir.

Şunu bil ki ilmin kudsî zâta nisbetle hakikati Kadîr adının hakikatından daha yakındır. Bu yakınlık ilim makamı ile kudret makamı arasındaki farkın miktarı kadardır. Adet üzre bu itibarın, yani intikalin bi­linmesi iktiza eder ki sonradan artar ve takdir edilir.

İlim iradenin üstünde olduğundan, kudretin de üstünde bulunur. Hayattan, yanı yaşamdan başka ilmin üstünde bir şey bulunmaz. Bu se­bepledir ki yüce Bârî'nin bir adının el-Hayy yani canlı olması gerek­mektedir. Zira bu ismin makamı Alîm makamından daha şereflidir. Bu­radaki yakınlık diğer bütün adlarda olduğu gibi itibaridir.

Şunu bilmelisin ki, yüce Allah'ın ilminin hakikati her şeyi kaplar. Her âlîmin ilmi, kendi özel ilminin bir vasfıdır. Öyle ise Hak Teâlâ ilmini hariçde fiilî mevkiye koymak için kendini kuşatan ilimlerin tümünü kuşatmıştır. Bunun için bütün bilgileri İlim gözüyle bilir. Cüziyyat bilgisi alemlerin ilminin benzeri olması içindir. Bu sebeple Yüce Alah'ın ilminin bilinmesi, o ilmi hakkıyla düşünerek, doğrulayarak öğrenene ait olur. Bir ilmi hal ile öğrenen, hal ile bilgilenir. Keza bir ilmi tat alarak öğrenen bir kimse, İlmi zevk alarak öğrenir. O vakit alemin bilgisi ilim. gözüyle, hal ve tavırla öğrenir. Bu hal ve tavırla ilmi öğrenince o vakit mevcudatm ilmini de öğrenmiş olur. Zira varlıkta ilimden yoksun bir şey yoktur.

İlim ikiye ayrılır:

1. İnsanların istılâhî olarak öğrendiklerine ilim derler.

2. Keza insanlar istılâhî olarak bu bir ilim değildir diyerek ilim hakkında söz ederler. Bu sözlerimle demek istiyorum ki, ilim sözcüğü hakikat erbabınca bilimdir. Hakikat ehli Hak Teâlâ'nın zâtı ilmine şehadet edip inanırlar. Keza onlar her kişide bu ilmi görürler. Bir örnek olarak Mâ yani su sözü hakikat ehlince düşünülmez.. Bize gelince, onun içinde bir uygunsuzluk ve bozukluk olup bu sözcüğün aşağıya doğru indiğini, şayet içinde lezzet ve rahatlık duyarsa haddi aşarak yayıldığını, şayet ıslaklık dayarsa nemliliği kabul etmediğini, kurumak istemediğini görürüz. Nitekim bu da (Fiil-Efaîl) yani iş-işler gibi birbirine bağlı sınırları aşmazlar. Bu sözcüğün hiç bir şekilde hal ve durumu değişmez, ne ise odur. Bunların tümü kendi zatının fiilleridir.

Bu sözü söyleyen “Tabiatının gereği muktazası olarak faile, yani iş ya­pana veya başka bir yere gitmiştir” dese, biz cevap olarak ona “Bu faili kim taşıyıp götürmüştür, bu işi ona kim öğretmiştir?” diye sorarız. Bütün bun­lar bizzat mevcudatın doğru yolarının fiileridir ki mevcudatm hal ve “tavrına göre tümü ilimdir. Bu hazırlanmış yeri gören bir kimse bunun ca­hili olarak mevcudattan bir şey bulamaz. Zan ve düşüncesinde bir şey bu­lamadığı gibi, kendi hal ve durumundan da bir şey duyamaz. Zira bu duy­gu yalancı bir duygudur. Nitekim şaşı bir kimse tek olan bir şeyi iki olarak görüyorsa, o vakit bu yalancı bir idrak ve görüş olamaz. O kimse bir şeyi tek olarak görüyorsa o vakit o kimse şaşı olamaz. Şaşı olmayan bir kimse de şaşı olanı iki olarak görmüş olursa o vakit yalandır. Şayet onu tek ola­rak görüyorsa doğrudur. Zira bu iki görüşte doğrulanır. Çünkü bunlardan herbirinin hal ve tavrına göre özel bir durumu vardır. Nitekim yanan bir ateşin isteği ne olabilir? Onun tabiatı yanarak yükselmektir. Bu da ateşin bilinen zâtı tabiatıdır. Keza hava da öyledir. Nitekim yeryüzü ve sudan nel­er doğup belirirse Hak Teâlâ tümünü yaratıklarına vermiştir. Daha sonra ona doğruyu ve doğru yolu göstermiştir. Hatta kendi hakkı olan özel il­mine de bir yol aralamıştır.

Şayet ilâhî kuşatmayı manen kabullenirsen o vakit Allah'ın ilmine, kayyûmiyyetine aşık olursun, belki de çok çok aşık olursun. Bu aşkın oluşması onun mevcudiyetindendir. Zira Allah'tan daha başka ve üstün ilim sahibi bir varlık yoktur. Böylece her şey bir âlemdir, her ilmin de gerçek olduğunu öğrenmiş oldun. Burada cehlin yani bilgisizliğin yeri yoktur.

Anlayış yönünden bir kimseyi cahil farz edelim, inceleyici onu ilmen görmüştür. Hakkaniyetli bir hüküm vermiş olsa onu hakkiyle âlim bir hal ve tavırdan başka bir durumda göremezdi. Zira o kimse bulunduğu mertebede, yani yükseklik makamında bulunmakta ve yüksekliği aşmamaktadır.

Hak Teâlâ el-Melik suresinin 3-4. ayetlerinde “Rahman olan Zât'ın ya­rattığında bir eksiklik, bir münasebetsizlik göremezsin. Gözünü göğe çevir bak! Orada bir çatlak göremezsin. Sonra tekrar gözünü çevir bak! Gözün yorgun ve zayıf olarak sana döner.”[10] buyurulmaktadır.

Yukardaki konumuza dönelim: Cahil bir kimse düşüncesine göre bu tefavütü, yani eksikliği yorgun bir halde iken görmüştür. Zira ona göre orada bir noksanlık vardır. Şayet bu noksanlığı gerçek bir gözle görseydi bu söylediği batıl olurdu.

Dediğim gibi batıl olanı kendi hal ve durumunda iken inkâr etmeyin! Onun temizlikleri fanidir. Zatının temizleneceği korkusundan sende te­mizlik yapmıştır. Temizlik yaptığının isbatı kadar sen de ona aynı miktar­da temizlik hakkını öde! Bazı aklı kıt olanlar “Batıl yaratılanlar için bir ilim olmadığı halde, yaratan için bu bir ilim nasıl olabilir?” derler.

Biz deriz ki: Evet bir yönden batıl, Hâlık için bir ilim değildir. Bir diğer yönden bunda bir kudret vardır ki gereği icabı el-Kâdîr adının te­mizliği, kudretli kadirin her ikisinin şehadeti altında acizlikle temizlenir. Yani kadir ile kudretin bu temizliğin acele yapıldığının şahididirler. Şayet ulu varlık aczi dolayısıyla temizliğini yapamıyorsa bu yönden kadir ol­mayacağı şayet kadirin kendisine ait olan kudreti yok etmiş olsa, o vakit fiille değil kudreti ile mukadderat olacağına göre kadirin kudreti bazı mer­tebelerde fiille olmazdı. Eğer tenazüh edilenin temizliğine kudreti devam etmiş olsa, o vakit ebedi olarak takdir edilen kuvveti sürüp giderdi.

Bu güç ve kuvvetle ilerleme vaktin kudret ve yeterliliğine bakar. Bu ilerleme esnasında zaman zaman yeterli bazı eşyaları temiz olarak verdiği gibi, ayni zamanda eşya vakitlerini pak ve temiz olarak kudret ve acizle ve­rir. Nihayet onlardan sonsuzluğa doğru ayrılır. Bunda da hal ve tavırlara göre herşeyle sıfatlanması izlerinin gereklerindendir. O her şeyi olduğu gibi bilmektedir. Şayet kendini önceki durumuna gelmek için geri dönüşünü görmüş olup sıfatını yitirmiş olursa ö vakit hiç bir şey olamaz. Zira yüce Allah ahadiyyetinde bakidir. Yüce Allah en doğrusunu bilir. [11]

 

EL-HAKÎM

 

Bu şerefli ad hakkında üç İmamdan Beyhakî, Gazali ve İbn Berrecan el-Endülüsî aynı kanaattedirler. Bakara suresinin 32. ayetinde Yüce Allah, zatına aîd olan bu ismini dile getirirken “Inneke ente'l-Alîmu'l-Hakîm (şüphesiz ki sen Alimsin, Hakimsin)”[12] buyurmuştur.

İbn Abbas Hazretleri (Allah razı olsun), el-Hakîm sözcüğünün an­lamı, yüce Allah'ın hikmetinde tam kemal sahibi olduğu, el-Alîm ise, ilminde tam kemal sahibi olduğu anlaşılır, demiştir. Bir gruba göre hakîm olan Hâkimdir. Diğer bir toplum da şöyle der: Halîm olan Hâkim olandır. Diğer bir toplum da bu isim hakkında şöyle der: Hakîm her şeyi sağlamlaştıran, yani yarattığını sağlam ve isabetle yerine oturtan demek­tir ki ahkemte'den müştaktır. Yani bir şeyi sağlamlaştırmak anlamına ge­lir. Bu Ahkemte sözcüğünün arapça yazılışı da görüldüğü gibidir. Bu sağlamlaştırmak keyfiyyeti kendisince kesinlikle doğrulanırsa kendisi­ni fesattan uzak tutar, yani men eder.

İbni A'rabî şöyle der: el-Hakim adı senin sözün olan “Ahkemte'r-recul -Adamı yanlış düşüncesinden geri çevirdin” cümlesindeki “ahkeme” fiilinden müştaktır. Bu da onu sanki doğruya veya sevaba geri çevirdi anlamına gelmektedir. Ne var ki Hak Teâlâ'nın olduğu hikmet ve kemalinden, kemal sahibi olanlar faydalanır. Kemal ise o kişiden değildir. Çünkü her varlığın kendi hazırlığı ölçüsünde O kemal vermektedir. Onun hikmetinin kemali ise noksansız tam kemale ermiş hikmetlerdir.

İsti'dât, yani hazır olma keyfiyyetine gelince, bu ilâhî kudretin gizli­liğidir. Şunu bil ki, hazırlık zatın üzerindeki vücûdî arızalardan, aynı za­manda zaman ve mekan karışıklığından ileri gelir. Hazır olma keyfiyyeti de içtimaî bir heyettir, toplanmadan oluşur. Buna sebeb olanlar da kudre­tle mukadderin (takdir edilenin) sebepleridir. Kudreti gördüğün kadar Kadir adı tamamlanmıştır.

Öyle ise hikmetin kemaline gelelim. Hikmetin kemali Hakîm gerçekten bu ismin verilmesidir ki bu da anlatılan hazırlığa uygun olarak akıp giden bir kudretin bölümüdür. Bu sizler fark, yani ayrım alemindendir. Toplu aleme gelince bu da nefsin üstünde bulunur. Bir kimse Hakîm adını Hâkim adının anlamına kullanırsa, bu da zâtı hükmünü kendi kulları arasında yürütmesi anlamına veya zâtı kudretiyle kullarının hikmetinin altına alması anlamına gelmektedir. Herhangi bir kimse Ha­kim adının ahkemte'ş-şey' den müştak olduğunu söylerse, bu da develerin memesi gibi bu ve buna benzer şeylerdir. Bir sözün veya bir şeyin anlamını sağlamlaştırmak veya fesadı yasaklayıcı manalarda, gerçeği nisbetinde anlatılan itibarları muktezasınca bu isim kullanılır.

İlâhî isimlere Hakîm isminin girmesi kendi itibarları yönünden hik­meti belirmiş olursa o vakit Hakîm ismi Tâhir olan Allah'ın pak ve temiz adına girmiş olur. Hikmeti azalan bir varlık Bâtın adına girmiş olur. Hik­meti çoğalanlar ise Hakîm ile Azîm adına haberi olmadan hikmetle özelliği olan Habir ismine girmiş olur. el-Mu'ti adına da hik­meti veren girer. Yüce Allah'ın el-Mâni adına da men eden girer. Ve yine “yukarda saydığımız adlar Allah'ın Hakîm adına girer” demek caiz olur. Bunu bir örnek olarak nazarı itibara alırsan o vakit adlardan bazılarının diğerinin ahkamına girdiğini bulmuş olursun. Bizler gerçekten hikmetin intİsabını insanlardan başkalarına tahsis etmiş bu­lunduğunu biliyoruz.

Şöyle denilir: “Tabiat hakimdir. Bu da yüce Allah'ın Halîm adının hükmünün bir kısmet ve nasibidir ki vücûdî mertebesine göre ona tabiat adı verilmiştir. “Halbuki bu Hakîm adının hükmüdür. Her hüküm ve Ahkem veya hikmeti elde eden bir kimsenin sıfatı, yüce Allah'ın Hakim sıfatına meyilli olur. Sıfat ancak vasf edilenle kalkar. Şayet sen Hakîm bu­lursan Hakk'ın Halim'ini bulmuş olursun. Bundan dolayı Kayyûmiyye sözünü ettiğimiz Hakim adı onunla kalkmıştır. Zira ayrılmadan ona bağlı kalmıştır. Çünkü Kayyum Allah'tır. Her mevcud orrunla bir şey kaybet­meden kalkar. Nitekim gökleri ve yeri ayakta tutan güç ve kuvvet Kayyumiyye'dir. Bunları bir başkasına tutturmuş olan tutanın elinden yumuşaklıkla kayarak yokolmuş olur.

Şayet hikmeti görmüş olursan Hakk'ın Hakîm'i aradadır. Sakın on­dan ürkme ve ona yaklaş! Çünkü sen onun huzurunda ve yakımndasm. Mevcud olanlar tümüyle dışarda ve içerde olduklarına göre, hikmetin gereği olarak Hakim olan yüce Allah o yakın çevreden uzaklaşmaz ve kay­bolmaz. Öyle ise mevcudatın tümünün mertebeleri o yüce Allah'ın yakın çevreleridir. Hicab ehlince bu mertebelerde bir süflilik yoktur. Çünkü bu görüş ve düşünce hicab ehlinindir ve onlar da anlayışsız kimselerdir.

Şunu bil ki Yüce Allah'ın Hakim adının nişan ve alametini yüceltmek isteyenler, hikmeti nerede bulurlarsa, onu azametle yüceltsinler, ismen dahi Hakîm adı verilenlere ta'zim etmelidir. Çünkü bu adın İitibarı yönünden bütün mevcudata şümulü olduğu gibi, aynı zamanda İlâhî bir bağlantısı da bulunmaktadır. [13]

 

ET-TEVVAB

 

Hak Teâlâ, Bakara suresinin 37. ayetinde: “Tevbeyi kabul eden, merha­metli olan ancak O'dur.”[14] Buyurmaktadır. Her üç İmam, Beyhakî, Gazali ve İbn Berrecan el-Endülüsî, bu adın mana ve medlulü hakkında hem fikirdirler. Bunun anlam ve iştikakı da, tevbe etti yani geri­ledi anlamına gelmektedir, ilim dilinde bunun aidiyeti tevbe edenleredir. Çünkü itaatsızlıktan Allah'a itaata dönmüşlerdir demektir. Öyle ise Yüce Allah da tevbe edenlere karşılık vermeyi kendi nefsine vacib kılmış ve on­ları yüksek güzel affıyla karşılamış olur. Nitekim tevbe etmek için kendi­sine dönenlerin her dönüşlerinde, kendisi de onlara dönmüş olur. Mübalağalı olarak fi'lan, kendisine aid olan her şey ona dönmüş ola­cağına göre, kendisine tapanların çokluğu sebebiyle yüce Bârî'nin onlara dönüşü çoğalmış olur. İşte bu mübalağa ona münasib olmaktadır. Burada ilim veya marifet iktizasınca mübalağa kulun dönüşü ile ilişkisi vardır. Hakikatte kul ondandır.

Bazı münacaatta yüce Allah: “Ey kulum. Benim seni göreceğim geldi, sen de bana isteyerek gel, sen beni istediğin gibi, ben de seni istemekteyim.” Buyurmaktadır.

Şunu bil ki! Bu kerim isim, ilk terakki ehli için en özel adlardan biridir. Asümâni yolculuk, tecelliler ehline aittir. Bunun anlamına gelince, yolcu olan zata ilâhî adlardan biri aşikare görünürse o kimseye Arif adı verilir. Zira yüce Allah da o adın huzur çevresinden tecelli etmiştir, yani kendini göstermiştir. Şayet bu zikir edilen adın diğer karşılığı olan kendi adları olduğu üzerinde durulursa, mesela el-Mu'ti adının karşılığı el-Mani' dir. Keza ed-Dâr adının karşılığı en-Nâfi' dir ve keza el-Bâtın adının karşılığı ez-Zâhir dir. Keza el-Evvel adının karşıtı el-Âhir dir ve böylece devam eder.

Şüphe yok ki bu adlardan birinin benzeri ile tecelli hasıl olur, o da bunların karşıtı olan adı inkar etmesi iktiza ettiğinden birleşme yerinin sınırı olan Berzah ile Tefrika adlarındaki iki adın arasından yükselip iler­leyerek çıkış yerine vardığında, kendisine o adın karşıtı olan isim kendini göstermiş olur. Bu suretle Yüce Allah Tervâb ve Avvâd olarak, yani geri dönücü sıfat ile kendisine dönmüş olur. Böylece salik Allah'ı tanımış ve bilmiş olur.

Daha önceleri yukarda sözü geçen iki isim arasında iken karşıtı ol­mayan isimlerden mesela: Allah ve Rahman gibi adlar olduğu zannıyla yukarıda sözü geçen adı inkar etmişti. Daha önceleri inkar etmemiş olsa da salik keza bir diğer adın kendisine görünmesi için bir diğer adın huzur çevresine yükselince, o vakit Hak Teâlâ ona Tevvâb ve Avvâd olarak dönmüş olur. Çünkü kendini yenileyen bu ad Hak Teâlâ'nın inkar ederce­sine bu kuluna karşı tecellisine sebeb değildir. Şayet ondan İlâhî tecelli hasıl olursa sanki ona tevbe etmiş yani geri dönmüştür ki bu da gıybetin Zihab menzilesine, şahitlik yapanların da fakirlik ve muhtaçlık mertebe­sine inmesine benzemektedir.

İlk seferde yürüyenleri kasd ediyorum, onlar Allah yolcuları olmuşlardır. Halen bir mertebeden diğer mertebeye yükselip çıkıyorlar. Hak Teâlâ onlara kendisini tanıtıp öğretmiş ve tevbelerini kabul edip on­ları affetmiş, arif ile maruf keza vasıf ile mevsuf da olduğu gibi asıllarını yani neseblerini unutmaları içindir ki ilâhî affe mazhar olmuşlardır. Bütün bunlar ilk yolculuğun sonunda olmaktadır, bu da sözlerinin mak­amına işarettir. Nitekim salik, şu anda olduğu gibi bulunmaktadır. Berab­erinde hiç bir şey yoktur ve durak yerinde bulunmaktadır. en-Naddarî bu durak yerine altın gibi kıymetli, asil adını vermiştir.

Tevvâb ismi ilâhî adlar çevresinde tevbe ederek dönen bu gibi tarikat ehline aittir. Bu isim, ilk yolculuğun sonu olan Tevvâb adının nisbeti gibi durak makamının üstünde bir makamda değildir. Zira bütün adlar ikinci yolculukta duraklayacaklardır ki bu, ilk yolculuğun üstünde bir yolculuk sayılır.

Lakin geri dönmeleri İse vahdaniyyetin gerçekleşmesidir ki, bu da şahidin şehadetiyle mertebelerin belirmesidİr. Çünkü mertebelerin kapılan kapanmış yokluk makamında bulunuyordu. Daha önceleri çoğunluğu görmeyi inkar eder cahilliği sebebiyle başkalarını görmez ve düşünmez iken şimdi vahdette tecelliyi çoğunlukla görmek için terakkiye dönmüştür. Bu sebeple makamı ve kendisi hakkında Tevvâb adı kendisine tevbe eder, aynı zamanda bütün adlar kendisine tevbe etmektedir, diye söz ederler. Temizliğinin bir gözle incelenmesi hakkında daha doğru olarak şöyle söylenir. Bu huzur çevresinde adların tümü Tevvâb adına girmiştir derler, fakat hayır! Çünkü bu adlar göz göre göre Tevvâb adında bulun­maktadır. Şayet bunu bilmiş olursan ikinci seferde yolculukta durak makanının üzerinde artık Tevvâb adına bir dönüş olamaz.

Tevvâb adı ahkamının huzur çevrelerinden görünüp çıkması intikal etmiş, bu adı örtülü huzur çevrelerinde ve gurbet makamlarında bulunsa da, Tevvâb adı o makamlarda fî'len kendini göstermektedir. Bu sebeple, alçalmaktan, yükselmekten, yayılmaktan ve dürmekten sonra, topluca bağışda bulunmak üzere o bize dönmektedir. Zira nimetlerinin yenilenme­siyle vücudunun hükmünü temizlemiştir. Hayırlarla dönen (Avvâd) bizatihi Tevvâbdır ki, intikamını intikam isimlerinden almıştır. Bu intikam alıcı adlar şunlardır: el-Cebbâr el-Kahhâr el-Müntakım el-Şedidül-Batş gibi adlardır Yine vücudu dönüşgen veya değişken adlardan biri de ed-Dâfi' gibi addır. Ademi olmayan, yani yokluk içinde olmayan adlardan biri de el-Mâni' adıdır.

Şunu bil ki, meyve ağaçlarının ve sair ağaçların temizliği ve istenen te­mizlik ise nebatta taneden dala, daldan daneye dönüşmesiyle her sene ne­batın cins ve nevilerine göre veya bir seneden az veya çok bir kez dallarının budanmasiyle temizliği gerçekleşir. Bu da sevgilinin sevdiğine dönmesine benzer.

Zira bütün adlar ikinci yolculuğunda duraklama yapacaklarından, bu durum ilk yolculuğun üstünde bir yolculuk olmaktadır. Bu da başlangıçtaki temizliğe nasıl başlanacağı ve elde edileceği gerçeklerinin Tevvab'a geri dönmesiyle kendini gösterir. Geri dönüş bir kez veya daha çok olsun, bir kez daha sonra, bir kez arka arkaya da olsa, bütün bunlar Tevvabın adından hasıl olmaktadır. Bilinen ilim ehli ise şöyle der: (Yüce Allah ekinlerini yetişdirdi, memeden on­lara süt akıttı.)”

Onları güzel âdetlere ve beklenilen, bilinen ve bilinmeyen ülfetlere doğru yöneltmiştir. Şuhud Ehline gelince: Hak Teâlâ hicab ehlinin kema­liyle değil Tevvâb adıyla temiz ve pak olmuştur, derler. En iyi temizlik veya en geçerli pişmanlık Hak Teâlânın Vehhâb adından neşet eder. [15]

 

EL-VEHHÂB

 

Yüce Allah'ın bu kerîm kitabının mana ve medlulünü yalnız bu üç İmamdan biri olan Ebu'l-Hakem Berrecan el-Endülüsî açıklamış diğer ikisi ona katılmamıştır. Güçlü kitabın Bakara suresinin 47. ayetinde Hak Teâlâ: “Ben sizi bütün Alemlerden üstün kıldım.”[16] Buyurmaktadır.

Hiç şüphesiz bu Allah kelamının iştikakı tafdile dayanmak­tadır. Tafdil ise manası malum olan, şüphe taşımayan bir adıdır ve gerçektir. Hazırlıkları değişiktir. Bir kimsenin hazırlığı yani (isti'dadı) diğer hazırlıklardan daha tam ise, şüphe yok ki, Hak Teâlâ âdildir, kendisinden aşağı olana daha çok verir. Zira istihkakın kapısı hazırlıktır. Bir kimsenin hazırlığı diğer bir kimsenin hazırlığından üstün ise yukarda geçen Hak Teâlâ'nın icabı olarak Yüce Hak'tan daha çok bağış alır. Bunun için isti'dad demek, Yüce Allah'tan faydalanmaktır. îsti'dadın esas nefsi mahiyet ve medlulü ise, kemale erişmek için hazırlığını yapmış olan bir kimsenin, Hak Teâlâ'nın ona verdiği üstünlüktür.

Şunu öğrenmiş olduk: Hazırlık yalnız hazırlığını tamamlamış zattan olamaz. Zira zaman ve mekân şahsı takip eden bazı arızaların değişikliklerinden ileri gelir. Bütün bunların hey'eti umumiyyesi isti'dad yani hazırlıktır ve bu hazırlıkla üstünlük elde edilir.

Şunu bil ki, Hak Teâlâ hiç bir şekilde insanlara zulmetmez. Bir kimse­nin hazırlığı kemal ile tam olursa, o kimse tam temizliğe kavuşur. Temiz­liğini daha az yapanlar ya orta veya geç temizlenmiş olurlar. Hazırlığını orta derecede yapanlar, orta derecede temiz, geç yapanlar da geç temizlen­miş olurlar. Hak Teâlâ güçlü kitabının Yunus suresinin 30. ayetinde: “Allah'ın kelimelerinde değişiklik yoktur ve bu en doğru dindir.”[17] Buyurmaktadır. Şimdi sen temiz olana bakmalısın. Temiz ve pak olanın, ancak Hak sübhanehû ve Teâlâ olduğunu öğrenirsin.

Kim temizlik yönünden daha üstün olursa, Hak Teâlâ onu da üstün kılar.

Ey Mü’min kardeşim! Şunu bilmen gerekir, Rabinin sana fazileti vardır, onun hükümleri altına girmelisin. Çünkü o senin Rabbindir. O'nda bulunan fazilet mikdarmca sana fazilet vermiştir. Bu bir yönden, diğer bir yönden ise sana verdiği üstün faziletle sen de onun Rabbisin. La­kin fazileti yönünden o senin Rabbindir. Çünkü rubûbiyyet yalnız bir mertebeye bağlanmaz. Bu hal ve tavırlarda dolaşan bir hükümdür. Rububiyyeti temizleyen terbiye ile kulun terbiye edilmesi vacib olmuştur. Rububiyyetten kendi üzerinde neler zuhur etmişse, ona öyle bir ibadetle karşılık vermelisin. Bunu yapmadığın takdirde bu yakınlıktan dolayı Rabbine karşı kâfir olursun ve bu küfür sana bir yarar sağlamaz. Kişi bir yakınlıktan Hak Teâlâ'ya İman ederek nimetlenmiş diğer bir yakınlıktan ise azab görmektedir. Nitekim kişi hakkında iki şey vardır: Bir zaman nimetlenmek, diğer bir zaman da azab görmek. Bu iki hüküm bir araya to­planmıştır. Birbirine zıd olan bu iki şey nasıl bir araya gelmiştir, diye sor­ma. Biz cevap olarak “Bunların ikisi, itibarlarının yükseklik farklarının değişik olmasından dolayı bir araya gelmiştir.” deriz. Bunu böyle bilmeli­sin.

Ey Kardeşim! Ne vakit adaletinde aşırı gidersen zalimsin demek, zulmünde ne kadar zulmedersen o kadar ceza görürsün. Şayet birinci yolculukta gerçek vücud ehlinden olursan, her şeyi güzel görmüş olursun. İkinci yolculukta gerçeği görenler ehlinden olursan o vakit güzelliğine güzellik katılır. Çirkin de daha çirkin olur. Bu sebeple bulunduğun mak­amı öğren. Hükümlerini gerçekleştir. Çünkü bu makamda yiyor ve içiyorsun. Yiyeceğinden kanaatli ol! Sırat-ı müstakim üzere adaletli olarak yol almalı. Kişi bu yolda ya ceza görür veya nimetlenmiş olur.

Bu adın gerçeği, açıklamayı değiştireceğini iktiza etmektedir ki, sana onu ta'zim ve tescil etmek düşer. Şayet ta'zim yerini bulursan onu azametlendir. Cahilin biri bu türlü davranışı sana yasaklarsa doğruyu ona öğret! Öğrenmeyi kabul etmez ise ona bunu haram ettir! Adem’in anlamı, yokluk veya yok olmaktır. Onunla karşılaştığın takdirde ya susucaksm veya konuşacaksın. Çünkü o mahrum edilenlerden biridir. Hak Teâlâ Ba­kara suresinin 173. ayetinde ölü etini haram ettiğini buyurmaktadır. Bun­lar Hakkı görmek için hazırlığı olmayanlaradır. Daha sonra kanı da har­am kıldığını buyumaktadır ki, bu da gazab ve hiddet ehli içindir. Çünkü gazap kanın kaynamasından ileri gelmektedir. Daha sonra Hak Teâlâ do­muzu da yasaklamıştır. Bu da kendi nefsinde kıskançlık duyanlaradır. Allah'tan başkası için kesilmiş olan hayvan etini de haram kılmıştır. Bu da ikiyüzlü riya ehline karşıdır. Boğulmuş olanı da haram kılmıştır. Bunu da kaldıramayacakları bir teklif sonucundan dolayı saklamıştır. Ayetin devamından kokmuş ve bozulmuş olanı haram kılmıştır, içlerinde oluşan şüphe ile Allah'a yönelmeyenlerdir. Yine davarlardan boynuzlaşarak ölenleri de haram kılmıştır. Bunlar da bazı kimseler tarafından her hangi bir etki İle sapıklığa düşenler içindir. Ayetin devamında vahşi hayvan tarafından yenmiş olanı da haram kılmıştır. Bunlar cahil olup te­mizlik* ve ibadet üzere müşahede edilen ve cahil bir şeyhi arif olana tercih edenlerdir.

Bu takdire göre ne yönden olursa olsun Rabbine bir noksanlık yükleme. Öyie bir makamda bulunmalısın ki onda ne bulunuyorsa, on­ları Rabbinden almalısın. Çünkü onun zatı her şeye çok yakındır. Sıfatlar makamında hiç bir yakınlık yoktur ki, ona ibadet edene yakın olmasın.

Hak Teâlâ Hud suresinin 118. ayetinde “Rabbin isteseydi insanları bir dinden yapardı, fakat onları kendi arzularına bıraktı, onlar anlaşmamazlıktan geri kalmazlar, Allah'ın lütuf ve merhametini kazananlar müstesnadır.”[18] Buyurmaktadır. Halbu ki insanlar bugüne dek anlaşmazlıklar içinde bulunmaktadır. Hak Teâlâ bir gaye ve maksad için insanları yaratmıştır. Buradan anlaşılan şu ki O'nun üstün tuttuklarının durumu başkadır. Onları üstün tutması yüce Allah kelamının gerçekliğindendir. Onun için kullarını çekinmeden yaratmıştır. Hak Teâlâ’nın herhangi bir faziletini elde eden kişi eksik bir rütbede de olsa kendi istihkakını biliyorsa, kendini daha aşağı bir rütbede olanlarla üstünlükte bir tutmalıdır. Bilmiyorsa imkan ölçüsünde kendisine eşit tut­malıdır.

Allah'ın arif kulları çoğunlukla böyle davranmaktadırlar. Çünkü kullar Hakk'ın zuhuratını hesab etmektedirler. Şairin dediği gibi su kasesi hangi yönden kendini sana gösterirse, ona karşı ayağa kalkarsın.

Şeyh Muhiddin hazretleri (Allah'ın rızası üzerine olsun), telif ettiği bir kitabına el-Abâdile adını vermiştir. Bu kitabını rastgele kullara değil onlardan üstün olan marifet ehline, yani arif kimseler için yazmıştır. Çünkü bunlar İlâhî mertebelere intİsab ettiklerinden kendi anne ve baba­larının onlara verdikleri adlarla değil, bulundukları mertebelere göre yuk­arıda açıklanan adı vermiştir.

Arif bir kimse Rabbini tanıyan ve bilendir. Onun yüce adlarından bir adını bilen veya sıfatlarından birini bilen bir kimse ubudiyyet yönünden bu adın karşılığı olan iz ve eseri kazanmış olur. Kazandığı bu iz fena bul­madır ve temelli olarak diğer izlerle birlikte o kimse de kalmış olur. Bun­lardan yok olanlara gelince, Hak Teâlâ’nın tecellisine mazhar olan ve te­cellinin oluşturduğu mertebe ve sıfatlarını taşıyan bir kuİda bu iz ve sıfatlar daimî kalmış olur. Bu adın yakınlık çevresinden uzaklaşıp rubûbiyyete katılmış olur ki o vakit bir başkası değil bizzat kendisi tecelli etmiş olur. İz ve tesirleri tümü ile silinip yok olan ise düşman demektir. Nitekim bu konuda Şeyh Muhyiddin Arabî hazretleri (Allah'ın rahmeti üzerine olsun): “er-Rab Rab'dır kul da Rab'dır. Keşke benim şiirim mükellefden olsa” demiştir.

Bu öyle bir yakınlıktır ki bunu ancak ehli bilir. İman ehli bunu inkâr etmediği gibi buna kulak verip duyan bunun şahididir.

Arifler ise, asümân mertebelerinin ibadet ehlidir. Bunlardan her biri­nin tecelliden kendisine ne düşmüş ise tecelliden kendisine düştüğü ölçüde özel bir ibadeti vardır. O kimse bu ad cihetinden Allah yanında olur. Bu ibadet ile ve mertebesiyle adlandırılır. O vakit Muhyiddin Hazretlerinin yukarıda sözü geçen kitabına vermiş olduğu ad olan Abâdiie den olmuş olur.

Her ibadet edenin mabudu (yani taptığı varlık) kendisinden daha fazid üstün bir ismin ahkâmı iki yakınlık çevresinde hükmünü icra eder. Bu iki yakınlık çevresi Rububiyyet ve merbubiyyetdir. Allah en iyisini bilir. [19]

 

EL-BASÎR

 

Hak Teâlâ; Bakara suresinin 265. ayetinde “Allah ne yaptığınızı görmektedir.”[20] Buyurarak kendine özgü bir adına işaret etmektedir. Üç İmam da bu isim üzerinde hem fikirdirler.

Bu adın anlamı gören ve idrak eden demektir. Örnek olarak acı- acı çeken Bedîü's-semavat (gökleri yaratan) gibi. Ehl-i sünnet görmeyi, işitmeyi ve konuşmayı teşbihden uzak olarak tesbit etmiştir.

Zahirler ile mücessimenin sıfatları hakkında bazı farklı görüşleri vardır. Her makamın üstünde bulunan tahkik makamı ehli, her grubun bu isim hakkındaki görüşlerini tarafsız bir şekilde tesbit etmişler. (Allah'ın rızası üzerine olsun) Muhiddin Arabî “Yaratılanın Allah ile bağlantısı, tam ve hakkıyle bir bağlantıdır, ben bütün bağlantılara in­anmış bir kimseyim” demiştir.

Onlar, yani sözü yukarda geçenler her grup ile nasıl anlaşmışlardır? Bu açıkça bilinmektedir. Muhaliflerin her hal ve tavırları Hak Teâlâ’nın zuhuratındandır. Dolayısıyla onlar tarafından görülmesi o grubun idrakiyle değildir, bu, örtülü bilinmeyen bir nevi idraktir. Buna intİsabı olan ilim muvafakat etse dahi bunun idraki az evvel söylediğimiz gibi bilin­meyen bir idraktir. Bu anlamda benim bir şiirim vardır. Bu şiirin Arapça metni aşağıdadır.

Bu mecazi şiirin özet olarak anlamı şöyledir: “Doğruyu bilmeyen veya idrak etmeyen bir kimse attığı şey isabetli olsa da hatalıdır cevabı idrak ederek veremezse cevap verse de ne cevap verebilir”. Bu husus inceleyici tarafından doğrulanır ve şöyle söylenir: Onlarınki isabettir; keza, doğrulanarak şöyle söylenir: Onlar hata etmişlerdir, buradaki isabet tes­adüfidir. Yanı umulmayan bir karşılaşmanın eseridir. Musadefe ise on­ların kıymeti ve miktarı ölçüscünce gerçeğin zuhurundan bir zuhurdur ki, daha yakın bir anlamla onların hakiki belirtisinden bir belirtidir.

Çünkü bu belirti ve görüntü bütün kıymet ve mikdariyle zahir olmuştur. Hatalarına gelince ne yönden İsabet ettiğini görmemişlerdir. Çünkü onlar söylediklerini yapmayı başaramamışlar, şek ve şüpheyi red­detmedikleri gibi tahkik sevinci onlarda belirmemişti, onlar her vakit kuşku içinde oldukları gibi hırs ve temahkarlıklarına devam etmektedirler. Ne var ki, zan hakdan bir şey ifade etmez.

İrfan ehli taifesine gelince, bunlardan herhangi biri şuhud ehlinden veya Basîr ehlinden veya Mütekellim ehlinden olursa o vakit bir şeye day­anmadan hicablıların söylediklerine zahiren muvafakat ederler. Bunların kalbleri de bir gaye ve maksada dayanmaz, irfan ehlinden olanlar bu isim­lerden ancak birini veya ikisini görmüş olabilir, onu görmeden bir şey bil­mez; gördüğünü de ne inkar ve ne de itiraf etmiş olur, fakat inkâr etmez. Çünkü arif kimse Allah'ın yüce isimlerinin gözlemiş olduklarından başka açıkça gördüklerine karşı çıkmadan, Rabbiyle zihnen uğraşmaktadır. Bu sebeple bunların yolları Eşitlik Ehline sataşmamak, düşmanlık ve hu­sumet riya ehlinden ictinab ederler. Bunların idrak ve anlayışları konuşmada değildir. Zira nutuk doğruluktan sayılırsa da, hayal ve düşünce de vehimden olmayıp aynı hükmün gözle görülenidir. Bu saydıklarımız, yağ ve boya maddesi gibidir. Bu yön bilindiği takdirde Yüce Allah'ın Basir adı her mertebede fiilini icra eder. Basar görme ve idrak yönünden bir ilimdir. Hatta öyle bir zati ilimdir ki, ihtiva ettiği malu­matın ilmi şekil ve surette belirli olup hiç bir vakit değişmez. Su çok soğuk olsa da aslının hiç bir zaman değişmediği gibi!

Yüce Allah bu yakınlıktan bütün yüksekliği, serbestliği, bütün bağlantılanyle kullarını idrak edip görmektedir. Kitaptan çıkan sayı ne ise temiz hal ve görüntüsünün sayısı da o kadardır.

Ulvi ve süfli olarak birçok sayıda vücud oluşmuştur. Yüce varlık bun­lara ceza verdiği gibi sonradan tahakküm etti. Daha sonra birinci akıldan külliyat ilmini öğretti ki bu da Hayy adının makamıdır, İşte hayat dediğimiz yaşamın oradan tayin edildiği söylenir. Vasfedilen yaşam zik­rinden ve bunun zıddı olanlarla birlikte bütün adlar münezzehdir.

Öyle ise Hayy olan Yüce Allah'ın hayat tayin etmesi birinci akıldaki temizliği yonündendir. Ama ilme yakınlık ise nefis içindir. Bu sebepledir ki mülkünün ilminde sıfatları vasfedilenler nefisler idi. İradi mertebeye ge­lince bu Heyul makamıdır. Bu sebeple irade, kudretin temizlik eğilimidir. Yunanca bir kelime olan Hiyoli ise Melekût alemini temizliğe eğilimli kılan yakınlıktır ve bu küllî cisimdir. Toplum ise buna Mülkün Alemi adını vermiştir. Ad vermede bir eksiklik've fazlalık yoktur.

Kudretin mertebesine gelince, küllî cismin temizliği mertebesindedir. Çünkü onu kader temizlemiştir. Bu dört İsimde dört mertebe bulunmak­tadır:

1- Hayat en yüksekteki kalemdir ki birinci akıldır.

2- ilim ikinci mertebede Levh-i mahfuz - dedir. Bu da küllî nefisdir.

3- İrade üçüncü mertebede olup nefse yazmaktır.

4- Kudret ise dördüncü makamda mektub - dadır. Mektup ilk umut ve arzudur, bilinmeyen kayıp bir ilettir. Bu illetin zuhuru sonradan kendini gösterir. Yukarıda size an­lattığımız gibi birbirine girmiş isimlerdir. Basir, ismi bu dört isme ve her birine göre de Basir adı birinci akılda, hayatın hakikati. His de bu mertebede kendi işiyle meşgul olur.

Hiç şüphesiz Basar yakınlıkta minnetin hissidir, his de külliyetî zati bir ihsasla birinci akla hissettirir. Hak Teâlâ bu yakınlıktan külliyatı görmekte, Eflatunun işaret gibi, bu temsili bir yol değildir. Suyu buna bir örnek gösterebiliriz. Suyun soğuması ve akması kendi zatiyetinde bulunan duygunun etkisiyle kendini gösterir. Bu hissin genişleyip yayılması, ısısının değişip yayılmasıyla orantılı olarak hacmiyle eşit olur.

Suyun bir damlası da sudur, İşte bu cismanı mahsusatta aittir. Aklİ hislerde yani duygularda da bu nisbette olur. Çünkü her ikisinde de yayılma ve genişleme birdir. Ama manalar yönünden daha yaygın ve geniştir, İşte bu nevi his Basar'dır ki Hak Teâlâ’nın yakınlık çevresinde akli tavırlarla olan anlatımına Basir denir. Bu suretle Basir adı Hayy adına girmiş olur. Şayet arzu edersen tersini söyleyebilirsin. Yani Hayy adı Basir adına girmiştir diyebilirsin.

Basîr adının Âlim adının etkisiyle nefsin yakınında temizlenmesidir ki, akıl mertebesiyle Hayy adından faydalanan Hayâtı da refaketine al­masından dolayı Basir adı Âlim'in hal ve tavrından yanı canlı olur. Aynı zamanda küllî nefsin hal ve tavrından Hayy kazandığıyle de Âlim olmuş olur. Basir adı da bu mertebede canlı olur ve Âlim olur. Diğer yönden yazı ve tasvirlerle Basir olur ki bu da bizatihi ilimdir.

Basîr olan Hak Teâlâ nefse çok yakındır. Ruhanî şekil ve suretlerinin küllî nefse göre nisbeti, insanların zihninde geçen zihni tasavvurların nisbeti gibidir. Bu zihni tasanlar yani tasavvurat insanların zihninde yani zatî nefislerinde bir yazıdır. Bu yazı doğru ise nefısde bulunan Basîr'i Âlîm onu kıskanmaz. O vakit bu adın toplamı içinde Basar, Âlim'in itibari yönünden ilim olur. Keza Basir adının itibariyle de buna Basar denilir. Yani gören göz veya idrak anlamına gelir. Bu itibarî İşlerle ancak vücud te­mizlenebilir. Bu temizlikle de cehalet silinip gider, keza yeminin vebali de kalkmış olur.

Basîr adının yazı mertebesine çıkmasına küllî Heyûlî denir. Bu da irade alemiyle el-Basir adı küllî Heyûlîde olup el-Mürid adı el-Hayy adından yararlanmış olan hayat hükmünün refakatiyle ve keza (Levhi Mahfuz)un huzur ve yakininden faydalanıp öğrenilen ilmin anlamı ile birliket zuhur etmiş olur ki, bu da küllî nefis kitabet yakininde Mürid adıyla görünür ve Heyûlînin manalarıdır. Daha sonra cismani resim ve suretlere dönüşür. Bu cismanî suretleri mukavvimattan ve mütemmimattan hak etmiş olsa da bu kürenin Alemi son buluncaya kadar bu hal üzere devam eder. Hak Teâlâ bu yakınlıktan ve temizlik yönünden bir fiilin yakın kuvvet ve gücü ile yeterli ve hazır olup ol­madığını görmektedir.

Basîr adının temizliği Kadir adıyla gerçekleşir. Mukadder olan te­mizlik yakınında küllî cisim bulunmaktadır. Bu suretle Basîr adı el-Kadîr adıyla yukarda sözü geçen isimlerle birlikte olur. O vakit Hak Teâlâ'ya in­tİsabı olan Basir adı bu çoğunluk içinde nefis ve bu nefisin cismî parçaları birbirinin yanında bulunur. O vakit nefis birbiri yanında ve karşılıklı bu­lunan bu cüzleri görür. Böylece mukadder cüziyyat kudretin gözü ile tecelli eder. Bu tecelli boş bir tecellidir bunu ancak ehli biîir. Bunu bilmemezlik rûhânî akla sığmaz.

Erkân alemine gelince: Küllî Heyûlîdeki manevî temayül, kendisinden önceki hazırlıklara uygunluğu ile temayüz edip durmaktadır. Şimdi sizlere temayüzü açıklayacağım: Heyûlîdeki hayat batını hüküm idi. Tabiî bir ateşte, ısıda temizlendi. Çünkü ısı hayattır, canlılar bu ısı ile canlanır ve hareket eder. Isı hayatı izlediği gibi harekette ısıyı izler.

İkincisi: Heyûlideki Muallim (öğretici) bir nisbet ve hükümdür. Bu hüküm batini olup rutubeti olan tabii havada temizlenmiştir. Zira rutubet bir ilimdir ve gerçektir, ilim ise bilinenlerin oluşumunun kabulüdür ki, bütün bunlar rutubettedir. Böyle bir düşünce veya tasarı rutubeti izlemeğe başlar. Rutubette kitab ve yazı şekilleri küllî nefsin kabul etmesine bakar, İşte bu kitabî şekil ve suretler ilimdir. Bunun şekil ve suretleri de havaî ayrılıktır.

Üçüncüsü: irade müridden: Batınen heyûîî'de hükmü vardır, tabii su da temiz ve pak olmuştur. Rutubetli soğuk suyun gerçek yönü, ihtiva ettiği hava ve rutubetten başka bir şey değildir. Çünkü havada ateş bulunmakta, ateşte de hayattan his ve ateş bulunmaktadır.

Şu husus bilinmeli ki, burudet dediğimiz soğukluk donar ve arzuları tesbît eden iradî bir eğilimdir. Bu eğilim temizliğin hal ve tavırlarına göre yukarıda söylediğimize uygun olarak suyun güç ve kuvvetinin İmkan­larına bakar, irade ise, şekil ve suretlerde yer alemi veya alemin yeridir. Bu da Yebes yani kuruluktur. Bu yubuset kudret alemidir. Bu kudret batınî olarak Heyûlîde bulunmaktadır ki, akıcı bir nesneyi donduran soğukluğu ile bu haset ve kin aleminde kuru olarak çıkmıştır. Böyle olma­sa irade temizlenmemiş olur. İşte bu kudret demidir. Basir adı burada rükünlerin birbirine idrakları ölçüsünde intizaç eder. Şayet ilâhi göz el­masa müvellidattan doğanlar imtizaç edemezdi. Şunu bil ki müvellida’ın temizliği Basar'la yani görmekle olur. Bu Basirden oluşmuştur.

Şunu bil ki, bizler daha önceleri, temizliğin dört hal ve tavırda rasıl yapıldığını anlatmıştık. Bunlar sırasıyla hayat, ilim, irade ve kudrettir. Bunların manaları tabii olarak bir mertebe ile düzenlenmiştir.

Sözünü ettiğimiz manalara gelince: Manaların tertibinde hissedilmey­en tabii bir özellik vardır. Bu isimlerden hasıl olmuşlardır:

1- el-Hav  (canlı),

2- el-ÂIim (Bilgin),

3- el-Mürid (ilim isteklisi),

4- el-Kâdir (Her şeye gücü yeten kudretli) dir,. Bu adlar tavırlar içinde hasıl olmuştur ki sıfatları şunlardır:

1- Hararet.

2- Rutubet.

3- Burudet.

4- Yubusat.

Sanra bunlardan taayyün eden karışımlardan yukarıda adı geçenlerden biri ateşdir. Bu ısı, havanın etkisiyle hasıl olur. Bu da kuruluktan hasıl olur. Şimdi hayatı, ilmi, iradeyi, kudreti, harareti, rutubeti ve yübusati temizley­en unsur ateşle hava, su ile toprakdır ki şahidin şuhûdu ile bu karışımlardan oluşmuştur.

Bu temizlikler, Hayy, Âlim, Mürid, Kadir adlarının hal ve tavırları içinde hasıl olmuştur. Zira bu adlandırma mahcublarca değişmiş olsa dahi, ahkamın adları onları temizlemiş olur. Şuhud ehlince görülen ve bunlara verilen ad yek yani birdir. Bu dört unsur dört müvellidatta hasıl olmuştur.

İnsan alemine gelince: Bunların cisminde, yukarda anlattığımız un­surlar bulunmaktadır. Bunlardan ateş unsuru galipdir; insan aleminden ne uzaklaşır ve ne de yakınlaşır, olduğu gibi unsuriyyetini korur, İşte bu ateş, şeytan olup Allah'ın kitabında anlatıldığı gibi kızgın alevdir.

Ne var ki, insan alemi, nefsi maneviyatında bulunan ateşe hakim ve galiptir. Hayvan alemi de nefsi maneviyyetine galip ve hakimdir. Bu da havadır ki, yaşamı hava ve rutubet olduğu halde nefsi ateştendir. Bu sebe­ple galip değil mağlup, yani yenilmiş demektir.

Nebati aleme gelince bu da suya dayanır. Bu sebeple nebatın bir yerden bir yere intikali zayıftır. Eksilen ve hava ile intikal eden su olduğundan zayıflamasına sebep insan alemi ayakları üzerinde yaşar. Hayvan alemi ise aşağı dönüktür. Nebati alem ise değişkendir. Zira insanın başı yuk­arıya, hayvanın başı aşağıya bakar. Nebatın başı ise yerde ve her şeyin başı da ondan gıdasını almış olur.

Dördüncüsü madenler alemidir ve yere gömülüdür. Çünkü yer galip ve hakimdir ve yubuset onun özelliğindendir. Bu sebeple yerin altında bu­lunan maden, kendine has hareketle nebatatta olduğu gibi üzerindeki ma­deni yeryüzüne çıkarır. Çünkü maden ateşe en yakın olanıdır. Bu da nefısdir ki nebatta olduğu gibi yeri yarıp yüze çıkmasına yardım eder. Madenin ateşten uzaklığı havaya nİsbeten daha az olup, bulunduğu yer hayli uzaktadır. Nebat ise bir yere intikal etmez, fakat ateşe yakın olan hayvana intik­al eder. Bu da hava alemidir. Kalbin lezzet aldığı nesneye olan sevgi ve eğilimdir. Nefsen ateş aleminden olmadığı halde insan gibi ayağa kalkar. Halbuki bu keyf ve lezzet alemi nebatta olduğu gibi değişken olmayıp dökülüp atılanlardandır. İnsan ise kendi nefsine göre ateş alemine yakınlığından bu dört unsurun en mükemmeli ve olgunudur. Çünkü bu üç unsurda bulunmayanlar insanda bulunmakta ve bu sebeple hayvani, nebatî, madenî özellikler bulunduğundan konuşan nefis özelliğini taşımaktadır. Hayvanda ise nebatî ve madenî unsurlar bulunduğu halde insani gıdalar bulunmamaktadır. Nebatta ise, madeni unsurlar bulun­duğu halde rie insanî ve ne de hayvanî unsurlar bulunmaktadır.

Buna göre “müvellidat”, yani yaratıcı veya doğurucular dörttür. Bu­nun üç olduğunu zannedenler, insanı hayvandan sayarlar. Nebatın ma­denden olduğu bilinir. Hayvan is”e nebattandır, insana gelince hayvandan olup bir kızın evlenmeyip evde kaldığı gibi buyurup kalmaz, aksine yumuşak olur. Hayvan insandandır, nebat hayvandandır. Bu açıkça bilin­mektedir.

Bu hal ve tavırlarda Basir adı manevî olarak karışımın hidayetiyle doğruya yönelmesiyle zuhur eder ve o sırada yukarıda sözü geçen isim­lerden Hayy, Alim, Mürid, Kadir adları katlanmış olarak kendinde ka­lkmış olur. Bu suretle Yüce Allah'ın Zahir adı Kadir adına girmiş olur. Böylece Tâhir adı Kadir adında yok olarak temizlenir. Diğer yönden Zahir adı Basîr adına girerek kadir adı kendisinde bulunanlarla birlikte Basîr adına girmiş olur.

Münevver olarak mahiyeti ve aslı nur olan insan en son olarak zuhur etmiş ve kendisinden önceki mertebeleri varlığı sebebiyle isteyen sabık ad­ları da temizlemiştir. Bu da kendisinin tertib usulünden sayılır. Ahkamının da kendin de temizlenmesi, zâtı isteklerine gereken cevabı fii­len vermiştir. Aynı zamanda Alim adı bulunduğundan bizatihi insan bir alimdir. Ve yine insanda Mürid adı bulunmakta, bundan dolayı kendisi mürid olmuştur. Keza insanda Kadir adı vardır, doîayısıyle İnsan kudret sahibidir. Ve yine insanda Zahir adı bulunmaktadır ki, Zahir adının te­mizlenmesi için Kadir adıyla bağlantısından insan temiz bir mahluk olmuştur. Ses, işitme yönünden idrak olduğundan dolayı insanda Sem' yani işitici olması ve daha önce geçirdiği hal ve tavırlarından dolayı, idrak eden gören bir varlık olmuştur.

Daha önceleri sizlere adların Basîr adına nasıl ve suretle girdiğini açıklamıştık, insan bu adları kendinde toplamış olduğundan Basîr adının idrak edici ve görücü olması icab etmektedir. Zira insan canlıdır, alimdir, güç ve kuvvet sahibidir, mürid'dir, semi'dir, basir'dir ve bir şeyi idrak edip kavrayan bir varlıktır.

En yüksekde bulunan kalem birinci akıl olduğundan ve yazı yazmakta olduğundan ötürü kalemdir. Yazı yazdığından dolayı katiptir. Ne var ki yazıcılık da nutuk yani konuşmaktır. Öyle ise kalem konuştuğu gibi insan da yazıp konuşmakta olduğundan bizatihi kalemdir. Yalnız yüksek ma­kamdaki kalemin nutku sessiz, bâtını ve manevî olmaktadır, insan da bu yüce kalem karşısında kalmıştır. Böylece kalemin konuşmasına konuşarak karşılık vermiştir. Bu konuşma her ikisi arasında manevî ve batini olmuştur. İnsanın konuşması lafzî olduğundan, konuşmasını har­fle ve sesle yapması icab etmektedir.

Âsûmânî hazırlıkların tümü en yüce çevre olan yüce Allah'ın huzu­runa yükselmek İçin sayılır. Bu sabepledir ki onun canlı, alim, kudretli, işiten, gören ve konuşan olması gerekli olmuş olur.

Hak Teâlâ bu adların hal ve tavırlarıyla bilfiil kendini temiz ve pak etmiştir. Eğer istersen olursan bunun tersini düşün ve yap ve cüz'iyyatı dinle. O vardır yanında bir şey yoktu. Zû'1-Fazl adlı zâtın içinde yok olmuştu. [21]

 

ZÛ'L-FAZL

 

Bakara süresinde Hak Teâlâ “Yüce Allah azametli üstün fazilet sahibi­dir” Buyurmaktadır. Yukarıda adları geçen üç İmamdan yalnız biri Ebu Bekr el-Beyhakî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bu ad hakkında düşüncelerini açıklamıştır.

Beyhakî şöye anlatır. Bu isim hakkındaki bilgiyi bana Muhammed bin İbrahim anlatmıştı, Âhmed bin Muhammed bin Galip'den, Halid bin Muhammed'den, Abdülaziz bin Nuseyn bin Sabit bin Hişan bin Hassan'dan, Muhammed bin Şîrîn'den, Ebu Hüreyre'den, o da sallallahü aleyhi ve sellem Efendimizden şöyle duymuştur: Resulü Ekrem Efendimiz İlâhî isimleri bir bir saydı. Başlangıçta Rahman, Rahim dedi. Sondan üç isimden önce Hallâk, Mevlâ ve Nâs ismini zikretti. Nasır ismi Zu'l fazl is­mine avdet eder.

Alim kimselerce bunun anlamı. Yüce Allah'ın kullarına karşı üstün fazilet sahibi olduğudur. Bu adın mana ve medlulü da ona yakışan bir hu­sustur ki kullarına karşı olan bağışı ihtiyaçlarının üstünde olmaktadır. Zenginliği sonsuz olduğundan kulların fazla olarak verdiği nesneye ih­tiyacı yoktur.

Bu kerim adı yaratıcı olan el-Hallak adı izlemektedir. Bağışını yarattığı her mahluka ve mevcuda fazla verdiğinden, yaratıcıhkda da faziletkâr olduğu anlaşılmaktadır. Böylece el-Hallak adının gerçeği ih­tiyacından çok verdiğinden Zû'1-Fazl adına girmiş olur.

İstersen şöyle diyebilirsin: Bu Zû'1-Fazl adı el-Hallak da özel bir vasfı vardır. Zira yaratıcı olan Hak Teâlâ el-Mezidi yaratmıştır. Bunun da mer­tebesi Zû'1-Fazl mertebesindedir. Bunun faili birdir, o da Allah Teâlâ'dır.

Yüce Allah'ın en yüksek adlarının mertebelerinden birincisi olarak, bu kerim adın temizliğinin hükmü gelmektedir. Bu da Zû'1-Fazl adıdır ki, sırasıyla zincirleme olarak bizim alemimizin tertibidir. Diğer zincirleme bağlantılarla sonsuzluğa dek uzanan bağlantılarla El Kalem adımı b lunduğu mertebeye eşit bir mertebededir. Bu açıdan tayini iki itibara dav-anır. Bunlardan biri vasfı için ezeli sıfat olduğu yönüdür ki, ezeliyyet onu hiç bir vakit kıskanıp değiştirmez.

İkincisi ise, imkan nisbetinde vasıflandırılmış olmasıdır. Onun için farzedilen temizliği yaptıktan sonra el-Adem yani yokluğa geçmesidir. Ademi geçmeseydi bir şey bir şey olmayacağı gibi, Adem de bir gerçek olamazdı. İşte yüksek kalemin iki yönlü yaratıcılığı budur.

Yüce Allah'ın El Hallak adının kuvveti kaleme yönelir ki, Tayin mertebesi sırası ile belirmiş olsun. Böylece El Hallak adından Mah­luk olur. Daha sonra Hallak, Zû'1-Fazl adını temizleyip pak eder. Ulu kale­min yaratılışı, kendisinden sonra zincirleme bağlantısından dolayı kuvve­tle tamamlanır. Hiç şüphesiz bu da bir tamamiyyet ve üstün bir fazilettir. Bu artıştan mertebe ve manevi tayin belirmiş olursa, Allah'ın Zû'1-Fazl adının hükmü gerçekleşmiş olarak El Hallak adını teslim alır. Bu teslim ve tesellüm işi ulvi kalemin kuvveti ve bu mevcudatın fazlalıkları ile bir tertib üzere uzayıp gider ki, bu hilkat alemini nefis alemine eşit bir şekilde sürer. O vakit bunu müşahede eden, arka arkaya bir zincire benzeyen bu tertibi görür. Bu gördüğü buyruk aleminin olmadığı bir itibarla Halk aleminin olduğu ve özellikle onlara Fena hakim olur yani onlara yokluk galebe ederse, o zaman onlar hakkiyle halkı göremezler, kör olurlar. Samedî tevhide gelince şimdi bunun açıklamasını uzunca yapmayacağız. Bu sevk işi insanın son yaratıklardan olması yönüyle insan alemi üzerinde devam edip gider. Böylece hak silsilesi (bağlantı zinciri) mahcuplarca en temiz bir hükümdür. Çünkü onlar Hal aleminden başka bir şey görmemektedirler. Bu da tıpkı fani olanların samadî tevhid de Halk ale­minden bir şey görmedikleri gibidir.

Bunlardan iki hali görenlerin gördükleri Halk alemiyle ıtlak alemidir ki (salı verilmiş) bu gerçekçilerin Emir alemi olup ikinci yolculuk ehli olanlardır. Belki de ilk sefer ehli de bunları görmüş olabilir. Ama üzerlerinde kıskançlıktan ne kalmış ise bunun etkisiyle halk aleminin emir alemine galİb gelmesine üzüntülerinden kahır içinde bulunurlar.

Gerçekçiler İlâhî adalet ehli olduklarından aralarında mertebeler için bir galibiyyet hevesi düşüncesi yoktur. Şimdi konumuza dönerek söze başlayalım: Yüce Allah'ın Hallak adı Halk aleminin mertebeler silsilesin­den her mertebeyi içine alır. Bu tıpkı bir basamaklı merdivene benzer. Bu basamakları halkına verir. Bu basamaklarda kuvvet yönünden neler bu­lunursa mertebeleri sırasıyla Hal aleminden daha sonra neler doğarsa ya­ratılışları nisbetinde fazlalıkları kendisinde bulunan vücudundaki fazile­tin üstünlükleriyle yüce Bârî'nin Zû'1-Fazl adı almış olur.

İşin başlangıcı böyledir. Yaratıcı olan Hallak halkına ne vermiş olsa, öte yandan Zû'1-Fazl adı da kendinde bulunan fazlalığı bir sıra ve tertible vermiş olur. Zira her şey bir şeyden olur. Fakat ademden, yani yoktan bir şey olmaz. Madem ki her şey bir şeyden olur, yaratılanların sonuncusu olanın insan-ı kamil oluncaya kadar bu hal ve tavırlar sürecektir, insanın bu hal ve tavrında Hallak adı halkından dönecektir. Yaratıcının adı, mevcudatın suretleri, rızıkları, amelleri, zamanlan, mekanları, keyfiyyetleri ve kemmiyyetleri, durumları, düşünüşleri, fiilleri, diğer ya­ratılanlara karşı doğru düşünüşlerindeki illetli hiddet ve gazapları, diğer yaratılışa dönüşmüş olur.

Şimdi, en son Hallak'dan yaratılış itibariyle çıkmış olan isme dönelim. Hallak adının, halk ettiklerinin içlerinde yaratmış olduğu mari­fet manalarından bunların mündericatı Efkardan olmayıp Ezkârdan olduğu için tarikata sülük eden ariflere Yüce Allah'ın el-Âhir adı ce­vap vermez. Yaratılışından anlaşılan şu ki, tarikat yani Allah yolunda yürüyen her yolcunun, bu yoldaki hal ve durumu çok olacağından bir ibare altında yazılamaz. Allah yolunda yürüyenlerin hal ve tavırları hulkiyyattır.

Nitekim Hallak adının bu yolda yürüyenler için iki yolu vardır. Bun­lardan biri yukarıda açıkladığımız gibidir. Diğeri ise, yaratıcının ya­rattıklarında fikir ehlinin İsabetli düşüncelerinin ne gibi şeylerle alakaları olduğudur. Bu gibilerin sayıları azdan daha azdır ve Hallak tarafından nisbeti belirtilir. Böylece el-Mudil adı olanlar latifede bulunur. Bu da mahcub olanların zihinlerinde zuhur eder ve İlim olarak zannettikleri (ki ilim değil) ilim olmadığı hakkındaki düşünceler zan ve vehim eserin­den olmaktadır, İşte bu zihni mahrukatın en temizi Hallak adıdır ki adıyla imtizaç eder. O zaman mertebede Zû'1-Fazl adı kuluna kendisinden fazla verdiğinden, mahluka kendisine ne derece fazla verilmiş ise Zül-Fazlın hükmünü alarak gider. Mahlukun halk edileceğinin mertebesini tayin etmeden önce şayet Hallak mahluktan sonraki tavrın temizliğini eline almış olursa ve o nefsânî mahluk ilâhî bir tecelli eseri veya Allah'ı öğrenme yo­lundaki maksadı ilâhî olmak veya Hallak'a ortak olarak onunla imtizaca, adıyla değil Hadi adıyla kalkarsa o vakit Zû'1-Fazl kahır içinde kalarak Hallak adıyla seslenen o mahluk arasını açmış olur.

Şayet o zihni mahlukat ilâhî yolda değillerse, o vakit Hallak adı Mudil adına yani kendi nefsine tıkamış olur. Nitekim bu yolda yürüyenler ken­dilerini Hallak’ın Mudil adıyla, zihinlerinde ve nefislerinde ya­rattıklarından ve tarikat ehline münasib olmayan bu halden onları kur­tarmak için ikinci yolculuğunu tamamlamış, üçüncü yolculuğa çıkmış bir mürşid şeyhe ihtiyaçları vardır.

Çünkü şeyhleri onları vücudlarında ve zihinlerinde ve nefislerinde Mudil adının yardımı ile resmedip Allah'ın var ettiklerini izlemelerini ya­saklar. Yukarıda sözü edilen şeyh onları bulundukları bu durumdan, ya­ratıcı olan Hak Teâlâ'nın vücudlarında, zihinlerinde, nefislerinde resmet­tiği el-Hâdî adının ahkamına götürür. Bu suretle Hadi adının inceliği onların vücudlarında ve nefislerinde El Mühyi adıyla can­lanır, bu suretle Mudili adının hükmünün inceliği vücudlarında ve nefis­lerinde ölmüş olur. Bu şeyhlerinin başarısıdır. Zira şeyhleri bütün bu incelikleri bildiği, ulu çevreleri, gerçeğin gerçeğini bildiği için onlarla birlikte ve onların hazırlıklarına göre Allah yolunda yürürler. Başkasının hazırladığı ve yürüdüğü yolda yürümez, başkalarının işleri ve hazırlıkları gibi olduğu takdirde, o vakit yapacakları işlere kesinlikle söz verdikten son­ra, onların vücudlarından adam akıllı ayrılır. Fakat bir farkla: Artık onlar ondan kormaz olurlar. Şeyh onları hissiyle dürttüğünden şeyhin konuşması yumuşayıp renklenerek mana yönünden her birinde ortaklaşa bir isim olur. Bu da şeyhin isti'dadına bakar. Keza hazırlıklar da bir mana­da birbirine benzemez. Öyle ise Hakkın vücudu hakkında açıklamanın ve tekrarlamanın lüzumu yoktur. Sonra Hallak adı Zû'1-Fazl adı ile birlikte Mudil adını bırakır, o vakit bunlardan her biri kendi özel hal ve tavrında cümleten durmakta ilâhî çevreye birbiri ardına, dört kitabın sonuna ka­dar tecavüze kalkarlar.

Öte yandan Mudili adının tabileri cehaletlerinin ölçüsü ve hazırlıklarının derecesiyle cehaletlerinde kalırlar. Bunlar mertebelerine göre Mudili adının Hükmî hisde temizlenmesi için iki kısma ayrılır. Bun­lardan bir kısmı ahiret gününde Serîu'l- mahlasli adını alırlar, daha sonra Hâdî adını izleyenlere katılırlar. Çünkü Hâdî adı onları kurtaramaz.

Kalbinde bir hardal tanesi kadar hayır taşımış olsa ateşten kurtulur. Geride; Mudili adını izleyenler kalır ki bunlar da ateş ehlidir. Rahman adı onlara tecelli ettiği vakit karşılarına onların bildiği bir surette görünür. Nitekim bir hadisde “Onların temizlikleriyle öyle bir secdeye vardılar ki, secde o kadar olur” buyurulmaktadır. Çünkü bu tecelli onlara beklemedik­leri bir vakitte olmuştu. Çünkü onlar halkın hayırlıları idi. Bu tecellide önlerinde kendi akidelerini gördüler. Keza onun vahdaniyyet adı olan el-Ahad gördüler. Çünkü o bu topluluğun içinde bir tek idi. O vakit Rahmet adı onları kendinden geçirir, ateşle nimetlenmeğe başlarlar. Fakat bu ateş onlar için yakıcı değil mülayim geli. Bu da cennet ehlinin mülayemetiyle onlara karşı yumuşak olur. Bu iki taifeden hiç biri diğerinin yerine geçmeğe heveslenmez ve iştahlanmaz. Orada cennetin Üstün nimetlerini fazlaca Zû'1-Fazl adı her iki taifeye taşımaya başlar. [22]

 

EL-ÂDİL

 

Yüce Allah'ın sıfatlarından biri de el-Âdil adıdır.  Bakara sûresinin 107. ayetinde Hak Teâlâ “Allah'tan başka sizin için bir veli ve yardımcı yoktur”[23] Buyurmaktadır. Yüce Allah'ın bu güzel adı hakkında her üç İmam aynı görüşü paylaşmışlardır. İlim dilinde velayetin mertebeleri vardır. Bunlardan iiki Hak Teâlâ’nın mü’minlere velayet etmesidir. Bu da manaca Allah'ın nusreti, yani yardımıdır. Bu yardımı Allah kendini inkar eden kâfirler değil, mü’minlere tahsis etmiştir, Gerek velayet ve gerekse nusret her ikisi aynı anlama gelmektedir. Keza Mütevelli anlamına da gelir. Bazı kul­larının özüne alması gibi anlamı vardır. Bu velayet sözcüğünden çocuğun vasisi yahut nikahı kıyan zata nikah velisi veya vasisi mal vasisi gibi anlamları varsa da velayet sözcüğü makamca daha üstündür. Zira bu makam ihsan yani bağış makamıdır. Keza Allah'ı görüyor gibi ona ibadet etmelisin. Bu cümlede “görüyor gibi” ifadesi, “o seni görüyor” ifadesinin makamından daha üstündür.

Velayetin anlamı senin söylediğin gibi değildir, ne var ki benimle onun arasıdı ayıran bir mana yoktur. Ama bu makamda velayet gerçek velayete benzemesinden mi? Hayır! Hakiki Velayet el-kayyum adıdır ve çevresidir. İşte her şey onunla yapılır ve görülür. Velayet öyle bir makamdır ki, bağış makamından daha üstündür. Bu selbî velayettir.

Bunun gerçeği, kul şeffaf bir hicab arkasından Cenabı Hakk'ı görebilir. Onun fail olduğunu görünce sakinleşir. Bu görüş olayı şeffaflıkla olur. Yere yansımış bir şahsın gölgesi gibi bir gölge görünmekte, fakat gölgede o şahsın kendisinin olmaması gibidir. İşte bu makamın sa­hibi öyle dar bir boğazda Berzah Hicab ile keşif arasında buunmaktadır ki Vahdaniyyetin sureti dahi bulmaz. Velayette bu makamının üstünde olanıdır. Şayet bu makam ehli muhabbet makamında ise keza o vakit bu makam vekarlılık makamından daha üstün bulunmakta belki de ona denk olacak bir makamdır.

Zira seven bir kimse sevgilisini gerçek olarak değil temsili olarak, va-karlılık makamında kendisine görünmesini, yani gizlice tecelli etmesini ister. Öyle ise es-Sekîne makamı, yani vakarhlık makamı bir mu­habbet kapısıdır. Muhabbet ise vakarlılığının sonudur. es-Seken ise lügatte anlamı sevilendir, yani sevgili anlamına gelir.

Seven bir kimse ya Seken demiş olsa sanki “Ey sevgilim!” demiş olur. Buna göre muhabbet makamı vakarhlılık makamına bitişik ve bağlıdır, ikisinin arasındaki fark, vakarhlık makamının sahibi, sevgilisini düşünmekte olduğundan kalben sakindir.

el-Muhib yani sevene gelince, uçan kalbli, hareketli kanat­larıyla özleyicidir. Vakarhlılık sahibi de bu türlü hareketli olmasını istemektedir. Şunu bilmelisin ki; her iki makam arasında o makamlar nisbetinde bir vakarlılık makamı bulunmaktadır. Bunun gerçeği de, namaz kılanın iki rekat vakar ve sakinlikle namazını kılmasına benzer. Keza secde ile kıyam arasındaki rahatlığa benzer.

Muhabbete gelince, bu da nefsî vakarîılıktır. Muhabbet makamı vakarlılık makamının üstünde olmakla beraber bunların her ikisi de hicabcılar makammdadır. Keza istenenler değil isteyenler mertebesindendir. Bunu anlamış olursan bilmelisin ki, bu iki makam ehlinin velisi olan Hak Teâlâ'dır. O, kendisiyle konuşanın ve seslenenin veli ve vasisidir. Örnek olarak hitab ya harflerle veya sesledir. Çoğunlukla hitab bu ma­kamdan olur. Şuhud ehline bu adîarla hitab edilirse, oniar da aynı adlarla kendilerine hitab eder. Ne var ki bu hitabları kendilerine tecelli eden Âsümânî tecelliyyat yönünden değil kendi eser ve suretlerinden ne kalmış ise onlarla hitab ederler.

Şeyhlik iddiasında bulunanların çoğunluğu bu iki makam ehlindendir. Onlar zannederler ki, bulundukları makamın üstünde bir makam yoktur. Ben Allah'a sığınarak derim ki, sözüm yalancı şeyhlere değildir. Aksine sözlerimin maksadı sadık şeyhlere ve ayakta duran hitab ehlinedir. Onların zan ve düşüncelerine göre kapının bu olduğu ve gizlilikleri de sonsuza dek durmakta, el-Fettah'ın, yukarda açıkladığım kimsele­rin güçlerine göre Vehhab adıyla ihsan ve bağışlarla gelmesini beklemek­tedirler. Burada veli adının velayeti vardır ki bu velayet yukarıda açıklananlara güçlerine ve kalplerinden geçenlere göre yaşayanlaradır.

Velayete gelince, bunun üstündeki velayete el-Cerevi yani şuhud ehlinin velayetidir. Bu da İlâhî isimlerin velayeti demektir. Yani Hak Teâlâ’nın bu ismin huzurunda kuluna tecellisi ve' kendi isimlerinin bazı hal ve tavırlarla tecellisinin velayetidir. İşte bu makam ehli abâdile is­mini taşıyan kimselerdir.

Nitekim (Allah'ın rızası üzerine olsun) Hazreti Şeyh Muhiddin Arabî, bu makamda bulunan abadilerin kimler olduğunu ve bu adın ne anlama geldiğine dair te'lif ettiği bir kitabı vardır.

Yüce Allah'ın el-Mu'ti adının huzur çevresinden bir kimseye °ir isim teceli ederse o zaman o kimsenin bu huzur çevresindeki adı Abdü'l-Mu'ti olarak kalır. Diğer adlan da buna kıyasen verilir. Nitekim her ubudiyyet adı bir kula aittir ki İşte el-Mu'tî adının bu rütbe ile “itİsası vardır. Bununla beraber her isim Hak Teâlâ'ya ibadet etmektedir. O rütbedeki bu isim yönünden ubudiyyette bir fark bulunmaktadır ki bu fark da isim üzerindeki görüşlerinin ayrılığındandır. Diğer yönden tecellinin kabulü hususunda hazırlıklar arasında fark vardır. Hak Teâlâ'nın zatî yönünden bir yakınlığı yoktur. Zira bu tecelli makamlar ehlinin kendi ahkâmını temizleyen aynı mertebelerdir. Bu makamda söylenecek sözü in­celeyecek olursan kulun hazırlanmakta olduğunu bulursun, İşte o hal ve tavırdan rubûbiyet rütbesini Hak Teâlâ'ya veren O'dur. Bir kimsenin hazırlığı ubudiyyetin hal ve tavrında durursa, o vakit onun karşısında du­racak olan o tavır ve halde kendi rubûbiyyeti olur. Keza bir kimsenin ubudiyyetin tavır ve halinde hazırlığı durursa o vakit onun karşısında ve üstünde rubûbîyyet tavrı duracaktır.

Şayet ayakta duran, o duruşu yapmamış olsaydı, o makamda rubûbiyete yer yoktu. Bu hakiki bir nisbettir. O zaman bu sözleri gerçeği bilmeyen toplum inkâr edecek. Akide yönünden de şek ve şüphede kalacak­lar ve şöyle söyleyecekler: Acaba rütbeyi yükseltip veren Hak mıdır? Yoksa kul mudur? Şayet kuldur diye karar verirseniz o vakit ubudiyyetin rütbesi rubûbiyyetten daha yüksek olurdu. Halbuki aksinedir. Bilmiyorlar mı ubudiyyet güçlü, kuretli Allah'ın İsimlerinin birer meyvesidir. Bunu böyle bilmek gerekir. Zira sürücü kendisini sürenlerle övünmesin!

Ayakta duranın rütbesi onlardan olmayıp karşılıklı hüküm birine ait olsa da vahdanîyyet nazarı itibara alınırsa bir rütbede duranın diğer rütbede de olmaları icab etmez. Çünkü yerde yalnız “bir” bulunacağına göre, biri bir diğerinden nasıl şerefli olabilir? Zira vahdânî cemaatin dil farkı iki yakınlık çevresi arasındadır. Velev ki biri rubûbiyyetin kuşatımı altında olsun. Diğeri ubudiyyet çevresi baskısının altında olsun veya be­nin inatlı baskısı altında olsun veya bir tek çevre olsun, bu imha kuşatmasıdır. Çocuklarda ve salaklarda olduğu gibi bu imha gaybi bir ce­halettir veya tevhidi korkutan bir cemaattır.

İşte bu mertebeler hakkında konuşan diller, bir tercümedir ki, buna ait bir lügati da vardır. Bunu ancak ikinci yolculukları sonunda yola çıkan zatîler, yani Beka ehli fani olduktan sonra bilir. Nitekim bu (fena) ikinci yolculuktan sayılır. Bu makam ehlinin efendisi de kutubdur. Ondan son­ra, emin olanlar gelir ki bunlar korkusuz taifedir. Bu taifeden de elçiler, peygamberler, tarikatçılar, tabileriyle birlikte gelir, bir zaman sonra da Peygamberimiz gelir ki, işte bu zaman peygamberimizden sonraki za­mandır.

Bütün bu açıklamalardan arifler tavrından velinin velayet makamını öğrenmiş oldun ki bunlar Ceremiyye yani tecelliyat ehlidir yoksa merbûbiyyete tahsis edilmiş velayet makamı bu makamdan üstün değildir. Bu makamın üsütündeki makamda da Rab ve Merbûbun nesebi kalmamış olur. Nitekim velayette ferdaniyyetle olmaz, niyyet ve zikirle olur.

Ferdaniyyete gelince, bu bir durak vakfe makamıdır. Orada henüz duran bir kimse yoktur. Zira duran olmayınca, durak da olmaz. Ve­layet ise iki şey arasında olur. Açıklamasını daha önce yaptığımız gibi, veli isminin bir muhiti vardır ki bu muhite benzemez. Veli adı hükmünün menşei, ilk adının itbarına göre, veli adı çevresinin daralmasından çıkmıştır. Bunun içindir ki bizler burada iman makamından başlamayı uygun gördük. Burada gerçek veli Hak Teâlâ olmaktadır. Bu itibarla kut­bun adı; takdis edilen veli yani Yüce Rab azze ve celledir. Bu öyle velayettir ki iştikakı şeyin velisindendir, eğer bu da şeyle kendisi arasında bir vasıta şartıyladır.

Şayet kutub üçüncü yolculuğuna çıkarsa, o vakit kendinden daha aşağı tavır ve hallerde arınmış olur. Veli bu tavır ve hallerde bir başkasını göremez. Her karşılaşmada Rabbini bilen bir kul gibi karşılar. O vakit türlü itibarlarla hal ve tavırlara inmiş olur. İndiği yerde hicabcıların makamında o azametli Rab adı zilletle zuhur eder.

Kadir adı ise acizlikle zuhur eder. Bir hadiste geçtiği gibi: “Acıktım neden bana bir şey yedirmiyorsun?” Bu güçlü varlığın zilletle zuhuru bir güç ve kudrettir. Kadir adının acizlikle zuhuru kudrettir. Hicabcıların bilmedikleri her hakikatin karşılığı olan adların tavırlarıyla zuhuru taharet olup, kutup onu tenzih eder. Zıd olan da ona yardım eder. Bu gerçeği ka­ranlıkta görmeyen, aydınlıkta göremez. Zira hal ve tavırları inkâr eden, bekleneni de inkâr eder. Sen de bundan şunu anlarsın: Kutuba her velayet tecelli etse de, etmese de tecelli eden her hakkın arkasındadır. Böylece kendi hal ve tavırlarıyle Rabbına keza kalbinde akıp giden duygu ile de kuluna yakınlaşır.

Ona Rabbm diliyle: Ey kulum! Yolculukta dostsun. Keza sen ailenin, malının, vatanının halifesisini buyurur. Bunu ne akıl ve ne de zevk (tad) inkâr edebilir. Her dost onu kendi ölçüsünde bulur aynı zamanda her taife onu davet eder.

Hiç şüphesiz hal ve tavırlar yüksek de olsa, alçak da olsa onları yenil­eyen ancak onu bulandır. Eğer gurbete gider uzaklaşırsa, o vakit kendisiyle insani vahdaniyyetinin arası açılıp uzaklaşır. Zatiyyeti dağınık olan bir kulun bütün hicab mertebelerine veli olması Rabbın tecelli tavrında kut­bun gerçeğini bulması kendinden Rabbine olan velayettir ki, hicablı tavırlarında tecelli edenin haz duyduğu yoldaşı olur ve artık inşad eden o olur. [24]

 

EN-NASÎR

 

Yüce Allah'ın bu adı hakkında (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) Hazreti İmam Gazali fikrini açıklamıştır.

Hak Teâlâ, Bakara suresinin 107. ayetinde “Allah'tan başka sizlere veli ve yaratma yoktur”[25] Buyurmaktadır. Nasîr adı Nusret'den türemiş olup yardımcı anlamına gelir.

Şunu bil ki: Yüce Allah'ın Nasîr ismi, genel ve bir hükümdür ki, buna Vâsıf adı girmektedir. Geniş, enli anlamına gelir. Bu ad her hal ve tavrı kapsamış olur. Bunun ilk zuhuru ile mertebî temizliği, gaybî şehadete yardım etmesiyle ayıp işleyeni şahide karşı temizlemiş olur. Aynı zaman­da oluşumun (Tekevvün) hal ve tavırlarında ezeliyyeti ikâme ederek, yüce varlık onu gönderdiği mühürün diliyle temizleyip parlattı. Bu da başlangıç mertebeleriyle Hadi adı için Nasîr adını kullanıp orada ikamet etti. Mudili adını kulandığmda, onunla birlikte büyük iblis'in huzurun­dan ilerde zuhur edecek Deccâl vardı.

Şunu bil ki, yendiklerinin tümü bu adla temizlendi. Her galibiyyetinde yenişenlerde her biri bir diğerini bu adla başarmıştır. Nasîr adı bir ilim olup, bu adın tasarruflarında da bir hüküm bulunmaktadır. Şayet isimler karşı karşıya gelir, sıfatlar birbirine mani olursa, galip ve mağluplardan galip gelenler Nasîr adına hükmederler. Bu da adların ikiye ayrıldığı çevre içinde itibar edilmişti. Bu iki ad Allah çevresi ile Rahman çevresi olup vücud ile mertebeler arasında bir fark bulunmaktadır. Çünkü mertebeler ademî olup, Rahmanı mertebeler ise vücûdîdir.

İşte Nasîr adı bu mertebelere tasarruf ederek vücudu kendi hüküm ve itaati altına alır. Çünkü mertebeler hiddetlenerek failin fiilini bulur. Vücudu bölerek onu kendi ardından Mevcud adına taşıyarak mertebesini temizlemiş olur. Diğer yönden bu ad vücudun yardımına yönelir. Bundan başkasını tahkim etmez. Böylece akıllar mertebesinde Tâhir adı ile Nasîr adında kullanılır. Zira Hak Teâlâ onu El Bâtıl adına galip getirdi. Zanlar yönünden, batılın batıla yardımı, bu da az Önceki Hakkın yardımına ben­zemektedir. Fakat kendisi onda yoktur. Zira bunda tahayyür, hayrette kal­maya ve mizaç yardımı olur. Fakat imtizaç etmiş olanlarda yardımı görülür; bu yardımı da ya bir şey icad etmeğe veya bozmağa yönelir. Bu ad haddi zatında batıl için tekevvün etmiştir. Sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz bir hadisinde: “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz! Si­zin nusretinİz gibi onların da nusreti vardır.” buyurmuşlardır. Keza bu adın kafirlerden bir talebi olduğu gibi mü’minlerden de talebi vardır. Şayet Nasîr adının hal ve durumunu nazarı itibare almış olursan, ondaki mertebelerin boş olduğunu göremezsin!

Nasîr adı bir ada yardım ederse varacağı yere varmış olur ki, hakkın batıla, doğrunun eğriye yardımı gibidir. Şayet bu eğrilik yardım görürse Hakkı temizlemiş olur. Galibiyyette, mağlubiyyette bu adın yardımı ile gerçekleşir. Zira her ikisinin dönüşümleri manevîdir. Çünkü yardım galib gelenedir. Bu da mağlubiyyetin hükmünün temizlenmesidir ki, orada galibiyyetin bir zafer olmaması içindir. Aynı zamanda mağlubiyyet açısından temizlik mümkün olmasın. Çünkü o yok olmuştur.

Bu hüküm bütün baskı altında bulunanlar için geçerlidir. Çünkü mana özel vücudlarda zatî itibarını ister. Onu her ne vakit temizlemiş olursa Nasîr adı onun vücudunu yokluğa tercih etmesi için yardımda bu­lunur. Bu suretle Nasîr adı galib olanda olduğu gibi yenilende de de olur. Böylece iki zıt olanlar nimetlenirler. Zenginin fakire yardımı ile fukaralık temizlenmiş, ortadan kalkmış olur. Bu suretle kendi hükmünün temizliğiyle fukaralığa nusret etmiş olur.

Nasîr adında ne mekan ve ne de zaman boş geçmez. Çünkü vücud tümü ile varlıklarla yok olanların suretlerine temizlik için hareketlidir. Zira her temizlik Nasîr adının yardımıyla gerçekleşir. Bütün batınîler onun yardımı olup hükmünü temizlemek ve adlandırmak içindir. Böylece ona Bâtın adı verilir ve ona varlıktan bir pay verilir ki Nasîr adının Mansûr olmasına yol açar.

Kulların Nasîr adından yardım İstemesi onları işlerinde hevesli ve başarılı kılar, tenbelliği onlardan uzaklaştırır. Hayırlı anlarında ve temiz hükümlerinde Hadi adının hükümlerinin yardımı olur. Öte yandan ku­lun şer ve kötü anılarının hükmünü gizlemiş olur. Nasîr adı mutasavvufa yardım vadeder. Ahlaklarını değiştirir. Aşağı ve kötü halktan her birini sünnİ halka değiştirmiş olur. Kulların bütün başarıları Nasîr adının etkisindedir. Nitekim Hak Teâlâ kitabında: “Nusret, yani yardım ancak Allah'tandır” Buyurmaktadır. [26]

 

VASİ

 

Yüce Allah'ın güzel adlarından biri de el-Vasi’dir. Bakara sure­sinde Buyurmaktadır. Yüce Allah bu azametli adıyla kendi güzel adlarını insanî toplum rütbelerini tümüyle gayb ve şehadet alemine bağlamıştır. Yüce kudsi zatın tam temizliği bu adın temizliğinden olup kendi hükmünün hiddet ve şiddetindendir. Zira Allah fiilini ancak kulu­nun hiddet ve şiddetinden sonsuz mertebelerle kendini gösterir. Sonu ol­mayan mertebelerle de kevnî ve manevî, ruhanî veya hissî sıfatlarla zuhur etmiş olur. Hak Teâlâ’nın Vâsi' adına intİsabı vardır. Bu adın özelliğinin, o yüce zatın temizlik hal ve tavırlarının hükmünün, bütün sıfatlarına şümulü olmasına rağmen sonsuzluğu karşısında, sıfatlarının tümüne şümulü vardır diyemeyiz. Zatî şuhûd ehlî, bu azametli adı müşahede edince, onların sözcüsü, bu adın genişliği ve temizliği hakkında ilâhî arş ve kürsü ve diğer başka alemler bunları izlemektedir ki bu uçsuz bucaksız serbestlik denizinde sınırlı kolaylıklar ve sınırı olmayan bu alem içinde yok-fena olmuş olur. Bundan dolayı her hangi bir kimse “bu vüsatin sonu vardır.” demiş olsa, o vakit sonsuzluk içinde onun muhtevasında bulu­nanlardan başka bir vücudun olmadığını düşünmüş olur. Bu da en-Nâsî' ve et-Tasî' gibi gerçekçilerden iki zatta bulunmakta olduğu anlaşıhyorsa da, bunun muhtevasında sonsuz olmayan çeşitli şahıslardan bir şahıs bulunmaktadır. Bu böyle olunca şahıs da nasıl olur?

Bir kimse mevcudu vücudla karşılaştırmaya bakarsa o vakit vücud eşya gibi olur. Fakat hakikat ehlince böyle değildir; Aksine olarak mevcudiyyet vücuda bir eşya gibi olur. Böylece Yüce Allah'ın Vasi' adı bizatihi vücuttur. Onun sonsuzluğa dek uzaklığının farz olması caizdir. Bu böyle olmasaydı Fena yani yokluk olmazdı, sonsuzluk Hak Teâlâ’nın el-Vâsi' adının sürücüsüdür. Bu da ancak itibari haraketsizlik yani sükunet olabi­lir. Fiillerinin ve sıfatlarının sonsuzluğu varlığın vüsatma tâbidir. Ne var ki sükûnetli bir şey yoktur. Vücudun hareketinden mevcudatının görünmeyen âlemden (gaybden) görünen aleme sonsuz mertebelerle ve sayılarıyla çıkmasıdır. Daha sonra mevcudatının görünen alemden gayb alemine sonsuz uzaklıklardan ve sayısız adetleriyle dönmesidir.

Nitekim ezeliyyet, ebediyyete bağlı bulunmaktadır, İşte bunun muhte­vasında ancak ahad yani bir veya ahadiyyet bulunmaktadır. Bu ahadiyyetin de cemi vardır. Mahcub olan akıllarda kuşatılmış iman bulunmak­tadır. Bu böyle olduğuna göre onu nasıl tayin edebiliriz? Zira akıl fikri yönden Akkâldır, yani düşünücü demektir. Bu makamda en zaif şey mekaldır, yani sözdür. Bu alanda en çok istenilen şey Rihal yani göçtür. Bu göçe güçlü erkekler dahi yetişemiyecek. Öyle ise ölüler bu yolu nasıl geçecek? Evet, hünsay-ı müşkil bu yola girebilir. Bununla hissi veya mane­vi bir şahsi kastetmiyorum. Bununla gerçeğin gerçeği kayd kuyudtan uzak olan mutlak hakikati kastediyorum. Öte yandan bu adın ahkâmından da, İlâhî adların sfatları, fiillerinin ahkâmı tayin edilir, iki azametli ad olan Allah ve Rahman adları bir yönden vüsata şümulü olduğundan Vasi' adına girmiş olur. Bu azametli iki adın herbİrine yüce Allah'ın Bedi' adı temiz olarak girmiş olur. [27]

 

EL-BEDİ

 

Bakara suresinin 117. ayetinde yüce Allah: “Yüce Allah göklerin ve ye­rin yaratıcısı ve mübdiidir.”[28] Buyurmaktadır. Bu ad hakkında üç İmam aynı düşüncededir. el-Bedî' yoktan birşeyi var eden an­lamına gelir, İşte bu ad bugüne dek örneği olmayan şeyleri varetmiştir. Bu adın kendinde üstünlük yönünden hiç bir şeyin kendisini geçemiyeceği ve ona benzemeyeceği anlaşılmaktadır. Varlığının benzeri dahi yoktur.

Hiç şüphe yoktur ki bilginler “O eşyaları yoktan varetmiştir” demişlerdir. Demek ki o Azametli Varlık varlığı olmayanı varetmiştir. Çünkü yokluk bir madde değildir. O eşyaları ibda' ettiği gibi, her güzel varlıktan diğer güzel bir şeyi varetmiştir. Yarattığı varlıklardan hiç biri onun getirdiklerinin bir örneğini dahi getirememiştir, İşte yüce Allah'ın bu güzel adının meydana getirdiklerinde başka bir gücün başka bir şeyin bulunması mümkün değildir.

Bizler Bedî' isminin anlamının varlığı vareden anlamına geldiğini yahut irfan ehlinin bu ad hakkında “her şeyi yoktan varedecek kudrette olup onun dengi bir şey olmadığını” söylersek, bu yüce Allah'ın “Ona benzer bir şey yoktur” ayetinin anlamına gelir. Bu ayetteki Kaf harfi zaiddir. Veyahut “bu bir fazlalık değildir” dersek, o zaman insanın da bir şey olmadığım ve onun gibi olduğu anlaşılır.

Bu sözümle, içindeki zâtı hüviyyetinin serbestliğinin kendinden ol­madığını, rubûbiyyetin azametinden oluştuğunu, insan gibi bir şey veya­hut şeylerin Rahman adından kaynaklandığını, bu adın nisbetinin gaybî insanın dörtte biri ölçüsünde görgüye (zahire) şümulü olduğu anlatılır. O gaybî olsa yahut olmasa gaybe olan nisbeti daha uygundur. Çünkü o gaybî görüleni kendinde toplamıştır ki, gayb ehli bunda neleri göreceğini bilemez. Öte yandan görgü (zahir) ehli de kendindeki gayb ehlini bilemez. Bu da her iki taife tarafından görünmez olmuştur. İnsanın gaybe olan nis­beti taayyün etmiştir. Bu sebeple gaybî insan bir şey değildir. Yüce Allah her şeyi işitmekte ve görmektedir. Biz burada insandan söz etmekteyiz ki asıl o insandır. Şayet bu insan adındaki Kâf harfinin fazla olduğunu söylersek onun benzeri bir şeyin olmadığı bizzat kendi nefsinin Süphanehü ve Teâlâ’nın yaratığı olduğu anlaşılır.

Şunu bil ki, Bedî' adı, varlık mertebeleriyîe kuşatılmıştır. Varlık mer­tebelerinden her mertebe ihdas edici yani yaratıcı durumdadır. Varlıkta her yönden ona benzer bir şey bulamayız. Zira onun tenzihi her yönden se­nin bildiğin gibidir. Öyle ise bütün mevcudatta benzeri bir şey olmadığıdır. Böylece sözünüz doğrulandı.

Sonuç olarak sabit olmuştur ki ona benzer bir şey yoktur. Buna göre O ihdas edicidir ve O'nun benzeri ne başlangıçta ne de sonradan olmadığı gibi O'nun bir örneği dahi yoktur. İşte bizatihi el-Bedî'dir. Daha önceden öğrenildiğine göre Macub bir insanı tecelli silip yokederse, Rububıyyetin güzel adları ve sıfatları onu yerinde Hal' etmiş olur. O vakit insan insan olmuş olur ki bu rütbeyi hakeder. Böylece güzel adlar kendisinin olur. Bu adlardan biri de Bedî' adıdır. Burada bu itibarla yaratıcı bizatihi insan olur. Bu isim nasıl ihdas edici olur sorusuna şöyle cevap verebiliriz. Hiç şüphesiz önce ona benzeyen bir şey olmadığını ve benzersiz olsa olsa insan olduğunu açıklamıştık. Öyie ise insana benzer bir şey de yoktur. Bu hangi insandır? İşte o yukar da açıkladığımız insandır. Zira insanlar çoktur. İnsan topluluklarının arasında her ne yönden bakılırsa biri diğerine benzemez. Bunu şöyle açıklayabiliriz; Öncelikle insan gibi bir şey yoktur. Allah Teâlâ hazretleri yaratıcıdır, yani Bedî' dir. O zaman nasıl olur da insan yaratıcı olabilir. Bu yönün açıklamaya ihtiyacı vardır. Şöyle diyebiliriz: insan yani bizlerden kamil ve olgun insandan sözetmek istiyo­ruz da daha olgun ve kemale ereni olmadığına göre, her yönden kendisiyle denk olan kendi bulunduğu basamaktan daha altta veya kendisinin basa­mağında olduğu görülür. Bunların tümü birdir. Sayıları bin çarpı bin olsa tümü bire döner, yani sayısız ferde döner. Bunların arasında mekan ve za­man değişse de tümü bir isimde toplanır.

Bunların arasında mekân ve zaman değişse de isimlerin tümü bir isimde toplanmaktadır. Ahadî samed veya Ahadiyyetin toplamıdır. Bunun İçin insanî her şahsîyyet bir cisimdir ve her cisim madde ve surettir. Madde o şahısların tümü arasında bir ortaklık ve suretler ise hazırlıkda birbirine benzer. Bunların temizlikleri hazırlıklarının iktizasmca olmaktadır. Bun­lar ancak kalplerindeki mezheple birbirine benzemişler. Şayet bunlardan birine bir mesele sorulursa, onların herbiri veya tümü o mesele hakkında aynı cevabı verirler. Zira bu kişilerde vahdaniyyetin anlamı yoktur. Şaİrİn dediği gibi: Sayıları bin kere bin olsa da, onlar bire dönerler. Yani sayısız bir ferd olurlar.

Bir yönden derecesi daha altta olan kesinlikle ona benzemez; öyle ise İnsan gibi bir şey yoktur. Fakat nasıl olur da o her şeyi duyar ve görür. Bu bir hassasiyet işidir, açıklamaya ihtiyacı yoktur. Öyle ise insan gibi bir şey yoktur. O zatının üstünlüğü ile her şeyi işitir ve görür. Örneği veya benzeri olmayan her hangi birşey bu yaratılandan daha üstün yaratabilir, İşte o yaratıcı gerçek yaratıcıdır.

Şayet biri “ona benzer bir şey yoktur” demişse aynı şekilde Rab olan süphanehü ve Teâlâ'ya da benzer bir şey yoktur. Öyle ise bunlardan her bi­rinin bir benzeri yoktur. Bu itibarla benzerlik tabanı bir olmaktadır ve bunlardan her biri bir diğeri gibidir. Bunlardan birinin hakkında “onun gibi bir şey yoktur veya onun benzeri bir şey yoktur demek doğru değildir “ Öyle ise daha önceki kararınıza göre bu kararınız aynen iptal olmuştur” denirse cevabımız budur.

Hak Teâlâ rubûbiyetin kuşatımı altındadır. Onun bir misli vardır ki o da yüce zatının tabiatıdır. Bakara suresinin 30. ayetinde haber verdiği gibi: Hani Rabbin meleklere “Ben yerde kendime bir halife kılacağım, dedi” İşte buradaki halife halef bırakmak isteyenin bir çeşididir.

Bizler bu güne dek insanın hayvanlar arasında bir halef bıraktığını görmedik. Şayet kendine vekil bir halef bırakacak olursa, tabiatiyle kendine benzerini seçmesi veya hilafeti güzelce yürütecek kendinden daha üstün birini seçmesi gerekir. Öyleyse insan onun gibidir ve benzeridir. Halef bırakmak yetkisine sahiptir. Onun misli olanla, halifenin yerine bırakacağının kendine benzer olması gerekir. Böylece Rabbin bir benzeri ve halifenin bir benzeri vardır, insana gelince o aynı insandır ki halifelikten münezzehdir. Rubûbiyetin ve ubudiyetin etkisiyle kuşatılmıtır. İşte asıl benzeri olmayan O'dur. Çünkü ondan daha alt derecede olanlar onu kıskanırlar, çünkü benzeri yoktur. Ona kimse benzemez. İşte bu zatı nef­sinde olan El Bedî adıdır. Nitekim Rab Teâlâ ona namaz kılarken şöyle buyurmuştur: “Dur ya Muhammed. Çünkü Rabbin sana selam et­mektedir.” Bundan daha güzel yaratıcı kim olabilir? Şunu da bitmen icab eder ki, O'nun varlık mertebelerinin varettiklerinin dahi sonu yoktur.

Şuna inanmalısın: O Müzî' değil, Bedi'dir. Yani sürat ve hiddet olmayıp ihdas edicidir.

Senin sıkıntının iki yönlü olduğunu bilmelisin. Mevcut olanların kuşatılmış bulunduğuna inanmışız, insan kuşatılmış olup mevcudatın her zerresinin ona benzer olması gerekir. Diğer yönden kuşatılmamış ol­ması O'nun gibi kabul edilir, İşte o zaman onun bir benzerinin veya em­salinin olmadığını söylemek doğru değildir. Çünkü onun gibi bir şeyin ol­madığı sabit olunca varlığın çevresinin kuşatılmamış olduğu isbat edilmiş olur. Bu yönden Bedî' adı Vâsî1 adına girerek her ikisi birlikte Vahdaniyyet sıfatiyle büyük Zata dönerler. Halen bugüne dek bu vahdaniyet hali devam etmektedir. Bunlar henüz birbirinden ne ayrılmış ve ne de bağlanmışlardır. Birbirine zıt olan bu hal ve durum devam etmektedir. Bu da yüce Allah'ın takdir ve tenzihidir.

Birbirinin zıddı olanları bir yönde ayıran ve sonra bir araya getiren kişileri ve ruhları sıfatlandıran, bunları ahadiyyette toplayan, sonra sükunetle samadiyette, ezelde ve ebediyette birbirine bağlayan Allah adının gizliliklerini balece bilmelisin. Yüce Allah en iyisini bilir. [29]

 

MÜBTELÎ

 

Bakara suresinin 124. ayetinde: “Hani Rabbi bazı kelimelerle tecrübe etmişti”[30] buyurulmuştur.  ..Üç İmamdan biri olan Allah rahmeti üzerine olsun Ebu'l-Hakem Berrecan el-Endülüsî, bu adın Ibtilâ' dan müştak oluğunu ve bunun anlamının imtihan yani sınav, tecrübe gibi anlamlara geldiğini söylemektedir.

İlim dilinde O, kullarının ellerinde bir hüccet olması için getirmiştir. Hak Teâlâ kullarını gerçeği ta'yin etmeleri için kendi düşünceleri doğrultusunda onları serbest bırakmıştır. Bir başkasının diliyle, Mahcub (örtülü) Akıl Ehlinin idraklerini kamçılayarak uyarmak ve Münevver zevk ehlini açıkça ve güzelce temizlenmelerine yardımcı olmak için getir­miştir. Nitekim zevk ehli bununla gerçekleri görmüş olur. Münevver akıl ehline gelince, bunu ilâhî bir ceza olarak görmüş olurlar.

Mahcub olan Akıl Ehli ise buna batıl gözüyle bakar. Bunlar gerçeklerin belirsiz olduğundan ortaklık imtiyazlarını kendilerine mal et­meyi idrak etmiyorlar. Bizler onlar gibi düşünecek olursak işler zayi olur. O zaman fesad belirmiş ve yayılmış olur. Cahil kimseler de “bundan ayrılmak bir gerçektir” diyerek inanmış olurlar. Buradaki ibtila imtihan demektir. Şüphesiz İmtihan, anlamak ve tecrübe etmek demektir. Ihtibar veya ibtila bir yönden bilgi noksanlığı, yani cehaletten olur. Halbuki Hal Teâlâ cehaletten münezzehtir. Mahcub akıllar ehli, Hak Teâlâ’nın cahil olduğuna, genellikle ibtilanın da batıl olduğu anlayışından giderler. Bu suretle onu idrak etmeye anlayışları yetmez. Bunlar Hak Teâlâ’nın Cehalet Ehlinin hükümlerini temizlemesinde bir engelin olmadığını düşünmüyorlar mı? Bu kendi yüce zâtının bir işidir ki hiçbir şekilde değişmez; bu hal ve tavrıyla cehaletle sıfatlanması doğru mudur? Zira Hak Teâlâ ilimle sıfatlandığı cihetle onların sözleri, bu yüce zatın kemâl ve ol­gunluğuna zarar vermez. Şayet vücutda Âlîm olarak bulunsaydı, O'nda cehalet olmazdı. O vakit doğru olarak ilmin ondan daha kâmil ve olgun olduğu söylenebilirdi. Çünkü O, herşeyi bilmektedir.

Şayet her ilim somut olarak kendinin olsa, her cehalet de kendi cahil­liğinden olsaydı, bu iki mertebenin sübutu halinde o vakit kendinden daha az kemal ve olgunluk da cehalet de ona âit olurdu. Bir kâmilin temizlik noksanlığı kemâlden midir? Bu imtihan yani ibtila vahdaniyyette gerçekleşmiş olsaydı o zaman bunun anlamı vücut bulurdu. Zira o, kendi temizliğini, temzilenmesinin sebebi ise, hangi temizliğin kendi temiz­liğinden üstün tam ve olgun olduğunu göstermek İçin bu temizliği yapmıştır. Bu yüce zatın cahilliğinden değil, bu temizliği yaptıktan sonra neyi temizlediğini anlamış, çünkü bu temizlik bizatihi kendisinin fiili olup, bir şeyin zuhuru için güç ve kuvvetle yapılan bir işde bir şeyin nok­san kalması caiz değildir.

Bu temizlikden zuhur edenler kendilerini gösterirlerse, kyvvedeki manalar eğer fi'len temizlenirse, o vakit yüce zatın kendi kemalinin doğruluğunu bizatihi göstermek için kendi nefsini imtihan etmiştir diye­biliriz. Ne türlü temizlik yapmış ise yapmış, o dille konuşan o zatın kudreti vardır. Böylece itibarı gerçekleşmiş olur. İmtihan edilecek zatın her şeyi ya­pacak kudretteki ahkâmını imtihan etmiş olsaydı, hiç şüphesiz bir şeye ka­dir olanın temizliği imtihan edilenin cevabı olmuş olurdu ki o vakit ke­mal ve olgunluğun sözü olur, yoksa sözün kemal ve olgunluğu olamazdı. Bundan Yüce Allahın Mübteli adının maneviyeti bir hicab altında gerçekleşmektedir. Gurbete gittiğinde Hak Teâlâ’nın “Sizi imtihan edeceğiz veya deneyeceğiz” sözü de, sizlerden cihad edenleri azarlayarak öğrenmeye ehil olanların bir şey öğrenip öğrenmediklerini anlamak ve mertebeler dili ile onları incelemek için, hicab ehli ile bu iki zat arasındaki üstünlüğü an­lamak için bu sınavı yapmaktadır...

Zira yüce Allah'ın Mübteli adı hiçbir zaman vücudla değil kesinlik iti­barıyla temizlenmiştir diyemeyiz. Bizler cevab olarak itibarlar kendi hal ve tavırlarındaki mevcudattır deriz. Vücudun ise kalpleri inceleyecek bir gay­esi vardır. Çünkü bu ad evveliyet yani Öncelik yolu ile Allah'ın adına dönmüş olur. Rahman adına itibarî hükmünü yöneltmez. Bir yönden vücutta kalır ki bu da adem, yani yokluktur. Bu da bir yönden doğru değildir. Zira bir kimse bu isim ademi bağlıyor veya men ediyor demiş olsa cevap olarak şöyle deriz: Senin men'ettiğin zihni bir surettir, zihni vücudta ne bulunduğunu hissettin mi? Çünkü adem halis bir nesne olduğundan onu his edemezsin? Öyle ise Mübtelî adı inceleyici olup, hükmü ise Vücudî ve Mertebî temizlik hal ve tavırlarında sirayet edip gider. Bu isim bir yönden Kadir adına yetiştiğinden Bu isimle temizlenmiş olur. Bir yönden de Tâhir adına katılması vacib olur. Nitekim Mübtelî adının Bâtın adına olan tealluku iki itibari yönden zayıfdır. Bunlardan biri, Bâtın adının teayyünü öyle bir zuhurdur ki ancak bir suret olarak taayyün eder. Şayet temizlikle teayyün etmemiş olsaydı o vakit yok olurdu. Şayet yok olmuş ol­saydı bu ad ona yetişemezdi ve buna Batın derlerdi. Bâtının da erer bir te­mizliği diğerlerin temizliği kadar olsa, Mübtelî adı onunla birlikte taayı un etmiş olurdu, ikincisi: Bâtınlar ise yapıları itibarlarıyla temizlikleri karşılığı olurlar. Zira Bâtınîlerin makamı temiz olup mertebi olarak birbirlerini temizlemiş olurlar. O tavır ve hallerde bunu inceleyen kişi, İşte bu temizliklerdir diyecektir.

Tuhurat yani temizliklere gelince, nisbet olarak bunun karşılığı Batınlardır. Çünkü temizlikler bâtınlar çevresinden görünmediğine göre zaten gaybi olan Batınlar, temizlikler; batınlar da zevahir, yanı görünenler olur. Bu gerçek olduğu gibi bunun tersi de gerçektir. Öyle ise Mübteli adının hükmü itibarlarıyla batınlar temizlenir. Bunun zahirler olduğu da söylenir. Bu suretle Mübteli adının hükmü genelleşerek yayılmış olur.

Allah  [31]“Sizleri imtihan ediyoruz ki sizlerden olan mücahitleri öğrenelim” Buyurmaktadır. Yüce Allah imtihanı kullarım öğrenmek için yapmıştır. Sende ibtilayı zuhur için yapmış oldun. Biz deriz ki: Onun zuhuratı zâtını değiştiremeyeceği gibi, ilmi de zatını değiştiremez. Sonuç olarak “Leneblevenneküm” sözcüğünden şu anlam hasıl olur: Bu imtihanla bizlerin zatiyeti başkalarının itibariyle değil, ken­di sıfatlarımız itibarile temizlenmiş olur.

Bu söylediklerimize zati görüşünle dikkatle bakacak olursan o vakit cahilliklerden kurtulduğun gibi çöllerde gizli yerlerde yüce Allah'ın El Hâdî adının dizginini tutmuş olursun. Yüce Allah gerçeği söyler, doğru yolu gösterir. [32]

 

ES-SEMİ

 

Bakara suresinin 127. ayetinde: “Ey Rabbimiz, itaat ve ibadetimizi ka­bul eyle! Zira İşiten ve bilen ancak sensin.” [33]buyurulmaktadır. Yüce Bârinin ayeti hakkında isimleri daha önce geçen İmamlardan her üçü de bu ad hakkında fikir birliği etmişlerdir.

Semî adı, İlim dilinde işiten demektir. O da tıpkı el-Kâdir'in kadîr is­mine benzemektedir.

Söylendiğine göre, aynı zamanda işittiren, duyuran anlamına da gel­mektedir. Bu adın iki yönlü itibarı vardır. Bunlardan birincisi: dinleyenler için duyurmayı yaratmıştır, ikincisi: Kelîm olan (Allah'ın selamı üzerine olsun) Hazreti Musa'ya kendi hitabını duyurmak için ve bu makamda bu­lunup (Kelîm Ehli) konuşkan ehli için bu adı ihdas etmiştir.

Ne var ki, vücûdî dillerde ve şuhud ehli mertebelerinde bir iş veya fiil tevhid diliyle olursa veya işitmeyi bir iş veya fiil yapmış olursan, bunu bir başkası duymaz ve işitmez. Bunun duyan da ve işiten de bu fiilin masdarı ile yapmış olursak, o zaman bu fiili yapan sıfatları birleştirmek için yapmıştır denilir.

Şayet onun Ahadiyyât cemini veya ceminin ahadiyyeti itibar edilmiş olursa Zatiyetin dili olmuş demektir. Daha Önce anlattığımız gibi, işitme hali makam içinde ilim olmuş olur. İlim ise makam içinde duyma ve işitme olur. Böylece adlar vücudta hükümlerini birbirinden zati olarak saklı bir düzen içinde almış olur ki, bunda zulmü men edici kendi yerinden gayri kelimeleri engelleyici bir şey düşüp eksilmez.

Yüce Allah'ın isimlerinden biri de el-Âdil adıdır. Şayet bütün adlar O'nun olsa, o zaman zulüm zalimlerin hal ve tavrına intİsab etmiş olur. Bu da bir yönden fiilin tevhidinden, bir yönden de akla gelmeyen doğru yoldan sapanların hal ve tavırlarından neşet eder. Bu da zatî hal ve tavırların ve sıfatların birleşmesindendir ki, İşte bunda Kemâlât dediğimiz, zâti olgunluklardır. Bir zatın kemal ve olgunluğu sıfatlarının değişkenliğinin temizlenmesi iktizasındandır. Kemal ve olgunluğa giden yol bizatihi kemal ve olgunluktur. Bu da vahdaniyyetin vücudu itibarıdır ki, menşei yüce büyük zattır.

Mülk suresinin 3. ve 4. ayetinde Hak Teâlâ Buyurmaktadır.

“Rahman olan zatın yarattığında hiçbir tefavüt yani nisbetsizlik göremezsin. Gözlerini göğe doğru yönelt! Onda hiç bir yara bulabilir misin? Sonra gözlerini iki kez daha yönelt. Gözlerin aciz ve yorgun olarak sana döner”.[34]

Şunu bilki: Semî' adı yüce zattan olup onun yüce mertebelerinden bir mertebedir. Zira ezeli olan vücudunda kendine has zatî bir sözü yani nutku vardır. O da (ol-Kün) sözcüğüdür. Bu sözcük zati kabiliyeti ile buyurulduğunda çoğalarak duyma ve duyurması onun gerçek yönüdür. Zira yüce zat ol-kün telaffuzu ile kesin bir itaatle ona icabet ederek kendi ahkâmı ile sona erinceye kadar ona karşı sert davranır, yumuşaklık göstermez.

Yüce Allah'ın “Kün” buyruğunun anlamı: “Etkili ol” buyruğu ile hakikatinin ne olduğunu duyurmuştur. Bu buyruğa “Baş üstüne, duy­dum ve itaat ettim.” cevabı verildiğinden hitab böylece ahkâmile temizlen­miştir. O, bir tekdir. Temizliğini kendi hükmü ile icra edinceye kadar ona karşı yumuşaklık göstermeyerek böylelikle olmuştu. Çünkü onun gerçekçiliği onun Vâcid adını çoğaltır. Bunun gerçeği de tek olmaz Zira Allah'ın kelamı değişmez ve değiştirilemez. Bu suretle Vücudun konuşmasını mertebeler duyduğu gibi vücud da mertebelerin nutkunu duymuş olur. Orada vücud ve mertebelerden gayri bir şey yoktur. Hak Teâlâ hal ve tavırları ile her şeyi duyup ve işittiği gibi, o da bütün hal ve tavırlarıyla konuşur. Kâinatta ondan başka duyan bir kimse olmadığı gibi, ondan başka da konuşan biri yoktur. Onun yüce zatını konuşkan iti­bar ettiğin takdirde bir başkası onun yanında bulunmaz ise o vakit dinleyeni bulamazsın.

Şayet yüce zatını “duyar” (semî”), kabul edersen yanında bir başkası olmadan, o vakit konuşan birini bulamazsın. Anlatıldığına göre bu ma­kamda ve bu anlamda böyle bir hitabın tadını alan bir kimse boş bir nutuk ve eksik dillerden bir dil ile bu yüce topluluğun çevresinden böyle bir sesi şöyle duymuş olur: “Ey Kulum! Beni dinleyen bir kimseyi bulamadım. Keza bir ses işittim ve konuşanı da bulamadım”. Vücudun lügatim elde eden bir kimse tümünün konuştuğunu bulmuş olacağı gibi tümünün duyduğunu da bulur.

Hazreti Muhiddin el-Arabî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bir şiirinde “Şayet Vücud konuşursa, Vücudun nutkunu duyurmak için to­plum ona kulak verir” demiştir. Şunu bilmelisin ki, Vücudun konuşması ancak hallerin diliyle olur. Vücudun konuşması ancak hallerin diliyle gerçekleşir. Zira insan cisminin konuşma işi kendine düşmez. Ama har­flerle ve sesle olan konuşmalar insan suretinden neşet etmeyip, konuşan cismin sahibi yanılarak bu konuşmanın harf ve seslerle olduğunu zan­neder. Fakat bu nefsî konuşmanın anlamı ve latife olarak konuşana idrak şeklinde nefısde tecessüm etmiş olur ki, bu suretle sese dönüşerek konuşmuş olur.

Bu suretle idrak edici latife güçlenerek gizlilikler evinde açığa çıkmış olur. Bu suretle idrakin gücü onu yenerek nefsin kelamı onun yanında his olarak sanki cismin konuşmasına benzemiş olur. Bu da halvet ve riyazetle veya başka bir suretle gerçekleşir. Hatta bir konuşma duyarsa bundan ra­hatsızlık duyarak sıkılır, yavaşça gelen sesler rina tuhaf, karışık ve an­lamsız gelmeye başlar. Bu böyle olursa kuvvetli sesler karşısında ne duru­ma düşmüş olur? Çünkü onlar sessizliği halvette sükuneti tercih ederek, nefsin konuşmasından ayrılarak hissi konuşmayla yetinmişlerdir. Bu hal onlarda bayağı bir meleke haline gelmiştir. Zira hissi konuşma onlarda zihni düşünceyi karıştırır. Nefsî konuşma ise onlarda temizlik olur ki, bu da herkesçe tıpkı hissi konuşma gibi olur. Bunun için biri olursa, her iki çevrenin huzur ve yakınında temayüz eder. Çünkü nefsânî konuşmanın hissî olduğunu, harflerle olmadığını anlar. Bunu mülayemetle seçip ayırmak mümkün olmazsa, itibarî adet onu yenmiş ve ona Hakim olur ki bunun harf ve seslerle hissi olduğunu anlar. Bu anlamı tecrübe edenler bunu aşikâre bilir ama Kitâfe, yani kin ve hased ehlinin yanında idraki güçlenerek vücudun tümü haller dilini konuşmuş olur. Zira insan hal ve sözler diliyle konuşur.

Bazı hayvanlar da kendi aralarında birbirine yakın olduklarından bir­biriyle anlaşması için kendilerine has söz ve dille konuşurlar. Bu da onlar­da insan cisminin temizlik mertebesine yakın olduklarından, böylece herşeyin başlangıcı sonuna benzediğinden, böylece konuşan vücudu öğrenmiş oldun.

Şunu bilmelisin ki: Her nutkun saklayın bir duyarlığı vardır. Vücud tümüyle işittiği gibi tümüyle de onun değildir. Zira Hak Teâlâ'nın Semî adının vücutta sonu olmayan tasarrufu vardır. Her iş yapanın bir kabiliyyeti vardır. Burada işi, yapan konuşandır. Yapılan iş ise işiten veya duy­andır. Her yapılan işin bir iş olması icab etmektedir. Nitekim yapılan iş konuşma, işi yapan da işiten ve duyandır.

Bunun için yapılan işin bir yapanı vardır, işi yapanın da yaptığı bir iş vardır ve o iş yapılmıştır. Böylece bunların gerçeği birbirinin aksi olmuştur. Bu suretle Hak Teâlâ'nın Semî' adının bunlar üzerindeki hükmü çoğalmıştır. Gücü olan kişi Hak Teâlâ'nın Aziz adını selamlaya­rak kapısını açmıştır. [35]

 

EL-AZÎZ

 

Bakara suresinin 129. ayetinde Allah “Sen her şeye Galib ve Hakimsin.”[36] Buyurmaktadır.... Bu isim hakkında, her üç İmam aynı düşüncededirler. Aziz adı İzzetten türemiştir. Anlamı güçlü bir mevkide bulunma anlamına gelmektedir. Daha açık bir deyimle güçlü ve yasak­layıcı demektir. el-Nadarî ise, onun aynı zamanda bir durak yerinin güçlü mevkiinde bulunması anlamına geldiğini söylemektedir. Zira yüce Allah'ı bir güç sarmıştır ki, İşte bu vahdaniyetdir. Bunda imtina' da vardır. Daha başka bir deyimle: Onda bulunan vicdanî kıskançlığın gücüdür ki sanki vezinde İmtina' etmiş gibi olup bunun anlamına Hak Teâlâ'nın Ahad adı girmiş olur.

Şayet güç ve gaübiyyet anlamına gelen izzeti ele alırsan Arapların dediği gibi bunu Aziz kelimesinden alırsın. Bu kez bu isme Hak Teâlâ'nın şu adları Gâlib ve Kahir girmiş olur. Buradaki Ahadiyyet adı Azîz adına girmiş olur. Buna imtina' anlamında vicdani kıskançlıkla bir­likte itibar edecek olursak o vakit yüce Allanın ahadiyyeti belli olmuş olur. Şayet buna galib gelme anlamıyla itibar edecek olursak, Nadarî'nin an­lattığı gibi, o azametin galib olarak yedinci gök katının marifetiyle dur­makta olduğu, burada galib gelmenin anlamı ise, ondaki Fena' yani silici, yokluk hükmünün kıskançlıkları temizlemesidir.

Şüphesiz kıskançlıkları silip imha etmek ahadiyyetin temizliği an­lamına gelmektedir. Dolayisile Aziz adı Ahad temizliğini gerçek olarak iki anlamda yapmış olur. Ama Aziz adının temizlikleri, izzeti bulursan gerçekleşmiş olur. Zira Vücud yalnızca Rahman adına aittir ki mevcut olan varlık yine ona aittir.

İzzet, yani güç ve imtina' varlıkla sıfatlanırsa o varlık yalnızca Aziz adınm temizleyicilerinden olmamış olur. Şayet izzet yani ilâhî güç ve ga­lebe mertebesi olarak imtinaya dayanmış olursa, o vakit Yüce Allah celle ve cela! adıyla adlandığı gibi yüce adları da Rahman adına bütün toplu­luğu ile karışmış olur. O zaman orada ne bir isim ve ne de adlanma itibar görmez. Benîm buradaki sözüm mecazi olup herhangi bir makamı kastet­miyorum. Bu bir itibar veya itibarların kesilmesi demektir. Şimdi Aziz adının itibari olarak Rahman adına ve yine itibari olarak da Allah adına nasıl döndüğünü anlatacağım. Bütün adların menşei ve aslı olan, cem'in cem'idir. Sözümüz zata ait olmayan bir yol ile gelmiştir.

Şimdi konumuza dönüp konuşalım: Daha önce anlattığımız her iki anlamın Ahad adına döndüğünü açıklamıştım. Bu da imtina' daki galeb­enin doğrulanmasıdır. Zira Hak Teâlâ'nın gözlerden imtinai, görünmemesi zahiridir. Çünkü onu gözler idrak edemeyeceği gibi mana mertebesile o gözler yüce izzet sahibinindir ki bununla gözler tarafından görünmesine imtina' etmiştir.

İşte Aziz olan, Teâlâ, batını kuvvetlerin idraki nisbetinde bu gücün yardımıyla hislerin kendini idrak etmesini istememektedir. Zira onun zatiyyetine kendisi dahi bir hayal hazırlamış olsa dahi, o kudsidir ve kuşatılmaktan münezzehdir. Bunun İçin vehmi ve zikri kuvvetlerden hafıza kuvvetinin zatiyetiyle alakası yoktur. Ancak kendisine yardımcı olan imanla alakası vardır ki, o da kendisini gerçeklik ve hafıza kuvvetiyle göstermesidir. Hafıza kuvvetile kendisine bağlı olanlar, menasik-i Hac yerleriyle ona tabi olan yerlerdir. Yanı işaretli yerler ve buna tabi olan­lardır.

Bir kimse şöyle konuşabilir: Aklın yalnız basma bu cihette ihtİsası vardır, desek bizler buna şöyle cevap verebiliriz: Zira akıl kilit altında bağlı olduğundan bir şeyin tümüyle aslını, yani künhünü göremez. Çünkü onun sıfatla alakası vardır. Sıfatları bilmek hisden gelir. Ne var ki bir kim­se canlıyı görmemiş olursa, hayatı görmemiş olur. Keza ilimle veya bir başka şeyle vasfedilen temiz değilse o vakit sıfat dahi temizlenmemiş olur. O zaman aklı renklere karşı olanın idrak nisbeti, dili tutuk kekemeye benz­er, bunlardan ancak isimleri ve duyularla idrak ettiklerini bilir.

Zatın aslını, yani künhünü aklen bilmek için gaib olanın kıyamı ile kıyas edilemez. Hak Teâlâ'nın Aziz adının ahkâmı aklen idrak ve tavırları mertebesi temizdir. Ama naklen ayan beyan bir iş olmayıp, ancak bir iman işidir. O akıl ve nakil ehlinin idraki ve ibadet edenlerin ve bunların üstünde olan mutasavvıfların mertebeleriyle güçlü ve imtina' edici olup ma'kulün ve menkulün zımnında olur. Bu iki taifenin Allah'ın Aziz adının aslıyla bir yakınlığı yoktur. Sözünü ettiğimiz bu iki taife avamın özüdür. Filozoflarla konuşanlar ise yalnızca avamdır. Diğer yönden temiz şeriat ehli ise ondan öğrendikleriyle amel etmiş olurlarsa, İşte bu gibiler içtenlikle Allah'a   ibadet eden kullardır. Bunların hal ve durumları söylenecek olursa ilimle bir şey yapmasalar dahi, ilimlerinin hüccetiyle süratle ilerleyerek ilimleriyle amel eden kullara yetişirler. Zira bunlar itaatli kullar olup, Allah'a ibadet edenler ilimden başka birşeyle amel et­meleri güzel bir şey değildir. Nitekim şeriat ile amel etmek ibadetin başlangıcıdır ki bu da İnsanın güzel amellerinden biridir.

Şayet bir kimse şeriat gereği olarak amel ederse, İşte buna “amel-i salih” derler. Bununla amel etmediği takdirde, amel-i batıl olur. O vakit dos­tuna hüccet getirmek için, kötü amele yönelmiş olur ki, kurtuluşu beklerk­en helake düşmüş olur. Özrü olanın zikre nisbeti imtina anlamına gelir.

Yukarıda anlatıldığı gibi haşaratın kendi çevresinde birbiri ardına döndüğü gibi dönen bu özel kimseler kimlerdir dersen cevabımız “bu özel kimseler marifet ehlidir” deriz. Daha açık bir ifadeyle, yazdıkları eserlerden sonra tevhid yolunda kendilerini Allah uğrunda yok eden tecelliyat ve şehadet ehlidir diyebiliriz, İşte bunlar Allah'ın haklarında imtina' manasile değil kendisini onlara Azîz adıyla tanıttığı özel kimselerdir.

Yukarda açıkladığımız gibi el-Izz sözcüğü, güçlü anlamına gel­mektedir. Bunun yok olma keyfîyyetini istila etmektir. Daha açık bir ifa­deyle marifet ehlinde oluşan tecelli tavırlar yönünden yazı veya eserlerinin mertebelerine göre yok olma keyfıyyetine el koymak, yani istila etmek; nur zulmeti nasıl yok ediyorsa İşte bu da çoğunluğun yazılarına karşı Vahdaniyyet zuhuruna galibiyyetidir. Zira cehalette bir zulmettir. Tecelli de zul­met olduğundan Hak Teâlâ'nın Azîz adı, yüce makamında yalnız başına kalmış olur. Bundan çıkan anlam galebedir. Çünkü bu yolda yürüyen bir kimse Hak Teâlâ'nın ne türlü bir şevkle ve içtenlikle kendisine bağladığını görmek ister. Şayet bunu görürse o zaman tecelli, tecelli edenin iradesini yok eder. Çünkü mütecelli kendini görmek isteyene bir şekilde tecelli edince Musa'da (a.s.) olduğu gibi kendisinden geçerek yere düşer. İşte bu hal aşırı sevgi ve isteğin sonucu olup şevk ve heyecanın zat üzerindeki galebesidir.

İstersen bu duruma imtina' diyebilirsin. Nitekim bu özel kimseler fena' ehli olup belirli ne sıfat, ne yazı ve ne de adı olmayan kimseler­dir. Sözümüz özelin özeli olan kimseler içindir ki bunlar bulundukları makamlarında mücadele eden kimselerdir. Bunlar daha üst makamda bu­lunanlar ise Fâni olduktan sonra gelen Beka ehlidir. Bunlar hakkında daha başka konuşulur. Öyle ise Aziz ismi özel tavırlarıyla birlikte temizdir. Özellikle bu ismin hususiyetlerinden biri, galibiyyet istİlahıyla sıfatlanmasından temizliğinin faziletiyle temayüz etmiştir.

Beka ehlinin fani olduktan sonraki tavırları ve Azîz adının temizliği orada bulunan bir çok isimlerin temizliğine yol açmıştır. Çünkü bu, bizzat kendi nefsinin çevresidir. Aynı zamanda çevresinde bulunan adların da yardımcısıdır. Allah en iyisini bilir. [37]

 

EL- KÂFİ

 

Bakara suresinin 137. ayetinde Hak Teâlâ: “...Onlara karşı Allah sana kâfi gelecektir.”[38] Buyurmaktadır. İmam Gazâlî hazretleri bu ad hakkında müstenkif kalmış, bir açıklamada bulunmamıştır.

Bu isimden maksad, Allah'ın özenerek vücuda getirdiği mahlukatma yeterli olması veyahut kendisine tevekkül edenlere kifayetli olmasıdır. İlk bakışta bu sözler, ulvi ve süfli, cüz'i veya tam, konuşan ve konuşmayan halkın sözleridir ki bu da (Hasbiyellah  sözcüğüdür. Bu sözcüğün “anlamı, O'nun yeterli olmasıdır. İşte el-Kâfi adı bu anlama gelmektedir.

Mevcudat tümüyle temiz ve temizleyen olduğundan ve kendisinden başkaları bu temizliği yapmadığından Kâfi adı bu temizliği yapmaya yet­erli olmuştur. Bu isim aklî, nefsî, ruhanî, cismânî veya yüz çeviren ve değişikliği olan bir cevherdir. İşte bu cevher Yüce Allah'ın icadı olan Kâfi adı Halik adına gİrmesile oluşmuştur. Keza bu ad kullarına rızık veren Râzık adına girdiğinden dolayı Allah'ın kullarına kefil olup yeterli gıda maddeleri ve değişik riziklar veren Kâfi adıdır. Ne var ki, Râzık adının ameli gereğince en yüksek ve ulvî makamda bulunan Kalemin ezelî çevre huzurunda tecelli etmesidir. Oradaki rızık nur olup gerçeği ise ulvi ma­kamdaki Kaleme bağlı olan yardımıdır. Bunun yazısı da aklî olarak yüce Allah katındaki çevrede bulunan Levh-i Mahfuz ile ulvi kalemin sahifelerinde bulunmaktadır. İşte kullara devamlı gıda ve rızık yardımında bulu­nan Kâfi, Hak Teâlâ’nın adıdır. Bu rızık Levhi Mahfuzdan ayrılarak ken­dinden daha altta bulunan cisimler çevresini temizlemiş olur. Cisimler ise kendi kabiliyyetlerine göre ondan gıdalanmak üzere değişik rızıklar almış olurlar. Bir yönden de Kâfi adının cisimlerin gerçek rızıkları, durum ve tavırlarıyla ebedi olarak ayrılmış olur.

Şayet Kâfi adı hakkında kİsaca bir açıklama istiyorsan şöyle diyebili­riz: Bütün adların temizliği gereğince Kâfi adı sonsuza dek yeterlidir. De­mek oluyor ki Kâfi adının bölünmesinin sonu yoktur. Bu adın ahkâmını ayırmayı ele alacak olursan, dünyanın yaşı tükense de onun bölünmesi tükenmez. Benim anlattığım ve anlatmadıklarım dahi ona bir nisbet veya ölçü olmaz. Zira burada itibarlar yönünden her şeyin bir şey üzerinde yet­erli bir şey olması gerekir, İşte bunlar Kafi adının tasarruflarıdır. Çünkü manaları ancak zatlar yüklenmektedir. Bir zat yoktur ki onun olmasın. Zira Hüküm geri dönerek şöyle der: O değil, ancak O'dur. İşte burada dur­malısın. Bu sana yeterlidir. Yeterli olan da Allah Teâlâ'dır. [39]

 

ER-RAÛF

 

Bakara suresinin 143. ayetinde Hak Teâlâ: “Hak Teâlâ insanlar hakkında çok re'fet ve merhamet edicidir.”[40]

Buyurmaktadır. Gazâlî, Beyhakî ve Ebu'l-Hakem Berrecan El Endülüsî bu şerefli isim hakkındaki düşünce ve kanâatlerinde fikir birliği etmişlerdir.

Bu isimde dört lügat bulunmaktadır.

Birincisi: Vav harfinin üzerinde doyurucu hemze olan (Rauf ve sükünlü hemzesi olan (Reif  ve Râ' harfinin kesriyle olan El ferarif dır.  

Bu ad Rahmet adının fazlalığından türemiştir, derler. Bu adın anlamı, rahmetin fazlalığı manasına gelir. Bu ad vasfı yönünden Rahim adına döner. Genel vasfı yönünden de vücûdî adlarla birlikte Rahîm adının gerçeğiyle Rahman adına döner. [41]

 

EL-İLÂHÜ'L-VÂHİD

 

Bakara sûresinin 163. ayetinde buyurulmaktadır. Daha önceden isimleri geçen her üç İmam bu isim hakkında ilah birdir diyerek aynı kanaati paylaşmışlardır, isim el-Eleh den müştaktır. Yukardaki ayette Allah'ın bir olduğu Kur'an'da te'kid edilmiştir. Gerçek ibadet edilen zât yalnız El Âleh Teâlâ'dır. İbadet ise ibadet edenin ma'buda eğilerek itaat etmesidir. Buradaki hudû', meşru' bir şekilde zuhur etmektedir ki, Mabudun karşısında tevazu' meşru' kılınmıştır.

Bütün şekil ve ibadetler fıkıh kitaplarında yazılı olduğu gibi, diğer bir şeklin manaca meşru olduğu yazılmıştır. Bu da bunlar üzerinde bir takdir ve kıyasdır. Şayet ölçü ve takdir doğru ise bu bir gövdenin kolu veya dal­larıdır. Meyve veren bu dallardan yararlı meyve vereni bir takdir et! Buradaki meyvenin dallara nisbeti güzel bir vaa'dın oluşmasıdır. Muta­savvıflara göre marifetli nefisler halkın sevgisi dahilinde nefsi zillete düşürmekten ve kötü ahlaktan kurtarır. Ariflere göre bunun meyvesinin nisbeti ilk Yolculuk ehlidir ki, seven ve sevilenin meyvesinden daha yüksek olup, mutasavvıfların mertebesinden üstün ve ariflerin rütbesinden daha aşağıdadır.

Sevenlere olan meyvesi ise onu müşahede etmeden vareden tevhidler Ve hallerdir. Bunlar şiddetli istek azabiyla nimetlenmektedirler. Bunlar mertebelerden birinci mertebede bulunmakta olup ariflerden değil bu rütbeye mutasavvıflardan daha çok Semâ' hak sahibidirler. Allah'ı seven­lerle arifler Semâmı inkâr edenler, inkarı yerinden başka bir yere koyduk­larından zulüm yapmış olurlar.

Şu ana kadar, abidler mertebesiyle ibadeti ve değişik ibadet meyvelerini henüz anlatmadık. Eğer bunları meşru' bir şekilde toplayacak olursan, o zaman kendi aralarında bunları alıp paylaşmakta anlaşmazlıkları vardır. Ana dallara gelince, kıyas ve takdir hesabıyla, bunda şekil ve suretler ol­mayıp ancak ibadet ehli bulunmaktadır. Ne varki ibadet edenin mizacına göre, zeman ve mekânın hissen durumuna göre, keza şahsın hal ve hazırlığına göre, her makamdaki ibadet bunlardan çıkmış olur. Varlıklarından çıkacaklara göre güçlerinin bir işi yapmaya yeterli olup ol­madığı, ibadetlerinden bir kısmı, fiiller, bir kısmı da terkedilenlerdir.

İşte bu fiiller ve terk edilenler, sülük ehlinin bir makamda istikrarlı ol­mamaları bakımından daimî intikal halinde bulunmalarından doğmaktadır. Bu gibi intikallerin yapılması vacib olmayıp, bırakılması vacibtir. Bunların sözleri aksi olarak: Doğruların iyilikleri, yakın olan­ların kötülükleridir” diye konuşulmuştur. Bedeni fiillerle olmamak şartıyla intikali kim yüklenirse, onda kalbî, ruhanî, manevî, akli, zevkî, şuhûdî ve bunların arasında bilmediği üstün mertebelerde bulunanlar, ikinci yolculuğu yapmış üçüncü sefere çıkanlar tam kemal sahibi olup yanılmadan yollarına devam eden irşadlarını yaptıkları gibi ancak ve an­cak Hak Teâlâ’nın hak ettiği ibadetleri hakkıyla yapanlardır. Zira Allah'ın bu gibilerin bulundukları rütbeye göre bütün kullarıyla bir nisbeti ve münasebeti vardır. Bu nisbetin hallerini tümüyle kesmeyi elde eden, bir nefesde meyvelerini kazanan, uykusu ve uyanıklığı yalnızca bu gaye doğrultusunda olup, bütün bunlar hakkında bilgisi olmadığı halde ancak Allah Teâlâ’nın her ibadet edenle daha alt makamlarda bulunan kul­larının ibadetlerine vukufu vardır.

Bu sözümle sizlere değişik hükümlü ibadetlerin tümünü anlatmış ol­dum. Bu anlattıklarımın tümü bir olan Allah'ın mertebeleriyle adlarına yapılan ibadetlerdir. Sonuç olarak Hak Teâlâ’nın yüce adlarıyla isimlenenlerin bir ibadeti vardır. Bu ibadet adlanan ada yapılır ama bu ibadetler vasf edilene yöneltilir. Bu ibadetler hangi sıfat ve vasıfta olursa olsun, bütün sıfatlar itibarlarıyla ve kendilerine yönelen adları ve fiilleriyle bütün hal ve tavırlarıyla, vücudunun mertebeleriyle ve aralarındaki Ber­zahla yüce zat olan Allah'a yapılır. [42]

 

ŞEDÎDÜ'L- AZÂB

 

Bakara suresinin 165. ayetinde: “Yüce Allah'ın azabı şiddetlidir.”[43] buyurulmaktadır. Bu üç İmamdan yalnız Endülüslü Ebu'l-Hakem bin Berrecan bu ad hakkındaki düşünce ve kanaatini açıklamıştır.

Buradaki azabın şiddeti demek, Yüce Allah'ın Naimin, yani rahatlık ve emniyyetin zıddı olan, bununla sonsuz güç ve kuvvetinin azab ve kemalini bizlere göstermesidir. Azab demek, kerahat ve nefretin idrakidir. Naîm ise yumuşaklık sıhhat ve emniyyet demektir. Daha açık bir dille bilginlerin istiîahmca da Zevk Ehli olanlar demektir. Ne var ki naim ve azab idrâkde bir araya gelse de, gerek naim ve gerek azabın idrak ehlince bir hususiyyeti yoktur. Ama bilginler azabın gerçeğine bir hayli baktıktan ve fikir yürüttükten sonra bunun naimin gerçeği olduğunu bulmuşlardır. Fakat bunun hakkında değişik anlatımlar vardır. Bunlar da hakikatin dahi yeri değişik olması icab etse de bütün mevcudatın mertebelerinde bunun doğrulandığını bulmuş olursun. Birçok değişik mizaçların kabul edilmes­inin değişik olduğunu görmüyor musun?

Bir insanın, ve içindeki balgam kendisine hakim olursa, tatlıyı sev­meye başlar. Sarı ve sarılıktan kerahat ve nefret duyar. Böylece mizaçlar bazı tad veya lezzet yönünden olan sevgisi değişik olur. Nitekim insan diğer bir insanın sohbetinden veya dostluğundan lezzet ve rahatlık duyar. Keza diğer bir dost insanın sohbetini azab sayar. Böylece bir toplum birbi­rini sevmiş ve hoşlanmış olurken, diğer bir toplumdan hoşlanmaz. Bun­ların arasındaki hal ve mertebeler çoğunlukla bir orta vasıtaya dönüşünce aralarında hasıl olan nefreti hissetmez olurlar. Bunun için bu yönde ara­larındaki mülayemet ve bu mülayemete sebep olan vasıtalar çoktur.

Nitekim zevk ehli sükuneti insandan hayvanlara kadar götürmüştür. Bu hal hayvanların yemelerinde, içmelerinde, gezmelerinde ve yayılmalarında sabah ve akşam görülmektedir. Karadaki vahşi hayvanlar ise yiyeceklerinin durumuna göre sınıflanır. Uçan hayvanlar ise kanatlı olup olmadıklarına göre ayrılır. Bunlardan bazıları et yiyici ve bazıları da etten zarar gördüğünden, nebati ve madeni yiyeceklere tamah ederek bun­ları bir yere depo ederler.

Daha sonra bunların anlayışları arasında nîsbet edici bir nefret bul­duklarından idrakleri olmadığı bilindiği halde rahatlık ve emniyete, yani naime bağlı her şeye genellikle her şeyde yayıldığını gördüler. Keza azabı ona bağlı her şeyin üzerinde genellikle nefretin yayıldığını görürler. Bilinen idrak onda olmasa dahi, şayet ateş odunla sağlamlığını sürdürüyorsa, o zaman yumuşaklığı idrak etmek isteyip seslenmeye başlar. Yakacak odun ise münaferete yetişmeye çalışır, İşte böylece bunlardan birinin sahibinin gerçeğine varmak ve onunla birlikte olmak için aralarında kavga ve mücadele devam edip gider. Daha sonra bu yenişme ve itişme sükûn bu­lur.

İşte bu hakikatten iki isim belirir. Bunlardan biri el-Münim rahatlık, emniyyet ve esenlik veren. Diğeri ise Şedidü'1-Azab dır. Bunların anlamları yukarda geçtiğinden üzerinde fazlaca durmayalım.

Hak Teâlâ yaratıklarından bir topluma azab, bir diğer topluma da naîmi hükmetmiştir. Azabı hüküm ettiklerine ateşi, naîme hüküm ettikle­rine de cenneti va'd etmiştir. Şayet bunun anlamındaki gerçeği hafifletmiş olsalar ve aynı zamanda Allah'ın sözünün gerçeğini in­celemiş olsalar meseleyi öğrenmiş olur.

Bizler bunun anlamını ve ne için söylendiğini, bilmediğimiz gibi ce­maatlar da bunu bilemezler. Bu Lâ übâli sözcüğünün lügat an­lamı naîme hulul etmek, yani rahatlık ve emniyete kavuşmaktır. Zira Cennet ehli Cennette, ateş ehli de ateştedir. Bu yüce Zât özellikle nefret içinde olanları nasıl kayırabilsin? Bunun için Hak Teâlâ bir buyruğunda “Rahmetim gazabımı geçmiştir” buyurmuştur. Bundan anlaşılan ateşte olanların hakkını bir nisbet için Rahman adı temizlemiş olacaktır. Nite­kim Cennet ehli cennette, ateş ehli de ateşte olup, azab her iki tarafa şamil olduktan sonra, naîm, yani emniyyet ve rahatlık sair tavırlarla gelmiş olur. Ne var ki her azabın daha şiddetlisi vardır.

Tabiat ehli şunu bilmektedir ki, ateşin bir hususiyyeti de değişik tabi­atta olanları birbirinden ayırdığı gibi, birbiriyle anlaşanları da bir araya getirir. Sıfat Ehli ise kendilerini tümüyle aldatan maddelerle ateşte sabred­erek terbiye olur. Bu böyle olduğuna göre insanlar nasıl ikiye ayrılmasın?

Hidayet edenle, hidayetten sapanlar değişken iki zıd nesne değil midir? Bu iki isim arasındaki anlaşmazlığın son bulması için el-Câmi' adında anlaşıp birleşmeleri icab etmektedir. Her ikisi bu isimde birleşince bunların hakkında Dâr ve Nâfı' isimleri Cami' adıyla birleşmiş olur. Bu suretle Vehhâb adının gerçeğine girmesiyle Şedidü'l-Azab hükmü kalkmış olur. [44]                          

 

EL-ĞAFUR

 

Bakara suresinin 182. ayetinde “Onun günahı yoktur, Allah Teâlâ mağfiret ve rahmet sahibidir” [45]buyurulmaktadır. Her üç İmam bu isim üzerinde fikir birliği etmişlerdir. Zira Gafur adı gaferden türemiştir. Ğafer demek es-Sıtır yani örtünmek demektir. Mestur -örtülen veya örtülmüş demektir. Bunun için el-Muğfer Gafur ve Gaffar bu sözcüklerin anlamı birdir. Bilginlere göre ceza­ları, örten ve af eden, el-Afuv adına girerken yavaşça Rahîm adına girer.

Nitekim Hak Teâlâ bu konuda kullarına “Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyiniz” Buyurmaktadır. Burada maksad mağfiretdir. Daha sonra şöyle buyurmuştur: “Yüce Allah bütün suçlan af eder.” Bununla affedici rahmetine işaret etmektedir. Şunu bil ki Yüce Allah'ın Gafur adı, İlâhî adların bütün anlamlarında kullanılır. Bu ad­ların ahkamile temizlenmiş olurlar. Suçları da gaffarın temizliğiyle af etmiş olur ve keza ayib ve kabahat suçlarını da Settar adıyla af ve mağfiret eder.

Yine bu ismin Hadi adıyla değişik şekillerde münasebeti vardır. Bu­nunla evliyaların kalbine ve akıllarına gelen şehvetleri affedip örttüğü gibi kalplerinden dünya hırs ve tamahını örtmüş olur ki işte bu mağfirettir. Bütün bunlar Hadi adının hükümleridir. Mutasavvıfların nefislerinde hırs ve tamah olmayan maksatlarından kötü düşünce ve ahlakı da örterek affetmiş olur. Çünkü kötü tavır ve davranışlar iyi ahlak ve keremi yok eder. Bunların yerine zıdları kalplerinde yerleşir. Bunun için af bu ismin Hadi adına olan İntİsabmdandır. Keza Ahiretİ kalben ve arzuyla sevenle­rin isteğini bağışlayarak bu türlü sevgililerle uğraştıklarından onun adını anmayı dahi unutmuş olurlar. Keza bu da Hadi adına olan intİsabından ileri gelmektedir. Aynı şekilde onlardan güzellikleri ananları da af ve mağfiret eder. Bundan sonra o kişiler güzellik adma hiçbir şeyi görmez olurlar, güzelliği nefislerinde değil Allah'tan görmüş olurlar. Bu da Hadi adma intİsabdan ileri gelir. Yine bundan dolayı doğru ve tam tabiatlı olan­ları varlığı görme arzusundan mağfiretle örtmüş olur ki, bundan sonra Hakk'in yüzünden başka bir şeyi görmezler, işte burada Hadi adı son bu­lur.

Hak Teâlâ bir sebepten dolayı olayın hakikatini gizler. Bundan sonra bu sapıklığa karşı gözleri kör olacağından bir şey görmez olurlar. Çünkü af ve mağfiret ondan olup bunun batınında rahmet ve temizlik zahir ise azab bu ad tarafından verilmiş olur ki bu da mudili adma intİsabmdandır. Keza mudili adı bu gibilerden dünya güzelliğini örtmüş olursa, kötü kim­selerden olurlar. Bundan sonra ne dünyanın ne de ahiretin tatlılığını bu­lamazlar. Nitekim bunlara karşı tevbe yüzünü örtmüş olur. Bundan sonra bu gibilerin vücûdî mertebelerinden tevvab adı temizlenmemiş olunacağı gibi dünyada güzel amele yönelmeyi gizler. Çünkü tevbe bir iş veya amelin kapısıdır. Onlar içeri girmeyerek orada duraklarlar, İşte bu gibiler mudili adma intİsaplarından dolayı aşırı gaib olanı istidrak etmeyen nedamet yani pişmanlık ehlidir mudili adı yükselince bunların yüzlerini örttüğünden nereye varmışlarsa orada duraklarlar, İşte bunların tümü mudili adının incelikleridir.

Nitekim Gafur adının onlar üzerindeki etkisi öyle bir dereceye varır ki, kalplerinde bir hardal tanesi kadar hayır kalmayıncaya kadar etkisini gösterir, İşte bunlar yanarak azab görecek olan ateş ehlidir. Ancak kalplerinde hardal tanesi kadar hayır kalanlar en sonunda ateşten çıkacaklardır. Yüce Peygamberimiz bir hadisinde kalpleri tamamıyla hayırdan boş olanlar ateşde azab görecek olan ateş ehlidir. Bunlar çok şiddetli azaptan sonra Allah'ın rahmeti kadar insanlardan en fazla naîme üstün sıhhat ve rahatlığa kavuşacak kimselerdir. Zira rahmetin nesebi kötülüklerini iyi­liklere dönüştürmüş olur. O zaman değişken tavırlarla geçen azab merteb­eleri onlar için Cennet ehlinin bilmediği naimin yani emniyyet ve ra­hatlığın temizlikleri olmuş olur. Ama Cennet ehline bunlar arz edilip bildirilmiş olsaydı, o zaman onların hakkında bir azab olmuş olurdu, İşte bunlar bununla özelleşmiş oldular.

İşin esasına gelince Hâdî adının ve tâbilerinin Nâime geri dönmesi mudili adının ve tâbilerinin naime dönmesinin bir zıddiyyetidir. Kendile­rine bu emniyyet ve rahatlığı veren yalnızca O ulu zattır. Zira gerçek hiç bir zaman değiştirilemez. Nitekim bunların tedarikleri Naîm adı olan Mülayemetle buluştuklarında tebayün etmiş olur. O vakit kalbinde zerre kadar hayır olmayanla Naîmde, yanı emniyyet ve rahatlıkda olanın kal­binde tekamül etmiş olanla eşit olur. İşte Hazreti İsa'nın (Allah'ın selamı üzerine olsun) Allah'dan Hazreti Yahya için istemiş olduğu “Bütün gaye ve maksadımla sana güveniyorum” hitabına Hazreti Yahya:

“Sen benden daha evlasın” cevabını vermiştir. Hazreti İsa bu cevap üzerine ona:

“Beni bırak ta Allah için doğruluğumu ikmal edeyim. Bunu temizledikten sonra kimin kime talebe olmasının evla olacağı anlaşılır” demiştir.

Bu cevap üzerine, doğruluk ve hayır onda tamamıyla kemal bul­muştur, İşte bu makam güzellik makamıdır. Bunun karşılığı Celal mak­amıdır. Bunlar öyle kimselerdir ki doğruluk ve temizliği bütünüyle ta­mamlayan kimseler olduğundan, bunlara ilâhî Satvet yani kahır ve gazab Şedidü'l Azab sınırına kadar varmış bulunmaktadır, İşte bunda mudili admm tamah nazarı bulunduğundan ateşin kalplere fışkırdığı yerde Kayyum adı bunları karşılayarak selametteki ümmetlerine götürür, İşte o andaki ateş selamet yeri olmuştur.

Haber verildiğine göre Rahman’ın dostu olan Hazreti ibrahim'den (a.s.) rahmet uzaklaşmıştı. Bu uzaklaşma olmasaydı ateş ondan uzak­laşmış olurdu. Selâm adı bunları karşılayınca Allah'ın Mü’min adıyla bitiştirip bağlamış olduğundan korkudan sonra emniyyete kavuşmuştu. Nitekim Yüce Allah'ın Heymen ve Müheymen nin adıdır. Bunlara, Nâimin şümulü olduğu takdirde, Aziz adı hâkim olur. Böylece zilletten sonra, izzetli olmuş olur. Onları baskı ve cebir anlamına gelen Cebbar adı ellerine alır. Bu suretle rahatlık ve emniyyetleri, yani naimlerinin mertebeleri Mütekebbir adının kuşatımı ile büyümüş olur. Çünkü o sıralarda toplum bir çevreden diğer bir çevreye birbirlerini kıskanmadan geçmişlerdir. Onun için Hak Teâlâ Tûr suresinin 43 ayetinde: “Yoksa Allah'tan başka bir ilahları mı vardır? Onların şirk koştuklarından Allah'ı tenzih ederim”[46] buyurmuştur. Bu çevredeki şirkden münezzehliği dolayısıyla af ve tevbesi vardır Buradaki örtü eşitlik demektir. Ğaffâr-Gafur adlarının gerçeğiyle eşitlik onlardan örtülmüş olur. Her varlığın örtünmesi Gafur adının gerçeklerindendir. Bu sebeple keşf ehlinin hicabları Hakk'ın güç ve kuvveti olup gerçek meclislerin çevresi huzurunda kendilerini göstermeye yöneltir. Bu sebeple mekruh örtünme, şer'an, tab'an, aklen ve naklen nesebi olmayıp Gafur adının dışında olur. Bu örtüler Hakikatte nur olsa, peki öyle İse ka­ranlıklar nerededir? Heyhat! İşte bu Adem, yani fena ve yokluktur. [47]

 

EL-KARÎB

 

Bu adın ilk gelişi Bakara suresinin 186. ayetinde şöyle geçmektedir: “Kullarım beni senden soracak olurlarsa ben onlara yakınım.”[48] Mezkur üç İmamdan Gazali hazretleri bu isimden söz etme­miştir. Kitabet ehli yakınlığın anlamını şöyle açıklar: Yüce Allah'ın ilmi, kulu herşeyiyle kuşatmıştır. Yakınlık bu taifenin istilahıyla, bir şahidin işitmesi ve görüşü bilcümle idraki hissıyla olur. Şayet onu yok ederse keza onun benzeri olur. Allah'ın Selamı üzerine olsun, bana: “Benim öyle bir vaktim oluyor ki, Rabbimden başka bir şeyin içine sığamıyorum” demiştir. İşte bu odur.

Şunu bil ki: gören zat fena bulmadan, gerçek gören zat olamaz. Bunun içindir ki İbni'l-Farız bir konuşmasında: “Bende yok olmazsan beni seve­mezsin. Benim suretim sende tatlılaşmazsa fâni olamazsın. Şahid meşhudun gerçeği içinde fena bulursa gerçek vardır, ama beraberinde bir şey yoktur.”

el-Nadarî şöyle der: “Ululuk ve azamet, güçlülük demektir.” el-Izz ise kurb, yani yakınlıktır. Yakınlık ise alemlerin ilminden uzaklaşmaktır. Yakınlık demek görülen şeye şahid olma demektir. “el-Nadarî keza bir konuşmasında: “Gerçek olmadığı takdirde zikreden şahid onun hicabların ve zikrini hiç bir vakit görmemiş olur. Şuhud ehlinden Hak Teâlâ yi eşyada aynı zat olarak görecek bir yere varmadan onu göremez ama fena yakınlaşmış olur” der. el-Nadarî buna benzer bir hal ve tavırda: “En aşağı bana: Yakınlık ilimleri, her şeyde görüşümün izlerini görmendir. Zira onu öğrenmen seni yoracaktır. Daha açık bir mana ile insan bir şeyi görünce gördüğü şeyden çok o şeyi sana göstermek için Allah'ı o şeyin yanında görmüş oluyor. Bu hal insanda bir tereddüt hasıl etmektedir. Şayet gerçeği görmek sana bir şeyi görmekten çok hakim olursa o zaman en aşağı bir yakınlaşmayı kazanmış ve elde etmiş olursun. Bunu öğrenmiş olursan mahcub olanlarda, yakınlığın ne olduğunu veya ne anlama gelip gelme­diğini öğrenmiş olursun.

Bizler başkalarının değil Allah Ehlinin bu konudaki sözlerine itibar ederiz. Yine bizler bu adın yüce Allah'ın Ahadiyyet adıyla Samed adına gir­diğini söyleyebiliriz.

Şunu bil ki yakınlık kapısı demek, rahmet ve meşakkat kapısı demek­tir. Bunun için Hak Teâlâ Ene'1-Azîz “güçlü ve kudretli olan be­nim” Buyurmaktadır. Bu sebeple onunla komşuluk kurmak imkansız olduğu gibi ona yakınlaşmakla komşuluk yok olur. Ona yaklaşma ile komşuluk yok olursa onunla nasıl komşuluk kurulabilir? Öyle ise yakınlığın anlamını öğrenirsen anlamı sana açıklanmış olur. Keza yakınlığın anlamım öğrenmiş olursan Hak Teâlâ'nın yakınlığı, uzaklığı demektir. Yine bir şeyin yakınlığı, uzaklığı demek değildir. Aynı şekilde Hak Teâlâ'nın yakınlığı, bir şeyin diğer şeye yakınlığı değildir. Çünkü uzaklık onu görmeyi yok etmektedir.

Nitekim Cenâb-ı Hak Hac duraklarında kullarına: “Beni görüyor gib­isin ama göremiyorsun. İşte uzaklık seni görmüş olur.” Keza Hak Teâlâ: “Ben sana gözünün gördüğünden daha yakınım.” buyurmuştur, İşte uzaklık da budur. Ama bilginlerin anlattığına göre, Hak Teâlâ'ya ilimle yakınlaşmak örtülü kuşatım altında bulunmaktadır. Her alimin ilmi kendi ilmi ve bilgisidir. Böylece ilimden başka bir şey kalmamış olmak­tadır. Zira o herşeyi bilmekte ve her şeye yakından daha yakın bulunmakta o bir tek gözdür. [49]

 

EL-MUCÎB

 

Bu adın ilk gelişi Bakara suresinin 186. Ayetinde Hak Teâlâ: “Beni davet edenin davetine icabet ederim”[50] Buyurmaktadır. Adları geçen her üç İmam bu ad hakkında fikir birliği etmişlerdir. Bilginlerce bu sözün anlamı şöyle açıklanır: Bir meseleyi sorana yüce Allah'ın cevabı ya acele veya gecikme ile olmakta veya sorulan suale göre sorana bir makam verir. Burada en azametli makam Allah ehlinedir. Zira onlar Allah'ı davet edici olduklarını görmektedirler. Gerek yüce Allah'ın kelamı, gerek davetçinin kelamı bu ayette birleşmektedir.

Âyetin ikinci bölümünde: “Kullarım yeter ki bana icabet etsinler.”[51] buyruğunda Hak Teâlâ bu icabet istemeyi kullarının daveti üzerine yapmaktadır. Şayet tefsirde anlamı bundan başka İse, ne var ki keşf bunu tercih etmektedir ki davet edenle icabet edenin anlamı onlara aynı anlamda geri dönmektedir. Hakikatte burada ne davet eden vardır ve ne de icabet vardır. Nitekim davet eden yalnız kendisidir ve icabet eden de yalnızca nefsidir. Mahcub yani örtülü olan seslenmeyi duymaz, kördür ve konuşmaz. Hakkı davet edeni ne görür ve ne de işitir. Nitekim bu cemaatin sözlerinden biri şudur: Allah Teâlâyı görmeden önce hiç bir şey görmedim.” Halbuki burada iş tersinedir. Şöyle söylenmesi gerekir: “Bir şey görmedim ki Allah ta onunla birlikte olmasın.” Doğrusu da budur. Nitekim cam inceldiği ölçüde içki daha duru olarak kendini gösteriyor. Bir örnek olarak böyle söylenmiştir.

Allah'ın rahmeti üzerine olsun Ebu Yezid el-Bistâmi bu üç İmamla karşılaşmış ve onlarla şöyle konuşmuştur: “Israrla ikdam ettim, (geldim, yöneldim) evi ve evin sahibini de gördüm, ikinci kez kendimi zorladım evin sahibiyle evi gördüm. Üçüncü kez ısrarla ikdam ettim; evin sahibini gördüm fakat evi göremedim. Daha sonra evin sahibini gördüm. Evde o evdi. Evin onun nazarında yok olduğunu Hak Teâlâ'dan başka bir şeyin kalmadığını anladım.” Hazret bu sözleriyle kendisi gibi büyüklerin bu maksad ve gayede yok olduklarını isbat etmiş oldu. Onun nazarında Allah var ama yanında bir şey yok. İşte bu makam yukarıda açıklanan üç mak­amın üstünde bir makamdır. Şahidin nazarında Hak Teâlâ'nın ne türlü ve nasıl icabet edeceğini ve bunun ahkâmını açıklamak sonu olmayan bir iştir. Ne var ki her icabet, Hak Talanın icabetidir. İşte kapılarından biri bu kapıdır. Ne var ki sülük ehlinin nazarında tarikat ehline yönelen icabet başkalarından daha şerefli sayılır. Halbuki icabet yekdiğerine eşit olduğu gibi mertebelerine göre de farklıdır.

Keşif Ehlince icabetin bir örneği de Yunus Peygambere (Allah'ın sel­amı üzerine olsun) yapılmıştır. Yunus Peygamber Rabbine; gece ka­ranlığında, “Ey Allah’ım! Senden başka ilâh yoktur, seni tenzih ve takdis ede­rim. Ben hiddet ve gazabımla nefsime zulüm edenlerden oldum”  demiştir Hazreti Yunus'un duasına Hak Teâlâ icabet ederek onu üzüntüsünden kurtarmıştır. Enbiya suresinin 87 ve 88. ayetlerinde  “Biz onun davetine icabet ederek onu üzüntüsünden kurtardığımız gibi, iman edenleri böyle kur­tarırız.”[52] buyurulmuştur.

Hazreti Yunus gece karanlıklarında Allah'a duasını yapmıştı, İşte bu karanlıklar adem yani yokluk karanlıklarıdır. Zira bu zulmetten daha şiddetli bir zulmet yoktur. İşte Hazreti Yunus bu koyu karanlıklarda kendini yok edince gerçeğin yüzü kendisine belirmeye başlamıştı. Hazreti Yu­nus o zaman “Senin yanında başka birisinin olduğu fikrine katıldığımdan dolayı takdis ve tenzih ederim.” cevabını vermiştir, İşte Hazreti Yunus bulunduğu o hal ve tavır içinde bu sözleriyle, yüce Bâri'yi görmeden önce bu türlü konuşmasıyla kendine zulüm ettiğini itiraf etmiştir. Zulüm demek, bir örtüyü kendi yerine koymayıp başka bir yere koymaktır. Bunun içindir ki kendini zalim sıfatıyla sıfatlamıştır. Zira bu çevreye nisbeten gördüğü ondan başkası değildi. Zira onu kudsî zat varlığıyla bulmuştu, İşte buna fenadan sonra, beka adı verilmektedir ki bu icabeti Yüce Allah'ın Mücib adı yapmaktadır. [53]

 

SERÎU'L-HİSÂB

 

Bu isim ilk kez Bakara suresinin 203. ayetinde geçmiştir. Âyette yüce Allah, “sayılı günlerde Allah'ı birleyip zikr ediniz!”[54] Buyurmaktadır. Bu isim hakkında İmam Gazâlî (Allah'ın selamı üzerine olsun) bir açıklamada bulunmamıştır. Bu adın anlamı: Yüce Allah kendi kullarının hal ve durumunu bilmektedir. Yüce varlık taifesinin yanında bulunması sebebiyle onlara karşı hesabını süratle yapmaktadır. Zira bu, taifenin kendi nefislerinde icra edilmektedir. Bunun hakikati ise şudur: Hak Teâlâ bunlardan her birinin karşısına minnetle ve gerçeğin yüzü ile çıkar. Acaba gerçeğin zıddıyla mı, yahut batılın kısmet ve nasibi ile mi çıkar? Batılın nasibinden ise müdahaleye ihtiyacı vardır ki ikinci kez oluşmuş olsun. Böylece yüce zatı hakikate karşı yumuşatmış olur. Hakikat ise ya Hâdî'nin nasibi yahut mudili adının nasibi olarak her bulundukları azab edilen yerden sonra onlara emniyyet ve rahatlık iktiza etmektedir. Ama Hâdî adının nasibi ise, işin başında dahi böyle bir müdahaleye ih­tiyaçları olmaz. Zira mudili adının hükmüyle azab görenlere bu azab an­cak rahmet olur. Bu da Hâdî adının nasibi yanında intikam ismiyle isim­lenir.

Allah'ın selamı üzerine olsun Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimi­zin Peygamberliği, Hâdî adının çevresinden olması sebebiyle hak olan bu müdaheleye azab adı verilir. Bu da bir haktır. Zira konuşma dillerin mertebelerindendir. Keza Allah ehlinin ibadetleri hakkındaki ibareleri nefisler­inin mertebeleri gereğincedir. Bu da zıdları bir araya toplamaya benzemek­tedir. Gerçeklerin kendilerine göre değişik mertebeleri vardır. Mertebelerinin değişikliği birbirine zıd olmaktadır.

Gerçekçi herhangi bir mesele üzerinde bir mertebeyi konuşurken zıd bir mertebe diliyle konuştuğunu hissetmiş olur ki katılaşan mahcub zat olan cahil, cehaletinden dolayı şöyle konuşur: “Veya yalan söylüyor diye konuşur... Zira hesabın ism-i meful olan muhasibin bizzat nefsinden olduğunu bilmiş olursan her ferdin kendi nefsiyle uğramış olacığını öğrenmiş olursun? Öyleyse o zaman nefislerin hesaplarının toplamı bir başkasının hesabı değil, Hak Teâlâ’nın onlarla hesabı demektir ki bunun için hesabını süratlendirir. Şayet hesab arka arkaya veya birbiri ardından gelmiş olsaydı o vakit hesapta acele etmezdi. Öyle ise yüce Allah hesap görmede süratlidir.

Büyük bilginlerden biri, benim Fatiha suresi üzerindeki konuşmamın üzerinde durarak bana: Senin Allah'ın Serîü'l-Hisab adına ilişkin an­lattığın örnek çok güzel diye konuşmuştu. Ben de bu konuşmayı unut­muştum. Bu sebeple onun sözüne güvenerek bu konu üzerinde açıklamayı kısa kestim. Bu konuda bundan daha geniş bilgi isteyenler tarafımdan açıklanan Fatiha suresinin zahiri tefsirine değil mertebeler diliyle olan Halîm adının şerhine göz atsınlar. [55]

 

EL-HALÎM

 

Bu azametli ad hakkında her üç İmam fikir birliği içindedirler. Nite­kim Bakara suresinin 199. ayetinde “Allah affedici, vakarlı ve sakindir”[56] buyurulmaktadır. Lügatta hilm adı, yanı vakar ve sükunu ca­hilliğe, bir yönden de suç işleyenden intikam almaya yüklemektedir, ama gerçek dedeğimdir. Bunun durak yerleri doğruluktur. Zira kılıç, sesin çıktığı yere yönetilmediği gibi aksine de yöneltilmez. Ama Hak Teâlâ’nın kavli, kulunun işine karşı onun ameli olmaktadır. Belki de cehaletinden dolayı onu intikamcı görmüştür. Fakat bir bilgi üzerine onu öğrenmiş ol­saydı bu sahibinin vakar ve sükun, yanı hilim sahibi olduğunu, belki de bir lütuf olarak hüküm sahibi olduğunu anlamış olurdu. O zaman cezayı hak ettiğine inanmış olurdu. Fakat bunun aksi de olur. Kendisi güzelce ve lütufia karşılanır ki bu da amelinin hakkı olup, bunun sonucu olarak bağış ve ihsandan başka bir şey almaz. Hak Teâlâ cezayı hak edenin, ceza üe temizliği üzerinden kaldırmış olsa o şeyi kendi yerinden başka bir yere koymuş olurdu, İşte bu bir zulümdür. Ama yüce Allah kullarına karşı za­lim değildir. Yüce Allah'ın gerek cezası gerek affı her ikisi de hilmdir. Yanİ bu yüce adın vakar ve sükunetinden neşet eder. Zira hilm yani vakar ve yumuşaklık hakikat yönünden ona uygun ve doğrudur.

Yüce Allah'ın fiili de doğruya tecavüz etmez, ama muhalifin itikadına göre olmayıp, tefsire göre Halim'dir. Bunu öğrenmiş olursan ilâhî isim­lerinin tümünün yüce Allah'ın Halîm adına girdiğini anlamış olursun. Bu adın uygun durakları, doğruluklarıdır. [57]

 

EL-HABİR

 

Bu adın ilk gelişi Bakara suresinin 233. ve 234. ayetlerinde şöyle geçmektedir: “Allah'tan korkunuz! Şunu biliniz ki Allahü Teâlâ yaptıklarınızı görmektedir, Allah yapmakta olduklarınızdan haberderdır.”[58]

Bu ad hakkında her üç İmam da aynı görüş ve kanaati pay­laşmışlardır. Yüce Allah'ın bu iki ayetteki gerek Basir gerek Habir sözleri bilgisinin vasfıdır. Keza haber alma keyfıyyeti batınî ve zahirî olarak örtülü aklın dayanağıdır. Hak Teâlâ Mülk suresinin 14. ayetinin başında “Yarattığını bilmez olur mu?[59] buyurduktan sonra, aynı ayetin sonunda “O Latiftir, her şeyden haberi vardır.”[60] Buyurmaktadır. Buradaki lütuf sözcüğünün anlamı, bütün bilgileri sağlamca kav­radığının bir işareti olup her güzel şeyi lütufla kıyam edip bu yola yönelmesinden ileri gelmektedir. Nitekim insanlar arasında da şöyle de­nilir: Filancanın idraki gayet güzel ve latifidir demek, o kişinin gizli mana­ların dalgıcı anlamını taşımaktadır ki, Hak Teâlâ bundan münezzehtir.

Zira, o örtülü akılların idraki nisbetinde kullarına hitab etmektedir. Bu sebeple onu lütufle anmak her şeyin hayrı olmasıyla münasib olacağı bilinmelidir. Şüphe yoktur ki, kayyumiyyet zatî vücuda sirayet ettiğinden, yüce varlığı zatî olarak bilgiyle kuşatılmış bulunmaktadır. Onun kayyumiyyeti her zat ve sıfata sirayet ettiğinden, fiillerin tümü ondan çıkmaktadır ve her şeye bir bilgi düşmektedir. O bir vasıta olmadan ve bir şeyden başka bir şeyi ayırt ederek bilmektedir. Zira yüce zatı, ilmi izhar etmiştir. Zatı da sayısız ilim ile birlikte, başkalarının ilmi de kendisinin malumu olan Habir, Sübhanehü ve Teâlâ'dır.

Bu böyle olursa onun mevcudiyeti eşyaları nasıl temizlememiş olur? Mevcudiyeti ise nurdur, bu nur da izafidir. Zira zulmet onu idrak edemez, yani ona yetişemez, aydınlık sofrası ona nasıl yetişebilir? Öyle ise bu kesin olarak ademdir, yani yokluktur veya ademi bir selbdir ki, bütün hal ve tavırlarda, bunlar değişmezliğini korur. Ama değişmeyen adem ile selb edilmiş olan nesebin vücudu zihnidir. Zihni şekil ve suretler ise vücudun yok olmayan zihninde, zihnin düşündüklerini bulmuş oluruz. Zira zihnin kendi bilgisi dışında harici mevcudatı bilmesi mümkün değildir. Yalnız şöyle denir: Evet biz bilgimiz dışında bir şeyi tasavvur ediyoruz, denilir. Zihnin haricî mevcudatı bilmesi yönünden kabiliyeti bu olursa nesebi ad­emin ne olduğunu nasıl bilir? Öyle ise karanlık aydınlığa yetişemediği gibi nur, yani aydınlık, zulmeti yani yüce zatiyeti idrak edebilir. O herşeyi ayni idrakla idrak edebilir. Hangi hayır ve idrak onun hayırlı idrakinden daha azametlidir. Zatını idrak eden, zatiyeti ondan yok olmaz. Ondan da bir şey yok olmayan Habir adındaki Süphanehü ve Teâlâ'dır. [61]

 

EL-KÂBIZ

 

Bu adın ilk geçişi Bakara suresinin 245. ayetindedir: “Yüce Allah her şeyi dilediği gibi sıkıp darlaştınr, dilediği gibi yayar ve genişlettirir”[62] Yukarıda adları geçen her üç İmam bu isim hakkındaki düşünce ve kanaatlarında hemfikir olmuşlardır. Keza bilginlerce bu adın anlamı el-Mâni' yani men eden veya yasaklayan, dilediğine mani olan an­lamına gelmektedir. Burada tutuculuk anlamı vadır. Hak Teâlâ Mülk suresinin 19. ayetinde de: “O kuşları havada tutan, ancak Rahman olan Allah 'dır”[63] Buyurmaktadır.

Âyeti araştırırsan, bunda mani olma keyfıyyetini görürsün. Bu da yüce Allah'ın Mâni adından kaynaklanır. Bunun da çıkış yeri Allah adıdır. Çünkü imsakda, yani tutma olayında Zatî rahmet ve yumuşaklık bulunmaz. Rahmet yumuşaklık ve genişliktir. Kabz yani mani olma veya yasaklama keyfıyyeti, genişlik ve yumuşaklığın zıddı olup Rahman adının hakikatinin zıddıdır.

Hak Teâlâ’nın yukarıdaki ayette açıklanan kuşları havada Rahmân’ın tutmasından Rahman adının muhtevasının merha­meti ihtiva ettiğini ve bunun özel bir imsak olduğunu anladık. Yukarıda anlattığımız gibi imsak, temizliğin tam kemal mertebesine gelmesidir ki, bu da rahmetten başka bir şey değildir. Sizlere bir örnek verelim:'Rahim­lerde çocuğun tekevvünü, yani oluşması ve bunun devamında oluşan canlılığın diğer azaları oluşturduğunu görürüz. Genelde yumuşaklık arttıkça, acı ve azab görülür, İşte bu azab imsak gereğinden yani kabzetmek keyfiyyeti oluşum için bir rahmet sayılır. Rahimde oluşan azalar gereğinden fazla büyüseydi, hakikaten bu hatırı sayılır bir azab olurdu. Keza bu oluşan cenin insan azalarından başka bir şekilde tekevvün etseydi bu yine rahmet olmayıp azab olurdu.

Şayet o vücudun kendi yaradılışı kaderin hikmeti olarak artmış ol­saydı keza bu da rahmet olmamış olurdu. Bu oluşumdan vücud bulacak fazlalıklar ve vücuddaki maddeler tümüyle Rahman, Rahim adına men-sub olsaydı bu rahmet olurdu. Bu tefsirden anlaşıldığına göre imsak, Rahman adına dönmektedir. Ama bu ad Kadir adına tutunsaydı ve ku­drete tealluk eden o mevcudun vücûdî tekemülleri fazlaca olsaydı, o zaman Kadir adının kudreti ile Kâbız âdı mevcudatın olgunluk ve tekamülünü te-miz ve pâk etmiş olurdu. Öyle ise imsakât makduratm (varlıklar) tam­amıdır. Kâbız adı zatına göre Rahman adının itibarıyla kendisini izleyene göre Kadîr Sübhanehü   ve Teâlâ’nın maddelerinden olurdu. Dolayısıyla Kâbız adı zatî olan Allah adıyla Rahman adına dönüşmüş ol-afak kudretini tamamlayana kadar Kadîr adını almış olurdu. Bunda ne ölçüde yasaklama bulunduğuna gelince, buradaki Kâbız adı bizatihi ken­dinden Mâni' (pili) adını almış olur.

Bunun için verici anlamına gelen Mu'tî adı, kudreti yayıp genişletir. Mâni' adı ise kudreti sıkıp daraltır. Öyleyse Kâbiz adını el-Kâdir adı kullanmış olursa Rahman adı bununla genişleyip yayılır. Şayet Kadir adını Mâni' adı kullanmış olursa, bunda Rahman adından ancak yasakla­ma gerçeğini yapacak olan özel bir rahmet bulunur ki bununla yalnızca başkasının gerçeğini temizlemiş olur. Diğer yönden Rahman adının gerçeğinden başka bir şey olmamış olur ki, Mani adının bakiyyeleri Rahman adına değil Allah adına dönmüş olur. Bu iki isimde yani Allah adıyla Rahman adı Zâti adları gerçeğiyle değil tekevvünleri itibarlarıyla yanlarında bir şey olmadan tek bir zata dönmüş olur. [64]

 

EL-BÂSİT

 

Yüce Allah'ın bu adı tilavet tertibinde ilk kez Bakara suresinin 245. ay­etinde “Yüce Allah dilediği her şeyi daraltır ve genişletir”[65] buyurulmaktadır. Adları geçen üç İmam da bu ad hakkında fikir birliği etmişlerdir. Bilginler bu adın vakitli azıkları dağıtan bir mekân olduğu üzerinde durmuşlardır. Ayrıca daha yaygın olan ve zevk ehlince bu adın Kâbız adının karşılığı olacağını, manaca aynı isme döneceğini ve sözü edi­len bu   mertebelerden Bâsıt adının anlamlarının anlaşılacağını söylemişlerdir.

Şunu bil ki güzellik âlemi Basit adına girmiştir, İşte bu makamdır ki Hazreti İsa (Allah'ın selamı üzerine olsun)  müşerref olmuştur.  Do­layısıyla Hazreti İsa güzellere bakmazdı. Rahman adını istila eden intikam adlarını hiç bir şekilde kullanmazdı.

Yüce Allah'ın Basit adı icatların başında ve ortasında Kadir adından yardım almaktadır. Şayet sen Kâbız adını sonuna kadar ele alırsan, maksad ve gaye üzerinde durduğunda Kâbız adı memnuniyyeti teaddi olarak icadların tamamlanmamasından Kadir adına verilmiş olur. Veren zat an­lamına gelen Mu'tı adı Bâsıt adına ve yasaklayan anlamına gelen Mâni1 adı da Kâbız adına verilmiş olur. Güzellik alemine yardım eden Bâsıt adı olduğuna göre, aynı zamanda Kâbız adı da güzellik alemine yardımda bu­lunmaktadır. Bu iki ad karşılıklı bulunmasından, bunların her ikisinde Kemal çevresiyle Cemal yani güzellik çevresini bir arada toplamış olur. İşte Allah'ın selamı üzerine olsun Musa Peygamber'e şeref veren bu ulu makamdır. Bu iki çevreyi karşılaştırdığın takdirde, burada Musa Peygam­berin fiili ile İsa Peygamber'in fiili karşılaşmış olur. Anlatıldığına göre Musa Peygamber sözü ile yani “nefislerinizi öldürünüz” buyruğu ile kendi cemaatinden 70 bin kişiyi öldürmüştür. Hazreti İsa da “şayet biri yüzünüze bir şamar atarsa öteki yanağınızı ona doğru çeviriniz” buyurmuştur. Dolayısıyla intikam adları Celâl makamı olan Celil adından gelmektedir. Bağış anlamına gelen tn'âm adı da Celâl makamında olan Celîl adından gelmektedir.

Bu da kemâl makamı ile Recâ' adlı galebe ehlinden olan iki hu­zur çevresine aittir. Bu iki çevre tam hazırlıkları ile yüce Celâl adına bak­maktadırlar, İşte bu iki taife Abbad ehli olup Allah'a sürekli ibadet ve itaat eden tasavvuf ehlidir. Zira korku ve rica bunların sıfat ve vasıflarından değildir. Çünkü recâ hırs ve tamahdır. Mutasavvıfların mücadelesi tamah ve hırsı nefislerinden çıkarmak, atmak veya ayırmaktır. Çünkü hırs ve ta­mah ahlakın kötüsü ve hor görülenidir. Korku ise nefislerinde mallarına karşı cimrilikten uzaklaşma korkusudur. Bunların her ikisi de ahlakın en kötüsüdür.

Ben bu sözlerimle mutasavvıfları kast etmiyorum. Tasavvuf mak­amında bulunacak bir kimsenin bu mezmum kötü ahlakı atıp güzel ah­lakla sıfatlanmış olması icab etmektedir. Bazı kimseler güzel ahlakın kötü ahlakı atmak, güzel davranış ve bağışlarla karşılaması vehmine düşerler. Halbuki bu böyle değildir. Çünkü bu durum cemal yani güzellik mak­amına ait bir husustur. Mutasavvıf ise nefsinin tezkiyesiyle uğraşmaktadır.

Cemâl çevresi olan Kemâl ve Celâl çevresi aşılırsa mutasavvıf bir kim­sede nimetlenme ve intikam oluşmaya başlar. Fakat bu nimetlenme başıboşlukla nefsine yardımından olmadığıdır. Bu sınırdaki makamda olan oturmasını ve ikamet etmesini emreden olup, bu sebeple orada bir buyrukla oturup ikamet ettiğinden artık kendisinde hiç bir korku ve endişe kalmamış olur.

Nitekim Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz hakkında söylendiğine göre, nefsinden hiçbir zaman intikam almamıştır. Ancak nefsi Allah'a karşı hürmette kusur ederse o zaman Allah için nefsinden intikam alırdı.

Mutasavvıf ile gerçekçi veya inceleyici zatlar arasındaki fark birbirine fiilen eşit ve denk olursa o zaman hakiki kemal çevresini müşahede ederek onunla tahakkuk eder. Mutasavvıf ise bir örtü altında yüce Celal ta­yfından kuşatım altında bulunmakta ve bununla gerçeklenmiş olmak­tadır. Demek oluyor ki Mutasavvıf cemal ve celalden bir kısmet ve nasibi bulunmakta, bunun her ikisini inceleyen ve buna malik olan veya makama varan her yolcunun kısmet ve nasibi bu olur.

İşte anlattıklarımız bu suretle elde edilir. Zira anlattığım gibi bu makamlarda İn'âm adının yazarına ait bir hususiyyet yoktur. Bu, Bâsıt adına ait olup Kâbız adının ahkamı ile karşılaştırmak içindir.

Şunu bilmelisin ki günün başlangıcı güneş zevale erişinceye kadar Bâsıt adına aittir, zevalden sonra günün geri kalanı güneş batıncaya kadar Kâbız adına aittir. Daha sonra Bâsıt adı işin başına geçerek batini husus­ları yaymak, insan gücünden, hayat hokkasından ve nebat gücündeki batini hususları tabii olarak yayıp sermeye başlar. Bu yayılma ve genişlemeden zahiri olarak şeyler, batini olarak da gündüzleri zevalden gece yarısına kadar hareketler olur. Daha sonra Kâbız adı batini hususlara el koyunca, Bâsıt adı geceleri Bâtın adına yardımda bulunur. Gündüzleri Zahir adının yardımcısı olur. Burada Kâbız adı da aksine hareket eder.

Daha sonra Bâsıt adıyla Kâbız adı aralarında bir seneyi nisbetle bölüşmüş olurlar ki bu bölünme aralarındaki nisbet tafdîlî olup, icmali bölünmelerde ise kış mevsimi ile ilkbahar mevsimi Basit adının olur. Zira bu iki mevsim icad çevresi olup bu da yayılma ve genişlemedir.

Bu konuda İbni Abbas'ın Hak Teâlâ’nın buyruğu ile ve ayetleri hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır: “Rızkınız göklerdedir” sözcüğünün anlamı gökten inen yağmurdur ki bu kış alemidir. Cenabı Hak bununla rızkı yayar ve genişletir. Keza bahar mevsiminde de yaratma hükmü zahir olarak yayılır. Yaz ve sonbahar âlemine gelince, bu iki mevsim Kabız adının ale­minden olup meyve sairenin kış mevsimine kadar oluşmasını tamam­lamış olur. Bahar mevsimi ise, daha önce açıkladığımız gibi Kâbız adından olup, yaz ve sonbahar mevsimleridir ki oluşacak olan varlıkları tamamlamak içindir. Demek oluyor ki yaz ve sonbahar mevsimleri Kâbız adına ait olup, kış ve ilkbahar mevsimlerinin de Bâsıt adına ait olduğu anlaşılır.

Örnek olarak, şayet bizler, hayvanların kış mevsiminde daralmakta olduğunu ve bunun Kâbız adına ait olduğunu söylersek, cevabımız şöyledir: Bunlar eşyalarda olur. Zira isimler aleminden her âlemde bir âlem bulunmaktadır. O da her şeyin içinde bir şey bulunmaktadır. Bura­daki hüküm çoğunluğun hükmüdür. O zamanlarda Âlem, en çok hükmü zahir olan ada nisbet edilirdi. Ondan daha aşağıda olanlar kendi içinde katlanmış olarak kalmış olur.

Şunu bil ki, hayvanı ömürler özellikle insana nazaran ömürleri ya az olur veya onlardan uzun olur. Yaşın değişikliğine göre ilk büyüme yani yetişme yaşı duraklama yaşma kadar Bâsıt adının etkisindedir. Daha son­ra duraklama yaşından kişinin eceli gelinceye kadar Kâbız adının hükmü altındadır. Her ecelin bir kitabı yani yazısı vardır, her kitab ve yazının da eceli vardır. Ecel ise Kâbız'a aittir. Kâbız ve Bâsıt, Hay yani canlı adım vermektedir. [66]

 

EL-HAYY

 

Yüce Allah'ın bu şerefli adı ilk kez Bakara suresinin 255. ayetinde geçmiştir: “Allah'tan başka ilah yoktur. O canlıdır, ölümsüzdür ve kayyumdur.”[67] Daha önce adları geçen üç İmam aynı görüştedirler. Bilginler ise bu ismi iki yönlü tefsir etmişlerdir. Birincisi beka, yani faniliği olmayan, diğeri ise manaca Yüce Varlığının İnsanların ölümleri haline benzememesidir.

Şüphe yok ki bu uyuklamamayı taleb eden bir iştir. Bazıları da şöyle der “et-Tehiyyâtü li'llâhi” demek, Allah'a hayat ve yaşam ta­lebidir. O'nun yaşamı yukarıda açıklanan iki itibarla gerçekleşir. Zevk eh­line göre onlarda hayat vücudun en önemli sıfatlarının hususiyyetlerini arzulamasıdır. Hayatın anlamına gelince bir açıdan tekevvününde zem olmayan vücudun vücudiyyetîdir. Bundan dolayı her hangi bir şey vücudıiyetle sıfatlanırsa o şey canlıdır. Şayet vücudu kuvvetli ise hayatı da o nisbette daha kuvvetlidir. Çünkü her hayat o vücuda bir hayattır. Vücud ise en şerefli mevcuttur. Mevcud ise vücudun kusursuz kemal bul­muşudur. Burada kemal ve şeref vücûdî gerçeğedir. Bu sebeple hayat, inanış ve itikadların sonsuzluğuna dayanmaktadır. Burada hayat Rahman olan Süphanehü ve Teâlâ'nın vücuduna tabidir. Şayet yaşamı şiddet ve hiddet üzerine olsaydı, hayattan kaybı kadar yaşama süresi de ek­silmiş olurdu. Ben noksanlıkta demiyorum, hayat fazlalıklarla değişmesi gerekirdi. Vücuttaki noksanlık veya eksiklik ancak kendi tavır ve halleri içinde olur. Bu da kemal ve olgunluk şartıyla yahut şartın kemaliyle ol­maktadır. Keza asla eksik olmayan o kemalin şartıyla olmamasıdır. Öyle ise hayatın değişikliği kemalatm sıfatlarından olan el-Hay adı canlı ola­rak Bakî olan Allah'ındır. Kâinatta bütün mevcudat canlı ve konuşkandır. Şuhud ehlinin merhametini bilen vücud konuşur. Şayet vücud konuşursa o vakit toplum ve konuşan her canlı vücudun konuşmasını dinlemeye ih­tiyaç hisseder. Zira vücud tümüyle konuşkan ve canlıdır. İşte o yüce zatta canh olup ondan başka bir ilâh yoktur.

Şayet hayatı beka anlamıyla tefsir edecek olursak, baki olan ne varsa canlıdır. Şayet vücud bulduğu canlılık tavırlarından ve durumdan ayrılırsa yine canlıdır. Vücudun maddesi ise, kendi maddesi suretinde kalır. Çünkü madde bir suretdir ki beka müddetince ona hayat vermekte­dir. Bundan başka bir suret yoktur. O maddenin tek olması veya başka bir maddeye karıştığı takdirde, o surette uygun ve münasib bir mertebede hayat onda baki kalır.

Şunu bilmelisin ki, suretlerin kişiden ayrılmasıyla ölüm tahakkuk etmiş olur. Zira suver dediğimiz resimler ademî (yokluğa ait) olduğu gibi, ölüm de ademî olup yoklukla yakınlaşmıştır ki o da suretlerdir. Ama re­smedilen gerçeğin vücududur. Bunun da sıfatları vardır ki adları mahcub (örtülü) hisler ve resimlerdir. Vücuttaki resimlere gelince o da vücûdî bir haktır ki nisbeti zatî resminin yokluğudur. Bu itibarî olup müşahid ol­mayanın onu idrak etmesi cidden çok zordur. Bunun hakikati ise mevcu­dat arasındaki Berzahiyyetdir, yani dar geçittir. Benim bu hususta bir kaç beytim var. Müellifin bu şiirinin Türkçesi şöyledir:

Berzahı anlamı ebedi değildir Ahkamı ancak kendinde zuhur edene­dir.

Söz onun hazırlıklarıyla karşı gelirse Aynalarında benim söz ve nefsi­mi görür Ama basiret gözleri hasta olanın Bazı şeylerin nurları onu kör eder Bununla sarhoş olursan Ey Uyanık Onun sarhoşluğuyle aşık olursan uyanırsın

Çünkü o aklı uzaklaştırıp bununla tesbit eder Ancak bununla değildir yükselmen Berzah dediğimiz iki deniz arası olup Onu şehadete davet eder bu davetçi arasında dolaşarak ademi beğenir iki vücudu ademde yürütür bu bir başlangıçtır Bu ikisinde oğul yok ki onu bağışlasın onu ihtiva eden zat onu ihtiva eder O zaman vücud onunla birleşmenin anlamı olmaz Bir yaylım ki an­lamını o vermiş Bunun çokluğunun meyvesi olmasaydı Çoğalmadan tek kalırdı görenin gözünde olur Ona onun gözüyle değil iki gözle bakmalısın Onda bir çoğunluğun es­erini bulamazsın. Hayatın hal ve tavırlarının tümü onun beklentileridir. Hayatın bek­lentileri de yüce Allah'ın Hay adinindir. Bunun anlamında itibari üç yön vardır. Bunlardan biri, ölümün karşılığı olan hayat, ikincisi, ölümden re­simlere idrak gücü isteği; üçüncüsü ise hiç bir şey arzu etmeyen, hiç bir şeyle karşılaşmayı istemeyen hayatdır ki işte bu birinci yaşamda uzun gec­eleri olan sermedi hayattır. Diğeri ise kendi zatında olan istekdir ki o da başlangıcı ve sonu olmayan Sermedi bekadır. Saydığımız bu üç itibardan birincisi, Arştan döşeğe kadar mevcudu kapsar. Mevcuttakilerle birlikte idraka çalışan ve bunun arasında değişik açılardan hayat ve ölüm bulu­nur. Zira bir hayvanın ölümü bitkinin ölümüne benzemez. Keza farklı derecedeki fanilerin ölümleri bitki ölümlerine benzemez, ikincisi, değişik manalarda olan ve İçinde rübubiyyet ve ubudiyyet olan adların ve sıfatların hayatıdır. Üçüncüsü, hayat nevinden sözünü ettiğimiz tüm hayatdır ki ancak zâti tecellilerle aklın idrak edemiyeceği ve takdir edemiyeceği özellikleri vardır. Ne var ki Yüce Allah'ın canlı anlamına gelen Hav adı anlatıldığı ve anlatılmadığı yönleriyle gerçeğe şümulü vardır. Şayet yaşamın nefsini çeşitleriyle ele almış olursak, dünyanın ömrü içindekilerle birlikte çok az olurdu. [68]

 

EL-KAYYÛM

 

Bakara suresinin 255. ayetinde “Allah'tan başka ilah yoktur, o canlıdır ve kayyumdur.”[69] buyurulmaktadır. Sözü geçen İmam­ların hepsi isim hakkında aynı kanaattedirler.

Mücahid der ki: “Kayyum demek, her şeyiyle kıyam eden yani ayakta duran” demektir. İbni Abbas'tan rivayet edildiğine göre, Kayyum, hiçbir zaman zeval bulmayan anlamına gelmektedir. Dahhak, devamlı kıyamda bulunan zat der. Rebî' bin Enes: Kayyum, bütün nefisleri rızıklarıyla mu­hafaza eden ve hazır tutan anlamına gelir der.

Gerek Ebu Cafer'in, gerek Mücahid'in yorumları güzeldir. Zira Hak Teâlâ kendi nefsinin her şeyi kullarının rızıklarının muhafazası ve müdafaasıyla kaim olacağını vasf etmiştir. Mesela araplar şöyle derler: Fi­lanca bu beldenin işiyle kaimdir. Yani filan bu beldenin her şeyiyle sorum­lusudur anlamına gelir.

Şüphe yoktur ki mevcudatın tümünün içindekilerle birlikte ve onların işleriyle, rızıklarıyla, amelleriyle, istekleriyle, işleriyle kıyam edip uğraşmaktadır.

Mevcudatın işleriyle kıyam etmek, sonu olmayan nihayetsiz bir kıyamdır. Zira kıyam O'nun yüce buyruğuyle sonsuzlaşmaktadır. Özellikle burada zatlarla sıfatların sonsuzluğu anlaşılmış, Hak Teâlâ yalnızca mevcudatın rızıklarıyla ve bunların muhafazası ile uğraşmamakta, diğer yönden mevcudatın zatları ve sıfatlarıyla, da uğraşmaktadır, ilim yönünden alem ebedî olarak ele alınmamalıdır. Hak Teâlâ Kaf suresinin 15. ayetinde: “Belki onlar kendilerini yeniden yarata­cağımızdan şüphe ederler.”[70] Buyurmaktadır. Hak Teâlâ her yenilikde ve yenilenmekteki kıyamını bilmektedir. Bu kıyam il­gili olduğu varlıklarla birlikte sürekli kendilerini yenilemekte veya nefsiyle kıyam ettiğinden onunla birlikte her yenilik kıyam etmiş olur. Herhangi biri veya bizler onun için yenilemenin ve yeniletmenin imkansız olduğunu söylersek cevap şu olur: Onun için yenilemek ve yeniletmek söz konusu olmayacağına göre, öyle ise yenilik nerde olur ve nerdedir?

İlminin anlayışı bu anlama gelmektedir. Hak Teâlâ'nın hiç bir şeyi yeni­lenmez, yenilik sabittir. Bu ciheti anlamak iki asıl kökü bilmekle olur. Bu asıllardan biri, zatın vahdaniyyetidir; diğeri, sıfatların nevileridir. İşin başında terakki ehline Hak Teâlâ'yı bildiren onun Kayyum adıdır. Bu te­miz adı öğrenmenin başlangıcı Kayyumiyyedir. Fiillerde kayyumiyyetin ne olduğu öğrenildiği takdirde, terakki edenin gördüğü her fiilin Allah'ın fiili olduğunu görmüş olur. Bu suretle mevcudatın fiillerinin tavrından Kayyum adı kendini göstermiş ve anlatmış olur.

Göreni ilk etkisi altında bırakan şeyin mevcud olan fiilin Allah'ın kuvvetiyle yapıldığını görmesidir. Bunun için güç ve kuvveti Allah'a, fiili kula isnad eder.

Şayet Hak Teâlâ artan bir fazlalıkla kuluna tecelli ederse, o zaman fii­lin Allah tarafından yapıldığını görmüş olur. Bu görüş kendisinde özelleşmiş olursa fiilin yalnız Allah tarafından yapıldığını görür. Fiilden uzaklaşır. O takdirde kulunu ibadet halinde görmüş olur. Bunun failinin kendisinin olmadığını, böylece kendisini süsleyen güzel amellerinin itibari kalbinden düşmüş olur. Bu güzel amellerin ahiret gününde kendisine bir tahıl ambarı olacağını düşünür. Bu amellerin kendisinden çıkmadığı halde cezalardan dolayı umudunu kesmiş olur. Zahiri olarak amellerinin meyvesini kaybetmiş olursa, o zaman bunun failinin Hak olduğunu görmüş olur ve aynı zamanda elde ettiklerinin, kayıplarından daha yüksek olduğunu anlar.

Diğer yönden kayyumiyyetin görünmesi fiillerle tesbit ve tayin edil­miş olur. Bazı suretler onu yanıltabilir. O takdirde Hak Teâlâ'nın o fiili kuvvetlendirdiğini görür. Şayet sadece failin olduğunu görürse, o zat kayy­um çevresinden daha üst bir makam çevresine geçmiş olur ki söylediklerimiz böylece ortaya çıkar. Zira kayyumiyet kayyum adının daha üstündekilerden doğmuştur. Bu da bir fiilin vahdaniyetidir ki Hak Teâlâ’nın tasarrufu ve teferrüdü içinde kalmasını icab etmektedir. Kayyumuyyetin hükmü fiili kendisinden selb eden zatla fiilin bizatihi kendisi arasında sabit kalmış olur. Kayyumiyyet kendisinden alınmış olsa da bu ful zahiren görülmüş olsa da zattan başka birine nisbet edilemez. Burada fiilîn bu zata örtü altında veya keşfen, yani kendini göstererek bağlanıp selb edildiği cüzi bir görüşle anlaşılmış olur. Ne var ki bu fiilin selbîni ke­sinlikle iktiza etmez. Bundan anlaşılan aralarında bir bag bulunma­masıdır. Bu bağ kayyumiyet olup, ferdaniyyet halinde fiilin maliki olan Kayyum adının kısmet ve nasibi olur.

Şayet vahdaniyyetin sıfatını görmek için yükselmeye devam ettiği tak­dirde Kayyum adının kısmet ve nasibi ayrılmaya kalkar. Zattan bu sıfat bütün teferruatıyla selb edildikten sonra Hak Teâlâ'dan ayrılır, İşte zata fânilik tedrici olarak geldiğinde yok olmanın başlangıcı anlaşılmış olur Fanilik tedrici olarak değil birden gelirse, dönüp şöyle konuşabiliriz. Resmi görende izi kaldığı sürece kayyum adının kısmet ve nasibi kayyumiyette baki kalır. Şayet fanilik canlandırılmış, yani diriltilmiş olursa Kayyum adının hükmü yükselerek ortada baki kalan yalnızca Bİr olan Samed adı kalmış oİur. Hak Teâlâ bu konuda: buyurmuştur. Zira ahadiyyeti samadiyyet izler.

Şimdi yüce Allah'ın Kayyum adına dönelim. Onun hüküm ve salta­natı üzerinde hicab hükmü olsa da bu hüküm bütün mevcudata şamildir. İşte bu hüküm Hakla halk arasındaki bağı oluşturmaktadır. Bu da ince ve sağlam bir ipliğe dizilmiş akim cevherlerine benzemektedir, iplikte sağlamlık olmasaydı cevherler tamamen dağılmış olurdu, İşte vücuddaki kayyum mertebesi budur. Dolayısıyla bir kimse şöyle demiştir: “Gözüme ilişen her şeyde ancak Allah'ı gördüm.” Bu öyle şiddetli bir görüştür ki, sülük ehlinin ilk yolculukta geçtikleri yol bu yoldur. [71]

 

EL-ALİY

 

Bakara suresinin 255. ayetinde Hak Teâlâ: “Yüce Allah bütün varlıkları korumakta güçlük çekmez, o ulu bir zattır.”[72] Buyurmaktadır. Bu adın anlamında her üç İmam aynı düşüncede birleşmişlerdir. Bilginler ise, bu adın anlamının iki yolu vardır derler. Bunlardan birinci yol, Allah'ın bütün ulvî ve güzel sıfatlarında bir eser olduğundan onun hakkında mekânın ulviyyetini men etmiştir. İkinci yol ise, “Hak Teâlâ'nın buyruğunu zahiren yükümlülüğünü taşıyanlar Arş mekanının yüksekliği açısından Âli olan Allah'dır” demişlerdir. Birinci yoldakiler “Bir mekan yoktur ki yüce Allah'ın onda varlığı olmasın” derler, ikinci yolculuktakiler de bunun ak­sini düşünürler. En doğru düşünenler yukarıda iki taifenin düşünüş ve konuşmalarına itiraz etmenin doğru olmayacağıdır. Bu itirazın bırakılmasının dahi mertebeleri bulunmaktadır. Bunlardan birincisi “Kulların mertebesidir ki, kullar Rableri olan Hak Teâlâ'ya ibadetle uğraşanlardır ve bu işe fazlaca dalmak istemeyenlerdir. İkincisi ise, muta­savvıfların mertebesidir ki, bunlar edeb ehli olduklarından Hak Teâlâ'yı görmeden onu herhangi bir sıfatla vasfetmeyi arzu etmeyenlerdir. Kendi düşüncelerine göre onu olduğu gibi kabul etmektedirler, başkaca bir itiraz­ları bulunmamaktadır. Çünkü bu gibiler doğruluğa ışık tutmaktadır. Üçüncüsüne gelince, Muhabbet Ehlinin mertebisidir ki bu toplum sürekli vecd ve korku içinde bulunmakta, keza bunların da iki hal ve durumları

bulunmaktadır. Bunlardan biri Sevgilinin azametli celal ve şerefi bunları etkileyerek, onların küçülen akıllarıyla onun sıfatlarını görmeye çalışanlardır. Çünkü sevgilinin kendilerini ve gizli yönlerini gördüğünü bilmektedirler. Bir diğer halleri ise, Yüce Allah'ın müşahadesi yaklaşınca bunlar susuzluğun etkisi altında bulunurlar. Bu susuzluk halleri onlarda hırs ve tamah halini almış olur. Her gördükleri ve işittikleri töhmete karşı düşünce sınırını sabırla aşmış olurlar. O'nun azamet ve ululuğuna layık olan bir hal ve davranış içinde bulunurlar.

Bu suretle birinci taifede Hak Teâlâ'nın el-Ali adının anlamı, azametli, ikinci taifedeki anlamı dost ve veli demektir. Muhabbet Ehlinin üstündekiler ise, arîf kimselerdir. Bu öyle bir toplumdur ki, bunlar îlâhî isimlerden ancak gördüklerine inanırlar. Hak Teâlâ onlara tecelli etmeden hiç bir isim diğer ismi izleyerek kendilerine arz edilmez. Bu hal tecelliden sonra devam ederek isimler sıfatlarıyla ve fiilleriyle onlara arz edilmiş olur.

Yüce Allah'ın el-Aliy adı onlara tecelli etmiş olursa bu hal onlar için bir yakınlık sayılır. Bu yakınlık onları yok ettiğinde, o zaman onlar için bekada ululuk gerçekleşmiş olur. Bunlarda ululuğun zıddı olan fanilikler vardır. Bu yükselme bir mertebe olup zahir alimlerinin anlattığı gibi bir şey anlamına gelmemektedir. Buradaki Ali adı ölüm anlamına gelen Mümit anlamına gelmektedir. Bu manada “Allah'ı ölmeden göremezsin” diyerek çok fikir beyan edenler olmuştur.

Tarikat ehlinin konuşmalarında, ezmek, gidermek, silmek, mahvet­mek gibi lafzî konuşmalar bulunmaktadır. Buna örnek olarak, bu gibiler Allah'ın Aliy adını mülahaza ettiklerinde ve bu ad kendilerine Galib adıyla ve anlamıyla tecelli etmiştir. “Allah işinde galiptir” ayeti bunun misalidir. Yalnızca (El Ali) adının anlamını mertebî veya cismânî olarak mülahaza etmek isteyenler, her zaman onu bulmuş olur. Çünkü bunu görenler Aliy adının Muhit anlamına geldiğini beyan ederler. Her şeyin bir adı olduğunu ve her şeyde o şeyin bulunduğunu öğrenirsen Yüce Allah'ın (El Azîm) adının kudreti kendini göstermiş olur. [73]

 

EL-AZÎM

 

Hak Teâlâ Bakara suresinin 255. ayetinin sonunda “O yüksek ve aza­metli bir zattır.”[74] Buyurmaktadır. Bu ad hakkında her üç İmam aynı görüştedirler.

Bu isimdeki azamet; akılların erdiği ölçüdeki büyüklük manasınadır. Ama tevhid yönünden büyüklük bir başkasına karşı kendini büyük görenle birlikte olması iktiza etmektedir. Çünkü kendisinin yanında bir başka biri bulunmamaktadır. Bu büyüklük kendisinden değil mertebeleri­nin hükümleri itibarıyla göstermektedir. Bundaki anlam, akılların kendi­sini idrak edemeyeceği bir örtü (hicab) altında bulunmasındandır. Bu açıkça bir azametdir ve bundan dolayı kendini azametli bir sıfatla göstermektedir. İş bu sıfatla kendini göstermesinin anlamı her şeye galib gelmesinden kaynaklanır. O zaman bu adın anlamı Gâlib “galebe eden” anlamına gelmektedir. Böylece Galib adı insanların nefislerinde, Rab adı kendilerinin kul olmaları açısından Yüce Allah'ın Ma'bud adı belirinceye kadar azametli olarak kalmış olur. Adların manası yönünden, onun hakkında, azametlidir, derler. Bunlar tümüyle ilim dilinde olduğundan onun azameti marifet diliyle kendini gösterir. Hak Teâlâ'nın Muhit adını gören, onun azametine şahid olan, onun güç ve satvetinin zuhuru karşısında hayretler içinde şaşkın bir halde kalır. Keza bu azametin ayetle­rini ufuklarda görenler, sanki cisimleri ve sonsuz bucaksız gök cisimlerini görürler. Onu azametli bağış ve ihsan ile göklerdeki sonsuz bucaksız aza­metli ufuklar görmüş olsa bunların kendisine uzanan bir tecelli olduğunu anlamalıdır. Nitekim Necm suresinin 8. ayetinde Hak Teâlâ “Sonra yaklaşıp aşağı sarktı”[75] Buyurmaktadır. Burada Hak Teâlâ cisimlerin ruhlardan üstün olduğunu göstermektedir. Buna delil olarak yukardaki ayettir. Burada gaybî şehadete hizmet ettiğini anlattığı gibi, batının da za­hire tabi olduğunu göstermiştir. Kendine göre başlangıçta ve ortalarda gaye ve maksadlar birer illettir. Belki de ruhların dış görünüşlerinin be­denleri mezç ettiğini görmüş olabilir, insan bedeni vücudunun tekevvün ve neşeti yaratanın nazarında azametlidir. Bunun maneviyyatı ile Azîm adı çıkmış olur. O vakit şahid ne şekil ve surette ve ne sıfatta olursa olsun, ilim suretiyle kendini göstermiş olsa da Adem oğullarının resimlerine ta'zimle karşılık vermiş olur. Bu böyle olursa ve bilerek kendini gösterirse, sahibinin gözünde yoklukda kaybolursa bu nasıl olur? Bekada nasıl sabit kalmış olabilir? O vakit şahid hakimleri, valileri, amirleri, padişahları, hülefayı, ilâhî bir ta'zimle veya ilâhî bir keşifle ta'zim etmiş olur. Yalnız yanında bulundurduğu bu ta'zim mertebelerini özel olarak bir taifeye veya bir mezheb ehline veya daha aşağıdaki mezheb ehline yöneltmez. Zira yanında bulunan melekleri onlardan daha üstün görür. Ancak yaratmış olduğu insan varlığı öncelikle diğerlerinden daha olgun ve mütekâmildir. Keza böylece bütün fiiller, sözler ve başka şeyler yanında kendini Zahir adının mertebeleriyle göstermiş olur.

Sonsuz bir maksad ve gaye ile aydınlıkların zuhuru sırasında görünmeden bu görüşü yarıp çıktığından insanlara kendini göstermeyerek, bir yazı neşretmeden ve katlamadan zahiren görüntüsünün gerçeğini halkm idrakinden batmen vermiş olur. Böylece bir diğeri zahirî tavırlara katılarak Batın adının sınırında yasaklamaya kalktığından Azîm adının beş duygu alanında bulunduğu görülmüş olur. O vakit bu mevcudiyyet, ruhu ye nefsi aydınlatarak Yüce Allah'ın Azız adı zihinlerin tasavvur ettiği uzaklıklarda kendini gösterir. Bunu böyle görenler, kendisiyle alakası olduğundan varhkda O'nun benzerini ve kere­mini görmüş olsa da bunun maruzatı zahiri oyalama olup böylece son­suzluğunun tükenmediği lüzumunu bulur.

Dolayısile gerçekçi yönden gafil olanlarla unutanları uyarır; bu sure­tle onun büyüklük hali ve tavrı itibarlı olur. Sonu gelmeyen sayısız ra­kamlarla yüce Bârî'nin azameti kendini gösterir. Bundan sonra sonu ol­mayan sayılarla onu adem (yokluk) izlemiş olur. Bu görüşler varlıkta vecd ehlî tarafından değil, akıl ve nakil ehli tarafından gelmiştir.

Hak Teâlâ'nın Azîm adının hükmü çoğunlukla Celal (Ululuk) eh­linde geçerlidir. Bunun zıddı da Cemal ehli tarafından geçerlidir. Hicâb aleminde bulunan kemal ve ta'zim ehli tarafından bunların her ikisi de birbirine eşittir. Bu eşitlik düşüncesinden talebeler mahrum edilmişlerdir. Bunun en büyük sebebi inkardır. Şuhud ehlinin bunun zıddı olduğunu gayet rahat söyleyebiliriz. Çünkü bu taife sevgiliden sonra ta'zimin o olduğunu görmektedir. [76]

 

 

EL-MUĞNİ

 

Şerefli bu ad hakkında İmam Gazâlî ve İmam Beyhakî aynı düşüncededirler. Bakara suresinin 244. ayetinin son kısmında “Biliniz ki Allah her şeyden müstağnidir, hamdü senaya layıktır.”[77] buyurulmaktadır. Ganiy mal ve mülkü olan zengine derler. Zaten zengin olanın başkasının yardımına ihtiyacı yoktur. Bu her iki anlamın nisbeti Hak Teâlâ'ya uymaktadır. Bu adın ikinci anlamı ise Ankebut sure­sinin 6. ayetinde Hak Teâlâ: “Yüce Allah alemlerden müstağnidir.”[78] buyurulmaktadır. Burada Mu'tı adı önce Muğni adına şehadet eder; çünkü bağış ve ihsan zenginlikten olur. Bu iki anlam doğrulanmak isteniyorsa şöyle diyebiliriz: Bizler ilk anlama göre dünya ve ahiret gerçeğinin içindekileri birlikte sahib ve maliki O'dur. Zira vahdaniyyet O'nun mülküdür. Öyle ise kâinatta mülk namına ne varsa O'nun malı ve mülküdür. Yalnız her bağış veya ihsan O'nun bağış ve ihsanı ise o zaman her veren O'na vermiş olur. Sadakaları alan da veren de O'ndan almış, O'na vermiş olur.

(Allah'ın rızası üzerine olsun) Muhiddin Arabî hazretleri bu konuda “Bir kimsenin yaşamında elleri kendisinden başkasına tecavüz etmesi bağışı ve ne de bağışlananı kabul etmez. Şayet her hangi biri nefsini bir örtü ile gizlemiş olursa ne hacibe ve ne de hicaba ihtiyacı kalmaz, zira bütün ihsanlar ve bağışlar ondandır.” demiştir.

Keza hissi gören veya duyan, ilmi görmüş ve duymuş olur. Mevcudat ise ilmin üstünü görür. Her makamın bir sözü vardır ki bu takdirde Mâlikü'1-mülk yani mülkün maliki veya sahibi adı zengin an­lamına gelen Ganiy adının gerçeğine girer. Öyle ise zenginlik, mülkü yüklenendir. Her mülk sahibinin elleri Allah tarafından bağlanmış olur. Ben el demek istemiyorum, Allah'ın eli demek, Hak Teâlâ demektir, zira her mâlik memlûkuyla birlikte O'nun mülküdür.

Şayet Vahdaniyyetin sultanı ve hakimi zuhur etmiş olursa, bu söylediklerimizden bir şey görülmez. Çünkü O vardı ve yanında bir şey yoktu. Zira zenginlik te bir şeydir. O'nun yanında ne zenginlik ve ne de başka bir şey bulunmaz. Bu itibarla Ganiy adı daha önce açıkladığımız gibi “Gerçekten Allah alemlerden müstağnidir.” buyruğunda ikinci an­lamla belirmiş olur.

Hak Teâlâ mahlukatı yaratmadan önce bulunduğu makamı şöyle ha­ber vermişti: “Ben bir gizli hazine idim, bilinmek istedim” Amma durak ehli hiçbir adı veya başka bir şeyi göremiyorlardı. Ama ikinci sefer yolcu­ları ise “O ne ise şimdi de odur” derler. Bunun anlamı da: O görünmez çünkü ona yetişilmez diye söz ederler. Yanlarında başkalarını gördükleri halde o bir yokluktur ona yetişilmez, yani akıl ve mantıkla dahi idrak edil­mez demektedirler. Ama vahdaniyyetin yakınlığı itibarile kendi yüce zatında her şeyin kâim olduğunu görüyorlar. Zira yüce Allah ezelî ve ebedî olarak alemlerden müstağnidir.

Hak Teâlâ'nın Ganiy adından istek ve dua: Ya sebbûh ve Ya Kuddûs denilerek yapılır. Onun Samed adını kuşatan Ahad adıdır. Samed adının tefsirine gelince; hiçbir şeyden korkusu olmayan, batmî korku ile anılan demektir. Bâtinî ve zahirî mertebede zengin adı ona münasib değildir. Çünkü O alemlerden müstağnidir ve kendisiyle onlar arasındaki nisbet aklen doğru değildir. Zira O bu nisbeti kesmiş bulun­maktadır. Şunu bil ki, ilim dili birinci manayı, tahkik dili ise ikinci ma­nayı tercih etmektedir. [79]

 

EL-HAMÎD

 

Bu adın ilk geçişi Bakara suresinin 244. ayetinin son kısmındadır: “Şunu bilin ki Allah her şeyden müstağni olup hamdü senaya layıktır.”[80]

Bu isim hakkında üç İmam aynı görüştedirler. Bunun anlamı ise, Yüce Aliah ihsan buyursa da manî1 olsa da hamdü senayı haketmiştir. Şükür ise, ancak ihsan ve bağışla olur. Allah izin verir ise bunun hakkındaki açıklama Şekûr adında gelecektir.

Ben Fatiha suresinin şerhinde Allah Teâlâ'ya ait olan hamdin ne an­lama geldiğini açıklamıştım. Zira hamd, bütün kemal sıfatlarının kendi­sine aidiyyeti itibarile kudsi zata dönen sıfatlar sonsuzdur. Öyle ise O'na ait olan hamdü senaların da sonu yoktur. Bunun sonsuzluğu da değişiktir. Bunlardan biri şahıslardan çok başka çeşitlerin sonsuzluğudur. Daha sonra mertebî senayla gerçeğin gerçeği olarak şükre benzeyen bir ifade ile insandan kudsi zata dönmüş olur. Şükür ile şükür edenleri sayıyla belirtmek isteyenler çoktur ve sonsuzdur. Çünkü onların şükür nevileri çoktur ve onlara ait bir husustur. Kullardan ona yöneltilen her güzel şey şükürdür. Kullarından şükür ile ona dönenlerde hamdü senadır.

Burada çok önemli dikkat gerekmektedir. Zira şükür hamd üzerine tertib edilmiştir. Ona şükür eden de, hamdü senayla yine O'na şükür etmek­tedir. Daha sonra O'nun verdiği nimetlere şükür etmek gelir. Bunda da Mün'im adının çevresi oluşmuş olur. Çünkü bu mecalde hamd ve şükür eden ve gerçeği konuşanın şöyle konuşması gerekir: Hamîd olan Hak Teâlâ'dır. Çünkü mevcud daima mevcud olarak mevcud olmayanı yaralayarak mevcud durumuna getirir. Öyle ise kemal vasfı onda mevcud olmuştur. Onda kemal olduğuna göre bunun için o hamd etmektedir, yani Hamiddir. Aksine olarak kendisinde bu sıfat bulunmasaydı O'na hamdü sena olmazdı. Bu suretle kendi mevcudiyetinin hamdini hakkı bulana tay­in etmiştir. Hamd etmek edebi bir sıfatın vasfıdır.

Hamidlik zuhuratı mertebelerinden vahdaniyet soyutlanırsa, o zaman kendi zuhuratına ve hamdinin ne gibi ihtiyaçlarına muhtaç olacağından şükür etmesi gerekir. Bu suretle kendisi hamd eden ve şükür eden bir zat olmuştur. Nitekim gerçek kendi zatına hamd ettiğini ve şükür ettiğini ifade etmektedir. Vasf edilen şey sıfattır. Şayet mertebeler birbirinden ayrılır ve onlara bir yönden de aksi olmadan Hamid adının gözüyle hamd ettiği itibar edilirse, o vakit yüce Allah'ın kullarına karşı Hamd ettiğinin anlamı anlaşılır. O vakit kendisi fail yani hâmid olmuş olur. Burada kendi kul­larından olan, kendisine ibadet edenlerden maksadı ise, kul ibadet edenden daha yaygın bulunmaktadır, iki anlam arasındaki fark ise, Hamid ve Mahmud anlamına gelmekte ve Hamîd'in bir benleri de Hâmid'dir ve bu anlama gelmektedir. “Elhamdülillahi rabbi'l-âlemin” sözcüğü ise, burada sonsuzluğa dek yeterli olup Hamid adının tümünün ve her birinin izafî gerçeklerindendir. Bu suretle Bakara suresinde bulunan ve sayıları 34 olan şerefli adların açıklanması burada son bulmuştur. Yüce Allah izin verirse Âli îmran suresinde bulunan ve sayıları 12 yi bulan ilâhî adların açıklanmasına geçelim. Bunlardan ilki (El Müntakim) adıdır. [81]

 

EL-MÜNTAKÎM

 

Bu isim ilk kez Âl-i İmran suresinin 3. ayetinde geçmektedir. “Allah güç ve kuvvet sahibidir, öcünü alan zattır.”[82] [83]buyurulmaktadır. İmamların üçünü de bu isim hakkındaki düşünceleri aynıdır. Rahman adına zatıyla girmemektedir. Çünkü Rahmet buna uymamakta ve onu reddetmektedir.

Bu adın Rahman adına girmesine örnek: Rahman adı bazı mevcudata rahmet yönünden büyük bir kuvvet vermektedir. O güç ve kuvvet mevcu­datı kuranla buluşmaya, şiddet ve düşmanlık ehline karşı direnmeye davet etmektedir, İşte bunda Müntakim adının anlamları şiddet ehlinin te­zahüründen çıkmış olmaktadır. Böylece bu ad şer'i, siyasi yahut herhangi bir yardımla sınırlanmış olur. Bu sınırı çizme işi ya yardımla yahut galib gelerek yapılır. Böylece şiddet ehli, Rahman adından yardım alarak kuv­vetli eller tarafından kahredilmiş olur. İşte bu da onlar için bir intikam olur. Bunun sebebi Rahmanı rahmetin kendilerine ulaştığından ileri gel­mektedir. Böylece anlaşılan şu ki özellikle askerler arasında geçen savaşlar ve olaylar Müntakim adından intikam almak için nasıl başlar? Bunun ash bizzat Rahman adına intİsabı olan Mün'im adından çıkmaktadır. İşte intikamı alan bu isimdir.

Bundan anlaşılan şuki, mevcut hâl ve tavırlarında vücûdî kuvvetlerin birbiriyle çarpışmasından ileri gelmektedir. Bu çarpışma denizdeki dalga­ların çarpışması, fırtınaların ağaçlan söküp atması, dünyanın sair yerle­rinde olduğu gibi, vahşi hayvanların kuşları ve sair şeyleri yemeleri, de­nizlerde balıkların birbirini yemeleri, yer sarsıntılarının bazı yer katmanlarını birbirinden ayırması bu ve buna benzer şeylerle birlikte, ve­him ve hayallerde, düşüncelerde oluşan ve çekilen elem ve acılar; bunların tümü Müntakim adının işidir. Ne varki kâinatta yerinde duran bir zerre dahi O'nun izni olmadan hareket edemez. Bütün bu hareketler yumuşak geçtiği takdirde O'nun ihsanından olur, aksine olursa O'nun intikam adından kaynaklanır. [84]

 

EL-VEHHÂB

 

Bu isim Yüce Allah'ın Âl-i İmrân suresinde gelen ikinci adıdır. Bu surenin 8. ayetinde “Zira hibe eden yalnız sensin.”[85] buyurulmaktadır. Üç İmam bu ad hakkında fikir birliği etmişlerdir. Vehhâb, karşılığını istemeden veren veya bağışlayan anlamına gelmektedir. Mu'ti adının anlam dairesi geniştir. Özellikle burada verenin vasfı açıklanmaktadır. Her ele geçen nesnenin bir yararı olacağı düşünüldüğünden gece ve gündüzleri, şümulü bulunan ve yağan yağmurlarda, elinde meyveleri olmayan ve denizlerden çıkanlardan yarar­lanmayanlar için bir mevhibe ve bağıştır.

Hak Teâlâ’nın hâl ve tavırları içinde her mevcudun vücudunu kalkındırmak, kendi haceti ölçüsünde kuluna olan yardımı O'nun min­netidir. Bu isim bizzat Rahman adındandır. Bu isimde, Allah'ın ad­larından değerler bulunmaktadır, özellikle her icad (yaratma) zıt adlara girinceye kadar her adm anlamı diğer bir adın anlamına girmeye devam etmektedir. Bu bağış belki de taşmakta olan fazlanın yasaklanması veya men için bir kıyama sebep olur. Bunun için bir şahsın kendi nimetinden bağış yapması gerekir. Kendisine hibe edilenler, yani aldığı bağış meyve­lerinin eksilmemesine yol açmaması için bu davranışı ile Mâni' adma karşı gelmiş olur. Belki de hibe ve bağış Vehhab adının şükürle birleşmesinden ileri gelmektedir.

Bu sebeple Vehhab adı fazlalığı davet ederek dünya ve ahiretle ebedi ol­arak bağlanır. Burada Rahman adı kendi işinin galibi veya Allah adları kendi işlerinin galibi olur. Adların itibarları yönünden mecalleri yapılacak ve yapacakları işlerden daha yüksektir. Şekûr adının ad­larının hükümleri bir hazine olarak bu isme geri dönmekle mevhibeler şükründe bir resim gibi akar. Zira vücudda bir bağış, hibe veya kerem için, şükür eden bir kimse yoktur ki, şükrünün anlamı Vehhab adının davet ettiği Şekûr adının anlamına girmiş olmasın, İşte bütün sebepler Vehhab adıyla yapılan bağış adları bu adın işidir. Vehhab adının Rahman adma olan ihtiyacından bu ad hakkında şöyle söylenmiştir: Bütün hayır senin elinden, şer ise senden değildir. Bütün bunlar Allah katından gelmektedir.[86]

 

EL-CÂMİ'

 

Hak Teâlâ’nın muhiti, yani çevresi anlamına gelen bu adı, Âl-i İmrân suresinde gelen adların üçüncüsüdür. Adları geçen her üç İmam bu ad üzerinde anlaşmışlardır.

Bu surenin 9. ayetinde Hak Teâla “Geleceğinde şüphe bulunmayan günde İnsanları bir araya toplayan sensin. Şüphe yok ki yüce Allah vadinden dönmez.”[87] Buyurmaktadır.

Bu adın bilginlerce manası: Şüphe yok ki, Allah, insanlorı o vad edilen günde, yani umud gününde toplanma yerinde toplayacaktır. Burada bir mecal vardır. Çünkü bu toplanma günü kendisiyle alakalı olup o günün vasıflarını ve o günün esrarını kullara işte yukarıda sözü geçen toplanma yerinde kendilerine bildirilecektir.

Hak Teâla bu kelamı ile alemin sevinç ve rahatlığı o günde bozulur ise o vakit onun Mümit adı, yedi kat gökleri ve yedi kat yeri öldürmeye, yok et­meye yönelir. Diğer yönden de can veren anlamına gelen Muhyî adı, dilediği gibi zâti nefisleri bulunan, insan, melek ve cin aleminden ölenlere teveccüh ederek onları canlandırmaya başlar. Bütün bu zâti nefisler can­lanınca ve kendileriyle hesab başlayınca, o toplanma yerinde Allah'tan başka sığınacak bir yer bulamayacaklardır.

İşte bu sırada Yüce Allah'ın Seriü'l-Hisab adı faaliyete geçecektir. Bu hesabın hakikatinin ne olduğu gerek Hak Teâla, gerek Resulü (s.a.v.) ta­rafından naklen bildirilmiştir. Yüce Allah'ın Bir olan Vâhid adı tecelli edince, mahşer ehlinin gözleri, idrakleri zahiri ve batmi olarak bütün duygulan kaybolarak kendilerinden geçerler.

Yalnız Allah'ı birleyen yani tevhid ehlinden olanlar, Yüce Allah'ın bir olan adını mülayim bularak O'nun nuruna asılırlar. İşte bu gibiler sırat köprüsünü yıldırım hızı ile veya daha hafif bir süratle geçip giderler.

Ama bu tevhid ehlinin zıddı olanlar, o günde “İşte biz buradayız. Rabbimiz gelinceye kadar bekleyeceğiz. Senin yüzünden Allah'a sığınıyoruz.” derler. Nitekim hal dili söz dilinden daha açık anlaşılır. Zira tek olan Allah'ın adının tecellisine isticabet ehli olan tevhid ehli sebep olmuştur. Bunlardan sonra hesab sırası şiddetli küfür ehline gelir. Bu gibiler ilâhî buyruk henüz ellerine ulaşmayanlardır. Bu gibiler ilimden tamamıyla yoksundurlar. Bunlar Vahid adının tecellisinde icabet eden kimselerdir ki, bunlar hakkında hadisde geçtiği gibi secdeye sırt üstü varanlardır. Bunlar tevhid ehlini izleyip süratle cevap vermeye hazırlanır. Bu gibiler akâİd (inanç) ehli olmadıklarından, Rableri gelinceye kadar sırt üstü yaptıkları secdelerinde bekleşirler.

Nitekim Peygamberi bir haberle bildirildiğine göre, Rableri kendileri­nin tasavvur ettikleri değişik bir şekil ve surette kendini gösterince bunlar: “Evet! İşte sen Rabbimizsin.” derler. Çünkü görüşleri doğrultusunda ken­dini gösterir, İşte bu değişik şekil ve surette kendini gösteren Yüce Allah'ın toplayan anlamına gelen Câmİ1 adıdır. İşte kulların ahiret gününde hesa­plarını gören bü addır. Küfür ehlinin hesabı ise topluca yapılır.

Şunu bil ki, tevhid ehli vahdânî şuhûd ehlidir. Arif kimseler ise, birinci yolculuğun sonu olan durak makamının ehlidirler. Burada, kafirlere kor­ku münasib görülmüştür. Tevhid ehli ise, küfürleri Allah'a karşı olmayıp aleme karşı küfürde bulunmuşlardır. Bunlar bir tek Allah'tan başkasını görmeyenlerdir. Bunun için bu gibiler yüce varlığın ışığından bir nur olmuşlardır. Bu gibiler Vahid adının tecellisinden sonra aynı zatın çevresine dönmüş olurlar.

Diğer taife yani küfür ehline gelince, bunlar, Hak Teâla'ya küfür eden, yani, onu bırakıp başkasını takip eden, hazırlıklarını kötü söz ve düşünceleriyle hareket edip ayıplarını örtenlerdir. Vahdaniyyet onların bu amellerinin, münasib bir şekilde tecziyelerine gitmiştir. Çekecekleri azab ise Vahdaniyyete münasib bir şekilde olacaktır. Yoksa bizim vehim ettiğimiz ve bildiğimiz azab değildir. Zira bu azab iki türlü azabdan biri olan akaid ehlinden olanlara azab ve şirk ehline ait olan diğer bir azaptır.

Ne varki, şirk de değişiktir. Bunlardan biri gizli şirk, diğerleri de açık şirkdir. Azab ise bu gibilerin şahsiyetlerine, şirkin mahiyetine ve inceliğine göre görülür. Bu gibilerde şirk, ateşin odunu yakması ve yağda yanan fiti­lin yağı izlemesi gibidir. Şayet şirk tevhidden sıyrılıp giderse, kişi şirkten temizlenmiş olur. İşte azap temizlik demektir. Azab kelimesi el-Azûb müştaktır. Çünkü el-Azub demek, doktor demektir. Hak Teâla'nın Cami' adı, ahiret gününde durak ehlinin hesabını görecek olan, İşte bu adtır. Ama vahdet ehlinin makamı, durak ehlinin makamı gibidir. Bunların bulundukları makamın yakınında muvacehe ehlinin makamı bulun­maktadır. Bunlardan sonra “Cehalet Ehli” gelir. Bunlara karşı hoşnudsuzlukla, nefretle icabet edilir. Bunlarla birlikte benzeri taifeler gelir ki, en şiddetli azaba çarpılacak olanlar müşriklerdir. Bunlara karşı olan nefret pek şiddetlidir. Bunlardan sonra sıra münafıklara gelir ki, Cehenne­min en üstünde değil en dibindeki azab yerinde şiddetle azab görürler. Ateşin zahiri olan üst kısmı müslümanlara mahsus olup, müşrikler ise bunun batınına asılı bulunurlar. Bunların azabı batınen icra edilir.

Daha sonra bunları mülk ehli izler. Böylece azab temizlik sınırına dayanmcaya kadar yaygın bir hale gelmiş olur, ama daha sonra durur. Batıl olan mülk ehlinden olanlar ateşde dövülerek azab görürler. Çünkü bunlar gerçekten ateş ehlidir. Şayet ilâhî rahmet haklarında yetişirse kur­tulurlar, yoksa ateşde kalırlarsa, yekpare ateş kesilirler.

Bazen bunlarda bir yumuşaklık görülürse de sonsuzluğa dek ateşte kalmazlar. Şayet bulundukları bu acı durumdan çıkmak isteyip istemedik­leri kendilerine sorulduğunda, azabdan çıkmak istemediklerini ifade ederl­er, ilâhî gazabı geçen rahmetin hükmü çıkınca veya gazabı mağlub edince, o zaman bu mülk ehli çektikleri azabdan kurtulurlar.

Şunu bil ki, peygamberlerin izleyicilerinden olup da peygamberlerin­den ayrılan akıl (mâkûlât) ehlinin nisbeti, münafıklarla, mü’minlerin nisbetine benzer. Çünkü akıl ehli Hak Teâlâ'yı tanıdıklarını itiraf ederler. Bunlar yalnızca yokluğa karşı gelmişlerdir. Bunlar münafıklar gibi yalnız bir yönden azab görürler. Serîü'l-Hisâb adından zuhur eden hesab bu gibi­leri kapsar. Cami' adının, onlara ancak bâtınî şümulü olur ki, İşte bu vahdaniyyettir. Böylece bütün bunlar tevhidin şuhûdunda toplanmış olarak Cami adının gerçeğine kavuşurlar. [88]

 

EL-MUKSIT

 

Yüce Allah'ın bu adı Âl-i İmrân suresinde geçmiştir. Üç İmamdan biri olan Ebu'l-Hakem Berrecan el-Endülüsî bu ad hakkında bir beyanda bu­lunmamıştır. Bu adın mana ve medlulü hakkında İmam Gazâlî ile Beyhakî aynı kanaattedir.

Âl-i İmrân suresinin 18. ayetinde Hak Teâlâ: “İlim sahipleri O'ndan başka İlah olmadığına kıst'la şahitlik ettiler.”[89] buyurmaktadır, Kist adalet demektir. Hak Teâlâ Maide suresinin 42. ayetinde “Yüce Allah şüphe yoktur ki adalet sahiplerini sever.”[90] Buyurmaktadır. Bu sevgi ve muhabbet Kist adının nisbetinin gerçeğine uygunluğunda kendini göstermiştir. Çünkü Hak Teâlâ Muksıt ismini sevmiştir. Bunun İçin bu bizzatihi kendi nefsinin muhabbeti de­mektir. Mevcudatının bütün mertebelerine bu hakikat sirayet etmiştir, hiç bir kimse kendi nefsinden başkasını sevmez olmuştur. İşte bu da adaletle kıyamından başka bir şey değildir.

Hakdan dönen zalim ve hâinler ve adaletten sapanlar, cehennemin yakılacak odunu olacaktır. Çünkü bunların dünyadaki hazırlıkları, doğru yoldan sapmaları, zulüm ve adaletsizliğe gireceğinden, ahiret gününde haklarında gereken adaleti göreceklerdir. Mevcudattan sapanlar Hak Teâla'nın Cami’ adının çevresi ve kendisini kuşatan Muhit adı tarafından sevilir. Hak Teâiâ'nın bunları kuşatması icab etmektedir. Ne var ki kâinatta her hareket, mevcudatın hareketinden ileri gelmektedir. Çünkü Hak Teâlâ bütün mevcudatı kuşatmıştır. Bu hareket O'nun eseridir. Zira Mevcudattan sapanlar tümüyle O'na doğru yöneür. Çünkü Hak Teâla'nın Varhğı her şeyin içinde bir başka şeyle birlikte bulunur. Bu hakikatten dolayı adaletten dönenler, hak yolundan sapanlar bu yolu aşıp geçmişlerdir. Çünkü vahdânî tecelli bu gibi doğruluktan sapanlarla karşılaşınca, onları kahrederek onları doğru yola yöneltmek için, Hak Teâlâ’nın onlara mu­habbetinden dolayı yürüdükleri yoldan geri çevirir. Bu geri çevirme işi Muksıt isminden değildir. Çünkü Allah'ın mevcudata olan sevgisi, keza itidal ehli olanlara karşı Muksıt adının sevgisinden ileri gelmektedir. Ama Allah'ın hakdan dönenlere, adaletten sapanlara olan sevgisi ise kendisi ta­rafından değil Muksıt isminden ileri gelir ve kendini gösterir. Çünkü Hak Teâlâ’nın kuşatımı bir şeyin diğer bir şeyi kuşatımına benzemez. Zira Hak Teâlâ'nın kuşatımı manevidir ve aynı vahidin tekevvününe aittir. İnhiraf edenlerin hareketiyle mutedil olanların hareketi Allah'tandır. Her hareket edenin hareketi inhiraf etmiş veya mutedil olmada bunların tümü O'na döner. Böyle olduğuna göre, mevcudatı arasındaki yönetiminin nisbetini O yapmış olur. Çünkü vahdaniyyetin çevresi, ahadiyetinin gizliliği cazibe­siyle kuşatılmıştır. Bu da yüce zatının sübutunun isbatı olup, itidal sahibi olan adalet sahiplerine olan sevgisindendİr. Adalet sahiplerine olan sevgisi de kendi çevresinin en süfli yerindedir.

Her ne kadar adaletli olanların Allah katında şeref ve İtibar yönünden mertebeleri en yüksek olsa da bu itibar her iki çevreden değildir. Çünkü hiç bir çevrenin şerefi, diğer çevrenin şerefinden yüksek değildir, İşte bu çevrelerden biri Muhit adının çevresidir. Bu sebeple daha önce anlattığımız gibi Hak Teâlâ şöyle buyurmaktadır: “Yüce Allah onları arkadan sarmıştır.”

Öyleyse, mevcud olan Muksıt adıyla kesinlikle gelişimini tanzim eder. Çünkü mevcudat vücudu değişik başka varlık değildir. Varlığın aslı bir cevherdir. Bu öyle bir maddedir ki, ondan daha yaygın ve kıymetli bir madde yoktur. Aynı zamanda varlığın dış alemde olduğu söylenemez, aksi olarak dış alem vücudtadır. Bizler de varlık cevherlerinin cevheri ve mev­cudatın zatının zatıyız. Bunun keyfiyyeti ise, biri gaybî diğeri şahididir. Keza bunlar da manevî, rûhânî ve zihnî keyfiyyetler bulunmaktadır. Varlığın halleri mevcudatdır. Zira zevk ehlinin taifesinin istılahı budur.

Anlattığımız bu tavırlar içinde varlığın hareketi sonsuzdur. Zatının sübutu ve hareketinin isbatı için bir gerekçeye lüzum yoktur, her hareket kendisinin zâti hareketidir. Zira sonsuzluklar varlıkta kaybolmasına rağmen her mevcudta bulunmaktadır, İşte bu hareket, zatî olarak mutedil yollarla Muksıt adının gerçeğiyle azab olarak varlığa sirayet ederek her yönünü kaplar. Adalet ise itidalden alınmıştır. Anlatılan bu sirayet işi her yönden mutedil olarak devam etmesi Muksıt adının gerçeğinden olmak­tadır. Şayet bunda inhiraf arızî olarak meydana gelirse, bu inhiraf Muksıt adına dönse bile adından değildir. Ne var ki, bir yöne inhiraf etmek, inhiraf eden zevatın ikameti için bir itidaldir, yani adalettir. Bunlar öyle zevattır ki, inhiraf eden zatlara mülklerinin haklarını adaletle ve enlerdir. Bu zevatın itibarı Muksıt adının gerçeğine döner. Zira her isim diğer bir ismin gerçeğine girer. Fakat Muksıt adının kendi zatına girişi, bu adlardan birinin diğerine girişi gibi iki itibarla olur. Ne var ki bazı mahcub (örtülü) kimseler bu konuda benim sözüme karşı, cevap olarak “İsimlerin anlam­ları birer sıfatir; bir sıfat diğer bir sıfatla kaim olmaz.” demişlerdir. Halbu­ki bunlar Hak Teâlâ’nın sıfatlarının hariçte cevheri zevat olduğundan ha­berleri yoktur. Bundan dolayı Hak Teâlâ’nın sıfatları birbirin aynı olmasa da, kendi sıfatlarını kendisi tayin etmektedir. Bu konunun incelenmesine ve konuşulmasına imkan yoktur. El Muksıt adının hareketini anlar ve öğrenirsen o zaman mevcudatın sıfatlarını, zatlarını, anlamlarını ve Muksıt adının gerçeğini anlarsın. Allah en doğrusunu bilir. [91]

 

MÂLİKÜ'L-MÜLK

 

Yüce Allah'ın bu şerefli adı ilk kez Âl-i İmrân suresinde geçmiştir. Bu adın mana ve medlulü hakkında üç İmamdan yalnız ikisi fikir birliği içindedir, İmam Ebu'l-Hakem el-Endülüsî ise her hangi bir açıklama yapmamıştır.

Âl-i İmrân suresinin 26. ayetinde: “Ey Mülkün sahibi Allahtm. Mülkü dilediğine verir, dilediğinden alırsın.[92] buyurulmaktadır.

Malikü'1-mülk bir malın sahibi demektir. Mülk sözünden maksad İse dünya ve ahiretin toplamı anlamına gelmektedir. Bu adı kuşatıp saran ve kıskançlığın manalarını inceleyen ilmî baskı veya kuşatımdır. Çünkü Mâlik ve memluk başkaca manaları ifade ederler.

Madem mülk, sahip olanındır, o halde zahirî olanların tümü Allah Teâlâ’nın mülkü yani malıdır. Bundan dolayı Allah Teâlâ dünya ve ahiret mülkünün sahibidir ve her malikin sahip oîduğu nesne O'nun mülkü sayılır. Daha açık bir ifadeyle dünya ve ahiret mülkleri, Allah Teâlâ’nın malıdır. O Melik, dereceleriyle her şeye maliktir. Mülkün maliki ise bütün memleketlerdeki mülklere sirayet ederek yayılmıştır.

Şayet herhangi bir kimse: “Bu benim mülkümdür.” dese görünmez perde altında bulunan bir kimse, bu gibi sözü ancak yaratılanların dilin­den duymuş olur. Keşf ehli ise bu şekildeki sözü gerçeği konuşandan duy­muş olur ve mülkü Allah'a nisbet eder. Gerçeği konuşan ise yalnız Allah'tır.

Bazı tarikat ehline sorulur:

“Kırk koyundan kaçının Allah'a verilmesi icab eder?” Cevaben:

“Bizlerden mi yoksa sizlerden mi? Bizlerde çok mik­tarda koyun bulunmaktadır.” derler. Kim bu sözü veya bir nesneyi tevhit etmeye nispet ederse sorusuna:

“Mülkü Allah'a bağışladı veya verdi” der. Kim bunu kıskançlıklara ve gayretleri kaldırmaya nispet ederse sorusuna:

“Şimdi manalı konuştun. Mülkün tümü Allah'ındır.” cevabını verir. Bu­rada, mülk ile melik arasındaki fark anlaşılmaktadır. Her ikisi arasında mana yönünden yakınlık bulunmaktadır. Bu sebeple (Malikü'1-mülk) denilmiştir. Mülk sözcüğü ile Milk sözcüğünün her ikisini Malik sözcüğü toplamıştır. Şunu bil ki kim mecaz olarak değil gerçek olarak Hak Teâlâ'yı mülkün sahibi ve mâliki olduğunu bilirse, Onun yüce memleketlerinde ahkamların gerçekliğine göre memluke itiraz etmemiş olur. Zira onların hükümleri Allah'ın gerçek hükümleridir. Çünkü Allah'ın eli mülkün kalbindedir.

Evet, bu anlattıklarımız hicab dili olsa da mülkün kalbi Allah'ın eli olup tasarrufu ilk olarak zihinlerde, daha sonra dış dünyaya nakletmiş olur. İşte Allah'ın hükümleri bunda geçerlidir, insanlar bu tasarrufu yaradılana nispet ederler. Hakikati bilen ise Yaradana nispet eder. Bundan dolayı bir söz vardır “Bunlar hidayet ehli padişahlar veya dalalet ehlinden olsa da, gerçeğin gözüyle insanlara bakanlar azarlanır, şeriat gözüyle ba­kanlar ise kın ve adavetle karşılanır.” Nitekim delalet ve irşad anlamına gelen Hûda kelimesi, Allah anlamına gelir. Keza saptıran da yine Allah'tır. Bunların her ikisinin çevresinde tasarruf eden de Allah'tır. Şayet Yüce Allah'ın tasarruf hükmü iki çevrenin ahkâmından birini uzaklaştırırsa, o zaman Allah Teâlâ mülkünün sahibi ve maliki olamaz. Ama şeriatın za­hiri yapısı buna karşı gelir. Bu İse ilâhî hitabın örtülü akılların (Mahcubların) hal ve tavırlarına göre nüzulü, onlara hakikati göstermek içindir.

Peygamberler (Allah'ın selamı üzerlerine olsun) insanlara, akıllarının idrakleri ölçüsünde hitab etmelerini emretmişlerdir. Zira Malikü'1-mülk olan Allah Teâlâ’nın hükmü mülklerindeki hal ve tavırlarında umumiyetle gerçektir. Zira şühûdî olan irfan nuru da bunun şahididir.

Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz bir hadisinde: “Hak sahibinin bir sözü vardır ki, onu hak sahibi yapmıştır.” O şahsın mertebesinden hakkın, Allah Teâlâ'ya nisbeti doğru olmasaydı, zaman ona söz söylemeye imkan vermezdi. Sonuç olarak mecaz olarak değil gerçek olarak denebilir ki, bütün işler Allah'ındır, ama konuşma dilinde işin yapısı başkasınadır. İşte bu bir mecazdır. Buna göre Malikü'l-mülk'ün hakikatini incele ve onun toplayıcı Cami' adına bak! Zira bu ad ona bütün mertebeleriyim memleketleriyle, mülkleriyle, meliklerinin mertebelerini bir araya toplayarak hakkın hakikatini silip kaldırmıştır. Çünkü bunun zahiri ve va niyyetinîn nurlarının parlaklığı da O'ndandır. Bu nurları müşahede edenler, yaradılanlar ailesinin yüzünü görmüş olur. Bu da ateşi yakmal benzer. Belki de başkalarının yok edilmesini görmektir. Burada yakma fiili mecazdır. Başkaları ise gerçektir. Bununla Hak Teâlâ’nın Malikü'l-mülk adı bütün yönleriyle birlikte öğrenilmiş olur. Hak Teâlâ'nın dünyada akranlarından biri de mecaz olarak değil gerçek olarak öğrenilmesi kolay olan Malikü'1-mülk adıdır. Aynı zamanda ahiret gününde de yine mecaz olarak değil gerçek olarak Malikü'1-mülk O'dur.

Şunu bil ki, gerek abbadlar (sürekli Allah'a tapanlar), gerek tasavvuf bilginleri Melik hazretlerinin ehlidirler. Arifler ise yanlış maliki görürler. Gerçekçiler ise Malikü'1-mülk adının çevresindeki padişahlarla Allah'ın meleklerini görürler.

Allah'ın elçileri ise, mülklerin nisbeti ile yaratılanlardan olan mülk sahipleri padişahlar hakkında söz ederler. Bu sözleriyle böyle akılları örtülü olanların düzeyine inmiş olurlar. Hakikata karşı hep birlikte kasden itiraz ederler. Onu batınen anlatmaya çalışırlar.

Bilgilerini (Allah'ın selamı üzerlerine olsun) peygamberlerden alan kimseler, Malikü'1-mülk adının yaratılanlarda (padişah ve mülkleri hakkında) mecaz olarak kullanıldığını bilirler. Gören göz kılavuz istemez. Bu adın gerçek tasarrufunu mertebeleriyle gören, yüce Allah'ın mülkün sahibi olduğunu görür ve anlar. Daha sonra ilâhî isimlerin Malikü'l-mülk isminin gerçeğine girdiğini görür. Şayet padişah evvela hayretler içinde kalırsa o zaman Cebbar isminin aynı şekilde Malikü'l-Mülk'ün gerçeğine girdiğini görür. Şayet Cebbar adı Mülk sahibini kahretmiş olur­sa, Mu'ti adının gerçeği Malikü'1-mülk adının gerçeğine girer. Sıfat ve fiilî isimlerin anlamlarının tümü, tatavvudat, tasavvurat ve maneviy­atında Malikü'1-mülk adını izlemiş ve ona katılmış olur. Her adın Malikü'1-mülk adının gerçeğine girmesinin tayini çok kolaydır. Biz bu yönü özet olarak anlatmış olduk. Her kim nurlardan ise bu özet bir işaretle ona yeterli olur. Şayet kişi Allah'ın gizlilikler ehlinden olursa o zaman acaba nasıl olur? [93]

 

EL- MU’İZ

 

Hak Teâlâ; isimlerinden birinin el-Muiz olduğunu bizlere bildir­mektedir. Daha önce isimleri geçen üç İmam bu konuda aynı kanaattedirler. Âl-i İmran suresinin 26. ayetinde “Dilediğini güçlendirip yükseltir” [94]buyurulmaktadır. Hak Teâlâ, Mu'iz ismini ihata ederek Azîz is­minde kendisini göstermektedir. Mu'iz adının hakikati ise, itibari bir tavırla tartı ve dengeyi sağlar. Aziz adının hakikati ise, müjdeyle onu uzaklaştırır. Muiz adı Hak Teâlâ'nın asıl adıdır. Bu ad külli olarak iki hal ve tavırlıdır. Bunlardan biri hicab tavrıdır ki, içinde ikram ve yükselme olan mevcudatın ileri gelenlerinden olması ile cezbi hükümde kendini gösterir.

Zira Hak Teâlâ padişahları, halifeleri ve amirleri temiz mertebeler ehliyle yükseltip güçlendirmiştir. Aynı şekilde peygamberleri, onların halifelerini, bilginleri, Allah'a tam itaatle ibadet edenleri, arif kimseleri yükseltip güçlendirmiştir. Bunun sebebi, bu kişilerin başkalarından yüz çevirerek Allah Teâlâ'ya yönelmeleridir. Allah Teâlâ'nın Bâdih adı izzetle yükselmenin, şerefin doruk noktasına kadar olacağını göstermiştir. Bun­dan daha yükseği de Mu'iz adının huzurunda Aziz adının huzuruna dönenlerdir. Bu hal aslî benliğini kaybetmez. Mevâkıf adlı kitapta bildiril­diğine göre, Hak Teâlâ: “İzzetime and içerim ki izzet ve gücümü sana gösterirsem, seni zillet içinde bırakacağıma şehadet ederim.” buyurmuştur ki bu mealde bu kudsî hadis bulunmaktadır. Öyleyse Hak Tealâ her kime yükselme gücünü gösterirse o kimseyi Aziz adının çevresine naklederek onu kendi ululuğu ve gücüyle yükseltir. Hatta şuhûd ehlinin bulunduğu durak muhitine yükseltir. Bu durak yeri ariflerin üstünde bulunan bir yüksek makamdır. Orada Mu'iz adını Aziz çevresinin altına göndermiş olur.

Hak Teâlâ’nın Mu'iz adı, gök cisimlerini göklere yükseltip aziz kılmıştır.  Keza gökleri yere karşı yükseltip aziz kılmıştır. Madenleri cansızlara karşı yükseltip aziz kılmıştır. Bu sebeple cansızlar hiç bir zaman madenlerin   ulviyetine varamaz. Zira onun ulviyyeti hareketini artırmaktadır. Hareketi ise mertebelerinin hal ve tavrına göredir. Daha sonra Muiz adı bazı madenleri diğer madenlere göre yükseltip aziz kılmıştır. Mesela, bakır hiç bir zaman altının yüksekliğine erişemez. Artık buna göre diğer geri kalan madenleri kendi aralarında sen kıyas et! Yine Muiz adı, bitkileri madenlere karşı daha aziz kılmıştır. Hak Teâlâ bitkileri Alimin örf ve adetiyle değil rütbe yönünden madenlerden daha şerefli kılmıştır. Çünki maden yerde gömülü bulunmaktadır. Madenlerin üzeri çoğunlukla örtülüdür. Bitkinin ise Muiz adının kuvvetiyle dostluk ve yakınlığı vardır. Zira yeri yararak üzerinde ufka doğru yükselir. Onun yüksekliği ve gücü hareketinin yerleşim ve sağlamhlığmdandır. Madenler yerin altında olmakla beraber hiç bir zaman onunla birlikte hareket ede­mez. Yine Muiz adının bitkiye verdiği izzetle çoğunluğu yerin altından kurtulur. O zaman yerde ancak kökü kalır. Çünkü yerin altında bulunan nebatın başı kendi gövdesine gıda ve doyumluluk verir. Dışarı çıkan kısmı bu gıdayla yerin altından kurtulur. Nebatın gıdası, su ile yer toprağının imtizacından dolayı yerin güzelliklerinden olduğuna göre, yerden gıdalanmak için gövdesini yerden kurtarmak, onda olmayanı da alması bir yükselme gücüdür. Bu güç ve yükselme Muiz adından çıkarak nebatın genel hükmüne bağlanır. Bu durum ne yakutun ne altının ve ne de gümüşün değerine benzemez ve insanlar açısından taş gibi güçlü ve yüksek olamaz. Bu değer İlâhî bir İzzet ve yükseliş değildir. Aksine bu değer ilâhî çevreye döneceğine göre insanlar arasında örfî olarak zikredilir.

Şayet bitkilerin madenden daha değerli olduğunu anlamak istersen her ikisine dikkatlice bak! Bunların her ikisi de insan cismine yakındırlar. Burada nebatın mertebesini kendine daha yakın ve daha akıllı bulursun. Bundan sonra insanı izleyen hayvan gelir. Çünkü bitki insan cisminin gıdasıdır, fakat maden insanın gıdası olamaz. Çünkü değerli madenin açığa çıkmasını önlemiştir. O gömülü olduğundan kendisine içte kalma hususiyyeti verilmiştir. Ne var ki bitki gazab görmesi sebebiyle yalnız baş aşağı çevrilmiştir. Yani başı yerin altındadır. Madenler ise tümüyle yerin altındadır. Bazıları da daha aşağı ve süfli yerde bulunmaktadır.

Hayvanın Muiz adından hasıl ettiği kısmet bitkilerden daha olgundur. Çünkü her cisim kendi altında bulunanla gıdasını almaktadır. Altta bulu­nan nesne kendisine hükmetmektedir. Buna kevnî isim verilemez. Ne var ki bazı bitkiler hayvandan daha daha uzun ve büyüktür. Çünkü uzunluk­lar özellikle başlardadır. Hayvan başları yukarıya doğrudur. Bitkilerin başları ise aşağıya yerin altına doğrudur. Öyle ise hayvanda Muiz adının hükmü bitkiden daha açıktır. Her ikisinin de bu isimden bir kısmet ve nasibi vardır. Ancak hayvanların insana daha yakın ve değerli olması gere­kir. Lakin o bitkiden daha değerli olduğuna göre, insanın değeri hayvanı göre açıktır. Görülüyor ki bunun Maiz adından aldığı değer daha kuvvetli olup, şerefinin açıklığı gizlenemez.

Bütün bu anlattıklarımız cisimlerdeki mana ve suretler hakkındaki sözlerdir. Çünkü hayvan yüzüstüdür, bitki ise baş aşağıdır. Maden ise sak­lanmıştır, insan ayaküstü dikili bulunmaktadır. Çünkü aynı zamanda boyu, başı, dikili olarak yukarıya bakar. Bitkinin ise aksine elleri başından yukardadır. Hayvanın başı boynuyla eşit büyüklüktedir.

Şunu bil ki, madem haklı olarak yerden gıdalanmaktadır. Çünkü ken­disi toprağın altındadır. Nebatın sudan gıdalanması hakkıdır. Çünkü su onun altında bulunmaktadır. Suyun ve yerin müdahalesi sonucu nebatın gıdasını bunlardan alması gerekir. Hayvanların da bitkilerden gıdalanması hakkıdır. Çünkü nebat hayvanın altında bulunmaktadır, insanın da hayvandan gıdalanma hakkı vardır. Çünkü hayvan İnsanın altında bulunmaktadır. Ne var ki insanın üstünde gıdalanacak bir şey yoktur. Böyle aslî bir tertib ile her şey onun için hazırlanmıştır.

Daha sonra bu mertebelerden bazıları sapmıştır. Hayvanlardan yüzücü kuşlar ve vahşi yaratıklar hayvanlardan gıdalarını almaya başlamışlardır. Bu hal bizim anlattığımız kaide ve usule aykırıdır. Bu gibi şeyler bütün mertebelerde bulunmaktadır fakat insanda pek az görülmektedir. Çünkü insan; gıdasını çoğunlukla bitkilerden almaktadır.

Kaide olarak en yüksek olanın daha aşağıdakine tasarrufu vardır, insan cismine en münasib olan gıda ettir. Bu suretle Hak Teâlâ’nın Muiz adının mertebeleriyle tasarrufunu öğrendin. Bundan sonra Hak Teâlâ’nın Müzil adının açıklaması gelecektir. Mu'iz adının başka adlara göre ne türlü yüksek olduğunu bu adm Müzil adına yetişerek Muiz adından geride ka­lanları alarak aralarında paylaşmış olurlar. Allah en iyisini bilir. [95]

 

EL-MÜZİL

 

Âl-i İmrân suresinin 26. ayetinde Hak Teâlâ “Yüce Allah dilediğini yükseltir, dilediğini de zillete düşürür.”[96] Buyurmaktadır. Yukarıda adları geçen her üç İmam bu adın rnevcudiyyeti, mana ve medlulleri hakkında aynı düşüncededirler.

Bu adın bütün varlıkta başka adlarda olduğu gibi görülen meziyyeti ve tasarrufu vardır. Bu adın hakikati vücûdî bir maksatla olmayıp mertebî maksatladır. Muiz adı, bu ada karşı bir başka adı yükseltince o da onu düşürmeye başlamıştır. Burada bizzat şeref ve ismet kasd edilmektedir. Onun yükselttiğine karşılık olarak zillet hasıl olmaktadır. Zira bu adın aşağıladığı kimse zatî gaye dışında değildir ve olamaz. Daha önce an­lattığımız gibi şimdi Iz'in yanı şeref ve azametin mertebelerinin ve onun karşılığı olan Müzil adının nisbetini, aynı zamanda onun hükümlerine karşılık olarak ne gibi hükümlerinin bulunduğunu az çok öğrendik.

Şunu bil ki insanlar arasında keza Müzil adında hasıl olan ve zillet anlamına gelen bazı hükümler bulunmaktadır. Ama padişahların maiyyetinde bulunanların padişahın muhitinde hakîr görünmeleri Müzil adının etkisindendir. Fakirlerin zenginlere karşı hor ve hakir görünmeleri nefislerinin acizliğinden ve yoksulluğundandır. Fakirlerin bu yoksulluk halleri yılgınlık anlamına gelen Melel admdandır. Bünyesi zayıf, güçsüz kimselerin, güçlü kuvvetli İnsanlara karşı hor ve hakir görülmeleri keza Müzil adından gelir. Zillet, hakir ve hor değerlerle meydana gelir.

Varlıkta idrak edilmeyen Müzil adının ahkâmından başka bir şey yok­tur. Bazı varlıklarda bilinen meseleleri idrak etmek, idrak edeni yükseltir. Cahili de hor ve hakir yapar. Şayet cahil bir kimse hor ve hakirliği his etmezse o zaman horluk ve fakirlik ona gerekli olur.

Şunu bil: Gerçeği anlamamak, yalnızca alimlerin ilim babında cahil­likle tasnif ettikleri kitaplardan ileri gelmez. Zira bilginlerin ilâhî idrakle elde ettiklerini başkaları ilim babında onları idrak edemez. Zira gerçeği idrak etmeyen hor ve hakirdir. Tahkikçi olan Hak Teâlâ’nın Müzil adıdır. Bilginler ayakda duranlara (vâkıfın) nisbeten hor ve hakirdirler. Ayakta duranlar ise muhakkiklere nisbeten hor ve hakirdirler. Gerçekçilerden olan elçiler, inanıp ta elçilere dönmeyenlerden daha yüksek ve izzetlidirler.

Amel ehline gelince bunlardan ihlas sahibi olanlar, ameline riya ka­tanlardan daha yüksek ve daha izzetlidir, itaatli tasavvuf ehli itaatli kul­lardan daha izzetlidir. Muhabbet ehli tasavvuf ehlinden daha izzetlidir. Arif kimseler de muhabbet ehlinden daha izzetlidir. Böylece mertebeler zin­cirleme devam eder.

Şunu bil: Müzil adının gerçeğine gelince, muhabbet ehlinin ince bir perde arkasında duydukları öyle bir hisdir ki, bu his kendilerine zevk veren sevgililerinin adındaki nisbette bulunur. Bu sebeple sevdiklerinin izzeti için ona zilletle tutundular. Nefıslerindeki zillet yalnız nefsî bir gerçektir fakat zilleti sevenler için bir şerefdir. Bunlar gerçeğin sevgilisinin gayreti kendilerini teselli ettiği için, gerçeğin sevgilisi bu zilleti şerefle boyamış oldu. Zillet ise şerefle boyandığından gerçeğin sevgilisine şer'an teşekkür etmiştir. Sevgili ise ürkek bir tavırla olsa da onun zatını aslen görmüş oldu. Ariflere gelince, bunlar hak adı verilen huzur çevresinden Müzil adını gördüler. Öyle bir zillete düştüler ki, bu zilleti mertebeleri ölçüsünde izzet olarak gördüler. Bu suretle bunlarda muhabbet çevresinden ne kaldı ise orda bir zillet kalmıştır ve bu ariflerin zilletidir. Bir kimse üst düzeyden kendisine geîen varidatla diğerine galebe eder. Aşikare olarak bunları ya­parsa o zaman onun zilleti mağlupların (yenilenlerin) zilleti olur. He­rhangi bir kimsenin zilleti mahcupların akli düzeyine inme zilleti İse, o kimse de zillet ihtiyarî (tercih edilmiş) olmuş olur ki, takvası da inkarcılardan olur.

Hazreti Cüneyd-i Bağdadî (Allah'ın rızası üzerine olsun) bir konuşmasında “Zilletim öyle bozuldu ki, yahudilerin zilleti gibi oîdu. Biz öyle bir toplum olduk ki Hak Teâlâ ruhlarımızla çöplükleri temizlemekte­dir.” demiştir. Bu gibi örnekler çoktur. Bütün bunlar Müzil adının gerçeklerindendir.

Yer zilletlidir. Bazı varlıklar onu kahretmiş olsa da onun cismiyetinİ nefıslendiremiyeceğinden gerek madenler gerek bitkiler gerek hayvanlar tümüyle mertebî bir zilletle insanlara karşı zelildirler.

İnsan ise bir nefisdir. Peygamberler ve elçilerin kendilerinden daha aşağı bir mertebelerde bulunanların zararları cisimlerine girmiştir. Bu­nun için, nefislerinde sabit olan ilâhî izzet artık çakmamaktadır. İlahi çevrenin kıskançlığı Müzil adının mertebesine yönelip onun tasarrufatının bulunduğu yere yetişince, bazı mertebelerin yerine ona hakil atı olur. İşte izzetin sebep olduğu zillet bu sevgiden olmuştur.

Şunu bil: Ubûdiyyetin hor ve hakirliği (zilleti) Rübûbiyyetin izzetine olan intisabındandır. Bu da ancak misafirlikle olur. Çünkü konukluk yakınlık demektir. Bir kimseye konuk olan, konuk olmayandan daha yakındır. Bu da ubûdiyyetin izzetinden rubûbiyetin kıymet ve değeri olmuşolur.                                                                                      

Tarikat yolunda yürüyenler ubudiyetin gerçek anlamını tamamıyla incelemiş olsalar, onun bedelini rubûbiyetin izzetiyle telafi etmiş olurlar. Nitekim bu cemaatten olan Hallac-ı Mansur bir konuşmasında, rubûbiyetin adını kendi zatına ilave etmişti. Keza yine bu cemaattan olan Eb Zeyd Sincânî durak yerlerinde şöyle konuşmuştu: “Bana adını ver ki onunla buluşayım. Ad alma ve sende olma” demişti. Bu konuşmadan maksad has ubuduyyetin tahakkuku için kendi ismiyle müsemmasından çıkması içindir ki, bu da gerçek ademdir. Artık bundan sonra söylenecek bir şey kalmaz, İşte o zaman adları değişik olur. Allah en iyisini bilir. [97]

 

EL-HAKÎM

 

Hak Teâlâ Âl-i İmrân suresinin 55. ayetinde “Aranızda anlaşamadığınız şeylerin hükmünü ben vereceğim[98] Buyurmaktadır. Üç İmam bu ad hakkında aynı düşüncededirler. Bu adm dünya ve ahirette hükümleri bulunmaktadır. Kıyamet gününde kulları arasında gereken hükmünü verecektir. Dünyadaki hükmüne gelince Hak Teâlâ Yusuf suresinin 67. ayetinde: “Hüküm yalnızca Allah'ındır”[99] Buyurmaktadır. Yine Hak Teâlâ Mümtahine suresinin 10. ay­etinde: “İşte sizler için Allah 'in hükmü budur: aranızda hüküm eden de O'dur.” [100]Buyurmaktadır. Şayet hüküm adının gerçeği temiz vücûdî görünüşlerle ortaya çıkarsa keşf ehli bunları, hakimlerin, valilerin, rütbe sahiplerinin, insanların işlerini görenlerin fiillerini görecekleri gibi, insanların hal ve tavırlarının gözüyle de görürler. Böylece kişiliğe sahip olanlar kişiler arasında adaletle hüküm verirler. Bunlarda bir şeyin diğer bir şeye düşmanlığı ve tecavüzü mümkün olmaz. Bitkiler arasmda hüküm sahibi olanlar cennet ve bahçecilerdir ki, bir bitkinin diğer bir bitkiye te­cavüz etmesine müsaade etmezler ve ağaçlara sarılan yabancı bitkileri de söküp atarlar. Bu ve buna benzer sonsuz örnekler Allah'ın Hakîm adının dış görünüşleridir, gerçek hüküm Allah Teâlâ'nındır.

Şunu bil: Arif kimseler Hakim adının gerçeğini inceleyince, Hakimin içtihadıyla verdiği hükümde yanılmadıklarını görürler. Onlar her içtihad sahibinin hükmünün doğru olacağı gibi Allah Teâlâ’nın da kullar arasındaki ihtilaflarda vereceği hüküm de doğrudur. Kullar arasındaki ihtilafları da Allah ehli bilmektedir. Allah'ın verdiği adaletli hükmü hakkı olanlar görmektedir. Zira üzerinde anlaşmazlıklar bulunan her mertebeye sabit olmak üzre hakkı olan bir hükmü vermiştir. Böyle eğri bir dil çarpık bir hakla ve kendisine her değişgen bir dille intisabı olan tavır ve hallerle onların şahidliğinde gerçeği konuşmuş olur. Bu suretle kulların değişik hal ve durumlarını müşahede ederler. Hükümlerin değişiklikleri nisbetinde değişik hükümler vardır. Çünkü yolculuk halinde oruçlu olanın hükmü yerinde oturanın hükmüne benzemez. Keza hayz görenin hükmü temiz olanın hükmüne benzemez. Cenabet olanın hükmü cenabet olmay­anın hükmüne benzemez. Böylece ibadetler ahkamı da (namaz, oruç, hac, zekat) değişiklikler sayısınca hükümler de değişik olur. Bu da sünnetin (Nafileler, müstehab, muharrem, mubah, mekruh) kalbî ve bedenî ibadet­lerin değişikliği gibi hükümleri de değişik olur.

İşte Hak Teâlâ bu ahkâm arasında hükmeder. Bundan başka bu ve buna benzer kalbî ve bedenî ibadetler herhangi bir hükmü davet etmez. Bunlardan biri tavrını tecavüz ettiği halde kendi gerçeğiyle diğer bir gerçeğe giremez. Ancak kendine uygun ve benzeri yönünden olursa o za­man gerçeğiyle girse caiz olur. Bütün bunlar Hakim adının manevi hükümleridir ki, bunlarla tasarruf eder.

Şu husus bilinmelidir: Zulümlerin fillerle, keza itikadlarla bir husu-siyyeti yoktur. Zulüm, bir şeyi kendi yerinden başka bir yere yerleştirmektir. Hakkın hükmü ise mertebeler arasında hükmünü verir. Her nefis bir akideye bağlıdır. Bu bağlılık ya hak olur veya batıl olur. Hak Teâlâ bir kimsenin bağlandığı salih veya fasid akidesine göre hüküm ede­rek cezasını verir.

Şunu bil: Zahiri olup ta adaletle hükmetmeyen bir kimse Hakim adının hükmüne dönmüş olur. mudılll adının temizlik tavrının hükmünden şaşırmış olan bir kimse, Allah Teâlâ’nın Hilim adının çevresindeki hilmiyle hükmünü vermiş olur. Nitekim Hilm adı mudılll adının gerçeklerinin, temizliklerinin sorumlusudur. Ne var ki temizlikler imkansızdır, mudılli adının tasarrufatı her tavır ve hallerde tahakkuk et­mektedir. Hüküm adının tavırlarından biri de zulüm ve cefadır. Burada yumuşaklık ve zulüm olmalıdır. Bu da Allah'ın hükmü olup mudılll adından çıkmaktadır ve hakikaten bu İsimden değildir. Çünkü dilediği in­sanları sapıklığa yönelten Allah Teâlâ'dır.

Yine hakimlerin temizlik mertebelerinin değişikliğine göre yumuşaklıkla adaletleri Hakîm adının tavrından olan Hadi adının ah­kamının zuhurundan ileri gelmektedir. Burada kendisini gösteren şudur ki, hükümler insanlardan olan hakimlerden veya insanlardan olmasa da bu hükümler Allah Teâlâ’nın hükümleridir. Gereği halinde bu hükümler ve vücudatı gerçek olarak Allah adına dönmüş olur ki, onlarla birlikte hüviyyeti olan Hüve adına dönmüş olur. Kimliği yani hüviyyeti ise kendi işaret ve ibaresini keserek zatî nefsine dönmüş olur. Anlatılan bütün bu geri dönüşler Allah'ın bu adıyla her mertebenin en ince kısımlarına gir­mekten geri kalmaz. Hiç bir hükmünde geri dönmesine müsaade etmez. Tabiata Allah Teâlâ’nın niyabetini vererek, tabiat onun hakimi olur. Böylece dilediği gibi keyfiyetler arasında hükmederek, kemmiyetler arasında zıddiyetler yaratarak, izafetler arasını karıştırarak, yerlerinde im­kanlara izafe edilenlerle tutunmalarının nisbetini muhafaza eder. Yıl içinde zamanların mertebelerini muhafaza eder. Makiden geleceğe kadar ve şimdiden geleceğe kadar hiç bir maniayı ortada bırakmaz. Dilediğini ada­letle azleder; zulmü zulme karşı yaparak arasını bulur. Onları kendisiyle birlikte yüce zatın hüküm ve adaletine götürür.

Yine değişik ve değişimlerle ve birbiriyle anlaşma ve birleşmeler arasında hükmünü icra etmiş olur. Anlaşmazlık adaletin mertebelerinde birleşmede, anlaşmada, keza adaletin mertebelerinde bulunmaktadır. Bun­ların karışımı ise hem adalet ve hem de zulüm ve cef olarak Cami' adıyla geri döner, İşte bu ortam adalettir. Zira karışım mertebeleri çevre ile kuşatım denilen iki unsur arasında sabitleşir ki, ebedi olarak varlıktan bir şeyin çıkmasını önlediği gibi, aynı zamanda ihtilaflar ve değişikliklerle birleşmeler ve anlaşmalar arasında bir şeyin çıkmamasını tamamıyla önler.

Onun hükmü küçülse de büyük olsa da hiçbir zaman düşmez. Böyle Hakkın hükmünden onun için bir yardım bulamazsın. Böylece hakkın hükmü zamanla birlikte devam edip gider. Bu hükmün varlığın gizli ve açık, dünya ve ahiret, vahdaniyet ve tevhid, iman ve küfür; Hak Teâlâ’nın Hüküm adına şümulü vardır.

Hüküm adının ahkâmı zatlarında ve mertebelerinde satır satır yazılıdır. Bir kimsenin görüşünü keşfi nur boyamış olursa o satırlardaki yazıları okuyabilir. Bunları okumayanlar da hazırlıklarını özrü olsa da sayıca çoğaltıp genişletmeye çalışmalıdır. Allah en iyisini bilir. [101]

 

EN-NÂSIR

 

Hak Teâlâ’nın bu şerefli adı Âl-i İmran suresinde geçmektedir. Bu ad hakkında yalnızca İmam Beyhakî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) ka­naatini açıklamıştır.

Âl-i İmrân suresinin 150. ayetinde Hak Teâlâ: “Sizin yardımcınız ve dostunuz Allah 'tır, o yardımcıların en hayırlısıdır.”[102] Buyurmaktadır. Nasrın ne anlama geldiği açıktır. Bu da müsabaka yapan iki tarafın birinin yardım görerek galib gelmesi anlamına gelmektedir.

Hak Teâlâ’nın Nasır adının küllî itibarları bulunmaktadır. Bunlar­dan biri vücûdî olup Rahman adına döner, ikincisi, mertebî olarak Hak Teâlâ’nın Allah adına döner. Vücûdî yardım ise, nimetin ucuzluğunda çalışıp kazanmak, bu adın hükmî hallerin değişiminde, özellikle yok ol­maya tutmuş bir nesnenin tekrar yetişmesine yardımcı olmak, keza eksi­len bir şeyin artmasını sağlamak. Ayrıca ekin ekmede, tartıda, ölçüde, ayrılıklarda, kavuşmalarda, düşmede, yükselmede, bağış ve ihsanda gerçekleşir. Bütün bunlar bu adın dışında olan yardımlar olup varlıkta yükselmek için belirli basamaklardır. Bu itibardan ikincisi olan mertebî itibare gelince, yukarda anlattıklarımızın aksidir. Çekim yani cezbetme yardımı, ucuzluğu uzaklaştırmak gibi haller mertebî ve ademidir.

Arıklık, zayıflık ve güçsüzlüğü artırmak; güneşi yok etme, çökmeye yardım, bir şeyin yetişip büyümesini yok etme, bir şeyin artmaması için eksikliğe yardım etme, fazlayı yok etme, bu ve buna benzer şeylerdir. Bura­da anlatmadıklarımızı sen kıyas et ve bul.

Mertebî yardım ise Hak Teâlâ’nın Allah adına döner. Her iki mertebî itibarda Hüve adına geri döner. Bu ad varlıktan ve ademden daha yaygın olarak dünyada ümmetlerden bir ümmeti ıslah etmede hükmü geçerlidir.

Hak Teâlâ’nın Nasır adı bu mertebelerin hükümlerini iki tavırla eline alır. Keza bu iki mertebenin makamlarını da iki şeyle dağıtıp yayar ve bu ad bir şeyi verdiği gibi onun zıddmı da verir. Karşılıklı bulunan her iki şeyin yardımcılarını ve askerlerini yapar, bulundukları mevkileri yol yardımı ile düzeltip sağlamlaştırır. Bu yolda yürüyen bir kimseye bir mu­sibet veya hastalık gelirse ve kendisi bu yolda yürüyenlerin öncüsü olmak istiyorsa ilerlemesine mani olan kendisini içinden yakan zulüm ateşinden kurtulmak için Allah'ına seslenerek kendinden geçer, böylece ilerleme uf­kundan düşer.

Nasır adının hüküm ve emniyyeti Rabbinin nusretle bir araya gelme­sinde körleşmişti. Sevgilisini hatırlayarak yakından güzelliğini görmesiyle istemiş olduğu onun yüce şimşek çakar gibi yardımı ile hükümleri galîb gelse de gelmese de kendisine görünmeye başlar. Hatırlama ona yarar sağlayınca, o zaman Nasırın yardımıyla onunla buluşur.

Yüce Allah'a seslenmesine karşı bir cevap alamazsa, düşmüş olduğu yerden kendisini kaldıracak bir kimseyi bulamaz. Şayet seslenmeye devam etmiş olsa o zaman bu nida onun için bir yardım olur. İnsanlardan uzaklaşırsa ve mahruniyetle hazırlığını yapacak olursa öldürülür. Öyle ise yüksek sesle Allah'a seslenmek, O'ndan kendisi için yardım ve rica olur. Şayet gemisine binerse deniz onu taşımış olur. Ama insanlar arasında bi­linen yardım ise dostlukla gerçekleşir. Keza yardım Hak Teâlâ’nın Nasır adındandır. Hiç bir yana dönmeden insanlar arasında geçen İman savaşı veya küfür savaşında hiç şüphesiz yardım edilir. Bu yardım eden de bir zattır ve Hak Teâlâ'dır.

Nasır adı yönünden Hak Teâlâ ile birlikte olan bir kimse yardımın her zaman Allah'tan geldiğini görür. Nitekim Hak Teâlâ Enfal suresinin 10. ayetinde “Yardım ancak Allah'tandır.”[103] Buyurmaktadır. (Allah'ın rahmeti üzerine olsun). Hazreti Muhiddin Arabi'nin ho­cası olan şeyh Ebu Medyen'den naklen şu olay anlatılır: Günün birinde adamın biri şeyh hazretlerinin yanına girerek şöyle der:

“Frenkler müslümaniara karşı yardım gördüler.” Şeyh hazretleri bu söze karşı yalnızca

“Allah'a hamd olsun” der. Orada bulunanlar şeyhin bu habere üzülmemesinden hayrete düşmüşlerdi. Şeyh hazretleri karşısında oturan­lardan birine parmağını uzatarak o kimseye hitaben

“İşte bu zat el-Hâdi'dir (yol gösteren). Bir diğerine de parmağıyla işaret ederek İşte bu zat ta el-mudılll'dır (doğruluktan saptıran). Sonra parmağını avucunun tersi olan parmaklarının toplu bulunduğu yere koyarak, “kalbim işte bura­dadır” dedi. Orada bulunan arif kimseler onun bu işaretle ne demek iste­diğini anlamışlardı. Bu işaretin anlamı şu idi: Bir kimsenin kalbi Allah Teâlâ ile birlikte oldu mu adların mana değişikliği zatta bir değişiklik yap­maz. Şeyh Hazretleri; Nasır adının gerçeğine itibar etmemiş olsaydı, onda bu iki iş bir düzeyde görülemezdi.

Öyleyse Nasır adının gerçeğinin şümulü çok geniştir. Hakikati nok­san olanlarda noksanlık vardır. Hakikati tam olanlar da tamdır. Nok­sanlık ve tamlık ise mükemmelliyetin kısaltılmış ve durulmuş halidir.

Şunu bil: Allah'a ibadet eden mahcub bir kimse ibadetinde evradını uzatarak kendisinin alışık olduğu himmetinde bir gerilik, zayıflık ve kusur görürse fitreyi vererek Allah'tan yardım istemiş olur. Bu yardım isteğinde kendinde bir daralma ve sıkıntıdan sonra bir dirilik ve canlılık hissederse bu Hâdi adının çevresinden gelen Melik nisbetinde olan Allah'ın bir yardımı demektir. Bilgili olup ta şer içinde bulunanlar şeytanla birlikte olanlardır ki Nasır adı yardım için onları izler.

Allah'ın kullarından ve tasavvuf tavrında olanlardan biri kötü ahlak yerine güzel ahlakı benimsemek ister de nefsi aksi yönde kendisine baskı yaparsa, hemen Allah'a sığındığı takdirde, yapacağı duanın bereketiyle Allah ona yardım eder. Keza isyanından dolayı Allah'a dua ederse dua ettiği an O'nun hükmü altına girer. Şayet nefsini bunca yırtılmalardan, sıkıntılardan ve kederden sonra rahatlık içinde bulursa yardımın, Melik adıyla Hâdî adlarının berzâhî çevresinden Hadi adında olan Allah'ın Nasır adından geldiğini bilmelidir.

Arifler tavrında olanlara gelince, bu gibiler Allah'a sığınıp yoksulluk içinde gönülden Allah'tan yardım isterse ve üzerine biriken karanlık vicdanî tartısı olan nurların ağırlıkları dağılıp kendisinden uzaklaşırsa o vakit o kimsenin ufku açılarak aydınlanır ve zulmet üzerinden sökülüp atılır.  İşte bu yardım Nasır adından olduğu gibi, Hâdî  adının da yardımıdır. Zira Hak Teâlâ’nın Hâdî adı Nasır adının zatî verisidir. Bu çevredeki yardım başka ad ve çevrelerin yardımından daha şereflidir. Allah en iyisini bilir. [104]

 

EL-MUHYÎ

 

Hak Teâlâ’nın Muhyî adı Âl-i İmrân suresinin 156. ayetinde “Allah canlandırır ve öldürür.”[105] şeklinde geçmektedir. Her üç İmam bu konuda aynı kanaattedir. Zira canlandırma işi sonsuz mertebeler halinde O'ndandır. İlk olarak varlığı yaratarak ona can verip ortaya koymuştur. Çünkü varlığın yaygınlığı, değerinden öncedir. Yaratılacak ilk hayatın be­lirlenmesi düşünüldüğüne göre ilk belirtilerin önce oluştuğunu zann edenler düşüncelerini ihata eden birçok çevrenin olduğunu düşünürler. Her beliren şeyin bir önceliği vardır. Ama ilk ta'yin (belirleme) ancak O'nundur. Onun ta'yini önce O'nadır. Bununla mevcudun bir başlangıcı olması icab etmektedir. Ben bu sözümle her mevcudu demek istemiyorum.  Zira bütün mevcudatın başlangıcı olduğunu ve mevcudun bidayeti ol­madıkıdır. Bunun için vücud daima Hüve, Hüve o, o, o ne ise odur. Tad alma istilahı vacibtir. Mevcud keza zevk, yani tad alma gereğince, ken­disiyle mümkün olanıdır. Hayatın başlangıcı ezelî olarak ta'yin edilecek olanın ta'yinidir. Ezeliyetin daha önce oluşumundan sonra hayat sonsuz sayılardan çok gerçeklerin çeşitleriyle evveliyyetten ayrılır. Her temayüz eden şey aynı zamanda meydana gelir. Bunda hayatın ta'yini ve ta'yin edi­len hasıl olmuş olur.

Başkalarıyla birlikte ortak hayat ise, başkalarıyla birlikte ilerlemede ve gerilemede ve her ortamda imtiyazı olup zatlar arasında teselsülî ve inabe yoluyle geçerli olan hayattır. Ta'yin edilenlerin zincirleme arka arkaya gelmesinin sebepleriyle müsebbibleri orada diğer bir hayatın mevcudiyyetini anlatır. Bu hayatta zatlar arasındaki nisbette olan (irtibat), yani bağlılık yaşamıdır. Ben bu zincirleme gidişde bir şeyin diğer bir şeyi nihayete kadar durduracağını demek istemiyorum. Zİra sonsuzluk, yani nihayet farz olunan bir haldir.

Allah'ın Muhyhî adı bütün bu hal ve durumların mütevellisidir. Avından sonra hayat, özellikle ta'yinden sonra hayat olarak itibar edilir. Hayat, nefsî hayatın gerçeklerinin ta'yininden sonra gerçek hayat sayılır.

Hayatın anlamı ise, bir şeyin benzerinin oluşumunu mülahaza edenin, varlığının içinde yok olmasıdır. Sonra ilim çevresinin hayatı ise, ta'yin edilenin tekevvünüdür. Birçok resim ve suretlerin bunda aynı benzerliğin güç ve kuvvetiyle oluştuğu söylenmektedir, İşte bu da ilmin hayatıdır, ilim ise nefsin hiddetlenmesi esnasında, resim ve şekillerin belirmesidir. Hayatın içinde canlananlar bulunduğuna göre nefis şayet zatiyetiyle can­landırılır ise o zaman kendisinin özelliği olan nefis canlandırılmış olur.

Anlatılan nefsin kendisinin özelliği olan hayatı, nefısden bir önceliği olmadığıdır, aksine birlikte neşet etmişlerdir. Bunun için burada sürgün yani nefy etmek bir tesviyedir, yani beraberliktir. Buna üfürmenin lüzumu vardır. O zaman kendisini başkasından değil sonsuzluk zatından izleyip yetişmek vacib olmuştur. Keza bu üfürme veya şişirme sonsuz hayatı bul­muş olur. O takdirde kendi yaşamıyla yaşamını hazırlanmış olur. Zira Muhyî adı bir şeyin canlandırılması ve onun yaşamını her mertebelerde ve her rütbede canlandırması ona vacib olur. Sonra nefsin içinde tayin edilecek bir maddeye meyli vardır. Cismin şeklini zatından ayıran madde iradedir, iradenin kendine has hayatı, keza anlattığımız gibi yaşamının yaşamı bulunmaktadır.

Muhyî adı irade mertebesinde sözleri vermiş olur ki bu sözler yalnız ilim mertebesinde olan sözlerdir. Keza daha sonra sözler kudretin mertebe­sine göre olur. Zira his, mukadderatı gösteren kudret şeklindedir. Onun için o nefısdendîr. Çünkü icadın gerçeği başka mevcudatta bulunmamak­tadır. Bundan dolayı icad nefsin benzerinde bulunmaktadır. Zira küllî ci­simden uzaklaşmasında Muhyî adının üzerindeki tasarrufu açıkça görülür. Zira tabiatın kendi seviyesinden altta bulunaniara olan tasarru­funda ehil olanlar konuşabilir.

Şimdi bizler, bir şeyi ta'yin etmiş olanın hakkında konuşalım. Bunlar­dan biri kendine has bir hayat tarzı olanlardır. Çünkü cisimlerin özel bir yaşamı vardır ve onda hayatın bekası bulunmaktadır. Hayatın rükünlerinin de bekası vardır. Bunlarda yaratıcılık şiddetli olup, hayvanda ve insanda şiddetle kendini gösterir.

Bitkilerin daha önceki durumları hicab ehlince gizlidir. Keşf ehli ise bunların durumlarını açıkça görmektedir. Bu anlattıklarımızın tümünde Muhyî adının tasarrufları bulunmaktadır. Anlattığımız bu sözlerde dünyamızın ve onu ihata eden ecrami semaviyyeye ait kerahetinin hususiyyeti vardır. Bizlere aynı işin içinde Muhyî adı yukarıda an­lattıklarımızın canlandırılmasında bir hususiyyeti yoktur. Zira bu ad ikti­za edenin vücudun hükümleri üzerinde tasarruf hakkı vardır. Bundan da Muhyî adının tasarrufunun sonsuzluğu anlaşılmaktadır. Burada bizler varlık ahkamını kesin olarak anlatmış olduk.

Şunu bil: Her şeyi bir düzeye ve beraberliğe getiren üfleme Muhyî adının tasarrufudur ki nefsin canlandırılması demektir. Menetme, yani nehiy ile ihya, yani canlandırma birbirinden ezelî ve ebedî ayrılmayan iki güçtür. Bunun çekiciliğini anlatmak için mecazî örnek göstermeye ihtiyaç yoktur. Mesela yerin ölümünden sonra canlandırılması da canlılıktır. Bit­kilerin sallanması da caniliktir. Bir hayvanın diğer bir hayvana sataşması da canlılıktır, insanın bitki ve hayvanla beslenip gidalanması canlılıktır.

İlimleri öğrenmede nefislerin ısrarı bir canlılıktır. Öğrendiklerinin ve öğrenmediklerinin gereğine göre ilerleyip yükselmesi canlılıktır. Yalancı vehimler ise vehimlerin canlanmasında gerçeklerin olmesidir ki, bunda Mümît adının nasibi bulunmaktadır.

Allah Teâlâ'ya yükselme yolu ise doğru basamaklarla mümkün olur ki, bu da bir canlılıktır. Yararlı ilim yolunda yürüyenler, salih ameller işleyenler de canlılıktır. Bu amel ile bu yolda yürüyen, çalışmasının mey­vesini ve onun tadını almak ve varlığını görmek için basamaklarla yükselir, itidal ile yükselme de bir canlılıktır. Allah en doğrusunu bilir. [106]

 

EL-MUMÎT

 

Allah Âl-i Imrân suresinin 156. ayetinde “Allah can­landırır ve öldürür”[107] Buyurmaktadır. Bu ad hakkında her üç İmam aynı görüş ve kahattedirler. Bu ad yürüyen ve Muhyî adının geçtiği anlatılan her mertebede bıraktıklarını alır. Zorunluluk hükmü ve adem nisbeti çözdüğünden Muhyî adının aksine bu ad kendisinin olmuş olur ki bunun geri dönüşü Allah adına olur. Çünkü bu ad vücûdî olmayıp mertebîdir ki bunun için İlâhî vücuda yardım mümkün olduğu sürece canlıdan bekayı menetmektedir.

Muhyî adı tasarrufu olan bir isimdir. Sözü geçen kabul hazırlığı dur­duğu takdirde, beraberlik hükmü de durmuş olur. O zaman üfleme iptal olunarak ona Mümît adının hükmü bağlanır. Mümît adının zengin ol­masından dolayı, noksanı, çökmeyi ve fesadı uzaklaştırması sebebiyle key­fiyetleri ve kemmiyetleri dağıtıp çözer. Zamanın ve hareketlerin son bul­masına hizmet eder. İnsanların hal ve durumlarının zenginlikten sonra fakirliğe, zenginlikten yoksulluğa ve intikal hali olan başka bir şekle geçmeden vücûdî suretten ademe intikal halidir. Zira şeyler Mümit adındandır. Diğer şekil ve suret ise el- Muhyî adının kısmet ve nasibidir.

Keyfiyyetleri izleyen değişimlerden fesad meydana geleceği için diğer bir şeyin meydana gelmesine sebep olur. Nefsin esas fesadı ise bozulan şey Mümit adındandır. Sözü edilen fesattan var olanın sebebi de Mümit adındandır. Bulutun oluşumu Muhyî adındandır; bunun dağılıp parçalanması da Mümit adındandır. Yağmurun yağması (el- Muhyî) adınındır. Suyun bir yönden içilerek, diğer yönden yok olup gitmesi de Mümît adınındır. Bitkinin su ile beslenmesi Muhyî, bitkilere musallat olan afetler Mümit, bir tohumun bitkiye dönüşü keza Muhyî, bitkinin değişmesi Mümît ve bitkilerin yetişmesi Muhyî adından kaynaklanır.

Bitkilerin hayvan gıdası olarak intikali Muhyî, cahilin cehaleti ise Mümît, dünyanın içindekilerle yok olması Mümît, ahiretteki kıyam Muhyî, beka alemi ile cennet alemi Muhyî, cehennemdeki azab yerlerine giriş, yokluk ve benzeri yerler Mümit, varlığın Muhyî, cehennemde ateşin kendi içinde alevlenmesi Muhyî, cehennemdeki hayatı benimsemek ve parçalarının yanarak dağılması Mümît, ahiretin rahatlık ve nimeti tümüyle Muhyî, ahirette çekilen bazı azaplar Mümit, nefsin zihni tasav­vurları ve zihni doğrulukları ve zihni uyarılarını kabul etmesi Muhyî, bunları unutmak veya nefis tarafından kabul edilmemesi halleri Mümit, yasaklama, cimrilik Mümit, el açıklığı bağış ve cömertlik Muhyî, kendini gösteren alem Muhyî, batınî alem Muhyî, zahirî alem Mümit adından kaynaklanır. Zatî serbest hareket Muhyî, bunun karşılığı olan sükun ve hareketsizlik Mümit,- eşyaların başlangıç tavassutu Muhyî, bu adın sonu Mümit, kelimeler, sözler Muhyî, suskunluk ve anlamamazlık Mümit, bir şeyi dinleyip manalarını anlamak Muhyî, zihin yorgunluğu ve usanç, tenbellik ve unutkanlık Mümit, insan bedenlerinin fulleri veya tenbellikleri Mümit, kabiliyyeti olan karışma, fiili Muhyî, İnsan bedeninin tabiî kuv­vetini uyaran karışımların gerilemesi ve bunların karışımlarla defi Muhyî, doğru kimselerin hastalıklarmdaki uğursuzluk Muhyî, sıhhatta olan bir kimsenin hastalıklarındaki uğursuzluk Mümit, güzellik alemi Muhyî, helal alem çoğunlukla Mümit, kan ve safra Muhyî, balgam ile karaciğer Mümit, şayet balgamda ve karaciğerde hususiyyeti olmayan mi­zaca nisbeten bir ortaklık varsa bunun her ikisi Muhyî, cesaret, kahra­manlık Muhyî, cebanet yani korkaklık Mümit, himmet, düşünce, kanaat ve uyanıklık Muhyî, tenbellik, başarısızlık, haya ve gevşeklik Mümit, firar, kaçmak, Mümit, ferahlık, sevinç ve iştiyak Muhyî, dilde beyan ve fesahat, açık sözlülük Muhyî, anlamsız konuşma ve kekemelik Mümit, sapıklık hareketleri arka arkaya Ölümdür; bunun durgunluk ve sükunu da vehmî yaşamdır, bunun ilki Muhyî, diğeri Mümit, bir nesnenin cevherinden ayrılıp dağılması Mümit, bunların yaratılmasının tümü Muhyî adından kaynaklanır.

Şunu bil: Kesin olarak sonsuzluğun hakikati yoktur. Sonsuzluk hiç bir zaman olmadı ve olmayacaktır. Mümit adının sonsuzlukla alakası haki­kat olmayıp vehmidir.  Zihinlerde olan,  ama izafi yokluk ise Muhyî adındandır. Bunun görünüşleri Mümit, geçmişde geçen ne varsa Mümit, gelecek olanlarda Muhyî, Allah Teâla hazretlerinin adlarının mertebeleri­nin zihni kesintileri,  başkasına tahsis edilmediğinden bu Mümit Rahman adının vücûdî rütbelerinin özelliği Muhyî adındandır. Allah en iyisini bilir. [108]

 

EL- VEKİL

 

Adları daha önce geçen her üç İmam; Allah'ın bu İsmini son olarak Âl-i İmran suresinden çıkarmışlardır, İşte bu isim Âl-i İmrân süresindeki Allah adının sonuncusudur. Bu isimle Âl-i İmran'daki Esmâ-i Hüsna son bulmaktadır.

Hak Teâlâ; Âl-i İmrân suresinin 173. ayetinde “Allah bize yeter ve ne güzel bir vekildir”[109] Buyurmaktadır. Keza el-Müzzemmil suresinin 73. ayetinde “Onu kendine vekil kıl”[110] buyurulmaktadır. Herhangi bir kimse bir iş hususunda Hak Teâlâ'yı ken­dine vekil kılarsa, O, o kimsenin vekili olur. O'nu kendilerine vekil kılanlar kullarından çoğunlukla tevekkül ehlidir. Zira O'nu vekil kılmak için O'nun hakkında güven ve emniyyetİn insanda hasıl olması gerekir. Nitekim bir kimsenin kudretli bir vekili olursa, ona kimse sataşamaz, te­cavüz edemez; İşte bu düşünce tasavvufî makamdandır. Zira tasavvuf makamı ibadet edenlerin üstünde olan bir makamdır. Bir şey hakkındaki güzel düşünce, güzel ahlaktan sayılır. Bu da mutasavvıfların sıfatlarındandır. Rabbi kendisine cevap vermese de, keza bu ibadet edenle­rin makamından farzedilmiş olsa da, onun güveni ve edebini kötüye kul­landığı düşünülmez. Ama tasavvuf makamının üzerinde muhabbet mak­amı bulunmaktadır. Seven bir kimse sevglisini vekil kılarsa, sevenlerin hal ve durumları kendini gösterir. Kendilerine vekil olmaya izin verilmediği takdirde, o zaman edeb noksanlığı ibadet edenlerin hal ve durumlarından daha şiddetli olur. Çünkü sevilenin fazileti sevenin üzerinde kalır. Onunla birlikte vekiline yönelir ki makamın ve dostluğun sağlığıyla vekil nisbetindeki adla ona yönelmez. Ne var ki muhabbet makamının üzerinde irfan makamı vardır. Bu makamda bulunan arif, kendi makamının mertebesi­ni hesap ederek Hak Teâlâ'yı gözleriyle görür. Bir vekil müvekkiline karşı nasıl davranırsa kendi yerine bütün işlerinde Hak Teâlânın davrandığını görür. O makamında olan Vekil adı şiddetle kendisini gösteren gerçeği gizler. Bunun şiddetli zuhuruna gelince arif bir kimse Hak Teâlâ'yı kendisi­nin vekili olarak davrandığını görür. Bu Öyle bir görüşdür ki hisden daha temizdir. Gerçeği gizlediği yönü ise yani vekalet birini kendi yerine vekil gösterecektir. Vekil olan burada bazı yazı veya eserleri yavaşça sileceği ka­dar silerek ve yok ederek gider. Böylece müvekkil eksik kalarak yerinden kımıldanmayana benzer. Arif kimsenin yazısı tamamıyla yok olursa artık orada bir vekalet kalmaz. Böylece vekilin hükmü müvekkilin hükmüne intikal eder. Bu şekilde feri' yani budak veya her şeyin en yükseği hasıl olur. Bu yönden de asıl olan her şeyin fer'i, yani budağı sıfata dönüşür. Şayet arif hakkında vekalet düşerse, ayakta duran hakkında bu vekalet düşmez. Bu böyle olursa ayakta duran üzerinde nasıl olmuş olur?

Şunu bil: Allah Teâlâ'ya teveccüh için bütün adların zikir ehline yar­arı vardır. Her adın kendine has yararı ve bir hususiyyeti bulunmaktadır. Bu anlatılan hususiyyet, inancı olana yarar sağlar. Bunun bazı özellikleri her makama layık olmayıp ancak tarikat yolunda yürüyenlerin mak­amında olanlara layıkdır. Bu yolda yürüyenler zâtı yararları için kendi özelliğine ait olan adı isterler. Hatta herhangi bir ismin zikrini teati etmiş olsa bu bir özellik olarak Nâfî' adının kendine müsaderesi olur.

Bu anlamda sülük eden kendisini terbiye edecek bir mürşid şeyhe ih­tiyacı olur. Böylece kendisine vereceği münasip zikirlerle hazırlığını yapmış olsun. Ben bu adı ve daha öncekileri yazarken bu yolda Hak Teâlâ'ya yürüyenler hakkında beni Allah Teâlâ’nın adlarını anmaya, kardeşim, Hirka-i Şerifte şeyhimizin hadimi olan hakikat kutbunun varisi (Allah'ın rızası üzerine olsun) Sadreddin Muhammed bin İshak hazret­leri için ve esas büyük şeyh olan ariflerden Ziyaeddin Muhammed bin Mahmud için (Allah ömrünü uzun etsin), zikretmeye ve geçen adlar hakkında seçkinleri ilgilendiren manalarını, özelliklerini, sadece bu yolda yürüyenler için anlatmaya başladım. Nitekim daha önceleri bu adların özelliğinin zikrine karşı gelmiştim. Zira bu adların başkaca özellikleri vardır, ama bunlara girişmeye lüzum yoktur.

(Zikri kudsi olsun) Vekil adı sebeplerin teatisi bir kimseye galebe edince Yalnız bu yolda yürüyenler bu isimden yararlanabilirler. Şayet sâlikin şeyhi bunu onun üzerinden ilmi yararı ile baş başa kalması için nakil etmek istediğinde, o zaman sâlik olan yanında bulunduğundan maksadını açıklamadan onu Vekil adının atılması için nakil etmiş olur.

Bu yolda yürüyen bir kimse bu adı anmaya devam ettiği takdirde nefsince kendiliğinden tecrübeye kalkar. O zaman nefsî sebepleri öğrenmiş olur ki şeyhi bu zikri bırakmasını emrettiği halde kendisine bu emir zor geldiğinden kesilmiş olur. Böylece bu adı anmayı kaîben bırakmış olur.

Şayet bu zikir üzerinde devam ettiği takdirde bununla yükselmiş olur ki, bu zikirle bu yükselme sonucunda kendi vekaletinin düşmesine yol açmış olur. Bilerek ve anlayarak vakfeden bu ariyetin izi Allah'a tevekülle doğrulanır ki, salik olan zat, fakirlik ve yoksulluk karşısında acı ve üzüntü çekmez. Bir musibet karşısında da hal ve durumu değişmez. Vekil olan Süphanehü Teâlâ hiç bir zaman vâki olan bir şiddetten dolayı itham edile­mez. Zira vekil olan Süphanehü ve Teâlâ hazretleri onun kayıplarını daha hayırlı olarak kendisine olaylarla verir.

İşte vekil olan Hak Teâlâ Muksıt adıyla kendi hakkında kaim olur ve hak ettiğini kendisine verir. Bu kendi nefsiyle değil Allah Teâlâ ile sübut bulur. Çünkü kendi hissiyle değil Allah Teâlâ ile olup, onu kudsi mertebel­er yanında bir şey olmadan yükseltir. Aynı zamanda Hak Teâlâ’nın yanında da bir şey olmadığını görür. Zira gerçek, gerçeği söylemektedir... Allah en iyisini bilir. [111]

 

ER-RAKÎB

 

Nisa suresinin I. ayetinin son kısmında Hak Teâlâ “Şüphe yok ki Allah sizleri tamamıyla görüp gözetlemektedir.”[112] Buyurmaktadır. Bu adın mana ve şümulü hakkında her üç İmam düşünce ve görüşlerinde anlaşmışlardır. Hak Teâlâ bu adı kullarının değişik merte­belerine göre tensib etmiştir. Bu kulların bazıları hicab aleminde, bazıları da keşf alemindedirler. Hicab mertebelerinde olanlar, iman ehlinden olan mü’min kullardır ki, Hak Teâlâ bu gibilerin zahiri ve bâtmî durumlarını bilir. Çünkü O, gizliliğin nasıl gizleneceğini bilir. Üç kişinin dördüncüsü olur, dört kişinin beşincisi ve yine beş kişinin altıncısı olur. Bu saydıklarımızdan daha aşağı veya yukarı ne olursa olsun, O, onlarla bir­liktedir, tşte Hak Teâlâ’nın Rakîb (gözetleyici) adı bu asümânî mertebele­rin mütevellisidir. Çünkü bu ad Alîm adına mani olmuştur. Alîm adı bu addan zerre kadar dahi izzetli değildir.

Ama ihsan mertebesinde o daha temizdir. Çünkü ihsan makamı, Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmektir. Her ne kadar onu görmüyorsan da o seni görmekte ve seni gözetim altında tutmaktadır. Hak Teâlâ iki yönlü makamda kullarına karşı gözetimini sürdürmektedir: Birincisi vak­ar makammdadır ki, bunun anlamı ihsan makamının ahkâmına vakarlı o İmandır. Zira vakarlık öyle bir hususdur ki, ihsan makamının vasfı de­mektir.

Rakıb adının ibadet edenlerde ve ibadetlerin değişikliğine göre değişik ahkâmı bulunmaktadır. Mutasavvıfların Rakib adına olan nisbetlerine gelince, mutasavvıf bir kimsenin, hükmü mezmum (kötü) sıfatlarının ye­rini hamd edici sıfatlarla değiştirerek, değiştirdiği bu güzel sıfatlarla Hak Teâlâ'yı murakabe etmektedir. Bu fiil esas olarak ihlasla yapılmaktadır. Aksine o kimseyi bu ahlakıyla diğer insanlardan üstün tutulması ve insanlar tarafından o kimse hakkında güzel ahlakı ile şöhret yapması için de değildir. Zira mutasavvıfın mülahazasını Hak Teâlâ bilmektedir. Ahlakının ıslahını istemesi Rakîb adına bir nisbettir.

Muhabbet makamına gelince, bu adın ahkâmı onda yani muhabbet makamında daha kuvvetli olarak zuhur eder. Zira seven bir kimsenin kal­bi sevdiğinden hiçbir zaman uzaklaşıp kaybolmaz. Eğer bu sevgili Hak Teâlâ olursa, o zaman sevgiliyi onun zahirî ve bâtınî her türlü hareketle­riyle gözetlediğini bilmektedir, İşte Rakib adının bazı ahkâmı hîcab merte­belerine göre bunlardır.

Keşf ehlinin mertebelerine gelince, arif kimseler kendi nefislerini gözetledikleri gibi, yüce Allah'ın da kendilerini gözetlediğini görmektedirler. Her gözetleyenin gözetlediği gibi, O'ndan başka bir gözetleyicinin de olmadığını görmektedirler. Zira bu keşf ehli muhabbet ehlinin gözetleyiciyi zem etmelerine muvafakat etmemektedir. Çünkü bu gibilerde her tavırda ve her anda Rakib, Azze ve Cellenin şühûdî mertebele­rinde olan kendi mertebelerini görmektedirler. O da onları görmektedir. O vakit şahit de, meşhudda, yani gören ve görünen de o olmaktadır.

Nitekim arif bir kimse Hak Teâlâ'yı her yönden kendisini, aynı za­manda İnsanı, hayvanı, bitkileri, madenleri gözetlediğini usulen görmektedir. Ama kuvvetli yönden bir şey görmemektedir. Ancak Allah'ın kendisini gözetlediğini bilmektedir.

Nasrî hazretleri bana şöyle dedi: “En azından yakınlık ilimleri her şeyde nazarımın olduğunu görmelisin, bu hal O'nu görmekten daha ağır gelir.” Rakib adınm anlamında Muhît adının kuşatımı bulunduğunu görmüş olursun. Böylece bu ad bir yönden Muhit adının gerçeğiyle, diğer yönden Müheymin adının gerçeğine girmiş olur. Keza tam ve temiz olarak Tâhir adının gerçeğine girmiş olur.

Bir yandan da iman ehli itibarıyla gıyaben Bâtın adının gerçeğine gir­er. O zaman göründüğünden değil akidelerinin gereğince onlara gözetici olur. İşte bunlar mü’minlerden olan gaflet ehlinin avam tabakasıdır. Bun­lara kitab ehli de girmektedir. Çünkü bunlar akidelerinin İslama zıd ve değişkenliği gereğince kitaba inandıkları gibi, onu müşahede etmedikleri halde Allah'ın kendilerini gözetlediğini itiraf ederler.

Bu gibilerde Rakib adı Bâtın adına girer. el-Muhasibî (Allah'ın rızası üzerine olsun), er-Regabe adlı kitabında, nefis muhasebesinin incelenme­sinde anlattığı mertebelere göre Rakib adının hükmü açıktır. Hatta kendi nefsinin hesabını da bu kitaba göre yapmıştır. Onun anlattıklarını amelî olarak yapanlar Allah Teâlâ’nın kendisini gözetlediğini bilmez. Öyleyse el-Muhasibî neyi anlatmıştır? Zira bazı meşayih, talebelerine: “Allah'ın sure­ti Allah'la birlikte beni görünceye kadar bakmaktadır” diyerek onlara telkinatta bulunur ve talebelerine dilleriyle ve kalbleriyle söylediklerini tekrar-' lamalarını emrederdi. Bundan maksadı talebelerinin hasta kalblerine şifa verici deva bulmaktı. Gaflet içinde olanlara Rakib adının anlamıyla zikret­melerini tenbih ederdi. Böylece talebeler üzerinde Allah ile birlikte olmanın huzur ve sükûnunu edeb içinde te’min etmiş olurdu.

İşte bu, ibadet ehlinin kalbî hali ve en tamamlayıcısıdır. Bu gibilerin nefisleri şiddetten etkilenmez, kalpleri her an Allah Teâlâ ile birlikte olup nefislerini dahi ancak Allah'ın zikriyle birlikte tutar ve bırakırlar.

Hicab ehli için bu makamda bulunmak çok ağır ve zor bir iştir. Buna riayet edenler beşerî adetlerinin çizgisinden bir çizgi dahi bırakmaz olurlar. Aksine zikir bozulur. Gaflet ehli bu adın zikrini kullanmış olursa bunun sünnetinden faydalanırlar. Yakaza ehli bu zikri kullanırsa vakarları de­vam eder. İbadet ehli bu adın zikrini kullanırsa riyadan kurtulurlar. Keza tasavvuf ehliyle arif kimselerin bu zikre ihtiyaçları yoktur. Zira ayakta duranlarla bir münasebeti yoktur. Allah en iyisini bilir. [113]

 

EL-HASÎB

 

Her üç İmam da bu ad hakkında hemfikirdirler.

Nisa' suresinin 6. ayetinde Hak Teâlâ: “Allah hakkıyla hesab sorucu olarak yeter.”[114] Buyurmaktadır. Bâsır’ın mubsır anlamına, Elîm'in Mülîm manasına geldiği gibi bu ad Kâfi manasına gelmektedir. Keza Â'kil-Me'kul manasına geldiği gibi, bu ad Kadir ma­nasına gelmektedir. Hak Teâlâ bu babda Nisa’ suresinin 86. ayetinde “Allah her şeyi hesaba çekmeye muktedirdir.” buyurulmaktadır. Zira Hak Teâlâ bütün halkının haklarını vermeye kifayetlidir. Bundan dolayı Hasîb adı Halik adına girmektedir. Kullarına hak­larını bağışlaması sebebiyle halk ona hamd etse de etmese de bu ad Vehhâb adına girmektedir. Zira buradaki icraatı bağışa girmektedir. Bunun böyle olması olmamasından daha hayırlıdır. Nitekim rızıkda yeterli manasına gelen Kâfi adı, aynı zamanda alakalı olduğu ve rızık veren manasına gelen Râzık (jyi) adma girmektedir. Buradaki manadan dolayı insan ecelinin uzatılması ve verilmesinde bu ad Mumîtadına girer.

Bu ad muhasebe manasına geldiğine göre faziletleri sonsuzdur. Nite­kim bu adm bazı şerh ve tafsilatı Allah'ın Seriü'l-Hisab adından gelmekte­dir. Anlatıldığı gibi bu ad Kâdir manasına geldiğinden bunun tafsilatı bu arada açıklanacaktır. Kâfi adı yeterli hesab gören manasına geldiğinden dolayı Hak Teâlâ tekevvünü itibarile yeterli olduğundan taifesinin yanında olup, yanında da bir başka biri bulunmamaktadır. Eğer O yeteri olmasaydı, o zaman yeterli olacak bir şey olmazdı. Her mevcud, kendi hal ve tavırlarından bir tavırda dengini bulmaktadır. Bu yeterliliği bulan da Hak Teâlâ'dır ki diğer adıyla Hasîb'dır. Şayet onu vekil kılarsan Hasîb adına Vekil adının bazı manaları takılır. Çünkü vekilden kefaret isten­mektedir. Bu sebeple Hak Teâlâ: buyurmuştur. Bu kifayet tam olup her şeye şümullüdür. Kevinlerin tekevvününü nazarı itibare alırsan kainatın, sonu olmayan boşluğu içinde dikkatli ince bir nizam içinde sekteye uğramadan akıp yürümekte ve kendi çevrelerinde hesaplı dönmektedirler. Bütün bunlar güçlü ve her şeyi bilenin takdiriyle olmak­tadır. Özellikle ecram-ı semaviyyenin parlaklıkları ve yanyana mücevherlerden oluşan komşular gibi parıldamaları O'nun buyruğu ile hasıl olmaktadır.

Bunların müvellidatına bağlı olan yardım ve birbirinden gıdalanmaları İlâhî feleğin noksansızca kıyamı içindir. Ancak bir nok­sanlık var ise o da kemal şartından ileri gelmektedir. Zira mevcudatta bir noksanlık olmasaydı o zaman kemalin hakikati bilinmezdi. Görüldüğü gibi Hak Teâlâ mevcudatını bir sıra ve nizam içinde yapmıştır. Rızkının karşılığını ödemeden hiç bir nefis ölmez, İşte Hasib adı görüldüğü gibi Kâfi adıyla rızıkları “yerine bağlamış olur.

Ne var ki Kâfi adının manasını bütün İlâhî adlarda bulursun. Ama Allah adından başka mahlukun aklını başından alan, hayrete düşüren bir güç yoktur. Çünkü o bu babda yeterlidir. Memleketi olan Kâinatta Hasîb adı Kâfi adı manasına gelmektedir. Bütün ilâhî adların manalarında bu adın manaları bulunmaktadır. Keza bu ad ihata (kuşatım) cihetinden Muhît adına girmektedir. Şayet kendisi hesab eden ise Vekil adının haki­katim tetkik ederek onu vekil kılmak üzere davet eder. Bu ad muhasib an­lamına geliyorsa Rakib adına girmiş olur.

Hepimizin bildiği gibi hesablaşma murakabesiz olmaz. Daha önceleri Rakîb adının manasının şerhini açıklamıştık. Bir kimse kendi nefsini Hasîb adının manasınca hesab etmiş olursa kendi hesabını yeterince yapmış olur. Bir başkasının hesabını yapsa da o kimsenin hesabını yete­rince yapmış olur. Zİra bütün manalar, ulvî veya süflî olsa da Hak Teâlâ'nındır. Çünkü vücud O'nun hakikatidir. Bir başkasının vücudu farz edilmiş olsa bu mecaz olur. Zira hiç bir kimse diğer bir kimsenin hesabını yapamaz. Çünkü işaretin mucidi olan ancak Allah Teâlâ hakiki hesabı ya­par. Görünün o ki, ikinci sefer ehli olan faziletli tevhid ehlinin üzerinde durdukları gayret sahiplerini vahdaniyyet dışında sena etmeleridir. Yaptıkları o seferde tam kemale ererek kutuplaşmış olurlar. İşte bu toplu­mun hal ve tavırları ile üzerlerindeki kederler ayrılmış olur. Aynı zaman­da her yönde hatta ariflerin ve kıyamda olanların cehaletinden münezzeh kalırlar. Zira bu türlü cehalet en şiddetli cehalettir. Çünkü arif bir kimse­nin üzerine gelen haller ona galebe etmiş olur ki, o durumda hakikat zan­nettiği işler mümkün olmaz. Nitekim bu halde olan arif bir kimse, kemale erişmiş zatın harikulade şeylerin zuhurunda kendi hakkında söylediğini, görür. Fakat bir hüccet getirmek için bunları kimin gönderdiğini bilmez. Duyduğuma göre Hud şöyle demiş: “Elim ateşe girmeden niçin bende ve­layeti tesbit etmiyorsun?” Çünkü onun akidesi böyle idi. Hazreti Kuşeyrî'nin naklettiğine göre, “Tahkik üzre bir şimşek çakacak olursa ne hal kalır, ne de himmet.” demişti.

Ama sünnet ehlinden olan mahcub kimseler bu inançtadır. Şunu bil­melisin: Hasîb adı, anlatılan bu gibi kimseler üzerinde hükmünü temizle­miş olur. Çünkü bunlar cehaletten bir şeydir. Allah Teâlâ bir kimsenin cehline göre hesabını görür. Bu cehaletini unutuncaya kadar ona ve­receğini vermez. Böylece bu türlü cezayla cezasını görür. Bu da böyle bir kimse için yeterli bir muhasebedir.

Bu şerefli adla zikredenlerin elde edecekleri meyveler çoktur. Sebeplerle uğraşanlar bunun dışına çıkarak zikirlerini yalnızca Hasîb adı manasına gelen Kâfi adıyla yaparlar.

Şayet Kadir adını mülahaza ettikleri takdirde, kalplerini kudrete bağlarlar. Bir kimse her hangi bir adla zikrini yapıyorsa ve o adların ma­kul manaları varsa o zaman o adın mana izi kalbine takılarak onu izler. Bu manayı hak etmiş olsa da zikredenin o manalara insaf etmesi icab eder ki, özellikle zikir edilen ad intikam adlarından bir ad olursa, zâkirin kal­bine korku girer. Şayet zâkire bir tecelli hasıl olursa bu tecelli celal alemin­den olur. Allah en iyisini bilir. [115]

 

EŞ-ŞEHÎD

 

Bu ad Nisa’ suresinde geçen isimlerin üçüncüsüdür. Hak Teâlâ Nisa’ suresinin 33. ayetinde “Şüphesiz Allah her şeyi görür.”[116] Buyurmaktadır. Her üç İmam bu isim hakkında aynı fikirdedir. Bu isim şahid manasına gelmektedir. Âl-i İmran suresinin 18. ayetinde Hak Teâlâ “Allah kendisinden başka ilâh olmadığına şahiddir,”[117] Buyurmaktadır. Kendi hitabı yönünden burada meleklerle ilim ehlini buna atfetmiştir. Buradaki eğilim mecaz, meyil edilen şey de haki­kattir. Bu hali irfan makamından değerlendirirsen tümü hakikattir. Zira mertebelerin tümü mamurdur. Ancak hicabda temayüz bulunmaktadır. Şehîd adı dağları dahi her yönünden imar etmiştir.

Tarihlerde adı geçen el-Melikü'1-Kâmil Muhammed bin Eyyûb,  (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bazı Kürt emirlerini yanma toplayarak ziyafet vermiş. Sultan onlardan birine kızarmış bir dişi keklik ikramında bulunmuştu. Fakat Kürt emir bu ikram karşısında gülmeye başlamıştı. Sultan kendisine

“Seni güldüren şey nedir?” dediğinde Kürt emir:

“Sultanım! Gençliğimde memleketimde bulunuyordum; bir adama rast­layıp yolunu kesmek istedim. Onda ne varsa aldıklarımı yere atarak adamı kesmeye kalktım. Adam bana

“Sakın bana dokunma! Benim kanım için sonra seni sultan yakalamasın?” cevabını vermişti. Ben ona:

“Burada seni keseceğimi gören bir kimse yoktur.” dedim. O:

“İşte bu önüme konan kuş sanidinidir.” cevabını verince

“Bu kuş nasıl şehadet eder?” diyerek onun bu itikadına gülmüştüm. Sultan, emire

“Adamı kestin mi?” diye so­runca Emir:

“Evet kestim ve öldürdüm.” dedi. Bunun üzerine Sultan bu şehadeti kabullenerek emirin şaiben idamına karar vermiş ve asılmıştı. Bu şehadet şehide bağlı olmasaydı bu olay tahakkuk etmezdi. Zira bu beldeme Allah'tandır; güç ve kuvvet O'nundur.

Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz bir konuşmasında: “Sizler yeryüzünde Allah'ın şahidlerisiniz.” buyurmuştmr. Bundan maksad zu­hurattır. Şehîd adının şahidliğinin manası Hak Teâlâ'nın Rakib adının manasına girmektedir. Bunun şerhini Alîm adında yapmıştık. Ne varki bütün adlar, diğer ilâhî adların manalarına girer. Şehîd adının en şerefli mazhariyyeti ve en kamili de kutublann kutbudur. Zira bu ad insanların ve başka mevcudatın çevrelerinde yerleşmiş bulunmakta, değişik hal ve durumlarını bilcümle hesab edip görmektedir.

Böylece bu ad her şeyiyle, birlikte olduğu halde kendisinde bir şeyi bu­lunduracak kudreti yoktur. Çünkü onun çıkacağı çıkış yerleri bulunmak­tadır. Kendi mertebesinde bu ad temiz olup her şeyin çevresini kuşatır. Ama kendisini bir şey kuşatıp sarmaz.

Şunu bilmelisin: Kutub olana bazı yazılı şekli keşifler gizlendiğinden ona “cahil” demek doğru olmaz. Zira kutub cismi surette onu kabul etse de, külli olarak bu ilmi bildiğinden onda bir şeyin ağırlığını hissetmez, İşte Şehîd adının mazhariyyeti budur. Allah en iyisini bilir. [118]

 

EL-MÜRSİL

 

Bu kerîm ad Allah Teâlâ'nın Nisa’ suresinde gelen dördüncü adıdır. Bu surenin 64. ayetinde Hak Teâlâ: “Biz her elçiyi Allah'ın izniyle ona itaat edilsin diye gönderdik”[119] Buyurmaktadır. Bu adın mana ve medlulleri hakkında üç İmamdan yalnız Ebu'l-Hakim Berrecan el-Endülüsî açıklamalarda bulunmuştur. Risalet fiili, Hadi adının hakikatıyla Allah tarafından icra edilmiştir.

Mudıllll adının zuhurat mertebelerinin manalarını karşılayacak cüz'i ve manevi de olsa her hangi bir tarafa teveccühü yoktur. Bunlardan her birinin ahkamının zuhuru icab etmektedir. (Allah'ın sel­amı üzerlerine olsun) Peygamberler Hâdî adının huzurundan mudilll adının huzuruna gelmişlerdir. İşte yüce Allah istediğini bu çevrede dala­lete sürüklemektedir. Nitekim Hak Teâlâ'nın daha önceki konularda geçen şu ayette “Dilediğini dalalete dilediğini hidayete eriştirir.” buyurulmuştur.

Peygamberler (Allah'ın selamı üzerine olsun) zamanında iki taraf arasında savaşlar durmadan devam etmiş, aralarında haberleşmeler, yazışmalar yapılmış ve savaşlar durmadan devam etmiş halen de devam etmektedir. Dalalette olanlar mudılll adına dayanmış olmasaydılar asla yardım görmezlerdi. Bunun için Sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz: “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Sizler yardım gördüğimüz gibi onlar da yardım görmektedirler” buyurmuştur. Bu düşmanlığın asıl müsebbibi Hâdî adıyla mudılll adlarının karşilaşmalarmdandır.

Allah dileseydi bütün insanları bir tek ümmet yapardı. Bu babda Hak Teâlâ: “Allah kendi işinin galibidir.” buyurmuştur. Yüce Allah'ın adlarının temizlik mertebelerinin ihyası açısından halen ve bugüne dek ihtilaflar devam etmektedir. Rahmetin tecellisi Rabbin merhametindendir. Hicab cihetinden Mürsil adı hidayete dönmüş olur ve böylece resulleri izlemiş.

Kutbî çevrede ise bütün adlar zatın gaybubetinden bu adın makamı altında bulunur. Bunun şehadeti ise Hüve-Hüve dir. Bu da ikinci seferde Allah'a Hâdî adı ile basiretle dua etmelidir. “Peygamberler za­manında Allah'a Hâdî adıyla dua edilmekte idi. Başka bir adla dua edilsey­di zahiri halde herkes ve her ferd kendi kurtuluş makamına varmış olur­du.

Hâdî adının ahkâmıyla temizlenen veya temizlenmeyen bir kimse mudılll adının hakikatıyla temizlenmiş sayılır, işler Allah'dandır. Doğru şeyhlerden biri Abâdile adlı kitabında “Her kim olursa olsun amelleriyle yolculuğu Allah'adır.” demiştir. Mürsil adı Hâdî adının içindedir. Rİsalet ise nübüvvetin altındadır. Nübüvvet ise velayetin altındadır. Pe/gambere gelince mertebelerin üçte birini kendi uhdelerinde toplamışlardır. Nübüvvet makamının şeyhi Hazreti Resul sena ederek şöyle konuşmuştu: “Berzahda velinin gürültüsü duyulmaktadır. Adı da elçilerin üstündedir.” Allah en iyisini bilir. [120]

 

EL-MUKÎT

 

Bu ad Nisa’ suresinde geçen İlâhî adların beşincisidir. Hak Teâlâ bu surenin 85. ayetinde “Allah her şeyi bilir ve muhafaza eder.”[121] buyurmuştur. Bu ad hakkında üç İmamdan yalnız Ebu'l-Hakem el-Endülüsî açıklama yapmıştır. Diğer iki İmam müstenkif kalmıştır. el-Mukît Arapçada muktedir veya kadir manalarına geldiği gibi, muhtaç olanlara (gıdalanmaları için) lüzumlu hacetlerini veren kudretli varlık manalarına gelir. Aynı zamanda Hafız manasına da gelmektedir ki yuk­arıdaki ilk manası daha uygundur.

Şunu bilmelisin: Mukît adının temizlik mertebelerinin umumiyetle Muğtedi lakabıyla anılan cisimlere aidiyyeti yoktur. Zira varlığa dikkatle bakan bir kimse kendi zatiyetinin mevcudiyyetini tümüyle bulmuş olarak bedenî ihtiyacı olan yiyeceği istemek için İlâhî yardımın hakikatma müracaat eder. Çünkü en yüksek kalem gıdasını ilâhî gaybden almak­tadır. Levh gıdasını yüksek kalemden, Levh-i Mahfuz ilimden, cismânî besayit levhden, cisimler ise gıdasını birbirinden almakta böylece ih­tiyaçlarını gidermekteler.

Keza hava gıdasını ince şeffaf kesafetten, madenler yerden, nebatlar yerden ve sudan, hayvanlar nebatattan ve birbirinden, İnsan kemal bulan nefislerin hakikatlerinden, ariflerin nefisleri irfânî maarifin hakikatlerin­den, mahcubların nefisleri aklî ve naklî ilimlerden, cahiller hayal ve ve­himlerden almaktadırlar. Zira bu gibiler vehimlerini ilimdir diye düşünürler. İnsan cisimlerinin tümü, ister tahkik ehlinden, ister irfan ve hicap ehlinden olsun hepsinin gıdası bilinmektedir.

İşte Mukît adı hakiki gıdayı bu mertebelere verir. Cisimlere en tat veri­ci aşı, hissin mülayemeti, cismin tecanüsü, kuvvetin mutedil bir şekilde devamıdır. Nefislerin en lezzetli aşısı kendilerine münasib olanlardan ken­dilerine gelen hal ve tecelliyattır. Bu onlar için en lezzetli gıda olur. Bunun için başlangıç ehli kamil olanlardan daha   lezzetli  bir hayat sürmektedirler.

(Allah'ın rahmeti üzerine olsun) Hazreti Cüneyd: “Başlangıç günleri ne güzeldi! O günleri özlüyorum.” demiştir. Çünkü hal ve tecelliyattan gördüklerini ve bunlardan aldığı lezzeti unutmamıştı. Kendisi kemal ve olgunluğa erişince, kendisine gelmekte olan gaybî varidat ve tecelliyat ke­sildiğinden, dolayısıyla aldığı lezzet kaybolmuştu. Halkın zahiri görünüşleri gibi olmuştu. Bu sebeple külli hisse dönmüş oldular. Terakki ehlinin hilafına cahil kaldılar; çünkü halkın nefisleri onların hesabına üzgün duruma gelmişti. Halk ise onların tam kamil oldukları itikadında idiler. Tabiatıyla düşüncelerinde yanılıyorlardı. Mukît adıyla zikir, yalnızlığı meneder, insana tevekkül verir... Allah en doğrusunu bilir. [122]

 

ES-SÂDIK

 

Bu kerîm isimden İmam Ebû Hamid el-Gazâlî söz etmemiştir. Diğer iki İmam Beyhakî ile Ebu'l-Hakem, bu adın mana ve şümulü hakkında açıklamalarda bulunmuştur. Nisa’ suresinin 87. ayetinde Hak Teâlâ:  “Allah'dan daha doğru sözlü kim vardır?”[123] buyurmuştur.

Sâdık adının hükmü yaygın olup hakikatların tümüne şümulü olan, Peygamberlerin dillerinden, vücudun rütbelerinden bir rütbe dahi ondan uzak kalmaz. Bunun şahidi ise mucizelerdir. Konuşanlara göre bunun doğruluğunun şahidi ise his ve akıldır. Bunların cümlesi Sâdık adını tas­dik etmektedir. Bu adın mertebelerdeki doğruluğuna gelince, yalan, itibar­ları içinde doğrudur. Çünkü o mevcudun veya mevcudatın vücudunu ih­bar etmiştir. Ama o mevcud veya o mevcudatın zihnindedir. el-Musavvır adının tahkikiyle veya zihinde yazı şekli suretindedir.

Musavvir adı ise, haberleri haber üzerine, muhakkak olarak bir mev­cuttan alıp yazmaktadır. Şayet bunları hisseden düşünüyorsa da mevcud hakkında haricen haberleri vermiştir. Buradaki hata işitendedir. Şayet sıdk bir mevcud hakkında haricen bir ihbar yoktur demiş olsan cevap olarak şöyle diyebiliriz: Hariçte bir şey hakkında bir haber verilmiş olsa o vakit iki hal üzere zihninde olan haberi veriyor demektir. Şayet haricîn dahile muvafakati tesadüf ederse, bu hakikate göre kusuru olmayan bir haberin, şuûrî olmaması sebebiyle bu işlerde yerini almış olur.

Şunu bil: Batıl kendi İtibarları açısından bir hakdır. Varlığın vücud bulması da bir hakdır. Her nutuk vücuda göre vücudun nutkudur. Şeyh bu babda şöyle demiştir. “Vücud nutka başlarsa toplum şöyle haykırır: -Ey duyanlar bana gelin! Vücud nutka başlamıştır.” Nitekim Hakkın sözü de hakdır. Alîm adının açıklamasında söylediğim gibi, kendi hal ve tavrında bazı zuhuratı olacağından batıl olan bir şeyi inkâr etmeyiniz! Batılın miktarı ölçüsünde, kendinden ona vermelisin ki onun mülayemet hakkını ödeyesin! Hesabını kendi zatında yaparak zatını temizle ki o da kendi zatiyetini temizlemiş olsun.

Böylece Sâdık adı varlığın dilidir. Konuşan dilde Hakkın hakikatidir, tşte bu da kutbun mertebesidir. Nitekim Sâdık adı vücudun bütün mazha­riyetlerinde Muhît adıyla yürür. Mahcub olan bir kimseye bu ad dilinin doğruluğunu verir. Sofilere de kalbi sıdkla, anlayış ve tahkikini verir. Allah en doğrusunu bilir. [124]

 

EŞ-ŞÂKİR

 

Bu adın mana ve şümulü hakkında sadece İmam Beyhakî düşüncesini açıklamıştır. Nisa’ suresinin 147. ayetinde Hak Teâlâ “Allah şükür edenlerin mükafatını verir ve onları bilir.”[125] Buyurmaktadır. Bu adın bilginlerce manasına gelince: Hak Teâlâ salih kulunun üzerinde sabit kalsın diye ona teşekkür eder.

Şâkir adının manasına gelince, başarılı olduğu bir fiilden müteessir olanlarda teessürü kabil olan yaygın bir hilim ve mülayemet anlamına gelmektedir. Burada failin maksadı, müteessir olanın maksadını temizle­mektir. Böylece bilinen ihsanın şükrüyle minnetin izharı şükrünü bir araya toplamaktır. Bu da eserin kabulüdür ki nebatın zuhuru için yerin yağmura teşekkürüdür. Keza meyvelerini, izhar ettiğinden dalların ağacın köküne olan teşekkürüdür.

Ulvî kalemin gaybden gelen yardımı da bir şükürdür. Ulvî kalem ka­bul gördüğünden levh-i mahfuz'un teşekkürü, ecram-ı semaviyyenin tab­iatıyla devrânî hareket inkıyadı bir şükürdür, ilahi gizliliğin yardımıyla sevilen tabiatların mizacı bir şükürdür. Ondan zuhur eden müvellidat bir şükürdür. Yumuşaklığından ve saygınlığından failin mefule infiali bir şükürdür. Nutuk irad edenlerin nutku bir şükürdür. Sessiz olanların sessizliği bir şükürdür, çünkü onlardan istenen de sessizliktir. Bunun sebebi ise ilâhî yardımın ondan kesilmesidir. Çünkü idam idam değildir. Bu bir müessirin tesiriyle olamaz ancak menetmekle olur. Nitekim zatî harekette bir şükürdür ki, hareket zattan istenmekte olduğundan serbest varlık da bir şükürdür. Bütün bunlar umumiyetle bir şükürdür ki bütün şükürler O'nun yüce faziletinden ve bütün mertebelerde Şâkir adındandır. Bütün bu şükürler onun yüce faziletinden ve bütün mertebelerde Şâkir adındandır. Bütün bu şükürlerin dönüş yeri kudsi zatadır. Mevcudatta bir şükür yok­tur ki O'nun olmasın. Nitekim inkarcının inkarı da bir şükürdür. Çünkü tesirle ondan inkarcı olması istenmektedir. Bu tesir altında murat ve mak­sadı temizlemektedir ki onun için şükür olmuştur.

Şunu bilmelisin: Serbest varlığın hususiyeti tesir olmayıp teessürdür, infial ise fiilden müştakdır. Vücudun tamamiyyeti ile tatavvurati, Hak Teâlâ'ya konuşan dille teşekkür etmektedir ki, O bizatihi nefsine teşekkür etmektedir. Çünkü O'ndan başkası bu şükrü hak edemez. O'ndan başkası da şükretmeyi hak edemez. Şükürle kan, her ikisi şükür olup kutba düşmektedir. Çünkü ondan cismi surette değil mertebî cihetten ahkâm çıkmaktadır. Zira bütün güzel adlar O'na dönmektedir. Çünkü şükür yalnız O'na dönmektedir. Bu cihet bu gibilerde gizli değil açıkça bilinmek­tedir.   

Şâkir adı zikir ehline muhabbet makamını verir. Sofilere de durak yani vakfe makamını verir. Arif kimselere de kutbiyyet makamını verir. Ayakda duranların da Kudsî hazretin etrafında toplanmalarını sağlar. Bu ad hal­vette yedi günle anılır. Allah daha doğrusunu bilir. [126]

 

EL-AFUV

 

Bu kerîm ad hakkında adları daha önce geçen her üç İmam aynı düşünce içindedirler. Bu adın şahidi ise Nisa suresinin 149. ayetinde “Allah bağışlayıcı, her şeye gücü yetendir.”[127] buyurulmaktadır. Bu ad Nisa suresinden çıkarılan son addır.

Afuv adının manasına gelince, asilerin işledikleri suçlan müsamaha ile karşılayıp bağışlamaktır. Bunun sığası ise Faûl'dur.

Şunu bil ki af Allah'tandır. Bu adın itibarları vardır. Bunlardan biri, ilmî mertebeye mahsustur. Diğeri ise marifet mertebesine mahsustur. İlme mahsus olanı ise, Hak Teâlâ kuluna karşı olan müsamahasıyla işlediği suçtan ötrü onu cezadan uzak tutmuştur.

En ağır ve zorlu suçlardan biri de şirktir. Yani Allah'a ortaklık is­nadıdır. Nisa suresinin 48. ayetinde Hak Teâlâ: “Şüphe yoktur ki Allah kendisine ortaklık veya eşlik isnad edenlere af ve mağfiret etmez.”[128] Buyurmaktadır. Bu suçu işleyen kulların kendi davasında şirk fiilinin nefse intİsabı dolayısıyla kulların tecziyesi icab itmektedir. Çünkü burada Hak Teâlâ ile fail olan bir başkasıdır. Kul şirke bulaştığından cezayı hak etmiştir. Suçlardan affın aslı da tevhidin manasıdır. Zira tevhid hasenatın aslıdır.

Nitekim Hak Teâlâ bu hususa işaret buyurmaktadır. Allah Teâlâ'ya rücû' etmek istiğfardır. Bu da tevhidle ona rücû' edene benzer. Çünkü bir fiilinden dolayı suç İşleyen bir kimse İstiğfar ettiği tak­dirde Allah katında beraat etmiş olur. Fiilde beraat ise, fiilin Allah'a nisbet edilmesine benzediğinden bu da tevhide münasip düşer ki, bu da affı hak etmiş olur.

Hicab ehlinin tevhidinin sonu ise manasına gel­mektedir. Çünkü onlar bir fiilin tamamını Allah nisbet etmelerine kudret­leri yoktur. İşte Afuv adının mahcublar mertebesinde tasarrufunun yeri budur. Ama keşif ehli mertebelerine itibar edilecek olursa, bütün işlerin cümlesi hiç bir şekilde şüpheye düşmeden Allah tarafından olduğunu görmektedirler. Şüphe yok ki onların hesabı üzerlerinden düşmüştür, hal ve durumları affı göstermektedir.

Görüşlerinin başlangıcında Afuv adı onları idrak etmektedir. Her şey açığa çıkmış olursa, o vakit hiç bir fiil yok ki Allah tarafından olmuş ol­masın. Onlar ancak gördükleriyle alakadar olurlar. Bu gibilerin istiğfarı, kendi nefıslerindendir. Bunlardan bazılarından öğrenildiğine göre şöyle bir hitapla karşılaşmışlardı: “Susuzluğumu giderirsen ben de susuz­luğunu gideririm. Benden kendin için istiğfar istersen bana bir ad gönder ki seni bileyim ve tanıyayım.” Burada istiğfarı suç cihetinden değil kendi nefsini görmesinden yapmıştır. Bu adla yapılacak zikir onları ıslah etmek için avama layıktır. Yoksa Allah'a sülük edenlerin zikir şanlarından değildir. Çünkü bunda işlenen suçun zikri vardır. Fakat toplumun zik­rinde ne suç zikri ve ne de bağış zikri vardır. Ayakda duran biri bana şöyle dedi: “Ey Kul! Suçunu ayaklarının altına al. Affını da suçunun altında yap! Umumiyetle insanlar bu sözleri hatırlasalar hal ve durumları güzelleşmiş olur.... Allah en doğrusunu bilir. [129]

 

EL-FÂTIR

 

En’am suresinde Hak Teâlâ’nın güzel adlarından altı ad bulunmak­tadır. Bunların ilki, Fâtır adıdır. Bu ad hakkında üç İmamdan yalnız Ebu'l Hakem açıklamada bulunmuştur. Bu adın şahidi ise, Enam suresinin 14. ayetinde Hak Teâlâ: “Göklerin ve yerin yaratıcısı O'dur. O yedirip doyurur, yiyip doymaya ihtiyacı yoktur.”[130] Buyurmaktadır.

Ayetteki Fâtır adının lugatça manası “yaratan” anlamındadır. Bu da bir şeyin yarılıp çıkmasından olmaktadır. Hak makamı şöyle buyur­muştur. “Gökleri ve yeri yaratan benim.” Bu İlâhî sözden anlaşılan şudur: Bunları yarıp çıkaran veya maddesinde özel bir suret açan O'dur. Bu da fiil cihetinden Hâlik'a dönmektedir. Çünkü Halik olan zat sureti icad edip bul­muştur.

Şunu bilmelisin: Naklî ilmin nasibi şudur: Allah Teâlâ eşyaları yok­luktan icad edip meydana getirmiştir. Burada zahir olan şey ademin (yokluk) takdiridir. Buadaki ademden kelimesinin (Den) lafzından maksad, her ikisi arasındaki farka işaret etmektedir ki bu da olmayan eşyalar anlamına gelmektedir. Zira bu olmayan eşyalar ademden sonra bulun­muştur.

Ama bir kimse yükselirse o zaman varlığın maddesini adem (yokluk) yapmalısın. Bu cihetin izahı ve anlaşılması pek zordur. Fakat görenin kuşkusuz nasibi cihetinden şeyh hazretleri şöyle der: Hak Teâlâ nurundan bir kıtayı kesip ayırmıştır. Bununla Alemin resimlerini açmış olduğundan, İşte sözü edilen bu nur alemin maddesi olmuştur. Halk ise nurla değil resimlerle alakalıdır. Çünkü nuru ondandır, alemin resimlerine bağlıdır. Bu hakikatle onlarda, yani alemlerde Hak Teâlâ' buyruğu olan “Allah göklerin ve yerin nurudur.” diye bizlere bildirilmek­tedir.

Alemin resim ve şeklini açan bu nurdan maksad ve murada gelince, belki de bu tabirde bazı şuhud ehli izafe edileni hazf ederek işi zahire yüklediler ki o da haktır. Burada Fâtır adının hicab çevresindeki icadla ala­kası vardır. Keşfin nasibi ise Fâtır adının manası Zahir manasına gelir. Zira onlar gaybden zahirî tecellileri görmektedirler. Zira batından zahire kadar ondan başkası olmayıp, itibarının düzelmesi için onun evveli ve ahiri, zahirî ve batını tecelliyatmı benim gözümle değil onun gözü ile görmen icab etmektedir. Hicab ehli ise bunu bilmez.

Şeyh Hazretleri: “Sevgilim yükselirse hangi gözle onu göreyim? Kendi gözümle değil onun gözüyle görmek isterim. Zira o ancak kendi gözüyle kendisini görmektedir.” demiştir.

Şunu bil ki Fâtır adı Zahir manasına gelmektedir. Fakat zahirle hususiyyeti yoktur. Ama manevî zuhurat füturdur, yani bir aştır. Hayal alemi­nin düşünceleri füturdur. Kalblerin mükaşefesinin başlangıçları füturdur. Tek bir zatta resim ve yazıların yokluğu vücudun füturudur. Yokluk da vahdaniyyetin kıyamı ve onun füturudur, yani aşıdır. En geniş fütur çevreleri, sonsuz alemlere şümulü olduğundan kendisinden bir şey çıkmadan vahdaniyetin ikinci seferde üstün tutulmasıdır. Bu adın meyve­cine gelince, halvette bu adla zikir edildiği takdirde Hâlık adının şahidlerini vermiş olur ki, onu tevhitten ayırır. Ama vahdaniyyeti isteyene münasib değildir... Allah en doğrusunu bilir. [131]

 

EL-KÂHİR

 

En’am suresinin 61. ayetinde Hak Teâlâ bu adı hakkında: “O, kulları üzerinde kahır edici bir kudrettir.”[132] Buyurmaktadır. Bu adın mana ve şümulü hakkında İmam Beyhakî ile Ebu'l-Hakem düşünce Ve kanaatlerinde birleşmiş ve anlaşmışlardır.

Kahir adının manası kendini, büyük gören, kudretiyle her şeyin üstünden gelen demektir. Bu adın da itibarları bulunmaktadır. Çünkü Hak Teâlâ'nın bu adı içinde rahmet ve gazabı bulunmaktadır.

Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz kudsi bir hadisinde “Hak Teâlâ Merhametim, gazabımı yenmiştir.” buyurmuştur. Bu sözün manası ise, rahmetin ahkâmı zuhur ederek gazab ahkâmına mani olmaktadır ki bu, intikamın bur suretidir, İşte Hak Teâlâ’nın kullarına karşı merhamet hali budur. Keza kullarını kendine nisbet ederek yukarda açıklandığı gibi Hak Teâlâ kulları üzerinde kahır edici tasarrufu olan bir kudrette olduğunu bildirmektedir. Burada kullar üzerinde demek, muaheze mertebesinin üzerinde işlenen suçlar demektir. Kendisiyle savaşa girenler şunu bilmeli ki sonuçta galebe her zaman Allah'ındır.

Hak Teâlâ Bakara suresinin 279. ayetinde bu konuya değinerek “Bilin ki Allah ve peygamberiyle savaşa giriştiniz.”[133] Buyurmuştur. Buradaki savaş kelimesi mecazdır ve galib gelme manasına gelmektedir. Burada Kahir kelimesi de, yani kendisiyle savaşa girenler, Peygamberinin ve müminlerin eliyle onları kahır ve perişan eder manasına gelmektedir. Keza, düşmanlarına karşı evliyasına yardımcı olur demektir. İşte hakika­ten galebe eden O'dur. Zira savaştaki galibiyyet kullarının mertebelerine göre O'nundur. Zira O meleklerin yardımıyla şeytanlara galebe eder.

Sallallahü Aleyhi ve sellem efendimiz bir hadisinde: “Kulun kalbi iki şey arasında melekle şeytan arasındadır. Şeytan bir kimseye değinirse bunu hayırdan bulamazsınız. Melek bir kimseye değindi mi bunu şer ola­rak göremezsiniz” buyurmuştur. Şeytan bir kimse üzerinde tesirini gösterirse melek şeytana galebe ederek onu uzaklaştırır. Keza sofilerin mezmum ahlaklarını güzel huy ve ahlaka çevirmelerine yardımcı olur. Keza bu ad, Allah'ı sevenlerin, O'na olan aşklarında kalblerindeki meşgalelerle yardımcı olduğu gibi, kendilerine güzel ve kudsi sözlerle uğraşmalarına yardımcı olur.

Keza bunlardan biri de arif kimselerin zatlarının zahirî ve batını du­rumlarına kiyasen onların Vakfe makamına yetişmeleri ve tecelliyi görmeleri için yardımcı olur. Bu tecelli birden veya tedricen olur. Buradaki galibeyyet ise inkarından dolayı irfanı kahrettiği gibi itibara karşı nur­larında galebe olur. Bunlardan biri de, tatbik edilen vahdaniyyetin üstünlükle galip gelmesi ve buradaki, mugâlebe (yenişme) mânevi mertebeler manasında olup, ikinci seferinde kişinin bâtını durumu bu savaşın alanı olur. Vakfe makamında galip olana kadar ve Hak Teâlâ’nın yardımı ile onu kutbiyyet makamına erişinceye kadar yorgunluklar çekecektir.

Bu adın daha birçok itibarları bulunmaktadır. Bunları anlatmak uzundur. Bu adın zikrinin meyvesine gelince, anlatıldığı gibi mertebelerle kendini gösterir. Bu makam ehlinden olan bir kimse bu adı halvette anmış olursa kendine zıt olana karşı murad ve maksadı hasıl olur. Allah en doğrusunu bilir. [134]

 

EL-KÂDİR

 

Bu ad En’am suresinde geçmiştir. En’am suresinin 65. ayetinde “De ki; Sizlere her türlü azabı göndermeye gücü ye­terlidir”[135] buyurulmaktadır. Bu adın, mana ve şümulünü Ebu'l-Hakem açıklamıştır. Kudret, temkin demektir. Onun isteklerinden biri de Vücud bulanları yapmaya veya onları bırakmaya kadirdir. Çünkü adem, fiili ka­bul etmediği gibi bırakmayı da kabul etmez. Bu kısım imkansızdır. Temekkün yani kudret ise imkân dahilindedir. Çünkü Hak Teâlâ’nın sun'udur. Bir şeyi kudretiyle mümkün bir duruma getirdiği gibi o hal üzre müstahili de (imkansız) fiili ile halk etmiş olur.

Şunu bil: Kudret bir özellik olup iradenin vasfıdır ki, zatî hayattan çıkan ve zatî ilme uygun maksad ve muradın zuhurudur. Benim zatî sözüm ise, Hak Teâlâ'yı unutkanlığın faydalandığı zihinlerde oluşan il­min çıkarılmasında bu işi mertebelerle yapanların, o itİyaddan uzak­laştırma manasında bulunduğuna göre, kudret Allah'ın Rahman adına bağlanmıştır.

Asıl kesin vücud o olup ademi mülahaza edip tasarrufu bir gaye ve maksad karşısında nihayetsiz olduğundan hiç bir vakit tavakkuf etmez. Bunun için O her şeyi yapmaya kudretlidir. Zira kudretin tümü O'nundur. Zira kadirler arasında makdurun yeri yoktur. Bütün fiiller O'nun fiilidir. Bir kimse bütün eşyaların Hak Teâlâ’nın olduğunu görürse, şirki de görmüş olur. Dolayısıyla hesaptan salim olur. Ama bir kimse fiilin O'ndan olduğunu iddia ederse, hesab bu kimsenin hakkına te­veccüh eder. Hesabı münakaşa eden bir kimse azab görmüş olur.

Hak Teâlâ’nın kudretinin, küçük çocuklarda dahi zahir olduğunun is­patına gelince: Makdurun kadire olan ihtiyacı, mevcudat ve akliyetlerin başlangıcında akıllarda masnu' olan bir masnuun sama ihtiyacı zaruri­dir. Bu mesele Allah yolunda yürüyenlerin bundan kurtulmalarını zor­laştırır. Ancak nefsi mücahede ve terakkide bir çok meşakketlerden sonra yokluk fena' hasıl olur ki, o zaman göz, hakkın gözü olarak kendi nefsini görmeye başlayınca Hakkı bulmuş olur ve makdurun cümleten duyulan ölümünün haberini alır. İşte bu ilâhî cenabetliğin kaldırılmasıdır ki, bu da niyeti sözüne uygun olanındır. Nitekim abdest almak için şöyle bir niy­et tavsiye edilir: Bu abdestimîe üzerimde olan cenabetligi kaldırmaya niyet ettim demesi kafidir. Hicab mertebelerinde kadir olan gurbet ehlinin akıllarına hakim olan O'dur. Kudretin taalluku bir şeyin kendi nefsine taalluku gibi değişik iki itibarla olur. Çünkü O'nun sözü fiili demektir. Bir peygamberi hadisde: “Hak Teâlâ dağları yarattıktan sonra eliyle yeri göstererek yerle bitiş, buyurdu.” buyurulmaktadır. Burada kavlini fiilîyle, fiilini de kavliyle tabir etti. Bu adın meyvesine gelince, hususan halvette bu adla zikir, kişinin batınî durumu bir cihetten sıhhatla dolmuş olur. [136]

 

EL-KÂDÎ

 

Hak Teâlâ bu ad hakkında Enam suresinin 2. ayetinde: “O ölüm vakti­ni takdir etmiştir” Buyurmaktadır. Keza Neml suresi­nin 78. ayetinde de: “Şüphe yok ki Rabbin hükmüyle aralarında takdir ettiği hükmü verecektir.”[137] Buyurmaktadır.

Bu adın mana ve şümulü hakkında İmam Beyhakî ile Ebu'l-Hakem düşünce ve kanaatlerinde hemfikirdirler. İmam Gazâlî ise müstenkif kalmıştır. Bu adın mana ve şümulüne gelince, O'nun hükmüne itaatla dönendir. Hak Teâlâ’nın kadı ve hakimleri Cennetin kadıları veya hakim­leridir ki İşte bu ada dayanmaktadırlar.

Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bir hadîsinde: “Kadılar üçtür, bunlardan biri Cennette, diğer ikisi de ateştedir.” Burada Kadı adının ma­nası, Âlim demektir. Fakat Kahir adı da Allah Teâlâ'dır ki, dünyada kulları arasında umumiyetle ve mevcudatın tabiatlarına göre hakkaniyetle icad hükmünü vermiş olur. Hatta madenlerin imtizacında nebatat ve hayvan­lar arasında ve mertebelerine göre hakkını vermiş olur. Bu hakkı zahirî ve bâtınî olarak üstün zevatına verdiği gibi, mevcudatının zahirî ve batınî durumlarına göre de hüküm ve kararını vermiş olur.

Her mevcud kendi vasfiyle ceza ve mükafat görecektir. Hak Teâlâ bu konuda “Onları vasıfları cezalandıracaktır.” buyurmuştur. Zira bu gibi kimselerin vasıflarının hükümleri kendilerine karşı gelecektir. İşte bu ara­larına O'ndan hakça inen bir hükümdür.

İnsanlar arasında zatların dış görünüşlerinde hüküm veren kendileri değil, bu hükmü veren Allah Teâlâ'dır. Ne var ki yeryüzündeki halifeler, sultanlar, amirler ve kadılarının diliyle verilecek hükümler hakça takdir edilmelidir. Bunlardan hakça hüküm verenler, verdikleri hakça hükümler Allah'ın hükümleridir. Bunlardan haksız ve batıl hüküm verenlerin vasfı, kendi aleyhlerine yürür. Zira bütün işlerin sonuçlanmasında takdir ve hüküm ancak büyük hakim olan Allah'ın hükmüdür.

Hüküm verenler, müslüman padişahlar veya başkaları olsa da, bun­ların hiçbir kimseye haksız yere hüküm vermemesi icab etmektedir. Zira ahiret gününde Allah'ın kadıları hesaba çekileceklerdir. Bu adtan başka bir isimde anlatılır; o da Hak Teâlâ’nın kadılar teceliyatıdır. Kıyamet gününde açıkça ve tam olarak çıkar. O vakit insanlar ilâhî adaleti görmüş olurlar. O günde her nefis bir hardal tanesi kadar da olsa zulüm görmez. O gün her ferd kendi nefsinin muhakemesini görmüş olur. Oradaki her ferdin arka arkaya sırayla birbirini izlemesiyle değil aksine o günün muhasebesi topluca bir defada görülür. Hak Teâlâ bu muhasebenin zahiri ve batini cihetlerini kavramak için kullarının kendisiyle hesab göreceklerine itikad etsinler diye, o günde muhasebeyi tek tek yapacaktır Ne var ki o günde her varlık nefsiyle kendi muhasebesini yapacaktır. Haki­katte ise nefsin muhasebesini nefis görmüş olacaktır. Burada anlaşılan şu ki, bir insan kendi nefsinin hesabını bizzat görmesi, bir başkasının nefsini hesab etmesinden daha faydalıdır.

Bir söz vardır: Aklı başında olmayanın fetvasını kabul etmektense, kendi nefsin için fetvayı kendin ver. Bu adı halvette zikreden bir kimse hiç bir işte cahilce tereddüde düşmez. Hakkın şehadetiyle Hak Teâlâ o kimse­nin batını hakkında hüküm ve takdirini verir.... Allah en doğrusunu bilir. [138]

 

EL-FÂLIK

 

Allah azze ve cellenin bu adı En’am suresinden istihraç edilmiştir. Hak Teâlâ bu ad hakkında Enam suresinin 95. ayetinde: “Şüphe yok ki, tohum­lan ve çekirdekleri yarıp nebatları ve ağaçları çıkaran odur.[139] Buyurmaktadır. Bu adın mana ve şümulü hakkında Ebu'l-Hakem açıklamalarda bulunmuştur. Bu adın birçok manaları vardır. Mesela “sabahları yarıp çıkaran”. Yukardaki ayette zikredilen “Tohumları ve çekirdekleri yarıp çıkaran” manası ise, nebatatın yetişmesi için tohum­ları yarmaktadır. Buradaki tohumdan maksad, buğday, arpa vesair to­humlardır.

Çekirdekleri yarıp çıkarmanın manasına gelince; Hak Teâlâ nebatatın yetişmesi için meyva ağaçları gibi cansızdan canlıyı çıkarma anlamına gelir. Meyvelerde asıl şey çekirdeklerdir. Bu sebeple Hak Teâlâ sırasıyla ilk olarak tohumu, sonra çekirdekleri yarıp çıkarmaktadır.

Onun diliyle daha geniş manası; canlıyı cansızdan, cansızı da canhdan çıkarmak manasına gelir. Bu açıklamada iki anlayış yönü bu­lunmaktadır. Bu da umumiyetle canlıyı cansızdan çıkarmaktır ki, bu ad Muhyî adına girmektedir. Keza canlıdan cansızı çıkarmaktır ki, burada bu ad, öldürücü manasına gelen Mümît adına girmektedir. İkinci anlayış ise, ağacı, nebatı yetiştirip çıkarmak için meyvedeki ölü çekirdeği çekip çıkarmak icab etmektedir. İşte burada ölü bulunan çekirdeği canlı olan meyveden sıyırıp çıkarmaktır. Bu özel bir anlayıştır. Umumi anlayış ise ilerde gelecektir. Daha önceleri bu husus Muhyî ve Mümit adlarında açıklanmıştır.

Tohum ve çekirdekdeki özel anlayış ise, Fâlık adının Râzık adına gir­mesidir.

(Allahın rızası üzerine olsun) İbn Abbas hazretleri Hak Teâlâ’nın “Gökde rızkınız ve sizlere va'd edilenler vardır.”[140] Buyurmaktadır. Ayette “rızıklar gökdedir” sözünden maksad, yağmurdur, der. Nebat, ekin, gibi rızıkları veren Allah'ın Râzık adıdır.

Keza yukarda metni geçen ayetinin manası, tohum ve çekirdekten nebatatı ve meyve ağaçlarının yetişmesi için çıkardığı gibi ni­kahın da bu mana içinde yeri olduğunu işaret etmektedir. İnsanların ne­fislerine düşkün olması, (Tohumu yarın) cümlesi çirkin geldiğinden cümlesi yerine (Elbârî'n-neseme) kullandılar. Hatta and içmede nikahta bu sözcüğü kullanmaya başladılar. Bu açıdan bu manaya yakın her şey bu adın içine girmektedir.

Allah'ın tahakkuk eden gizliliklerinden biri de, mevcudatın tabiatı ve madenlerin doğması da bu manaya gelmektedir. Çünkü ilahi gizlilik cem'de birdir. Yardım da kudsî zatın gaybubetinden ayrılık gösteren şehadet alemine bağlıdır.

İşte bu hükümler el-Hallâk adınındır ki, Fâlık adı bunda hükmünü sürdürmektedir. Bu adın halvette zikri, halvet erbabına faydalar sağlar. Bu adla birlikte Kayyûm adı veya Hay adı kelime-i tevhid olan “La ilahe İllellâh” diyerek zikredilecek olursa, zakirlere faydalanma kapısının süratle açılmasına yardım eder.... Allah en doğrusunu bilir. [141]

 

EL-LATÎF

 

Yüce Allah'ın bu adı Enam suresinde bulunan adların sonuncusudur. Bu adın mana ve şümulü hakkında üç İmam aynı fikirdedir. Hak Teâlâ En’am suresinin 103. ayetinde: “O, gözleri görür, lütuf ve ihsanı bol ve herşeyden haberdardır.[142] Buyurmaktadır.

Şunu bil ki, Latîf adı Hâlık adıyla Musavvır ve Hâdî adlarını izleyip katılmaktadır. Bu adın Hâlık adının peşine takılması, gerek madenlerde, gerek bitkilerde ve sair hayvan çeşitlerinde, Özellikle yerin altındaki zul­metlerde, ağaçların ve nebatın tekevvünleri usulünde vücud bulması için onlara verilenler hilafet basamaklarının bir lütfudur. Denizlerin derinlik­lerinde tekevvün eden yüzücü hayvanların ve annelerin rahimlerinde ge­cikme ile zuhur edenlerin cümlesi Latîf adının fiilidir.

Zira tekevvün basamakları bir lütuf ve güzelliktir ki feleğin kendisine ait küçüklüğünün tasarrufunu küçülterek bunun lütfuyla mana mevkile­rinde durmaktadır. Bu adın Musavvır adının peşinde gitmesi de yaratıcının bir maddeyi takdir edip yaratmasıdır. Burada halkın takdirinin manası, tasvirin yaratıldıktan sonra yapılmasıdır. Bu da Musavvir adının kısmet ve nasibi olup, Lâtif adının maneviyyeti ismetin lüzumlu yanlışlıktan tasviri de keza bu lütuftur. İkincisi de Hilimdir, yani yumuşaklıktır. Bu ikisiyle ismet tasvirden düşmüş olur. Resim edilen bir madde yoktur ki çeşidi belli olmuş olmasın. Latîf adından da bu husus is­tenmektedir.

Bu adın Hâdî adının izinde gitmesi ise, Hâdî adı lütfün hakikat yolu­nu göstermesindendir. Çünkü hidayet basamakları çok ince ve şeffafdır. Şayet lütuf sizi güzel bulduğu veya beğendiği her mevcudla karşılaştığını İtibar edersen o zaman Latîf adının tesiriyle havanın esintisini, suyun fışkırmasını gör. Gıda maddelerinden ve meyvelerden mülayim olanları elde etmen ve his edilenlere karşı olanlar, vicdani gizliliklerin resimlendik­lerini, gözlerin mülahaza yerlerinden çıkarmak, semağların hilminden harekete geçmesi, ruhların reyhanlardan ve başka kokulu çiçeklerden ni-metlenmesi, keza güzel ruhların temasdan zevk alması, sevgi ve neşenin mukim olduğu naimin, Rahîm ve Kerem sahibinin mevhibelerİ, bütün bunlar Rahmet manasına gelen Latîf adının fiilleridir.

Bu ad halvette zikredildiği takdirde sert tabiatlı bir kimse yumuşayıp incelir. Müşahid ehlinin de görüşlerini kuvvetlendirir.. Allah en doğrusunu bilir. [143]

 

EL- BÂRÎ

 

Bu kerim ad Hak Teâlâ’nın A'râf suresinden istihraç edilen güzel ad­larından ilkidir. Aynı surenin 29. ayetinde Hak Teâlâ, “Sizleri nasıl başlatıp yarattı ise yine öylece O'na döneceksiniz.”[144] Buyurmaktadır.

Üç İmamdan yalnız Beyhakî bu ad hakkında lüzumlu açıklamalarda bulunmuştur. Bunun manasına gelince, ilk olan mahlukatı fiilî olarak yaratmış; çünkü halkten önceleri bir şey yoktu. Zira bu adın içinde Bedî', adının manası bulunmaktadır.

Şunu bil: Mevcud olan mevcudu başlangıçtaki bedavet hal ve hayatı sonradan izleyerek ona yetişmiştir, insanlar bu dünyada yeni yaratıklar değildirler. Çünkü başlangıcın bir başlangıcı yoktur. Çünkü O fi'len bedavetten değil yaratıcıdır. Zira Hak Teâlâ bu hususu şöyle işaret etmektedir: “Allah vardı ama yanında bir şey yoktu, daha sonraları halkı yarattı, rızkını da yaymış oldu.” Zira başlangıcın başlangıcı olmadığı için Hak Teâlâ bu cihetten hîtab etmemektedir. (Allah'ın selamı üzerine olsun) Peygamberler insanların akıl ölçülerine göre onlara hitapta bulundular. Zira hayatın başlangıcı ve sonu olmadığından bidayette insanların akılları idrak etmiyordu. Zira her alemin bir sözcüsü vardır. Fakat bütün alemle­rin sözcüsü yoktur, demek değildir. Özellikle bu konu mahcub akıllar için anlaşılması çok zor bir meseledir. Çünkü bu gibiler varlığa tabi olan son­suzluğu düşünemiyorlar.

Bunun makul olanı, başlangıç hakkında bir hitab olmadığını ve biz­lere olan hitabın bu aleme izafe edilmiş olan başlangıcı olduğunu bilmiş olursan o vakit Bârı adının manasının bizlere hitab edildiğini ve bu alemle alakası olduğu anlaşılır.

Daha önceleri ne başlangıçta ve ne de sonsuzluğa dek hiçbir alemden diğer bir aleme hitab edilmemişti. Hak Teâlâ’nın vüs'atına layık ve yakışan da budur. Alemin kıdemi hakkında söz etmenin lüzumu yoktur. Ancak yaratıcı olan Hâlık Teâlâ’nın kıdemi yanı eskiliği vardır.

Bu adı müşahede eden bir kimse, Hak Teâlâ'yı başlangıcındaki gibi görmüş olur. Zira Hak Teâlâ başlangıcı bulundurmuştur ki, bununla ha­berleri vermiş olsun. Çünkü her başlangıcın bir haberi vardır, İşte bütün bunlar yaratmış olduğu dünyasında ve ahiretinde Hak Teâlâ’nın hal ve sözlerinin hükümleridir. Bütün bunlar şerefli buyruklarmdandir. Hak Teâlâ herhangi bir haberi haberci ile haber vermesi haberlerin şartından değildir. Zira nefis zatının hal ve sözlerini, fiillerini hazırlayıp vücuda ha­ber vermektedir. Bütün bu haberler hal diliyle olmaktadır. Dolayısıyla başlangıcı böyle haberlerini de böylece başlatmış oldu. Bu ad, haberlerle ve bu haberlerin vericileriyle ihata edilmiş bulunmaktadır. Bu adı zikir eden bir kimse sahrada bedavetin başlangıcını görerek faydalanmış olur. Aynı zamanda Yüce Allah'ın Bârî admı müşahede etmiş olur..... Allah en doğrusunu bilir. [145]

 

EL-HÂDÎ

 

A'raf suresinde geçen bu ad Hak Teâlâ’nın güzel adlarının ikincisidir. Bu surenin 178. ayetinde Hak Teâlâ: “Yüce Allah kimi doğru yola iletirse o, hidayete ermiş kişidir.”[146] Buyurmaktadır.

Bu adın mana ve şümulü hakkında her üç İmam düşünce ve kanaatlarında birleşmişlerdir. Zira bu adın mana ve medlulü hakkında Fatiha suresinin 6. ayetinde. “Bizi doğru yola ilet” buyruğunun şerhinde bu hususu anlatmıştık. Keza Mürsil adının şerhinde de an­lattığımız gibi Peygamberliğin Hâdî adının hakikatıyla Allah Teâlâ ta­rafından gönderildiğidir.

Hidayetin manaları ise ümmetin her mertebesinden bir mertebede iti­barı bulunmaktadır. Mesela İslamda, imanda, ihsanda, vekar ve sükunda olduğu gibi, Hak Teâlâ bu babta “Emredildiğin gibi doğru ol.” Buyurmaktadır. Burada nefsin muhalefetlerine karşı gelmede sükunet ve doğruluk istenmektedir. Bu adın burada beş vaktin farzlarına, Hak Teâlâ'ya olan sevginin ve bağlılığın neticesi olan nafile namazların çokça eda edilmesidir. Bir kudsi hadisde Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz: “Kullarımdan bana en çok yaklaşanlar, kendilerine faziletli farz kıldıklarımdan çok, nafile namazlarla durmadan bana yaklaşanlardır.” buyurmuştur.

Nafile namazların cümlesinden biri de tasavvuf makamıdır ki, bu da Allah'ın güzel adlarıyla ahlaklanmaktır. Nitekim Hak Teâlâ: “Ona selam verdim mi, onun işiten kulağı ve gören gözü olurum.” Bu ilâhî kelamın manası ona böyle olduğunu gösteririm demektir. Halbuki herkes kulağı ile bir şeyler duyar ve gözüyle bir şeyler görür. Buradaki hususiyyet ise açıkça bunu göstermektedir ki bu bir ihtiyarî seçimdir ki bu husus Mürsil adında sırasıyla yazılmıştır.

Keza Hâdî adının bir hidayeti daha bulunmaktadır. Bu da haklarında esas dava kendilerine tebliğ edilmeyenlerdir. Buna örnek olarak, Kus bin Saîde'yi gösterebiliriz? Ümmetin bir ferdi olan bu zatın hidayeti Peygam­ber tarafından olmayıp Allah tarafındandır.

İşte hadisde bildirildiği gibi, Hâdî adının zahiri budur. Keza bir hiday­et daha vardır ki, dünya ve ahîrete şümulü vardır. Her mevcud bununla kendi işinde hidayete erişir. Zira bütün yollar Allah Teâlâ'da son bulur. Dolayısıyla bu hakikatle mudılll adının batınından Hâdî adının mertebe­lerinin manasının farkı tayin olunur ki işte bu da mudılll adının batınıdır. Her iki mertebe arasındaki makamda bir sınır bulunmaktadır. Bunun üzerinde bir çıkış yeri vardır ki, ikisinin arasını bulur. Daha sonra o çıkış yerindeki gözden bir makamdan başka farklı bir makam vardır. Bunların aralarında bir mübayenet bulunmaktadır. Daha sonra bir diğer makamla adları zikir edilen iki ad arasında bir sınır bulunmaktadır. Bu­nun üzerinde anlatıldığı gibi bir çıkış yeri bulunmaktadır ki, bu çıkış yeri vahdaniyyetİn mıntıkasında son bulur. Burada mertebelerin sayısı çoktur ve sonsuzdur. Mevcudat arasındaki farkların sonu yoktur. Maksad ve murad ise işin vahdaniyyet mıntıkasına varabilmektir. Hâdî adının halvett her mertebede zikir edilmesinin bir çok faydaları bulunmaktadır. Allah en doğrusunu bilir. [147]

 

EL-MUDILL

 

Bu ad A'râf suresinde geçen adların sonuncusudur. Bu adın mana ve şümulü hakkında yalnız İmam Beyhakî açıklamalarda bulunmuştur. Aynı surenin 178. ayetinde Hak Teâlâ: “Yüce Allah kimi yoldan çıkarırsa işte onlar hüsranda olan kişilerdir”[148] Buyurmaktadır. Bu adın bazı manalarını daha önce Hadi adının şerhinde açıklamıştık. Dalaletin birçok manaları bulunmaktadır. Burada bundan murad ise, akıl gücünün beyanıdır ki asıl niyetin bilmeden kaybolmasıdır. Bunun aslı ise lezzet alanlar tarafından inhirafdır (sapma). Bu da halk aleminin zinciri içinde husul bularak emir alemine düşmektedir. Çünkü halk alemi birinci maksadla olur. Emir alemi ise lüzumlu olarak ona yetişmektir. Bunların ikisi, Rahman hazretlerinin çevresinden Allah Teâlâ'dır.

Hak Teâlâ A'raf suresinin 54. ayetinde “iyice bil ki, halk ve emir O'nundur. Yaratıcıların en güzeli olan Allah'ın şânı çok yücedir.”[149] Buyurmaktadır. Buradaki güzelliği ilâhî buyruğa değil halka nisbet etmektedir.

Bunun için halk alemi basamağından inhiraf ederek buyruk alemine düşmektedir. Zira, karşılıklı yerin çıkış-yerini bir araya getiren çevreden inhiraf güzelliğe nisbet edilmez. Daha yukarda anlattığımız gibi Hâdî adında ve çıkış yerlerinde sülük eden kimseye hakikatin yüzü kendini göstermiş olur. Birbirine zıd olan manaları ve bu manalara sarılan değişikliklerin manaları onu toplamış olur.

Burada mudılll adı her mertebede Hâdî adıyla karşılaşmış olur. Bu karşılaşmada onun hükmü çıkmış olur. Böylece bu hüküm alemini de so­nuna kadar devam ederek cennette ebedî olarak sona erer ve durur. Hâdî adıyla mudılll adı sonsuzluğa doğru tavırlarıyla akıp gider. Sonsuzluğu ihata etmekte ancak bir şeyin başka bir şeyle sarıp kavraması vahdanîyyetin gözüyle olmaktadır ki, mudılll adının mertebeleri hizbî vahdaniyetin­dir. Bunun şümulü sayılarını bir düzene sokarak, o mertebeler ehl-i dala­let batağına batıncaya kadar devam eder. Onlar körlük durumuna geldiklerinde bu batışı zıd olan Hûda yolu olarak görürler.

Her millet kendilerinde olanlarla sevinirler. Çünkü onlar birer hizipdir.. Her ümmet başkasına muhalif olarak karşılaşır. Kendi makamımı1 özelliğiyle çaba gösterir. Sonunda tümü bir veli haline dönüşür. Bu insanı doyurmayan az su Cami’ adının çevre huzurundan Allah Teâlâ'ya dönmeyen halvette bu ad zikir edilmez. Ancak hakkın yüzünü görenler ta­rafından anılır... Allah en doğrusunu bilir. [150]

 

EL-MUĞÎS

 

Bu kerîm ad Enfal suresinde bulunan Allah'ın güzel adlarından bir addır. Bu surenin 9. ayetinde Hak Teâlâ: “Hani siz Rabbinizden yardım istemişdiniz de, size yardım etmişti.”[151] buyurulmaktadır. Bu adın hususiyyetinden biri de kullarından yardım isteyene yardımda bulunmasıdır. Bu adm mana ve şümulü hakkında yalnız Beyhakî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) açıklamalarda bulunmuştur.

Bu ad aynı zamanda Nasır manasına gelmektedir ki, Hak Teâlâ “Yardım ancak Allah'tan gelir.” buyurmuştur. Muğis adı aynı zamanda Mücîb adına girmektedir. Zira yukardaki ayette: “Hani siz yardım istemiştiniz de, Rabbiniz size icabet ederek yardımda bulundu.” denilmesi “Allah'ın Mücîb adı size icabet ediyor.” manasına gelmektedir. Bu da Hak Teâlâ'ya yapılan duanın durumuna bakmaktadır. Zira kendisine yardım inen bir kimse bu hususu akıl edebilir. Nüzul mer­tebeleri dünya ve ahiret manalarına inhİsar etmez. Yardım isteyen bir kimse yalnızca Rabbine: “Allahım! Bana yardım et!” diye dua etmiş olsa, bu yardımı Allah'ın Muğis adından istemiş demektir. Allah'ın bazı ya­ratıkları bir şeyi ondan istedikleri takdirde, zaten irade kendi niyyet ve maksadına göre kendisini sarıp kuşatmış demektir. Hakikatte nefis, irade kişiyi kuşatmış olmaz. Yardım ancak Allah'tan olur.

Bir kimse açlıktan dolayı Muğîs adından dua ederek yardım istese mana yakınlığından dolayı Rezzâk adından yardım istemiş olur. Fukar­alık durumunda bulunan bir kimse Muğîs adından yardım istemiş olsa bu mana yakınlığı içinde Muğnî ve Ganî adlarından yardım istemiş de­mektir. Zillete düşen bir kimse Muğîs adıyla dua ederek yardım istemiş olursa, bu adın manasının içinde Muîz adı olduğundan, yardımı Muiz adından istemiş demektir.

Ne hikmettir ki, burada adlar birbiri içine girmekte, kabiliyyet ye kai­delerine göre birbirinden ayrılmaktadırlar. Hak Teâlâ’nın kerîm adı olan Muğîs adı, halini arz edenlere lİsanı hal ile cevap verir. Zira hal lisanı hiç bir zaman hata yapmaz, dil lisanı ise hata eder.

Bir kimse dinine tecavüz edildiği takdirde Muğîs adından yardım iste­miş olsa Hâdî adından yardım istemiş demektir. O vakit Muğîs adının yardımıyla hal ve durumunun iktizası mucibince hidayetin zuhuru ile kısmet ve nasibini almış olur. İbadetlerin tavırlarında, özellikle, tasavvuf­la, anlayışta, irfanda, vakfede, din hakkında nazil olanların tümü mudılll adındandır. Zira kutbiyyette dalalet yoktur. Demek istedim ki, şayet ikinci sefer doğrulanırsa, bu son iki seferde hiç bir vakit dalalet bulunmaz. Bu gibilerden bir şey isteyen bir kimse yoktur ki, yardım görmemiş olsun. Bu yardım ya zahirî veya batını veya dünyaya nüzul edenlerin mertebelerine göre olur. Kendisine yardım geciktiği veya yardım görmediği takdirde ahiret mertebelerinde bu yardımı alır. Yardım istemek için bunun en az basa­makları batınî infialdir. Bu da kemal sıfatı sayılır. Çünkü nefis kendi gaf­letinden kendi menfaatına bu yardımı istemektedir. Zira zulmet içine gömülmüş bir nefis kendini zahiren gösteremez. Bir kimse Allah'dan yardım istemiş olsa, yardım edenin zahiri suretini görmüş olsa da, şunu bilsin ki, devamlı yardım istemesi hali Bârı azze ve celle dua etmekle olur. Çünkü ondan yardım istemek, Allah'dan yardım istemektir. Halvette bu adın anılması vücutta bulunan sıkıntı ve kasavetin dağılmasına yardım eder.....Allah en doğrusunu bilir. [152]

 

ED-DÂR

 

Bu da, Allah'ın Yunus suresinde bulunan kerîm adlarından biri de ed-Dâr adıdır. Bu surede Yüce Allah'ın iki adı bulunmaktadır. Bu surenin 107. ayetinde Hak Teâlâ: “Allah sana bir zarar verirse o zararı ondan başka giderecek kimse yoktur.”[153] Buyurmaktadır. Bu adın mana ve şümulü hakkında üç İmam aynı düşüncededir. Yukardaki ayette, Allah sana bir zarar verirse, Allah'ın kelamı, ilerde sözü gelecek olan Nâfi’ adının karşılığıdır. Buradaki zarar mertebeler ci­hetinden Allah'ın adına intİsab etmektedir. Keza mertebeler yönünden de Allah'ın Rahman adına intisabı vardır ki, bu zarar keza merhametin ifratından Rahman adına intisab etmektedir. Ama mertebelerin resimleri tıbkı rütbede olanlar gibi ihtiyacı olduğu halde faydalanmayı kabul et­meyene benzer. Bu gibisi vücûdî vecihle değil ademî vecihle zarara düşmüş olur. O vakit Allah'ın yetişici adlarından Dâr adı hakkında işlem görür. Ama vücûdî zuhuratında Rahman adının mertebelerinden zararı taayyün eden bir kimse, mesela, bedenin ihtiyacına göre fazlaca gıda almasından her ne kadar fayda varsa da bu fazla gıdadan vücud zarar görerek eza içinde kalır ve cismi yok olmaya sevkeder. Mesela yağmura tutulup da ölen veya zarar gören gibi yokluğa intikal bir rahmet olur. Bu durum o kimse­nin vücudu hakkında şiddetli ceza olarak Rahmân’ın gözyaşlarıyla Dâr adına tensib edilir. Onun mevcudiyetiyle Rahmet adı gözyaşları döker. Esasen gözyaşlarını döken vücuddur ki, işte başlangıçta bu ortam ya­rarlıdır. Daha sonra vücud tavırlarına göre kendinde Dâr adı taayyün etmiş olur. Zikredilen bu iki mananın tafsilatı sonsuzdur.

Nur sahibi olan her ferd bu iki mertebenin tafsilatını ve cezbî mana­larını idrak edebilir. Dâr adının hakikatlerinden her hakikati reddedebilir.

Burada Dâr adı mudılll adı gibidir. Çünkü bu ad halk aleminden olmayıp, emir alemindendir. Nitekim bu ad Rahmanı vücuda ve ilâhî rütbelere vacib olarak yetişir. Bunun vukuatı kıskançlık mertebelerinde sonsuzdur.

el-Vâkî adı, gerek Dâfı' gerek Nâfi’ adları kendi hallerinin diliyle veya karşılaşarak zarar göreni davet eder. Böylece lüzum­lu icabet zahiren veya batınen tahakkuk etmiş olur. Şayet kendi kevniyle davet etmiş olsa da zarar gören faydalı ibadet resmini giymiş olduğundan ona Nâfi' adı icabet eder. Öte yandan Vâki ve Dâfı' adları onun hakkını ödemiş olur.

Kişinin muradına ve itikadına göre, Cevâd adı güzelliğe fazlasıyla yardımcı olarak o kimseye yetişir. Öte yandan Zül-fazl adı faziletiyle ona gelir. Yerinde kuluna rızkını hesapsız olarak verir. Sülukda istenen ve vah­daniyetin bilgisinden yoksun bir kimse hakkındaki zarar ise, Hazreti Allah'ın çevresinden gelen ademî bir nesebdir. Bundan Rahman adına düşenlerde nisbet azdır. Mesela bir kimsenin kalbinin katı harareti artarsa, o kimsenin kalbi gazab içinde kalır. Bunun için şeyhinin tavsiyelerine bağlanması gerekir. Çünkü hef şeyin fazlası zarardır. Keza fazlaca güneşte kalmak, fazla doyum, fazla nam ve şöhret sahibi olmanın faydadan çok zararı vardır. Bu ad ancak halvette makamı olanlardan Ebû Yezid Bistâmî gibi büyük bir zatın: “Ben seni seviyorum, tevbe etmek için değil, beni ceza­landırman için seni seviyorum.” gibi konuşan zatlara faydası vardır... Allah en doğrusunu bilir[154]

 

EN-NÂFİ

 

Bu ad Yunus süresindeki Allah'ın güzel adlarından ikincisi ve son adıdır. Bu adın mana ve şümulü hakında adları geçen her üç İmam mu­tabık kalmışlardır.

Hak Teâlâ bu surenin 107. ayetinin son kısmında “Allah sana hayır di­lerse onun bu ihsanını reddeden bulunmaz.”[155] buyur­muştur. Şunu bil ki, Allah'ın Nâfi' adı, bütün adların aslı olan Allah ve Rahman isimlerinin bütün mertebelerine genişçe şümulü vardır. Çünkü menfaat onun sonsuz yüce mertebelerinde bulunmaktadır. Aynı zamanda kendi mertebelerinin karşılığı olan Dâr adının mertebelerinde de sonsuz olarak bulunmaktadır. Zira her zarar ve ziyan yaratmada zarar mertebe­lerinin zuhuru İçİn bir faydadır. Hatta ölüm musibeti yarardır. Çünkü İn­san cesedinin yerin haşaratına faydası vardır. Zira cesed yerin kemmiyet ve keyfıyyetini artırır. Yer cesedle birleşerek üzerinde evvelce olmayanı oluşturmuş olur. İşte bu ölümle olan ve olmayan istîlâhî bir hayattır. Her yönden vücudun bir zararı olamaz. Her tavırdı fayda taayyün etmişdir, fa­kat bu şahıslardan çok çeşitlerinin sonsuzluğu ile devam edip gider. O vakit bu adın manası kendisiyle birlikte Halik, Muhyî, Mümît adlan ve daha birçok adları da kendisiyle birlikte sürüp yürütmüş olur. Çünkü Hak Teâlâ'nın adları sonsuzdur. Sana bir örnek vereyim: Allah'ın mahlukatının sayısının sonsuz olduğunu bümİş olursan, o zaman senin için kolaylık olur. Keza şunu da öğrenmiş olacaksın ki, cennet ehlinin nimetleri­nin sonu yoktur. Hak Teâlâ her mevcudun tavrıyla birliktedir. O mevcuda mahsus veya her nimetin tavrıyla birlikte olduğundan bu ad bu manayı ismen hak etmiş. Bunu sen bilmediğin halde bununla bir diğerinde de aynı iş içinde imtiyaz sahibi olur.

Keza her mevcudun ve mevcud olmayanın adları da sonsuzdur. Ben bu adı zatına mahsus olarak özel bir nisbetle Allah'a tahsis ettim ki ilâhî bir adı hak etmiş olsun. Şayet varlıkta Hak Teâlâ'dan başka bir varhğm ol­madığını öğrenmiş olursan o zaman iş kendini göstermiş olur. Bir kimse hakikatin yüzünü görürse, sözü edilen bu güçlü izzetli varlığı görmüş olur. Kim ki buna inanıp emniyyet duyarsa o kimse veli olur. Bunu inkar edenin inkarı da emir aleminin inhirafı zuhuratından bir zuhur olduğunu görmüş olur. Burada inkâr edenle inkâr edilen, her ikisi de Cami' adının küllî emri manasıyla birlikte kendilerine döneceğini itiraf ederler ve ona ibadet ederler. Kim ki, işin tümüyle kendisine döneceğini bi­lerek Ona ibadet ederse, bütün taifesiyle olduğu gibi onları onun yanında bulursun. O bunları yanma almaz. Herkes varacağı yere varmış olur ki varacağı yer de yoktur; ama başkaları da onun yanında durmuş olur. Bunu bilmiş olursan, faydanın her tavırda hasıl olacağını bilmiş olursun. Bu da bazı yerde fayda, bazı yerde ise zarar adını alır.

Burada Nâfı' adının dünya ve ahirette zahiren, batınen, gıyaben ve şühuden, özellikle muhabbet makamında hükmünün şümulü olduğu anlaşılır. Bu adın halvette zikri zakire yarar sağlar... Allah en doğrusunu bilir. [156]

 

EL-KAVİY

 

Bu kerim adın şahidi Hud suresinin 66. ayetidir: “Şüphe yok ki Rabbin çok kuvvetli üstün güç sahibidir.”[157] buyurulmaktadır. Bu adın mana ve şümulü hakkında üç İmam fikir birliği etmişlerdir. Zayıflık kuvvetin zıddıdır. Kuvvet ise kudretin hususi bir vasfıdır ki sanki kudretin kemal ve olgunluğudur.

Bu ad Süphanehü ve Teâlâ'nın Kadîr adına ve O'nun bütün adlarının vasıflarına cevheri zatlar gibi girmiş olur. Bunlar birbirinin içine nasıl girer veya birbiriyle nasıl vasfedilir?” diye söylenemez. Bu bir itirazdır karşı gelmek ancak karşılığıyla olur. Bu söz yanlıştır. Çünkü bu söz bir açıdan Rahman adının cevherlerine intisabından dolayı, cisimlerin cev­herlerinden çok daha şereflidir.

Bu adın keza bazı itibari manaları vardır. Şunu bil ki, mümkünleri mümkün hale getiren tlâhî kuvvettir. Mümkün olan bir şeyin tercihi ol­masaydı o şey olmazdı. İşte tercih keyfıyyeti Kaviy adının manasındadır. Bazı toplumlar imkân sıfatında yanılmaktadırlar. Onlar imkanın mümkünle durduğuna itikad etmektedir. Hakikatte ise imkan îlâhî kuv­vetin bir sıfatıdır. Yani sahib olduğu kuvvetle dilediğini yapar, demektir. Mümkün ise vücudundan önce lezzetlerden yoksundu. Sıfatlar ise mümkünle kalkmaz ve hiçbir şeyle kalkmamış olur. Zihinde düşünülen de maruzat kabilindendir. Muhal olan bir şey nasıl farz edilmişse, bu da öylece farz edilmiş olsun.

Veliye gelince, daha sonra farz edilene varlığın kabil olduğuna hükmeder. Ama nefsince mümkün olan bu farz edilenden başkadır. Zaruret yüzünden bu doğrudur. Çünkü farz edilen nesne vücûdîdir. Yani zi­hinde bulunmaktadır ve zikir edilen madumdan bir başkasıdır. Onlar o vücudu doğru olarak mecazen kabul ettiklerinden söz ederler. Ama adem (yokluk) için kabul edilmez, zira bu batıl düşüncedir. Çünkü yok eden yokluğu kabul etmez. Hasıl olan bir şeyi tahsil etmek ve sonsuz kuvvetin sonu olmayan halk aleminin çeşitlerinden daha güzel ve bedî' olması im­kansızdır.

İmam Gazâlî hazretleri (Allah'ın rahmeti üzerine olsun): “Bu alem­den daha güzeî yaratılmış bir alemin mevcudiyyeti mümkün değildir. Zira dokuzuncu hadİsciden kürre-i arzın merkezine kadar bu böyledir” demiştir.

Kaviy adının bütün îlâhî adlarda tasarrufu vardır. Çünkü adlarının tümünün manaları, Kaviy adının hakikatmda vasfedümişlerdir. Bunun için bu adın sıfatları, fiilleri bütün kuvveti hiç şüphesiz yüce Allah'ın güç ve kuvvetidir. Şayet bir kuvvetin nasıl kıyam ettiğini söyleyecek olursan “Ey sonsuz ilâhî kuvvet!” diye sesleneceksin. Şunu bil ki, varlıkta Allah'tan başka bir şey yoktur. Şunu da bilmelisin ki, halvette hastalanan bir kimse veya zikri zayıf olan bir kimse bu adı anarsa dağılan düşünce ve zikrini i baştan zakirde toplanmış olur... Allah en doğrusunu bilmektedir. [158]

 

EL-HAFIZ

 

Bu adın mana ve medlulü hakkında, adları önceki konularda geçen her üç İmam anlaşmışlardır. Hud suresinin 57. ayetinde Hak Teâlâ: “Şüphe yok ki Rabbim her şeyi korur ve muhafaza eder.”[159] Buyurmaktadır. Burada Hafız; Allah'ın kullarını her türlü musibete karşı kor­uması demek hayırlı bir maksadla murakabe demektir. Hak Teâlâ kul­larını melekleriyle korumaktadır. Bu melekler Hafız adının ince, şeffaf varlıkları ve güzellik dallarıdır. Kulların kötü huy ve suçlarını yazan me­lek ise sol tarafta bulunan kâtib melektir. Bu melek Rakıb adına döner.

Hak Teâlâ, bu konuda Enam suresinin 104. ayetinde Peygamberine “Ben sizin üzerinizde bekçi değilim”[160] demesini emretmektedir. Şunu bil ki, bütün halk Hak Teâlâ’nın varlığından yayılmaktadır. Nefis­lerinin nefsî marifetlerini bildiklerinden ve onu murakabe ettiklerinden dolayı Hak Teâlâ da bu murakabenin karşılığında onları gözetlemektedir. Zira o, herşeye kendi nefsinden daha yakın olup mevcudiyyetini açıkça muhafaza etmektedir. Onun temsili kuvveti, onun koruma kuvvetindendir. Onun bu kuvveti itici ve çekicidir. Başka kuvvetler de bu kuvvetlerin korumasına ve havanın itidali içine düşmektedir.

Bu adın sayesinde her şey muhafaza edilir. Meyvelerin yetişmesi, ekin danelerinin neşvü neması ve hastalıklara yarar ilaçların varlığı bu adla korunur. Özellikle koyun, keçinin varlıkları, bunların doğumu ve yetişmeleri, hatta İnsanın muhafazası, korunması ve bunlara yapılan ih­sanlar Hafîz adının fulleridir.

Nitekim insanları barındırıp koruyan binalar Hafîz adının koruması altındadır. Hatta insanların faydalandığı ve muhafazasına yarayan hay­vanların yününden, saçlarından ve buna benzer faydalı şeylerin tümü Hafîz adının muhafazası altındadır. Onun yaygın varlığı ve rahmeti, şeriat nizamlarına, padişahların maiyyetlerine karşı siyaseti, Hafîz adının koruması altındadır. Suların ve yeşilliklerin mevcudiyeti, ateşin ve nurlu feleklerin varlığı keza bu adın muhafazasmdadır. Göklerin uzaması, yerin daralıp kısalması ve işaretleri dahi bu adın koruması altındadır. Zikirden fikirden, düşünmekten ve vehimden oluşan nefsânî kuvvet ve duygunun cümlesi Sübhanehu ve Teâlâ Hafîz adının hıfzı altındadır.

Nefsin asıl hıfzı ise onun zatî bekasının mevcudiyetidir ki onu sabit tutan da zatının sabit olmasındandır. Bizlerde olan asıl hıfz ise, nefsin hıfzıdır. O, zatının bekasının vücubudur. Böylece İnsan nefsinin bekası ebediyyen vacib olmuştur. Çünkü kendisi ilim, irade, kudret, işitme, görme, konuşma gibi hayat suretlerini taşımaktadır. İşte bu cisim nefse göre bo­zulup fesadından sonra yavru çıkaran yumurtaya benzemektedir. Bunun için nefis bekayı hak etmiştir. Bu kerim isimden faydalanacak ki kendi hal ve durumundan çekinenlere yarar. Bu adın zikri kişinin hal ve durumunu korur... Allah en doğrusunu bilir... [161]

 

EL-MECÎD

 

Bu adın mana ve şümulü hakkında üç İmam fikir birliği etmişlerdir. Hud suresinin 73. ayetinde “Şüphesiz O, övülmeye layık, şeref ve asalet sahibidir.”[162] buyurulmaktadır.

Burada Mecîd adının lügat anlamı, mazisinden dolayı, asaletlİ ve ker­ametli manasına gelmektedir. Bu sebeple ayet Hak Teâlâ'yı Mecîd göstermektedir. Mecîdin mecdi, Allah Teâlâ'da bulunmaktadır. Çünkü asalet ve şerefi o vermektedir.

Zuhuratının mertebelerinde en çok itibar gören de Mecîd adının hükmüdür. Bir kimseye Mecîd adı nisbet edilirse, o kimse bu adın hakikatından Hak Teâlâ'ya nisbet edilmiş olur. Bir kimse Hak Teâlâ’nın zuhu­ratından bir şey görmüş olsa, bilmiş olsun ki, bu zuhur O'nun zuhu­ratından olup varlıkta O'na başka bir ortağının bulunmaması ve O'na katılmamış olmasıdır. İşte bu şahidle tahakkuk etmektedir ki bu görüş süzülmüş saf bir görüştür. Bilhassa şeref ve asalet taşıyan daha şerefli bir mevcud çıkarak görünmüş olursa, bu mevcudun Sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz olduğu bilinmelidir. Çünkü bu asalet ve şerefi atalarından almış olmasıdır. Bu şeref ve asaleti, atalarından miras alarak çocuklarına miras olarak bırakmıştır ki, böylece en yükseklerdeki çevreye kutub olarak yükselmiştir.

Böylece şan ve şeref kendisinin dört bir yanını kuşatmıştır. Onun yüce icraatı kendini her yerde göstermiştir. O, (Allah'ın selamı üzerine olsun) temiz olan Allah'ın mecdi ve şerefidir. Birinci ve son akdin vasıtasıdır. Onun hali kendisiyle birlikte fena yani, yok olmuştur. Hak Teâlâ onun hakkında Fetih suresinin 10. ayetinde “Seninle biatlaşanlar, ancak Allah'la biatlaşmışlardır.”[163] Buyurmaktadır. Keza Nisa suresinin 80. ayetinde Hak Teâlâ: “Peygambere itaat eden Allah 'a itaat etmiş olur,”[164] İşte bu asaleten bir şerefdir:

Onun sevgisiyle kıyam eden bir kimse Allah'ın farzlarından bir farzı yapmış sayılır. Allah'ın rızasını almak isteyen bir kimsenin, onun rızasını alması gerekir.

Başlangıç ehli bu adı halvette kullanmaz. Tavassut ehli ise Hak Teâlâ’nın kendilerine tecelli ettiği bir esnada zikirde bulunmaları gerekir. Bu adı zikredenlerin şekilleri yükselmiş olur... Allah en doğrusunu bil­mektedir. [165]

 

EL-VEDUD

 

Bu adın mana ve şümulü hakkında üç İmam fikir birliği etmişlerdir. Hud suresinin 90. ayetinde Hak Teâlâ “Şüphesiz Rabbim çok merhametlidir ve kullarını çok sever.”[166] Buyurmaktadır. Bazıları bu adın ma­nasının sevilen manasına geldiğini söylerler. Bazı toplumlarda bu adın faul olup fail manasına geldiği söylenir. Mesela Gafur'un Gafîr manasına geldiği gibi, Vedudun salih kullarının suçlarını affettiği manasına geldiği söylenir. Bu son mana ise zevk açısından daha çok gereklidir.

Hak Teâlâ ikinci bir kasdla “Hak Teâlâ onları se­viyor, onlar da onu seviyor.” Buyurmaktadır. İşte bu ikinci maksad işin aslıdır. Çünkü Hak Teâlâ’nın sevgisi her şeye tekaddüm etmiştir.

Nitekim bir kudsi hadisde: “Ben kendimin bir hazine olduğumu bil­miyordum, bunu öğrenmeyi istiyordum. Bunun için beni tanıyıp ve bilec­ek bir halk yarattım.” buyurmuştur. Onun fiillerinin vücûdî gereklerin­den biri mahlukatına karşı olan sevgisidir. Şayet fıtrat açısından onu sevecek olurlarsa nefsi için sevmiş olurlar. Bu hakikatten dolayı onu sev­enlerin sevgisi, ancak kendi nefislerini sevmiş olmalarıdır.

Hak Teâlâ kullarının kendisine karşı olan sevgisiyle onları sevmekte­dir. Zira O'nun kullarına karşı sevgisinin içinde tevhid gizliliği bulun­maktadır. Bu tevhidin içinde birbirine tertibli olarak ilmin tavırlarında tafsilat bulunmaktadır.

Şayet bir kimse Hak Teâlâ’nın sevgisinin mevcudata olmadığı ancak nefsini sevdiğini bilmemiş olsa o zaman onun “Onları seviyor, onlar da onu seviyor.” kelamı onlara karşı sevgisini merhamet yoluyla açıklıyor şeklinde inkar etme imkanı olurdu. O vakit Vedûd adının Rahman adına dönmesini sağlamış olurdu. Bu da Hak Teâlâ için sevginin temize çıkmasıdır. Keza rahmetin Rahmân'dan olduğunu unuturdu. Çünkü rah­met Rahm, Rahim ve Rahmandan müştaktır. Burada durum rahmetin rahminin bir yükü olduğudur. Şayet rahmet bir yakınlık ise şafaklar zahi­ren tevhidle konuşmuş olur. Zira Vedûd adı bütün mevcudatın nefsine kendini sevdirmiştir.

Şayet bu sevginin Hak Teâlâ’nın olduğunu zannediyorsan bu sevgiyi takva sahipleri veya müslümanların ödemesi icab etmektedir. Şunu bil ki; Vedud adının mertebesiyle Hâdî adına dönmesi doğrudur. Bu Vedûd adının tümünden değil bazı ahkammdandır. Zire Vedud adının ah­kamının mertebeleri sonsuzdur, açıklanması, te'vili ve itibarları nihayet­sizdir. Onun sevgisi bütün mahlukatmadir. Çünkü şahıslardan başka mahlukatının sonu olmadığı gibi çeşitleri de sonsuzdur. Bizim alemimiz sena edilir, diğer alemler ise bizim alemlerden başka alemlerdir ve sonsuzdur. Nitekim varlığa giren her şey tesniye edilir diye söylenmektedir Bu sözü söyleyenler varlığın bir mal veya meta' olduğunu düşünenlerdir. Bu kerim adı halvet erbabı zikir edecek olursa, onlarda ünsiyyet ve sevgi hasıl olur... Allah en doğrusunu bilir. [167]

 

EL-ELÎM

 

Allah'ın bu adı hakkında yalnız Ebu'l-Hakem açıklamalarda bulun­muş, diğer iki İmam Gazâlî ile Beyhakî müstenkif kalmışlardır. Bu ad ile ilgili olarak Hûd suresinin 102. ayetinde “Şüphesiz O'nun kavrayışı pek acı ve elim'dir.”[168] buyurulmaktadır.

Elem, acı çekmektir. Elîm ise, acıtan, elem veren manasına gelmekte­dir. Ayetteki “Ahzehü” (kavramak veya elde etmek) bir suçtan dolayı mua­hezeyi üstlenmek manasına gelir. Bu da esaretin neticesidir, serbestliğin zıddıdır. Burada elde edilen esirdir.

Hadisde anlatıldığı gibi, “Hak Teâlâ zalime bir mühlet verir, sonra onu altına alırsa artık bırakmaz.” Bu sözden maksad ise, onu şiddetle ceza­landırmak üzere alması demektir.

Şunu bil ki; el-EIîmü'1-Ahz adı, Allah adının mertebelerindeki bağlılık yoluyla tasarrufunda taayyün eder. Aynı zamanda bu ad kevnî yani yapısı yoluyla Rahman adına katılır. Bu sebeple Allah'ın bu ismi ile şedîdü'1-ikâb adı da ilâhî mertebelerin ahkâmından sayılır. Bu hususun anlaşılma tarzı ise, Hak Teâlâ’nın mevcûd adının hakikatında olup vücud kıldığı her mevcuda diğerinden daha imtiyazlı olmak üzere ve diğer mevcudatla ortak olmak üzere yeterli ölçüde kader vermiştir. Kader İse müşterek olan maddedir. Bu maddede vücuddur. İşte bu vahdânî şuhud ehlinin istılahıdır. Bunu öğrendiğin tak­dirde bil ki, Allah'ın tecellisi Kahhar adının huzurundandır. Bu ad he­rhangi külli bir vücuda tesadüfünde kaderde ortaklık olduğundan ona mülayemetle davranır ve onunla nimetlenir. Buradaki nisbet Rahman adinindir. Vücudta şayet imtiyazlı bir kadere rastlayacak olursa Kahhar adının tecellisi ona nefretle karşı gelir. Onu Vâki adıyla def etmekten aciz kalarak, münaferetin nisbetine göre îlâhî tecelli onu istila etmiş olur.

Münaferetin idraki ise çekilen elem ve acıdır. Öyle ise bir kimsenin ilâhî adlara karşı nefreti olursa, nefreti ölçüsünde azab ve ceza görür. Bu sözler zevk ehlince, mahcub ehlinin aksine açık olup anlaşılmaktadır. Mübayenet ve münaferet ehlinin sonu, cehennemde en şiddetli cezayı çekecekleridir. Şayet Allah'ın Rahmet adı üzerlerini istila eder ise bu ateş ehlinin ateşdeki nimeti daha kuvvetli olmuş olur. Münaferetin idraki dinen olmaktadır. Sonunda herhangi bir kimse azab görürse bu azabın Allah tarafından verildiği bilinmelidir. Bu konunun şerhi pek uzun olup kitaba sığmaz bir hususiyyeti bulunmaktadır.

Mülayemet ehlinin sonu ise, içinde azab olan nimetlere varıncaya ka­dar n im etlenirler. Bu hal Rahmet adı hakkındadır. İntikam adları ise, hiçbir vakit zikir edilmez. Ancak bu intikam adı ceza ve azab isteyenler tarafından halvette zikir edilirse onların muradı hasıl olur... Allah en doğrusunu bilir. [169]

 

EL-FA'ÂL

 

Bu adın mana ve şümulü hakkında İmam Beyhakî açıklamalarda bu­lunmuştur. Hak Teâlâ Hud suresinin 107. ayetinde: “Şüphesiz Rabbin dilediğini yapar” [170]Buyurmaktadır.

Şunu bilki, Fa'âl adı Mürîd adından taayyün etmektedir, irade ise maksad ve muradın tahakkuku için manevi bir meyildir. Bunun dış görünüşü ise, kabiliyyet olan arzulanan şeye münasib olarak murad yani arzu maddesinin infialidir ki, burada gereken budur. Bu cihet doğrulanırsa, mâni' ortadan kalkar. Bir fiilin diğer bir fiili sevmesi, mad­dedeki meful olur (yapılmış).

Burada Allah'ın Fa'âl adı Mürîd adıyla Kâdi adlarının teferruatından olup sıfat olarak Fail adına girer. Bütün bu hükümler nur olarak vücuddan çıkar.

Şunu bil ki, şayet Rahman adı uiviyyetinin sonunda bu ada yetişirse, bütün bu anlattıklarımız Fa'âl adının ahkamındandır. Zira bu adın ma­nasını Rahman adının çevresinden daha genişçe almış olursan diğer hükümleri de iki itibarla kabullenmiş olursun. Bunlardan biri mertebelere nisbet edilerek isim Allah'ın olur. İşte bu hal ve durumda mertebî olarak Fa'âl olur. Mesela, iki noksan şey hiç bir zaman birleşemezler ve yükselemezler. Bu hükmü yapan faîl ise kendi kevnî tabiatıyla ne bir araya gelirler ve ne de yükselirler. Esas fa'âl olan vücûdî cihetten değil mertebî ci­hetten Allah Teâlâ'dır. Bu cihet meful olmamış demek daha evladır. Bir şey için iki şeyin bir araya gelmesi mümkün değildir. Çünkü tek olan bir şey bulunmaz. İşte bütün bu fiiller Fa'âlm yalnız dereceler itibarıyla yaptıklarıdır. Bu da Allah adını ihata etmek için Rahman adının Allah adına girmesiyle, Allah adıyla Rahman adına nisbet edilir.

İkinci itibar, zata mensub olan ve fa'âl olan mefule gelince, vücuttan ve mertebelerden daha yüksek manada olan da onun yüce dilidir ki, sus­kunluğundan daha fa'âldır. Bu da zatmdaki zatî kuvveti olup zatında yapılanlardır.

İşte bu infialinin huzur çevresi failin faili üzerindeki infiali cihetinden işin faili olmasını istemesinden, infialde fiilîn fa'âl hale geçmesidir, İşte bu bir itibardır ki failin kevnî cihetinden fail oluncaya kadar infialde fa'âl olmasıdır. Burada hakikatler birbirinin zıddı olmaktadır. Diğer bir görüşe göre başlangıçta ve işin hakikatmda asla bir aksilik yoktur. İşte bu huzur çevresi huzur çevrelerinin çevresidir. Bunun mertebeleri de mertebelerin mertebesidir, hakların hakikatidir. Sözler oradan sessizce çıkar; o sesi çıkmayan şey, her şeyi konuşur ve söyler; sonunda bütün usuller ve tefer­ruatı O'na döner. Geri dönmek üzere O'nda fena bulur. Kutbun tayini zatında, fiilinde, adlarında ve sıfatlarında bir şey kaybetmeden hakikat O'nunla kıyam eder. Bu adın zikrine gelince, kerametleri ve ilâhî tesirleri isteyenlere faydası vardır.... Allah en doğrusunu bilir. [171]

 

EL-HÂFIZ

 

Bu adın mana ve şümulü hakkında üç İmamdan yalnız İmam Bey­hakî açıklamalarda bulunmuştur. Nitekim Hak Teâlâ Yusuf suresinin 64. ayetinde “Yüce Allah en hayırlı koruyucudur.”[172] buyurmuştur. Daha önce Hafîz adı hakkında gerekli açıklamalarda bu­lunmuştuk. Hafîz adı ile Hafız adı, faîl ve fail gibi bırakmasını icab etmek­tedir. Hafızın hıfzı ise içinde alemin suretleridir ki başkasından değil O'nda vücuttur. Bunun korunmasına örnek olarak, mevcudun düzeni dağılınca, özel sureti halkıyla birlikte ondan ayrılır. Bu madde içinde bir suret daha vardır ki, birinciden daha hayırlıdır. Bu suret onun gibi olur veya ondan biraz daha aşağıda olur. Madde hiç bir vakit, asla hariçten yok olmadan bozulmaz. Çünkü madde bâkl olmayan resimlerde bakî kalır. İşte Hafız adı bu maddenin mütevellisi olarak Musavvir adına yetişmesiyle ve sofiliğiyle ve diğer bir suretin birleşmesiyle koruyucusu olur.

Şimdi toplumların unsur adı verdikleri şu maddeye bak! Oradaki yerde inhilal eden şeyleri bulursun. Arzın sureti ondan ayrılmış olursa Musavvir adının suretiyle su teşekkül eder. Keza su unsurundan yayılıp inhilal edenler Musavvir adının tasvirleriyle ona arz edilir. Havanın sureti ve havanın nisbeti inhilai edip incelirse, ona ateş sureti arz edilince o vakit o da ateş olur. Hafız adında asıl mahfuz olan cevherdir. Sözü edilen mu­savvir adının suretiyle ateşin cürmünden tekasüf eden havadır ki, Hafız adıyla maddeyi korumuş olur. Keza böylece hava yoğunlaşarak su olur. Su da yerde teşekkül eder. Arzdan istihale edenler sudan, yerin altındaki madendir. Bunun üzerinde ve altında nebat vardır. Bunların üzerinde ve altında hayvanlar vardır. Bunların tümünün üzerinde suretler biribİrini kovalayıp yerinden eder. Musavvir adının tasviriyle olmaktadır. Do­layısıyla maddenin bekası vacİb olmuştur. Bunların arasında Hafız adının hükmü taayyün eder.

Şunu bil ki, bütün bu suretler maddenin yüz veya şekil değiştirmesidir ki muhaliflerin sözlerine dönüp bakmaz. Çünkü muhalifler, güçlendirilen suret cevheri içinde bir cevherdir demektedirler. Tamam­layıcı suret ise tümüyle arz edilmekle olur. Her suret ise mecmûun (toplamın) güç ve kuvvetidir. Şunu bil ki! Bu adın zikri, halin korunması ve mekirden (hile) korkanlar için gereklidir. Allah en doğrusunu bilir.... [173]

 

ER-RÂFİ'

 

Üç İmam (Allah'ın rızası üzerlerine olsun) bu adın manası hakkında aynı fikirdedir. Yusuf suresinin 76. ayetinde Hak Teâlâ “O, dilediğinin derecelerini yükseltir.”[174] Buyurmaktadır. Şunu bilmelisin bu yüce adın ahkamının tamamında üç itibar bulunmaktadır. Bunlardan biri umumi, diğeri hususidir. Hak Teâlâ, umumi olan dünyalarının ahkâmından mevcudatına yükseltip kaldırmıştır. Halifelerden, padişahlardan, amir ve hakimlerden ve değişik rütbe eshabmdan dile­diğini derecelerle yükseltmiştir. Bu yükselme ancak Allah'ın buyruğu ile olur. Bu ulviyyetin tahakkuku da bir takım itibarlarla hasıl olur. Hatta ye­mekte dahi mevcudu yükseltip kaldırır. Zira bana göre, gerek yemelerinde -ve içmelerinde, meskenlerinde ve giyimlerinde birbirinden üstün derecede bulunmaktadır.

Bir yarışta devesinin diğerlerini geçtiği haber verilince, Resulullah Efendimiz: “Dünyadan bir şeyi kaldırıp yükseltmesi ve yerine koyması, Allah'ın bir hakkıdır.” İşte kaldırıp yükseltmek için buna diğerini geçti adı verilir. Başkasını geçti diye bu olay bir fiilin durumu icabıdır ve bu hüküm nebatiarı, madenleri usulüne göre gıdalandırmaktadır.

Hususi itibara göre alimleri cahillere karşı yüceltmesidir. “Allah'ın ibadet edenleri alimlerin üzerine yükseltmesi sözü ise, yararlı ilimle uğraşan salih amel sahiplerini kasd etmektedir. Yüce Allah ibadet eden ta­savvuf ehlini ilim sahibi olsalar da diğer ibadet edenlerin üstüne yükseltmiştir. Kesin olarak Allah'ı sevenleri tasavvuf ehli üzerine yükseltmiştir. Hak Teâlâ arif kimseleri Allah'ı sevenler üzerine yükseltmiştir. Vakfe Ehlini (bunlar has kimselerdir) ariflerin üzerine yükseltmiştir.

Bütün bu hükümler, Râfi' adının özelliklerindendir ki, Hak Teâlâ bunları daha önce birinci sefer ehline tahsis etmiştir. Ama hususi itibar ehl' ise, ikinci seferde, vakfe ehlinin yükselme mertebelerine erişirler. İşte bun­lar fena bulduktan sonra beka ehli olanlardır. Temkin cihetinden tekevvün ehli üstün tutulan aynı ehildir ki, bir nefs iki olduğuna göre İşte bu gibiler son zatî ulviyyet ehli olup kutbî hakikatin sonuncularıdır. Nitekim bu kutbî mertebe kendisinde olsa da, kendisinin değildir. Çünkü kutbiyyet bir vakitte hasıl olan Allah'ın hükümlerinden bir hükümdür. Böylece üstün tutulanların tümü kutupdur. Bunların hükümlerinin tümü birdir. Şahısları çok olsa da makamda buna bir denir. Tüm Peygamberler, elçiler, olgun kemal bulmuş şeyhler ve terbiye ehli Allah'ın özel elçileridir. Bunu böyle anla! Herhangi bir kimseye tasavvufda tevazu' galebe ederse bu adı halvette andığı takdirde güzelleşir. Allah en doğrusunu bilir.... [175]

 

EL-MÜDEBBİR

 

Bu ad hakkında yalnız İmam Beyhakî açıklamalarda bulunmuştur. Ra'd suresinin 2. ayetinde Hak Teâlâ: “İşleri düzenleyen ve delilleri açıklayan O'dur.[176] Buyurmaktadır. Ayetde geçen ted­bir, işaretlerle yapan demektir. İşaretlerden maksad Hak Sübhane ve Teâlâ'nın vahdaniyetidir. Vahdaniyetin alametleri, işini tedbirle gören ve açıklayan manasına gelir. Burada tedbir düşünce ile değil, zira bu bir boy­ama olup Allah Teâlâ'ya tensib edilir. Çünkü Hak Teâlâ düşünmeden alim ve ilim sahibidir. Onun mevcudatının zuhuru sağlamdır. Bu sağlamlığından maksad almış olduğu tedbirdir. Bu esasen bizlere olan bir hitabdır. Hiç şüphesiz bu alemin yaratılmasındaki sağlamlık ve Onun vücûdî tekevvünü itibarıyla her iş ve buyruk içinde bir nizam dahilinde yürütülmekte, alemin Hakka bir işaret olması iktiza etmektedir. Bunun için; “yapacağı işin tedbirlerini alır” ifadesi “delilleri açıklayan” sözüne uy­gun düşmektedir. A'râf suresinin 54. ayetinde Hak Teâlâ: “İyice bilmelisin ki yaratmak ve emir Onundur.”[177] Buyurmaktadır. Halk aleminin zahirî sebepleri müsebbibleri açıkça takmaktadır. Buyruk alemi, hakkın vücudu zahiren ve batman adları sıfatlarıyla ve fiilleriyle bellidir. Çünkü zatları ondan vücud bulmuş şeylerdir. Zira mahcub kimseler halk âlemini görmektedir. Keşf ehli ise buyruk âlemini görmektedir. Zâtı olan­lar, Vudsî zatı kavramak için kendilerinden geçince her ikisini görmektedir. Onlar hal alemiyle emir alemini görmektedir. Çünkü onlar Hüve, Hüve dediklerinden dolayı yüce Allah'ın oluşumunun sebatı da bulunmaktadır.

(Allah onu takdis etsin) Şeyh hazretleri bu adı anınca kanun vazımı taklid ederek yüksekliklere tırmanmıştır. Filozoflar kendi düşünceleriyle yükselir. Böylece şeriatın müteşerrii ise, geceleyeceği yerini Hazreti Adem'in yanında dünya semasında yapmıştır. Filozof yatacağı yerini Ayın yanında yapmıştır. Daha sonra başından geçenlerin tümünü hatırlamış, şeriatı kabul eden her bir peygamberin gökte yanına inmekte, filozof bir kevkebin yanında birinci akılla karşılaşmak için çalışmakta, filozof bunun yanında durur, çünkü o yolu onunla katedip Rabbı olan Allah'a bu yolu tecavüz edip aşmıştır. Çünkü onunla birlikte bu yolda yürümüştür. Böylece filozof ebedi olarak hak aleminde, şeriatçı ise emir aleminde olur. Her ikisi zahiren ve batınen hakikatte mütecavizdirler. Şunu bil ki, her görünüşün içinde zuhurun sevinmesi için, Hakkın vahdaniyyetine dair bir işaret bulunmaktadır.

Hak Teâlâ şöyle demektedir: “Kabil olan şey şudur ki, Ben kabil olan her sözün yanında bulunmaktayım.” İşte her kabil olan O'nun vahdaniyyetidir. Zira başkasını halinden dolayı şikayet etmeyi hak etmemiştir. Emir alemiyle halk alemi arasmda her türlü tedbir ve hazırlıklar zahirdir. Dolayısıyla Hak Teâlâ'nın Müdebbir adı bundan taayyün eder. Nitekim burada Hakîm adı Müdebbir adının hakikatma girmiş olur. Bu suretle Hâdî adının hükmü delillerinin açıklanmasında kendini gösterir. Bu yol­da yürüyen bir kimse için bu adın zikri güzel olmaz. Allah en doğrusunu bilir... [178]

 

EL-KAHHAR

 

Yüce Allah'ın bu adı hakkında İmam Gazâlî ile Beyhakî hemfikirdirl­er. Ebu'l-Hakem bu ad hakkında bir şey söylememiştir. Rad suresinin 16. ayetinde Hak Teâlâ “Allah birdir ve kahhardır”[179] Buyurmaktadır. Burada kahır, bir şeyin bir şeye üstün gelmesi demektir. Onun kahır mertebeleri sayılmayacak derecede çoktur. Zira bir kimse diğer bir kimseyi yendi mi Hak Teâlâ onun galibi ve kahredicisi olur. Vücudun ve vücud çeşitlerinden bir çeşit yoktur ki kahredilmiş olmasın. Onun inhisarında olsa da başlangıcında bir başlangıç da yoktur. Çünkü varlık, zatî nefsiyle kuşatılmıştır. Dünyada ne türlü varlık olursa olsun ihata edilmiş ve kahır görmüştür. Mevcudatın ölümle veya fenayla son bulmasıyla geri dönüş Kahhar admadır. Çünkü ona ihtiyaçları vardır. Onların içtihadıyla kahır bertaraf edilebilir. O vakit müsebbibler sebepler önünde kahredildiklerinden durmuş olur. O zaman şartsız olarak onun vacibü'l vücud olması ku­dretinde olamaz.

Alemlerin Allah'a olan bağlılığı itaatle kahren olmaktadır. Çünkü onlan itaatli yapan Odur. Bunlarda görülen muhalefetler, Hak Teâlâ'nın kahrından ileri gelmektedir ki bu sebeple muhalif olmuşlardır. Zira onları bunun için yaratmıştır. Nefislerin ve cisimlerin şehvet hisleri bu ve buna benzer şeyler Allah'ın kahrından neşet etmektedir. Zira bir şey kendi nefsiyle istediği gibi zuhur etmez. Zira kullarının üzerinde kahrını icra eden O'dur. Ulviyyet hissi olmayıp manevî yükseliştir. Vücudu her kahreden kahırlı olur. Kendi tabiatı ve oluşumu itibarıyla kahretme özelliği bulun­maktadır. Kendi keyfi nefsiyle kahredici olmamıştır. Kahir olmak için kahırlı olmuştur. İlâhî kahrın her şeye şümulü vardır.

Bir kimse mevcudun vücudunun kahır çekmekte olduğunu öğrenirse, maksadı anlamış olur. Çünkü vücud dışardadır. İçte ve çevresinde kahred­ici kuvveti onu kuşatamaz olduğundan işte kahreden budur. Çünkü vücudundan bu kahredici kuvvet zuhur edince vücudun infialli hareketi zaten Allah'a taahhüd etmiş ve olan olmuştur. İşte böylece bu isimde kah­redici hükümler kendini göstermiş olur. Bu suretle münfail olan kendi zatını kahreder.

Ne var ki kahır, fer'an, aslen, cüz'en, küllen, aynen şümulü umumidir. Böylece Kahir adı Muhit adına girer. Burada Kahhar adının bizatihi Hak Teâlâ’nın Allah adına dönmesinin iki meziyeti bulunmaktadır. Ama vücûdî bazı zuhurat olarak itibar edecek olursak, mesela, faydalanan bir kimse faydalandıklarını bizzat değil arz etmek suretiyle dağıtması zarar olacağından Kahhar adı bu rütbede Rahman adına döner. Burada her iki ad bir araya gelerek Kahhar adı âtî yönden bunları sarıp kuşatır. Keza îlâhî kahır, maarif ehlinin, vakfe ehlinin hal ve tavırlarında şirkin tevhi­dini kahretmiş olur. Bu adın zikri, hususan padişahlarla zalimlere yarar. Bu adı andıkları takdirde tümü hakka dönmüş olur. Allah en doğrusunu bilir... [180]

 

EL-KEBİR

 

Allah'ın bu adı hakkında her üç İmam düşüncelerinde birleşmişlerdir. Rad suresinin 9. ayetinde “Gizliyi ve açık olanı bilen, çok büyük (kebir) yüce olan Allah'tır.”[181] buyurulmaktadır. Burada kebir, çok büyük, azametli manasına gelmektedir. Kendisine mahsus olan kibriyalık Kebir adından müştaktır. Çünkü her azamet Azîme nisbet edilir ki Hak Teâlâ bu adı haketmiştir. Bu adın vücudu aynı adın vücudu gibidir. Vücudunun aynı vücudu olması tenzih edilir. Zira kibriyalık adı kesin ol­arak Hak Teâlâ'ya verilir. Şayet başkasıyla değil vücudunun vücûbiyle zatiyetini infırad halinde itibar edecek olursan, bu azamet ve kibriyalığın hiç bir ortağı olamaz. Bunun sıfatını itibar edecek olursan o vakit sıfatların itibari ya mertebî veya vücûdî olur.

Mertebî olanlar Allah adındandır, vücûdî itibarlar Rahman adındandır. Kibriyalık adı güzel sıfatlar cihetinden en önde ve O'nun olur. Çünkü Allah isminde O'nun azametli yeri bulunmaktadır. Bu sebeple akıllar O'nun için hayrette kalmadan onunla meşgul olmaktadırlar. Zira bu sebeple Allah'ın Rahman adında kendisine tevcih edilen azameti vardır. Bir cihetten her azametliyi vücud, tazimle karşılar. Keza O'nun her sıfatı azametlidir ki Kebir adı bununla itibar görür.

Hak Teâlâ'ya adları yönünden Kibriya adı verilmiştir. Çünkü vücuda galebe edecek ve onunla istişarede bulunacak bir ad yoktur ki üstünlüğü onun üzerinde olmasın. Allah ehlinin müşahede ettiği gibi, adlar, sıfatlar, fiiller O'na nisbet edilirse, bunların cümlesi Kibriyalıktır, yani büyüklük ve azamettir.

Bu türlü görüşün mahcub akıllara sığdırılması zordur. Ama kendi düşüncelerinin doğruluğunu tayin eden akıllara gelince, bu gibiler ondan başkasını göremezler, ama kibriyahğm ne olduğunu bilirler. Ariflerce hiç bir şey küçültüiemez. Büyüklük ve azamet zuhur edinceye kadar vücûdata tazim edici bir gözle bakarlar. Şayet bunun semagı zayıflamış olursa Hak Teâlâ'yı azametli ve büyük olarak vasfedip çıkarırlar.

Bu görüş ehlinden olan bir kimse her şeyi azametli gördüğü gibi Allah'ın büyük adını görmüş olur. Bu görüş ehlinden olmayan kimse, en azından herhangi bir büyüğü gördüğünde, büyük kibriyayı mülahaza et­mesi icab etmektedir. Zira o kimse büyüklüğü Hak Teâlâ vermektedir. Bu­nun İçİn kendisine büyüklük adı verilmiştir. Ne var ki, azametliği veren, azametli olandan daha azametlidir. Her büyüğün yanında, önce ve sonra Allah Teâlâ en büyüktür. Görecek göz O'nu yalnız bir olarak görür. Büyük alemin küçük olduğunu düşünenler düşüncelerinde yanılıp aciz kalmışlardır. Zira alem İşte gördüğünüz gibi, ecram-ı semaviyye, felekler ve onlara şümulü olanlardır. Bu böyle olmasaydı, Allah Teâlâ’nın kendi­sine mahsus büyüklük ve azameti ancak kuşatılmış bu âleme inhİsar etmiş olurdu. Hayır! Allah Teâlâ’nın azameti her şey için sonsuzdur. Şunu bil ki, bu adın zikri, ilâhî yakınlığın tecellisi şeyhin talebesi üzerine galebe edince, o vakit şeyh hazretleri talebesinin akıllarının gitmemesi için bu adın zikir edilmesini onlara emreder... Allah en doğrusunu bilir... [182]

 

EL-MÜTEÂLÎ

 

Bu ad hakkında İmam Gazâlî ile İmam Beyhakî, lüzumlu açıklamalarda bulunmuşlardır. İmam Ebu'l-Hakem ise bu ad hakkında bir şey söylememiştir.

Rad suresinin 9. ayetinin son kısmında Hak Teâlâ; “ Olanı bilen çok büyük ve yüce Allah 'dır.”[183] Buyurmaktadır.

Allah Teâlâ’nın zatınca ulviyyeti manevî, bazı tecelliyat tavırlarında hissidir. Hissi olanlar, kendisinin Zahir adının teferruatından ve ona tabi olanlardır. Bu itibarla Hak Teâlâ herşeyi düşünce gözüyle değil kendi gözüyle görmektedir. Hiç bir göz O'nun gördüklerini göremez ve yetişemez. İşte sözünü ettiğimiz bu gözler bizlerin gözleridir. Şayet işitiyor, görüyor ama gözle göremiyor isen işte bu görüş O'nun gözü ve görüşüdür.

el-Müteâlî adı olan Süphanehü ve Teâlâ’nın sonu olmayan itibarlarla yüceliği vardır. Zira Müteâlî adında Mütekebbir, Kuddûs, Azîz adları bir mal ve meta' gibi manaları bulunmaktadır. Keza bu adın içinde manası bulunmaktadır ki, buna Vâhid Sübhanehü ve Teâlâ’nın büyük adı ve kendi kelamının hakikatında olan hususan tekbirlerde zikir ettiğimiz (Allahü Ekber) adı bulunmaktadır. Bu adda namaz kılanın hissi olarak ubudiyyetinin temizlik sıfatı taşımış olmasıdır, İşte kullarının bu hissî vasfiyle Hak Teâlâ yüçelmektedir. Hak Teâlâ tenezzül ederek namaz kılarken kulunu vücuden vasfetmiş olur. İşte bundan Müteâli adı açıkça zuhur etmiş olur. Bu mertebedeki yücelik ibadet olmuş olur.

Vahdaniyetin hakikatinden “Onu tenzih ederim. Onların şirk koştuklarından yücedir.” kelamı tahakkuk etmiştir. Zira o, şirkin üzerine vasıflarıyla çıkmıştır. Bu böyle olursa, sıfatların vücudiyle vasıfları nasıl zuhur etmemiş olsun? Zevatın vücûdiyle çıkmasını düşünenler ta'yin edenin olması ve ta'yin ettikleri de Onun mahlukatıdır ki, bunlarda zihni kıyam itibarıyla ademi olanlardır ve bu vücud bulanlardır. Bu ad tabiatında Kebir adı gibidir. Bu adın zikrinin, Allah'a yakınlaşmak isteyenlere faydası vardır. Şaşkın hayret içinde ka­lanları hisse döndürmüş olur... Allah en doğrusunu bilir. [184]

 

EL-VÂKÎ

 

Bu ad hakkında yalnız İmam Beyhakî açıklamalarda bulunmuştuı. Ra'd suresinin 34. ayetinde Hak Teâlâ: “Allah'tan başka onları koruyacak (vaki) bir kimse yoktur.”[185] Buyurmaktadır, Bu adın Allah Teâlâ’nın adlarından biri olduğu görülemez. Bu ciheti iyice düşünecek olursan, söylediklerimizi haklı bulursun. Nitekim, Hak Teâlâ diğer bir ay­etinde, “Allah o günün şerrinden onları muhafaza eder.” buyurmuştur. Burada bu ad Hafîz ve Hafız (koruyucu) manasına gelmektedir. Bunları daha önceki konularımızda anlatmıştık.

Vikayetin, yani korumanın değişik itibarları vardır. Bunlardan biri şöyledir: Hak Teâlâ: “Serâbil yani gömlekler vardır ki sizleri ziyandan ko­rur. Keza gömlekler vardır ki sizin şiddetinizi korur.” Buyurmaktadır. Hak Teâlâ’nın bu kelamından kendisinin bizleri her türlü şer ve ziyandan ko­ruduğunu anlatmak istemektedir. Allah'ın bu koruması bir yönden O'nun vücudundan, diğer yönden de O'nun kuvvetindendir. Güç ve kuvvet bütünü ile Allah'ındır. Bu ad Zahir adından çıkmaktadır. Onun kahredici gücü de Kahir adındandır ki, işte koruyucu olan Allah'ın Vâkî adıdır. Bu ad Râzık adının resimleri ve hakikatmdan, yiyecek kıtlığından ve şiddetli açlıktan kulunu muhafaza eder.

Muiz adı zilletten, tevazu' ve teslimiyyet ise koruyucu olan Hak Teâlânın Vâkî adındandır. Keza hastalıklarda şifaya kavuşmak onun Kâfî admdandır. Bunlar olmasaydı, özellikle Mâni' adı (önleyici) olmasaydı nasıl korunabilirdik? Keza Dâfı' adı olmasaydı insanlar nasıl yardım görüp kurtulabilirdi? İşte Hak Teâlâ kendi özel adlarının manalarıyla hususan Vâkî adıyla mevcudatını korumaktadır.

Göklerden yere inenler, semavî afetlerden Mü’min adının yardımıyla her şeyi vikaye etmektedir. Ateşin alevini söndürerek kulunu ve mevcu­datını koruyan Gafir ile Cebbar adlarıdır. Bunlar serlere karşı yeterli değil midir? Çünkü bunların tümü zulümdür. Ne varki, nur, tevbe ve şer O'nun gazabıdır. Rahmet ve merhamet O'ndandır. Zira O'nun merhameti gaz­abını geçmiştir. İşte bunlar daha önce ve daha sonra da kullarını nihayet­siz olarak hayırla korumuş olur. Keza eşyadan bir şey atılmaz ki, Allah Teâlâ'nın Vâkî adı o şeyi korumuş olmasın. Bu hakikatten dolayı Sallallahü Aleyhi ve sellem efendimizin bir sözü vardır ki, bu sözü ile Vâkî adının hayır ve şerle tavırlarıyla zuhuruna işaret eder: “Senin yaptıklarından sana sığınırım.” buyurmuştu. Hak Teâlâ Vâkî adıyla ken­dine sığınanları korumaktadır. Allah dostu (Allah'ın selamı üzerine ol­sun) Peygamber İbrahim Halil hazretlerini Urfa'da ziyaret maksadıyla Mısır diyarından yolculuğu tecrübe etmek için çıkmıştır. .Cemaleddin el-Guveyrî adında şeyhlerden biriyle kumlu bir arazide yürürken bir yerde oturmuştuk. Bu sırada bizlere el-Delem dedikleri o mıntıkaya mahsus haşereler cismimizi sokmaya başlamışlardı ve bizlere acı vermekteydiler. Ben bu acı karşısında Vâkî adını müşahede ederek bu haşereleri kendim­den uzaklaştırmaya çalıştım. Fakat arkadaşım şeyh bu haşerenin kendisi­ni sokmasına karşı sabır göstermişti. Onun sabır göstermesi ve özür dile­mesi beşerî hükümlerin kendi üzerinde zuhur etmesi içindi. Ben ona:

“Ben kendimi korumadım, beni korumakta olan Hakkı gördüm.” Dedim. Arkadaşım hatasını anlamıştı. Urfa'ya varınca İbrahim Halil'in (a.s) hareminde halvette otururken, arkadaşım şeyh arkadaşlarını uzak­laştırdıktan sonra, iki ellerimin arasında oturarak ona her şeyi an­latmıştım. Zira o da yalnız kalmıştı. Nefsini tevazuyla tutmuştu. Vâkî adının zikri halvette doğru değildir. Çünkü nefsi zillete düşürür... Allah en doğrusunu bilir. [186]

 

EL-MENNÂN

 

Bu ad hakkında yalnız Ebu'l-Hakem açıklamalarda bulunmuş, diğer iki İmam müstenkif (çekimser) kalmışlardır, İbrahim suresinin 11. aye­tinde Hak Teâlâ: “Lakin Allah dilediği kul­larına nimet ve ihsanlardan geri kalmaz.”[187] Buyurmaktadır. Burada “yemünnü” sözcüğünün anlamı, inam ve ihsan etmek manasına gelir. Bu in'âm, Mün'im (nimetlendiren) adından daha mübalağalıdır. Çünkü bu sözcüğün içinde mübalağa sigası bulunmaktadır.

Men, yani nimetlendirme manası Allah'ın Mennân adındandır. Bu ad sadaka vermede en yüce ele verilecek sadaka olacağı gibi farkı müşahede edilince süflî elden daha şereflidir. Çünkü Mennan olan Hak Teâlâ bu nimetleri kullarına ayırım gözetmeden kendisi vermektedir. Zira topluluk gözüyle aradaki fark hasıl olmuştur; verilen sadaka dilenenin eline düşmeden hakkın eline düşer. Bunun hakikati ise, Allah'a borç veren, dile­neni dilencilikten uzaklaştırır. (Allah'ın rahmet ve rızası üzerine olsun) Şeyhimiz Muhiddin Arabî hazretleri elleri bağış vermeye uzanmayanlar hakkında: “Bağşı vermeye elleri uzanmayanlar ne hibe etsinler ve ne de hibe alsınlar. Bir kimse kendi nefsine hicabı ta'yin etmiş olursa “ne hâcibe ve ne de mahcuba ihtiyacı vardır.” buyurmuşlardır.

İlâhî mülayemetle boyamada Mennân adının gerek marifette gerek ilimdeki etkisi budur. Ama adlarının ve sıfatlarının tavırlarıyla mütecaviz olan adın makamı ne konuşur ve ne de sessizdir. Zira adların çevresinde Mennân adını gören şuhud ehli, bir şeyi ondan başkasından almadıkları gibi aldıklarını da başkasına vermezler. Çünkü onlar Hak Teâlâ'nın Mennân adını kullarına veren zat olarak görmektedirler. İşte bu gibiler bu makama eriştiklerinden onlar için korku ve çekinme münasib değildir. Cahiller onların karşı gelmesinden düşmezler. Onlar dinîn yokluğu hakkında vehim sahibidirler. Ne yazık ki bunlar bir nesnenin hakikat erenleridir ki, bunlara Ehl-i Yakın derler. Aynı zamanda kıskançlığın zulmetlerini sürüp uzaklaştıran nur çevresinin sakinleridir ki münkirin in­karı onlara bir zarar vermez. Çünkü bunlar bu adı Mütekebbir adının lahikaları olarak görmektedirler ve yüce Allah'a tazim ederek sonunda O'na dönüleceğini görmektedirler. Şeyhler bunu öğrendiklerinden Allah'tan başka kullarına veren bir kimsenin olmadığını görünce, istekle­rine bir smır çizerek doyumluk olarak kendi ihtiyaçlarından fazla bir1 şey istemezler. Çünkü bir doyumluk yiyecek veren bir kimse hiç bir vakit zara­ra düşmez. Elindeki nesne de hiç bir zaman eksilmez. Bİr doyumluk yiye­cek vermek için fakiri taklid etmesi doğru değildir. Çünkü fakir bir kimse birinden alacağı doyumluk nesneyi Mennân adının elinden almaktadır. Hak Teâlâ bunun için bir başkasına şükür teklifinde bulunmaz. Bu adın halvetteki zikri nefsin mahzûzıyyetinden (nasiplenme) ayrılırsa her yönden yararlıdır. Nefsî hacetlerin bekasını isteyenlere zararı vardır... Allah en doğrusunu bilir.[188]

 

EL-KEFİL

 

Bu adın mana ve şümulü hakkında Beyhakî ile Ebu'l-Hakem anlaşmış, İmam Gazâlî İse müstenkif kalmıştır. Hak Teâlâ Nahl suresinin 91. ayetinde “Allah'ı kefil göstererek ettiğiniz yeminleri bu suretle pekiştirdikten sonra bozmayın.”[189] Buyurmaktadır. Çünkü Hak Teâlâ kullarına vereceği rızıklara kefil olup bu kefaletini Râzık adı ile ve bu rızkın icadını da O'nun Hâlık adıyla görmektedir. Kullarının Allah'tan sıdkla istekleri ise Bir adından tahakkuk etmektedir. Kulların çekindikleri bir şeyin defedilmesi de Vâkî ve Dâfı' adından istemektedirler. Zira emniy­etli kefil, kefil olunana iki kefil vermektedir. O'nun merhametinin eseri ol­arak bunu iki kata çıkarmıştır. Zira O, kefaleti dilediğine artırır.

O'nun varlığında her şeyin emniyeti bulunmaktadır. Bir şeyi aynı olarak değil misliyle iade etmektedir. Çünkü varlığın tekrarı olmadığı gibi cömertliğinde bir darlığı yoktur. Zira O, geceyi de gündüzü de sonradan tekrar dönmesine ve yakaza (uyanıklılık) halinin uykudan sonra dönmesine tedbir aldıkları cihetle kefil olmaktadır. Uyanıklık halinden sonra uyumak, gece ile gündüz arasında kuvvetli hareketlerle sükunetin gelmesini ve lahzaların ardı ardına gözlerin önüne ve kefil olanın geçenlerin geri dönmesiyle ve zâkire kuvveti dünya ve ahİret işlerini ona hazırlamasına kefil olur. Çünkü bu ad fiillerin failleri olduğu gibi kul­ların ihtiyaçları olanlara kefil olduğuna göre onlara hayal ve his de vermektedir. O, maksad ve muradın huzurunun emniyetle artmasının da ke­filidir. Onun kefaletine güven olmasaydı, o zaman nefis ümid ve emeline tamah ederek dilediğine erişemezdi. Bu sebepledir ki, O'nun kefaleti nefsi rahatlatır, huzura kavuşturur. Bu kefalet olmasaydı umumun korku ve vehimleri zeval bulurdu.

Bir kimse için adem (yokluk) var iken, bir nefsin yarma bekası veya dünü geçip fani olduktan sonra yerinde sabit kalması nasıl olur, mümkün mü? Ama nefis Kefîl adını bulur ve onda yerleşir. Bütün bu an­lattıklarımızı mahcub olanlar hissetmez. Fakat şahidi olan onu açıkça görür. Mümin bir kimse imanlı olarak onu tesbît eder. Ama sen yemeğini yerken onun gizliliğini açığa vurmaya çalışırsın, O'nun kefaleti olma­saydı tamahkâr olamazdın. O'nun emniyetli kefaletini görmeseydin yeter­li kanaat sahibi olamazdın. O olmasaydı şer içinde kalır, emniyette kalamazdın.

Sana kerahat verecek her şeyin vukuunu düşünürdün. Lakin Kefîl adıyla nefislerin duygulanması içinde güzel bir rica ve temenni bulun­maktadır. Bİr kimse Kefil adıyla kendini koruyacak olursa, o kimsenin huzur ve sükunu kaderin mecraları altında mal ve meta' yönünden daha çok kazançlı olur. Zira güven ve nefsin kemaliyle hasıl olur. Bunun hesabıyla hazırlığını yapmış olur. Her kefaletin vukuunda nefis ona güvenir. Bir kimse tevekkül makamını elde etmek isterse, bu adı andığı takdirde fay­dasını görür... Allah en doğrusunu bilir. [190]

 

EL-MÜKRİM

 

Bu adın manası hakkında yalnız İmam Beyhakî açıklamalarda bu­lunmuştur. Secde suresinin 70. ayetinde bu ad hakkında  “Biz Adem oğullarını üstün tuttuk.”[191] buyurulmaktadır.“Onları mükerrem yaptık”; burada keremden maksad cimriliğin karşılığı olmayıp, Adem oğluna mahsus olgunluk ve kemal sıfatıdır. Bu da Adem oğlunun tekevvününe yaraşır bir surettir. Zira bu türlü suret ve şekil ancak kutbiyyet makamının sınırına erişenlere mahsustur. Ama yukarda işaret ettiğimiz kemal ve olgunluk insanlardan başka bir yaratıkda bulunmaya­cağına göre, kemal ve olgunluğun Adem oğullarında yoğun bir şekilde olduğu anlatılmaktadır. Zira insanlara her ne kadar Adem oğulları demiş olsak da, hakikatte Hazreti Ademin makamının verasetini alanlar, onun kemal ve olgunluğunun varisleri demektir. Bu verasetle yer üzerinde Allah'ın halifesi olmayı hak etmişdirler. Burada sözünü ettiğimiz (yer üzerinde) sözcüğünden maksad harfdır. Harfin manası ise mevcud olan demektir. Çünkü bütün harfler mevcudattan sayılır. Hatta elif harfinin üzerindeki hemze dahi ondan sayılır. Elif harfine gelince, bu elif harfi nefsi uzumasından neşet eder. İşte bu harflerin asıl maddesidir ki bu da varlık menzilesindedir. Harfler ise vücudun menzilesindendir. Keza harfler mev­cudun menzilesindendir. Yeryüzündeki hilafet ise, harfe halef olmaktadır.

Yani mevcudatın tümüne halife olmaktadır. Adem oğlunun kerameti akıldadır. İşte bu umumi bir keramettir. Hususi keramet ise hiç bir yönde düşünce kabiliyeti olmayan mahcub olan akim tavrı üzerinde bulunmak­tadır. Zira mahcub olanın hilafeti ancak mahcublaradır.

Kutubların hilafeti vukuf halinde olanlarla keza onların bir basamak altında bulunanlaradır. Mahcub kimselerin İşlerinin düzen ve tertibine Hakim değil, Hikmet denir. Bu da her şeyi bilen ve aziz olan Allah'ın tak­diridir. Şimdi Mükrim adının tekrimine gelince, Hak Teâlâ resulüne dile­diği yolda yürümesini emretmiş, şirkin bağlantılarından tevhidi irşad edi­ci sözleri onun hükmü olmasını istemiştir. Zira risalet yolu açık olup hükümlerinin tayini ise mükelleflerin işlerinin kabiliyetlerine ve hallerine göre olmaktadır. Bu hakikatten şeriat yollarının değişmesine ve bazı hükümlerinin faydalı olsa da kaldırılmasına gidilmiştir.

Yahudiler ona seslenerek ad vermekten yanlışlığa düştüler. Tevrat'ın nüshalarında kendi maslahatlarına yarayacak adları soktular. Onlar hiçbir vakit seslenmeyi duymadıkları gibi hangi kerim olanın en azametli zat olduğunu şeriat yolunun işini yapanı bilmediler. Dolayısıyla Hak Teâlâ şeriat emrini Peygamberi olan sevgili resulüne tahsis etmiştir. Bir şeyin haram veya helal kılması işini onun serbestçe tasarrufuna bırakmıştır. O zaman bu Allah kelamı olan “O arzusundan konuşmaz. O ancak vahyedilen vahiydir.” buyruğuna uy­gun düşmektedir. Zira vahiy Allah'tan resule gelmekte, bunun geri dönmesi de Resul'ünden Allah'adır. Bir kimse kendi peygamberine doku­nacak bir söz ve hükümde bulunmazsa, nefsinde ne bir üzüntü ve ne de bir darhfc duyar; aynı zamanda tam tesiimiyyetle Allah'a teslim olursa em-niyyette kalır. İşte Allah'ın kuluna ikramı ve şerefi budur. Nefsini küçük düşüren, bu adı zikrederek olursan faydasını görmüş olur... Allah en doğrusunu bilir. [192]

 

EL-MUKTEDİR

 

Kehf suresinde Allah'ın güzel adlarından yalnız bir tane bulunmak­tadır. Bu adın manası hakkında İmam Gazali ile Beyhakî açıklamalarda bulunmuş, Ebü'l-Hakem ise söz etmemiştir.

Kehf suresinin 45. ayetinde “Allah'ın her şeyi yapmaya güç ve kudreti bulunmaktadır.”[193] buyurulmaktadır. Bu adın esas manası kudretli demektir. Kudrette zuhur eden madûmâtın her birine mecaz olarak şey denir. Çünkü benzeri izleyen, onun yerini bildirmeye çalışır. Mecaz olarak onunla mu­hakkak bir ilişkisi olduğundan onu serbest bırakmak doğrudur. Zira o buradadır, işler de ondandır. Bir mevcud benzerinin icadla yerinin tayini alemin benzerlerine açıp gösteren nurdur. Bu nur bir madde olup mevcudlardan adına şey dediğimiz nuru bulmuştur. Bu bulduğumuz benzer şey an­latılmasının değeri olmayan bir şey olduğuna itibar edecek olursak, onun için Hak Teâlâ onu daha önce bir şey değilken halk ettiğinden söz etmekte­dir. Bu birinci mülahazadan daha yakındır.

Maddenin vücudu, infisali ve hazırlığı, bu benzerliği kabullenmesidir. Misal olarak, nutfenin rahime düştüğü gibi, bir tohumun ıslak yere düştüğüne benzemez. Yerdeki çürüme ve taaffünden Muktedir olan Allah Teâlâ, bu çürüme yerinde türlü benzerlikleri her tavırda ve kendi ilmine münasib olarak, elinde bulunan maddelerin istihkakıyla ve maddenin kendisine itaatle icad etmektedir.

İşte maddenin Hak Teâlâya olan itaati kudrettir. Çünkü bu kudreti ondan almaktadır. Bu sebeple yaratma tabiatıyla kendisinin olmaktadır. Nitekim Hak Teâlâ Fussilet suresinin 11. ve 12. ayetlerinde bu hususu açıklayarak duman halinde olan semaya ve arza hitab etmiş “isteyerek veya iste­meyerek her ikiniz kendinizi gösterin, meydana çıkın!”[194] buyurmuş, cevap ola­rak ikisi bir ağızdan “Geldik!” demişlerdir. Böylece Hak Teâlâ yedi gök se­masını iki günde yaratmıştır.

Ne var ki icadda kaide olarak, bir tarafta olan diğer tarafdan olanı geçemez. İşte bu sözün ölçüsü tabii halde dönen ecram-ı semaviyyenin sema boşluğunda dönenlere bir işaretidir ki bu da bunları bir tertib ve düzene sokana karşı itaat manasına gelmektedir. Bu feleklerin sema boşluğundaki devranı tabii olmakla beraber, her noktada felek kendi ha­reketini bir düzene sokmadan diğer bir noktaya geçemez.

İşte burada filozofun ileri sürdüğü kuşkusunun dağılması gerekir. Şayet feleğin devranı tabii ise, bu devrana lüzum kalmazdı. Çünkü filozo­fun tabiat diye kasdettigi cihetten feleğin zıd bir cihete gitmesine mani olur ve yeniden devranının hazırlığını yapamazdı. Bu feleklerin devranında zamanın delilleri taayyün etmektedir. Bunun faili ise cüzi de külli de olsa ku­drettir. Bu da manevî veya başkaca bir tayindir. Hak Teâlâ’nın Muktedir adı gerçek tasarruf sahibidir. Şeyhinden kerametleri görmek isteyenler bu adı anmalıdır... Allah en doğrusunu bilir. [195]

 

EL-HANNÂN ADI

 

Meryem suresinde Allah'ın güzel adlarından iki ad bulunmaktadır. Bunlardan biri Hannân adıdır. Bu adın manası hakkında yalnız İmam Beyhakî açıklamalarda bulunmuştur. Meryem suresinin 13. ayetinde “Katımızdan ona bir kaîb yumuşaklığı, temizlik ihsan ettik.”[196] buyurulmaktadır. Ayetteki Ledün sözü yanımızda veya bizce ma­nasına gelmekte ise de bununla dönmesine lüzum kalmaz diye Hak Teâlâ vasf etmiştir. Lakin tevhidin tadı indî olanların cümlesinin vasfıyla ona geri dönmesi iktiza etmektedir. Zira kendisinden başka varlık görülenlerin tümü fânidir. Bizler susanlardan değil konuşan kimseler olup vahdaniyyet diliyle konuşmaktayız. Burada Hannan adı rahmettir. Çünkü Rahim olan Hak Teâlâ'dır. Hannân adının hal ve tavırlarının sonu yoktur.

Anlatıldığına göre Hak Teâlâ Rahmeti yüz köprü olarak yaratmıştır. Bu köprülerden 99'unu Ahiret gününe saklamıştır. Bunlardan birini dünyaya tahsis etmiştir ki bu O'nun bir rahmetidir. Keza mevcudatının birbinyla birleşmesi de hakiki bir rahmettir. Çünkü rahmet Rahmanın karışık bir kurbiyyetidir.

Hannân adının aslı Rahman adına dayanmaktadır. Bir kimsenin diğer birini göreceği gelirse, nefis garib olana merhamet duyar, onunla yakınlaşmaya ve bağlanmaya çalışır. Onu vatanından ister. Zira vahdaniyyet çoğunluğun aslıdır. Müştak olanların özrü ise vahdânî ciheti görmeyi, hakikatin yüzünü görmüş gibi görmek istemelerİndendir. Bu kendi zatlarının bir maddesidir ki toplu lezzetlere İştiyakları olmuştur. Bu da toplum tarafından ihata edilmiştir. Ama zayıfların hazırlıkları ise, bu gibiler o vatanda azab ve mihneti unuttuklarından bedenî vatanlara boşaldılar. Çocukların zevk aldığı oyunlara döndüler. Hannan adı bütün tezahürü ile güzelliğini tesbit için, intİsabından dolayı Rahmetin sevgilisi­ni vasfetmeye çalıştı.

Sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz bir hadisinde: “Benden daha yakın olduğunuz kıyamet gününün meclislerini size anlatayım mı?” buy­urduktan sonra şöyle konuşmuştu: “Ahlaken en güzeliniz, açlıktan kendilerini koruyanlardır ki, onlar hem dostluklar kurarlar ve hem de dostluklar edinenlerdir.” demiştir.

Zira ünsiyyet ve ülfet keza Hannan adının rahmetindendir. Fakat bu­nun aslı Hak Teâlâ'nın Hannân adıdır. Hannan adının hakikatinden mu­habbet vücud bulur. Bu muhabbet makamı, sevgi denizinde yüzenlerin en şerefli makamıdır. Zira bu makam ibadetin ve tasavvufun üstündedir. Zira Hannân ve Rahmet adları kişiden ebediyyen ayrılınca o vakit kul Rabbma olan şevk ve muhabbetin bir fer'i olur. Kulu sevenin de Rabbine olan muhabbeti cüz'i olur. Zira Hannân adını bütün vücûdî müleyemetlerde tasarrufu vuku bulmuş olur. Veya kerem ve cömertlik yo­luyla tasarrufu olur. Bu ad halvetlerde anılınca insanı kuvvetlendirecek, sahibinde muhabbet yolunu açmış olur. Allah en doğrusunu bilir... [197]

 

EL-VÂRİS

 

Allah Teâlâ'nın bu güzel adı Meryem suresinde bulunan ikinci adıdır. Bu adın manası hakkında yalnız İmam Gazâlî açıklamalarda bulun­muştur. Diğer iki İmam müstenkif (çekimser) kalmışlardır. Meryem sure­sinin 40. ayetinde “Şüphesiz yeryüzünün ve yeryüzünde olanların mirasçısı bizleriz. Sizler tümüyle bize döneceksiniz.” [198]buyurulmuştur.

Burada bu anlatılmaya çalışılmaktadır. Bundan başka bunun iki ma­nası bulunmaktadır, Allah izin verirse bunları ilerde anlatacağız. Şimdi dönüp şöyle konuşabiliriz. Buradaki miras mecazdır. Mülk ise bidayette ve nihayette Allah Teâlâ’nındır. “Yeryüzünde mirasa sahip çıkacaklar yaptık” yani müstahlefler yaptık. Zira bir mülk istihlaf yoluyle halifeye taşınmaz. Hakikatte o mülk bakîdir ve yerinde durmaktadır. Ama mecaz yoluyle bu olur ve doğrudur.

Yeryüzündekiler bizce bilinmektedir. Fakat yerdeki sayıları sonsuz olan Allah ehli yeryüzünü görmektedir, İşte bunlardan biri de budur. Yeryüzündeki miras ebediyyen yenileşmektedir. Bu meseleyi sen de bil­mektesin. Bir kimse vücudu bilirse Allah Teâlâ'yı ancak onunla bilir. Zira mevcudun sayısı da sonsuzdur. Çünkü mevcudun esas unsuru vücuddur, bu da ebediyyen görülmektedir. Çünkü onun hakikati sonsuz uzaklıkları olan bir madde ile icadı iktiza etmektedir. Bu uzaklıklar ancak cisimde olur diye bir şey söylenemez. Çünkü vücud cismi kabul etmiştir ki cisim olmuştur. Böylece cisim uzaklıkları kabul etmekte ve kabil olan da kabil olur ki, bu da takdirle kabul edilmiştir. Zira takdir bir vacibdir. Buna göre uzaklıkların kabulü de vacibtir. Diğer iki manadan biri Vâcib adıdır. Bu da düşünenlerin mukadder olan benzerlerinin varisi manasına gelmektedir. İşte bu ta'yinattır. Bu Ta'yinat yeryüzünde inhilal etmekte, öylece ta'yinat yeryüzünde sürüp gitmektedir. Çünkü onun varlıkta bir hazinesi bulun­maktadır ki, bu hazine ona döner. Öyle ise yoklukta katiyyen inhilal etmez. Bunun hakikati yoktur. Zira o, varis olan Hak Teâlâ'ya bir mirasdır. İşte bu itibar düşünülen benzerliklerin faniliğidir. Zira O Vacibü'l-vücuddur ki İşte onun mümkünlerinden mertebelerin mirası olur. Bu da bir cihetten Allah adında varisin adına dönmek demektir.

İkincisi, benzerliklerin bekasıyla mirasın varisi adına olmasıdır. O vakit mirasın yokluğunun tahakkukuna ihtiyaç kalmaz benzeri dedikleri gibi, kabil olduğunu haber vermişlerdir. Zira onlar, “Allah vardı yanında bir şey yoktu; O, şimdi de olduğu gibidir” derler, İşte fanilik budur. Buna gerek arifler gerek vakfe sahipleri böyle bilmektedirler. Neticede Allah Teâlâ'ya ne benzerliği ve ne de benzeri olan bir şey yoktur. Bunları bilen bir kimse her şeyi bekasıyla birlikte varisin onun olduğunu anlar. Her şey kendi halinde bulunmaktadır. Miras ise aynı eşyalar olmaktadır. Çünkü eşyalar birbirine benzer eşyalardır. Daha Önce eşyalardaki mana ile Allah'ın mülkü olan eşyalardaki mana arasındaki fark budur.

Biz daha önce mâlik ile memluku hicâbî bir ilim diliyle isbat etmiş ol­duk. Ne var ki, ilim daimi olarak örtülmüş kalır. Son olarak keşfen bu ma­naya gelir. Bu adm ariflere yaran vardır. Bu adın zikri bu gibiler için kesin fani olmaya cazib gelir. Allah en doğrusunu bilir... [199]

 

EL-BÂKÎ

 

Taha suresinde Allah Teâlâ’nın güzel adlarından üç ad bulunmak­tadır. Bunlardan biri Bakî adıdır. Bu adın manası hakkında her üç İmam aynı fikirdedir: Nitekim bu surenin 73. ayetinde “Allah daha hayırlı ve daha bakidir.”[200] buyurulmaktadır.

Hak Teâlâ’nın bekasının, ne başlangıcı ve ne de sonu vardır. Şunu bil ki bu beka dediğimiz şey zamanla tabir edilmektedir. Sallalahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz bir hadîsinde “Zamana ağzınızı bozmayınız. Çünkü Allah zamandır ve O'nun takdiridir.” Allah'ın bekası demek zamanın be­kası demektir. Burada hazif edilen bir muzaf ve muzaf da makamca onda ikamet etmektedir. Bu bilinen bir mecazdır. Zaman ise, feleklerin devranı sayısınca ve felekler döndüğü sürece zamanın bekası farz kılınmıştır. Ya­hut feleklerin tedbirine kalsaydı o vakit feleklerin zamanı eşit olurdu ve fe­leklerin böyle kalması icab ederdi. Zira genişçe devamlılığı olan varlıktır ki O da Hak Teâlâ'dır. Bütün mevcudlarm zamanı uzamış olsa da sonu vardır ve o da kesinlikle inhilal etmektedir. Filozoflar, yani felekiyyet alim­leri bunu İnkâr etmektedir. Allah da onların yalanladıklarını bilmektedir. Kainatta yüce Allah'ın Vâris adından başka bir şey kalmaz. Ona evet O mevcuttur” diye ad verilmez. Zira kendisi vücuden mevcuttur. Ve bu iki lafızla ifade edilir. Bunun her ikisinin manası vaciple mümkün arasında bulunmaktadır. Çalman veya selbedilen umumî mümkün ise ademin gerçek zaruretidir. Hususi mümkün ise, iki zaruretten selbedilendİr. Bu aynı işde batıldır. Bunun tabii hali aynı işin içinde mani olucudur ki cahi­lin cahilliği içinde yatmaktadır. Zira cahil bunun ne olacağım bilmemek­tedir. Aynı işin içinde olan bunlardan biridir. Haklı olan Allah ehli aynı işin içinde olacak olanlarla konuşmakta, vacib olandan ve yasaklanandan başka bir şeyle konuşmazlar. Yasaklananlar ise, hiç bir zaman olmayan ve ebediyyen olmayacak olanlardır. İşte onlarca bu hal ve tavır bu sözü ara­larında açmaktadır. Çünkü onlar vücud ehliyle sarf-ı adem olmayan yasak ehlidir. Sözümüz sarf-ı adem olmayan nesneye gelince, bu başkaca bir ada verilmeyen bir addır. Bundan maksad ise, anlatmaktır.

Bizler dönerek şöyle konuşmaya başlayalım. Eflak umumiyetle fanidir. Bu onun ilminden bir ilim, onun cahilliğinden bir cehalettir. Bizlere düşen şey zevkli şeyleri konuşmaktır. Veya adavet ehlinin hal ve durumu­mu anlamak bizlere düşmez. Zira kabirlerde olanların sesleri duyulmaz. Çünkü onlar örtülü kabirler içinde bulunmaktadırlar. Kabir ehli de vücudun konuştuğunu duymaktadır.

Şeyhimiz şöyle demiş: “Vücud İbn Arabî konuşmaya başlarsa toplum şöyle haykırır:

“Ey duyanlar! Bana gelin vücud konuşmuştur.” diye sesle­nir. Hak Teâlâ Bakî adıyla bekada etkisini göstermekte, bunun manasına Varis adı girmektedir. Zira beka Allah'a mahsus bir durumdur. Allah Teâlâ’nın bekasının başlangıcı, vücuttur. Vücudun ise bir sınırı vardır ki, fcu bir şey olup tasarruflarla belirir. Bu kerim adın zikri, nefsinin bedelini vermekten aciz kimselere faydası vardı. Allah doğrusunu bilir. [201]

 

EL- MU’Tİ

 

Taha suresinde bulunan Allah'ın güzel adlarından biri de el-Mu'tı adıdır. Bu adın manası hakkında yalnız İmam Ebu'l-Hakem El Endülüsî bahsetmiş, diğer iki İmam temas etmemişlerdir.       

Bu surenin 50. ayetinde “Rabbimiz her şeye yaratılışını veren, sonra da yolunu gösterendir.”[202] buyurulmuştur. Hak Teâlâ’nın kuluna ilk verdiği şey kabiliyetdir. İlkten kabil olanı vermiş idaha sonra ilk olanlardan icadı vermiştir. Bu icad kabilin kabul ettiklerinin cümlesindendir. Daha sonra kabil olan, bir yönden icadının olduğunu kabul etmek, bir bağış ve ihsan olmaktadır. Zira bu bağış veya ihsan verme fişi devam etmektedir ki, bu da icad manasına gelmektedir. Bu da bir cihet­ten hicab mertebelerine erişmektedir. Bu verme ve bağışlama işi kabul görmektedir ki bu da mülkle hakkı gizlemek veya mülke benzer bir bağış ve ihsandır. Bağış ferdi değil umumidir. Hak Teâlâ sana bir ölçü vermiştir. Bunu hissiyatınla idrak etmiş olursan o vakit sana idrak verilmiş olur. Ayna sana suretini, yani kendi benzerini gösterir. Sen de ona ölçünü göstermelisin. Kuvvetler ise hesaba göre faydalı şeyleri vermiş olur. Aydınlatıcılarda sana ışıkları verir, ışıklarda aksini gözlere verir. Sema yere yağmurunu verir, yer ise semaya nebatî ihsanlarını verir. Nebat hayvanlara gıdalarını verir, aynı zamanda idrak etmediği hisleri verir. Hay­van insana gıdasını, birliğini ve mülkünü verir. Hayvanların oynak ve yumuşak yerleri hayvana rahatlatıcı durumunu verir. Zira her hayvanın yapısının büyük veya küçük olduğuna göre, rahatlığı da o nisbette daha çoktur, insan eşyalara adlarını konuşmasını, yazmasını verdiği gibi, onun yarar ve zararlarını izhar etmiş olur. Bütün bunlar onun dili ile konuşan Hak Teâlâ'nın dili ve kitabıdır ki, bunu tanzim eden etmiştir. İnsan Hak Teâlâ'ya konuşkan adlarını vermektedir ki Bârî olan Hak Teâlâ da bunlar­dan insana insanın uzaklaşmasını vererek Rabbinin mecdini ikame et­mektedir. Zira rızık ona Râzık adıyla Mahluk adını vermiştir ki, o da ona Halik adını vermiş bulunmaktadır. Bu söz her mutabakatta Rabbıyla kulu arasında tüm mutabakat olmaktadır. Keza o kul hakka samadiyyet hakkını vermiştir ki, onu aşağı mertebelere sarkıtmış, hizbiyetiyle sıfatlanmış; çünkü hicab sarkmayı siklaştırır, bunu kendi nefsine tensib etmiştir. İşte bundan kayyumiyyet gelmektedir. Ferdaniyet ise kendi yokluğundadır. Sıkıştırmalar ve baskılar ona her ne kadar meziyyetini verirse de, bunlar itibârı meziyyetlerdir. Yalnız bu meziyyetlerin makamı şartlıdır. Bunlarla varlıklar arasında Allah ile Rahman adlarının birbirine benzer­liği vardır. Şayet Hak Teâlâ’ın Mu'tî adı sana yüzünü açıp gösterirse, vücuttaki hareket tamamlanmıştır. Bu hareket ise bağış ve ihsan verme hareketidir. Her ful nefsiyle hareket etse dahi bu bir bağış ve ihsandır. Bunu veren de bir başkasının vermesi kabil olmayan Allah Teâlâ'nın bağış verenlerinden biridir.

Bir şey almak, Allah'tan bir ihsan almak demektir. Bir şeyi alıp ver­mek, alışın hakikatidir. Bu bir yönden bağış sayılır, zira çevreler çevrelerin, yardımcılarını verir, çevreler ise çevreleyenleri verir. Bütün bunlur Mu'tî adının işleridir. Bu ad bir şeyi açmak için halvette anılan en yakın adlar­dan biridir... Allah en doğrusunu bilir. [203]

 

EL-GAFFÂR

 

Bu adın manası hakkında yalnız İmam Gazali (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) hazretleri söz etmektedir. Tâha suresinin 82. ayetinde Hak Teâlâ kendi adı hakkında “Ben tevbe edenin af edicisiyim.”[204] Buyurmaktadır. Gaffar, Gafur ve Gafir kelimelerinin manası, suçları mülayemetle karşılayıp affetmek, suçu cezadan korumak veya suçu örtbas etmek için alman tedbirlerdir. Gufur bir şeyi örtmek demektir. Bu ilmin ve ulemanın kader ve nasibidir ve diğer itibarları vardır ki bunlar bazı merte­beler hesabıyla olur. Bunlardan Gaffar tevbe edenlere mahsustur. Bunun geri dönmesi hicab çevresinde kendi nefsine ise Şedîdü'1-Azab korku mülahazasından gufr-u Gaffar örter. Çünkü o kalmaz ve takvayı da bilmez. Takva ise bir kimsenin korktuğu bir şeyin kendisin açıklanmasından veya uyarısından ileri gelmektedir. Bu mertebede Gaffar adı takvanın yüzünü örtmüş ve göstermez olmuştur. Hak Teâlâ mağfiret ehlini inhisarı altına almasını mudılll adının hakikatıyla almış bulun­maktadır. Buradaki mana ise, bu rütbe hususunda mağfiret ehlinin mudılll olduğu anlaşılır. Başkaca ve karşılıklı bir itibarla bu adı Hakikat ehlinin takvası sarmış olmasıdır. Şayet bu ad tevbe eden bir kimsenin suçunu örtmüş ise, masiyet çevresinden Hak Teâlâ'nın itaat çevresinin huzuruna dönmüş demektir. Hak Teâlâ onu takva ehli sayar ve affeder. Aynı zamanda Hadi adı ahkamını izhar ederek o kimseyi takva hususun­da uyarır. Çünkü o kimse artık mudılll adinin ahkamıyla örtülmüş olur. İşte bu durum yasaklanmış günahlara ve unutkanlıklara karşı bir afdir. Dalalet ehlinin hal ve durumlarından Gaffar adı sorumludur. Bu hüküm ise ilim ehlince meşhurdur. Diğer ikisi ise Gufr manasına gelmektedir.

Her şeyin faiü Hak Teâlâ'dır. Kendi nefsi için bir bağış gözetmez. Her türlü hayırlı şeyi Rabbine tensib eder. İşte fiilin tevhidi, yani birleşmesi bu­dur ki, bu da marifetlerinin başlangıçlarından ve ariflerin makamlarındandır. Zira itibar bunun üstündedir ki, Gaffar Teâlâ onu, kendi zatî ve îlâhî kayyumİyyetini görmekten, böylece Kayyûm adını da görerek onun görüşüne girmiş türlü kıyamda olduğunu görür ve kendi zatını da örtmüş olur. İşte sıfatların birleşme makamı budur.

Çünkü zatların tümü hakikatte sıfatlardır. Bu sıfatlar nefisleriyle kalkmazlar. Ancak Kayyumun adıyla kalkmış oluriar. Bu nasıl olur. Zira şuhud ehli bu makamda onun Gaffar olduğunu bilmektedir. İşte bu Gufurun bir çeşididir. Diğer bir itibarla, şayet itibarlar inhİsar altında değil isel­er eşyaların Allah Teâlâ'ya dönmesi gerekir. O vakit ondan başka bir şey kalmamış olur. Bu da Yüce Allah'ın Gaffar adının Bakî adının hakikatma girmesi demektir. Özellikle bu adın zikri, îlâhî cezadan korkan korku eh­line faydası vardır... Allah en doğrusunu bilir. [205]

 

ER-RÂTIK

 

Enbiya suresinde Allah'ın güzel adlarından iki tane bulunmaktadır. Bunlardan biri Râtık adıdır. Bu adın manası hakkında yalnız Ebu'l-Hakem-El Endülüsî söz etmiş, diğer iki İmam müstenkif kalmıştır. Bu surenin 30. ayetinde Hak Teâlâ “Hakikatte göklerle yer bir­di, biz onları ayırdık”[206] Buyurmaktadır. Bunları ayıran Hak Teâlâ'dır. Ve o bu hususta daha ayırımcıdır. Hak Teâlâ'nın Râtık adının hakikati ise, Nu­run hakimiyyetidir. Mevcudatm benzerliklerine karşı bu nur açılınca bun­lar birbirinden ayrılır ve zahir olurlar.

Şunu bil ki, bu ayrım işin aslıdır. Çünkü vahdaniyyet mert ebeler ıyla ileri geçmiştir. Zira Hâhkın halkı ezelî olup ve halen dahi faaliyetine de­vam etmektedir. Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz bir hadisinde: “Allah vardı yanında bir şey yoktu. Daha sonra yaratacağını yaratmış ve onların rızkını da yaymıştır.” Efendimizin bu sözü üç manayı taşımaktadır. Bunlardan birincisi O ne ise şimdi de O'dur ve yanında bir şey yoktur. Fakat Hak Teâlâ sıfatlarıyla ve fiilleriyle mevcuttur, mevcudat ise onun fiilleridir. Burada şuhud ehlinin tahkikine göre fiiller sıfatlara dönüşmektedir.

İkinci manası ise, evet O'nun yanında bir şey olmadığıdır. Yani bu mevcud ki bu da dokuzuncu muhitten arzın merkezine kadar olan bizlerin hususi alemidir. Hiç şüphesiz bu ortamda yok iken bir şeyin yenileşmesidir. Hak Teâlâ'nın sözünün maksadı budur.

Üçüncü manaya gelince, Allah vardı ve yanında bir şey yoktu. Bu kelâmiyle kendisinden ayrılmamakta olan malulün illetini örtmek için mertebenin ileri geçmesidir. Allah'ın Râtık adının ta'yini, nitekim “Allah vardı yanında bir şey yoktu” sözü itibarîdir. Buradaki natik adı da itibari­dir, itibarî olduğu, sallallahü aleyhi ve sellem Efendimizin: “Halkı ya­rattıktan sonra rızkını yaymıştır.” sözü ile anlaşılmaktadır.

Râtık adının hükümleri delillerle yenilenmektedir. Alemin benzerlik­lerinden bir benzerlik, zamanın dakikalarından bir dakika geçmiyor ki yok olmamış olsun. Bu idam yani fanilik ve yokluk varlığı yarıp parçalamaktadır.

Nitekim Allah'ın Mümît adı bu ada tabi' olduğu manasına gelmekte­dir. Zira ölüm, benzerlikleriyle konuşkan hayvanlara mahsus bir haldir. Suretlerin yok olması daha yaygındır. Mümît adı Râtık adının vasfına tahsis edilmiştir. Zira denizler dahi dalgalandıktan sonra sakinleşir. Üst üste fazlaca yemek sonunda midedeki çözülme de bir birleşimdir. Hay­vanın uykuda olması da bir birleşimdir. Güneşin batışından sonra ufkun karanlığa dönüşmesi bir birleşimdir. Geceye göre gündüzün geri dönmesi bir birleşimdir. Gündüzleri de bir birleşimdir. Geçmişteki benzerlerine göre nebatın bir şekilden üstün bir şekle inhilali de bir birleşimdir. Tevhidi müşahade etmek için hayvan benzerlerinin, madeni benzerler gibi işlerin Allah'a dönmesi de bir birleşimdir. Ahiret gününde göklerde ve yerde olan­ların ikinci nefhada donup katılaşması bir birleşimdir.

Bu gibi hazırlıkları olmayan ve tecelli kendilerine örtülü olanların korkularını gidermek için, şeyh tarafından bu adın anılması emredilince zikrin faydası görülür. [207]

 

EL-FÂTIK

 

Bu adın manası hakkında yalnız Ebu'l-Hakem söz etmiş, diğer iki İmam müstenkif kalmıştır. Enbiya suresinin 30. ayetinde Hak Teâlâ “Biz bunları birbirinden çekip ayırdık. Her canlı şeyi sudan yarattık.”[208] Buyurmaktadır. Burada çekip yarmakla canlılık birleşmek manasına gelmektedir.

Nitekim el-Fâtık adı tasavvuf yönünden el-Muhyî adından daha yaygın manaya gelmektedir. Zira Allah'ın Fâtık adı Râtık adını sürüp götürmektedir. Bu da geçmiş benzerliklerin maddesi yok olmayınca mev­cudun icâdi suretleri açılıp yarılmaz. Zira diğer bir maddede başka bir madde ve suret olamaz. Bu benzerlikler aklî de olsa bunun maddesi nur­dur. Nefsaniyyetin maddesi ise akıldır. Hisle duyduklarının maddesi de İn­san başının ön kısmındaki bölüm içinde bulunan dimağdır.

Cismin asıl maddesi Allah katında bulunan korunmuş levha veya bunların benzer rükünleridir Fâtık adı kendinden önce bir benzer sureti kovalayıp İcad ettiğinden dolayı yok olmaktadır ki bunlardan her birinin diğerine göre fiilleri doğrulanmış olsun.

Bir suretin veya bir benzerin açılıp yarılması daha önceki bİrleşmesindendir. Daha önceki birleşme de diğerinin çekilip yarılmasmdandır. Bu İki kerametli addan her birinin fiili Fıtk ve Rıtk dir. Bunlardan her biri diğerinden itibari yönden daha im­tiyazlıdır. Fâtık suretinin ikamesi ondan önce olan Râtık adının idamı, bir birleşim ve ayrımdır, yani rıtk ve fıtk'dır.

Şunu bil ki, varlığın bir dakika olsa da zaman içinde sakinliği yoktur. Bu durumu noksanlıklar ehli fark edemez. Zira vücuttaki (varlık) suretler devamlı olarak dünya ve ahirette ebediyyen açılıp yarılmakta ve birleşmektedir. Zira mutluluk ehlinin nimetleri bu ayrım ve birleşmenin suretleridir. Şifa ehlinin azabı ise fıtk ve rıtk'dır. Fikir hareketleri ta­hayyüller ve vehimler şek ve şüpheler ve bunlar arasındaki muhalefetler ve anlaşmalar, bağlanmalar ve ayrılmaların tümü rıtk ve fıtk'dır.

Uykuda görülen sadık ve yalan rüyaların mertebeleri ve birbirine meczolmuş görüntüsü fıtk ve rıtk'dır. Bütün bunlar Allah Teâlâ'nın Râtk adının fiilleridir. Bu sebeple bu adı başlangıç ehli zikir etmez, onların maksad ve muradları ayrılık değil birleşmektir. Ancak arif kimseler bu adı anar... Allah daha doğrusunu bilir. [209]

 

EL-BÂİS

 

Hak Teâlâ’nın bu adı hakkında yalnız (Allah'ın rahmeti üzerine ol­sun) İmam Gazâlî hazretleri söz etmiştir.

Hac suresinin 7. ayetinde Hak Teâlâ “Allah kabir­lerde olanları diriltir.”[210] Buyurmaktadır. Zira bu kudret işidir. Bunu ancak O kudretli yapabilir. Şühud Ehîince diriltme işi kabirlerde olanların diriltilmesinden daha yaygın ve daha umumidir. Hak Teâlâ onlara bu hususu işaret ederek, bütün itİbarlarıyla İnsanları diriltecek varlık ancak O'dur.

Yüce Allah nefislerin uyku halinde canlarını alır, daha sonra onları dirilterek uyandırır. Sallallahü Aleyhi ve sellem Efendimiz bir hadisinde: “Rabbimiz Allah Teâlâ gecenin son üçüncü kısmında dünya semasına in­erek: “Kim beni davet ediyor ise ben ona icabet ederim.” Benden bir şey is­teyene istediğini veririm. Benden tevbe dileyeni affederim.” buyurur. Hak Teâlâ bu hitabıyla insanları gecenin son üç kısmında dirilterek kullarının ibadetlerini yapmaları için uyarır. Azm Ehlinin dünya ve ahiret borçlarını ödemeleri için Bâis adıyla onları uykularından diriltir.

Şunu bil ki, Hak Teâlâ’nın mevcudatı diriltmesi tabii bir diriltmedir. Bunun tabii olmayanı, tabiatta sun'î ve gayri tabî yetişmektedir. Gecenin son kısımlarında güneş doğmaya yönelirken mevcudatın tabiatları bunu hissetmekte, yani bu hararetin süflî alemin harareti münasebetiyle bun­dan neşet eden hararet harekete geçerek hayata döner. İşte bu durum Hay adına dayanan Muhyî adının işidir. Bunu hissettiğin takdirde tabiatıyla harekete geçmiş olursun.

Nitekim Hak Teâlâ da bu durumu kendi sözüyle karşılamakta; “Beni davet eden yok mu ona icabet edeyim? Benden bir şey isteyene istediğini ve­reyim. Bana tövbe eden yok mu onu affedeyim?” İşte bu söz lisanı haliyle O'nun sözüdür. Keza O'nun nüzulü de davet edenin ve kendisinden bir şey isteyenin, tevbe edenin ahkamına uygun bir iştir. Allah Ehli ise bunun ha­kikatini görebilmektedir. Zira Hak Teâlâ canlandırıcı olup yakaza halim göndererek, uyuma halinden onları uykularından uyandırır. Onlara ik­tizalarının icabı maksadlarma yönelmek için zâtı bir istekle Bâis adından yardım isteğinde bulunur ve Bais adı da bu isteğe icabet eder. Zira bu isteğin sebebi ve müsebibi Bâis adıdır. Faniliği isteyenler bu adı zikir etmez. Gaflet Ehli bu adı andığı takdirde faydasını görür. Allah en doğrusunu bi­lir... [211]

 

EL-HAK

 

Bu adın manası hakkında üç İmam aynı düşüncededirler. Hac suresi­nin 62. ayetinde Hak Teâlâ “Çünkü Allah Hakâır, şüphesiz ondan başka neye dua ederlerse batıldır, boştur”[212] Buyurmaktadır. Bazı bilginler bu ayeti hak sahibi olarak tefsir etmişlerdir. Hak batılın zıddıdır. Bunun keşfi ise hakdan başka her şey batıldır. Şair Lübeyd'in anlattığına göre, sallallahü aley­hi ve Sellem Efendimiz bir konuşmasında: “Allah'tan başka her şey batıldır.” Batılın manası adem, yani yokluk ve boşluktur. Bunların tümü çürüyüp gidecektir. Allah'tan başka her şey yok olacaktır. Çünkü vücud Allah'ındır. O ilk ve son olandır. Zahir ve batın olup her şeyden haberi ve bilgisi vardır. Onun yanında bir başkası olmadığından onun için bu ad­ları hak etmiştir. Hakikat ise Hak'tan müştakdır. Bir şeyin hakikati haktır. Bu başka bir şeye benzetilemez. Benzer olanda mevcud olan vücuttur. Sen şöyle diyebilirsin. Benzerlik mevcudun adıdır. Vücud ise şeylerin neşet ettiği yerdir. Bu bir mahiyetdir ki “kevninin dediği gibi o olmuştu” gibi bir manaya gelmez. Çünkü mana O'nun nurudur. Nur ise vücutdur. Vücud ise, bir işin içindeki şeyin hakikatidir. Ona benzerlikler arz edilince fiili im­tiyazla o şey olmuş olur. Bu cinslerden bir cinsdir.

Kısaca cinslerin cinsi on diyenler, Allah'a and içerim ki bu sözlerinde ya yanılmışlardır veya yasaklanmışlardır. Zira cinsler külliyattır, külliyyat ise hariçde değildir. Öyle ise bunlar zihnî itibarlardır. Cinsden maksad ve murad ise, zihni kendi hakikatları altında ve içinde toplayan, zihnî uyarı olarak zihnen bir kavram demektir. Zira her çokluk zihinde tu­tacak birine muhtaçdır. Ona icabet edene hakikatlerin hissi denir. Zira cins mevcud olan cins gibi birdir. Bu hamdetmekle bir olur. Bizler ona güvenerek Allah'a sığınırız. Ama onların söyledikleri gibi küllî olan tabiat hariçdedir. Hariçde küllî bir şey yokdur.

Özellik cüziyyat menzİlesindedir. Çünkü dışarıya tahsis edilmiştir. Bunlar da şahıslardır, ister alim olsun ister taklidci olsun, hak olan Allah'ı bırakıp batıla güvenenlere Allanın rızası üzerlerine olsun diye­mem. Öyle ise mevcud olan cinsden cins mevcut olur. Bu da İki türlüdür. Anlaşılan şu ki, o cinslerin cinsidir. Şey de mevcudat cinslerinden bir cins­dir. Bu adın zikri Allah'ı birleyecek olanlara faydalıdır. Allah en doğrusunu bilir... [213]

 

EL-MEVLÂ

 

Allah'ın bu adı hakkında üç İmamdan biri olan Ebu'l-Hakem sözetmektedir. Enfal suresinin 40. ayetinde: “Şunu bilin ki Allah sizin mevlanızdır. O ne güzel dost ve ne güzel yardımadır.”[214] buyurulmaktadır. Bu Allah kelamının açık manası yardım eden komşu ve efendi manasına gelir. Bunların tümü Hak Teâlâ’nın ulu sıfatının tenzihidir. Nitekim kendisi yalnız başına bulunmaktadır ve bu mecazlar güzel şeylerdir. Allah Teâlâ'ya dua eden bir kimseye O yardımcı olur. Çünkü O dua edenin efendisi ve yardım asıdır.

Nitekim Hak Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Melekedeki evimi ziyaret eden bir kimseyi kendime komşu yaparım.” demektedir. Ama Seyyid olan efen­diye gelince, Hak Teâlâ vücudu mevcuda malik olunca manevi istila yo­luyla ve şey olan ve içinde tevbe olmayan aramızdaki kendi mülkümüzün aksine mülkünün efendisidir. Kendisi gerçek manada efendidir. Fakat biz­lere olan efendilik bilinen bir şeydir ki bu yöneticilikten ileri gelmektedir. Zira Mevla adı kararlaştırdığımız gibi mevlada itibar edilen velâdır ki bu da yakınlıktır. Zira Allah takva sahiplerinin efendisi ve mevlasıdır. Hak Teâlâ vücudun etkisi altındadır. Kendisine mensup olanların tümünün Mevla adını alması iktiza etmektedir. Allah Teâiâ'nın adı Mevla'dan daha ileri ve evladır. Çünkü bunda hakikat vardır, başkalarında ise mecaz bu­lunmaktadır. Zira bu şühûdî bir bakıştır. Kendisi bulunduğu mertebede yardım isteyenlerin komşusudur. Onun efendiliğinin hükümlerinin mer­tebeleri kulları arasında geçerlidir. Çünkü onlar mütevelli değil efendileri­nin benzerleridir. Keza onlar efendilik benzerleridir. Ama Tasavvuf mer­tebesinde olanlar diğer kullara nazaran efendilik his etmiş olurİar. Mutasavvıflar ise hırs, cah ve tamahdan ve her türlü vasıf ve sıfattan uzakdırlar. Zira onlar Allah'ın hakiki kullarıdır. Allah Teâlâ’nın kendile­rine mevla olmasını daha açık bir deyimle kendileri de Hakikat Efendisi olmayı hak etmişlerdir. Yardımcı adına gelince mutasavvıflarca ma­nasının bu olması mümkün değildir. Zira bu gibiler nefislerine dahi yardım etmedikleri gibi bir kimseye dahi yardım istemezler. Şayet başkalarından yardım istemiş olsalardı, “Allah Teâlâ onların mevlasıdır.” denmezdi. Fakat o efendi manasında onların mevlasıdır.

Komşu olduğunun manasına gelince, bu gibiler başkalarıyla alaka­larını kestiklerinden kendileri mevtalarının komşularıdır. Bu komşuluk manevidir. Arifler ise mutasavvıfların komşuları olup onların şekil ve re­simleri bakî kaldığı sürece onların mevlasıdır. Keza onların şekil ve resmi yok olup tevhidle fanilik onları idrak edince, onların üzerinde komşu ma­nasına gelen mevla adı silinip gider. O vakit onlarda kesin olarak birleşme hürriyeti sabit olur. Onlar ayakda duranların üstünde tavırlarıyla kaim olurlar. O vakit cisimleri kaipleri efendilik ve ubûdiyyetle daha üstün olur. Tertib ve düzen işi onlara döner. Bu adı ancak ihtİsas sahibi kulİar zikir edebilir... Allah daha doğrusunu bilir. [215]

 

EL-MÜZEKKÎ

 

Nur suresinde Allah'ın güzel adlarından dört tane bulunmaktadır Bunlardan bin Müzekkı'dır. Bu adın manası hakkında üç İmamdan biri olan Ebu'l-Hakem sözetmiştir. Bu surenin 21. ayetinde Hak Teâlâ “Yüce Allah dilediğini temizler Allah her şeyi duyar, bilir.”[216] Buyurmaktadır. Burada Zekiy kelimesinin manası temiz ve pak kimsedir. Hiç şüphesiz Allah Teâlâ pak ve temizdir. Allah'ın sıfatına uygun olan da bu vasıfdır. “Allah dilediğini temiz ve pak yapar.” Buyurmaktadır.

Nitekim Zekiy kelimesi övülen kimseye hitab edilirse, mesela “Nefsini tezekki etti.” dersek bu “nefsini övmüştür” manasına gelir, İşte Zekiy'in İkinci manası budur.

Hak Teâlâ Necm suresinin 32. ayetinde “Artık siz kendinizi temize çıkarmaya kalkmayın O, çekinenleri takva sa­hiplerini, daha iyi bilir”[217] Buyurmaktadır. Yani Allah -takva sahiplerini de­mek istemektedir. Ayette medih (övünme) Allah Teâlâ'nındır.

Şayet buradaki Zekva (temizlik ve paklığı) fazlalık manasına geldiğine itibar edersen bunun yaratıcının vücuduna aid olduğunu an­larsın. Zira yaratıcılık ebedi olarak durmadan artmaktadır. Buradaki te­mizlik ve paklık Yaratıcı olan Hak Teâlâ’nın manalarındandir. Her ne ka­dar medih edilen manasına geliyorsa da nihayeti olmayan alemlerde övünme ve sena bulunmakda bunun hakikati Allah Teâlâ'ya dönmektedir. Allah en doğrusunu bilir. [218]

 

EL-VEFİY

 

Bu adın manası hakkında yalnız İmam Beyhakî sözetmektedir. Nur suresinin 25. ayetinde Hak Teâlâ “O gün Allah onların hak ettikleri cezaları tam olarak verir.”[219] Buyurmaktadır. Allah Teâlâ el-Mûcid adıyla vücudundan icadı daha fazla vererek çıkarır ve gösterir ise de mümkün olanları yerine getirip öder. Bu adın geniş tefsiri vardır. el-Vefiy adının manalarının faziletleri sonsuzdur. Nitekim Hak Teâlâ Nur suresinin 39. ayetinde: “O, kafirin hesabını tamamıyla görüp karşılığını öder,”[220] Buyurmaktadır. Keza Al-i İmrân suresinin 57. ayetinde “İnananlara ecirlerini tam olarak ve­rir.”[221] buyurulmaktadır. Burada Hak Teâlâ insanların inanç ve amellerine göre hak ettiklerini ödemektedir. Kullarından kendisine bir ödeme yapma­larını istememektedir.   Aksine kullarının hesabını Mürîd adıyla ödemektedir. Bu ödeme işinde: “Ben ona ödedim veya onlara öderim.” bu ve benzer sözlerin cümlesi Mûcid adının işidir. Zira her şeyi ödeyen Hale Teâlâ’nın Vefiy adıdır. Bu adın halvette anılması, Allah'ın kabulleneceği hazırlıkları vermektedir. Allah en doğrusunu bilir. [222]

 

EN-NÛR

 

Bu adın manası hakkında Ebu'l-Hakem el-Endülüsî sözetmiştir. Nur suresinin 35. ayetinde Hak Teâlâ “Allah göklerin ve yerin nurudur.”[223] Buyurmaktadır. Bilginler nurun aydınlık manasına gel­diğini söylemektedir. Bu sözleriyle sanki o nur değil aydınlık manası çıkmaktadır. Aynı zamanda bu taife onun nur olmasına bir engel yoktur demektedirler.

Hak Teâlâ'nın bu adı, kendisine aid olan Mûcid adından daha fazla önceliği vardır. Çünkü icadlar belirmekte ve çıkmaktadır. Nurda kendini gösterir. İcadı nur ise, gizleyenlerin nurudur. Nurların sonu yoktur. Bun­lardan biri basiret nurudur. Fıtraten bundan daha güçlü olanı keşif nuru ile şühûdî nurdur. Nurlar cümleten vücudda bilinmektedir. Kendini her gösteren ve çıkan nurdur. Karanlıklar da nurdur. Nitekim gece yarasa­larına eşyaları gösteren bir çeşid nurdur. Çünkü yarasalar gündüzün nu­rundan yararlanamazlar, onların nuru zulmettir.

Şunu bil ki, nurlardan biri de vehim, şüphe ve düşünceleri açıklayan nurdur. Zira bu çeşit nur zanların, vehimlerin, kuşkuların, hakikatlarıni ortaya çıkarır. Bu çeşid nur olmasaydı vücud bu üç manadan uzak kalırdı. Bu izafî bir nur olduğundan dolayı hakikî hakdan noksanlığı olduğu için zararı yoktur. O olduğu gibi kalmaktadır. Fikirlerin tavırlarında keza bir noksanlık vardır. Tam ve kamil olan nur, akılların idrak ettiği nurdur. Zira bu nur tecelli edende faniliği öldürür. İşte hakîki nur bu nurdur. Zira hakikî nur zatı idrak eder. Adların sıfatlarını ve fiillerini ondan başka kimse görmez; böylece görüşler iktizalarına göre fani olmuştur ve geride kalan kalmıştır. Bu adın zikri, halvet ehline fethi süratlendirir. Allah en doğrusunu bilir. [224]

 

EL-MÜBÎN

 

Bu adın manası hakkında Ebu'l Hakem söz etmiştir. Nur suresinin 25. ayetinde Hak Teâlâ: “Onlar bilirler ki, Allah apaçık hakikî olandır.”[225] Buyurmaktadır.

Şunu bil ki, bu adın küllî olarak iki itibarı vardır. Bu itibarların her bi­rinden sayısız hakikatler ayrılır. Bunlardan birinin Mûcid adıyla alakası vardır. Nûr adı ise ayetlerinde bulunmuyordu ve icadın zuhurundan önce kendini göstermiyordu, Zira Mûcid adı icadla kendini göstermedi. Çünkü Hak Teâlâ aşikare zahirdir.

Bu itibarların ikincisine gelince, bu bir zevk işidir ki, burada açıklık in­sanda kendini göstermektedir. Zira onun manaları, yazısı, konuşması ve işareti açıklıkla kendini göstermektedir. O aşikare olan Mübin'dir. Kendini “göstermesi Rabbinin başkaca gösterişidir. Şayet vücud Hak Teâlâ'nın ise, Hak Teâlâ apaçık olarak özel tavrıyla insan adı verdiği Mübin'dir. Bu ke­rim adın karışık hazırlıklar ehline faydası vardır. Şeyh hazretleri müridinin hazırlıklarından bir acı ve zorluk çektiğini görünce bu adm anılmasını emreder... Allah en doğrusunu bilir. [226]

 

EL-MUKADDİR

 

Bu adın manası hakkında yalnız Ebu'l-Hakem söz etmektedir. Furkan üresinin 2. ayetinde Hak Teâlâ “her şeyi takdir etmiştir.”[227] buyur­muştur. Hak Teâlâ'nın Mukaddir adı Hakîm adıyla mizan etmektedir, rasfı da Mürîd adından gelmektedir. Zira bu ad Hâlık adının tasarrufu altında ve iki elleri arasında bulunmaktadır. Çünkü takdir halk alemindedir. Emir alemi ise Vâhid adıyla Ahad adlarına İzafe edildiğinden bunun yumuşaklığı sayesinde mühendislerde türlü sanat ve sanayi erbabında kendini gösterir.

Bu iki ad hakkında anlattığımız hususların tasarrufu Mukaddir adının tasarrufatıyla Hâlık adının iki elleri arasındaki tasarrufu altındadır. Her ne vakit Mukaddir adının tasarrufu Hâhk adının tasarru­funa yetişemezse de, Hâlık adı ona karşı çıkarak muhalif olur. Çünkü Hâlık adı mudıül adının hükmüyle tasarrufunu icra eder. Buna kevinlerde, yani oluşumlarda yanlışlık derler. Mükevvinlerin huzurunda da buna dalalet derler. Tabiat Mukaddir adının tasarrufu altında kaldığı sürece, her şeye hâkimdir, hata etmez, çünkü o kendi tasarrufundandır. Şayet başka adların hükümleri onu almış olursa, o vakit Mukaddir adının ayrılması süresi kadar hekimin hükmünden çıkmış olur. Tabiplerin İnsan cisimlerinin tedavisinde yaptıkları hatalar, değişik hükümlü adların gördüklerinden ileri gelmektedir. Zira tedavi ilaçlarının kuvveti ancak Hak Teâlâ'nın tasarrufu ile kendini gösterir.

Şunu bil ki, Mukaddir adının takdiri ise kaderin hakikatinden başkadır. Zira Mukaddir adına mensub olan takdirin hakikati ise Hakîm adının muktezasıyla olmaktadır. Ne var ki ilâhî kaderler hikmete muhalif olup, iradeye uygundur. Öyle ise Mürîd adının alaka çevresi Hakîm adının alaka çevresinden daha geniş ve yaygındır.

İrade ise, ancak zatları toplayana muvafakat eder. Zatları toplayana muvafakat edince Mukaddir adının ahkamı muhalefetinden, muhalifi olan kudsî zatı ortadan kaldırmak için cürüm tertibinden dolayı kesilmiş olur. Zira sonunda bütün eşyalar Allah olan yüce zatın hükümleri altına döner. Hak Teâlâ kendi işinin hakimi ve galibidir. Halk alemiyle, emir ale­mi ise mağlupdur.

Şeyh Hazretleri bu adın zikrini Arapların çöl ehlini diyarında toplay­an ve yumuşaklık hikmetiyle telkin edildiği takdirde faydasını görmüş olurlar. Allah en doğrusunu bilir. [228]

 

EŞ-ŞÂFİ

 

Bu adın manası hakkında yalnız İmam Beyhakî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) söz etmektedir. Şuara suresinin 80. ayetinde Hak Teâlâ “Hastalanınca bana şifayı veren O'dur.”[229] Buyurmaktadır. Bu­radaki şifacı, hasta bakıcının zıddıdır. Zira şifa ile hastalık birbirini karşılar. Zira bu hastalığın yayılma yeri İnsanların bedenlerindedir. Hatta umumiyetle hayvanlarda ve canlılardadır.

Doğru olarak hastalıkla şifa yaygındır. Hastalık insan veya hayvan bedeninin bulunduğu ortamdan çıkarak hastalıktan veya başka bir sebeple insana arız olan hususi bir haldir. Umumiyetle her mevcudun kendine mahsus İtidal halinden çıkması ve hastalığı başkasından tereddütle al­masıdır. Şifa ise mevcudun veya bedenin hastalıkla çıktığı ortamdan geri dönmesidir. Mevcudatın tümüne bu iki hal (hastalıkla şifa) girmektedir. Böylece cisimde yayılmakla beraber tabiatta ve tabiatlarında da yayılmaktadır.  Bunlardan bazıları maddelerde ve benzerlerinde de yayılmaktadır. Keza bu iki hal nefislerde, akıllarda ve sair idrak ve düşüncelerde etkisini göstererek yayılır. Hatta külli cisimde kendini gösterir.

Feleklerin hareketleri ise kendi kuvvetinin iktizasına göre zuhur eder. Sema boşluğunda kaybolup gider. Şayet sen bu hastalıkların neden neş'et ettiğini bilirsen her hastalığın ve diğer hastalıkların karşılığı olan Şâfî adının tasarruflarını buna göre kullanır, bedenin itidali nisbetinde çıkan hastalık geri dönerek sana şifa verir. Zira şifayı veren Allah'tır. Allah en doğrusunu bilir. [230]

 

EL-KERÎM

 

Bu adın manası üzerinde her üç İmam (Allah'ın Rahmeti üzerlerine olsun) aynı kanaattedirler. Neml suresinin 40. ayetinde “şüphesiz Rabbin kullarından müstağnidir, onlara karşı lütuf ve kerem sahibi­dir”[231] buyurulmaktadır. Buradaki Kerîm sözcüğü Mükerrim manasına gelmektedir. Bu da tıpkı Semî adının Müsmî' manasına gelmesine benzer. Zira burada ilk defa Kerîm adının sonundaki mim harfinin karşılığı ve mimle başlayan Mükerrİm adıyla karşılığı yapmıştır. Bu karşılıklı adlar aynı manaya geliyorsa da Hak Teâlâ bu mukabele ve karşılıklardan münezzehdir. Burada vehme düşecek veya kınayacak bir vasıf yoktur. Bu sebeple burada bu tevehhümü kaldırarak Kerîm adıyla vasfedilmesi uy­gun düşer. Şayet biz Kerîm adının Mükerrim manasına geldiğini kabul et­sek o vakit bu ad O'nun kereminden ve bağışından olmuş olur ki, bu tak­dirde O'nun kereminden, cömertliğinden kerîm olan zatlara da mükerrim sıfatı verilmesi iktiza ederdi. İşte bu vasıf Kerîm adının karşılığı olan Mükrim adının vasfıdır.

Şunu bil ki, bu iki vasıf Allah'ındır. Bu karşılıklı iki ad Kerim ile Mükerrim aynı manaya geldiğinden birbirini kınayamaz. Zira Mükerrim adı bizatihi Azze ve Celledir, bir başkası değildir. Bir kimse Allah'a kolaylık gösteriyorsa mükerrimden alacağını alır. Bir kimse Allah'a ikramda bulu­nuyorsa Allah o kimseye kolaylık gösterir.

Hak Teâlâ'nın halkına ilk ikramı, ilk olarak onları yaratması, onların bekalarına yardımda bulunması, ana, baba ve dedesini tanıması, kendi ke­mal ve olgunluğunu yarattıklarına da vermiş olması, Adem oğullarını her bakımdan üstün tutarak onlara nzıklarm en güzellerini vermiş ol­masıdır. Sonra bunlardan bazılarına iman ikram ederek onları birbirin­den gerek sülukda gerek irfanda üstün basamaklara yükseltmiş; bu kullar­dan bazıları özel mertebelerde ihtisas sahibi olarak hassın hassı olarak kutbiyyet makamına yetişmiştir.

Artık bu son merhalede işler durmuş, emel yeisle kesilerek gaye ve maksadın sonsuzluğuna varmıştır. Anlatılmayacak, sayı ile ifade edile­meyecek ve ölçülemeyecek bir durum getirmiştir. Bazıları şöyle söylemişlerdir: “Öyle bir yere vardım ki ne bir gaye ne bir emel, ne emniy­etli, ne bir rica ve ne de bir mevcudiyet gördüm ve duydum.” ... Allah en doğrusunu bilir. [232]

 

EL-MÜHSİN

 

Bu adın manası hakkında üç İmamdan yalnız Ebu'l-Hakem söz et­mektedir. Kasas suresinin 77. ayetinde “Allah sana nasıl ihsan ettiyse sen de ihsan et.”[233] buyurulmaktadır.

Hak Teâlâ’nın ihsanı sayı ile ifade edilemez ve sonsuzdur. Evvela her ihan bir muhsinden çıkmaktadır. Bu muhsin olanda icad ettiği halkıdır. İkincisi, her İnsanda lütuf ve niyyet bulunmaktadır ki, bu hisle ihsanını yapar. Bu lütufden idrak edilecek ve edilmeyecek hususlar vardır. Keza bunda bazıları acele ile bazıları da geciktirmekle olmaktadır.

Bir kimse her mevcudta Hak Teâlâ’nın maksad ve muradını anlarsa bu anlayışı ile kendi işini ve doğruluğunu anlamış olur. Hatta ateş ehlinin ateşe girmesinde de İnsanların bilmediği gizli bir iş vardır. Bu böyle olma­saydı sonradan onların üzerinde Allah'ın rahmet ve hayırı yayılmazdı. Onlar bu ateşe girdikten sonra cennete intikallerinden pek memnun ol­mayıp ateşin nimetlerini cennetin nimetlerine tercih etmeleridir. Allah'ın rahmeti gazabını yenince bu türlü intikali seçmezlerdi.

Bağış ve ihsan umumi olup sonsuzdur. Bunu saymak mümkün değildir. Bu şerefli adın zikri ünsiyyeti icab ettirdiği gibi, fethi de süratlendirir ve Celal alemini isteyene rağbeti artırır, halkı İslah eder... Allah en doğrusunu bilir. [234]

 

EL-MÜBDİ

 

Rum suresinde Allah'ın güzel adlarından iki tane bulunmaktadır. Bunlardan biri Mübdi' adıdır. Bunun şahidi Rum suresinin 27. ayetinde Hak Teâlâ “O, her şeyi ilkten yaratır, sonra geldiği yere çevirir.”[235] Buyurmaktadır. Burada “çevirir” “öldürür” demektir. Burada ilkden manasına gelince, yübdiu ve yebdeu kelimelerinin manası, aynı manayı taşımaktadır. Burada Allah'ın, ilkten yaratarak izhar etmesi (yübdiu), Mübdi' (yaratan) manasına gelmektedir. Allah bu hitabında tevazu veya tenezzülde bulunmakta, bununla Hicab ehline kendi fiilini anlatmaya çalışmaktadır.

Bu husus Şühud Ehlince ve idrak eden akıllarca zahir olup bu bir ci­hetten düşüncedir. Ancak Sâni'i eli masnuu (yaratılmışı) alakadar etmez. Bunun için İlâhı hitab gelmiştir. Nitekim diğer taifelerde onun kahredici hicabı altında bulunmaktadır. Zira Sânie bu meselenin zarurî ve bedîhî ol­ması için bir sanatın sânie ihtiyacı vardır.

Hazırlık Ehlinin hazırlığını tam bir vakar ve olgunlukla soyunmaya ihtiyacı olduğunda şiddetli bir amel ve azimle yalnız kalmak için istekleri olan mevcudatın tadını almak ve bu meseleden kurtulmak için bir hayli sıkıntı çekerler. Çünkü bu mesele kalpleri paralayıp ciğerleri ezip parçaladığından çıplak başlarıyla akılların gözü önünde rİyazata başlarlar. Böylece akâid onların ağır olan akıllarına hüküm etmeye başlar. Böylece bir sanatın sânie ihtiyacı olduğunu kendileri açıkça görmüş olur. Lakin bu sanatta elde ettikleri ecirleri kayıp etmiş olduklarından Mu'tı adı, hicablanarak görünmez olur. Bu suretle Mâni' adının celal kahrı onlara görünür. Bundan sonra onlar zulmet ve karanlıkları üst üste yığılmış ola­rak görmeye başlarlar. Her ne vakit kurtarıcı adları istediklerinde, mahcup olan akıl zıddını yaparak azalmaya başlar. Uzun zamanlar geçer, artık on­lar hayal peşinde delice sıçramalarını bırakmış olurlar. Bu suretle korku ile ibadetlerinde ilerleyince, cami'lerin ve cem'in lüzumunu anladıkça top­luluklar onlara iş muhabbetini yüklemiş olduklarından bununla iftihar ederler, İşte bunlar cahillerin iftihar ettiğiyle amel eden alimlerdir. Onlar çektikleri azabla faniliğe doğru yönelmişlerdir. Gizlice Allah'a hamd ettik­lerinde, nefisleri bu hamdı duyar ve kalmış olur.

Ne yazık ki heyhat kalb hakka takılı kalmasın! Zİra vücudunda halk aleminden artık olarak kalan yalnızca bir duygudur. Bundan yoksun kal­malarının sebebi ve zamanlarının kaybında cennetin nimetlerini isteyen ve cehennemin ateşinden kurtulmak isteyenlerin ikiyüzlü olduklarından İleri gelmektedir. Çünkü bunlar yönlerini bu gibi isteklere yöneltmişlerdir. Bu yüz çevirenler Hakkın huzuruna nasıl çıkmış olur? Allah en doğrusunu bilir.[236]

 

EL-MU'ÎD

 

Bu adın manası hakkında üç İmam aynı düşüncededirler. Bunun şahidi Rum suresinin 27. ayetinde Hak Teâlâ “O her şeyi ilkten yaratır son­ra geldiği yere çevirir.”[237] Buyurmaktadır. Burada geri çevirmenin manası, eski haline çevirmektir. Çünkü Hak Teâlâ halkı bizatihi -kendisi başlatmıştı, yine aynı yere geri çevirir. Zira O, gökleri ve yeri tümünü ken­dinden yaratmıştır. Hak Teâlâ hitabında “Sizi nasıl başlattı ise öylece geri döneceksiniz.” Buyurmaktadır. Durak yerini görmeleri halinde fiillerini, sıfatındaki fiillerini ve zatmdaki sıfatlarından geri dönmedikçe oraya çıkamazlar. Şeyh hazretleri bu adın zikrini keşifden korku geçiren müridin aklına hakim olması ve hicab altında bulunması için, bu adın zikrini on­lara emreder. Allah en doğrusunu bilir. [238]

 

ET-TÂHİR

 

Bu. adın manası hakkında yalnız Ebu'l-Hakem söz etmektedir. Bunun şahidi Ahzab suresinin 33. ayetinde Hak Teâlâ “Allah sizi her çeşit pislikden tam bir temizlikle tertemiz bir hale getirmek ister,”[239] Buyurmaktadır. Zira temizlik, Allah'ın isteğidir. Çünkü Hak Teâlâ bizatihi temizdir. Esas temizliği bizatihi Sübhanehü ve Teâlâ yapmaktadır. Taharet onda, kudsîlik ve vahdaniyyet O'nun sıfatlarmdandır. Buradaki taharet kudsilik manasına gelmektedir. Çünkü O'nun temizliği yanında kimse ol­madığındandır. Bu adın zikri ise, bir kimsenin akîdesİ kendisine hakim olunca ona Tâhir adı açılarak kendisini nezahate geri çevirir. Allah daha doğrusunu bilir...

Hak Teâlâ’nın el-Fettâh adı hakkında açıklamalar Bu ad hakkında İmam Gazâlî ile İmam Ebu Bekir el-Beyhakî aynı düşüncededirler. Sebe suresinde Allah'ın güzel adlarından ikisi bulun­maktadır. Bunlardan biri Fettâh adıdır. 26. ayette “Her şeyi açan, her şeyi bilen ancak O'dur.”[240] buyurulmaktadır.

Fettâh adı, daha önce geçen Allah'ın adlarından Fâtık adının manası gibi, yırtılıp açan manasına gelmektedir. Bu ad nur cevheriyle alemin su­retlerini açtığından bütün zuhur mertebelerini istila eder. Allah en doğrusunu bilir. [241]

 

EL-ALLÂM

 

Sebe suresinde bulunan Allah'ın güzel adlarının ikincisidir. Bu konu­da sadece İmam Beyhakî söz etmiştir. Bu surenin 48. ayetinde “De ki: Rabbim hakkı yerine getirir, gizli şeyleri de en iyi bir şekilde bilir”[242] buyurulmaktadır. Bu adın buradaki manası, ilimdir. Onun ilmi ise zatîdir. Bütün alemin ilmi zuhuratının mertebeleriyle kendi ilmi sayılır. Kâinatta her mevcud ilmen bir alemdir. Bunun ahkâmı nisbetten ve izafelerden, özelliği ise zatlarında bulunan eşya İlminden gelmektedir.

Tabiatçılar, tabibler, madenlerin, nebatların, hayvanların tabiatını eşyaların yarar ve zararlarını görmektedirler, İşte bildiğimiz çevrelerde te'siri yönünden zatî ilim yolu bunlardandır. O, lisanı haliyle ondan konuşur, insan ise onun konuşmasını sözle ta'bir eder. Ne var ki her şeyin ilmi Allâm’ın ilmidir.

Bu adın zikri zikir edenleri gafletten uyararak kalbe Rabbini hatırlatır. Keza insana murakabedeki edeb usulünü öğretir, insanları cemal ehliyle te'kid eder. insanın celal ve alem ehli yanında korku ve heybeti yenilenmiş olur... Allah en doğrusunu bilir. [243]

 

EL-ĞÂFÎR

 

Gâfır suresinde Allah'ın güzel adlarından dört adet bulunmaktadır. Bunlardan ilki Gâfır adıdır. Bu adın manası hakkında İmam Beyhakî sözetmektedir. Bu ad aynı zamanda affedici manasına gelmektedir. Gâfir suresinin 3. ayetinde Hak Teâlâ “Suçları affedip silen,”[244] Buyurmaktadır. Daha önce Allah'ın Gâfûr adının manasını açıklamıştık. Gu­franın en güzel af mevkileri Hak Teâlâ’nın suçu örtmüş olduğu yerdir.

Şunu bil ki, Şeyhler bu adın zikrini tahsile yeni başlamış olan ve işledikleri suçlardan korkan talebelerine tavsiye ederler. Bu gibilerde bu adm zikri çekingenliği ve korkuyu doğurur. Bu sebeple bu adm zikriyle nefıs yenilendiği gibi Allah Teâlâ'ya minnet duygusunu hasıl eder. İtaati pekleştirir. Kötülüğün zararından çok iyiliğin zararı daha fazladır... Allah en doğrusunu bilir. [245]

 

Zİ'T-TAVL

 

Bu adm manası hakkında Ebu'l-Hakem söz etmektedir. Gâfır Mü’min suresinin 3. ayetinde Hak Teâlâ kendinden “Lütuf sahibi”[246] olarak bahsetmektedir. Zi't-tavl sözcüğü fazilet sahibi manasına gelmektedir. Yüce Allah dilediği kullarına fazileti ihsan eder. Nitekim Allah'ın biz müsiümanlara verdiği faziletinden biri, islamiyet, sonra iman, ve sırasıyla ihsan, vakarlık, doğruluk, tasavvuf, anlayış, kıyam, tahakkuk mertebeleri ve hilafettir. Bu adm zikri Allah'ın Râkıb admı süratle açar... Allah en doğrsunu bilir... [247]

 

ER-REFİ

 

Bu adın manası hakkıda Ebu'l-Hakem söz etmektedir. Gâfır suresinin 15. ayetinde Hak Teâlâ “Dostlarının derecelerini yükseltendir. Arşın sahibidir.”[248] Buyurmaktadır. Burada Refî adının Rafı ma­nasına gelmesi caiz olabilir. Mesela Kadir adınm Kadîr manasına geldiği gibi. Refî' adı da yükselten manasına gelen Rafı' manasına gelmektedir.

Burada yükseklikten maksad onun makamca kahrının yüksek olduğunu kasd etmektedir. Nitekim Hak Teala diğer bir ayetinde buyurduğu gibi, olduğu anlatılmaktadır ki bu da Rıfat’tır. Manası rububiyete mahsus manevi bir rütbedir. Karşılığı Udubiyyet mertebesidir. Bütü huzur çevrelerinde Rububiyet bulunmaktadır. Karşılığı Udubiyyetdir. Buradaki yükseklik işareti İrtifa rububiyyyete mahsustur. Nitekim Hak Teala’nın güzel adlarıyla kullarına sıfatlarıyla zuhur etmektedir. Hak Teala’nın cüzi zuhuratla kıyamı bulunduğu ve menzilinden sarkmasını gören irfan ehli burada bir ünsiyet bulunmaktadır. Çünkü Hak Teâlâ bu hususu anlattığı şekliyle İrfan Ehli onu tanımaktadırlar. Zira onlara O’ndan başka bir kimse kendini göstermemiştir. İlahi kurbiyyetin etkisi altında bulunanlara bu adı zikirde fayda vardır. Allah en doğrusunu bilir.[249]

 

ZÜ’L-ARŞ

 

Keza bu adın manası hakkında Ebu’l-Hakem söz etmektedir. Hucurat suresinin 3. ayetinde Hak Teala: “Allah onların kalplerini Allah korkusuyla takva ile imtihan etmiştir.”[250] Buyurmaktadır. Burada ki imtihan ihtiyaridir. Eğer mihnet, meşakkat veya musibet isteniyorsa bunun tabiri intikamdır. Bu kramet adın özel manası mihnet ve musibettir. Dolayısıyla Şeyhler müridlerini terbiye etmek için, onların hazırlıklarına göre hangi yolu seçeceklerini anlamak amacıyla bununla imtihan ederler. Bu adı ancak musibet görenler zikir edebilir… Allah en doğrusunu bilir.

 

ER-REZZAK

 

Bu konuda yalnız İmam Gazali ile İmam Ebu Bekr el-Beyhaki (Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun) söz etmiştir. Zariyat suresinde Allah’ın güzel adlarından ikisi bulunmaktadır; bunlardan biri de Rezzak adıdır. Bu surenin 57. ayetinde Hak Teala “Şüphesiz rızkı veren Allah’tır.”[251] Buyurmaktadır. Bu adda mübalağa meyli vardır. Bunu rızık mevcudiyetiyle hariçte tahakkuk ettirmektedir. Zira bu ad, Rahman adının tabi’lerinden olup aynı zamanda Rezzak adının tabi’lerinden olan Mu’tı adıdır. Keza Cevad ve Muhsin adları da, Mu’tı adının tabi’lerindendir. Çünkü bunların ikisi onun hususiyetini taşımaktadırlar. Zira bu işin hilafını iddia edenler olduğu gibi Allah’ın ehlinin zevkine göre vücutta umumi hususiyete tabi olamaz. Rızık çoktur, akılların rızkı iyi görüştür. Nefislerin rızkı ilimdir. Cismin kabul edeceği rızık, suretler ve benzerleridir. Cisimlerin rızkı gıdadır. Feleklerin gıdası harekettir, esasta ise bir şekilden diğer bir şekle dönüşmesidir. Müvellidatta ise arzın güzellikleridir ki, bunun rüknü bulunmaktadır. Cismani beslenme ise simsin kabiliyetine göre değişir. Bu adın halvette zikri, mertebeler erbabıyla bütün taifelere faydası vardır… Allah en doğrusunu bilir.

 

EL-METÎN

 

Bu adın manası hakkında üç İmam aynı görüştedirler. Zariyat suresi­nin 58. ayetinde “Allah (aczi olmayan) metanetli kuvvet sahibi­dir.[252] buyurulmaktadır.

Şunu bil ki, Metin adının manası, katı ve sert manasına gelmektedir. Buradaki metanet mecazidir, şiddetli kuvvet ta'bir edilmektedir. Evet, zira Hak katı ve sertttir. Bu sertlik kendi zatında bulunmaktadır. Bir şeyi ondan başka hiç bir kimse kahredemez. Çünkü O'nun kahrı kulları üzerindedir. Onun üstün bir rahmeti ve vacib olan bir sözü vardır. Zira kahreden her kahir, O'ndan başkası değildir, Çünkü O, yalnız başına kahırla zuhur etmiştir. Kendi yapısı itibarıyla öyle münfail olmuşdur ki, failin fiilini icra etmektedir. O hükümleriyle etkisini göstermektedir. Ama başkasından olursa bu bir çirkinlik ve kabahattir.

İşte bu sıfat kendisine izafet edilirse güzel olur. Zira çirkinlik geçici bir arızadır. Şer ise asli bir şey değildir. Çirkinlik serden neşet eder. Yani bi­rinde sağlamlık görmüş olur isen yahud her hangi bir kimseyi tevbekâr görürsen bunun Hak Teâlâ’nın Metîn adından olduğunu bilmelisin. Bu­radaki “metanet güç ve kuvvetin mübalağalı bir tezahürüdür.

Sallallahü aleyhi ve sellem Efendimiz bir hadisinde: “Bu din metin­dir.” buyurmuşlardır. Bu söz üzerinde bir hayli düşünülmüş ve açıklamalar yapılmıştır. Zira tesbit edilen şudur: Bu husus kesinlikle ne dışta ve ne de yerde kalmıştır. Zira dinin metaneti, dinin koruyucusu olan Hak Teâlâ'dan ileri gelmektedir. Bu adın zikri halvet erbabına zarar getirir. Fakat din hakkında istihza edenlere fayda getirir. Bu gibiler bu adı zikir et­tikleri takdirde onlara Allah korkusu ve tam inanç verir. Zira bütün ad­ların özellikleri vardır. Meslek sahipleri bu hususu bilmektedirler... Allah en doğrusunu bilir. [253]

 

EL-BER

 

Tur suresinde Allah’ın güzel adlarından bir teki bulunmaktadır ve o da Ber adıdır. Adları geçen her üç İmam bu adın manası hakkında aynı düşüncededirler. Tûr suresinin 28. ayetinde Hak Teala “Şüphesiz o sam yüce bir lütuf sahibidir.”[254] buyuruimaktadır. Bu ad Hak Teâlâ'nın Rahmetindendir. Bu ad Rahman adına dönen Refı adının özelliklerindendir. Bu adın zikri kişiye ünsiyyet verdiği gibi fetih de ver­mektedir. Allah daha doğrusunu bilir. [255]

 

EL-GANÎ

 

Bu adm manası hakkında İmam Gazâlî ile Beyhaki söz etmektedir Necm suresinde Allah'ın güzel adlarından yalnız bir tane bulunmaktadır, o da Ganî adıdır. Bu surenin 48. ayetinde Hak Teâlâ: “Şüphesiz muhtaç olmaktan O kurtardı.”[256] Buyurmaktadır. Zira bu adın mertebelerm istila eden Vehhab adıyla Rahman adına dönmektedir. Bu donuş Gam adını istilzam etmektedir. Çünkü zenginliği zengin olan verir.

Bu adm zikrinin yalnızlığı isteyip de buna iktidarı olmayanlara faydası vardır. Allah en doğrusunu bilir.. [257]

 

ZÜL-CELÂL

 

Bu adın manası hakkında üç İmam aynı görüştedir Rahman sure­sinde Allah'ın güzel adlarından iki ad bulunmaktadır Bunlardan bin Zü'1-Celal adıdır. Bu surenin 27. ayetinde “Celal ve Meram sahibi olan Rabbimn yüzü (zatı) bâki kalacak.”[258] buyurulmak­tadır. Bu adın manası, azamet ve büyüklük sahibi manasına gelmektedir.

Bu büyüklük onun kahır ve heybetinden neş’et etmektedir Zira bu ad iki adm üçte birine muadildir. Çünkü Celal alemi cemal aleminin karşılığıdır. Bunları Kemal alemi izler. Bu adın zikrinin gaflet içinde bulu­nanlara faydası vardır. Allah daha doğrusunu bilir.. [259]

 

ZÜ'L-İKRÂM

 

Bu adın manası hakkında İmamların üçü de aynı Rahman suresinin 27. ayetinin sonunda “Celal ve Meram sahibi olan Rabbinin yüzü (zatı) bâki kalacak.”[260] buyurulmaktadır.

Burada Zü'1-İkrâm adı Mu'tî manasına (veren) gelir. Mesela, “filanca kerem sahibidir” denir. Kerem, cömertlikden daha önemlidir. Zira kerem asaleten şeref taşıyan zat ile tabir edilmektedir. Bu da Hak Teâlâ’nın Hâlık adına bağlıdır. Bu ada nisbeti olmasaydı Râzık adıyla alakalı olurdu. Bu adın halvette anılması insana açıklık ve genişlik verir. Allah en doğrusunu bilir. [261]

 

EL-EVVEL

 

Hadîd suresinde Allah'ın güzel adlarından dört tane bulunmaktadır. Bunlardan ilki Evvel adıdır. Bu adm mana ve şümulü hakkında adları geçen her üç İmam aynı düşüncededirler. Bu surenin 3. ayetinde “O ilkdir”[262] buyurulmaktadır. Bilginler Allah'ın bu adını şöyle tefsir etmek­tedir: “O öyle bir valıkdır ki O'ndan önce vücud bulanın olmadığı ma­nasına gelmektedir.” Doğrusu Hak Teâlâ evveliyyetle var olduğu itibar edilmektedir ki, mevcudatın zuhurunda ve sudurunda O'nun varlığının önce mevcud olmasıdır, içinde bulunduğumuz alemi nazarı itibare alacak olursan; O vardı ama yanında bir şey yoktu ve daha sonra halkı yarattı. Bu adm zikri yüce Allah'ın Ahir adını süratle açılmasına yararı vardır... Allah en doğrusunu bilir.. [263]

 

EL-ÂHİR

 

Hadid suresinde bulunan Allah'ın güzel adlarının ikincisidir. Bu adm manası hakkında üç İmam aynı düşüncededir. Bu surenin başında “Her şeyden önce varolan, her şeyden sonra bakî kalan O'dur” [264]buyurulmaktadır.

Burada yüce Allah'ın bekası ebedi ve sonsuzluğa dek sürmesidir. Bu ad Vâris ve Bakî adlarının manalarını ihtiva etmektedir. Allah'ın her şeyden sonra baki kalan bu adı keza (evveliyyet) yaptığı baskı ile Lam harfinin ahdi yanında bir şeyin olmadığını isbat etmektedir. Öyle ise Lam harfinin hepsi nasıl isbat edilir. Zira bu ad iki ad olan Zahir adıyla Bâtın adına zil­letle baskı yaparak Hak Teâlâ'dan başka bir şey olmadığı isbat edilmiş olur. Bu adm halvette zikir edilmesi insana zahîdliği sağlar. Allah en doğrusunu bilir. [265]

 

EZ-ZÂHİR

 

Bıi ad Hadid suresinde bulunan Allah'ın güzel adlarının üçüncüsüdür. Bu adın manası hakkında adları geçen İmamların üçü de aynı kanaattedir. Bu surenin 3. ayetinde “O üstün delilleriyle bilinen­dir.[266] buyurulmaktadır.

Bu adı gören bir kimse şunu öğrenmiş olur. Sonsuzluğa dek tavır ve hallerle ve derin düşünce yoluyla ondan başka bir varlığın zuhur etme­diğini anlamış olur. Onu ancak tayin eden idrak edebilir. Zira o, nurun hakikatidir ki, gözler O'nu idrak edip yetişemez. İşte bu gözler senin gözlerindir ki ona bırakırsan onu görmüş olursun. Bu adın zikri kişiye ikinci seferinde faydalı olur. Allah en doğrusunu biiir. [267]

 

EL-BÂTIN

 

Keza Hadid suresinde bulunan Allah'ın güzel adlarının dördüncüsüdür. Bu adın manası hakkında üç İmam aym düşüncededirler. Bu surenin 3. ayetinde “O'dur herşeyden önce var olan ve her şeyden sonra kalan herşeye üstün olup delilleriyle bilinen ve duygu­larla bilinmeyen.”[268] buyurulmaktadır.

Bu adı gören bir kimse, eşyaların batm yönünün tüm kayyûmiyyetinin gizliliği altında olduğunu öğrenmiş olur. Zira zahir olan belüdir. Hariçle arasını ayıran bir mani yoktur. Ancak zihni bir meziyyet vardır ki o da Allah'ın bir olduğudur. Bir kimseye zahiri tecelli ga­lebe edince kendisinde bir şaşkınlık var ise bu adın zikrinin o kimseye fay­dası olur... Allah en doğrusunu bilir.. [269]

 

EL-KUDDÛS

 

Haşr suresinde Allah'ın güzel adlarından ad bulunmaktadır. Bu adların ilki Kuddûs adıdır. Bu adın manası hakkında üç İmam fikir birliği içindedir. Zira Hak Teâlâ'nın Kuddûs adı takdisden müştakdır. Takdis de­mek temizlemek demektir. Kuddûs belirmek demektir.

Evet, Hak Teâlâ bir zatın ortaklığından münezzehdir. Zira bir şeyin vasfı, sözü ve fiili bu nezahetin içinde sayılır. Bunun manası onun yanında bir kimsenin bulunmadığıdır. Anlayış çevresinde cüz'î şuhud eh­linin temizliği tecelliyatla silinip gider. Onların resimlerinden tecelli sona ermemiştir. Bunun tam temizlikleri birinci seferin sonunda tekamül eder.

Bunun için bu ad onları temizlemektedir. İşte bunların son yolculukları (Vakfe) durak makamıdır. Zira Hak Teâlâ onlar için kudsî bir çevrede bu­lunmaktadır. Çünkü bu durak makamında başkaları için yükseltici nezahet taayyün etmektedir.

Hicab makamı olan ilim çevresi nezahat veya tenzihi gözle değil imanla olur ki bu da nakil ve aküıl tavrıyla olmaktadır. Bilginlerin kita­plarında söyledileri yeterli olmaktadır. Zira İlim makamında bilginler ilmi kavradıkları ölçüde üzerinde durmuşlardır.

Bu kerim adın zikri halvete girenlerde, benzetme ve şüphe uyandıran tecessüm ehli gibilerde ve akidesi bunlara uyanlara faydalı olacağından şeyhleri tarafından bu adı zikir etmeleri emrolunur. Bu gibiler bu adı andıkları takdirde faydasını görmüş olurlar. Zira bu adla birlikte bu gibi Karîb, Rakîb ve Vedûd gibi Allah'ın güzel adlarını anmak, hasta kalplere bir ilaç olur. Çünkü ilaç ancak hastalıkta kullanılır. Her hastalığın bir ilacı bulunmaktadır. Burada da böyledir. Mesela Mu'tî adı kalb için bir ilaçtır. Fakat Mâni adının zikri istenilmez; buna göre kendine ölçülü ilacı arayıp bulmalısın. Allah en doğrusunu bilir. [270]

 

ES-SELÂM

 

Bu adın manası hakkında üç İmam aynı düşüncededir. Bu ad, Haşr süresindeki Allah'ın güzel adlarının ikincisidir. Bu surenin 23. ayetinde “O her şeye sahiptir; ayıplardan ve noksanlardan aridir, kullarını esenliğe erdirir ve kendi eseridir.”[271] buyurulmaktadır. Burada Allah'ın özel kullarının çokça selam vermeleri işaret edilmektedir. Selam vermekle Allah'ın selamını elde edenler kendilerini her türlü mahzurdan korumuş olurlar.

Bir müslümanın diğer müslüman kardeşine “sana selamım olsun” derse, bunun manası “Allah'ın selamı senin üzerine olsun” demektir. Bütün selamlar Allah'ındır ve Allah'tandır. Verilen selam vahdaniyet hakikati ile ona döner. Bu adın özelliğinin sülük ehline faydası vardır. Bu adı zikre devam ettikleri takdirde Allah Teâlâ ile ünsiyyetleri olmaktadır. Allah doğrusunu bilir. [272]

 

EL-MÜ’MİN

 

Bu adın manası hakkında üç İmam aynı düşüncededir. Bu ad Haşr suresinde bulunan Allah'ın güzel adlarının üçüncüsüdür. Bu surenin 23. ayetinin devamında “O Allah ki, kıyamet gününün korkunçluğundan kullarım bu adıyla emniyet altına alarak korur.”[273] buyurulmaktadır.

Hak Teâlâ kıyamet gününde kullarına seslenerek: “Ey kullarım! Bu gün sizin için bir korku ve keder yoktur.” Buyurmaktadır. Burada kullarına bir mülahaza ve tasdik manası bulunmaktadır. Ama hangi kullarına? Bu tasdik, Allah'ın doğru kullarına olup verdikleri sözde duranlaradır. Bura­da mana yönünden iki itibar bulunmaktadır.

İlk itibara göre buna Allah'ın Halım, Rahîm ve Vefıy gibi bu ve buna benzer adlar girmektedir ki bu adlar korku içinde bulunan ve onu korku­tandan emniyyet altına alır. Bütün bu fiiller Mü’min adının fiilleridir. Çünkü kulların fiilleri onun fiilinin fazlalıklarıdır, öyle ise O'ndan başka hayır fiilini yapan bir varlık yoktur. Allah'ın Rahman adı yönünden, faili karşılayan Allah adından başka bir ad yoktur.

İkinci itibara gelince, bu da Musaddık (doğrulayan veya onaylayan) manasına gelmektedir. Her tasdikin söz ve manası Allah'dandır. Zira o doğru ve doğrulayandır. Çünkü Hak Teâlâ kabil olan her dilde kendisine ait hususiyyet bulunduğu takdirde bunun manası kendisinin yalnız başına bulunduğu, .yanında bir kimsenin bulunmadığıdır, yani vahdaniyyetini göstermektedir. Bir kimse üzerinde ürkeklik yahut hayalî bir mahluk hali görünce halvette bu adı andığı takdirde faydasını görür. Allah en doğrusunu bilir. [274]

 

EL-MÜHEYMİN

 

Bu adın manası hakkında üç İmam aynı düşüncededirler. Bu ad Haşr süresindeki Allah'ın güzel adlarının dördüncüsüdür. Bu surenin 23. aye­tinde Hak Teâlâ: Buyurmaktadır. Bu adın manası bir önceki adın manasına yakındır. Muhît adının manası Allah'ın güzel ad­larının tümüne girmektedir. Yalnız bu girme işi kendi celaline layık bir şekilde mertebi itibarlarla olmaktadır. Burada Vâhid adının manası Ahad manasına gelmektedir.

Şayet bu ad Azze ve Celle'nin Rahman adına tensib edilecek olursa, o vakit ahadiyyet Hakkın vücuddaki kuşatma yolu olur. Diğer yönden bu ad Allah adına nisbet edilecek olursa o vakit el-Heymeniyye mertebel­erin mertebesi hakların hakikatleri cihetinden gaybi insaniyyet olurdu ki, bunun hükümleri Zatın vücudunda zuhurunun sonu yoktur... Allah daha doğrusunu bilir. [275]

 

EL-CEBBÂR

 

Bu ad Haşr suresinde bulunan Allah'ın güzel adlarının beşincisidir. Bu adın manası hakkında üç İmam aynı kanaattedir. Nitekim bu surenin 23. ayetinde Hak Teâlâ kendi hakkında Buyurmaktadır. Anlaşılan şu ki, bu adın manası bizlerin anladığı gibi kırıcılığın karşılığı olan hayırla yorumlanacak olursa o vakit bu ad Rahmet adından olur.

Şayet ceberrût, yani ululuk ve azamet manasına yorumlanacak olursa o vakit bu ad intikam adlarından olur. Güzellikleri görmek isteyenler Bâsıt adının tecellisinden tarikat ehli üzerinde yayılma korkusu kendilerinde hakim olanlara şeyh hazretleri bu adı anmalarını emreder. Zira Bâsıt adının tecellisi İlâhî huzur çevresinin güzelliklerinin şeffaflığındandır. Hazreti Mesih İsa Aleyhisselam’ın makamı güzellikleri içinde toplayan makamdır. Bu makama yakışacak bir adla anılması icab etmektedir. Hz. Musa; (a.s) Celâl ve Ceberrût makamlarının izi ve alemidir. Bir kimseye yayılma hali geldiği takdirde bu adı zikir ettiği takdirde o kimsede yayılma hali darlığa dönüşmüş olur. Böylece yürüdüğü yolda itidal sahibi olur. Çünkü İlâhî adlar daha önce açıkladığımız gibi sendeki illetin ilacıdır. Allah en doğrusunu bilir. [276]

 

EL-MÜTEKEBBİR

 

Bu ad Haşr suresinde bulunan Allah'ın güzel adlarının altıncısıdır. Bu adın manası hakkında İmam Gazâlî ile İmam Beyhakî sözetmektedirler. Ebu'l-Hakem ise müstenkif kalmıştır. Bu surenin 23. ay­etinde geçen bu ad bilinmekte ve Cebbar adına münasib olmaktadır. Genişleme ve yayılma halinde olan bir kimse eski heybeti haline dönmesi için halvette bu adı zikir ettiği takdirde eski vakar ve heybetine döner. Bu adın hükümleri alemde görülmektedir. Bu adın dönüş yeri Hak Teâlâ'yadır. Çünkü kibriyalık O'nundur. Üzerinden bu adın gitmesinin zuhuru vahdaniyyeti görmekle olur.

Ne var ki Allah ehli, bazı vakitler, hususen dünya sevenlerde büyüklükler ve azametli olanlar çıkmaktadır. Kendilerini azametli ve büyük görmektedirler. Bu büyüklük ve azamet O'nlara tamah hırsından gelmektedir. Bunu mülahaza etmeleri mümkün değildir. Üzerinde İlâhî kibriyalık çıkan kimseler Allah Ehli olup ondan başkasını görmeyenlerdir. Mevcudata karşı muameleleri hakkı bulmak için kendi amelleri gibi ol­maktadır. Bu gibilerde büyüklük ve azamet zuhur edince, onlara bu büyüklüğün sahibi olan yüce Allah kendini göstermiş olur. Çünkü Hak Teâlâ görüşlerini istila etmiş olduğundan bu gibiier hiç bir vakit batılı mülahaza etmezler. Ama dünyada padişahlara karşı büyüklük gösterenler, bu da mütekebbir olan Hak Teâlâ'nın şerefli azametinin mülahazasındandır... Allah en doğrusunu bilir. [277]

 

EL- HÂLIK

 

Bu ad Haşr suresinde bulunan Allah'ın güzel adlarının yedincisidir. Bu adın manası hakkında adları geçen üç İmam aynı düşüncededir. Haşr suresinin 23. ayetinde Hak Teâlâ kendi adı hakkında bilindiği gibi açıklamada bulunmuştur.

Bu ad takdir manasına gelmektedir. Zira Hak Teâlâ gaybûbiyyetinin batınından ve zuhurunun manasıyla her şeyi takdir ederek kendi görüşünün haricine çıkarmıştır. Kendini ihata eden gayb ve şehadet il­miyle bu takdiri yapmıştır. Her İki ilmi arasındaki takdir ise itibarî mer­tebelere ve Allah adına istinad ederek tam ve kamil tecellilerle kendini göstermiştir.

Bu adın zikri ibadet ehli makamında bulunanların faydalı ilmi iktizasıyla güzel amelleri olanlara yararı vardır. Ama vicdanî hazırlıklar ehli olanlar için bu adın zikri bir fayda sağlamayacağı gibi onları ilim ve irfandan uzaklaştırır ve ilmin kaybına yaklaştırır. Allah doğrusunu bilir. [278]

 

EL-BÂRÎ

 

Bu ad Haşr suresinde bulunan adların sekizincisidir. Bu adın manası hakkında İmam Gazâlî ile İmam Beyhakî söz etmekte, İmam Ebu'l-Hakem ise müstenkif kalmıştır.

Bu surenin 23. ayetinde bulunan bu adın manası Hâlık adının ma­nasına yakındır. Çünkü yaratılmış, halk manasına gelmektedir. İbadet manasının tahakkuku İçin bunun itibarı bizatihi ayetin zımnında bulun­maktadır. Allah en doğrusunu bilir. [279]

 

EL-MUSAVVİR

 

Bu ad Haşr suresinde bulunan Allah'ın güzel adlarının dokuzuncusudur. Bu adın manası hakkında her üç İmam aynı kanaattedir. Bu adın Haşr süresindeki manası ise keza Hâlık manasına yakındır. Çünkü suretler yaratmadır. Benzerlikler ancak cisimlerde olduğu gibi mana cihetinden görünen ve görünmeyenlerde olmaktadır. Musavvir adı itibarın muhiti­dir. Bu adın zikri, Allah'a ibadet eden irfan ehline mahsustur. Bu gibiler bu adı Zahir adının tecellisinden sonra görmüş olurlar... Allah doğrusunu bi­lir. [280]

 

EZ-ZÂRİ

 

Tebakere suresinde Allah'ın güzel adlarından yalnız bir ad bulunmak­tadır. O da Ez-Zari' adıdır. Bu adın manası hakkında üç İmamdan yalnız Ebu'l-Hakem el-Endülüsî söz etmektedir. Bu ad gölgelenmek, sığınmak manasına gelmektedir. Tebareke veya Mülk suresinin 24. aye­tinde “De ki, O Allah ki sizi yeryüzünde yaratmıştır ve yine O'nun çevresinde toplanacaksınız” buyurulmaktadır. Allah en doğrusunu bilir. [281]

 

ER-REZZÂK

 

Cuma suresinde Allah'ın güzel adlarından yalnız bir ad bulunmak­tadır; o da Rezzâk adıdır. Bu adın manası hakkında Ebu'l-Hakem ile İmam Gazâlî sözetmektedir. İmam Beyhakî müstenkif kalmıştır. Nitekim Cuma suresinin 11. ayetinde Hak Teâlâ “Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.”[282] Buyurmaktadır. Bu ad Mu'tî adının manasına gelmektedir. Allah en doğrusunu bilir. [283]

 

ZÜL-MAÂRİC

 

Maâric suresinde Allah'ın güzel adlarından yalnız bir ad bulunmak­tadır. Zü'1-Maâric adıdır. Bu adın manası hakkında üç İmamdan yalnız Ebu'l-Hakem sözetmektedir. Diğer iki İmam müstenkif kalmıştır. Bu sure­nin 4. ayetinde Hak Teâlâ “Meleklerle ruhlar Allah'a yükselmektedir”[284] Buyurmaktadır. Zü'1-Maâric yükselen manasına gelmek­tedir. Bu da yakınlığın bir cihetten değil hükümle itibarîdir. Nitekim Sallallahü aleyhi ve sellem Efendimizin bizatihi nefsiyle haber verdiği mi­racıdır ve îlâhî katlara yükselmesidir.. Allah en doğrusunu bilir... [285]

 

EL-ÂLİM

 

Cin suresinde Allah'ın güzel adlarından iki ad bulunmaktadır. Bun­lardan ilki Âlim adıdır. Bu surenin 26. ayetinde Hak Teâlâ: “Gizliyi bilen O'dur, gizlediği şey de hiç bir kimseye açılmaz”[286] Buyurmaktadır. Bu adın manası hakkında üç İmamdan yalnız Ebu'l-Hakem söz etmekte, diğer iki İmam müstenkif kalmışlardır. Onun bu gaybî ilmini hiç bir kimse bilemez ve açıklayamaz. Bu adın zikri ise, Allah'a ibadet eden kullara aittir. Bu adın sülük yoluna başlayanlara fay­dası vardır. Bu adda murakabe uyarısı bulunmaktadır. Bu ad anıldığı tak­dirde, kullan üzerinde Allah korkusu ve rica hasıl etmektedir. Allah en doğrusunu bilir. [287]

 

EŞ-ŞEDÎDÜ'L-BATŞ

 

Bürûc suresinde Allah'ın güzel adlarından yalnız bir ad bulunmak­tadır; bu da eş-Şedîdü'1-Batş adıdır. Bu adın mana ve şümulü hakkında yalnız Ebu'l-Hakem söz etmektedir. Bürûc suresinin 12. ayetinde Hak Teâlâ: “Şüphesiz Rabbinin tutup helak edişi pek şiddetlidir.”[288] Buyurmaktadır. Bu ada Allah adına uyarak Allah'ın intikam adları gir­mekte ve aynı zamanda Rahman adıyla da münasebeti bulunmaktadır. Allah en doğrusunu bilir. [289]

 

EL-AHAD

 

İhlâs suresinde Allah'ın güzel adlarından iki ad bulunmaktadır. Bun­lardan ilki Ahad adıdır. Bu adın manası hakkında yalnız Ebu'l- Hakem söz etmektedir, iki İmam müstenkif kalmışlardır.

Bu surenin birinci ayetinde “De ki O Allah birdir.”[290] buyurulmaktadır. Burada ahadiyyet cem'in cem'idir. Bu da ikinci sefer ehlince bilinmektedir. Zira bu yolculuğun sonu kutbiyyetle nihayet bulmaktadır. Bu ad bütün güzel adları ihata etmektedir. Bunun şuhûdu aziz olup mak­amı ise adların en şerefli makamıdır. Allah en doğrusunu bilir. [291]

 

ES-SAMED

 

Bu ad İhlas suresinde bulunan Esmâü'l-Hüsnâ’nın ikinci adıdır. Bu adın manası hakkında üç İmam aynı düşüncededir. Bu surenin ikinci aye­tinde Hak Teâlâ (Li'1-lâh'is-samed) Buyurmaktadır. Bu adın lügat ma­nası hiç bir korkusu olmayan demektir. Hatta bu adın ahadiyyet ma­nasına yakınlığı vardır. Zira bu ad keza manaca hacetlere dayanması mefhumunu olduğu gibi, Ganî ve Muhsin adlarının manasını da ihtiva etmektedir.

Sözümüz burada son bulmuştur. Allah doğrusunu söyler, doğru yolu gösterir. [292]

 

Sonuç

 

Yüce Allah'a hamd ü sena olsun ki bizler doğru yolda değil iken, hi­dayete eriştirdi. Bu kitabın yazılması 794 hicrî senesinin Rebiü'l-Evvel ayının 13. Perşembe günü son bulmuştur.

Bu kitaba notlar ekleyerek şerh eden Allah'ın kusurlu fakir kul­larından Muhammed bin Yusuf bin İbrahim el-Menfelûtî'dir. Yüce Allah bu kitaba bakanın ve okuyanın kusurlarını af buyursun... Amin

Rahmandaki rahîmin rahmeti güzel amelle ilişkisi olan vücûbî bir rahmettir. Bu rahmet ise salih amelde bulunan Allah'ın mü’min kul­larına mahsustur. Aşağıda görüldüğü gibi Yüce Allah'ın Rahîm adı, büyük dairenin sağında sabit bulunmaktadır. Mü’minlerin adları da büyük dairenin sol tarafında yer almaktadır. Vücûbî rahmet ise gördüğün gibi Berzah'da yer almaktadır. Usul hükmüne göre itibarî olarak da Besmele'nin ve umumiyetle her sure teferruatı bulunduğu gibi, ayetlerdeki kelime ve harflerin ve daireyi ayıran iki kavis bulunmakta, bu iki kavisi bir araya getirip toplayan da Berzahtır. Bu anlattıklarımız, bu küçük resme sığmayacağı gibi, hakikatte bütün aleme de sığmayacak vüsattadır. Hak Teâlâ; Kehf suresinin 109. ayetinde şöyle buyurmaktadır: “De ki Rabbimin sözleri için derya mürekkep olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahi, Rabbimin sözleri bitmeden önce o derya tükenir”[293] Ben bu asıl ve esasa göre bu ka­darla yetinmiş oldum. Allah doğruyu söyler ve doğru yolu gösterir. Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi'1-âliyyü'l-azîm. Allah'ın saîât ve selâmı kıyamete kadar Muhammed'e ve âl ve ashabının üzerine olsun. Alemlerin Rabbına hamd ü senalar olsun. [294]



[1] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 7.

[2] İsra: 17/2.

[3] Gâfır: 40/16.

[4] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:8-18.

[5] Bakara: 2/19.

[6] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 18-19.

[7] Bakara: 2/20.

[8] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 19-21.

[9] Bakara: 2/32.

[10] el-Melik: 3-4.

[11] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:21-24.

[12] Bakara. 2/32.

[13] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:24-26.

[14] Bakara: 2/37.

[15] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 26-28.

[16] Bakara: 2/47.

[17] Yunus: 10/30.

[18] Hud: 11/118.

[19] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 28-31.

[20] Bakara: 2/165.

[21] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:32-38.

[22] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:38-41.

[23] Bakara: 2/107.

[24] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 42-45.

[25] Bakara: 2/107.

[26] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 46-47.

[27] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 47-48.

[28] Bakara: 2/117.

[29] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 49-51.

[30] Bakara: 2/124.

[31] Muhammed: 47/31.

[32] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 52-54.

[33] Bakara: 2/127.

[34] Mülk: 67/3-4.

[35] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 54-57.

[36] Bakara: 2/129.

[37] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:57-59.

[38] Bakara: 2/137.

[39] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 60.

[40] Bakara: 2/143.

[41] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 61.

[42] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 61-62.

[43] Bakara: 2/165.

[44] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 62-64.

[45] Bakara: 2/182.

[46] Tûr: 52/43.

[47] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 64-67.

[48] Bakara: 2/186.

[49] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 67-68.

[50] Bakara: 2/186.

[51] Bakara: 2/186.

[52] Enbiya: 21/87-88.

[53] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:68-70.

[54] Bakara: 2/203.

[55] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 70-71.

[56] Bakara: 2/199.

[57] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 71.

[58] Bakara: 2/233-234.

[59] Mülk: 67/14.

[60] Mülk: 67/14.

[61] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 72.

[62] Bakara: 2/245.

[63] Mülk 67/19.

[64] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 73-74.

[65] Bakara: 2/245.

[66] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 74-76.

[67] Bakara: 2/255.

[68] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 77-79.

[69] Bakara: 2/255.

[70] Kaf: 50/15.

[71] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 79-81.

[72] Bakara. 2/255.

[73] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 81-82.

[74] Bakara: 2/255.

[75] Necm: 53/8.

[76] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 82-84.

[77] Bakara: 2/244.

[78] Ankebut: 29/6.

[79] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 84-85.

[80] Bakara: 2/244.

[81] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 85-87.

[82] Âl-i İmrân. 3/8.

[83] Âl-i İmrân. 3/8.

[84] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 87.

[85] Âl-i İmrân. 3/8.

[86] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 88.

[87] Âl-i İmrân: 3/9.

[88] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:88-91.

[89] Âl-i İmrân: 3/18.

[90] Maide: 5/42.

[91] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 91-93.

[92] Âl-i İmrân: 3/26.

[93] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 93-95.

[94] Âl-i İmrân: 3/26.

[95] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 95-98.

[96] Âl-i İmrân: 3/26.

[97] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 98-100.

[98] Âl-i İmrân: 3/55.

[99] Yusuf: 12/67.

[100] Mümtahine: 60/10.

[101] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 100-102.

[102] Âl-i İmrân: 3/150.

[103] Enfal: 8/10.

[104] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 102-105.

[105] Âl-i İmrân: 3/156.

[106] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 105-107.

[107] Âl-i İmrân: 3/156.

[108] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 107-109.

[109] Âl-i İmrân: 3/173.

[110] el-Müzzemmil: 73/73.

[111] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 109-111.

[112] Nisa: 4/1.

[113] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 111-113.

[114] Nisa: 4/6.

[115] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 113-115.

[116] Nisa: 4/33.

[117] Âl-i İmran: 3/18.

[118] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 115-116.

[119] Nisa: 4/64.

[120] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 116-117.

[121] Nisa: 4/85.

[122] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 118.

[123] Nisa: 4/87.

[124] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 119.

[125] Nisa Nisa: 4/147.

[126] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 120-121.

[127] Nisa: 4/149.

[128] Nisa: 4/48.

[129] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 121-122.

[130] En’am: 6/14.

[131] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 122-123.

[132] En’am. 6/61.

[133] Bakara: 2/279.

[134] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 123-124.

[135] En’am:6/65.

[136] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 125-126.

[137] Neml: 27/78.

[138] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 126-127.

[139] En’am: 6/95.

[140] Zâriyât: 51/22.

[141] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 127-128.

[142] En’am: 6/103.

[143] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 128-129.

[144] A'râf: 7/29.

[145] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 129-130.

[146] A'râf: 7/178.

[147] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 130-131.

[148] A'râf: 7/178.

[149] A'râf: 7/54.

[150] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 132.

[151] Enfal: 8/9.

[152] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 133-134.

[153] Yunus: 10/107.

[154] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 134-135.

[155] Yunus: 10/107.

[156] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 135-136.

[157] Hud: 11/66.

[158] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:136-137.

[159] Hud: 11/57.

[160] Enam: 6/104.

[161] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:138-139.

[162] Hud: 11/73.

[163] Fetih: 48/10.

[164] Nisa: 4/80.

[165] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:139.

[166] Hud: 11/90.

[167] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:140-141.

[168] Hud: 11/102.

[169] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:141-142.

[170] Hud: 11/107.

[171] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:142-143.

[172] Yusuf: 12/64.

[173] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:143-144.

[174] Yusuf: 12/76.

[175] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:144-145.

[176] Ra'd: 13/2.

[177] A'râf: 7/54.

[178] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:145-146.

[179] Ra'd: 13/16.

[180] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:146-147.

[181] Ra'd: 13/9.

[182] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:147-148.

[183] Ra'd: 13/9.

[184] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:148-149.

[185] Ra'd: 13/34.

[186] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:149-151.

[187] İbrahim: 14/11.

[188] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:151-152.

[189] Nahl: 16/91.

[190] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:152-153.

[191] Secde: 32/70.

[192] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:153-154.

[193] Kehf: 18/45.

[194] Fussilet: 41/11-12.

[195] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:154-155.

[196] Meryem: 19/13.

[197] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:155-156.

[198] Meryem: 19/40.

[199] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:157-158.

[200] Taha: 20/73.

[201] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:158-159.

[202] Taha: 20/50.

[203] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:159-160.

[204] Taha: 20/82.

[205] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:160-161.

[206] Enbiya: 21/30.

[207] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:161-162.

[208] Enbiya: 21/30.

[209] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:163.

[210] Hac: 22/7.

[211] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:164.

[212] Hac: 22/62.

[213] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:165.

[214] Enfal: 8/40.

[215] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:165-166.

[216] Nur: 24/21.

[217] Necm: 53/32.

[218] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:167.

[219] Nur: 24/25.

[220] Nur: 24/39.

[221] Al-i İmrân: 3/57.

[222] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:167-168.

[223] Nur: 24/35.

[224] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:168.

[225] Nur: 24/25.

[226] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:168-169.

[227] Furkan: 25/2.

[228] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:169-170.

[229] Şuara: 26/80.

[230] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:170.

[231] Neml. 27/40.

[232] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:171.

[233] Kasas: 28/77.

[234] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:172.

[235] Rum: 30/27.

[236] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:172-173.

[237] Rum: 30/27.

[238] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:173.

[239] Ahzab: 33/33.

[240] Sebe: 34/26.

[241] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:174.

[242] Sebe: 34/48.

[243] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:174-175.

[244] Gâfır: 40/3.

[245] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:175.

[246] Gâfır: 40/3.

[247] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:175.

[248] Gâfır: 40/15.

[249] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:175-176.

[250] Hucurat: 49/3.

[251] Zariyat: 51/57.

[252] Zariyat: 51/58.

[253] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:177.

[254] Tur: 52/28.

[255] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:178.

[256] Necm: 53/48.

[257] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:178.

[258] Rahman: 55/27.

[259] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:178.

[260] Rahman: 55/27.

[261] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:178-179.

[262] Hadid: 57/3.

[263] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:179.

[264] Hadid: 57/3.

[265] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:179.

[266] Hadid: 57/3.

[267] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:180.

[268] Hadid: 57/3.

[269] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:180.

[270] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:180-181.

[271] Haşr: 59/23.

[272] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:181.

[273] Haşr: 59/23.

[274] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:181-182.

[275] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:182.

[276] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:183.

[277] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:183-184.

[278] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:184.

[279] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:184.

[280] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:184-185.

[281] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:185.

[282] Cuma: 62/11.

[283] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:185.

[284] Maâric: 70/4.

[285] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996:185.

[286] Cin: 72/26.

[287] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 186.

[288] Bürûc: 85/12.

[289] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 186.

[290] İhlâs:112/1.

[291] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 186.

[292] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 186-187.

[293] Kehf: 18/109.

[294] Afîfüddîn Süleyman et-Tilmsânî, Esmâü'l-Hüsnâ, İnsan Yayınları, İstanbul, Ekim 1996: 189.