Esmâ-İ Hüsna Allah'ın, Hepsi Güzel Olan Mukaddes İsimleri
Ef'âl-i İlâhiye (İlâhî Fiiller)
“Allah bir insanla ancak bir vahy yoluyla ya da perde arkasından konuşur
Azîm, Kebîr Ve Aliyy İsimleri Arasındaki Fark:
Kadîr, Kaviyy Ve Metîn İsimleri Arasındaki Fark:
EL-EVVEL / EL-ÂHİR EZ-ZÂHİR / EL-BÂTIN
Alaaddin Başar, okuyucularımızın Nur'dan Kelimeler ve Nur'dan Cümleler ile Sohbetler dizisinde yer alan kitaplarıyla yakından tanıdıkları bir isim. Kendisi yirmi yılı aşkın bir süredir Zafer dergisinde düşünce birikimini okuyucularımızla paylaşmayı hedefleyen yazılar yazıyor ve Zafer Yayınları için kitaplar hazırlıyor.
Bu çalışmaların bir kısmının, doğrudan doğruya okuyucularımızdan gelen talepler ve teklifler doğrultusunda gerçekleştiğini peşinen belirtelim. Elinizdeki kitap da, işte onlardan biri.
Allah'ın Güzel İsimleri: Esmâ-i Hüsnâ Yazıları öteden beri ihtiyaç duyulan bir çalışma idi. Gerçi bu alanda yapılmış başkaca çalışmalar el'an mevcuttu, ama bu kitapların her biri bugünün ihtiyacını tam olarak karşılayabilir durumda değillerdi. Özellikle de, 'Allah'ın güzel isimleri'nin kâinat penceresinde nasıl tanınıp kâinat kitabında nasıl okunduğu konusunda yol yordam sunma bakımından bir eksiklik mevcuttu.
Daha önceki kitaplarının bu konuya dair bir altyapı oluşturduğunu göze alarak, yazarımız Alaaddin Başar'dan, 'Esma-i Hüsna'ya dair bir eser rica ettik. Bu ricada bulunurken, konuya dair mevcut kitapları 'aşan ve tamamlayan’ bir eserin ortaya çıkacağı beklentisi içindeydik. Yazarımızın baştan sona Esma-i Hüsna tefekkürü ile yoğrulmuş bir şaheser olarak Risale-i Nur'a vukufiyeti, bu beklentimizi bir kat daha güçlendiriyordu.
Sonuçta, yayınevimizin yüzakı olacak kitaplardan birini sizlere sunduğumuz düşüncesindeyiz. Yazarımız Alaaddin Başar'a, böylesine önemli bir konuda böyle önemli bir kitaba imza attığı; böylece senelerdir varlığını hissettiğimiz bir boşluğu doldurmamızı sağladığı için tebrik ve teşekkür ediyoruz.
Bir kez daha belirtelim: 'Esma-i Hüsna' konusunda geriye doğru baktığımızda, konuya dair bir dizi çalışmanın olduğunu görüyoruz. Ancak bu eserlerdeki dil, üslup ve de konunun sunum biçimi, günümüz insanına mesajın ulaşmasını zorlaştırıcı bir unsur olarak öne çıkıyor.
Risale-i Nur'un bakış açısı doğrultusunda hazırlanan bu kitabın önemli bir boşluğu dolduracağını, bir başucu eseri olacağını umuyoruz. Ve, başta da ifade ettiğimiz üzere, bizleri harekete geçirici bir unsur olarak okuyucularımızın teklit, tavsiye ve teşviklerine açık olduğumuzu bir kez daha ifade ediyor; sizleri bu güzel eserle başbaşa bırakırken, hepinize 'Allah'ın güzel isimleri' ile güzelleşen bir hayat diliyoruz.
Zafer Yayınları[1]
Allah Resulü (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde Allah'ın güzel isimlerinden doksan dokuz ismi şöyle bildirmiştir:
Allah, er-Rahmân, er-Rahîm, el-Melik, d-Kuddüs, es-Selâm, el-Mü'min, el-Müheymin, el-Azîz, el-Cebbâr, el-Mütekebbir, el-Hâlık, el-Bâri', el-Musavvir, el-Ğaffar, el-Kahhâr, el-Vehhâb, er-Rezzâk, el-Fettâh, el-Alîm, el-Kâbıd, el-Bâsıt, el-Hâfıd, el-Râfi', el-Muizz, el-Müzill, es-Semi', el-Basîr, el-Hakem, el-Adl, el-Lâtif, el-Habîr, el-Halîm, el-Azîm, el-Ğafûr, eş-Şekûr, el-Aliyy, el-Kebîr, el-Hafiz, el-Mukît, el-Hasîb, el-Celil, el-Kerim, er-Rakîb, el-Mucib, el-Vâsi', el-Hakîm, el-Vedûd, el-Mecîd, el-Bâis, eş-Şehîd, el-Hakk, el-Vekîl, el-Kaviyy, el-Metîn, el-Velî, el-Hamîd, el-Muhsi, el-Mübdî', el-Muîd, el-Muhyî, el-Mümît, el-Hayy, el-Kayyûm, el-Vâcid, el-Mâcid, el-Vâhid, es-Samed, el-Kadîr, el-Muktedir, el-Mukaddim, el-Muahhir, el-Evvel, el-Âhir, ez-Zâhir, el-Bâtın, el-Vâli, el-Müteâl, el-Berr, et-Tevvab, el-Müntakim, el-Afüvv, er-Raûf, Mâlikü'1-Mülk, Zü'l-Celâli ve'1-İkram, el-Muksıt, el-Câmi', el-Ganiyy, el-Muğnî, el-Mâni', ed-Dârr, en-Nâfi', en-Nûr, el-Hâdî, el-Bedi', el-Bâkî, el-Vâris, er-Reşîd, es-Sabûr.
Elbette ki, Allah'ın isimleri bu doksan dokuz isme münhasır değildir. Esmâ-i hüsna hadisinde geçmeyip de Kur'ân-ı Kerîm'de geçen başka ilâhî isimler bulunduğu gibi, Allah Resulünün (s.a.v.) sair hadis-i şeriflerinde ve münâcatlarında geçen isimler de mevcuttur. Bunların tamamının açıklanması bu kitabın hacmini aşacağından biz, esmâ-i hüsna hadisinde geçen isimleri açıklamakla iktifa edeceğiz.
Ancak daha önce, 'zât, şuunât, sıfat, ef’al, esma' kavramları üzerinde az da olsa durmanın faydalı olacağını düşünüyoruz. [2]
Allah'ın zâtı, idrak edilemeyecek kadar yücedir. Zira akıl ve idrak O'nun insana bir hediyesidir ve mahluk olan bu sermaye ile Allah'ın varlığı bilinebilir ama zâtının hakikati idrak edilemez.
Mahluk olan şey mutlaka sınırlıdır. Bir başlangıcı olduğu gibi bir nihayeti de vardır. Meselâ, göz mahluk olduğu gibi görme sıfatı da mahluktur ve her ikisi de sınırlıdır. İnsan, bütün cisimleri göremediği gibi, kâinatta faaliyet gösteren kuvvetleri, bedenlerde vazife gören ruhları, bu âlemi dolduran melekler dünyasını göremez. Göz gibi akıl da bir mahluktur. Allah'ın sıfatları ise sonsuz. sınırlı olan, sonsuzu ihata edemez, kavrayamaz.
"Hakikat-ı mutlaka, mukayyed enzar ile ihata edilmez." [3]
Mutlak, kayıt altına alınamayan, kendisine bir sınır biçilemeyen demektir. 'Enzar', 'nazar'ın çoğuludur, nazar ise, çoğu zaman, akıl mânâsına kullanılmaktadır. Allah'ın bütün sıfatları mutlaktır, sonsuzdur. Bu sıfatların kayıtlı ve mahluk olan akılla, hakkıyla, idrak edilemeyeceğini her müstakim akıl, şüphesiz, kabul eder. Sıfatı hakkıyla idrak edilemeyenin, zâtının da mahiyetiyle bilinemeyeceği çok açıktır.
Hz. Ebubekir Efendimizin (r.a.) bu mânâyı ders veren çok ibretli bir sözü vardır.
"Allah'ın zâtının idrak edilemeyeceğini bilmek gerçek idraktir. O'nun zâtı üzerinde düşünmek ise işraktır (gizli şirktir)"
Allah'ın zâtı hakkında ne düşünülse, bu düşünce aklın bir mahsulü olacaktır. Akıl mahluk olduğu gibi, düşündüğü şey de mahluk olur. Bu mahluku, Hâlık kabul etmek ise gizli şirk demektir.
O'nun zâtının kutsî mahiyetini ancak kendisi bilir.
Allah, bizleri imana, marifete, muhabbete götürecek pek çok duygularla, latifelerle donatmış. Bu yaratılışımız sayesinde pek çok hakikatlere muhatap olabiliyoruz. Bunlardan birisi de, Allah'ın zâtının bilinmezliği. Zira, henüz bedenimizde tasarruf eden ruhumuzun mahiyetini bilmekten aciziz.
İmam Gazâlî Hazretlerinin enteresan bir açıklaması var: "Allah, insanlar için noksanlık sayılan sıfatlardan münezzeh olduğu gibi, kemâl sayılan sıfatlardan da münezzehtir."
'Mükemmel', 'üstün', 'noksansız' kelimeleri telaffuz edildiğinde, insanın aklında canlanan mânâlar mahlukturlar ve Allah'ın kutsî kemâli, bunlarla anlaşılabilecek bir kemâl olmaktan münezzehtir.
Bu güzel tespit üzerinde düşünürken, insanın ruhu ile bedeni arasındaki mahiyet farklılığı hatırıma geldi. Hayal âlemimde, bedenin bütün organlarına şuur verdim ve kendilerine, 'kemâl' denilince ne anladıklarını sordum. Göze göre kemâl, miyop ve hipermetrop olma gibi kusurlardan uzak bîr görme, ayak için kemâl, topal olma kusurundan azade bir yürüyüş, ciğere göre kemâl, bütün arızalardan uzak bir solunum sistemi idi. Örnekler çoğaltılabilir. Ve bunların hiç biri ruhun kemâlini anlamakta ölçü olamazlar. Ruhun, 'iman, marifet, ilim, ahlâk' gibi esaslara bina edilen kemâli, organların kemâliyle anlaşılmaz. Ve ruh, organların kendi zât, sıfat ve kabiliyetlerine kıyas ederek ortaya koydukları, her türlü kemâlden münezzehtir.
İkisi de mahluk oldukları halde, bedendeki kemâl, ruhun kemâlini anlamakta nasıl ölçü olamıyorsa, elbette mahluk olan aklın anladığı ve yine bir başka mahluk olan hayalin tasvir ettiği bîr kemâl ile Allah'ın mukaddes kemâlinin bir ilgisi olamaz. İşte İmam Gazâlî Hazretleri o hikmetli sözüyle bize bu ulvî dersi vermiş oluyor. [4]
Şuunât, şe'nin çoğuludur. Şe'n için 'hal, kabiliyet, istidat' gibi mânâlar veriliyorsa da bunları ilâhî hakikatlere aynen uygulamak, insanı yanlış düşüncelere ve bâtıl hayallere götürebilir.
Nur Külliyatında, şuunât konusunda iki önemli açıklama görüyoruz.
Birisi: Hâlıkiyet, hâkimiyet, mâlikiyet... için şuunât denilmiştir. Yani, Allah, hâlıkiyet, mâlikiyet, rububiyet, rahîmiyet, rahmâniyet sahibi bir zâttır. Bütün bunlar Allah'ın şuunâtındandır. Hâlıkiyeti misal alarak şöyle söyleyebiliriz: Halk (yaratmak) bir fiildir. Hâlık (yaratıcı) isimdir. Hâlıkiyet (yaratıcılık) ise şe'ndir.
"Allah vardı ve hiçbir şey yoktu," kudsî hadisini düşünelim. Henüz hiçbir mahluk yokken, yine Allah'ın Hâlıkiyeti, yani yaratıcılık vasfı var idi. Ama Hâlık ismi, ancak mahlukatın yaratılmasıyla tecelli etmiş oldu.
Kâinat yaratılmadan da Allah bütün esmaya sahipti. Yani Rezzâk'tı, Muhyî idi, Mümît idi. Ama bu isimlerini kâinatı yaratmakla tecelli ettirdi. Meselâ, Rezzak ismini düşünelim:
Cenâb-ı Hak, daha sonra yaratacağı hayvanlara rızık olmak üzere bitkileri yarattı, sonra bu rızka muhtaç mahlukları yarattı ve bu ikincilerin, birincilerle beslenmelerinde Rezzak ismi tecelli etmiş oldu. Sadece bitkileri yaratsaydı da hayvanları yaratmasaydı, o ilk yaratılanlara rızık denilmezdi. Onlarda Hâlık, Mâlik, Musavvir gibi isimler yine tecelli ederdi ama Rezzak ismi tecelli etmezdi. Nitekim dünyamız böyle bir devir yaşadı. Bitkiler yeryüzünü kaplamıştı ama ortada bunları yiyecek hayvanlar yoktu. İşte o devirdeki bitkiler rızık değildiler, sadece ilâhî birer eserdiler.
Nur Risalelerinde, şuunâtla ilgili diğer önemli bilgi, 'lezzet-i mukaddese, sürur-u münezzeh' gibi ifadelerle dikkatimize sunulur. Bu ince ve derin hakikatleri, insan aklına bîr derece yaklaştırmak için de bir misal verilir: Bir sultanın bütün muhtaç ve fakir raiyetini bir gemiye bindirdiği ve onları o gemide seyahat ettirerek her türlü ihtiyaçlarını gördüğü, yedirdiği, içirdiği anlatılır. Ve o sultanın, o muhtaç raiyetinin sevinmelerinden de bir haz duyduğu ifade edilir. Ve Allah'ın bütün canlıları bu dünya gemisinde yedirip içirmekten ve her türlü ihtiyaçlarını görmekten kendine has ve mahlukatın her türlü lezzet telakkilerinden münezzeh bir 'lezzet-i mukaddesesi' olduğu nazara verilir. İşte bu lezzet-i mukaddese ilâhî şuunâttandır.
"Allah muhsinleri sever." [5]
"Allah kâfirleri sevmez." [6]
"Allah zalimleri sevmez." [7]
gibi âyet-i kerîmeler de bize bu ilâhî şuunâtı ders verirler. [8]
Cenâb-ı Hakk'ın zâtı gibi mukaddes sıfatları da kemâliyle idrak 'edilemez; ama o sıfatların varlıkları ve sonsuz oldukları bilinebilir.
İlâhî sıfatlar, 'sübutî' ve 'selbî' olmak üzere iki gruba ayrılıyor.
Sübutî sıfatlar, 'hayat, ilim, irade, kudret, sem' (işitme), basar (görme), kelam ve tekvin (var etme).'
Bu sıfatların hepsi ezelî, hepsi ebedî, hepsi sonsuz ve yine hepsi mutlaktır. Bunlarda, ne bir azalma, ne de artma düşünülebilir.
Hayat sıfatı, ezelde ne ise ebedde de aynıdır. Bizlere hayat bahşetmesi, Allah'ın ihya (hayat verme) fiiliyledir. Bizde hayat yaratmasıyla O'nun hayatında ne bir noksanlık olur, ne de bîr fazlalık.
Allah'ın bir sıfatı da 'ilim'dir. Ne kadar varlık yaratırsa yaratsın, onlara ne kadar hikmetler, mânâlar takarsa taksın, O'nun ilim sıfatında bir değişme düşünülemez.
İlâhî sıfatlardan bir başkası, 'irade'dir. Allah'ın iradesi de diğer sıfatları gibi mutlaktır ve küllidir. Mutlak olmasının mânâsı, O'nun iradesini kayıtlayacak bir başka iradenin sözkonusu olmamasıdır. İlâhî iradenin küllî olması ise, sonsuz icraatlarının hepsini 'birlikte irade etmesi' demektir.
Bilindiği gibi, insanın iradesi cüz'îdir, yani bir anda ancak bir şey irade edebilir; onu irade ettikten sonra ikinci bir şey irade etmesi mümkün olur. Şu varlık âleminde, bir anda birbirinden farklı hatta bazen birbirine zıt, sonsuz faaliyetler icra edildiğine göre, bunların irade edilmeleri de birliktedir, beraberdir, sıra ile değil.
Allah'ın bir diğer sıfatı, kudrettir. Allah, atomlardan galaksilere, çiçeklerden Cennet bahçelerine kadar her şeyi sonsuz kudretiyle yaratmıştır. Bir meyve ağacında, o sonsuz ve mutlak kudretiyle tasarruf ettiği gibi, meyvesi insan olan kâinat ağacında da tasarruf eder, icraatta bulunur.
İlâhî sıfatlardan bir diğeri basar, yâni görme, biri de sem’ yani işitmedir. Maddeden münezzeh olan Allah'ın görmesi ve işitmesi, göz, kulak gibi vasıtalardan münezzehtir. Bütün sesleri birlikte işitir, bütün eşyayı beraber görür.
Kelam sıfatına gelince, Allah'ın diğer sıfatları gibi bu sıfatı da sonsuzdur, küllidir, mutlaktır.
Beyni, konuşma merkezini, ağzı, dili yaratan ve insanı böylece konuşturan Allah, meleklerini bunların hiçbiri olmaksızın konuşturur. Keza, insana da rüya âleminde, bu aletlere ihtiyaç olmaksızın konuşma imkânı verir. O halde, kendi konuşmasını ölçü tutarak Allah'ın kelam sıfatını anlamaya kalkışan bir insanın hata etmesi, isikametten sapması kaçınılmazdır. Allah'ın zâtı, mahlukatın zâtlarına benzemediği gibi kelam sıfatı da onların konuşmaları cinsinden değildir.
Tekvin sıfatı, Allah'ın her irade ettiği şeyin, varlık sahasına hemen çıkması mânâsına gelir.
'Hayat, ilim, kudret, sem', basar' sıfatları için Esmâ'ül Hüsna bölümündeki, 'Hayy, Alîm, Kadir, Semi’, Basîr' isimlerinin açıklamalarına bakılabilir.
Selbî Sıfatlar:
Bunlar, 'vücud, kıdem, beka, muhalefetü'n lil havadis, kıyam binefsihî' sıfatlarıdır.
Vücud:
Vücut, varlık, var olma mânâsına gelir. Diğer selbî sıfatların tümü birlikte düşünüldüğünde, vücut sıfatı daha iyi anlaşılır. Yani, Allah'ın varlığı kadîmdir, evveli yoktur; bakîdir, âhiri yoktur. O'nun mukaddes varlığı hiçbir mahlukunun varlığına benzemez, hepsine muhaliftir. Yine O'nun varlığı vaciptir, başkasının var etmesiyle var olmadığı gibi, devamı da başkasının yardımıyla değildir.
Vücud, ya vacip olur, ya mümkin olur veya mümteni' olur. Vacip vücud, Allah'a mahsustur. Allah'ın varlığı vaciptir, olmaması muhaldir. Mümkin vücut ise bütün mahlukatın vücutlarıdır. Bunlar Allah'ın var etmesiyle var oldukları gibi, O'nun yok etmesiyle de varlık sahasından silinirler. Mümteni' vücut, vacip vücudun zıddıdır, yani olması muhaldir. Buna misal olarak 'şerikler' (Allah'a ortak koşulan şeyler) verilir. Şeriklerin varlığı muhaldir, imkânsızdır.
Bütün mahlukat âlemi Allah'ın varlığına birer delil, birer şahittirler. Onları, yoklukta bırakmayıp varlık âlemine çıkaran, ancak varlığı vacip olan Allah'tır. Yani, mümkinlerin var olmaları, ancak vaci olanın irade etmesi ve yaratmasıyladır. Bu hakikati kabul etmeyenler, varların varlığını, yokluğa vermeye mecbur kalırlar.
Kıdem - Beka:
Allah'ın var etmesiyle var olan eşya, evvellerinin olması cihetiyle 'kıdem' sıfatını gösterirler. Keza, her nefsin ölümü tatması, yani her varlığın bir sonunun olması cihetiyle de 'beka' sıfatını ilan ederler.
Muhalefettün-lil-havadis:
Havadis, hadis olanlar, yani 'sonradan yaratılan, ihdas edilenler’ mânâsına gelir. Her mahluk, hadistir. Ve Muhalefetün-lil-havadis sıfatı, Cenâb-ı Hakk'ın kutsî mahiyetinin, mahluk mahiyetlerine zıt ve muhalif olduğu mânâsına geür.
Bir misal: Allah kadîmdir, ezelîdir, mahluk ise hadistir, sonradan meydana gelmiştir. Ezelî olmak, sonradan yaratılmaya zıttır.
Kıyam-bi-nefsihi:
Hiçbir varlığın, kendi varlığını kendi iradesiyle ayakta tutmadığını, hepsinin bir ilâhî lütufla varlıklarını sürdürdüğünü düşünen insan, Allah'ın 'Kıyam-bi-nefsihi’ sıfatına bütün ruhuyla iman eder. Yani, Allah kendi zâtında kâimdir, bütün mahlukatın kıyamları ise O'nun esma ve sıfatlarının tecellileriyledir.
Kayyûm ismi izah edilirken bu konuya ayrıca temas edilecektir. [9]
İlâhî isimlerden bir kısmı, fiilî isimlerdir. Yani, bu isimler bir fiile dayanırlar. Bazıları ise fiilî değildirler. Meselâ, Vahid ismi Allah'ın birliğini ifade eden bir isimdir ve herhangi bir ilâhî fiile dayanmaz. Kadîm ismi de öyle, o da Allah'ın evveli olmadığını ifade eder ve hiçbir fiile dayanmaz. Fakat, meselâ, Müzeyyin ismi tezyin (süsleme) fiilinden gelmektedir. Keza Musavvir ismi de tasvir (suret verme, şekillendirme) fiiline dayanır.
Cenâb-ı Hakk'ın fiilleri sonsuzdur. Bu fiillerden bazıları şunlardır: halk (yaratma), tanzim (nizama, düzene koyma), tekmil (kemâle erdirme), tenvîr (nurlandırma), terzîk (rızıklandırma), imâte (ölümü verme), ihya (hayat verme), ba's (öldürdükten sonra tekrar diriltme), İn'am (nimetlendirme)... Bu umumî fiillerin, tabiri caizse, bir de alt şubeleri vardır. Bunlara bakıldığında, ilâhî fiillerin sonsuzluğu daha iyi anlaşılır. Meselâ, terbiye bir tek fiildir, ama sayısız denilecek kadar çok şubeleri vardır. Bütün âlemlerin terbiyesinden, semanın terbiyesine, arzın terbiyesine, insanın terbiyesine, gözün, kulağın, ağzın, midenin terbiyelerine, alyuvarların, akyuvarların, bakterilerin, mikropların terbiyelerine kadar nice farklı terbiye tarzları vardır.
Diğer fiiller de bu şekilde düşünülebilir. [10]
Allah'ın bütün güzel isimleri, ilâhî sıfatlardan birine dayanır. Meselâ, Alîm ismi sıfat-ı sübutiyeden 'İlim' sıfatına, 'Radîr' ismi 'Kudret' sıfatına, 'Mütekellim' ismi 'Kelam' sıfatına dayanır.
Keza, Evvel ismi, sıfat-ı selbiyeden 'Kidem' sıfatına, 'Ahir' ismi, 'Beka' sıfatına dayanır.
Bazı İslâmî kaynaklarda ilâhî isimlerden, sıfat diye söz edildiği görülür. Meselâ, 'Kerîm', Allah'ın bir ismidir. Aynı zamanda Allah'ı kerem sahibi olarak vasıflandırması cihetiyle de sıfat vazifesi görür. 'Kerîm Allah' dediğimiz zaman Kerîm ismini sıfat makamında kullanmış oluruz.
Allah'ı hangi isimle yâd edersek edelim, o isim aynı zamanda Allah'ın bir vasfını, bir kemâlini, bir cemâlini, yahut ahlâk-ı ilâhiyyesinden birini ifade etmekle sıfat vazifesi görür.
İlâhî isimlerden çoğu fiilî sıfatlara dayanırlar. Hâlık ismi, yaratma fiiline; Muhyî ismi, ihya (hayatlandırma) fiiline; Musavvir ismi, suret verme fiiline; Mümit (ölümü verici) ismi, imâte (ölümü verme) fiiline dayanır.
Cenâb-ı Hakk'ın zâtı birdir ama isimleri yüzlerce, binlercedir. Hatta bazı zâtlara göre ilâhî isimler sonsuzdur. İşte bu isimler arasındaki farklılık, onların tecelligâhı olacak varlıkların da farklı olmalarını zarurî kılmıştır.
Allah'ın bütün isimleri güzeldir.
Zâtı güzel olduğu gibi bütün zatî isimleri de güzeldir.
Sıfatları güzel olduğu gibi, bu sıfatlardan doğan sonsuz fiilleri de güzeldir. Ve bu fiillere dayanan 'fiilî isimleri' de güzeldir.
Bu sırra eren kâmil insanlar, "Kahrın da hoş, lütfün da hoş" demişlerdir. Zira, Kahhâr ismi de güzeldir, Latif ismi de.
Bu kısa açıklamadan sonra, 'zât, şuunât, sıfat, fiil, isimi münasebetinden de kısaca söz edelim:
Nur Külliyatında bu önemli konu defalarca işlenmiş ve misallerle izah edilmiştir. Bunlardan birisinin sonunda şu hüküm cümlesine yer verilmiştir:
"İşte bütün âlemdeki âsâr-ı sanat ve bütün mahlukat, herbiri birer eser-i mükemmel olduğundan, herbiri bir fiile ve fiil ise isme, isim ise vasfa ve vasıf ise şe'ne ve şe'n ise zâta şehadet ettikleri için; masnuat adedince birtek Sâni'-i Zülcelâl'in vücub-u vücuduna şehadet ve ehadiyetine işaret ettikleri gibi; heyet-i mecmuası ile, silsile-i mahlukat kadar kuvvetli bir tarzda bir mi'rac-ı marifettir."[11]
Buna göre, mahlukatı tefekkür ederken takip edeceğimiz sıra şöylece ortaya konulmuş oluyor: eser, fiil, isim, sıfat (vasıf), şe'n, zât.
Allah'ın, bir mahluku yaratmasında ise bu sıra şu şekli alıyor:
zât, şe'n, sıfat, isim, fiil, eser.
Bir hadis-i kutsi de şöyle buyruluyor:
"Ben gizli bir hazine idim, bilinmeye muhabbet ettim (bilinmek istedim) de kâinatı yarattım."
Bu kutsî hadisin ışığında şöyle diyebiliriz: Bu varlık âleminin yaratılmasında ilk safha, Allah'ın bilinmeye muhabbet etmesidir. Bu ise ilâhî şuunâttan bir şe'ndir.
Bu ilâhî istekten sonra, kâinatın yaratılması irade edilmiştir, irade ise bir ilâhî sıfattır. Bu irade ile birlikte kudret, ilim gibi bütün sıfatların, tabiri caizse, faaliyet göstermesi sözkonusudur. Demek ki sıfatları faaliyete geçiren şuunâttır.
Sıfatlar belli sayıda olmakla birlikte bunlardan sonsuz fiiller zuhur etmiştir ve bu fiillerden her birisi, Allah'ın, ezelden beri var olan bir ismine dayanır. Terbiye fiilinin Rab ismine dayanması gibi.
Şu var ki, henüz hiçbir varlığın yaratılmadığı dönemde de, bu isimler var idi, ama tecelli etmemişlerdi.
Mahlukatın yaratılmasıyla tecelli eden isimler, fiilî isimlerdir; Rezzak, Hâlık, Muhyî, Mümit gibi...
Zâtı isimlerin varlığına bu âlemde birçok delil varsa da bu, 'tecelli' demek değildir. Meselâ, Kadîm ismi hiçbir şeyde tecelli etmez. Çünkü evveli olmamak ancak Allah'a mahsustur. Ama biz, eşyanın evvellerine bakarak bunları yaratan Allah, Kadîm'dir, ezelîdir diyebiliriz. Yani, Allah'ın Kadîm ismini eşyanın evvellerinde okuyabiliriz, fakat bu bir tecelli değildir.
Şu noktayı da önemle belirtmek isterim:
Tecelli etmek başkadır, ayna olmak daha başkadır. İnsanın ölümünde Allah'ın Mümit (ölümü yaratan) ismi tecelli eder, fakat Bakî ismi tecelli etmez. Ama, insanların ölümleri Baki ismine bir ayna olurlar; yani biz, ölümlerde Allah'ın Baki ismini okuyabiliriz.
Demek oluyor ki, âlemlerin yaratılmasıyla Allah'ın fiilî isimleri tecelli etmiş oldular. Böylece şu gördüğümüz ve göremediğimiz ilâhî eserler vücut buldular.
Allah'ın en mükemmel eseri, insan ruhudur. Bu ilâhî mucizede, nice ilâhî hakikatlerin birtakım işaretleri mevcuttur. Meselâ, insan kendi kudretini tefekkür ederek, ilâhî kudretin varlığını bilebilir; ancak, kudretinin mahluk olduğunu ve ilâhî kudrete işaret ettiğini unutmamak şartıyla...
Malûm olduğu gibi, haritadaki bîr işaret bîr şehri gösterir, ama o işarette şehrin binalarını, caddelerini, büyüklüğünü, şeklini bulamazsınız; sadece o şehrin varlığından haberdar olursunuz o kadar.
İnsanın sıfatları ve şuunâtı da böyledir.
Bu gerçeği göz önüne alarak şöyle diyebiliriz:
İnsan bir fakiri gördüğünde içinde bir merhamet, bir acıma duygusu uyanır. Bu, şuunâta misaldir.
Sonra ona yardım etmeye karar verdiğinde, irade devreye girmiş ve böylece sıfatlara intikal edilmiştir. Elini cebine sokması da yine bîr sıfat olan kudretle gerçekleşir.
Fakire sadaka vermek üzere elini uzatması bir fiildir, sadaka verme fiili.
Herkes bir fakiri görebilir, ama sadaka vermeyebilir de. Sadaka vermek, ancak cömert insanların işidir. Demek ki, cömert ismini taşıyan insanlarda, sadaka verme fiili gerçekleşiyor. Yani, bu fiil bu isme dayanıyor.
Sonunda, fakirin eline paranın değmesiyle, olay tamamlanmış oluyor.
İşte insan, bu istidadı, bu kabiliyeti sayesinde, ilâhî şuunâtı, sıfatları ve fiilleri bir derece tefekkür edebiliyor.
Son olarak Nur Külliyatındaki şu hayatî tavsiye üzerinde de kısaca durmak isterim:
"Şeriat ve sünnet-i seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esmâ-i hüsnanın herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı cami' olmağa çalış..."[12]
Buna göre ilâhî isimlere mahzar olmak ve onlardan feyiz almanın en sağlam yolu, Kur'ân'a ve sünnete uymaktır. İnsan, ilâhî emirlere uyduğu, yasaklardan kaçındığı ve bu konuda en büyük rehber olan Allah Resulünün (a.s.m.) sünnetine ittiba ettiği ölçüde, ilâhî isimlerin tecellilerinden feyiz alır.
Nur Müellifi, 'mazhar-ı cami' olmaktan söz ediyor ve bunun için çalışmak gerektiğini söylüyor.
Bir mahluk, ne kadar çok isimden ne ölçüde feyiz alırsa, derecesi, şerefi, rütbesi o nisbette yükselir. Bir misal vermek isterim: Bir âlimde Allah'ın Alîm ismi tecelli etmiştir. Bu âlim fakirleri doyurduğunda Rezzâk isminden de ayrı bir feyiz alır. Kendisine karşı işlenen bir hatayı affettiğinde ise Afüvv ismine mazhar olur. Bütün bunlar kulun kendi cüz'î iradesiyle yapabildiği işlerdir ve 'mazhar-ı cami olmaya çalış', denilmesi de bundandır. Yoksa, bir ilâhî ihsan olarak bizde tecelli eden isimlerde, bizim bir çalışmamız sözkonusu değildir.
Nur Külliyatında, 'insanın esmâ-i ilâhiyeye mazhar olması' hakkında çok önemli bir bahis var. 'Herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı cami' olmayı' bu bahsin ışığında daha iyi anlayabiliriz:
"İnsan, üç cihetle esmâ-i ilâhiyeye bir âyinedir.
Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de:
İnsan, za'f ve acziyle, fakr u hacatıyla, naks ve kusuru ile, bir Kadîr-i Zülcelâl'in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza pek çok evsaf-ı ilâhiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor
İkinci Vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen numuneler nev'inden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyat ile kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rububiyetine âyinedarlık eder.
Üçüncü Vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i ilâhiyeye âyinedarlık eder."[13]
İlk iki vecihte, İnsanın iradesi sözkonusudur. Yani, İnsan kendi iradesini doğru kullanarak, aczini ve fakrını bildiği nisbette Allah'ın Kadîr ve Ganî isimlerine ayna olur. Noksanını bildiği ölçüde, ilâhî sıfatların ve fiillerin kemâlini idrak eder, bu idrakle birlikte o da kemâl bulur, terakki eder.
Öte yandan, insan kendi mahiyetine konulan sıfatları doğru değerlendirdiğinde, bunlar vasıtasıyla, ilâhî sıfatların varlığını idrak eder. İnsan bu sıfatlara sahip olmasaydı, Allah'ın sıfatları ona meçhul olurdu. İlâhî sıfatların bir işareti, bir gölgesi insanın mahiyetinde yaratılmış olduğu için, insan, mahluk olan bu sıfatlarını kıyas unsuru olarak kullanıp, ilâhî sıfatları tefekkür edebiliyor.
Üçüncü vecihte, iradeyi kullanma, yahut kıyas yapma sözkonusu değildir. Bu kâinat sergisinde Allah'ın nice farklı eserleri sergileniyor ve her birinde ayrı bir sanat ve farklı bir isim tecelli ediyor. İnsan da bu eserlerden birisi, ama birincisi. O da bir eser olarak kendinde tecelli eden isimleri sergiliyor, seyircilere gösteriyor, fikir erbabına okutturuyor.
Nur Müellifinin, 'çalış' tavsiyesi, ilk iki cihet içindir; bu üçüncü cihette kulun bir gayreti sözkonusu değildir.
Kitabımızın konusu esmâ-i hüsna olduğundan, bu kısa açıklamalarla iktifa ediyoruz. [14]
"Varlığı zâtından olup, uluhiyete mahsus-selbî ve sübutî-bütün kemâl sıfatlara sahip bulunan."
"Bütün kemâl sıfatlara sahip ve bütün noksan sıfatlardan münezzeh Vacibü'l-Vücud."
"Allah odur ki, O'ndan başka ilâh yoktur. En güzel isimler O'nundur." [15]
'Lafza-i celâl, Zât-i Akdes'e delalet eder; Zât-ı Akdes de, bütün sıfât-ı kemâliyeyi istilzam eder..." İşarat-ül İ'caz
Allah ismi, bütün ilâhî isimleri camidir, yani hepsini içine alır. "Bütün isimler Allah'ın isimleridir," denilir, ama 'Allah, Rahmân'ın ismidir, Rahîm'in ismidir...' denilmez.
Bütün isimleri içine alan ism-i âzamın hangi isim olduğu hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte, İslâm âlimlerinin büyük çoğunluğu bu mübarek ismin, ism-i âzam olabileceğini söylemişlerdir. Bunun için, bir kul 'Allah' dediği zaman bütün ilâhî isimleri ve sıfatları birden yâd etmiş olur.
"Lâ ilahe illallah" kelamı, esmâ-i hüsnanın adedince kelamları tazammun ediyor... "Lâ Halika illallah," "Lâ Fâtıra, Lâ Razıka, Lâ Kayyûme illallah" gibi... [16]
Rahman, Rahîm, Rezzak, Gaffar gibi 'cemâlî isimler' ruhumuzda şükür ve sena mânâlarını canlandırırken, Ehad, Samed, Kayyûm, Kadîm, Baki gibi 'kemâli isimler' kalbimizi hayret ve takdir hisleriyle dolduracak, Kahhâr, Cebbar, Kadîr, Muntakim gibi 'celâlî isimler' ise bize noksanlığımızı, aczimizi, fakrımızı hatırlatarak nefsimize takva şuurunu kazandıracaktır.
Allah ismi, bütün esmâ-i hüsna gibi, bütün kemâl sıfatları da camidir.
Allah diyen bir kul, bütün ilâhî sıfatları ve bütün esmâ-i hüsnayı birden zikrettiğini bilerek, kendisini ilâhî isimlerin en parlak tecellisi ve ilâhî sıfatlardan haber veren bir hilkat mucizesi olarak yaratan Rabbine sonsuz hamd ve sena eder.
Lafza-i Celâl denilen bu ism-i âzamı okuyan bir mü'min, 'uludiyet' hakikatini düşünür ve ondan 'ubudiyet', yani kulluk hakikatine intikal eder. Bu ise saadetlerin en büyüğüdür. [17]
Rahman: "Dünya hayalında, mü'min-kâfir gözetmeksizin, mahlukatin hepsine merhametle muamele eden."
"Ezelde bütün yaratılmışlar hakkında hayır ve rahmet irade buyuran."
"Rızıkları ve her türlü iyilikleri ihsan eden."
Rahîm: "Verdiği nimetleri iyi kullananlara daha büyük ve ebedî nimetler veren."
"Ahiret hayatında sadece mü'minlere ihsan ve ikram eden."
'O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Gaybı da, müşahede edileni de bilendir. Rahman, Rahîm olan O'dur." [18]
Her iki mübarek isim de Allah'ın sonsuz bir merhamet sahibi olduğunu ifade ederler.
Rahmet ve merhamet; kısaca, 'hayrı irade etmek ve sonsuz ihsan ve ikramda bulunmak' mânâsına gelir.
Merhamet için yapılan şu tarif çok güzeldir:
"Merhamet; acıları, afetleri, sıkıntıları gidererek yerlerine hayrı, sürür ve saadeti ikame etme duygusudur."
Rahman ismi, 'insan-hayvan, mü'min-kâfir farkı gözetmeksizin her canlının her türlü rızkını veren ve onları koruyup gözeten" mânâsına gelir.
Rahîm ise, "iradesini doğru kullanan kullarına iman, ibadet, hidayet saadetini kazandıran ve onlara ebedî Cennetler hazırlayan" demektir.
Rahman ismi, ilk yaratılışa bakar. Nitekim, Cenâb-ı Hak, yarattığı her varlığı, onların iradeleri dışında nice ihsanlara mazhar kılar.
Rahîm ismi ise, daha çok, ikinci yaratılışa bakar ve iradelerini hayra, doğruya, güzele yönlendiren bahtiyar kullar için, ikinci yaratılışta, sonsuz lütuflar, nimetler, ikramlar verileceği müjdesini taşır.
Demek oluyor ki, Rahmâniyetin tecellisinde 'cebir', yani mahlukun iradesi dışında bir ikram ve ihsanda bulunma sözkonusudur.
Rahîmiyetin tecellisinde ise insanın cüz'î iradesini doğru kullanması şartı vardır.
Rahman hem isimdir hem de sıfat, Rahîm ise sadece sıfattır. Bundan dolayı, Rahman ismi başkalarına nîsbet edilmez., ama Rahîm ismi nisbet edilebilir.
Diğer taraftan, 'Allah, dünyanın Rahmanı, ahiretin Rahîmidir' buyrularak, Rahman sıfatının ezel ile, Rahîm sıfatının ise ebediyetle ilgili olduğuna dikkat çekilir.
Kur'ân-ı Kerîm'de Rahîm ismi, daha çok Gafur ismiyle birlikte kullanılmış, böylece en büyük rahmetin mağfiret olduğuna dikkat çekilmiştir. Şu halde mağfiret, Rahîm isminin en güzel bir tecellisiçdir.
Rahman ismi dünyada nail olduğumuz nice nimetlere, Rahîm ismi ise ahirette kavuşmaya namzet olduğumuz ebedî saadetlere nazarımızı çevirir.
"Güçsüzlere merhamet edene, Rahman olan Allah da merhamet eder." [19]
Nur Külliyatında, şefkatin 'Rahîm ismine isal’ ettiği beyan edilerek şu noktaya önemle dikkat çekilir:
"Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan; elbette rahmetin derecesinden aşmamak ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât'ın (a.s.m.)'mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir."[20]
Rahman ve Rahîm olan Allah'ın, kâinatı ve içindeki eşyayı hizmetine vermekle merhametine mazhar kıldığı bir kulunu, küfür ve isyanı sebebiyle Cehennemine atmasına acımak ruh ve kalbin hastalığından ileri gelir. Zira, sıhhatli bir kalb ve müstakim bir akıl çok iyi bilir ki:
"Allah'ın rahmetinden fazla rahmet edilmez. Allah'ın gadabından fazla gadab edilmez." [21]
Biz Cehennem azabına uğramayı hak etmiş insanlara yersiz şefkat göstereceğimize, onları bu noktaya gelmeden önce yakalamanın ve kendilerine yardımcı olmanın yollarını aramak durumundayız.
İnsan, fakirleri doyurmak ve güçsüzlere yardım etmekle Rahman isminden; yanlış yolda gidenlere acıyıp şefkat etmek ve onları iman ve hidayet yoluna davet etmekle de Rahîm isminden feyiz alır. [22]
"Bütün varlıkların sahibi, tek hükümdarı."
"Bütün âlemlerin mutlak ve tek sultanı."
“De ki: İnsanların Rabbine sığınırım; insanların melikine, insanların (gerçek) ilâhına..."[23]
Nur Külliyatında bir terkip geçer: Saltanat-ı Rububiyet. Bu ifade bize, bütün âlemlerde her ne varsa hepsinin ilâhî terbiyeden geçtiğini ders verir. İşte bu terbiye, bir 'rububiyet saltanatı'dır.
Allah'ın, bütün mahluklar üzerindeki bir diğer saltanatı da 'hâlikiyet saltanatı'dır. Zira, her şeyin zâtı ve sıfatları, O'nun yaratmasıyla vücut bulmuşlardır. O ise zâtı ve sıfatlarıyla hiçbir şeye muhtaç olmayan yegâne Melik'tir. Bu saltanata ortak olacak bir başka melik düşünülemez.
Allah'ın, bütün rızıklananlar üzerinde de bir 'rezzâkîyet saltanatı' vardır.
Keza, bütün hayat sahipleri O'nun ihyasıyla hayat bulur ve bütün vefat edenler O'nun öldürmesiyle bu dünyadan ayrılırlar; bu ise bir 'ihya ve imâte saltanatı'dır.
Mâlikiyet, hâkimiyet, kudret, izzet, azamet ve kibriya da ayrı birer saltanattırlar. Bunların her birinin hükmü altında nice mülkler, nice aciz, zelil ve hakir mahluklar vardır.
İnsan o mutlak Melik'e kulluk etmekle, arzın halifesi olma şerefine erer.
İnsan ruhu, bedendeki bütün organlara ve duygulara hükmetmekle Melik ismine bir aynadır; ayakları dilediği yöne doğru yürütür, ellere istediği şeyi tutturur. Bu kısa dünya hayatında insanoğlu böylece bir imtihan geçirir.
Kul olduğunu idrak ederek o Melik-i Mutlak'ın rızası istikametinde çalışanlar, Cennette nice hizmetçilere efendilik edeceklerdir. Nefsine köle olmayı hürriyet sayanlar ise, kısa süren bir saltanatı müteakip ölümü tadacaklar ve O mutlak Melik'in huzurunda hesap verdikten sonra, ebedî olarak Cehennemde kalacaklardır.
Melik ismi, her şeyi Allah'ın hükmü ve tasarrufu altında bilmemizi ders verir. Bu kâinat ülkesinin yegâne melikinin Allah olduğunu ihtar ile O'nun o haşmetli saltanatına isyan etmekten nefsimizi men eder. [24]
"Zâtında, sıfatında, fiillerinde, isimlerinde, hükümlerinde her türlü lekeden, eksiklikten çok uzak, pek temiz."
"Her şaibeden münezzeh, çok temiz ve pak olan."
"Göklerdekiler ve yerdekiler, Melîk, Kuddûs, Azîz ve Hakîm olan Allah'ı tesbih ederler." [25]
Allah, maddeden, değişmekten, tesir altında kalmaktan, acizlikten, yardımcıya muhtaç olmaktan, bilmemekten, gücü yetmemekten, dilediğini icra edememekten ve her türlü ayıptan çok yüksek, çok uzak olduğu gibi, kendisi hakkında beşer aklının ve hayalinin mahsulü olarak ortaya atılan her türlü sıfattarı, benzetmeden de münezzehtir.
Kuddûs isminin, selbî sıfatlarından 'muhalefet-ün lil havadis' sıfatına dayandığı ifade edilmiştir.
Kuddûs isminin kâinattaki tecellîsi, sema yüzünden deniz yüzüne, çiçeklerden ormanlara kadar her şeyde mükemmel bir temizliğin hüküm sürmesidir.
Nur Külliyatından bir hakikat dersi:
"İsm-i Kuddüs'ün cilve-i âzamından gelen tanzif ve nezafet, bütün kâinatın mevcudatını temizliyor, güzelleşti riyor. Beşerin bulaşık eli karışmamak şartıyla, hiçbir şeyde hakikî nezafetsizlik ve çirkinlik görünmüyor." [26]
Bu isme karşı kulun vazifesi takdis ve teşbihtir. Takdis, 'Allah'ı kemâl sıfatlarla tavsif etmek'; teşbih ise 'noksan sıfatlardan tenzih etmek'tir. Meselâ 'Allah her şeye kadirdir' demek takdis; 'Allah acizlikten münezzehtir' demek tesbihtir.
Kuddûs ismi, Allah'ın bütün noksanlıklardan münezzeh ve mukaddes olduğunu ders vermekle, bizi temiz bir kul olmaya davet ederken, Kuddûs olan Allah'ın huzuruna selim bir kalb ve temiz bir bedenle çıkılması gerektiğini de ihtar eder.
"Kötü hasletler, bâtıl itikadlar, günahlar, bid'alar; manevî kirlerden olduklarını unutmamalıyız." [27]
Bir mü'min, şüphe ve tereddütlerden, bâtıl telakkilerden ve hurafelerden ayıklanmış tertemiz bir itikada; gösterişten, riyadan ve menfaatten uzak ihlâslı bir ibadete ve her türlü kötü ahlâktan uzak bir ruha sahip olmak için gayret gösterdiği ölçüde bu mukaddes isimden feyiz alır. Bir günah işlediğinde derhal tövbe ederek o lekeyi ruhundan silmeye çalışır.
Kuddûs ismine mazhar olmanın bir yolu da, maddî temizliğe dikkat etmektir.
Buna göre, bir insan maddî temizliğe dikkat ettikçe kâinattaki paklığa ve temizliğe ayak uydurmuş olur, manevî temizliğine hassasiyet gösterdiği ölçüde de meleklere yaklaşır.
Nur Külliyatından harika bir tespit ile bu bahsi tamamlamak istiyorum:
"O dehşetli Cehennem fabrikası, sair vazifeleri içinde, âlem-i vücud kâinatını âlem-i adem pisliklerinden temizlettiriyor."[28]
Buna göre, Kuddûs isminin azamî bir tecellisi de Cehennemde tahakkuk edecektir.
Mizanda günahları ağır basan mü'minler, bu günahlardan temizlenmek üzere Cehenneme gidecekler ve gerekli azabı tattıktan sonra tertemiz olarak Cennete varacaklardır.
Küfür üzere ölenlere gelince, Kuddûs ismi onlarda da bir başka şekilde tecelli edecek ve onları imansızlık kirlerinden temizleyecektir. Artık hepsi Cehenneme ve meleklere inanacaklar ve bu dehşetli azaptan kurtulmak için Allah'tan medet dileyeceklerlerdir. Ama bu geç kalmış tasdik, onları Cehennemden kurtarmaya yetmeyecektir. [29]
"Zâtı kusurdan, sıfatları noksanlıktan ve fiilleri serden salim olan."[30]
"Mahlukatını her türlü tehlikelerden selâmete erdiren."
"Cennetteki kullarına selâm eden."
“O Allah ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Melik'tir; Kuddûs'tur; Selâm'dır.[31]
Allah, Vacib-ül Vücud'dur, yani varlığı kendindendir ve yok olmaktan salimdir.
Kudreti sonsuzdur ve aciz kalmaktan salimdir. Bir başka kudretin, o mutlak kudreti sınırlaması, icraatından men etmesi muhaldir.
Keza, Allah'ın bütün sıfatları değişikliğe uğramaktan da salimdirler. Yani, onlar için bir noksanlaşma, bir farklılaşma, kaybolma, yok olma düşünülemez.
Ve Allah'ın bütün fiilleri mahlukatını selâmete erdirecek şekilde cereyan eder. Bu fiiller, zulümden, aşırılıktan, hikmetsizlikten kısacası bütün noksanlıklardan ve yanlışlıklardan salimdirler. O ilâhî fiiller, kâinatın ilk tohumunu şu hazır hale salimen ulaştırdığı gibi, bütün nutfeleri, çekirdekleri ve yumurtaları da ilim ve hikmetiyle terbiye ederek kemâl noktalarına kavuşturur.
Canlı cansız her şeyi, yokluktan varlığa salimen çıkaran Allah, kendisine iman ederek istikamet üzere ömür süren kullarını da kabir ve mahşer safhalarından salimen geçirerek 'Dârü's-Selâm' olan Cennetine ulaştıracak ve orada bu bahtiyar kullarına 'Selâm' diye hitap etmekle, bütün dert ve çilelerden, hastalık ve musibetlerden salim bir hayat süreceklerini müjdeleyecektir.
Bu müjdeye mahzar olmak isteyen bir kul, kalbini her türlü şüphelerden, aklını sapık fikirlerden, dilini yanlış sözlerden, midesini haram lokmadan, kısacası hem ruhunu, hem de bedenini sonu azap olacak şeylerden uzak tutmaya çalışacaktır. Zaten, Müslüman denilince, 'Allah'a tam teslim olmakla bu selâmete erişmiş bahtiyar kul'
anlaşılır.
Selâm ismi, bizi Dârü's-Selâm'a çağırır ve o âleme uygun bir hayat geçirmemizi ihtar eder. [32]
"Kendisine sığınanları emin kılan."
"Emniyet verici."
"Kullarını iman şerefiyle şereflendiren."
"Peygamberlerini doğrulayıp tasdik eden."
“O, ...Selâm'dır, Mü'min'dir, Müheymin'dir. [33]
Bu ismin verdiği emniyet ile, insan kendi bedenindeki sayısız denecek kadar çok faaliyetin nizam ve intizamla yürüdüğünden emin olarak, başka işlerle uğraşır. Ve yine, insanlar bu isme istinat ile, zeminin kaymayacağından ve yıldızların düşmeyeceğinden emin olarak işlerini tam bir emniyet içinde yürütürler.
İman şerefine erişen bir kul, "Her şeyin dizgini O'nun elinde; her şeyin hazinesi O'nun yanındadır" diyerek, Allah'a teslim olur ve tevekkül eder. Kendisini, dünya musibetlerinden kabir azabına, mahşerin dehşetinden Cehennem ateşine kadar her türlü tehlike ve zarardan ancak Allah'ın emin kılabileceğine iman ederek, O'nun rızası üzere çalışır ve huzur bulur.
Bu ism-i şerifin, Selâm isminden sonra gelmesi de bu noktada ayrı bir önem taşır.
Nur Külliyatında bu yakın ilgi şöyle dile getirilir:
"İmana gel kî elemden emin olasın. Kadere teslim ol ki selâmette kalasın."[34]
İmana gelen insan, hayır olsun şer olsun her şeyi Allah'ın yarattığını bilir. Allah'ı hakiki mâlik bildiğinden mülk alemindeki hiçbir varlıktan korkmaz.
Hastalıklara karşı Şâfi' ismine sığınır. Sebeplere teşebbüs niyetiyle, ilaçlarını kullansa da şifayı Allah'tan bekler ve neticeden emin olarak rahat eder. Bu netice en kötü ihtimalle ölümdür. Ölüm ise Allah'ın Mümît isminin tecillisiyledir. Allah, Muhyî ismini tecelli ettirmekle hayat verdiği kulunu, ölüm hadisesiyle kabre gönderir. Ve kabir, iman ehli için dünyadan daha güzeldir.
Kâinatın teşekkülünden kıyametin kopmasına, güneşin doğup batmasından, canlıların dünyaya gelip göçmelerine kadar bütün hadiseleri, ilâhî isimlerin tecellisi olarak seyreden bir mü'min, her türlü elemden emin olarak, dünyada Cennet hayatı yaşar.
Bu ismin tecellisiyle emniyet içinde yaşamak, sadece mü'min kullara mahsus değildir. Yuvasından çıkıp uçan bir kuş, rızık hususunda hiç bir endişe taşımaz. Nereye gidip neler yapacağını önceden planlamaksızın, bir ilâhî ilham ile ve tam bir emniyet içinde rızkını arar ve bulur. Bu hakikat bütün hayvanlar âlemi için de geçerlidir. [35]
"Gözetici ve koruyucu."
"Her şeyi murakabe ve muhafaza eden."
"İbadetlerin sevabını eksiksiz veren"
“O, ...Selâm'dır, Mü'min'dir, Müheymîn'dir.” [36]
Bu isim, insan ruhuna büyük bir huzur ve sürür bahşeder. Kendisini koruyup gözeten, yaptığı her ameli, her ibadeti, her iyiliği muhafaza eden Allah'ın, murakabesi ve koruması altında bulunmak, kalb için büyük bir inşirah kaynağıdır.
Bu ismi hatırlamanın en büyük faydası, kulu dikkate sevk etmesi, zerre kadar da olsa yaptığı amelin korunduğunu bilerek güzel işlerini artırmaya meyletmesi, aynı şekilde kötü işlerden de uzak kalma hususunda hassasiyet göstermesidir. [37]
"En üstün ve şânı en yüce olan."
"Mağlûp edilmesi mümkün olmayan yegâne galip."
"Allah'ı, sakın elçilerine verdiği sözden dönen sanma, Gerçekten Allah Azîz'dir, intikam sahibidir."[38]
Aziz, izzet sahibi demektir. izzetin zıddı ise zillettir. Meselâ, acizlik bir zillettir, sonsuz kudret ise izzet makamıdır. Fakirlik de bir zillettir, mutlak Ganî olmak, bir izzet makamıdır. Mahkûm olmak da bir zillettir. Her şeye hâkim olmak ise izzet makamıdır.
“Hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakib kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar."[39]
Hâkimiyet gibi, rububiyet, mâlikiyet, rezzâkiyet... de birer izzet akamıdırlar.
Misal olarak 'rububiyet’ üzerinde kasaca duralım:
Bütün âlemler Allah'ın rububiyeti karşısında zilletle boyun eğmiş, O'nun dilediği şekilde terbiye görmüşlerdir. Koca güneşi, yeryüzündeki canlılara hizmet ettiren, Allah'ın izzetidir. Güneş bu hizmetiyle, zelil ve mahkûm bir mahluk olduğunu âdeta haykırmaktadır.
Şu münâcat cümlesi izzet mefhumunu anlamamıza ışık tutuyor:
"Hem sen Azîz'sin, izzet ve azamet sahibisin! Biz zilletimize bakıyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek senin izzetinin âyinesiyiz."[40]
Allah, dünyaya halife kıldığı insana, diğer hayvanlar üzerinde bir izzet bahşetmiş ve Yasin sûresinde de buyurduğu gibi, 'hayvanları insanlar için zelil’ kılmıştır. Nitekim, bir çocuk yüzlerce hayvanı önüne katıp götürebilir. İşte o çocuğun bu saltanatında bir izzet cilvesi vardır. Ama, bu izzet onun şahsî hüneri yahut bilgisinin eseri değil, ancak ilâhî bir ihsan, bir mevhibedir.
Hayvanlara da bitkiler âlemine karşı bir izzet verilmiştir. Keza, bitkilerin de hayat şerefinden tamamen mahrum olan cansız varlıklara nisbetle bir izzetleri sözkonusudur.
İzzetinin ilâhî bir ihsan olduğunu unutarak Allah'ın emirlerine boyun eğmeyen insan, takındığı bu mevhum izzetin cezasını çok ağır ödeyecek ve nice hükümdarları, cebbarları zelil eden Cehennem azabıyla, zilleti bütün acılığıyla tadacaktır.
Bu mübarek isimden alacağımız en büyük ders; zilletimizin şuurunda olmamız, bize diğer varlıklar üstünde bir izzet bahşeden Rabbimize sonsuz hamd ve şükür etmemiz ve ahirette zelil olmamak için de, günah ve isyandan şiddetle sakınmamızdir. [41]
"Mahlukatı, iradesine uymaya mecbur eden."
"Dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan."
“Yaratıkların noksanlarını düzelten, işlerini ıslah eden."
"O, ...Azîz'dir, Cebbâr'dır, Mütekebbir'dir." [42]
Cebir, 'seçme hakkından mahrum bırakma' demektir ve iradenin zıddıdır.
Bu kâinat ve içindeki mahlukat, yokluktan varlığa kendi iradeleriyle değil, bir cebir ile sevk edilmişlerdir.
Güneşin güneş olması gibi Ay'ın ay, dağın dağ, denizin deniz olmaları da icbar yoluyla, yani bir zorlama ile gerçekleşmiştir.
Şu var ki, Alîm ve Hakim olan Allah'ın icbarı da ilim ve hikmet iledir.
Rahîm ve Kerîm olan Allah'ın cebir ile yaptığı her tasarrufun altında rahmet ve kerem saklıdır.
Cebir kelimesinin, hem 'kırıkları onarmak', hem de 'zorla iş yaptırmak,' mânâsına gelmesi enteresandır. Demek oluyor ki, Allah'ın cebri, ya bîr hekimin hastasına uyguladığı bir cebir yahut âdil bir hükümdarın zalimleri zorla hapse sokmasındaki cebri gibidir.
Semada yıldızlar kendi iradeleriyle değil Allah'ın cebri ile şu mevcut nizamı almışlardır. Kâinatın küçük bir misali olan insanın da, bütün organların şekilleri, vazifeleri, bedendeki yerleri, yine cebir ile tayin ve tespit edilmiştir. Ama ilâhî hikmet, bu dünya imtihanında insana bir irade bahşetmiş ve ihtiyarî fiillerde onu serbest bırakmıştır. Fakat, emrine isyan edenleri cebri ile Cehennemine sokacağını da önceden haber vermiştir.
Cennet ve Cehennemin yolları cebir ile tayin edilmiştir. Yani neyin helâl neyin haram olduğunu Allah bizzat tayin ve tespit etmiştir. Ama, doğru ve yanlıştan, Cennet ve Cehennemden dilediğini seçmekte insanı serbest bırakmıştır.
Aklı başında olan her insan, bu kâinatta cebren icra edilen ilâhî fiillerin ne kadar rahmet ve hikmet taşıdığını ibretle seyretmeli ve nefsin arzularına kapılmadan kendini o Cebbâr'a teslim ederek emri dairesinde bîr ömür sürmelidir. [43]
"Büyüklüğünü her şeyde ve her hadisede gösteren.”
"Kibriya ve azamet kendisine mahsus olan."
"Her şey, nezdinde hakir bulunan." [44]
"O ...Azîz'dir, Cebbâr'dır, Mütekebbir'dir."[45]
Büyüklüğünü göstermekle, 'büyüklenmek' farklı şeylerdir. Sonsuz derecede aciz ve fakir olan insanoğlunun, büyüklenmeye kalkışması, onun hakkında kötü bir sıfat olur.
Allah, insanların anladığı mânâda büyüklenmekten münezzehtir. Zira, Kebîr, Azîm ve Aliyy ancak O'dur. Bütün varlıklarda görülen büyüklükler O'nun büyütmesiyle, yücelikler O'nun yüceltmesiyledir. O halde Mütekebbir ismini, Allah'ın büyüklüğünü ilan etmesi şeklinde anlamalı ve O'nun büyüklüğü karşısında herkesin ve her şeyin zelil, hakir, fakir ve muhtaç olduğunu biimeliyiz.
Ahirette, bu hakikat bütün berraklığıyla görülecektir. Ama, önemli olan, bu gerçeği şu dünyada yakalamaktır.
Mütekebbir isminin bir tezahürünü Kur'ân-ı Kerîm şöyle haber veriyor.
"O gün onlar (kabirlerinden)fırlayıp çıkarlar. Allah'a karşı hiçbir şeyleri gizli değildir. (Buyrulur ki:) 'Bu gün mülk kimindir?' (Şöyle cevap verilir:) "Tek ve Kahhâr olan Allah'ındır."[46]
Demek oluyor ki, bu mübarek isim, bize aciz, nakıs, zayıf, fani ve hakir olduğumuzu ders vermekte ve büyüklüğünü ilan etmenin ancak Allah'a mahsus olduğunu ihtar ile nefsimizi haddi aşmaktan men etmektedir.
Allah Resûlü (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde beş şeye hayret ettiğini bildirir. Bunlardan birisini de şöyle ifade buyurur:
"Evvelinin bir cîfe, âhirinin bir lâşe olduğunu bildiği halde büyüklenen insana şaşarım."
Fatiha sûresinde, "bütün hamd ve senanın, âlemleri terbiye eden, Rahman ve Râhîm olan Allah'a ait olduğu" beyan edildikten sonra, Allah'ın 'din gününün de sahibi olduğu' nazara verilir. Bu âyetlerle Allah, büyüklüğünü ilan etmiş ve insanlar, aciz ve fakir bir kul olduklarının idraki içinde, "Biz ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz" diye Allah'a iltica etmişler, O'na sığınmışlar, O'na güvenmişlerdir.
Namazın her rüknünde tekbir getiren ve bu tekbirin mânâsını tasdik etmek üzere el bağlayan, bel büken, yüzünü yerlere süren insan, Mütekebbir olmanın ancak Allah'a has olduğunu bütün duygularına böylece sindirmekte ve kulluk şerefinden hissesini böylece almaktadır.
Kula yaraşan ve yakışan, büyüklenmek değil kulluk etmektir.
Kulun bu isimden feyiz alması, bu varlık âleminde, Allah'ın büyüklüğünü gösteren sonsuz şahitleri güzelce dinlemesine ve seyretmesine bağlıdır.
İnsan, Allah'ın büyüklüğünü başkalarına ilan etmekle de bu isimden ayrı bir feyze nail olur. [47]
Hâlık: "Eşyayı bir takdir ve ölçü ile yaratan; yoktan var eden."
Bari': "Eşyayı muhtelif şekiller ve suretlerle birbirinden mümtaz surette yaratan."
"Her varlığı, bir misali olmaksızın var eden."
'O Allah ki, Hâlık'tır, Bâri'dir, Musavvir'dir. En güzel isimler O'nundur.”[48]
Bütün varlık âlemi bu iki ismin tecellileriyle doludur. Bir vişne çekirdeğinde vişne ağacının, kiraz çekirdeğinde de kiraz ağacının planını yerleştirmek bir takdir işidir, bir ilim eseridir ve o çekirdeklerin böylece yaratılmış olmaları Hâlık ismini gösterir.
Bu çekirdekler, ağaç haline geldiklerinde ve meyve verdiklerinde birbirlerinden daha net biçimde ayrılırlar. İşte bu ayrılık, bu farklılaşma, bu imtiyaz Bari' ismini ilan eder.
Aynı türün fertleri arasında da bir imtiyaz sözkonusudur.
Bu hakikat insanlık âleminde bütün berraklığıyla okunur:
Nutfelerde insanın bütün organlarının şekilleri, yerleri büyüklükleri ve sayıları genetik program halinde yazılıdır. Bununla birlikte, Allah, her insana da diğerinden bir farklılık, bir başkalık lütfetmiştir. Bu başkalıkla, insanlar birbirlerinden temyiz edilir, ayrılırlar.
O halde, bir insan, yaratılışı ile Hâlık ismini, diğer insanlardan farklı olmasıyla da Bari' ismini gösterir.
İmam Gazâlî Hazretleri, meseleye biraz farklı yaklaşır ve bu iki isim arasındaki farkı şöyle nazara verir:
"Allah, eşyayı takdir etmesi ve bu takdire uygun olarak yaratması itibariyle Hâlık'tır. Onları yokluktan varlığa çıkarması itibariyle de Bârî dir." [49]
"Tasvir eden; her şeye bir suret ve şekil veren."
"Her şekli diğerinden farklı kılan."
"Mahrukatını istediği sıfat ve seçtiği surette yaratan."
“O Allah ki, Haliktır, Bâri'dir, Musavvir'dir. En güzel isimler O'nundur”.[50]
Varlık âlemini seyrettiğimizde ilk önce suretler âlemi gözümüze çarpar. Bütün bu suretler, mahiyetlere göre şekil almışlardır.
Nur Külliyatında geçen, 'sima-yı istidadiye-i hususiye' ve 'simayı vechiye-i şahsiye' ifadelerinden anlaşıldığı üzere, suretler maddî ve manevî olmak üzere ikiye ayrılırlar. Her ruhun taşıdığı sıfatlar, kabiliyetler, istidatlar ile kendisini başkalarından farklı kılan bir manevî siması vardır. Tıpkı, her yüzün başka yüzlerden ayrı bir şekle sahip olması gibi.
Manevî simaları tahayyül ve tefekkür etmemiz oldukça zor olduğundan, Musavvir ismini düşünürken daha çok maddî suretleri hatırlar, onlardaki güzellikleri ve hikmetleri düşünürüz.
Mahlukat henüz yaratılmamışken, her şeyin mahiyeti Allah'ın ilmindeydi. Bu mahiyetlerin her birinin de kendine has bir 'manevî siması' vardı. Bunlar dünya sahnesine çıkarıldıklarında her birisine ona mahsus bir maddî suret takıldı. Görünmez suretler, görünür hale geldiler.
"Ete kemiğe büründüm.
Yunus diye göründüm,"
beytinde, bu mânâ enfes bir şekilde dile getirilmiştir.
Bütün varlık âlemi için geçerli olan bu hakikati, kâinatın bir küçük misali olan insanda, daha net olarak okuyabiliyoruz.
İnsanın bir mahiyeti olduğu gibi, her bir organının da yine ayrı bir mahiyeti vardır. İlâhî ilim ve hikmet ile her organın iş görebilmesi için nasıl bir surete sahip olması gerekiyorsa, ilâhî kudret o organı ona göre yaratmış, tasvir etmiştir.
Şimdi bütün canlılar âlemine kısaca bir göz atalım:
'İnsan, deve, keçi, kurt, güvercin, serçe, balık' ruhlarının, birbirlerinden çok farklı olduğunu rahatlıkla anlayabiliyoruz. Bu kadar farklı ruh çeşidi yaratmak Allah'a mahsustur. Yine, bedenimizin ruhumuza en uygun şekilde yaratıldığını çok iyi bildiğimizden, her hayvanın ruhunun da kendi bedeninde rahat ettiğini anlayabiliyoruz. Ve bir milyonu aşkın hayvan türünün her birine, kendi ruhlarına en uygun bir beden inşa edilmesinde, Musavvir isminin azametini hisseder gibi oluyoruz.
Suret verme hakikati sadece canlılar âlemine has değildir. Ama, bu hakikat canlılarda daha berrak bir şekilde kendini göstermekte, okutturmaktadır.
Bütün sıfatları sonsuz olan Allah, bu sıfatların ve isimlerin tecellilerinde de sonsuzluk sırrını göstermiştir. Musavvir isminin de tecellileri sonsuza doğru uzanır ve bu suretlerden hiçbiri diğerine benzemez.
Bu âlemde birbiriyle yüzde yüz uyum gösteren iki şekil bulamazsınız. Hiçbir yıldız diğerinin aynı değildir. Bulutlar her gün, her şehirde ayrı şekillerde boy gösterirler.
Birbiriyle aynı iki dağ göremezsiniz.
Deniz kıyısına varınız, şekilleri birbiriyle aynı olan iki çakıl taşına rastlayamazsınız.
Bu hakikatin en açık delili, insan siması ve parmak izleridir. İnsanlık âleminde, geçmiş ve gelecek zamanı da dikkate alsanız, aynı simaya sahip iki fert göremezsiniz.
Musavvir ismi tefekkür edilirken, bu başkalıkların aynı zamanda büyük bir rahmet olduğu da düşünülmeli. Meselâ, bütün insanlar aynı simaya sahip olsalardı, toplum hayatı bir keşmekeş içine girerdi.
İnsan, Musavvir ismini düşünürken, suretler âlemini ve bu âlemin mahiyetler alemiyle olan harika ilgisini hayretle tefekkür etmeli, ayrıca kendisine ihsan edilen insan suretinin de şükrünü edaya çalışmalıdır. [51]
"Mağfireti, bağışlaması pek çok olan."
'Kullarının günahlarını affetmekle örten." [52]
"Tekrar tekrar affeden." [53]
"Rabbinizden mağfiret isteyin; çünkü gerçekten O, çok bağışlayandır. [54]
Günahlarına aldırış etmeksizin, Cennete gireceğinden emin bir halde yaşamak, büyük bir gaflet olduğu gibi, isyanlarına bakarak 'ben artık mağfiret olunmam’ demek de büyük bir hatadır.
Birinci hal Allah'ın gazabından emin olmak, ikincisi ise rahmetinden ümit kesmekle yeise düşmektir.
İşte Gaffar ismi, insanı yeisten kurtaran en büyük bir ümit kaynağıdır.
İmam Gazâlî Hazretleri, Gaffar isminin 'kötüyü, çirkini örten' mânâsına geldiğini zikrettikten sonra, önemli bir noktaya dikkatimizi çeker:
"Allah, insanın yüzünü, gözünü, elini açığa çıkardığı halde, midesini, bağırsaklarını ve sair görünmesi hoş olmayan organlarını içeride yaratmıştır. Onları böylece örten Allah, kulunun günahlarını da örter"
Yine o büyük İmam, Gaffar ismine, 'tekrar tekrar affeden' mânâsı vermiştir.
Bu mânâyı düşünürken, Hazreti Mevlâna'nın, bazı haddini bilmezlerce tenkit konusu yapılan bir mısraı hatırıma geldi:
"Bin defa tövbe şişesini kırmış olsan yine gel!"
'Tövbe şişesini kırmak,' günahkâr Müslümanlar için sözkonusudur. Bu söz, o büyük insanın Gaffar isminin inceliklerini çok iyi kavradığının işareti iken, maalesef çok yanlış şekilde ele alındı ve o muhterem zâta cahilce hücum edildi.
Tövbesini defalarca bozan bir kul, pişman olarak Allah'ın dergahına sığınsa ve affını dilese, Gaffar ismi gereği, Allah bu "kulu affeder.
Allah'ın affettiğini kulların etmemesi, işin içine nefsin, hissin ve dar görüşlülüğün girdiğini gösterir.
Kendisine yapılan bir kötülüğü yıllarca unutamayıp, mü'min kardeşini affetmeye yanaşmayan bir insanın, Hazreti Mevlâna'nın bu sözünü kavraması oldukça zordur.
Gaffar isminden nasiplenmenin birinci şartı, pişmanlık duymak, tövbe ve istiğfar ile mağfiret kapısını çalmaktır.
Bir diğer şartı da, başkalarını affetmek, kusurlarını örtmektir. Affedenin, mağfiret olunması kuvvetle umulur. [55]
"Kudretinin karşısında her şeyi aciz bırakan."
“Her şeyi hükmüne itaat ettirebilen bir galibiyet ve hâkimiyet sahibi."
"Düşmanlarını kahrederek zelil ve perişan hale getiren."
“Yerin başka bir yere, göklerin de (başka göklere) dönüştürüldüğü gün, onlar tek olan, Kahhar olan Allah'ın huzuruna çıkarılacaklardır."[56]
İlâhî ahlâkla ahlâklanmanın bir gereği de, Allah'ın kahrına hedef olanları kahretmektir. Bu noktada hatırımıza hemen şeytan gelir. İnsan şeytanı kahrettiği nisbette Allah'ın lütfuna mazhar olur. Şeytanı en çok kahreden şeyler ise, "iman, salih amel ve güzel ahlâktır."
Kalbini, ruhunu ve bütün iç dünyasını böylece güzelleştiren insan, şeytanı kahretme yolundadır ve ilâhî rahmete mazhar olmaya aday demektir.
Nefsiyle, bir ömür boyu yılmadan usanmadan cihad etmek, onun emrine baş eğmemek, küfürden, şirkten, haramdan uzak kalmak, şüphelileri de elden geldiğince terke çalışmak, Allah'ın lütfuna ermenin ve kahrından uzak kalmanın en büyük sebepleridir.
Nur Külliyatında, şöyle buyurulur:
"Herkes; kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir ve ahlâk-ı Ahmediye ile tahalluk ve sünnet-i nebeviyyeyi ihya ile muvazzaftır"
Kahhar isminin tecellisi, bütün azametiyle Cehennemde kendini gösterecek ve böylece kâfir ve müşrikler, kahır ve perişan olacaklardır.
Allah'ın kahrına uğramanın önemli bir sebebi de, Allah'ın kullarına ve diğer canlı mahlukatına haksızlık ve zulmetmektir. Böyle yapan bîr insan, kendisinde kahrın tecellisini istemiş olur.
Kahhar ismi, insanı isyan ve günahtan men ederek Cehennem azabından uzaklaştırır; hakkını çiğneyen ve kendilerine bir şey yapamadığı zalimler için de, bir azap müjdesi vererek mazlumu rahatlatır. [57]
"Kullarına karşılıksız ihsan eden."
"İhsanları ve bağışları bol ve devamlı olan."
"İstihkakı olmayan kuluna da ihsan eden."
“Yoksa, Azîz, Vehhab olan Rabbinin hazineleri onların yanında mıdır?” [58]
İşçilere verilen ikramiye, 'hibe' değildir. Daha verimli çalışmaları için bir nevî teşviktir, yani karşılığı beklenen bir yardımdır.
Allah'ın bütün ihsan ve yardımları hep 'hibe' yoluyladır. Bunların hiçbiri çalışmakla elde edilecek gibi değildir.
Meselâ, yok olan bir şeyin varlık sahasına çıkarılması Vehhâb isminin tecellisiyledir. O şey, yokluk âleminde çalışarak var olmaya hak kazanmış değildir.
Keza, hayvanlar da bitki âleminde güzel işler başararak hayvanlık mertebesine terakki etmiş değillerdir.
İnsanların insan olmaları da en büyük bir ihsandır. Vehhâb isminin en güzel ve en büyük bir tecellisidir.
Organ nakli için harcanan paraları şöyle bir düşünelim, sonra en fakir bir insana da göz, kalp, böbrek, el, ayak takıldığını hatırlayalım. Daha sonra, diğer hayvanların gözlerini, kalplerini, beyinlerini ve sair organlarını göz önüne alalım...
Bu canlılardan hiçbirinin bu organların gerçek sahibi olmadıklarını anlayacak ve hepsinin ilâhî bir ihsan ve hibe olduğunu açıkça göreceğiz.
Nur Külliyatından konuyla ilgili bir hikmet dersi:
"Şu meşhud saltanatı insaniyet ve terakkiyatı beşeriye ve kemâlât-ı medeniyet; celb ile değil, galebe ile değil, cidal ile değil, belki ona onun zaafı için teshir edilmiş, onun aczi için ona muavenet edilmiş, onun fakrı için ona ihsan edilmiş, onun cehli için ona ilham edilmiş, onun ihtiyacı için ona ikram edilmiş. "[59]
Kula yaraşan, ruhundan organlarına, dağlardan bulutlara, güneşlerden yıldızlara kadar her şeyi ona karşılıksız bağışlayan.ve her şeyi onun hizmetine veren O Vehhâb'a sonsuz bir şükür ve minnettarlık duymak ve bu kadar ihsana, gereğince teşekkür edememenin ezikliğini ve mahcubiyetini iç âleminde tam hissetmektir.
Vehhâb isminden bir tecelli nasibi alan insan, başkalarına karşılıksız iyilik ve ihsanda bulunur. İbadetlerini geçmiş nimetlere şükür için yapar ve Cennete girme hususunda Vehhâb isminin tecellisini umar ve bekler. [60]
“Maddî ve manevî her türlü rızkı ve bu rızıklara muhtaçları yaratan.”
"Canlıların rızkını dilediği şekilde veren."
"Hiç şüphesiz, Allah Rezzak'tır; O, kuvvet sahibi, Metin'dir." [61]
İnsan denilince, ruh ve beden birlikte düşünüldüğü gibi, rızık denilince de hem maddî, hem de manevî azıklar hatırlanmalıdır. Bununla birlikte, genellikle, rızık denildiğinde, öncelikle, bedenin ihtiyacını karşılayan, ona güç ve kuvvet kazandıran maddî nimetler hatıra gelir.
Bu nimetlerin her biri bir mucizedir. Topraktan insan yaratan Allah, aynı topraktan insanın rızkını da yaratmıştır. Tek başına ne toprak, ne su, ne ışık, ne de hava insanın karnını doyururlar. Bunlar, ilâhî bir terbiyeden geçerek 'rızık' haline gelirler.
Rızkımız, bütün bîr kâinatın bir fabrika gibi çalışmasıyla yaratılıyor. Bir tek faktör noksan olsa, rızka kavuşamıyoruz. Öyle ise yediğimiz bir meyvenin arkasında bütün bir kâinatı görüp, şükrümüzü ona göre yapmak durumundayız.
"Hayr-ı mahz olan vücudu sana giydiren Hâlık-ı Zûlcelâl, sana iştihalı bir mide verdiğinden Rezzak ismiyle bütün mat'umatı bir sofra-i nimet içinde senin önüne koymuştur. Sonra sana hassasiyetli bir hayat verdiğinden, o hayat dahi bir mide gibi rızık ister. Göz, kulak gibi bütün duyguların, eller gibidir ki, rûy-i zemin kadar geniş bir sofra-i nimeti, o ellerin önüne koymuştur."[62]
Demek ki, rızık denilince sadece yiyecek maddelerini hatırlamak eksik kalıyor. Midesi tok fakat gözü kör bir insan da bir yönüyle aç demektir. O halde güneş de göze rızık oluyor. Buna göre, insanoğlu akşama kadar neye baksa, ağzından giren lokma misali, o şeyin görüntüsü gözünde teşekkül etmekte ve ona rızık olmaktadır.
Aynı şekilde işittiği sesler de kulağının rızkı; kokular da burnuna rızık.
Manevî rızık denilince, öncelikle, ruh ve kaibi rahat ettirerek huzura kavuşturan şeyler hatıra gelir.
Aklın rızkı, nimetin kendisi değil, onu tefekkür etmektir.
Kalbin rızkı, çiçeğin rengi ve kokusu değil onu sevmek, onda tecelli eden ilâhî isimleri sevmek ve o isimlerin sahibi olan Allah'ı sevmektir.
Rezzak ismi bize maddî ve manevî nice rızıklara muhtaç bir kul olduğumuzu hatırlatır. Elementleri rızık haline getirerek bizim faydamıza sunan ve manevî ihtiyaçlarımızı da en güzel şekilde yerine getiren Rabbimizin o sonsuz rahmetine karşı kalbimizi hamd, şükür ve minnettarlıkla doldurur. [63]
"Rahmet ve rızık kapılarını açan."
"Zorlukları kolaylaştıran."
"Hidayetiyle kalplere iman ve marifet kapılarını açan."
"Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazandıkları nedeniyle yakalayıverdik." [64]
Bir milyondan fazla hayvan türü ve ondan daha fazla bitki türü olduğunu biliyoruz. Bu türlere giren fertlerin sayısını bilmek ise ancak Allah'a mahsus.
Sonsuz denecek kadar çok olan bu fertlerin bütün planları, nutfelerde, yumurtalarda yahut çekirdeklerde ilâhî ilim ve hikmetle yazılmış.
İşte bu noktaların kitap haline gelmesi, bu planlardan yapılar kurulması Fettâh isminin tecellisiyle başlar. Canlılar âlemine bu nazarla bakabilsek ve onları, dünkü planların canlanmış ve büyümüş halleri olarak değerlendirebilsek, Fettâh isminin sonsuz tecellilerini bir derece görür ve hayran oluruz.
Fettâh isminin bir başka sahası da manevîdir. Kalplerden gaflet perdesinin kaldırılması ve o kalplerin iman ve hidayete açılması Fettâh isminin en muhteşem, en bereketli ve en kıymetli tecellisidir.
Gözü açılan bir insanın bir anda semalara çıkması, dağlarda dolaşması, denizleri kucaklaması gibi, kalbinden gaflet perdesi kalkan bir insan da ilâhî isimlere ve bu isimlerin kaynağı olan ilâhî sıfatlara muhatap olur.
İmam Gazâlî Hazretleri de fethin hem maddî hem de manevî yönü bulunduğuna işaret ederek, maddî fetih için, "Biz, (Hudeybiye anlaşmasıyla) sana gerçekten bîr fetih (yolunu) açtık"[65] âyet-i kerîmesini; manevî fetih için ise, "Allah'ın insanlara açacağı rahmeti durduracak yoktur"[66] âyet-i kerîmesini misal gösterir.
Manevî fethin çok önemli bir yönü de Nur Külliyatında şöyle nazara verilir:
"Kâinatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de manen kapalıdır. Cenâb-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi açan 'ene' namında bir miftahı insanın eline vermiştir."[67]
Buna göre, insan ruhu Fettâh isminin en büyük tecellisine mazhardır. O ruha konulan ene, yani benlik, bir anahtar vazifesi görüyor. Allah, bu anahtarı kullanmasını bilen kullarına nice fennî keşiflerin yolunu açtığı gibi, esmâ-i ilâhiyenin hazinelerini de açıyor. ('Kenz-i mahfi'nin çoğulu 'künuz-u mahfiyye'dir ve ‘esmâ-i ilâhiye' mânâsına kullanılır.)
İnsan kendi ruhuna takılan ilim, irade, kudret gibi sıfatların her birini bir anahtar yaparak, kıyas yoluyla, ilâhî isimlere ve sıfatlara ulaşır. Nur Külliyatından 'Otuzuncu Söz'de tafsilatıyla işlenen bu konudan, sadece bir bölüm nakledeceğim:
"Daire-i mülkünde mevhum rububiyetiyle, daire-i mümkinatta Halikının rububiyetini anlar ve zahir mâlikiyetiyle. Halikının hakikî mâlikiyetini fehmeder ve "Bu haneye mâlik olduğum gibi, Hâlık da şu kâinatın mâlikidir." der ve cüz'î ilmiyle O'nun ilmini fehmeder ve kesbî sanatçığıyla o Sâni'-i Zülcelâl'in ibda-i sanatını anlar. Meselâ: 'Ben şu evi nasıl yaptım ve tanzim ettim. Öyle de şu dünya hanesini birisi yapmış ve tanzim etmiş' der." [68]
"Ezelî ilmiyle, büyük-küçük, mümkün-muhal, gizli-aşikâr her şeyi bilen."
"İlmi, yaratılmış ve yaratılmamış her şeyi birlikte ihata eden (kaplayan, içine alan)."
"Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz Allah'ın vechi (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, Vâsi'dir (rahmeti ve kudreti genişdir), Alîm'dir." [69]
Allah'ın zâtı hiçbir mahlukuna benzemediği gibi ilmi de mahluk ilmine benzemez. Ezelî ilim ancak O'nundur ve O'na mahsustur. Olmuş ve olacak her şey O'nun ilminde daima hazırdır.
Evveli ve âhiri olan ve her şeyi sonradan öğrenen insanoğlu, bu dar, kısıtlı ve sınırlı ilmiyle, Allah'ın ezelî ilminin varlığını bilse de hakikatini bilemez.
İnsanın, iradesi gibi düşünmesi ve hatırlaması da cüzidir. Bir anda iki şey düşünemez ve hatırlayamaz. Allah'ın ilmi ise küllidir, 'her şeyi birlikte bilir'; mutlaktır, 'hiçbir kayıt altına girmez' ve muhittir, 'her şeyi içine alır, ihata eder.'
Bu hakikat, Nur Külliyatında 'güneş' misaliyle çok güzel açıklanır. Güneşin ziyası hangi sahaları kaplıyorsa, o sahadaki bütün varlıkları birlikte görür, hepsini beraber bilir ve her biriyle aynı anda beraber ilgilenir. Burada sıraya koyma sözkonusu değildir. Güneşi şuurlu farz etsek ve ziyasına ilim desek, güneş bütün çiçekleri, ağaçları, yaprakları, otları, karıncaları, insanları ve daha nice varlıkları bir anda ve beraber bilir. Onun bilmesinde az-çok, büyük-küçük fark etmez.
Yine Nur Külliyatında ilim konusunda enteresan bir ifade yer alır: 'Fiilen bilmek'.
"Yaratan bilmez olur mu? O, Latîf ve Habîr'dir." [70] âyet-i kerîmesi, bu 'fiilen bilme'yi ders veriyor.
Bir misal: Selimiye camiinin mimarî özelliklerini biz de biliriz. Mimar Sinan da. Ama, onun bilmesi fiilîdir. O, Selimiye'nin minarelerini yapar kubbesini çatarken, ilmiyle kudreti birlikte çalışmıştır. Bizim aynı şeyleri bilmemiz ise bundan çok farklıdır. Bizimkinde, yapılmış olanı sonradan öğrenme sözkonusudur.
Her şeyi bilerek ve hikmetle yaratan Allah'ın, eşya hakkındaki ilmi 'fiilî bir ilimdir,' mahlukatın ilmine benzemez.
İnsan kendisine ihsan edilen o cüz'î ilmiyle Allah'ın Alîm ismini tanır. Her şeyin ilimle vücut bulduğunu, hikmetli ve mânâlı yaratıldığını anlar. Bir hayvan, kendi iç organlarından bile haberdar değilken, insanın bu kadar geniş bîr sahada ilmiyle dolaşması, onun için büyük bir şereftir. Arzın halifesi olan insan, kendini okuduğu gibi, kendini okumaktan aciz mahlukları da okumakla vazifelidir.
Hadis-i şerifte, "bir saat tefekkürün bin yıl nafile ibadetten hayırlı" olduğu haber verilerek, ilmin bu ulvî şerefi nazarımıza sunulur. Bu şerefi hiçe sayarcasına, akıllarını sadece dünya menfaatlerini temin ve nefsin arzularını tatmin için sarf eden insanlar ne kadar zarardadırlar!?... [71]
Kâbıd: "Daraltıp sıkan."
"Kıtlık veren"
Basit; "Açıp genişlik veren."
"Bollaştıran."
“Allah, daraltır ve genişletir ve siz O'na döndürüleceksiniz ”. [72]
Bu iki isim hem madde, hem de mânâ âlemi için geçerlidir. Zenginlikte genişlik, fakirlikte darlık olduğu gibi, ilimde genişlik cehalette darlık vardır.
Bu iki mübarek ismin en büyük tecellileri, insanın kalb ve ruh âleminde kendini gösterir. Zira, ruh bedenden, mânâ da maddeden üstündür.
Kulun, cüz'î iradesini Hakk'ın rızası istikametinde kullanmasıyla kalb ve ruh âleminde bir genişlik hasıl olur. Aksi halde insan ruhî sıkıntılar, günümüz tabiriyle stresler içinde perişan olur.
Tahkiki imanda genişlik, iman zafiyetinde ise darlık vardır.
Tevekkülde genişlik, sabırsızlıkta darlık vardır.
Affetmede genişlik, intikam hissinde darlık vardır.
Cömertlikte genişlik, cimrilikte darlık vardır.
Bununla birlikte bu iki isim insanın manevî terakkisinin esasları olan 'havf ve reca' ile yani "Allah'ın kahrından korkmak ve rahmetinden ümitli olmakla" yakından ilgilidir.
Kâbıd ismi korkunun, Bâsıt ismi ise ümidin önemli bir kaynağıdır. Yani, mü'min olan insan hem Allah'ın celâl ve azametinden korkacak, kabir azabını ve Cehennemi sıkça hatırlayacak; hem de O'nun rahmet ve mağfiretinden daima ümitli olacak ve ona göre amel edecektir.
Kur'ân'ın hülasası olarak tarif edilen Fatiha sûresinde, havf ve recâ sırayla işlenir, dolayısıyla da ruh ümitle korkuyu, ferahla darlığı sırayla yaşar.
'Rabb'ül-âlemîn,' 'Rahman ve Rahîm' isimleri ruhu sevinçle, ümitle rahatlatır.
'Mâliki yevmiddin' kelamı ise ruhta korku ve endişe uyandırır.
‘İbadet ve yardım dileme' safhalarında ümitle korku iç içedir.
'İstikamet yoluna hidayet' istenmesi, ruh için büyük bir ümit ve saadet kapısıdır.
Bu ümidi müteakip, 'mağdup' ve 'dallin' zümrelerinden olmanın korkusu ruhu sarar.
Bir bitkinin, gece ve gündüzden ayrı faydalar görmesi gibi, bir mü'min de Kâbıd ve Bâsıt isimlerinin her birinden ayrı bir feyiz alır.
İçinin sıkıldığı, karmaşık problemlerle kuşatıldığı, dünyanın kendisine dar geldiği anlarda, aczini ve fakrını daha iyi anlar; kulluk şuurunda inkişaf olur.
Ruhunun ferah ve sürurla dolu olduğu zamanlarda ise, bunu bir ilâhi ikram ve ihsan olarak değerlendirip şükür vazifesini eda etmeye çalışır.
İnsan, bu dünya hayatında, sıkıcı ve ferahlatıcı nice olaylarla değişik imtihanlar geçirir. Hastalanır, sıhhate kavuşur. Üzülür, sevinir. Derken bu geniş dünyadan kabre göç eder. İmanla göçenler için o âlemde Bâsıt ismi tecelli eder ve kabir, Allah Resulünün(a.s.m.)ifadesiyle, 'Cennet bahçelerinden bir bahçe' olur. İnanmayanlar için ise Kâbıd ismi tecelli eder ve kabir, "Cehennem çukurlarından bir çukura" dönüşür, insanı sıkar durur.
Ve bu yolculuğun sonu Cennet ve Cehennemle son bulur. Birincisinde her türlü genişlik, ikincisinde ise her türlü darlık vardır. [73]
Hâfıd: "Kâfirleri, asileri, mütekebbir ve zalimleri alçaltan.
"Din düşmanlarını rahmetinden uzaklaştırıp ahirette zelil eden ve cezalandıran."
Rafı': "Sevdiği kullarını yükselten."
"Mü'minleri kendisine yaklaştırarak yücelten."
"(O), alçaltan ve yüceltendir." [74]
Bu iki ismin tecellisi de büyük çapta, kulun cüz'î iradesine bakıyor. İradelerini yanlış yolda kullanarak küfür ve isyan yoluna giren insanlar, alçalmaya talip olmuşlar ve Hâfıd olan Allah da onları inançsız ve ahlâksız kılmakla alçaltmıştır. Bu alçalmanın ahiretteki neticesi ise Cehennemde, zillet içinde azap çekmektir.
İman, ibadet ve ahlâk yolunu tutanlar ise yükselmeye talip olmuşlar; Râfi' olan Allah da onları, salih bir kul yapmakla yükseltmiştir. Bu yükselmenin ahiretteki neticesi ise Cennette ebedî saadete ermektir.
Demek oluyor ki, alçalma da yükselme de öncelikle dünyada gerçekleşiyor; birincisi Hâfid, ikincisi ise Râfi' isminin tecellileriyle.
Dünya ahiretin tarlası olduğundan, bu yükseklik ahirette çok daha inkişaf ediyor; bu alçaklık ise çok daha aşağı dereceleri netice veriyor.
Kulun, Râfi' ismine mazhar olması, öncelikle iman, takva, salih amel ve güzel ahlâk yoluyla gerçekleşir. Bir de insanın başkalarını yükseltmeye çalışması, onları imana ve islâm'a davet etmesi var ki, bu yol en büyük bir feyiz ve yükselme vesilesidir.
Ayrıca, bir mü'min, islâm'ın ulviyetini kalplerde ve akıllarda yerleştirdiği ölçüde kendisi de yükselir, Râfi' ismine mazhar olur. İslâm'a zıt görüşleri, bâtıl inançları, yanlış fikirleri çürütüp aşağıladığı nisbette de Hâfid isminden ayrı bir feyiz alır. [75]
Muizz: "Dilediğine izzet ve kuvvet veren, ilimde yükselten."
Müzill: "Dilediğini zelil kılıp rahmetinden uzaklaştıran. Hor ve hakir kılan.
"...Bilin ki, Allah'ı aciz bırakacak değilsiniz. Gerçekten Allah, inkâr edenleri hor ve aşağı kılıcıdır." [76]
İzzet denilince aklımıza hemen gelen mânâ üstünlük ve galibiyettir. Mü'minler azizdir, kâfirler zelil. Âlimler azizdir, cahiller zelil.
İzzet en büyük bir hayırdır. Bütün hayırlar elinde olan Allah, izzetin de yegâne sahibidir. Kullar O'nun aziz etmesiyle bu şereften nasiplenirler.
Kâmil insanlar, arza halife kılınmalarından, Cennete namzet olmalarına kadar bütün izzet tecellilerinin Allah'tan olduğunu bilerek, O'nun kudret ve azameti, rahmet ve ihsanı karşısında secdeye kapanırlar.
Secde, nefsin zilleti en ileri seviyede tattığı, buna karşılık ruh ve kalbin izzet ve şeref kazandığı en üstün bir makamdır. Kulun Rabbine en yakın olduğu haldir; Allah'a yakınlık ise en büyük bir izzettir.
Allah, nefsine esir ve şeytana köle olmayı büyüklük sayanları, Müzill ismiyle alçaltır, hakir eder.
Bir kul, Allah'ın aziz kıldıklarına tazim etmekle izzete kavuşur; zelil kıldıklarından uzak kalmakla da zilletten kurtulur.
Nur Külliyatından bir cümle:
"İzzet ve zillet, fakr ve servet doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk'ın meşietine ve iradesine bağlıdır."[77]
Bu konuda, vaktiyle kaleme aldığım bir yazıdan bir bölümü arz ediyorum:
İzzet tacı da zillet gömleği de Allah'ın hazinesinde... Bunları mahlukatına sırayla giydirir...
Önceki günün azizleri, dün zelil oldular. Bugünkü azizler de zilleti tatmak için yarını bekliyorlar...
Etrafımız, bu iki ayrı tecellinin misalleriyle kaynaşmada...
Bir meyve ağacı yazın yaprak, çiçek açar, meyvelerle bezenir; seyrine doyum olmaz. Kış geldi mi her şeyini soyunur, kuru bir iskelet kalır. Başına karlar yağar, gölgesinde kimsecikler oturmaz.
Bu izzet ve zillet safhalarından geçen, sadece meyve ağaçları değildir. Güneş de doğarken azizdir, batarken zelil... Bahar, gelirken azizdir, giderken zelil... İnsan, yürürken azizdir, uyurken zelil...
Çocukluk, gençlik derken, olgunlukta bir izzet tecellisi görülüyor. Onu takip eden ihtiyarlık, zillet ve perişanlık yüklü... Derken, ölüm... Zilletin doruk noktası ve imanla göçenler için izzetin ilk basamağı... Önünü göremeyen ihtiyar, ölünce Cenneti seyre başlıyor. Bu izzeti bir yeni zillet takip ediyor: Sûr'dan korkma ve mahşere çıkma safhası...
İnsan, dünyada ne kadar izzet taslamışsa, orada o kadar zillet çekecek... Başını burada ne kadar dikmişse orada o kadar fazla eğecek. Ne kadar harcamışsa, o kadar hesap verecek. Ve sonunda bütün azizler bir yana, bütün zeliller bir yana ayrılacak. Mü'minler, Allah'ın 'azizler diyarı' olarak terbiye ettiği Cennete doğru yol alırken, münkir ve müşrikler, zeliller diyarına, Cehenneme düşecekler... 'İzzet ve zilletin ancak Allah'tan olduğu' hakikati bütün haşmetiyle görünecek.
Öyle ise, üzerimizde izzetin tecelli ettiği dönemleri çok iyi değerlendirmek mecburiyetindeyiz. Aziz iken Hakk'ın dergahında zelil olalım ki, zelil olduğumuzda O'nun lütfuyla yine izzete kavuşalım. [78]
Semi': "Gizli aşikâr her şeyi işiten."
Basîr; "Aydınlık karanlık, uzak yakın, büyük küçük her şeyi gören, müşahede eden."
“..Allah'ın âyetleri hakkında münakaşa edenlerin sinelerinde, ancak, yetişemeyecekleri bir kibir vardır. Sen Allah'a sığın. Şüphesiz O, Semi'dir, Basîr'dir." [79]
Maddeden münezzeh olan Allah'ın işitmesi, insan idrakinin kavrayabildiği ve hayalinin ulaşabildiği her türlü işitmeden münezzehtir; bunların hiçbirine benzemez.
Biz hava unsuru olmaksızın, içimizdeki bir arzuyu muhatabımıza işittiremeyiz. Ama, Allah bizim kalbimizden geçen her arzuyu işitir. Kalbin arzu duyması, sözlü istemeye benzemediği gibi, kalbin sesini işitmek de havada temessül eden kelimeleri işitmeye benzemez.
Bu benzemezliğin bir işaretini Cenâb-ı Hak insanın mahiyetine koymuştur. İnsan, uyanıkken muhataplarını görür ve onların konuşmalarını işitir; bu görmeye göz, bu işitmeye de kulak vasıta olmuştur. Ama rüya âleminde yine muhataplarıyla görüşür ve konuşur, fakat gözleri uykuya dalmış, kulakları bu âlemden ilgisini kesmiştir. Rüya âleminde ne hava unsuru vardır, ne konuşanın ses telleri, ne de dinleyenin kulakları.
Bizim havadan faydalanarak ses tellerimizi hareket ettirmemiz ve aklımızdaki bir mânâyı, böylece kelimelere dökmemiz, onu insanlara işittirmek içindir.
O konuşmanın ilâhî hikmet ve kudrete bakan bir yanı var kî çok önemlidir:
Ağzımızdan çıkan bir kelime havada bir ilâhî mucize olarak milyonlarca kelimeye dönüşür. Hava sayfası bizim konuşmamızla âdeta dolup taşar. Aynı sayfaya, diğer insanların konuşmalarından kuşların cıvıldaşmalarına, gök gürlemesinden suların şırıltılarına kadar nice sesler de yerleşirler. Bu varlıkların kendileri yer yüzünde hoş bir manzara teşkil ettikleri gibi, sesleri de hava sayfasında ayrı bir mucize sergilerler. Ve bu sanat eserini, Cenâb-ı Hak meleklerine ve ruhanilere seyrettirir.
Görmeye gelince: Güneşi güneş ışığını, gözü göz nurunu yaratan ve bir yağ parçasına görme kabiliyeti veren Allah, böylece bir hikmet ve kudret mucizesi sergilemiş oluyor. Yoksa meleklerin gözsüz görmelerinin de şehadetiyle, görme için mutlaka göz lâzım değildir.
İnsanın görmesi cüz’idir. Yani bir anda ancak bir yöne bakabilir ve bir şeyi seyredebilir. Başkalarını görebilmesi için nazarını ilk gördüğü cisimden çekmesi gerekir.
Allah'ın bütün sıfatları gibi görmesi ve işitmesi de küllidir, mutlaktır ve sonsuzdur. Yani, her şeyi birlikte görür ve işitir.
İnsan, karşısındaki şahsın derisinin altını göremediği gibi, kafasında taşıdığı düşünceleri ve kalbinde beslediği arzuları da göremez ve işitemez. Görmesi ışıkla, mesafeyle ve maddî engellerle sınırlıdır, işitmesi de belli frekanslar arasına sıkışıp kalmıştır. Ama bu insan, o kısa ve sınırlı olan görmesini ve işitmesini kıyas unsuru yaparak, Allah'ın Semi' ve Basîr olduğunu bilebilir.
Bu ilâhî isimleri düşünen bir mü'min, bütün eşyayı birlikte görmenin ve bütün sesleri beraber işitmenin ancak Allah'a mahsus olduğunu hatırlar. Ayrıca, yaptığı her işin görüldüğünü ve söylediği her sözün işitildiğini düşünerek bu sermayelerini daha dikkatle harcamaya çalışır.
İnsan, kendisine ihsan edilen bu nimetler sayesinde, hem Rabbinin Semi' ve Basîr olduğunu bilme şerefine erer, hem de renk, şekil ve sesler âlemlerinde tecelli eden ilâhî sanatları hayret ve hayranlıkla tefekkür eder. [80]
"Hükmeden, hakkı yerine getiren."
"Hükümlerinde zulüm bulunmayan."
"(De ki:) Allah'tan başka bir hakem mi arayayım? Oysa O, size Kitabı tafsilatlı olarak indirmiştir." [81]
Bu ism-i şerif yâd edilirken, hayalimiz bizi mahşer meydanına götürür. O dehşetli meydana çıkış, ilâhî bir hükümle olduğu gibi, orada belli bir süre beklenmesi de yine ilâhî irade ve hüküm iledir.
Bu hükmün icra edilmesiyle, dünya tarlasının bütün mahsulleri bir araya toplanır. İlâhî hâkimiyet karşısında herkesin aciz ve zelil kaldığı, olanca ağırlığıyla hissettirilir.
Bunu takiben mizan kurulur ve "hükmün ancak Allah'a ait olduğu" bütün haşmet ve azametiyle herkese gösterilir.
Daha sonra, yine Allah'ın hükmüyle, bir kısım insanlar doğrudan Cennete giderler. Bir kısmı, günahları kadar yanmak üzere Cehenneme gönderilirler. Bir başka gurubun ise ebedî olarak Cehennemde kalmalarına hükmedilir.
Elbette ki, bu ismin tecellisi sadece ahirete mahsus değildir. Bu dünyada da bütün varlıklar bu ismin tecellisine mazhardirlar. İnsanı misal alarak konuşalım: İnsanoğlunun dünyaya gelişi gibi ölümü de ilâhî hüküm iledir. Organlarının yerleri, şekilleri, büyüklükleri, vazifeleri hep ilâhî hüküm ile tahakkuk etmiştir.
Diğer bütün varlıklar da, Allah'ın taktir ettiği özelliklere sahip olur ve O'nun hükmü altında vazife görürler. [82]
"Bütün icraatları hak ve adalet üzere olan.”
"Her hak sahibine hakkını veren ve haksızları cezalandıran."
“Ey iman edenler, âdil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sîzi adaletten alıkoymasın." [83]
Allah Adl'dir. Adaleti sonsuz kemâldedir ve onun ötesinde bir adalet düşünülemez.
Nur Külliyatında adalet iki temel esasa ayrılarak incelenir: İhkak-ı hak' ve 'zalimleri cezalandırmak.'
İhkak-ı hak, her hak sahibine hakkını en güzel şekilde vermek demektir.
Allah, ağacın dallarından, güneşin gezegenlerine, Cennetin tabakalarından, Cehennemin menzillerine kadar her şeyi lâyık mevkiine koymuştur.
Bunun bir küçük misalini de insanda sergilemiş, her organı yerli yerine koymuş, vazife yapması için gerekli olan bütün şartları en güzel şekilde hazırlamış ve ihtiyaçlarını görmüştür.
İnsanın simasında, göz ile kulağı nasıl adaletle yerleştirmişşe, ruhunda da akıl ve hafızayı aynı adalet ölçüleriyle yaratmış ve her birine uygun vazifeleri yüklemiştir.
Varlık âleminde adaletini en güzel şekilde gösteren Allah, kullarının amellerine de adalet üzere karşılık verecektir.
"Her kim zerre kadar hayır işlemişse onu görecektir. Her kim de zerre kadar şer işlemişse onu görecektir." [84]
Adalet denilince bunun zıddı olan zulüm hatıra gelir. Zulüm, 'başkasının mülkünde, izni olmaksızın, tasarruf etmek demektir. Allah zulümden münezzehtir; çünkü bütün mülk âleminin tek sahibi ve yaratıcısı O'dur.
Bütün esmâ-i hüsna gibi, Adi isminin de diğer isimlerlerle yakın ilgisi vardır. Bunu kısaca şöyle ifade edebiliriz:
Azîz, Cebbar, Celîl, Kahhâr, Kadîr, Muktedir, Muntakîm... olan Allah, adaleti en kâmil mânâda tatbik eder.
Rahman, Rahîm, Kerim, Latîf, Halîm, Gaffar... olan Allah, bir kulunu Cehenneme koyarsa, o kul bunu hak etmiş demektir.
Bir insanın Adl isminden feyiz alabilmesi için, öncelikle kendisine ilâhî bir ihsan olarak verilen bütün organlarını, akıl, kalb, hayal, hafıza gibi manevî cihazlarını, sevgisini korkusunu ve daha nice hislerini yaratılış gayelerinde kullanması gerekir. Ancak o zaman, 'her şeyi yerli yerine koymak ve her hak sahibine hakkını vermekle' adalet etmiş ve zulümden kurtulmuş olur.
Aklını başkalarını aldatmaya ve onlara haksızlık etmeye yoran bir insan, öncelikle kendi aklına zulmetmiş olur. Çünkü, o akılla nice ilimler tahsil edebilir ve faydalı işler yapabilirdi. Böylece, hem dünyasını hem de ahiretini mamur etmiş olurdu. Muhatabına zarar vermekle ettiği zulüm ise ikinci derecede kalır. Çünkü, kendi aklına verdiği zarara karşılık muhatabının, meselâ, malına zarar vermiş olur.
Yine, bir insanın âdil olabilmesi için, maddî imkânlarını da adalet üzere kullanması, israftan sakınması, fakirin hakkı olan zekâtı eksiksiz vermesi gerekir. Zekât vermeyen insan, hem kendi nefsine, hem de muhtaçlara zulmetmiş demektir.
Adaletin ikinci şubesine gelince, elinde hüküm ve infaz yetkisi bulunan kimseler, 'zalimlere hak ettikleri cezayı vermek' ve bunu yaparken de aşırı giderek zulme girmemek suretiyle, Adl ismine mazhar olur ve bu isimden ayrı bir feyiz alırlar. [85]
"En ince ve gizli işleri, bütün incelikleriyle bilen ve onlara çok kolay nüfuz eden."
"Kullarına, sezilmez yollardan faydalar ulaştıran."
"Lütufla muamele eden."
“Allah, kullarına karşı lütuf sahibidir; dilediğini rızıklandırır. O, kuvvetlidir, Aziz'dir." [86]
Latîf, kelime manâsıyla, 'katı olmayan, ince, hoş ve yumuşak' mânâsına gelir. Latîf, kelimesinin, hem 'lütuf ve yardım'la, hem de letafetle yani 'kesif ve katı olmamakla ilgisi vardır.
Bir ismi de Nur olan Allah'ın bütün sıfatları latiftir; zâtı da, sıfatları da maddeden münezzehtir.
Şu âyet-i kerîme Latîf isminin bu mânâsını bize ders verir:
"Gözler O'nu göremez, O bütün gözleri görür. O Latiftir, Habîr'dir." [87]
"Allah kullarına latiftir, dilediğini nzıklandırır."[88] âyetinde Latîf, 'son derece lütufkâr olan, kullarına ince ve sezilmez yollardan ihsanlarda bulunan' mânâsındadir.
"Yaratan bilmez olur mu? O, Latîf'tir, Habîr'dir."[89] âyetinde ise Latîf, "en ince şeyleri kolaylıkla bilen" mânâsına gelmektedir.
Varlık âleminde latîf varlıklar, maddî ve kesif eşyadan kat kat fazladır. İnsan ruhu ve ona bağlı ince hissiyatlar buna misal verilebilir. Midenin bir gıdayı hazmetmesiyle, aklin bir mânâyı kavraması ve" anlaması birbirinden ne kadar farklıdır! Akıldaki bu ince faaliyet Latîf olan Allah'ın büyük bir ihsanıdır.
Yavrusunu kucağına alıp emziren bir annenin, kolları bebeği sardığı gibi, latîf şefkati de aynı şekilde yavrusunu her yönden kuşatır. Bu, Allah'ın hem o anneye, hem de yavrusuna büyük bir lütfudur.
Letafet denilince, aklımıza hemen yumuşaklık gelir. Bir insan, başkalarına karşı ne kadar yumuşak davranır ve ne kadar lütufkâr olursa Latîf isminin feyzinden o kadar fazla nasip almış demektir. [90]
"Eşyanın hakikatlerini ve gizliliklerini bilen."
"Batınî haberler kendisinden saklanamayan."
"Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine baksın. Allah'tan korkun. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır." [91]
Alîm ismiyle Habîr isminin mânâları birbirine çok yakındır. Şu var ki, Alîm ismi daha umumîdir.
Habîr denilince, haberdar olan, ilminden bir şey saklanamayan mânâsı hatıra gelir. Yani Alîm ismi, 'gîzli-aşikâr her şeyi bilen' mânâsını ifade ederken, Habîr ismi biraz daha hususiyet arz eder ve bize göre gizli olan şeylerin O Habîr için aşikâr olduğunu ders verir. Hiçbir hadise ve hatıranın, hiçbir düşünce ve -niyetin Allah'tan
gizlenemeyeceğini ifade eder.
Allah'ın Habîr olduğunu bilen bir mü'min, O'nun razı olmayacağı her türlü söz, fiil ve halden uzak kalmaya çalışır. Kendi iç âleminde olup bitenlerden hiçbirinin, Latîf ve Habîr olan Allah'tan gizli kalamayacağını düşünür. Kalbini yanlış inançlardan, aklını bâtıl düşüncelerden, hayalini faydasız meşguliyetlerden korumaya gayret eder.
İmam Gazâlî Hazretleri insanın, 'kendi ruh dünyasında cereyan eden ve başkalarının bilemediği şeyleri vicdanen bilmesi’ cihetiyle, bu isme mazhar olduğunu söyler. [92]
"Cezalandırmaya gücü yettiği halde, hemen ceza vermeyen."
"Kullarının isyanlarına karşı, hemen öfkeye kapılmayan."
“Şüphesiz Allah, Ğafur'dur, Halîm'dir." [93]
Hikmet dünyası olan bu âlemde, eşyayı yaratmakta'acele etmeyen, mahlukatı safha safha yaratan Allah, bu imtihan dünyasında küfür ve isyanlara da hemen ceza vermez. Kudreti yettiği halde, bu cezayı tehir eder. Kullara böylece tövbe kapısını açar ve onlara pişmanlık fırsatı verir.
Bu isimden kulun alacağı ders, işlediği günahlardan tövbe etmesi. Halim ismi gereği, cezasının tehir edilmesini bir fırsat bilip, Allah Resulünün(a.s.m.)tavsiyelerine uyarak, o günahlara kefaret olmak üzere güzel ameller işlemesidir. Bir de, Allah'ın Halim ve Gafur olduğunu hatırlatarak onu isyana teşvik eden nefsine, Alîm, Raklb, Hasîb ve Muntakim isimlerini hatırlatması ve böylece o nefsi yanlış yola girmekten men etmesidir. [94]
"Pek azametli."
"Hem zâtı hem de sıfatlan sonsuz kemâlde olan."
“Büyüklüğü akıl ve fehmin ihatasından münezzeh bulunan.”
"Göklerde ve yerde olanlar O'nundur. O, Aliyy'dir (yücedir), Azîm'dir." [95]
Azîm ismi, hem zâtın hem de sıfatların kemâline birlikte delalet eder. Azamette, heybet ve celâl mânâsı vardır.
Kur'ân'dan bir sûre okuduğumuzda bu tilavetimizi 'sadakallahü'1-Azîm' diye sona erdiririz; "Azîm olan Allah doğruyu ifade etti, hakikati ders verdi" deriz. Böylece Kur'ân'ın da azametini hatırlar, "bütün insanlar ve cinler, toplansa bir tek sûresinin bile mislini getiremeyeceğini" düşünür, onun belagatındaki azamete hayran oluruz.
Azîm olan Allah'ın kelamı taklide müsaade etmez. Bu hakikat, kâinat kitabı için de geçerlidir. Onun da ne sûrelerini, ne cümlelerini, ne de kelimelerini beşer taklit edememiştir ve edemez de. Bir çiçekteki ilâhî sanatın azameti, herkesi aciz ve hakir bırakır; kimse onun taklidini yapamaz.
Azîm ismini çok yâd ettiğimiz bir mevki de rükûdur. Rükûda, 'sübhane rabbiye'1-Azîm', yani 'beni en güzel şekilde terbiye eden Rabbim, Azîmdir, bütün noksan sıfatlardan münezzehtir' demekle, insan terbiyesindeki azameti hatırlamış oluruz.
Bu azamet karşısında eğilme ihtiyacı duyan bir ruh ve bu ihtiyaca cevap verecek şekilde yaratılmış bir beden...
İşte, ruhun ve bedenin böyle en güzel bir şekilde terbiye edilmeleri, ancak Azîm olan Allah'a mahsustur. [96]
"Affediciliği tam olan."
"Kulların kusurlarını melaike ve ruhanîlere karşı örten."
"Muhakkak ki, Allah bütün günahları bağışlar. O Gafur ve Rahim'dir." [97]
Bir âyet-i kerimede, mealen şöyle buyrulmuştur:
"De ki: Ey nefislerinde israfa giren (haddi aşarak günah işlemekle nefislerine zulmeden) kullarım. Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Muhakkak ki, Allah bütün günahları bağışlar. O Gafur ve Rahîm'dir."[98]
Âyette geçen 'nefis' kelimesi, 'zât' mânâsına gelir ve insana emanet olarak verilen bütün organları, duyguları, hissiyatı, akıl ve kalbi içine alır.
Nur Külliyatında şöyle bir cümle geçer:
"En kıymetdar âletleri, en kıymetsiz şeylerde sarfedip nefsine zulmettin."[99]
Aklını yanlış fikirlerle meşgul eden, kalbine bâtıl sevgileri yerleştiren, gözüyle harama bakan, diliyle yalan söyleyen, kısacası kendisine emanet verilen bütün o kıymetli aietleri ve duygulan, yanlış yolda kullanan insanlar 'nefislerinde israfa girmiş’ kullardırlar. Bu âyet-i kerime ile, insanların böyle bir israftan sakınmaları gereğine işaret edilmiş ve şeytana uyarak böyle bîr hataya düşmeleri halinde de ümitsizliğe kapılmayarak, Allah'ın mağfiretine sığınmaları ders verilmiştir.
Her ikisi de 'affedicilik' mânâsını ifade eden Gaffar ismiyle Gafur ismi arasındaki ince farkı, İmam Gazâlî Hazretleri şöyle açıklar:
"Gaffar, tekrar tekrar affeden demektir. Gafur ise, affediciliği tam olup, afv ve mağfiretin en ileri derecesinde bulunan mânâsına gelir."
Bu iki isimden kulun alacağı nasip, iki maddede özetlenebilir:
İnsan nefis ve şeytana uyarak bir günah işlediğinde, derhal tövbe etmeli ve ümitsizliğe düşmemek için Allah'ın Gafur olduğunu hatırlamalıdır.
Kulun bu isimden alacağı diğer nasip ise, mü'minlerin hatalarını örtmesi, başkalarına anlatmaması ve onları bağışlamasıdır.
İnsan, kendi cüz'î izzetine karşı işlenen küçük hataları affedebilmelidir ki, sonsuz izzet ve azamet sahibi olan Allah'a karşı işlediği isyanların affını dilemeye yüzü olabilsin. [100]
“Kendisine yapılan şükre, çok ecirle mukabele eden.”
"Cüz'î ibadetlere karşı külli mükâfatlar, yüksek dereceler ve çok sevaplar veren."
'Eğer Allah'a güzel bir borç verecek olursanız, onu sizin için kat kat artırır ve sizi bağışlar. Allah Şekûr'dur, Halîm'dir."[101]
Bir âyet-i kerîme:
"And olsun ki, şükrederseniz elbette size daha fazla veririm. Ve eğer nankörlük ederseniz, haberiniz olsun ki azabım çok şiddetlidir." [102]
Şükretmek Allah'ın sonsuz nimet ve ihsanlarının kıymetini bilmek demektir ve küfranın zıddıdır.
Cenâb-ı Hak, bu insanlık görevini yerine getiren mü'min kullarına kat kat mükâfat vereceğini bu âyet-i kerîmeyle müjde veriyor.
Nur Külliyatında, "fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır" buyrularak, şükretmenin insanın yaratılışında mevcut olduğu ders verilir.
Bu dünyada bir çekirdeğe karşılık bir ağaç ihsan eden Allah, dünyada yapılan ibadet ve şükürlere öyle mükâfatlar verecektir ki, Allah Resulünün (a.s.m.) ifadesiyle, "Ne gözler görmüş, ne kulaklar işitmiş ne de insanın kalbine, hatırına gelmiştir."
Şekûr isminin Cennetteki tecellisi işte böyle muhteşem, böyle harika ve böyle azim olacaktır.
Kula yakışan ve yaraşan, fırsatı çok iyi değerlendirip şu kısa dünya hayatını şükür ve ibadetle geçirmek, böylece ebedî saadete mazhar olmaktır.
Bu isimden nasiplenen bir kul, insanlardan gördüğü iyiliklere karşı da teşekkürle mukabele eder. Nankörlükten ve nimeti küçümsemekten sakınır.
Nitekim, Allah Resulü (a.s.m.)"İnsanlara teşekkür etmeyen, Allah'a şükretmez" buyurmuşlardır. [103]
"Kemâl derecelerinin en yücesinde bulunan."
veya bir elçi gönderir de izniyle ona dilediğini vahyeder.
Gerçekten O, Aliyy'dir, Hakîm'dir." [104]
Allah'ın varlığı vaciptir. Yani varlığı zâtındandır, yokluğu muhaldir. Bu ulvî mertebe sadece Aliyy olan Allah'a mahsustur. O'ndan gayrı ne varsa, hepsi mümkindirler yani bunların olup olmamaları eşittir; hepsi mahlukturlar, fanidirler, acizdirler. Bu varlıkların varlık mertebeleri, Vacib'in âlî mertebesi yanında çok aşağı ve süflî kalır.
Allah'ın bütün sıfatları mutlaktır, kayıt altına alınamazlar. Ve yine bütün sıfatları sonsuzdur; onların tecellileri için bir son düşünülemez.
İşte bu âlî mertebe de Allah'a mahsustur.
Mahlukatın ise, evvelleri olduğu gibi sonları da vardır. Öncesi ve sonrası olan bu varlıkların sıfatları da sınırlı ve kayıtlıdır, işte bu sınırlı ve kayıtlı sıfatlar, sonsuz ve mutlak sıfatlar yanında çok süfli ve çok aşağı kalırlar.
Aliyy ismi bize bu gibi dersleri verir; sonsuz ve mutlak kemâlin ancak Allah'a ait olduğunu bildirir.
"O'nun kürsisi, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O Aliyy'dir, Azîm'dir."[105]
Bir mü'min, Allah'ın sıfatlarının ulviyeti hakkındaki marifette ne kadar inkişaf ederse, Aliyy isminden o kadar fazla feyiz alır.
Kul, böylece manen terakki etmekle ulvî dereceler kazanır ve bu isme daha parlak bir ayna olur.
Ve yine, bir kul süflî, bayağı ve aşağı şeylerden uzak kaldığı ölçüde yükselir ve bu isimden alacağı feyiz de o nisbette artar. [106]
"Büyüklükte kendisinden daha üstünü düşünülemeyen."
"Celâli ve sânı pek yüce."
'O, gaybı da, müşahede edileni de bilendir, Kebîr'dir, Müteâl'dir." [107]
Kebîr ismi, "Allah'ın zâtının kemâline delalet eder" denilmiştir. Büyüklük, kemâl ile yakından ilgilidir. İlmi kemâle ermiş kimselere 'büyük insan' deriz. Keza, irfan, ahlâk, takva ve salahatta üstün olan insanlar da büyüktürler.
Bunlardan söz ederken, 'ilmi büyük' yahut 'irfanı büyük' demez, sadece 'büyük' demekle yetiniriz. Böylece, büyüklüğü sıfatlara değil, doğrudan zâta vermiş oluruz.
Allah'ın bütün sıfatlarının, isimlerinin ve fiillerinin sonsuzluğu Allah'ın zâtının büyüklüğünü gösterirler. [108]
Azîm, Kebîr ve Aliyy isimleri arasındaki ince farkı bir derece anlamak için bunların karşılığı olarak kullanılan 'yüce, büyük ve yüksek' kelimelerine bakmak gerekir. Bu kelimeler, o isimlerin mânâlarını tam ifade etmeseler de, aralarındaki fark hususunda bize bir fikir verebilirler. Yani, bu üç kelime aynı mânâya gelmedikleri gibi, bu isimler de aynı değildirler.
Bir de bu isimlerin zıtlarına baktığımızda, 'azîm' kelimesinin zıddı hakir, 'kebîr'in zıddı küçük, 'âlî'nin zıddı aşağı veya alçaktır.
Bilindiği gibi, Güneş'le Dünya arasındaki mesafe, yaklaşık yüz elli milyon kilometredir ve ışık, bu uzun mesafeyi sekiz dakikada kat ettiği halde, ışığı hâlâ dünyaya ulaşmamış yıldızlar vardır.
Bu bilginin ışığında, 'azamet, kibriya ve ulviyet' mefhumları arasındaki farka bir derece bakmaya çalışalım.
Semanın bu uçsuz bucaksız genişliğini ve yüksekliğini gözlerin ihatadan ve akılların idrakten aciz kalması noktasında, sema azimdir.
Semanın büyüklüğü yanında yeryüzündeki bütün büyük cisimlerin küçük kalması yönüyle, sema kebîrdir.
Semanın yüksekliği yanında yeryüzündeki bütün yüksekliklerin süflî kalacağı cihetiyle de sema âlîdir.
Bu misal, maddeden münezzeh olan Allah'ın azamet, ulviyet ve kibriyasını anlamakta, elbette tam bir ölçü olamaz. Zira, hiçbir cihetle mahlukuna benzemeyen Allah'ın büyüklüğü, azameti ve ulviyeti de kendine hastır ve bunların bîr benzeri düşünülemez. Ancak, bu misal ile sözkonusu isimlerin aynı olmadıkları, bir derece anlaşılabilirse maksat hasıl olmuş demektir.
Azamet, ulviyet ve kibriya, bütün sıfatlar için olduğu gibi bütün şuunât, fiiller ve isimler için de sözkonusudur.
Sadece bir misal olarak merhamet üzerinde duralım:
Nur Müellifi, "bütün validelerin şefkatleri rahmet-i ilâhiyenin bir lem'asıdır" buyurur.
Merhametli olmak bîr üstünlüktür ve bu sıfatın kemâli ancak Kebîr olan Allah'a mahsustur.
Allah'ın o azim rahmetinin genişliğini ve şümulünü akıllar idrak edemezler.
Ve Allah'ın mahlukatna ettiği merhamet, bütün merhametlerden çok daha âlîdir, yüksektir. [109]
"Koruyan, muhafaza eden."
"Varlıkları, kaderle tayin edilmiş bir ecele kadar, zevale uğramaktan koruyan."
"...Hem Rabbim sizin yerinize başka bîr kavmi geçirir de siz O'na hiçbir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, her şeyi gözetleyip koruyandır, Hafîz'dir." [110]
Hafiz: "Bütün varlık âleminin plan ve programını nur-u Muhammedi'de saklayan."
"Bir ağacın bütün özelliklerini çekirdeğinde derceden.""Birçok canlı türünün planlarını yumurtalarında, birçoklarını da spermalarında muhafaza eden."
"İnsanın bütün amellerini onun hafızasında kaydeden." "Hafaza meleklerine insanın bütün iyi ve kötü işlerini kaydettiren."
"İnsan-ı ekber denilen kâinattaki her şeyi ve her hadiseyi levh-i mahfuzda yazan."
Bütün bu saydıklarımız, hafîziyetin yani hıfz edip korumanın en çok kullanılan mânâlarıdır.
Hıfzın diğer bir mânâsı da, "hayata düşman olan unsurları dizginleyip, belli bir ecele kadar yaşama fırsatı tanıyan" demektir.
Bu hıfz ve muhafaza olmasaydı, ormanlarda vahşi hayvanlardan başkasının yaşamaması gerekirdi. Ama gerçek hiç de öyle değil. Aslanlara, parslara, kaplanlara rağmen, tavşanından tilkisine, ceylanından keçisine kadar nice hayvan türleri aynı mekân içinde hayatlarını sürdürürler.
Bu hal bir hıfzedicinin varlığını, bütün akıllara net biçimde gösterir.
Bu isimden kulun alacağı en önemli ders, bir muhasebe gününe doğru her gün bir adım daha attığını düşünerek, günahlardan, haramlardan ve hatalardan uzak kalmasıdır. Bedenini zararlı maddelerden koruduğu gibi, ruhunu, kalbini ve aklını da şeytanın ve şeytan vazifesi gören dessas insanların şerrinden korumasıdır. [111]
"Her şeyi lâyıkıyla bilip gözeten ve her şeye kudreti yeten.”
"Azıkları yaratıp bedenlere gönderen."[112]
Mukît, ilim ve kudrete birlikte delalet eden bir ilâhî isimdir. Her muhtacın neye muhtaç olduğunu bilmek ilim ile olur. Bu ihtiyacı yerine getirmek ise kudret gerektirir. Buna göre, bir mahlukun ihtiyacının gözetilmesi ve yerine getirilmesiyle Mukît ismi tecelli eder.
İhtiyaçlar maddî olabileceği gibi manevî de olabilirler. Cahiliye devrinde insanların en büyük ihtiyacı, 'tevhid inancıydı'. Bundan mahrumiyet, onları putlara tapacak kadar perişan etmişti. Cenâb-ı Hak, o kavme en son ve en büyük elçisini göndermek suretiyle, onların bu ihtiyacına en güzel şekilde cevap verdi.
Mukît'in bir başka mânâsı da, "Her muhtaca ihtiyacı kadar rızık veren" şeklindedir. Bu isim, kut ve gıda vermek demek olan 'ikâte' fiilinden gelmektedir. Bir canlının yeme, içme, görme, işitme, yürüme gibi her türlü ihtiyacı Rahman ve Rezzak olan Allah tarafından karşılanıyor.
Her canlıya, kendisine yetecek kadar rızık vermek 'ikâte' fiiliyle gerçekleştiriliyor ve bu ilâhî ihsanda Mukît ismi tecelli ediyor. [113]
"Kulların yaptıklarını muhasebeye tâbi tutan."
"Amellerin karşılığını verme hususunda kâfi olan."
“Onlar (peygamberler) Allah'ın gönderdiklerini tebliğ edenler, O'ndan korkanlar ve Allah'tan başka hiç kimseden korkmayanlardır. Hasîb olarak Allah yeter." [114]
Bu ism-i şerif 'Alîm, Habîr ve Hafız' isimleriyle yakından ilgilidir. İnsanı yaratan Allah, elbette onun her şeyini, her fikrini, her inancını, her niyetini yakînen bilir. Allah'ın bildiği, haberdar olduğu ve hıfzettiği bu gibi hal ve hareketlerden, insanın cüz'î iradesine bırakılan ve hakkında emir ve yasak bulunanlar, ahirette Hasîb isminin tecellisiyle, muhasebeye konu olacaklar ve insan, bütün bunlardan hesaba çekilecektir.
Hesap sormak, 'bilmekten, haberdar olmaktan ve hıfzetmekten' farklıdır. Bundan dolayı, Hasîb ismi, Alîm, Habîr ve Hafız isimlerinden ayrıdır ve müstakil bir isimdir.
Nur Külliyatından bir ikaz cümlesi:
"İnsan bu keramete, bu şerefe nail olduğu halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mes'ul zannetmesin.Onun da divan-ı muhasebatta pek karışık hesabları vardır. Ondan kurtulduktan sonra, müstehak olduğu yere gidecektir." [115]
Hasîb isminin bir başka mânâsı da 'kâfi gelen, yeten' şeklindedir.
"Hasbiyallahu lâ ilahe illa hu," yani "Allah bana yeter, O'ndan başka ilâh yoktur." [116]
âyet-i kerimesi, Hasîb isminin insan kalbindeki kâmil tecellisini bize haber vermektedir. "Allah bana yeter" cümlesi bir hükümdür, "O'ndan başka ilâh yoktur" cümlesi ise bu hükmün delilidir.
Bütün mü'minler, 'Hasbünallah' yani 'Allah bize yeter' derler. Çünkü O'nu, "herşeyin dizgini elinde, herşeyin hazinesi yanında, herşeyin yanında nazır, her mekânda hazır, mekândan münezzeh, aczden müberra, kusurdan mukaddes, nakstan mualla bir Kadîr-i Zülcelâl, bir Rahîm-i Zülcemâl, bir Hakîm-i Zülkemâl" (Nur Külliyatından, Sözler) olarak tanırlar ve böylece iman ederler.
Kulun bu isimden alacağı ders, ölümle birlikte hesap döneminin başlayacağını, kabir âleminde sorguya çekileceğini, kıyamet ve haşir safhalarından sonra her amelinden en ince teferruatına kadar hesap vereceğini bilmesi ve ömrünü ona göre tanzim etmesidir. Bu kısa dünya dönemine aklanmaması, ana rahminde olduğu gibi kabir âleminde ve daha sonrasında kimseden bir yardım görmeyip, ancak Allah'a sığınacağını bilerek, bu dünya hayatında da "Allah bana kâfidir" deyip, teslim ve tevekkül dairesinde yaşamaya çalışmasıdır. [117]
"Sıfatları sonsuz kemâlde bulunan."
“Mâlikiyet, hâkimiyet, kudret, azamet gibi bütün celâl sıfatlarına sahip olan."
"Heybeti, akılları dehşette bırakan."
"Celîl ismi, Azîm ismine yakın bir mânâ taşır. Aralarındaki ince farkı İmam Gazâlî Hazretleri şöyle ifade eder:
"Celîl ismi sıfatların kemâline delalet eder. Azîm ismi ise, hem zâtın hem de sıfatların kemâline birlikte delalet eder."
Nur Külliyatından bir hakikat dersi:
"İsm-i Celâl, alelekser nevilerde, külliyatta tecelli eder. İsm-i Cemâl ise mevcudatın cüz'iyatına tecelli eder... Ve keza celâl, vâhidiyetin tecellisinden, cemâl dahi ehadiyetin tecellisinden zahir olur." [118]
Bir çiçeğe baktığımızda ondaki güzelliğe, ince sanata, renklerindeki ahenge hayran kalırız. Bu güzellik Allah'ın Cemîl isminin bir teceilisidir. Bütün çiçeklere birden nazar edebilsek, bu hayranlığımız hayrete dönüşür. Bu kadar çiçeği ayrı ayrı süslemek, aralarında hoş bir ahenk kurmak azim bir tasarruftur, harika bir icraattır. İşte bu azamet, haşmet ve büyüklük mânâları, Celîl isminin tecellisiyledir.
Bîr kuşun, bulduğu bir taneyi zevkle ve heyecanla yemesinde, Rezzak isminin bîr tecellisini seyrederiz. Bir milyonu aşkın canlı türünün, rakamlara sığmayacak kadar çok fertlerinin birlikte rızıklanmalarını düşündüğümüzde, karşımızda bir celâl tablosunu buluruz. Ve o muhteşem ziyafette Celîl isminin bir tecellisini okuruz.
Yıldızlar âlemini ve büyük denizleri seyrettiğimizde de nazarımıza öncelikle celâl tecellisi çarpar. Bu haşmetli tablolarda Celîl ismini okuruz. Ancak, bunların gözler kamaştıran bir güzellikleri de vardır. Her iki tabloda da celâl içinde bir cemâl tecellîsiyle karşılaşırız. Nur Müellifi bu hakikati, 'celâlin gözünde cemâl' şeklinde ifade buyurur.
Kısacası, her biri sonsuz kemâlde bulunan ilâhi isimlerin, bütün mahrukatı kaplayan o muhteşem tasarruflarının her biri, vahidiyetin tecellisiyledir ve Celîl ismini bir başka pencereden bize gösterir dururlar. Bir tecellide, Allah'ın 'celîl hâlikîyetini,' bir başkasında 'celîl hâkimiyetini' bîr diğerinde ise 'celîl mâlikiyetini...' müşahede ederiz.
Hâlıkiyet, mâlikiyet ve hâkimiyetin, bütün varlık âlemini ihata etmeleri ve hükümleri altına almaları, vahidiyet tecellîleridir ve Celîl ismini fikir ehline okutturur, ders verirler.
Kulun bu isimden alacağı ders:
İnsan, kendi varlığını sonsuz varlıklardan bir nokta, simasını sonsuz simalardan bir sima, sofrasını sonsuz sofralardan bir sofra... olarak görüp, ilâhî isimlerin o celîl tecellileri karşısında hayretle secde etmeli, haddini bilmeli ve isyandan sakınmalıdır. [119]
"Keremi ve bağışı bol olan."
"Cömertliği daimî olan."
“Bir karşılık gözetmeden inayetiyle ihsan eden”.
“Kim şükrederse, artık o kendisi için şükretmiştir, kim nankörlük ederse, gerçekten benim Rabbim Gani'dir (hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır), Kerîm'dir." [120]
Allah'ın bütün varlıklara, özellikle canlılara yaptığı sonsuz ihsan ve ikramlar herkesin malûmudur. Hava nimetinden, bütün canlıları faydalandıran Allah, bu yardımlarını ve bağışlarını karşılıksız olarak yapmakta, böylece sonsuz keremimin sayısız örneklerini sergilemektedir.
Bu isim, insanlar için kullanıldığında, 'şerefli, itibarlı, cömert' gibi mânâlara gelir. Şu var ki, insanlar çoğu zaman yardımlarını karşılıksız yapmaz, maddî veya manevî bir ücret beklerler.
Halbuki, kerîm olan zât, yaptığı yardıma, karşılık beklemez. Bir fakirin karnını doyurduktan sonra, ondan iş talebinde bulunan insana 'kerîm' denmez.
Bir ömür boyu, nefislerinin tatminiyle uğraşan ve şahsî menfaat peşinde durmadan koşan kimseler, Kerîm isminin feyzinden nasipsizdirler; insanlar arasında makbul sayılmadıkları gibi Allah katında da değersizdirler.
Cömertlikle ilgili şu hadis-i şerif bu noktada çok ibretlidir:
"Cömert, Allah'a yakın. Cennete yakın, insanlara yakın. Cehennemden uzaktır." [121]
“Kullarının her şeylerini gözeten, müşahedesi altında tutan”.
"Her şey, ilmi, nazarı ve murakabesi altında bulunan."
"Şüphesiz Allah, sizin üzerinizde Rakîb'dir." [122]
Bu ilâhî isim, Alîm, Basîr ve Şehîd isimleriyle yakından ilgilidir. Her şeyi gören, bilen ve her hadisenin şahidi olan Allah, elbette bütün varlıkları ve bilhassa insanları daimî bir murakabe altında bulundurur. Bilhassa insanları diyoruz, çünkü insan, kendisine cüz'î irade verilmesi sebebiyle ihtiyarî fiillerde serbest bırakıldığından, bu murakabe en ileri mânâda onda merkezleşir.
Bu ismi düşünen bir kul, kendi nefsini daima gözetler, kontrol eder. Onu başıboş bırakmamaya, günah ve isyan sahasına sokmamaya çalışır.
Kendisini, Allah Resulünün (a.s.m.)ifadesiyle, bir çoban olarak bilir ve güttüklerinden sorumlu olduğunu idrak ederek, nefsini, aile fertlerini ve sorumluluk sahasına giren herkesi ve her şeyi murakabe altında tutmaya çalışır.
Duygularını, haramdan ve şüpheli şeylerden korur.
Gözünü harama yönlendirmez, kulağına her şeyin girmesine izin vermez.
Aklını gereksiz ve zararlı şeylere yormaz.
Kalbini de murakabe altında tutar; imanına zarar verecek, itikadına ters düşecek düşünce ve meyillerden hassasiyetle sakınır.
Sevgi ve korkusunun sadece Allah için olmasına azami dikkat eder. [123]
"Dua ve isteklere cevap veren."
"Rabbiniz buyurdu: Bana dua edin. Size cevap vereyim."[124]
Dua, 'istemek, talep etmek' demektir. Dua denilince, aklımıza, öncelikle, el açıp yalvarmak gelir. Bu, duanın sadece bir şeklidir ve 'kavli dua' olarak adlandırılır.
Nur Külliyatında, "istidad lisanıyla bütün tohumlar tarafından ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla bütün hayvanlar tarafından ve lisan-ı ızdırari ile bütün muztarlar tarafından edilen duaların makbulîyeti"nden söz edilir.
Bu ifadeden, duanın diğer üç çeşidini de öğrenmiş bulunuyoruz: 'İstidat lisanıyla dua', 'fıtrî ihtiyaç lisanıyla dua' ve 'ızdırar lisanıyla dua.'
Bütün çekirdekler, tohumlar, yumurtalar, nutfeler istidat lisanıyla dua ederek, bu istidatlarının kuvveden fiile çıkmasını talep ederler. Yeryüzünde sergilenen bütün hayvan ve bitki türleri, bu dualara cevap verildiğini ilan eder ve Mucîb isminden birer tecelli taşırlar.
Fıtrî ihtiyaçlarla yapılan dualara iki misal:
Göz, görme fıtratındadır, yani yaratılışında görme vardır ve görmek için de ışığa muhtaçtır. Keza mide, hazmetme fıtratındadır ve rızka ihtiyacı vardır. İşte bu dualara da cevap verilmiş ve güneş bir ışık kaynağı yapılırken, yeryüzü de azıklarla doldurulmuştur.
Izdırar lisanıyla yapılan dua ise çaresizlik içinde kıvranan, tutunacak hiçbir dalı kalmayan ruhların halis bir iltica ile Allah'tan medet dilemeleridir. Bunun en çarpıcı misali, Yunus aleyhisselâmın balığın karnında yaptığı duadır ve bu dua hemen kabul edilmiştir.
İşte bütün bu dualara, Allah cevap verir. Hakiki Mucîb ancak O'dur.
Dil, kalbin tercümanıdır. Kalpteki bir istek, henüz kelimelere dökülmeden, bir arzu, bir iştiyak yahut bir ızdırap halinde iken Allah'ın malûmudur
Nur Külliyatında duaya cevap vermekle, duanın kabulünün farklı şeyler olduğu enfes bir misalle şöyle açıklanır:
"Cevab vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevab vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenâb-ı Hakk'ın hikmetine tâbidir. Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: 'Ya Hekim! Bana bak.' Hekim: 'Lebbeyk' der.. 'Ne istersin?' cevab verir. Çocuk: 'Şu ilâcı ver bana' der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenâb-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hâzır, nazır olduğu için, abdin duasına cevab verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbaniyenin iktizasıyla ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez."[125]
Bu isimden kulun alacağı ders, herşey için ve daima Allah'a muhtaç olduğunu hatırdan çıkarmayarak, ihtiyaçları için ancak O'nun kapısını çalmak, O'ndan medet dilemektir.
Ayrıca, "veren el, alan elden hayırlıdır" hadis-i şerifini de düşünüp, kendisinden isteyenlere vermeye çalışmaktır.[126]
"Bütün sıfatları sonsuz ve sınırsız olan."
"Geniş rahmetiyle bütün varlıkları kuşatan."
“Sınırsız ilmi, olmuş ve olacak her şeyi içine alan."
“Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah, Vasi'dir, Alîm'dır." [127]
Bu ilâhî isim, mânâca, Muhît ismine yakın görünürse de, Vâsi' ismi çoğunlukla Allah'ın zâtı ve sıfatları için, Muhît ismi ise fiilleri için kullanılır. Meselâ, "Allah, o Vâsi' merhametiyle bütün mahlukatı Muhit'tir (kuşatmış, ihata etmiştir)" dediğimizde her iki ismi birlikte kullanmış oluruz. Ve aralarındaki farkı bir derece hissederiz.
Allah'ın merhameti vâsi'dir. Mahlukat yaratılmadan önce de bu böyle idi, yine böyledir. Mahlukatı yarattığında O'nun o vâsi' merhameti her muhtacı kuşatmış, içine almıştır.
İlâhî ilim, kudret ve sair sıfatlar için de benzer şeyler söylenebilir.
Buna göre, Muhît ismi, fiilî bir isimdir, ihata etme fiiline dayanır. Vasi' ise Allah'ın zâtına ve sıfatlarına bakar.
Bütün sema tabakalarını ve arzı kaplayan Kürsî, Allah'ın Vâsi' isminin en büyük bir tecelligahıdır.
"O'nun Kürsi si, bütün gökleri ve yeri kuşatmıştır." [128]
"Hüküm ve hikmet sahibi."
"Her şeyi olduğu gibi bilen."
"Gerekeni en güzel ve en faydalı şekilde yapan."
“En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde olanların tümü O'nu tesbih etmektedir. O, Azîz'dir, Hakîm'dir."[129]
Şu görünen varlık âlemine, kitab-ı âlem denildiği gibi, ilâhî fermanın bir ismi de Kur'ân-ı Hakîm'dir. Kur'ân'ın bütün emir ve yasaklarının insanın faydasına olduğunun en açık bir delili, şu kâinat kitabının ilim ve hikmetle âdeta kaynaşmasıdır.
Herbir fen, bu âlem kitabındaki sonsuz hikmetlerin sadece bir yönünü açıklamaya çalışır. Bitkilerden, hayvanlardan, denizlere, yer altına ve yıldızlara kadar her âlem, ayrı bir ilim dalının konusu olmuş ve her biri hakkında yüzlerce, binlerce kitap yazılmıştır. Âlemin bir küçük misali olan insanın derisi, iç organları, kalbi, gözü, kulağı ayrı birer ilim dalının inceleme konusudur.
Şu âlemde, her şeyin nice hikmetlerle dolu olduğunu gören insanoğlu, kendisini gayesiz, faydasız kabul edemez. Boş şeylerle uğraşıp ömrünü zayi edemez.
Ruhun hanesi olan beden, bu kadar hikmetli yapıldığına göre, o hanede tasarruf eden ruh nasıl hikmetsiz olabilir!?..
İnsan ruhunun ve kalbinin de hikmetli bir yol tutmaları, ancak Kur'ân-ı Hakîm'e uymalarıyla mümkündür.
Hakîm isminden gerekli dersi alan bir mü'min, her şeyi hikmetle yapan ve insanın ruhunda ve bedeninde nice hikmet cilveleri sergileyen Rabbinin hikmetine uygun hareket etmeye gayret gösterecek, faydalı işler yapacak, boş ve zararlı şeylerden sakınarak ahireti için azamî derecede sevap kazanmaya çalışacaktır.
Eşyada gizli ilâhî sırları ve gayeleri keşfetmek için çaba gösterecek, hikmetin 'faydalı ilim ve salih amel' tarifine uygun olarak, sadece gerçeği öğrenmekle kalmayacak, ilmini amelle destekleyerek Hakîm ismine mazhariyetten nasibini alacaktır.
Böylece, "(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, şüphesiz ona pek çok hayır verilmiştir"[130] âyet-i kerimesindeki müjdeden nasiplenmeye çalışacaktır. [131]
"Sonsuz muhabbete, yegâne lâyık olan."
"Mahlukatını seven ve onların hayrını isteyen."
“İyi kullarını seven, onları rahmet ve rızasına erdiren.
" (Rabbin), ilk olarak yaratan ve tekrar diriltendir. O, Gafur ve Vedûd'dur."[132]
Bir hadis-i kutside, "Ben gizli bir hazine idim. Bilinmeye muhabbet ettim ve mahlukatı yarattım" buyrulur. Nur Müellifi, "Muhabbet bu kâinatın bir sebeb-i vücududur" buyurmakla bu hakikate işaret eder. Yani, Cenâb-ı Hak, isimlerinin tecelli etmesini murat etmiş ve bu âlemi yaratmıştır.
Muhyiddin Arabî Hazretleri, "Rahmetim gazabımı geçti" hadis-i kutsisini şöyle tefsir ve tevil eder:
"Allah, dileseydî bütün isimlerini tecellisiz bırakırdı. Zâtı, bütün bu tecellilerden ganidir, yani O'nun o mukaddes zâtı, hiçbir ismin tecellisine muhtaç değildir. Ama o isimler tecelli etmek ve eserlerini göstermek isterler. İşte Cenâb-ı Hak, esmayı hüsnasına rahmetle nazar etmiş, onları tecellisiz bırakmamak için bu âlemi yaratmıştır."
Kendi isimlerini, idrakinden aciz olduğumuz mukaddes bir muhabbetle seven Allah, onların tecellisine hizmet eden şu mahlukatını da sever.
İşte bu sevgi, bu merhamet Vedûd isminden gelmektedir.
Allah her bir eserini sevmekle birlikte, bu sevgi ve merhametin odak noktası, en mükemmel eser olan insandır, çünkü, bütün ilâhî isimlerin aynası, tecelligâhı odur.
Allah'a inanan, ilâhî isimleri okuyan, onların tecellilerinden azamî ölçüde istifade etmeye çalışan mü'minler, arif ve âlim zâtlar, Allah'ın muhabbetine daha fazla mazhar olurlar. Onların, en mümtaz vasıfları, kalplerinde Allah sevgisinin hâkim olmasıdır.
Bir kulun kalbi, ilâhî muhabbetle ne ölçüde dolup taşarsa, Allah da o kulunu diğer kullarına nisbetle o kadar fazla sever. O bahtiyar kul, böylece Vedûd ismine parlak bir ayna olur.
Nur Külliyatından, harika bir tespit:
"İnsan, kâinatın en cami' bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir. İşte şöyle nihayetsiz bir muhabbete lâyık olacak, nihayetsiz bir kemâl sahibi olabilir." [133]
Bu ism-i şerif için kaydettiğimiz mânâlardan birisi, mahlukatını seven ve onların hayrını isteyen’, şeklinde idi. Bu mânâya göre, bir kul diğer insanlara ve hatta hayvanlara ve bitkilere, rahmet nazarıyla baktığı, onları Allah namına sevdiği ve onlara yardım ettiği ölçüde Vedûd isminden ayrı bir feyiz alır. [134]
“Zâtı mukaddes, şânı yüce, keremi ve ihsanı bol olan."
“(Allah) yüce arşın sahibidir; Mecid'dir." [135]
Allah'ın şanı yüce olduğu gibi, ihsan ve yardımı da son derece boldur. Demek oluyor ki, bu mübarek isimde her iki sıfat birden ifade edilmektedir.
"Elbette, Rabbimizin şânı yücedir. O, ne bir eş edinmiştir, ne de bir çocuk." [136]
âyet-i kerîmesinde, Mecîd isminin 'şânı yüce' mânâsı ağırlıklıdır ve Allah'ın çocuk ve eş edinmekten münezzeh ve yüce olduğuna dikkat çekilir.
"...Allah'ın emrine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir, ey ev halkı şüphesiz O, övülmeye lâyık olandır, Mecîd'dir." [137]
âyetinde ise, ihsan ve yardım mânâsı nazara verilir.
Allah, razı olduğu kullarının da şânını yüceltir ve onlara bol ihsanlarda bulunur.
Bu şereften daha çok pay almak isteyen bir kul, ihlâs, takva ve salih amel vadilerinde ilerlemeğe çalışmalı, ayrıca Allah'a çok hamd etmeli ve O'nun ihsanlarını sıkça hatırlayıp çokça ilan etmelidir. [138]
"Kıyametten sonra ölüleri tekrar dirilten."
"Peygamber gönderen; ölü kalpleri hidayetle dirilten."
“Nasıl oluyor da Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi O diriltti;
sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir ve sonra O'na döndürüleceksiniz." [139]
Bâis ismi için imam Gazâlî Hazretleri, "ikinci bir inşa ile ölüleri dirilten" mânâsı verir. Bu mânâ, aklımıza şöyle bir tefekkür levhası açar:
Ölü elementleri bir araya getirip insan bedeni haline koyan Allah, ruhun bedenden ayrılmasıyla ölümü tattırdığı insana, ahiret âlemine münasip bir ceset giydirerek, yeniden dirilişi tattıracak ve böylece insan, Cennet yahut Cehennemle son bulacak olan ikinci bir yolculuğa başlamış olacaktır.
Ruhun hayatı devamlıdır. Bedenden ayrılması, onun hayatında bir noksanlık meydana getirmez. Buna göre, Bâis ismine, 'ölüleri dirilten' diye mânâ verdiğimizde, cesetlerin yeniden hayata kavuşmasını kastederiz.
Allah, akıllara durgunluk veren diriliş mucizesiyle, Bâis ismini tecelli ettirecektir.
Ba's, yani öldükten sonra diriliş, gerçekte 'kabir âleminden mahşere çıkış' demektir. Doğum, ana rahminden dünyaya gelişin ismi, ölüm dünyadan kabre göçüşün ismi olduğu gibi, ba's da kabirden mahşere çıkışın ismidir.
Gerçekte, ömrümüzün her safhası bir diriliştir. Ana rahminde nutfeden alâka safhasına geçen bir beden için, nutfe safhası ölmüş, yeni bir devre başlamıştır. Tavırdan tavıra geçerek dokuz ay devam eden bu yolculuk, dünyaya çıkışla yeni bir devreye girer.
Ölümle bu safhaya son verildiği gibi, ba's ile de kabir hayatı son bulur. Yani, "ba's" kabir hayatının sona ermesi, mahşer ve hesap safhasının ise başlaması demektir.
Buna göre, Bâis ismine, "Kabir alemindeki ruhların bir anda ceset giyerek ahiret âlemine doğuşları, haşir meydanına çıkışları" şeklinde mânâ verebiliriz.
Dirilişle ilgili bir âyet-i kerîme:
"İnsan der ki: Ben öldüğüm zaman mı tekrar diri olarak çıkarılacağım? insan hiç düşünmez mi ki, kendisi önceden hiçbir şey değilken biz yarattık onu." [140]
Ve bir hadis-i şerif:
"Şuna da taaccüb olunur ki, her gün, her gece ölüp dirilip dururken ba'si ve nüşûru inkâr eder."
Nur Külliyatında, uyku için 'mevtin (ölümün) küçük kardeşi' denilir. İnsan, his dünyasının şu âlemden çekilmesiyle uykuya geçmiş olur ve kendisine bir başka âlemin kapısı açılır. Artık aynı hisler, bu yeni âlemde vazife görürler.
Rüyasında bir şeyler görüp işitirken, gözleri kapalıdır ve kulağı yanındaki konuşmaları işitemez haldedir.
İşte bu hal, ölüme ve kabir hayatına çok güzel bir misaldir.
Uyanma hadisesiyle, his dünyası yeniden dünya hayatıyla ilgilenmeye başlar; bu ise dirilmeye en güzel bir misaldir.
Demek oluyor ki, Allah Resulünün(a.s.m.)hadis-i şeriflerinde beyan ettikleri gibi, insan her gün hem ölümün hem de dirilmenin misallerini yaşar.
Böyle bir insanın dirilişi inkâr etmesi, gerçekten hayreti muciptir. [141]
"Bilinenin ve bilinmeyenin şahidi."
"Her mekân ve zamanda hâzır ve nazır."
De kî: "Benimle aranızda Şehîd (şahid) olarak Allah yeter; şüphesiz O, Habîr'dir, Basîr'dir."[142]
Şehîd, kelime manâsıyla, 'en ileri derecede şahit,' 'en büyük şahit' mânâsına gelir. Elbette Allah'ın şahitliği mahlukatın şahitliğine benzemez. Çünkü kullar, başkası tarafından yapılan bir işe, dışardan nazar eder ve böylece o hadisenin şahidi olurlar. Allah ise o hadisenin bütün safhalarını bizzat yaratandır.
Hayır ve şerrin Allah'tan olduğu, imanın bir rüknüdür. Yani, bir iş, hayır olsun, şer olsun onu ancak Allah yaratır. Zira, O'ndan başka yaratıcı yoktur.
Güzelbir cümleyi dudaklardan döken O olduğu gibi, kötü sözü de ağızda yaratan yine O'dur.
Kişi hayra ve şerre sadece istek gösterir, bunlardan birisine meyleder ve iradesini o yönde kullanır. Bunun ötesinde, her şeyi yaratan Allah'tır.
Ve Allah, hayır olsun şer olsun, gizli olsun açık olsun her şeyin Şehîd'i, en büyük şahididir.
İmam Gazâlî Hazretleri, Şehîd ismine Alîm mânâsı verdikten sonra şu açıklamada bulunur:
"Allah Alîm'dir. Bu bilme keyfiyeti, gaybî ve batınî şeylere izafe edildiğinde Allah Habîr'dir. Zahirî şeylere izafe edildiğinde ise Allah Şehîd'dir."
Bu ismin mü'minin ruhunda derin tesirleri vardır. Her şeyin Şehîd'i olan Allah'a iman eden insan, hiçbir şeyin O'ndan gizli kalamayacağının şuuru içinde, daima güzel işler yapmaya doğru söylemeye, takva dairesinde yaşamaya çalışır.
Öte yandan, insan, kâinatı hikmet ve ibret nazarıyla temaşa etmekle ilâhî sıfatların ve isimlerin tecellilerine şahit olur. Mahlukatın bir emir altında ve hikmetle hareket ettiklerini görür. Böylece, nefsini emir dinlemeye alıştırır. Kalbini ve aklını gereksiz ve zararlı şeylerden uzak tutmaya çalışır. [143]
“Zâtı vacip olup, varlığı gerçek olan.”
"Değişmekten münezzeh olan."
“Zâtı ile kaim, vacip ve değişmez olan.”
“...Şüphesiz Allah, O, Hak olandır ve şüphesiz O'nun dışında taptıkları (tanrılar) ise, bâtıldır..." [144]
Hak, şöyle tarif ediliyor: "Hak, inkârı caiz olmayan sabite denir." Verilen bir hüküm vakıa, yani gerçeğe uygunsa o hüküm haktır ve sabittir. Bunun inkârı caiz değildir.
Hak isminin en yaygın mânâsı, 'değişmekten münezzeh'tir. Allah'ın zâtı gibi sıfatları da haktır, bunlar için bir değişme sözkonusu olamaz.
Allah, Kadîm'dir evveli yoktur. Bu daima böyledir, bu hakikatte bir değişme düşünülemez.
Allah Bâkî'dir, âhiri yoktur; bunda da bir değişme sözkonusu olamaz.
Allah, mutlak ilim sahibidir, bu ilimde ne artma tasavvur edilebilir, ne de eksilme.
Vahdet sıfatı ve bunun neticesi olan tevhid inancı haktır ve onun hakkaniyeti daimîdir; onda bir değişme düşünülemez.
Sübutî ve Selbî bütün sıfatlar için de aynı şeyler söylenir. Ve bu değişmez sıfatların sahibi olan Allah'ın, Mukaddes zâtında da bir değişmenin olamayacağı bilinir.
Hak isminin tecellilerini, çepeçevre sarılı olduğumuz 'gerçekler' dünyasında bir derece seyredebiliriz.
Meselâ, Dünyanın Güneş etrafında döndüğünü söyleyen bir insan, hakkı ifade etmiş olur. Çünkü bu hüküm gerçektir, vakıa uygundur. Bunun aksini iddia edenler ise bâtıl bîr fikre sapmış olurlar.
Fizik alemindeki bütün değişmez kanunlar, Hak isminden bir tecelli taşırlar.
Aynı şekilde, bir insan, Allah'a 'ilâhî fermanın bildirdiği gibi' inanıyorsa, bu inancı haktır. Bunun dışındaki inançlar bâtıldır; çünkü hakikate zıttırlar.
Hak ismini yâd eden bir insan, bütün varlık âleminin durmadan değiştiğini görür ve kalbini değişmekten münezzeh olan Allah'a bağlar.
Hak dine yönelen bir insan, onun dışındaki bütün bâtıl telakkilerin kul yapısı olduğunu ve bunların da değişmekten kendini kurtaramadığını yakînen bilir ve bâtıl inançlara gönlünü kaptırmaz. [145]
"Yaratıkların bütün işlerine kefil olan."
"İşlerini kendisine bırakanların, isteklerini en iyi şekilde yerine getiren."
"Kendisine tevekkül edilen."
“...Allah, karanlıklarda kurduklarını yazıyor. Sen de onlardan yüz çevir ve Allah'a tevekkül et. Vekîl olarak Allah yeter." [146]
Bir işi kendi başına yapmaya güç yetiremeyenler, onu bir vekile havale ederler.
Kâinata bu mânâda nazar ettiğimizde, herkesin ve her şeyin hemen bütün işlerini, mutlak Vekîl olan Allah'a bıraktıklarını görürüz.
Bütün bitkiler âleminin, baharın gelmesi konusunda vekilleri ancak Allah'tır. Bîr milyondan fazla hayvan türünün, o rakamlara sığmaz fertlerinin tümünün, rızık konusunda vekilleri yine Allah'tır. Bedendeki yüz trilyona yakın hücreye rızık yetiştirme hususunda insanın yaptığı şey, sadece lokmasını ağzına atmak, çiğnemek ve yutmaktır. Bundan öte bütün işler, mutlak Vekîl olan Allah tarafından, en güzel şekilde görülür.
Tohumu tarlaya eken bir çiftçi de köyüne gelip istirahata çekilirken, yine O mutlak Vekîl'e işini bırakmıştır.
Yavrusunu emzirmek isteyen bir anne, gıdasını alır ve yediği yemeği süte çevirmesi için Allah'a tevekkül eder. Bu tevekkülün bir başka şekli de, o emzirilen bebekte görülür. Kendini O Vekîl'e teslim etmiş, beşiğinde her şeyden ve herkesten gafil olarak uyumakta ve O'nun koyduğu şefkat kanunuyla, anne kucağında ve baba ocağında rahat bir hayat sürmektedir.
İnsan olsun hayvan olsun, bütün canlılar geceleyin uykuya dalarken Allah'a tevekkül ederler ve dünyayı güneş etrafında saatlerce döndürerek kendilerini sabaha salimen çıkaracak o mutlak Vekîl'e tevekkül ile rahatça uyurlar. Bunun bir benzerini de gündüzün sergilerler. Dünyanın hassas ölçülere uyarak intizamla dönüşünden, aldıkları nefesin kanlarını temizlemesine kadar her işlerinde Allah'ı vekil tanır ve O'na tevekkül ederler.
İşin tuhaf tarafı, tevekküle karşı çıkan insanların da yine tevekkül sayesinde hayatlarını emniyet içinde geçirmeleridir.
İşte bu emniyet halinin şuurunda olmak tevekkül, bundan gafil olmak ise en büyük bir cehalettir.
Müslümanın tevekkül anlayışını en güzel şekilde ifade eden şu hadis-i şerifi beraberce okuyalım:
"Çalışmak âdetim, tevekkül halimdir."
Ve Nur Külliyatından özlü bir tevekkül tarifi:
"Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabi dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek ve esbaba teşebbüs ise bir nevi dua-yı fiilî telâkki ederek, müsebbebatı yalnız Cenâb-ı Hak'dan bilmek, neticeleri O'ndan istemek ve O'na minnettar olmaktan ibarettir."[147]
Vekil isminin mânâsını iyi anlayan bir mü'min, ulaşmak istediği maddî veya manevî bir netice için gerekli sebeplere tam olarak teşebbüs eder. Bunu 'fiilî bir dua' telakki ederek yapar. Ama müsebbebatı, yani neticeleri ancak Allah'tan bekler; şükrünü ve minnettarlığını ancak O'na verir. [148]
"Tam ve kâmil bir kuvvet sahibi."
"Kuvveti tam olup hakkında zaaf muhal olan."
“Allah'ın âyetlerini inkâr ettiler de, Allah da onları günahlarından dolayı yakalayıverdi. Şüphesiz, Allah Kaviyy'dir, azabı pek şiddetlidir." [149]
Kaviyy ismi, Allah'ın kudretinin zaaftan münezzeh ve her şeye galip olduğunu ifade eder. Münkir ve müşrikler kendilerini ne kadar kuvvetli de zannetseler, Allah'ın kahrı karşısında zelil ve perişan olurlar. Geçmiş asırlarda, bazen hava, bazen yağmur, bazen yer küresi insanın kahrına vesile kılınmış ve o zalim, inatçı ve kibirli kavimlere ne kadar zayıf oldukları fiilen gösterilmiştir.
Bu isim de diğer isimler gibi, kemâliyle, ahirette tecelli edecektir.
"Kâfirler azabı görünce, bütün kuvvetin Allah'ın olduğunu anlayacaklardır." [150]
Mü'min, bütün varlıklara tevzi olunan kuvvetleri, Allah'ın Kaviyy isminin birer tecellisi olarak görür. Rızık kanunuyla, bedenlere kuvvet ihsan edenin de ancak Allah olduğunu bilir.
Kaviyy ismine mazhar olan bir kul, madden ve manen kuvvetli olur; gazap ve şehvet gibi nefsanî kuvvetlere karşı koyabilir. [151]
"Kuvveti çok şiddetli olan."
"Hiç şüphesiz, Allah nzık verendir; O, kuvvet sahibi, Metîn'dir." [152]
Metin, metanet sahibi demektir. Yani, Allah'ın kudreti için, yorulma, zayıflama gibi noksanlıklar düşünülemez. O'nun kuvveti çok şiddetlidir.
Kaviyy, her şeye müessir olan, Metin ise hiçbir şeyden müteessir olmayan mânâsına gelir. Yani, Kaviyy isminin tecellisi karşısında bütün mahlukat zayıf, hakir ve aciz kaldıkları gibi, Metin ismi karşısında da mahlukun azı çoğu, büyüğü küçüğü fark etmez, hiç biri o Metin kudreti yoramaz, aciz bırakamazlar.
Metin isminin sırrına eren bir kul, sabır ve kuvvet sahibi olur. Kimse onu haktan ayırıp bâtıla saptıramaz. [153]
Allah, yarattığı her mahlukunu korur ve ihtiyaçlarına yardım eder. Çünkü, onda ilâhî isimlerinden bir kısmını tecelli ettirmiş, Rabbani sanatlarından bazılarını sergilemiş, teşhir etmiştir.
Allah'ın en büyük, en kıymetli eseri insandır. Allah, insana cüz'î irade verdiği ve böylece onu bir imtihana tâbi tuttuğu için, insanı sevmesini de, bu iradenin yerinde kullanılmasına bağlamış ve şöyle buyurmuştur:
"Deki, eğer siz hakikaten Allah'ı seviyorsanız, bana ittiba edin (uyun) ki Allah da sizleri sevsin."[154]
Bu âyet-i kerîme, Allah sevgisindeki ölçüyü en net biçimde ortaya koymuştur.
Sünnete uymak denilince, Allah Resulünün(a.s.m.) emirlerini tutmak, yasaklarından sakınmak, iman, marifet, ibadet, takva, salih amel ve güzel ahlâkta Onu rehber kabul etmek ve Onun haliyle hallenmeye çalışmak anlaşılır.
Bir insan bu sahada ne kadar ileri giderse Veliyy isminden o kadar feyiz almış demektir.
Nur Külliyatında sünnetler üçe ayrılarak incelenir:
"Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Sünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: Akvali, ef'ali, ahvalidir. Bu üç kısım dahi, üç kısımdır: Feraîz, nevafil, âdât-ı hasenesidir."[155]
Akval, Allah Resulünün(a.s.m.) sözlü emir ve tavsiyeleri; ef’al, yaşayışıyla, yaptığı işlerle fiilen verdiği dersler; ahval (haller) ise, Onun o mukaddes ruhunda yer etmiş her türlü güzellik ve üstünlüktür.
Üç guruba ayrılan bu sünnetlerin her birisi insana bir başka güzellik verir ve onu Allah'ın muhabbetine mazhar kılar.
Bunlar içerisinde de, en kıymetli olanı, ahvale taalluk eden sünnetlerdir, Allah Resulünün (a.s.m.) haliyle hallenmektir. İhlâslı olmak, halkın değil Hakk'ın rızasını gözetmek, Allah için sevmek ve Allah için düşmanlık beslemek, kin tutmamak, affedici olmak, öfkesini yutmak, mütevazi olmak bu sünnetlerden sadece birkaçı.
Şu var ki, Allah Resulünün(a.s.m.) haliyle hallenmenin yolu, diğer iki gurup sünnete tam uymaktan geçiyor
Velî, ibadet ve taatlarıyla Allah'ın dostluğunu kazanan kimsedir. Bu isme mazhar olan kulunu, Cenâb-ı Hak korur, gözetir; onu bir an bile nefsiyle baş başa bırakmaz. [156]
"Sena edilen, övülen."
“Fiilleriyle ve nimetleriyle hamde lâyık olan.”
"Ancak kendisine hamd edilen."
“O'dur ki, onlar umutlarını kestikten sonra yağmuru indirir ve rahmetini serip yayar. O, Velî'dir, Hamîd'dir."[157]
'Hamd etmek' denilince öncelikle, methetmek ve senada bulunmak akla gelir. Bu ise, bir kemâle karşı hayret ifadesidir.
Nur Külliyatında, hamdın ancak Allah'a yapılabileceği izah edilirken şöyle buyrulur:
"Sebeb-i medh olan nimet ve ihsan ve kemâl ve cemâl ve medar-ı hamd olan herşey O'nundur, O'na aittir."[158] Bu kâinatta her şeyin en mükemmel şekilde yaratıldığını gören bîr mü'min, neye baksa Allah'a hamd eder. Semaları direksiz durduran, kuru ağaçlardan meyveler çıkaran, beyin tezgahında düşünceleri dokuyan, cansız elementlerden hücreler yaratan Allah, sonsuz hamd ve senaya lâyıktır.
Yiyip içtiğimiz nimetler için de Allah'a hamd ederiz. Burada hamd, şükür mânâsına yapılmışsa da biraz düşünüldüğünde, bu şükürde de bir methetme ve senada bulunma mânâsının saklı olduğu görülecektir.
Meselâ, soframızda ekmek, peynir, yumurta ve zeytin bulunmuş olsun. Biz bu nimetler için Allah'a şükretmekle, aslında şöyle demiş oluruz: Buğday toprağın eseri değildir, toprağı ve suyu buğday haline getirmek bir ilâhî sanattır ve ancak Allah'a mahsustur. Aynı şekilde, zeytin de zeytin ağacının mahareti değildir. İneği süt, tavuğu yumurta fabrikası haline getiren ancak Allah'tır. Öyle ise bütün bu nimetler için ancak Allah'a şükür ve hamd etmeliyim.
Hamdın şükürden farkı, insana ulaşmayan nimetler için de hamd edilebilmesidir. Meselâ, bütün hayvanların dünya sofrasında birlikte rızıklanmalarını düşünen insan, bu muhteşem ziyafetin sahibi olan Allah'a hamd ve senada bulunur.
Fatiha sûresinde, "hamdın, yani bütün medih ve senanın, ancak, Rabbü'l-âlemîn, Rahman, Rahîm ve Mâliki yevmiddin olan Allah'a" ait olduğunun beyan edilmesi, Allah'ın diğer bütün isimlerinin de hamd ve senaya lâyık oldukları konusunda bir irşat ve bir işarettir.
Kul olarak, bize düşen vazife, her şeyi en mükemmel şekilde yaratan Allah'ın, bu akıl almaz harika icraatını tefekkür ve takdirle seyrederek medih ve senada bulunmaktır.
Hamd etme şerefinden nasiplenen bir insan, Allah'ın ihsanıyla, beğenilen ve methedilen bir kul olur; böylece bu isimden ayrı bir tecelli nuruna daha kavuşmakla şereflenir, yükselir ve yücelir. [159]
"Her şeyin sayısını bilen."
“Yemin olsun kî, O hepsini toptan ve teker teker saymıştır.” [160]
Bu ilâhî isim Alîm ismiyle yakından ilgilidir. İkisi arasındaki ince fark, Müzeyyîn (ziynet veren, süsleyen) ismiyle Mülevvin (renk veren) ismi arasındaki fark gibidir. Bilindiği gibi, bir şeye ziynet vermenin, yani süslemenin bir vasıtası da onu renklerle donatmaktır.
Buna göre Allah'ın Müzeyyin isminde, Mülevvîn ismi de dahildir. Ama, renk verme ayrı bir fiil olduğundan, Mülevvîn de yine müstakil bir isim olmuş ve bizi renkler âlemini tefekküre sevk etmiştir.
Bunun gibi, Allah'ın Alîm ismi, 'her şeyi, her şeyiyle bilen' mânâsına umumî bir isimdir. 'Sayıları bilmek' de bu isim içerisine dahil olmakla birlikte, ayrı bir kemâl olduğundan, müstakil bir isim olmuştur.
Bu ism-i şerifle nazarımız adetler ve sayılar âlemine çevrilir ve bunların tamamının Allah tarafından bilindiğine dikkatimiz çekilir.
Denizdeki kum sayısından, bedendeki hücre sayısına kadar bütün adetler, hayalimizin önüne konulur. Hayalin bir hudut biçmekten aciz kaldığı bütün bu adetleri Allah'ın bildiği nazarımıza sunulur.
Alîm ve Muhsî isimleri için bir ile bin, bin ile milyar farketmez. Sayılarına adet biçemediğimiz bütün varlıklar tek tek düşünüldüğünde, bunların her biri yaratılmıştır ve Allah bütün bu mahîukatından haberdardır.
Bir kul olarak, ilmimizin çok sınırlı ve kifayetsiz olduğunu bilerek, Allah'ın Alîm ve Muhsî isimlerini tekbirle yâd etmeliyiz.
Nur Külliyatında 'tekbir' için, 'marifetimiz haricindeki kemâlât-ı kibriyasınm mücmel bir unvanıdır' buyrulur.
Allah'ın her bir sıfatı ve her bir ismi gibi Alîm ve Muhsî isimleri de sonsuz kemâldedirler.
Ve insan aklı bu kemâli anlama ve kavrama noktasında son derece acizdir. [161]
"Varlıkları daha önce bir misli ve benzeri olmaksızın ilk defa yaratan."
Varlıkların yaratılışı iki tarzdadır: Birisi ibda', diğeri ise inşâ. İbda', daha önce yapılmış bir başka şeyi taklit etmeden, bir şeyi ilk ve son olarak en mükemmel ve misilsiz şekilde yaratmak demektir. Ne güneş sistemi bir başka sistemden örnek alınarak yaratılmıştır, ne insan, ne de bir başka canlı.
Bunların hepsinde Mübdî' ismi tecelli etmiştir.
Bütün varlık âleminin çekirdeği olan Nur-u Muhammedi de ibda' ile vücut bulmuştur.
Nur Külliyatında geçen, "Eşya zeval ve ademe gitmiyor, belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyorlar" (Mektûbat) cümlesinde, "eşya yokluk ve hiçlikten gelmiyorlar, belki ilim dairesinden kudret dairesine geçiyorlar" hükmü de saklıdır. Zira, yokluğa gitmeyen, yokluktan da gelmiyor demektir.
Bu hikmet dersinin ışığında şöyle diyebiliriz:
İlâhî ilimde mahiyetleri ve bütün özellikleri tayin edilen varlıkların, şu âlemde boy göstermeleri, ibda' iledir.
Her şeyin, kendisine has müstakil özellikleri vardır. Bu yönüyle her şey, bir eşi ve benzeri olmaksızın, ilk defa dünya yüzüne gelmektedir. Ve bu yaratılışta Mübdî' ismi tecelli etmektedir.
İnşâ ise, hikmet âlemi olan bu dünyada, bazı şeylerin bir anda yahut zamansız olarak değil de, belli bir zaman dilimi içerisinde ve kademeli olarak yaratılmasıdır. İnşâda, 'terbiye fiili' daha hâkimdir.
Bu mânâ Nur Külliyatında çok güzel dile getirilir:
"Kadîr-i Mutlak'ın iki tarzda, hem ibda' hem inşâ suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek; en kolay en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur. Bir baharda, üç yüz bin enva'-ı zîhayat mahlukatın şekillerini, sıfatlarını, belki zerratlarından başka bütün keyfiyat ve ahvallerini hiçten var eden bir kudrete karşı, 'yoğu var edemez!' diyen adam, yok olmalı!.."[162]
Kendi simamıza ve parmak izimize bakalım. Bu yüz ve bu iz ilk defa yaratılmıştır. Daha önce bir benzeri görülmemiştir. Buna göre insanın bedeni nutfe, alâka... dönemlerinden, çocukluk gençlik çağlarından bir inşâ ile geçmiş olsa bile, onun ruhu, simasının şekli ve daha nice hususiyetleri ilk defa vücut bulmakta ve Mübdî' isminin bir tecellisini sergilemektedir.
Kula düşen vazife bu tecellileri tefekkürle okumak ve her şeyi misalsiz olarak yaratan O misilsiz zâtın, varlığına iman ederek, O'na hakkıyla kulluk etmeye çalışmaktır. [163]
"Ölümden sonra dirilten.”
Muîd, iade eden demektir. Varlıkların ilâhî ilimde planlandıktan sonra bu dünyaya gönderilmeleri, "ilim dairesinden kudret dairesine geçiştir." Bu geçiş, ibda' ile tahakkuk eder.
Dünya faslının sona ermesiyle, bütün nefisler ölümü tadarlar ve yeniden ilim dairesine geçerler.
İşte, ahirette bu varlıkların ikinci kez kudret dairesine geçirilmeleri, bir iadedir ve Muîd isminin tecellisiyledir.
Konuyu ruh yönünden ele aldığımızda şöyle de diyebiliriz:
İnsanın esası ruhtur ve ruha verilen hayat sıfatı onda ebediyen kalacak, geri alınmayacaktır. İnsanın ölmesiyle, ruh hayatiyetini yine devam ettirir ama beden artık elinden gitmiştir. Meyveyi sadece seyir ve tefekkür eder, fakat tadına bakamaz. Çünkü, dil elinden gitmiştir. Diğer cismanî lezzetler de buna kıyas edilebilir. İşte mahşere çıkışta, ruha yeniden beden iade edilecek ve bu yeni dirilişle ruh, cismanî lezzet ve elemleri almaya yeniden başlayacaktır.
Bu ism-i şerifi yâd eden bir mü'min, ölümün mutlak yokluk olmadığını bir kez daha hatırlayacak ve beden-ruh beraberliğiyle geçirdiği bu hayatın, ölümle son bulmayacağını, bedeninin daha mükemmel bir şekilde kendisine yeniden iade edileceğini hatırlayacaktır.
Bu ikinci yaratılışın kendisi hakkında Cennet olarak tezahür etmesi için, ömrünü istikamet dairesinde geçirmeye çalışacaktır.Aksi halde, Cehennemde hem cismanî, hem de ruhanî azaplar çekeceğini hatırlayıp nefsini dizginleyecek, şeytandan uzak duracaktır. [164]
"Hayat veren. Dirilten."
"Hayatı icad eden." 'O, diriltir ve öldürür. Ve O'na döndürüleceksiniz." [165]
Cansız elementlerle dokunan dünyamızda bir milyondan fazla canlı türü bulunuyor. Dünün, güneşten kopmuş bir parçasında bugün çiçekler açıyor, kuşlar uçuyor, balıklar yüzüyor, insanlar geziniyor. Bu eşsiz mucize, Allah'ın 'ihya' yani 'hayat verme' fiiliyle icra ediliyor.
"Ölüden diri çıkarırsın, diriden de ölü çıkarırsın." [166]
Cansız yumurtalar, onlardan çıkan canlılar ve yine o canlılardan çıkan cansız yumurtalar birlikte düşünüldüğünde bu âyet-i kerîmeyle verilen haberin, çok tezahürlerine şahit olunur.
Bütün canlıların temel taşı olan elementler cansızdırlar. Onlarla dokunan varlıkların hayat sahibi olmaları, hayat mucizesinin elementlerin işi olmadığını açıkça gösterir, ilan ederler.
Şu kâinat fabrikası, bütün makineleri, aletleri ve çarklarıyla cansızdır. Hayattan nasipsiz olma noktasında yumurtadan çok daha gerilerde kalır. O fabrikadan çıkan bütün canlılar, Muhyî ismini gösterir ve hayatlarının o fabrikanın işi olmadığını ilan ederler.
Kâinat fabrikasında canlıların sadece bedenleri dokunur, ruhları değil.
Ölülerden çıkarılan bütün diriler, Muhyî isminin bir tecellisine sahiptirler.
Hayat ruhun bir sıfatıdır. Allah, ruhları hayat sahibi kılmakla onlarda Muhyî ismini tecelli ettirmiş bulunuyor. Canlı olan ruh, girdiği bedene de hayat nurunu saçıyor ve bütün hücreler bu nurdan nasiplerini alıyorlar. Böylece, Cenâb-ı Hak bedenler âlemine de ruhlarla hayat veriyor ve onlarda Muhyî ismini böylece tecelli ettiriyor.
Hayat sahipleri denilince aklımıza, insanlar, melekler, cinler ve hayvanlar gelir. Yani, bunlar kendilerine hayat verilmesiyle Muhyî ismine ayna olmaktadırlar. [167]
"Ölümü yaratan."
"Canlılara ölümü tattıran."
“O, diriltir ve öldürür. Ve O'na döndürüleceksiniz." [168]
Mümit ismi, 'imâte' yani 'öldürme' fiilinden gelmektedir. Nur Külliyatında geçen ölüm tariflerinden birinde, 'vazife-i hayattan paydos, haps-i bedenden azat etmek' tabirleri kullanılır.
İnsanın hayat vazifesine başlaması 'ihya’ fiiliyle gerçekleştiği gibi, bu vazifeden terhis edilmesi de 'imâte' fiiliyle tahakkuk eder.
Ruhun beden hapsine sokulması gibi, bu hapisten azat edilmesi de ayrı ve müstakil bir fiildir. Zaten, ölüm 'bu dünyadan kabir âlemine doğuş' demektir. Bu doğuş, rastgele ve tesadüfen olmuş bir olay değildir.
Ruh bu ilâhî fiil ile bir ülkeden bir başka diyara göç ettirilmiştir. Eğer bu göç tesadüfe verilirse, insanın dünyaya gelişinin de kendi kendine olması gerekir.
Nur Müellifi,
"(Allah, o zâttır ki,) hayatı ve ölümü yarattı" [169] âyet-i kerîmesini tefsir ederken, şöyle buyurur:
"Mevt, vazife-i hayattan bir terhistir, bir paydostur, bir tebdil-i mekândır, bir tahvil-i vücuddur, hayat-ı bakiyeye bir davettir, bir mebde'dir, bir hayat-ı bakiyenin mukaddimesidir, Nasılki hayatın dünyaya gelmesi bir halk ve takdir iledir; öyle de, dünyadan gitmesi de bir halk ve takdir ile, bir hikmet ve tedbir iledir. "[170]
Kulun bu isimden alacağı en büyük ders, ölümü unutmamak ve bütün işlerini ölüm ötesi ebedî hayata göre tanzim etmektir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, bütün nefislerin ölümü tadacakları haber veriliyor. Âyette geçen 'tatma' kelimesinde büyük bir teselli ve müjde saklıdır. Zira, tatma fiili, insana ölümden önce tattığı, 'ana rahmi, doğum ve dünya' safhalarını hatırlatır ve ölümden sonra da başka şeyler tadacağını haber verir.
Ölüm ötesinde, 'kabir hayatı, diriliş, mahşer ve hesap safhaları' da tadılacak ve bu tatma silsilesi, Cennet yahut Cehennemle neticelenecektir.
Birinde zevklerin en güzeli, diğerinde ise azapların en acısı tadılacaktır. [171]
"Hayat sahibi."
"Ezelî hayata sahip olan."
“O, Hayy'dır. O'ndan başka ilâh yoktur; öyleyse dini O'na halis kılanlar olarak hep O'na dua edin..." [172]
Hayy kelimesinin zıddı, ölü ve cansızdır. Ölünün sıfatları ise, bilmemek, görmemek, işitmemek, kendi iradesiyle iş görmeyip başkasının iradesine mahkum olmaktır.
İşte Hayy ismi, bütün varlık âlemini yoktan var eden, onların her türlü ihtiyaçlarını rahmetiyle gören, tümünün isteklerini işiten ve bu arzulara rahmetli icraatıyla cevap veren Allah'ın, vacip olan zâtına münasip, bir kutsî hayatı olduğunu ders verir.
Ruh, O'nun bilinmez bir sırrı, ulvî bir kanunudur. Hayat sahibi olan bu kanunuyla, canlıları sevk ve idare ettiği gibi, cansız varlıkların hareketlerini ve vazifelerini de bizzat kendisi yürütür.
Ve cansızlar alemindeki bütün faaliyetler, Hayy ismini bir başka açıdan bize ders verirler.
Allah, Vâcibu'l-Vücuttur. Kadîm'dir, evveli yoktur; Bâki'dir âhiri yoktur. Mümkin, hadis ve fani mahlukatına hiçbir cihetle benzemez. O halde, O'nun mukaddes hayatı da hiçbir hayat çeşidine benzemeyecek, mahiyetçe hepsine muhalif olacaktır.
Melek ve cin hayatından, insan, hayvan ve bitki hayatına kadar sayısız hayat çeşitlerinin her biri, Allah'ın Hayy olduğuna delalet ederler. Ama bunların hiçbiri O'nun mukaddes hayatını anlamakta ölçü olamazlar.
Allah'ın vücud (var olma) sıfatının hakikati hiçbir mevcutla anlaşılmadığı gibi, hayat sıfatı da hiçbir hayatla bilinemez. [173]
“Varlığı ve bekası kendi zâtından olan."
"Zeval bulmayıp devamlı kaim olan."
“Her şeyi ayakta tutan, varlıklarını devam ettiren."
“Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan, Hayy ve Kayyum olandır." [174]
Nur Külliyatından, Kayyûm isminin bir tarifi:
"Bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelâlî Kayyûm'dur. Yani bizatihi kaimdir, daimdir, bakidir. Bütün eşya onunla kaimdir, devam eder ve vücudda kalır, beka bulur. Eğer kâinattan bir dakikacık olsun o nisbet-i kayyûmiyet kesilse, kâinat mahvolur." [175]
Allah, insanın ayakta durmasını yerdeki çekim kanununa, bedenin canlı olmasını ruh kanununa, Ay'ın düşmemesini Dünyanın çekimine, Dünyanın dönmesini de Güneşin cazibesine bağlamış ve bu mahluklarında Kayyûm ismini tecelli ettirmiştir.
Bütün bu sebepler zincirini bizzat yaratan ve eşyayı onlarla ayakta tutan Allah, elbette devam ve bekası için başkasına muhtaç olmayacaktır. Zira, O'nun varlığı zâtındandır, başkalarının varlığı ise O'nun var etmesîyledir. Varlığı zâtından olanın kıyamı da yine kendi zâtı iledir.
Allah, 'emir âlemi' denilen bir kanunlar manzumesiyle, eşyayı sevk ve idare ediyor, varlıklarını ayakta tutuyor, devamlarını temin ediyor.
Nur Müellifi, ruh için 'âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u emrî’ tabirini kullanır ve ruhun diğer kanunlardan farklı olarak, hayat ve şuur sahibi olduğunu nazara verir. Demek ki, ruhumuz da ilâhî bir kanun. Bedenimizdeki bütün organlar onunla ayakta duruyorlar. Onun gitmesiyle kıyam son buluyor ve insan bedeni cansız olarak yere yıkılıyor.
Bir ağacın, meselâ, yapraklan o ağaçta faaliyet gösteren bir kanunla gelişip büyüyorlar. Dikkatten kaçmaması gereken önemli bir nokta, o kanunun da iş görmesi için bir başka kanuna, yani bahar kanununa ihtiyaç göstermesidir. Büyüme kanunu, tek başına iş görecek durumda değil. Baharı kim getiriyorsa, o kanunu da yine o işletiyor ve ağacın devam ve bekasına, yaprakların, çiçeklerin açmasına o kanunu sebep kılıyor.
Dünyada iman ehli yaşadıkça, kıyametin kopmayacağı dikkate alındığında, iman ve ibadetin de kâinatı bir bakıma ayakta tuttukları ve Kayyûm ismine bir başka şekilde ayna oldukları anlaşılır.
Kayyûm ismini tefekkür eden insan, kalbini ancak Allah'a bağlar, şükrünü yalnız O'na yapar. O'nun var etmesiyle var olan ve Kayyûm isminin tecellisiyle ayakta duran fanilere gönlünü kaptırmaz. [176]
“Kendisine darlık, acizlik ve fakirlik arız olmayan”
İmam Gazâlî Hazretleri, Vâcid kelimesinin zıddının fâkıd", yani 'yitiren, elde edemeyen, arzusuna kavuşamayan' olduğunu beyan eder. Buna göre, Vâcid ismi, bunlardan münezzeh olan zât demek oluyor.
Vâcid olan zât, sonsuz ilim, mutlak irade, nihayetsiz kudret... sahibi olmalıdır. Vâcid isminde bütün ilâhî sıfatlara işaret ve delalet vardır.
Bu ismi yâd eden insan, kendisinin son derece aciz ve fakir olduğunu hatırlar. Aczi ve fakirliği bedeninden kâinata, dünyadan ahirete uzanmaktadır. Bütün bunlara muhtaç bulunmakla son derece fakirdir ve bunların hiçbirini yapamaması cihetiyle de sonsuz acizdir.
Mü'min çok iyi bilir ki, onun bütün ihtiyaçlarını gören ve güç yetiremediği şeyleri emrine veren, ancak Vâcid olan Allah'tır. [177]
"Zâtı mukaddes, şânı yüce, ihsanı bol olan."
Bu ismi şerif, Mecîd ismiyle aynı mânâdadır. Mecîd ismi, Mâcid ismine göre daha mübalağalıdır. [178]
Vahid: "Kemâl sıfatları bütün eşyayı kuşatan, eşi ve benzeri olmayan, bölünmez ve parçalanmaz tek zât."
"Sıfatlarında şeriki olmayan."
Ehad: "Bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan yegâne zât"
"Zâtında şeriki olmayan."
“Sizin ilâhınız tek bîr ilâhtır; O'ndan başka ilâh yoktur." [180]
Vahid ve Ehad isimlerinin her ikisi de Allah'ın birliğini ifade ederler. Hatibi bu iki isim arasındaki ince farkı şöyle ortaya koyar:
"Ehadiyet zâtın birliğidir, Vahidiyet ise sıfatta ortaklığı red içindir."
Nur Külliyatında da Vahidiyet ve Ehadiyet için şu izah getirilir:
"Vahidiyet ise, bütün o mevcudat birinindir ve birine bakar ve birinin icadıdır demektir. Ehadiyet ise herşeyde Hâlık-ı Külli Şey'in ekser esması tecelli ediyor demektir."
Allah, Vahid'dir, birdir. Sıfatları bütün mahlukati kuşatmıştır. Nihayetsiz kudret, sonsuz ilim, mutlak irade... ancak O Vahid'e mahsustur.
Allah, Ehad'dir, birdir. Mahlukatın zâtlarındaki bütün noksanlıklardan, sıfatlarındaki bütün eksikliklerden, fiillerindeki bütün acizliklerden münezzeh olan ve onların hiçbirine benzemeyen yegâne bir, tek bir, benzersiz, eşsiz bir ancak O'dur.
Allah, Vahid'dir. O'nun kemâl sıfatları bütün eşyayı kaplamış, kuşatmıştır.
Bütün âlemlerde faaliyet gösteren tek kudret O'nun, her şeyde tecelli eden tek ilim O'nun.
Semadaki bütün yıldızlar da, dünyadaki bütün insanlar, hayvanlar, bitkiler de O'nun. Denizler, nehirler, ovalar O'nun. Cinler, ruhaniler, melekler O'nun...
Ve Allah Ehad'dir, zâtı birdir. Her mahlukuna müstakil bir zât ve ona mahsus sıfatlar takmış ve o mahlukunun her ihtiyacını bizzat görmekte ve onda birçok esmasını tecelli ettirmektedir.
Allah'ın birliğine iman eden bir insanın bu imanını amel âlemine nasıl dökeceği, nasıl bir ruh haleti taşıması gerektiği Nur Külliyatından Mektubat adlı eserde şöylece nazara verilir:
"Allah birdir. Başka şeylere müracaat edip yorulma, onlara tezellül edip minnet çekme, onlara temellük edip boyun eğme, onların arkasına düşüp zahmet çekme, onlardan korkup titreme. Çünki Sultan-ı Kâinat birdir, herşey'in anahtarı O'nun yanında, herşey'in dizgini O'nun elindedir; herşey O'nun emriyle halledilir." [181]
"Her şey kendisine muhtaç olduğu halde, kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan."
“De ki, O, Allah, bir tektir. Allah Samed'dir." [182]
İlâhî ilimde takdir edilmiş bulunan mahiyetler, bu görünen âleme gelmek için Allah'ın irade ve kudretine muhtaç oldukları gibi, var olduktan sonra da varlıklarını sürdürmeleri için yine ilâhî rahmet ve inayete muhtaçtırlar. Lakin, Allah onları yaratmaya ve varlıklarını devam ettirmeye muhtaç değildir.
Bütün canlıların, organlarından rızıklarına kadar, her türlü ihtiyaçlarını, Allah yerine getirmektedir. Allah, o ihtiyaçları dilerse doğrudan ihsan eder, dilerse bir başka mahlukunun eliyle gönderir. Her iki halde de hamd ve şükür ancak O'na yapılır ve yapılmalıdır.
İhlas sûresinde, bu ism-i şeriften önce iki ilâhî isim daha geçer: Allah ve Ehad isimleri. Ve bu isimden sonra Allah'ın 'doğurmaktan ve doğurulmaktan' münezzeh olduğu ifade edilir.
Bu hakikatler birlikte düşünüldüğünde şöyle bir mânâ ortaya çıkar:
Bütün doğuran ve doğurulanların her türlü ihtiyaçlarını, ancak Ehad ve Samed olan Allah, yerine getirir.
İnsanın ihtiyaçları ilâhî isimlerin tecellileriyle karşılanmaktadır. İnsan, rızık istiyorsa Rezzak ismine muhtaçtır, şifa istiyorsa Şâfi ismine, mülk istiyorsa Gani ve Mâlik isimlerine muhtaçtır. İşte kulun bütün bu maddî ve manevî ihtiyaçlarını, ancak Allah giderebilir. Zira sonsuz sıfatlar O'na ait olduğu gibi bütün esmâ-i hüsna da O'nundur.
Kulun bu isminden alacağı feyiz, her ihtiyacı için Samed olan Rabbine iltica etmesi ve her şeyin Allah'a muhtaç olduğunu bilerek muhtaçlara dilenci olmamasıdır.
Bir aşk ehlinin şu duası, bu noktada, çok manâlıdır:
"Namımı defter-i uşşakından ihraç eyleme, Kendi muhtacını muhtacına muhtaç eyleme." [183]
Kadîr: "Kudret sahibi."
"Dilediği gibi yapmaya gücü yeten."
"Dilerse yapan, dilemezse yapmayan."
Muktedir: "Kudretini izhar edip gösteren."
“Şüphesiz onu (yeryüzünü) dirilten, ölüleri de elbette dirilticidir. Çünkü O, her şeye Kadîr'dir." [184]
Kudret, 'fiilin sıhhati ve terki' şeklinde tarif edilir. Yani, bir işi yapmaya güç yetirebildiği gibi, o işi terk etmeye de güç yetîrebilen kimse kudret sahibidir. Bunlardan birine sahip olmayana, kadir (kudret sahibi) denilmez.
Bir insan, kolunu kaldırmaya da güç yetirir, indirmeye de. Böylece, bu pek az kuvvetiyle, kudret sıfatından bir tecelliye sahip olmuş olur. Ama, koca güneş bütün gezegenlerini etrafında çevirmesine rağmen, kudret sahibi sayılmıyor, çünkü bu fiili terk etme imkânından mahrumdur.
Güneşin, Allah'ın kudretini ilan etmesi ve o kudrete ayna olması ayrı meseledir.
İnsan yaratılmadan önce de, ilâhî kudret yine faaliyette idi. Ama, ne taşta, ne ağaçta, ne güneşte, ne yıldızda o kudretin varlığını keşfedecek kabiliyet yoktu, çünkü kendileri kudret sahibi değillerdi. İnsan, bu âleme sonradan geldi ama, bu noktada kendinden öncekilerin hepsini geri bıraktı. Kendisine cüz'î bir kudret verilmesiyle,Allah'ın kudretini bilme kabiliyetine kavuşmuş oldu.
Nur Külliyatından kudretle ilgili bir vecize:
"Kudret-i İlâhiye zâtiyedir. Öyle ise acz tahallül edemez."[185]
Allah'ın bütün sıfatları gibi kudreti de zatîdir. Yani, bu kudret O'nun zâtındandır; bir başkası tarafından verilmiş değildir. Ve bu kudret zatî olduğu içindir ki, kudretin zıddı olan acz o kudrete giremiyor, dahil olamıyor.
Bir çiçek niçin soluyor? Renkleri zatî olmadığı için.
Bir lamba niçin sönüyor? Işığı zâtından olmadığı için.
Elmasın parlaklığı ve güneşin ışığı, bir bakıma zatîdir. Onun için solmaz ve sönmezler.
Bizim kudretimiz sonradan verilmiştir, Hakk'ın mahlukudur, ilk ve son noktası vardır. Bir insan, faraza yüz kilogramlık bir yükü kaldırabiliyorsa, yüz kilogramdan sonsuza kadar uzanan bütün ağırlıklar onun aczini ifade ederler.
Allah'ın kudreti için az-çok, büyük-küçük fark etmez. Bu hakikati, Kur'ân-ı Hakîm şu âyetiyle bize ders verir: [186]
"Yaratılmanız ve yeniden diriltilmeniz bir tek nefis (bir insanın yaratılması ve diriltilmesi) gibidir." [187]
Kadîr, Kaviyy ve Metîn isimleri arasındaki farkı bir derece anlamak için bu isimlerin, sırayla kudret, kuvvet ve metanetle ilgili olduklarını dikkate almak gerekiyor. Kudretin zıddı 'acizlik,' kuvvetin zıddı 'zayıflık ve güçsüzlük,' metanetin zıddı ise 'sağlam olmamak, dayanıksız olmaktır.
Bunları düşünürken, sözkonusu kelimelerin bizim için ifade ettikleri mânâlarla, Allah'ın Kadîr, Kaviyy ve Metîn isimlerinin, hakkıyla bilinemeyeceğini dikkatten uzak tutmamalıyız. Allah'ın zâtı mahrukatına benzemediği gibi, kudreti, kuvveti ve metaneti de mahlukattaki kudret, kuvvet ve metanete benzemezler. [188]
Mukaddim: "Dilediğini öne geçiren."
"İleri alan"
Muahhir: "Dilediğini geri bırakan."
"Tehir eden."
"Allah'ı sakın zalimlerin yaptıklarından gafil sanma.
Onları gözlerin dehşetle dışarı fırlayacağı bir güne ertelemektedir.”[189]
Her iki isim de Cenâb-ı Hakk'ın meşiet ve iradesiyle ilgilidir. Hakîm olan Allah'ın bu dilemeleri de hikmet üzeredir. İnsan bedenine bakalım: Başa bîr üstünlük verilmiş, kıymet ve rütbece diğer organların önüne geçirilmiştir. Görme, işitme, konuşma, koklama gibi nice faaliyetler insan başında yürütülmektedir. Bedenin tamamında hükmeden bütün sinir sistemleri insan beyninde merkezileşmiştir. Böylece baş, diğer organlara meselâ, ayaklara takdim edilmiş, ayaklar geri bırakılmıştır.
Her iki tecelli de hikmetlidir ve insanın menfaatine uygundur. İnsanın arza halife olması da Mukaddim isminin tecellisîyledir. Onun hizmetine verilen bitkilerde ve hayvanlarda ise Muahhir ismi tecelli etmiştir.
Peygamberlerin (a.s.) insanlık âlemine rehber kılınmalarında da Mukaddim ismi tecelli eder. Kendilerine bu rütbe verilmeyenler ise Muahhir ismine mazhar olmuşlardır.
İlim tahsil edenler, Alîm ismine ayna olmaları yönüyle, diğer insanlara takdim edilmişlerdir. Onlara talebe olan ve onların irşat ve talimlerine muhtaç insanlarda ise Muahhir ismi tecelli eder.
İnsana düşen vazife, iradesini doğru kullanarak, meşru dairede başkalarına takaddüm etmeye, onların önüne geçmeye çalışmasıdır. Bu noktada gerekli sebeplere teşebbüs ettikten sonra, neticeyi rıza ve tevekkül ile karşılamak gerekir.
Bir insan, dilediği servet ve makamı elde etmekle Mukaddim isminden feyiz almaya çalışırken, kendisinden aşağılarda bulunanlara bakıp şükretmeyi de ihmal etmemelidir.
Ayrıca, ilâhî bir ihsan ve ikrama mazhar olan büyük insanların üstünlüğünü takdir etmek ve kendilerinden faydalanmaya çalışmak gerekir. Onları kıskanmak, ilim ve irşatlarından uzak kalmak en büyük bîr hatadır.
İnsan, cezaların tehir edilmesinde de Muahhir isminin tecelli ettiğini düşünerek, kendisine karşı işlenen suçlara ceza vermekte acele etmemelidir. [190]
Evvel: "Başlangıcı olmayan."
Âhir: "Sonu olmayan."
Zahir: "Kat'î delillerle bilinen."
Bâtın: "Mukaddes zâtı idraklere sığmayacak derecede yüce olan."
"O, Evvel'dir, Âhir'dir, Zâhir'dir, Bâtın'dır. O, herşeyi bilendir." [191]
Evvel ve Âhir, Zahir ve Bâtın isimleri Kur'ân-ı Kerîm'de beraberce beyan edilir.
Evvel ismi, Kıdem sıfatına dayanır ve Allah'ın ezelî olduğunu ifade eder. Âhir ismi ise. Beka sıfatına dayanır, varlığının ebediyen devam edeceği mânâsına gelir.
Zahir ismi, Allah'ın mukaddes varlığının, şu mahlukatın varlığından çok daha açık olduğunu, Bâtın ismi ise, kutsî zâtının idrak edilemeyeceğini ders verir.
Son iki isim hakkında özlü ve veciz bir tarif:
"O herşeyden sezilen Zâhir, hiçbir şeyle bilinmez Bâtın'dır."[192]
İmam Gazâlî Hazretleri, Zahir ve Bâtın isimlerine şöyle bir açıklama getirir:
"Allah, duyu organlarıyla idrak edilemez, bu cihetle Bâtın'dır. Ve yine Allah'ın varlığı istidlal yoluyla, yani aktî deliller getirilerek isbat edilebilir. Bu bakımdan Allah Zâhir'dir."
Nur Külliyatından Asa-yı Musa'da bu dört ismin tecellileri harika bir şekilde izah edilir. Bütün çekirdeklerin Evvel ismine, bütün meyvelerin Âhir ismine, bitkilerin elbise hükmündeki dış yüzlerinin Zâhir ismine, birer fabrika mahiyetindeki iç yüzlerinin ise Bâtın ismine âyine oldukları ders verilir.
Bu güzel misali yaygınlaştırabilir ve tefekkürümüzü genişletebiliriz.
Bu âlemde yaratılan her varlığın bir evveli vardır. Zira, mahluk hadistir, yâni sonradan ihdas edilmiş, yaratılmıştır. Ve yine her varlığın bir âhiri vardır. Zira, mahluk fanidir.
Buna göre bütün çekirdekler, yumurtalar, nutfeler Evvel isminden haber verdikleri gibi; bütün neticeler ve meyveler de Âhir ismini ders verirler. Bütün bedenler Zahir isminden, o bedenlerde vazife gören ruhlar ise Bâtın isminden haber verirler.
Şu âlemin görünen kısmı Zâhir ismine mazhardır. Tabiat kanunları dediğimiz görünmeyen kanunlar manzumesi, melekler ve ruhaniler âlemi ise Bâtın ismini bize ders verirler.
Bu dört isimden alacağımız hisseye gelince:
Evvel ismi bize nutfe dönemimizi, Âhir ismi ise ölümümüzü ders verir. Bütün varlıkların evvel ve âhirlerini yaratan Allah'ın, ezelî ve ebedî olduğunu kalbimize ihtar eder.
Zahir ismi, bizi ilâhî eserleri temaşa ve tefekküre sevk ederken, Bâtın ismi eşyanın melekût denilen iç yüzlerine nazarımızı çevirir ve şu görünen âlemi seyretmekle Allah'ın ancak varlığının bilinebileceğini, zâtının ise idrak edilemeyeceğini ders verir. [193]
"İyilik ve ihsan eden."
"Kullarına karşı iyiliği çok olan."
“Şüphesiz, biz bundan önce (dünyada iken) O'na (Allah'a) dua ederdik. Gerçekten O, iyiliği bol, esirgemesi çok olandır." [194]
Allah'ın iyilik ve ihsanları saymakla bitmez. İnsan, başkalarına iyilik ettiği nisbette bu isimden feyiz alır. Bu iyilik, açları doyurma, evsizleri barındırma şeklinde olabileceği gibi, bilmeyenlere öğretme, sapık yolda gidenleri uyarma şeklinde de olabilir.
İnsanlara zarar verir düşüncesiyle, yoldaki bir taşı kaldırmayı bile sevap sayan ve yine insanlara tebessüm etmeyi sadaka kabul eden dinimiz, böylece bizi daima ve her vesileyle iyilik yapmaya teşvik etmektedir.
Bir iyiliğe en az on kat sevap verilmesi, Allah'ın Berr isminin bir tezahürüdür. [195]
"Kullarının tövbesini kabul eden."
"Kullarına tövbe kapılarını açan, onları tövbeye sevk edecek sebepler yaratan.”
"Kullarını cezalandırmayıp mağfiret eden."
“Ancak, tövbe edip hareketlerini düzeltenler ve hakikati gizlemeyip açıklayanlara gelince); artık ben onların tövbelerini kabul ederim. Ben, Tevvâb ve Rahîm'im." [196]
İsyanlarının artmasıyla tövbe kapısından uzaklaşan kullarını, Cenâb-ı Hak değişik vesilelerle düşünmeye ve pişman olmaya sevkeder.
Bütün ilâhî yasaklar ve tehditler kulu tövbeye sevk eden sebeplerdendir.
İnsanı hatadan döndüren önemli bir vesile onun vicdanıdır. Nitekim, Allah, insanı 'iyiyi kötüden ayıracak bir kabiliyette yarattığını' Şems sûresinde, "Ona (o nefse) fücuru da takvayı da ilham etti" âyetiyle haber veriyor.
Bazen de, okuduğu bir eser, dinlediği bir nasihat onu pişmanlığın eşiğine getirir.
Sıkça karşılaştığı ölüm vak'aları, taziye merasimleri birer tövbe vesilesidirler.
İnsan bazen de yanlış yolda gidenlerin kötü akıbetlerine şahit olur ve kendine çekidüzen vermek ister.
Allah, bu ve benzeri nice sebeplerle kullarını tövbe etmeye sevk eder.
Nefis ve şeytana uyarak yanlış işler yapan, günah ve isyana sapan kullar, bu yanlış yoldan dönmeye karar verdikleri takdirde, Allah, onların tövbelerini kabul etmektedir.
Bir hadis-i kutsisinde 'rahmetim gazabını geçti' buyuran Cenâb-ı Hak, kulunun isyanları ne kadar fazla olursa olsun, tövbe ettiği takdirde onu affedeceğini ve günahlarını sileceğini müjde vermiştir.
Tevvâb ismi Kur'ân-ı Kerîm'de, çoğu kez Rahim ismiyle birlikte gelmiştir. Bu beraberlik şöyle tefsir edilmektedir:
Cenâb-ı Hak, tövbe eden kullarını sadece bağışlamakla kalmaz, onlarda Rahîm ismini de tecelli ettirir. Yeter ki, kul tövbesine sadık kalsın ve hatalı yoldan vazgeçip istikamet yolunda yürüsün. Kul, bâtıldan vazgeçip hakka dönmekle, sonu Cennet olacak bir yola girmiş demektir. Cennet ise Rahîm isminin tecelli diyarıdır.
Bu isimden dersini alan bir kul, Tevvâb olan Rabbine karşı isyan yoluna girmekten sıkılır, hicap eder. Nefsine uyarak bir günah işlediği takdirde ise derhal tövbe eder ve yanlış yoldan vazgeçer. [197]
“Zulüm etmeksizin intikam alan."
"Asilerin belini kıran, canileri cezalandıran.”
“Vakta ki, bizi böylece gazaba davet ettiler; biz de onlardan intikam aldık,böylece onları toplu olarak suda boğduk." [198]
İlâhî intikamın ilk muhatapları, insanları şirk, küfür, dalâlet ve sefahat yoluna sürüklemek için çalışan din ve ahlâk düşmanlarıdır. Cenâb-ı Hak bunlardan bile intikamını hemen almaz ve onlara tövbe etmeleri için süre tanır. Yaşadıkları sürece, bütün bir kâinatı onlara da hizmet ettirir, onları rızıklandırır, besleyip büyütür.
Tövbe etmeyerek isyanında ısrar eden kimselerde, Müntakim ismini tecelli ettirir. Bu tecelli çoğu kez ahirete bırakılır. Zira intikam mahalli ve ceza beldesi orasıdır.
Bazen, insanlara ibret olmak üzere bu dünyada da bu ismin tecellileri görülür; Nuh ve Semud kavminin başına gelenler gibi.
Bu ismin tecellisine mazhar olacak bir başka güruh ise zalimlerdir. Zalimler, kul hakkına tecavüz etmekle, kendilerinde bu ismin tecelli etmesini, bir bakıma istemiş olurlar.
Bir mü'min, takva dairesinde yaşayarak bu ismin tecellisinden hassasiyetle kaçınmalıdır. Ne kendi nefsine, ne de diğer kullara zulüm etmemelidir.
O masum organlarını ve duygularını isyan yolunda kullanan bir insan, onlara zulmettiğini düşünmeli ve kendisinden mutlaka intikam alınacağını bilerek korkmalı ve tövbe yoluna girmelidir. [199]
"Çok affedici olan."
“Günahları imha edip sahibini cezalandırmaktan vazgeçen."
"Bir hayrı açıklar ya da gizli tutarsanız veya bir kötülüğü bağışlarsamz, şüphesiz Allah, Afüvv ve Kadîr'dir.” [200]
Bu ismin Ğaffâr isminden daha şümullü olduğu beyan edilmiştir. Zira, Gaffar ismi 'günahları örten' manasınadır. Afüvv ismi ise, 'günahın karşılığı olan cezayı tamamen ortadan kaldıran' demektir. Bu isme mazhar olan bir günahkâr, yaptığı isyana karşı kendisinde Müntakim (intikam alan, şiddetle cezalandıran) isminin tecelli etmesinden kurtulmuş demektir.
Bir mü'minin bu isimden alacağı ders, Allah'ın rahmetinden daima ümitli olmakla yeis (ümitsizlik) tehlikesinden uzak kalmaktır.
Bir mü'min, kendisine karşı işlenen suçları bağışlar ve affederse bu isme mazhar olmaya daha fazla liyakat kazanmış olur. Affetmediği halde affedilmeyi bekleyen insan, nefsine mağlûp olmuş ve aldanmıştır.
Bir insan, nefsini tam mağlûp etmek istiyorsa, muhataplarının kusurlarını bağışlamakla da kalmayacak,
"sen kötülüğü en güzel iyilikle bertaraf et" [201] âyetinden ders alarak, kendisine kötülük yapanlara iyilikle mukabele etmeye çalışacaktır. Bu ise nefsin hiç hoşuna gitmez, ama ilâhî rıza, af ve mağfiret de bu yoldadır. [202]
"Pek re'fetli, çok rahmet eden."
"Kulları hakkında kolaylık murat eden.”
"Allah, sizin imanınızı zayi edecek değildir. Şüphesiz, Allah, Rauf tur, Rahîm'dir." [203]
Re'fetin lügat mânâsı 'acımak, merhamet etmek'tir. Rauf ismi, "her mahlukunun bütün ihtiyaçlarını gören ve onu düşmanlarından emin kılacak her türlü duygularla ve organlarla donatan" demektir. Yani, Rauf ismi, merhameti çok fazla olan, bol ihsan eden mânâsına gelir.
Rauf ismi, Rahîm ismine göre daha bir mübalağa ifade eder. Allah'ın re'feti de rahmeti de kul tarafından lâyıkıyla anlaşılamaz. Ancak aralarındaki farka, ruhumuza ilâhî bir ihsan olarak konulan iki duygu vasıtasıyla bir derece bakabiliriz:
İnsanda bir 'kalb yumuşaklığı', bir de 'acıma duygusu' vardır. Birincisi re'fete, ikincisi ise merhamete misaldir. Yumuşak kalpli insanlarda acıma duygusu fazlaca bulunur. Böyle bu insanlar muhtaçlara yardım elini daha fazla uzatırlar. Demek oluyor ki, yardım etmek, 'acımanın ve merhametin' neticesidir, merhamet ise yumuşak kalplerde bulunur.
Bir insan, muhtaçlara acıdığı, onların dertleriyle dertlendiği ve gücü yettiğince kendilerine ikram ve ihsanda bulunduğu nisbette bu isimden feyiz alır. [204]
"Bütün mülk âleminin yegâne sahibi."
“Mülkünde dilediği gibi tasarruf edebilen.”
"De ki: Ey mülkün sahibi Allah'ım, dilediğine mülkü verirsin ve dilediğinden mülkü çekip alırsın, dilediğini aziz kılar, dilediğini zelil edersin; 'hayır' senin elindedir. Gerçekten sen, her şeye kadirsin." [205]
Bu âlemde hiç kimse hiçbir mülkün gerçek sahibi değildir. Ne güneş, gezegenlerine mâliktir, ne de ağaçlar meyvelerine. Yunus Emre:
Mal sahibi mülk sahibi. Hani bunun ilk sahibi?
diyerek, insanların bu mülk âleminde sırayla nöbetçilik ettiklerini ve kendilerine emanet verilen mülkü geride bırakarak, bu dünya memleketinden göçtüklerini çok güzel ifade eder.
Allah, insanoğluna şuur ve akıl ihsan etmekle, bu mülk âleminden süzülmüş müstesna bir misafir, hassas bir meyve olduğunu ona idrak ettirmiştir.
Bütün âlemlerde dilediği gibi tasarruf eden Allah, insanda da elbette dilediği gibi tasarruf edecektir. Nitekim ediyor ve onu kendi iradesi dışında nutfe, alâka... menzillerinden geçirdiği gibi, çocukluk, gençlik, ihtiyarlık menzillerinden geçirerek kabir âlemine gönderiyor.
İnsan şöyle düşünmeli:
Kâinatı tabakalara ve sistemlere ayıran kim ise, bedenimi organlara taksim eden de yine odur. Ben, misafir olduğum bu âlemde hiçbir şeye müdahele edemediğim gibi, bana emanet verilen bu beden mülkünü de kendi keyfimce kullanamam. Her ne kadar bana cüz'î irade verilmişse de, bu bir imtihan içindir. Benim vazifem o iradeyi, bütün mülk âleminin yegâne Mâliki ve sahibi olan Allah'ın rızasına uygun olarak kullanmaktır. Aksi halde, ahirette bunun hesabını çok ağır ve acı bir şekilde veririm.
Ömrünü bu şuurla geçiren bir kulunu, O Mâlikü'l-Mülk, Cennet memleketine koyacak ve orada ebedî saadete mazhar kılacaktır. [206]
"Celâl ve ikram sahibi."
"Celâl ve cemâl sıfatlarının sahibi.”
“Celal ve ikram sahibi olan Rabbinin adı ne yücedir!” [207]
Cenâb-ı Hakk'ın isimleri bir tasnife göre, cemâli ve celâli olmak üzere ikiye ayrılır. Kahhâr, Cebbar, Kadir, Muktedir, Aziz gibi isimler celâlî isimlerdir; Kerîm, Rahîm, Afüvv, Gaffar, Rezzak gibi isimler de cemâli isimler.
Nur Külliyatında, "Cemâline muhabbet etmek, celâlinden havf etmek" şeklinde bir ibare geçer.
İnsan, Allah'ın cemâli isimlerini düşündüğü zaman kalbi şükür, muhabbet, ümit, ferah gibi hislerle dolar. Celâli isimler ise ruhta korku ve haşyet doğurur.
Kerîm, cemâli bir isimdir. Zü'1-Celâli ve'1-İkram isminde celâl ve cemâl beraberce zikredilmekle, insan kalbinin terakkisine vesile olan korku ve ümit, takva ve amel-i salih birlikte nazara verilmiş; celâl ile Cehennem hatırlatılırken, ikram sıfatının zikriyle de Cennet nimetlerine dikkat çekilmiştir.
Bu ismi hatırlayan bir kul, ömrünü havf ve reca (korku ve ümit) sınırları arasında geçirir. Allah'ın rahmetinden ümit kesmemekle birlikte, azabından da emin olmaz. Bu ise istikametin çok önemli bir şubesidir. [208]
“Bütün mahlukat âlemini tedbir ve idare eden."
"Eşyanın mütevellisi, mutasarrıfı."
Bu kâinata 'insan-ı ekber', onun meyvesi olan insana da 'âlem-i asgar' denilir.
İnsan-ı ekber denilen şu uçsuz bucaksız âlem, Vâlî isminin tecellisiyle, bir insan gibi kolayca tedbir ve idare ediliyor.
Vâlî isminin âlem-i asgar olan insandaki tecellisiyle de, her duyguya, her organa ve her hücreye en uygun vazifeler yükleniyor; o vazifelerin yerine getirilmesi için gerekli bütün şartlar da en güzel şekilde hazırlanıyor.
Beden hanesini ruh kanunuyla tedbir ve idare eden Allah, âlem şehrini de, şeriat-ı fıtriye denilen bir kanunlar manzumesiyle, en mükemmel şekilde tedbir ve tanzim ediyor.
İnsana düşen vazife, kendi varlığında icra edilen bu tedbir ve idare için Rabbine hamd ve şükürde bulunmak ve bütün kâinatta hükmeden ilâhî tedbir ve tanzimi de hayret ve ibretle tefekkür etmektir. [209]
"Şanına lâyık olmayan vasıflardan uzak."
"Aklın mümkün gördüğü her şeyden, her hal ve tavırdan çok yüce."
"...O yüce Allah, Melîk ve Hak olandır. O'nun vahyi sana gelip tamamlanmadan önce, Kur'ân'ı (okumada) acele etme ve de ki: 'Rabbim, ilmimi arttır.'” [210]
Aliyy mânâsındadır. Bu isim Aliyy ismine göre mübalağa ifade eder. Yani, Müteâlî, çok Aliyy, mübalağa derecesinde Aliyy demektir. [211]
"Mazlumun hakkını zalimden alan."
"Haksızlıkları düzeltip hakkı yerine getiren."
“Kullarına muamelesi, tam adalet ve merhamet üzere olan.”
Allah, zulme uğrayan bir kulunun hakkını zalim kulundan alırken, o zalimin hukukuna da riayet eder. Ona da kıl kadar olsun zulmetmez.
İnsanların bu mânâda bir adalet tesis etmeleri oldukça zordur. Meselâ bir insan diğer bir insana on birim zarar vermişse, zarar verene on iki birim ceza vermek zulümdür.
Maddî hukuka tecavüzde, bu bir derece gerçekleştirilebilir. Ama manevî hukukta, insanoğlu işin içinden çıkamaz. Bir kul ne ölçüde rencide edilmişse, karşıdaki adama da o kadar ceza vermek yahut her ikisini de memnun edecek bir yol bulmak, insan takatinin çok üstündedir.
Allah, Muksit ismiyle adaleti öyle tesis ve temin eder ki sonuca zalim de razı olur, mazlum da.
Bunun sonsuz misalleri ahirette, hesap gününde tahakkuk edecektir. [212]
"Kıyamet gününde insanları bir araya getiren."
"Varlıkları bir araya toplayan."
“Rabbimiz! kendisinde şüphe olmayan bir günde insanları gerçekten toplayacak olan sensin. Doğrusu Allah, va'dinden cayıp dönmez." [213]
Elementleri maddede, hücreleri bedende, yıldızları semada, bitkileri ve hayvanları yeryüzünde bir araya getiren, ancak Cami' olan Allah'tır.
Her terkipte, her bedende, her sistemde bu ismin tecellisi mevcuttur.
Allah' cemaat halinde yaşama kabiliyetinde yarattığı insanları, tanışmaya, kaynaşmaya, birbirlerini sevmeye ve ortak hareket etmeye teşvik etmektedir. Bunu başaran insanlar, Cami' isminin tecellisinden bir nur, bir feyiz alırlar.
Kişinin tek başına kıldığı namaza bir sevap verilirken, cemaatle kılınan namaza yirmi yedi kat sevap verilmesi, mü'minleri cemaat halinde hareket etmeye bir teşviktir.
Nur Külliyatında üç tane elifin (üç tane bir rakamının) ittihat etmedikleri taktirde 'üç' kıymetinde oldukları, bir çizgi üzerinde omuz omuza vermekle 'yüz on bir' kıymetini aldıkları hatırlatılarak cemaattaki feyiz ve bereket çok güzel ders verilmiştir.
Cami' isminin en muhteşem bir tecellisi mahşer meydanında görülecektir. Bu dünyanın asırlar boyunca verdiği bütün mahsuller, mahşer meydanında ilk ve son olarak bir araya getirilecektir.
"Ey Rabbimiz! Geleceğinde hiç şüphe olmayan bir günde, muhakkak ki insanları toplayacak olan ancak sensin."
Nur Külliyatında, "insanın ilâhî isimlere en cami' bir ayna olduğu" ders verilir. Cansız bir varlıkta, meselâ bir taşta sadece Hâlık, Mâlik gibi birkaç isim tecelli ettiği halde, hayvanda Semi', Basîr, Rezzak, Muhyî, Mümît gibi nice isimler tecelli ederler. Bu yönüyle hayvan, taşa göre daha cami' bir ayna olur.
Ve insan, bütün isimlere mazhar olmakla Cami' isminden en büyük tecelli payına sahip olma şerefine erer.
Bu isimden kulun alacağı ders, varlık alemindeki terkipleri, birlik ve beraberlikleri tefekkür etmek, cami' mahiyetini en verimli şekilde kullanmak ve bütün insanların bir araya toplanacağı o dehşetli mahşer meydanına hazırlıklı olmaktır. [215]
Ganiyy: "Nimet ve rahmet hazineleri sonsuz olan."
“Hiçbir şeye muhtaç olmayıp her şeyden müstağni olan.”
Muğnî: "Dilediğine zenginlik veren."
“Has kullarını, istiğna kemâline erdiren.”
"Ey insanlar, sîz Allah'a muhtaçsınız; Allah ise, Ğaniyy'dir, Hamîd'dir (övülmeye lâyıktır)." [216]
Önce Ganiyy ismi için verilen birinci mânâ üzerinde duralım: "Nimet ve rahmet hazineleri sonsuz olan." İnsan mutlak fakirdir.Göze muhtaç olduğu gibi güneşe de muhtaçtır. Gecenin gelmesine ihtiyacı olduğu gibi, gitmesine de ihtiyacı vardır. Havadan, sudan, mevsimlerin gelip gitmelerine kadar her türlü ihtiyacını ancak bütün varlık âleminin yegâne sahibi olan Allah karşılamaktadır.
İkinci mânâ: "Hiçbir şeye muhtaç olmayıp her şeyden müstağni olan."
Varlığı vacip, kadîm ve baki olup bütün kemâl sıfatlara sahip olan Allah, yarattığı ve bütün ihtiyaçlarını bizzat gördüğü mahlukatından elbette müstağnidir.
Allah, Rezzak ismini tecelli ettirmekle besleyip büyüttüğü bir kulunun, yiyip içmesine nasıl muhtaç değilse, aynı şekilde Hâdî ismiyle kalb gözünü açtığı ve kendisine manevî nimetler ihsan ettiği bir kulunun da imanına, ibadetine öyle muhtaç değildir. Allah bütün bunlardan müstağnidir.
Bütün insanlar iman, amel ve ahlâk sahasında kemâle erseler, Allah'ın kemâlinde bir ziyadelik olmayacağı gibi, yine bütün insanların küfür ve dalâlete düşmeleriyle de O'nun kemâlinde bir noksanlık olmaz.
Allah'ın sıfatları da tecelliden müstağnidirler, yani tecelliye muhtaç değildirler. Bütün tecelliler mahlukat içindir, mahlukatın kemâlleri içindir, onlara rahmet ve inayet içindir.
Bu isimlerden feyiz alan bir insan, kalbini sadece Allah'a bağlar, mutlak Ganiyy olarak ancak O'nu tanır ve her türlü ihtiyacını yalnız O'na arz eder ve eriştiği her türlü maddî ve manevî nimetler için ancak O'na hamd ve şükür eder.
Sebepler âleminden ve bütün mevcudattan istiğna gösterir. Allah'ın aziz bir kulu olarak yaşar; mahlukata dilencilik etme zilletinden kurtulur.
Bu şuura ermiş bir kul, artık kendi gibi aciz, kendi kadar fakir olan başka bir mahluka gönül bağlamaz, bütün mümkinat âleminden istiğna ile Ganiyy ve Muğnî olan Allah'ın dergahına sığınır, "yalnız sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz" diyerek manen yükselir. [217]
"Koruyucu sebepler yaratarak zararları önleyen."
"Bir şeyin meydana gelmesine müsaade etmeyen."
Bilindiği gibi, her türlü hayra ulaşmanın iki önemli sebebi vardır. Birisi 'menfaati celp', diğeri ise 'mazarratı def etmektir.
Bir milyonu aşkın hayvan türünün bütün fertlerinin, koruyucu cihazlarla donatılmış olmaları Mâni' isminin tecellisiyledir.
İnsan bedeninde, hatta her hücresinde zararları def edecek koruyucu sistemler kurulmuştur. Meselâ, akyuvarlar Mâni' isminden bir tecelliye mazhardırlar ve zararlı mikroplarla mücadele etmek suretiyle hayata hizmet ederler.
Bu ismin bir başka tecellisi de şu şekilde tahakkuk eder:
İnsan, kendisine faydalı sandığı bir sahada gayret gösterir, gerekli sebeplere baş vurur; ama umduğu neticeye ulaşmasında karşısına bir hayli engeller çıkar. İşte bu engeller de Mâni' isminin tecellileridirler.
Kişi, kendine düşen vazifeyi hakkıyla yaptıktan sonra, dilediği neticeyi elde edemezse, Mâni' isminin tecellisindeki hikmet ve rahmete itimat etmeli, hırs göstermeden ve şikayet yoluna girmeden neticeyi rıza ile karşılamalıdır. [218]
"Eşi ve benzeri olmayan."
"Örneksiz olarak yaratan."
“(Allah), gökleri ve yeri yoktan (örneksiz) yaratandır. O, bir işin olmasını murat etti mi, ona yalnız 'ol' der, o da oluverir." [219]
Bedi' ismi, Allah'ın zâtında ve sıfatlarında misilsiz ve benzersiz olduğunu ifade eder ve 'Muhalefetü'n-lil-havadis' sıfatına dayanır. Yani O'nun yaratmasıyla sonradan varlık sahasında boy gösteren hiçbir varlık, hiçbir cihetle O'na benzemez ve O, bütün bunlara muhaliftir.
Zâtı bütün zâtlara muhalif olduğu gibi, sıfatları da mahlukatın sıfatlarına muhaliftir.
'Muhalif kelimesi, 'benzemez' kelimesinden farklı bir mânâya kapı açar. Mahlukat âleminden bir misal vermek gerekirse, 'İnsanın kolu, ayağına benzemez,' deriz, ama bu kolun ruha 'benzemediğinden' değil, 'muhalif olduğundan' söz ederiz. Yani, kol ayrı bir mahiyettir, ruh ise ona muhalif apayrı bir mahiyettir.
Allah hem zâtı, hem sıfatları hem fiilleri ve icraatı bakımından bütün mahlukata muhalif olmakla misilsiz bir Bedi'dir.
Allah'ın varlığı vaciptir, mahlukatın varlığı ise mümkindir. Yani olmasıyla olmaması müsavidir.
Allah Kâdîm'dir, mahlukat ise hadîstir; yani sonradan yaratılmışlardır.
Allah Bâkî'dir, mahlukat ise fanidir.
Allah'ın sıfatları mutlaktır, kayıt altına alınamaz. Mahlukatın ise bütün sıfatları sınırlı ve kayıtlıdır.
İşte Bedi' ismi, bu muhalefetlerin tamamını birden ders vermekle, Allah'ın kemâlinin idrak edilemeyecek kadar ulvî, son derece bedi' olduğunu ifade eder. [220]
Dârr "Dilerse kullarına zarar veren.”
"Zarar verici şeyleri yaratan."
Nâfi': "Dilediği kullarına fayda veren.
“Rahman (olan Allah), bana bîr zarar dileyecek olsa, onların şefaati bana bir fayda vermez, beni kurtaramazlar." [221]
Bu iki isim, hayır ve şerrin Allah'tan olduğunu, yani her ikisinin de Allah tarafından yaratıldığını ders verirler.
Bilindiği gibi hayır ve şer, 'fiilin sıfatıyla' ilgilidir. Yani, bir iş rızaya uygun ise 'hayır', değilse 'şer' ismini alır. Her iki halde de fiili yaratan Allah'tır.
Yazma fiilini düşünelim: Beyni, düşünecek şekilde programlayan, eli de kalem tutmaya müsait şekilde yaratan Allah'tır. Bir kimse, faydalı şeyler yazıyorsa bu yazma fiili hayır olur, zararlı şeyler yazmak ise serdir. Her iki halde de 'yazma' fiilini Allah yaratır.
Cenâb-ı Hak, kullarının eliyle, diğer kullarına zarar ve menfaat verdiği gibi, bazı isimlerini doğrudan tecelli ettirmekle de onları faydalandırır yahut zarara uğratır.
Dolu ile harap olan ekinler Dârr isminin bir tecellisi olduğu gibi, yağmurla yeşeren çimenler de Nâfi’ isminden bir tecelli taşırlar.
Allah, sıhhat ve bereketle kullarında Nâfi' ismini tecelli ettirdiği gibi, hastalık ve kıtlıkla da onları zarara uğratabilir ve Dârr ismini tecelli ettirir.
Allah, insanları Cennete teşvik etmekle, onlarda Nâfi' ismini tecelli ettirmek ister. Ancak, nefis ve şeytana uyarak şer yolunu tutanları da zarara uğratarak, Dârr isminin tecellisine mazhar kılar.
Bazen de sevgili kullarını bir takım zararlara uğratmakla imtihan eder. O bahtiyar kullar Dârr isminin bu tecellilerini rıza ile karşılamakla, Nâfi' isminden daha fazla feyiz alma şerefine ererler. [222]
“Kendisi zahir (görünen) olduğu gibi, başka varlıkları da izhar eden (gösteren)." İmam Gazâlî
"Âlemleri nurlandıran, aydınlatan."
"Allah, göklerin ve yerin nurudur." [223]
Allah'ın bir ismi Nûr olduğu gibi, bütün isimleri de nurânîdir. Vücut (varlık) için 'hayır ve nur'; adem (yokluk) için ise 'şer ve zulmet' tabirleri kullanılır. Buna göre yoklukta kalmayıp varlığa kavuşan herşey, Nûr isminin bir tecellisine mazhar olmuş demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de,
'Allah, göklerin ve yerin nurudur' [224] buyrulur.
Gökleri ve yeri varlık nuruna kavuşturan Allah, yıldızlara ışık vermekle onları varlık nurundan daha fazla hissedar kılmıştır.
Yeryüzünde ise semadaki ışığı çok gerilerde bırakan, hayat nurunu parlatmıştır.
Canlılar içerisinde, insana iman ve ilim nurları bağışlayarak, onu semalardan daha aydın ve daha yüksek kılmıştır.
Varlık nur, yokluk karanlık olduğu gibi ilim nurdur, cehalet ise karanlıktır.
Nur Külliyatında, "İman hem nurdur, hem kuvvettir" buyrulur. Işık eşyanın görülmesini sağladığı gibi, iman nuru da mü'minin nice hakikatleri bilmesine ve bulmasına vesile olur. İnsan bu nur ile eşyanın yaratıcısını, O'nun kutsî isimlerini ve sıfatlarını bilir. Meleklerden, kabir âleminden, mahşer meydanından. Cennet ve Cehennemden haberdar olur.
Nur isminin insanlık alemindeki tecellisi şu âyet-i kerîme ile nazara verilir:
"Allah, mü'minlerin dostudur, onları zulmetlerden nura çıkarır."[225]
Zulmetin çoğul olarak zikredilmesiyle, iman edenlerin küfür karanlığı yanında, cehalet, zulüm, ahlâksızlık gibi daha birçok karanlıktan kurtuldukları ve nura kavuştukları haber verilir.
Allah Resûlü(a.s.m.) bir hadîs-i şeriflerinde, günahı 'kara lekeye' benzetir. "Günah işleyen bir mü'minin kalbinde bir kara leke hasıl olduğunu haber verir." Günahlar kara leke olunca, onların zıddı olan sevapların da nur olduğu anlaşılıyor. Keza, günahları silip yok eden tövbe de bir nur olmuş oluyor. Bunu göre, mü'mine düşen vazife, iman nurunu taklitten tahkike çıkarma hususunda gayret göstermek, o nuru söndüren küfür ve şirkten büyük bir hassasiyetle kaçınmak, ona leke konduran bütün günahlardan uzak durmak ve sevaplarını artırarak kalbinin daha feyizli ve daha nurlu olmasına çalışmaktır. [226]
"Kalplere iman yolunu gösteren."
"Hidayet lütfederek, bâtıldan ve dalâletten uzaklaştıran."
"Bütün canlılara, her türlü ihtiyaçları için yol gösteren."
"Şüphesiz, Allah, iman edenleri dosdoğru bir yola yöneltir.” [227]
Bu ismin Nur isminden hemen sonra zikredilmesi çok manâlıdır. Sanki bu sıralamayla, Nur isminin en büyük tecellisinin, 'kalpleri hidayetle aydınlatmak' olduğu ders verilir.
Cenâb-ı Hak, kullarına istikamet yolunu göstermek üzere Peygamberler(a.s.) gönderir. Böylece onları hidayete kavuşturur; bütün sapık anlayışlardan ve bâtıl inançlardan kurtarır.
"Onları, emrimiz ile, insanları doğru yola götüren önderler yaptık" [228]
Bu ismin, sadece insanlarda değil, bütün eşyada tecelli ettiğini şu âyet-i kerîmeden öğreniyoruz:
"Rabbimiz, her şeye bir fıtrat verip, (o yaratılışın gereğini yerine getirmeyi) o şeye hidayet edendir (öğretendir)." [229]
Nöbetçi arıların kovandaki bütün anları tanımasından, işçi arıların petek yapmalarına, uzak beldelerde yumurtadan çıkıp ana vatanlarına şaşırmadan dönen balıklara, hastalanan bir hayvanın kendi derdine deva olacak bitkileri bulup yemesine kadar uzanan sayısız hadiseler bu hakikati isbat ederler.
Nur Külliyatında bu âyet-i kerîme tefsir edilirken şöyle buyrulur:
"Zahirî ve bâtınî duygular, âfâkîve haricî deliller, enfüsîve dâhilî burhanlar, peygamberlerin irsaliyle, kitabların inzali gibi vasıtalar itibariyle de hidayetin mânâsı taaddüd eder."
"En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, bâtılı bâtıl göstermektir." [230]
Demek oluyor ki, her bir duygu insan için ayrı bir hidayettir, ayrı bir hakikati gösterir, yeni bir âleme kapı açar.
Göz, 'şekil ve renkler âlemini;' kulak, 'sesler âlemini' gösteren birer hidayet vesilesidir. Akıl, hafıza, hayal gibi batını duygular da insan için birer hidayet vesilesidirler...
Peygamber göndermek ve kitap indirmek suretiyle insanlara hak ve hakikati bildirmek, hidayetin en ileri mânâsıdır.
Bu vesileyle yanlış yorumlanan bir hakikate, kısaca temas etmek isterim:
Kur'ân-ı Kerîm'de, "Allah'ın, hidayeti dilediğine vereceğini" bildiren âyet-i kerîmenin [231] doğru anlaşılabilmesi için bu konudaki bütün âyetlerin birlikte mütalaa edilmesi gerekiyor.
Bu âyet-i kerîmelerden üçünün mealleri şöyle:
"Biz ona hidayet yolunu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör." [232]
"Ona hayır ve şerri, her iki yolu da gösterdik."[233]
"Onlar öyle kimselerdir ki, hidayet karşılığında dalâleti (sapıklığı) satın almışlardır." [234]
Bu âyet-i kerîmelerde kulun, dalâlete kendi iradesiyle müşteri olduğu çok açık şekilde ders veriliyor. Aynı gerçeği ders veren üç âyet:
"Allah zalimler topluluğunu hidayete eriştirmez." [235]
"Allah kâfirler topluluğunu hidayete eriştirmez." [236]
"Allah fâsıklar topluluğunu hidayete eriştirmez." [237]
'Zalim, kâfir ve fâsık' olmayı tercih eden insandır. Ve Allah, hidayete zıt bir yola giren bu insanları, tövbe edip dönmedikleri taktirde, hidayete erdirmeyeceğîni haber vermiştir.
Allah'ın dilediğini hidayet yoluna sokması, dilediğini de sapıklık içinde bırakması, islâm'ın tevhid akidesiyle de yakından ilgilidir. Elbette Allah, dilediğini yapar ve O'nun iradesine karşı koyacak bir başka irade düşünülemez. Şu var ki, Alîm ve Hakîm olan Allah'ın bu dilemesi de mutlaka ilim ve hikmete dayanır. Bu nokta gözden uzak tutulmamalıdır.
Bu mânâyı ders veren başka bir âyet-i kerîme de şudur:
"Doğrusu sen sevdiğine hidayet veremezsin. Fakat Allah kimi dilerse ona hidayet verir. Ve hidayete erecekleri en iyi O bilir."[238]
"Varlığının sonu olmayan."
"Mahlukat yok olduktan sonra da varlığı devam eden."
"Size verilen her şey, yalnızca dünya hayatının metai ve süsüdür. Allah katında olan ise, hem daha hayırlıdır, hem de bakidir. Hâlâ, akıllanmayacak mısınız?" [239]
Allah'ın varlığı vaciptir, mahlukatın varlığı ise mümkin. Vacip varlığın, evveli olmadığı gibi âhiri de olmaz. Yani, O hem Kadîm'dir, hem Baki. Mümkin varlıkların ise hem evvelleri vardır, hem de âhirleri.
İşte mahlukat, evvelleri cihetiyle Allah'ın Kadîm olduğunu gösterdikleri gibi; varlıklarının fani olması cihetiyle de Allah'ın Bakî olduğunu bütün akıl ve şuur sahiplerine ilan ederler.
Bu konuda Nur Külliyatından güzel bir temsil:
"Nasılki Güneş'e karşı cereyan eden bir nehrin yüzünde kabarcıklar parlar gider. Gelenler aynı parlamayı gösterip, taife taife arkasında parlayıp sönüp gider. Bu sönmek, parlamak vaziyet'iyle; yüksek daimî bir Güneş'in devamına delalet ederler. Öyle de, şu mevcudat-ı seyyaredeki hayat ve mevtin değişmeleri ve münavebeleri, bir Hayy-ı Bâki’nin beka ve devamına şehadet ederler." [240]
"Her şeyin tek varisi, hakikî sahibi"
“Her şey yok olup gittikten sonra Bakî kalan.”
"Biz, refahından şımarıp azmış nice şehri helak ettik. İşte meskenleri kendilerinden sonra bunların pek azında oturuldu. (Onlara) biz vâris olmuşuzdur." [241]
Bu ismin bir önceki isimle çok yakın ilgisi vardır. Fani olan varlıklar bu dünyadan göçtüklerinde, bütün mülklerini o mülkün Baki olan hakikî Mâlikine teslim etmiş olurlar. Bu terk ve teslimde, Allah'ın Vâris ismi tecelli eder.
Bu isimden kulun alacağı en büyük ders, mal ve mülkünün manevî temizliğine dikkat etmesidir. Allah'ın tertemiz olarak yaratıp, ömrü süresince emanet verdiği mülkü, faizle, rüşvetle, ihtikârla, zulümle kirletmeden O'na teslim etmeye çalışmak gerekir.
Aynı şekilde, günahsız olarak yaratılan organların, hislerin ve duyguların da lekelenmemesine gayret gösterilmelidir.
Bir yönüyle Vâris ismi, cüz'î irademizle işlediğimiz her türlü amele bakar.
Hadis-i şerifte "dünya ahiretin tarlasıdır" buyruluyor. İnsan, bu dünya tarlasının içinden çıkmış harika bir mahluk. Kendi bedenine hakiki mâlik olmadığı gibi, dünyanın da gerçek sahibi değil.
Ömür denilen hizmet ve imtihan süresini doldurduğunda, ruhu bedeninden ayrılıyor ve bedeni bu dünya tarlasının bir köşesine defnediliyor.
Gidenlerin yerine başka bedenler ve başka ruhlar bu dünyaya geliyorlar ve ahiretleri namına bir şeyler devşirip göçüyorlar.
İşte Vâris ismi, hem bu misafirlerin dünya tarlasını terk etmelerinde tecelli ediyor, hem de kazanç yahut kayıplarını ilâhî ilme tevdi etmelerinde.
Buna göre Varis ismi, hem Mâlik hem de Hasîb isimleriyle yakından alâkalıdır. [242]
“Ezelde takdir ettiği her şeyi, hedefine en hikmetli bir şekilde ulaştıran."
“İnsanları hayırlı yollara irşad eden."
İlmi ve hikmeti sonsuz olan Allah, kimsenin yardımına ve yol göstermesine muhtaç olmaksızın, ezelde takdir ettiği işleri bizzat kendisi neticelendirir. Bunun için gerekli yolları yine kendisi açar; tedbirleri hikmetiyle alır ve hiçbir engel olmaksızın netice tahakkuk eder.
Bir zamanlar her tarafa bir buhar gibi yayılmış ve dağılmış olan varlık âlemi, O'nun yol göstermesi ve yön vermesiyle şu gördüğümüz muhteşem kâinat halini almış bulunuyor.
Ana rahmindeki nutfe de yine O'nun irşadiyle 'alâka, mudğa... safhalarından rahatlıkla geçmiş, organlarla donanmış ve insan haline gelmiştir.
Allah'ın sıfatlarını, isimlerini, fiillerini, insanın nereden gelip nereye gittiğini ve bu dünyadaki vazifesinin ne olduğunu ilâhi irşad olmaksızın bilmek mümkün değildir. Akıl bütün bu konularda tek başına hiçbir şey söyleyemez. Buna göre, Reşîd isminin en ileri tecellisi, Kitap indirmek ve Peygamber göndermek suretiyle insanlara doğru yolun gösterilmesidir.
Bu isimden insanın alacağı en büyük ders, hayatına Kur'ân'ın irşad ettiği gibi yön vermesi ve başka insanlara da bu vadide yardımcı olmaya çalışmasıdır. [243]
"Azap etmekte acele etmeyen."
“Cezayı, bir vakte kadar tehir eden.”
Bütün sıfatları mutlak ve sonsuz olup, dilediğini hemen icra edebilen Allah'ın, Sabûr ismi, insanların anladığı mânâda bir sabır olmaktan münezzehtir. O'nun sabrı, 'acele etmemek' manasınadır. Kâinatın altı devrede yaratılmasında, bir ağacın yıllar sonra meyve vermesinde, ekilen tohumun aylar sonra yeryüzüne çıkmasında hep bu Sabûr isminin tecellileri okunur.
Yaratma hususunda acele etmeyerek bütün icraatını hikmetle yürüten Allah, asi, münkir ve müşrik kullarının cezalarını vermekte de yine acele etmez. Onlara belli bir süre tanır.
Bir mü'min, sabırlı olduğu ölçüde bu isimden feyiz alır. Nur Külliyatında sabır üçe ayrılarak incelenir:
"Sen üç sabır ile mükellefsin. Birisi taat üstünde sabırdır. Birisi: masiyetten sabırdır. Diğeri: musibete karşı sabırdır."[244]
Buna göre bir kul, nefis ve şeytanın telkinlerine rağmen hayırlı bir iş yapar ve bunda sebat gösterirse, 'taat' üstünde sabır etmiş olur.
Kendisine kötülüğü emreden nefsinin sözlerine ve şeytanın vesveselerine kapılmamak için mücadele vermek suretiyle 'masiyete', yani günahlara karşı sabretmiş olur.
Bu dünya imtihanın bir cilvesi olan sıkıntılara, hastalıklara ve 'musibetlere' sabredip, şikayet yoluna girmemekle de sabrın üçüncü şubesinde başarıya ulaşır. [245]
[1] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 9-10.
[2] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 11-12.
[3] Sözler.
[4] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 13-15.
[5] Bakara: 2/195.
[6] Âli İmran: 3/32.
[7] Âli İmran: 3/57.
[8] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 16-17.
[9] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 18-21.
[10] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 22-23.
[11] Sözler.
[12] Sözler.
[13] Sözler.
[14] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 24-30.
[15] Tâ-Hâ: 20/ 8.
[16] Mesnevi-i Nuriye.
[17] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 31-32.
[18] Haşr: 59/22.
[19] Hadis-i Şerif.
[20] Kastamonu Lahikası.
[21] Sözler.
[22] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 33-35.
[23] Nâs: 114/1-3.
[24] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 36-37.
[25] Cum'a: 62/1.
[26] Lem'alar.
[27] Lem'alar.
[28] Şualar.
[29] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 38-40.
[30] İmam Gazâlî.
[31] Haşr: 59/23.
[32] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 41-42.
[33] Haşr: 59/23.
[34] Mesnevî-i Nuriye.
[35] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 43-44.
[36] Haşr: 59/23.
[37] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 45.
[38] İbrahim: 14/47.
[39] Şualar.
[40] Mektûbat.
[41] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 46-47.
[42] Haşr: 59/23.
[43] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 48-49.
[44] Gazâlî.
[45] Haşr: 59/23.
[46] Mü'min: 40/16.
[47] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 50-52.
[48] Haşr: 59/24.
[49] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 53-54.
[50] Haşr: 59/24.
[51] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 55-57.
[52] Taberî.
[53] Gazâlî.
[54] Nuh: 71/10.
[55] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 58-59.
[56] İbrahim: 14/48.
[57] Sâd: 38/9. Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 60-61.
[58] Sad: 38/9.
[59] Sözler.
[60] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 62-63.
[61] Zâriyât: 51/58.
[62] Sözler.
[63] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 64-65.
[64] A'râf: 7/96.
[65] Fetih: 48/1.
[66] Fâtır: 35/2.
[67] Mesnevi-i Nuriye
[68]Sözler. Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 66-68.
[69] Bakara: 2/115.
[70] Mülk: 67/14.
[71] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 69-70.
[72] Bakara: 2/245.
[73] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 71-73.
[74] Vakıa: 56/3.
[75] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 74-75.
[76] Tövbe: 9/2.
[77] Sözler.
[78] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 76-78.
[79] Mü'min: 40/56.
[80] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 79-81.
[81] En'âm: 6/114.
[82] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 82-83.
[83] Mâide: 5/8.
[84] Zilzâl: 99/7-8.
[85] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 84-86.
[86] Şûra: 42/19.
[87] En'am: 6/103.
[88] Şura: 42/19.
[89] Mülk: 67/14.
[90] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 87-88.
[91] Haşr: 59/18.
[92] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 89-90.
[93] Âl-i İmran: 3/155.
[94] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 91.
[95] Şürâ: 42/4.
[96] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 92-93.
[97] Zümer: 39/53.
[98] Zümer: 39/53.
[99] Sözler.
[100] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 94-95.
[101] Teğâbün: 64/17.
[102] İbrahim: 14/7.
[103] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 96-97.
[104] Şûra: 42/51.
[105] Bakara: 2/255.
[106] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 98-99.
[107] Ra'd: 13/ 9.
[108] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 100.
[109] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 101-102.
[110] Hûd: 11/57.
[111] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 103-104.
[112] Gazâlî.
[113] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 105-106.
[114] Ahzâb: 33/39.
[115] Mesnevi-i Nuriye.
[116] Tövbe: 9/129.
[117] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 107-108.
[118] Mesnevî-i Nuriye.
[119] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 109-110.
[120] Nem: 27/40.
[121] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 111-112.
[122] Nisa: 4/1.
[123] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 113-114.
[124] Mü'min: 40/60.
[125] Sözler.
[126] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 115-117.
[127] Mâide: 5/54.
[128] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 118-119.
[129] Haşr: 59/24.
[130] Bakara: 2/269.
[131] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 120-121.
[132] Bürûc: 85/14.
[133] Sözler.
[134] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 122-123.
[135] Bürûc: 85/15.
[136] Cin: 72/3.
[137] Hud: 11/73.
[138] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 124-125.
[139] Bakara: 2/28.
[140] Meryem: 19//66-67.
[141] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 126-128.
[142] İsrâ: 17/96.
[143] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 129-130.
[144] Lokman: 31/30.
[145] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 131-132.
[146] Nisâ: 4/81.
[147] Sözler.
[148] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 133-135.
[149] Enfal: 8/52.
[150] Bakara: 2/165.
[151] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 136-137.
[152] Zâriyât: 51/58.
[153] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 138.
[154] Âli İmran: 3/31.
[155] Lem'alar.
[156] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 139-140.
[157] Şûra42/: 28.
[158] Mektubat.
[159] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 141-142.
[160] Meryem: 19/94.
[161] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 143-144.
[162] Lem'alar.
[163] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 145-146.
[164] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 147-148.
[165] Yunus: 10/56.
[166] Âli İmran: 3/27.
[167] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 149-150.
[168] Yunus: 10/56.
[169] Mülk: 67/2.
[170] Mektubat.
[171] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 151-152.
[172] Mü'min: 40/65.
[173] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 153-154.
[174] Âl-i İmrân: 3/2.
[175] Lem'alar.
[176] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 155-156.
[177] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 157.
[178] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 158.
[179] Ehad ismi, Esmâ'ül Hüsna' hadisinde geçmemekle birlikte, Vahid İsmiyle farkını belirtmek maksadıyla burada açıklanmasında fayda görülmüştür.
[180] Bakara: 2/16.
[181] Mektubat Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 159-160.
[182] İhlâs: 112/1-2.
[183] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 161-162.
[184] Fussilet: 41/39.
[185] Sözler.
[186] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 163-164.
[187] Lokman: 31/28.
[188] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 165.
[189] İbrahim: 14/42.
[190] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 166-167.
[191] Hadid: 57/3.
[192] Hak Dini Kur'ân Dili
[193] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 168-170.
[194] Tür: 28.
[195] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 171.
[196] Bakara: 2/160.
[197] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 172-173.
[198] Zuhruf: 43/55.
[199] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 174-175.
[200] Nisâ: 4/149.
[201] Mü'minûn: 23/96.
[202] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 176-177.
[203] Bakara: 2/143.
[204] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 178-179.
[205] Âl-i İmrân: 3/26.
[206] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 180-181.
[207] Rahman: 55/78.
[208] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 182-183.
[209] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 184.
[210] Tâhâ: 20/114.
[211] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 185.
[212] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 186.
[213] Âl-i İmrân: 3/9.
[214] Âl-i İmrân: 3/9.
[215] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 187-188.
[216] Fâtır: 35/15.
[217] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 189-190.
[218] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 191-192.
[219] Bakara: 2/117.
[220] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 193-194.
[221] Yasin: 36/23.
[222] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 195-196.
[223] Nur: 24/35.
[224] Nur: 24/35.
[225] Bakara: 2/257.
[226] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 197-198.
[227] Hacc: 22/54.
[228] Enbiya: 21/ 73.
[229] Tâ-Hâ: 20/50.
[230] İşârât-ül l'caz.
[231] Şûra: 42/52.
[232] İnsan: 76/3.
[233] Beled: 90/10.
[234] Bakara: 2/16.
[235] Bakara: 2/258.
[236] Bakara: 2/264.
[237] Tövbe: 9/24.
[238] Kasas: 28/56. Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 199-201.
[239] Kasas: 28/60.
[240] Mektûbat. Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 202-203.
[241] Kasas: 28/58.
[242] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 204-205.
[243] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 206-207.
[244] Sözler
[245] Prof. Dr. Alaaddin Başar, Esmâ-i Hüsna Allah'ın Güzel İsimleri, Zafer Yayınları, İstanbul, 2001: 208-209.