KUR'AN'DAN İLHAMLAR

 

 

HASAN  EL-BENNA HAKKINDA

 

Asrımızda İslâm dâvasının öncüsü olduğu için Hasan el-Benna'ya «İmam» ve «Mürşid'ül-âm» unvanları verilmiştir. Başlattığı dâvayı yürütürken bir suikaste kurban gittiği için de «şehîd» deniliyor.

Hasan el-Benna, Hicrî 1324 - Milâdî 1806 yılında, Mısır'ın İskenderiye şehri yakınlarındaki Mahmudiye kasabasında dünyaya geldi. Babasının adı Ahmed, d-edesinin adı Abdurrahman el-Benna'dır. Babası ilim sahibi ve büyük muhaddislerdendl.

Hasan el-Benna ilk ve orta tahsilini kendi kasabasında yaptıktan sonra yüksek tahsil için başkent Kahire'ye gitti ve Kahire Üniversitesi'nin Dârül-Ulûm Fakültesinden mezun oidu. Yüksek tahsilden sonra İsmailiye ş-ehrinde lise öğretmenliği yapmaya başladı.

(1) Bu bilgiler Ziriklî'nin «El-A'lâm» adlı kitabıyla Saîd Ramazan'ın «el-Havatır» adlı eserinden derlenmiştir, (Mütercimler)

10

Kürük yaşta yeteri kadar din bilgisi almış, yok miktarda âyet ve hadis ezberlemişti. Müslümanlığ nı severek yapıyordu. Yüksek tahsil sırasında kendini kitap okumağa vermişti. Yeteri kadar islâmî bilgisi bulunduğu için, daha çok islâm ideolojisi dışındaki kitapları okuyor ve islâm prensipleriyle mukayeseler yapıyordu. İslâm nizamı yanında bütün ideolojilerin sönük kaldığını gördükçe İslama daha çok sarılıyor ve onu, içine sindire sindire yaşıyordu.

Hasan el-Benna, islâm dininin sahabe 'devrindeki yaşanış şekline sonsuz hayranlık duyardı. İs-lâmın bugün de aynı şekilde yaşanmasını, müslü-manların o temiz ve berrak hayata tekrar kavuşmasını isterdi. O hayata dönüldüğü takdirde İslâm âleminin maddî ve manevî bütün problemlerinin çözüleceğine sonsuz inancı vardı. İslâmı iyi bilen herkesin bu inancı taşıyacağını söylerdi. Müslüman olup da bu inançtan mahrum yaşayan kimselerin islâm dinini iyi öğrenmemiş olduklarını ve bu yüzden o inanca eremediklerini sık sık tekrarlardı. Bu yönleriyle onJarı mazur görmeye çalışarak : «İslâmı birbirimize öğretmeliyiz. Felâketler cehaletlerden doğar. Her şeyden önce mukaddes dinimizi iyi öğrenmeye, öğretmeye ve toplum olarak onu yaşamaya mecburuz» derdi.

İmam Hasan el-Benna, inandığı islâm dâvasını gerçek müslümanlara açmak ve aynı istikamette onları biraraya getirmek istiyordu.   Bunun   için   de

11

halka inmek ve işe henüz bozulmamış olan halk tabakasından başlamak gerekiyordu. İsmailiye'de öğretmenlik yaparken bu fikrini ilk defa, kültürlü ve dindar olan yakın arkadaşlarına açtı. Onları ikna etti. Fikir birliğine vardılar. Birlikte kahvelere, gidiyorlar, kahvede vakit öldüren müslümanlara son derece hoşgörü içinde sokuluyorlar, onlarla tatlı tatlı sohbetler yapıyorlar ve günün birinde birkaçını alıp namaza götürmeye muvaffak oluyorlardı. Sonra onlar da, İslâmı ve müslümanların gerçek görevini daha iyi öğreniyor ve dâva kervanına katılıyorlardı.

• Böylece adetleri çoğaldı. 1929 yılında, merkezi İsmailiye'de olmak üzere «İhvan-ı Müslimîn» (Müslüman Kardeşler) adlı malûm teşkilâtı kurdular. Hasan el-Benna 23 yaşındaydı. Teşkilâta başkan seçildi. Kendisine «Mürşid'ül-âm» unvanı verildi. Artık şe-hir-şehir, köy-köy, kasaba-kasaba dolaşarak konferanslar veriyorlar! sohbetler yapıyorlar ve islâm dâvasının önemini müslümanlar arasında yaymaya çalışıyorlardı. Her gittikleri yerde teşkilâtın bir şubesi açıldı. Teşkilât her gün biraz daha genişliyordu. Müslümanların kızlarını dinî terbiyeyle yetiştirmek ve kadınları da bu dâvaya katmak için İsmailiye'de bir de «Müslüman Anneler Enstitüsü» kuruldu.

Bu arada Hasan el-Benna'nın öğretmenlik görevi Kahire'ye nakledildi. Dolayısiyle, teşkilâtın genel merkezi de Kahire'ye getirildi. Müslüman Kardeşlerin son derece  ihlâs ve samimiyetle başlattıkları  bu dâva

12

Kahire'de büyük bir sevgiyle karşılandı. Teşkilât çemberinin gün geçtikçe genişlemesi o gün için Mısır'ı sömürge gibi kullanan İngiltere'nin dikkatini çekmeye başlamıştı.

İhvan-ı Müslimîn Teşkilâtı İslâmın iyi öğrenilmesine, toplum dertlerinin islâm prensipleriyle tedavi edilmesine çok önem veriyordu. Mısır'ın bir çok yerinde enstitüler, okullar, hastaneler ve talim terbiye yerleri .açtı. Kahire'de günlük «İhvan-ı Müslimîn» gazetesi çıkarılıyordu. Bu gazete MürşiS'ül-âm Hasan el-Benna'nın minberi sayılıyordu. Teşkilât gün geçtikçe genişledi ve Mısır'ın sınırlarını da aşarak bir çok arap ülkelerinde şubeler açıldı. İslâm âleminde en kuvvetli teşkilât haline geldi.

O tarihlerde Mısır krallıkla idare ediliyordu. Kral ve Mısır hükümeti bu teşkilâtın devamlı büyümesi kar şısında endişe duymaya başladı. Müslümanların islâm prensiplerine bağlanarak birlik hâline gelmesi, İngiltere, Fransa, Amerika gibi batılı ülkeleri daha çok düşündürüyordu. İslâm âlemi gerçek mânada Kur'an'a sarılıp tek kuvvet hâline gelirse dünya stratejisi ters dönecekti. Özellikle İngiltere bu teşkilâtın dağıtılması için Mısır hükümetine baskı yapmağa başladı. Hükümet, teşkilâtın faaliyetlerini engelliyor ve kapatmak için bahaneler arıyordu. Kapatmak mümkün olmadı. Fakat, büyük lider Hasan el-Benna, 1949 yılı Şubat ayında tertiplenen bir suikastle şehîd edildi.  Şehîd olduğunda henüz 43 yaşını doldurmamıştı.

13

Seyyid Kutup'lar. Muhammed Kutup'lar, Şeyh Fer-gali'ler. Abdülkadir Udeh'ler. Saîd Ramazan'lar ve daha yüzlerce islâm mücâhidi onun manevî medre-••«inde yetiştiler.

Bu yolda şehit olan bütün mücâhitlere Hak Te-âlâdan sonsuz rahmetler diler, hayatta olanlara ise muvaffakiyetler niyaz ederiz.

Hasan Karakaya H. İbrahim Kutlay

HASAN EL-BENNA ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

Daha davetini İsmailiyye'den Kahire'ye nakil etmeden O'nu tanımıştım. Hasan el Benna en büyük İslâm davetçilerindendi. İsiâm davetinin yayılmasında sarsılmaz adımlarla ilerliyordu. O'nun toplumun ıslahı hususunda bıraktığı güzel eseri, her an hissetmekteyim. Allah, O'nu rahmetiyle kuşatsın, Peygamber, sıddıklor, şehitler ve salihlerle beraber, geniş cennetine koysun.

Hasan el Benna'nın Müslüman Kardeşler Merkezindeki «Salı günü» konuşmalarına katılıyordum. Salı konuşması veya kendi deyimiyle «Salı özlembnin ne demek olduğunu çok iyi anlamıştım.

Salı günü, gerçekten muhteşem bir gündü. İskenderiye'den tut da Asvan'a kadar, binlerce müs-

16

lüman Hasan el Benna'yı dinlemek için toplanıyordu. Kürsüye beyaz elbisesi ve cübbesiyle çıkardı. Konuşmaya başlamadan önce salondakileri bir bir inceler, sonra da kalbleri büyüleyen özlem dolu sesi duyulurdu. Onun sesi, konuşma tekniğine ve bağırmakla dikkati çekmeye yönelik değildi. Tam aksine gerçeklere dayanan, aklı ikna ederek hisleri uyandıran ruhları kelime ile değil, mâna ile, bağırmakla değil sükûnetle, coşturmakla değil delille alevlendiren bir özelliğe sahipti. Öyleki Salı konuşmasına bir defa katılan, engel ne olursa olsun bir daha terk etmezdi.

Ben de o günün müdavimlerinden biri idim. Hatta. 1940'larda band kayıt âleti gelişmişken O'nun konuşmalarını, yayınlamakta olduğum «j'tis'am» dergisine aktarmayı düşünüyordum. Sonunda yazmak suretiyle dergiye aktarmaya Allah (c.c.) beni muvaffak kıldı. Gerçekten bu bir ilhamdı. Çünkü ben bu şekilde bir nakil sanatını hiç kimseden öğrenmedim. Belki de bu tevfik, bu büyük servetle mutlu olmam içindi. Belki de bu benim en salih amellerrmdendi.

Şehit İmam vefat edinceye kadar Salı günü konuşmasını, dergiye nakletmeye devam ettim. Akşam namazlarından önce Müslüman Kardeşler Merkezine gitmeyi âdet haline getirmiştim. Ezan okunduktan sonra namaz kıldırmam için beni davet ederdi. O varken öne geçmekten haya ederdim. Fakat «emrediyorum kıldır» deyince, emre uymak mecburiyetinde kalıyordum. Namazı kıldırdıktan sonra O'nu din-

17

lemeye koşuyordum. Dinleyenler içinde konuşmasını yazan tek kişi ben idim. Yazmak için özel bir yer ayrılmasını da istemezdim. Nereyi boş bulursam oraya oturur yazardım.

Hayret verici olaylardan biri de, konuşmasının sonunun bir sürpriz olması idi. Aynı şeyi diğer dinleyenlerden de hissederdim. Konuşmasının sonu, başlangıcından daha fazla dinleyicileri büyülerdi. Bunun sırrını bilmiyorum, fakat Allah Taala lütfunu dilediğine verir.

1945'de, «Şer'î Cemiyet» heyetinin başkanı olarak hac farizesini eda etmeye, Allah bizi muvaffak kıldı. Orada, o mukaddes topraklarda, harem-i Şerifte Hasan el Benna ile karşılaştım. Mekke-i Mü-kerreme'de bulunan «Mısır» otelinde, islâm heyetleri başkanlarına verdiği konferansları dinledim. Yine Mi-na'da ve Medine'de bulunan Dar el Hades'de verdiği konferansları dinledim ve hepsini kaydettim. Onun her gittiği yere; Endonezya, Cava, Seylan, Hind, Malezya, Nijerya, Kameron,* Iran ve Afganistan'dan gelen müslümanlar akın ediyordu. Onlarla tanışır, toplantı yapar, önem vermeleri gereken işleri söyler, karşılaştıkları meseleleri kendilerine anlatırdı. Sanki onların memleketlerinden yeni gelmişti. Bunlara rağmen, başkaları O'nu insanlar ve liderler çevresinden uzak kalmış, garip bir kişi olarak kabul ederlerdi. İş-

Risaleler 12

F.: 2

18

te bu tabiatiyle bir tarihe damgasını vurarak, çağın gidişini değiştirdi, ölürken de garip öldü. Namazının kılındığı camide sadece babası vardı. Dünyayı dolduran taraftarlarından hiç kimse yoktu cenazesinde. Bunun sebebi ise gayet basitti. Çünkü onlar hapishaneleri doldurmuşlardı.

Fakat şu bir gerçektir ki, Hasan el Benna öldü ise de fikri ölmemiştir. Çağın üslubuna uygun olarak, İslâm sofrasında büyüttüğü nesil, eserini devam ettirecektir. Yirminci asırda çekirdeğini ektiği islâm? hareket devam edecektir. Allah O'na rahmet etsin.

AHMED İSA AŞUR

KUR'AN'DA İNSAN

Allah Taala'ya hamdu sena ederiz. Allah'ın Re-sulü'ne, âlına ve kıyamet gününe kadar davetini yayanlara salât ve selâm ederiz.

Ey kardeşlerim Allah'ın mübarek selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

Dostlarım daha önce bu geceki konuşmamızın, Allah Taala'nın Kitabı hakkında olacağım söylemiştim. Allah Taala'nın Kitabı'na bakışım ve O'nu açıklamam, ilmî gerçekleri araştırmak veya mezhep ihtilâflarını sergilemek veya çeşitli tefsir yönlerini ortaya koymak değildir. Ben tek bir hususu açıklamak istiyorum, o da, Kur'an okuyan kimseye, O'nu anlama yolunu göstermektir.

Ben Kur'an-ı Kerim'ln toplu manasını sergilemek

20

istiyorum. Aliah Taala'nın Kitabı'nı anlamak için kapıyı açmak istiyorum.

Kardeşim «nefsini tanıyan Allah'ını da tanır» diyen hikmetli sözü hatırlarsın. Öyle ise, sen de nefsini iyi anlarsan, Allah Taala'nın seni koyduğu yeri iyi idrâk edersen, getirildiğin mevkii iyi bilirsen, nefsinin ve Rabbin'in hakkını tam olarak yerine getirmiş olursun. Böylece «marifetullah»a kavuşmuş olursun. «Kendi nefislerinizde de (Allah'ın âyetleri vardır) görmez misiniz.» (1) Biz nefsimize bakıp bir beşer olarak; yerimiz neresidir ve bu yerde görevimiz nedir? öğrenmek istiyoruz. Rabbani konumumuzu bilmek istiyoruz. İstiyoruz ki önce nefsimizi, sonra da üzerimizdeki Allah (c.c.)'ın hakkını bilelim.

Konuyu bu açıdan ele aldığımızda, insan yarndı-lışındaki temel noktaya dönmüş oluruz. Bu temel nokta Âder.n (a.s.)'in kıssasıdir. Âdem (a.s.) kıssası Kur'an-ı Kerim'in birçok yerinde zikredilmiştir. Bakara, Araf, Hicr, İsra, Tâhâ, Sad ve Rahman sûrelerinde insanoğlunun ilk yaradılışı anlatılmaktadır. Bakara Sûresinde, «Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Halbuki siz ölüler idiniz. Sizi, O diriltti. Sonra öldürecek, sonra tekrar çürütecektir. Nihayet O'na döndürüleceksiniz.» (2) «Bir zaman Rabbin meleklere: «Ben yeryüzünde bir halife yapacağım demişti. Melekler de:

(1)    Zariyat; 21.

(2)    Bakara; 22.

21

«Orda bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yapacaksın? Halbuki biz seni överek teşbih ediyoruz ve tenzih ediyoruz.» dediler. Allah da onlara «Şüphesizki ben sizin bilmediklerinizi bilirim.» dedi.» (3)

Buyrulmak suretiyle insanoğlunun kıssası böyie tasvir ediliyor. Araf Sûresinde ise biraz daha geniş olarak açıklanıyor. «Sizi yarattıktan sonra, size şekil verdik. Sonra, Meleklere: «Âdem'e secde edin» dedik. Hepsi secde ettiler. Yalnız İblis hariç. O secde edenlerden olmadı. Allah : «Sana emrettiğimde, seni secde etmekten alıkoyan nedir?» dedi. İblis: «Ben onouı hayırlıyım. Çünkü beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın» dedi. Allah dedi ki: «Öyle ise cennetten çık. Çünkü sen adilerdensin.» İblis dedi ki: «Bari, insanların tekrar dirileceği güne kadar bana mühlet ver.» Allah: «Sen mühlet verilenlerdensin.» dedi. İblis: «Benim azmama hükmettiğin için senin doğru yolunda kullarının önünü keseceğim. Sonra onlara önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım. Böylece çoklarını şükreder bulamayacaksın.» dedi.; Allah dedi: «Horlanmış ve kovulmuş olarak cennetten çık, yemin olsun ki sana tâbi olanlarla birlikte cehennemi sizinle dolduracağım. Biz «Ey Âdem, sen ve zevcen cennette kalın dilediğiniz nimetlerden yiyin, fakat şu ağaca yaklaş-

(3)   Bakara; 30.

22

mayın. Sonra zalimlerden olursunuz» dedik. Fakat şeytan onlara kendilerine görünmeyen avret yerlerini göstermek İçin vesvese verdi ve şöyle dedi: «Rabbiniz size bu ağacı, sadece ikiniz de melek ol-mayasınız veya cennette ebedî olarak kalmayasınız diye yasakladı.» Ayrıca onlara: «Şüphe yok ki ben size nasihat edenlerdenim» diye yemin etti. Böylece onları aldatarak ağaçtan yemeye şevketti. Ağacın meyvelerinden yiyince avret yerleri kendilerine gö-rünkü. Cennet yapraklariyle avret yerlerini* örtmeye başladılar. Bunun üzerine Rableri onlara şöyle nida ©tti: «Ben size bu ağaçtan yemeyi yasak etmedim mi? ve size şeytan sizin apaçık düşt. --»zdır demedim mi?» Âdem ve zevcesi Rablerine şöyle yalvardılar : «Ey Babbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer sen bizi bağışlamaz ve bize acımazsan şüphesiz hüsrana uğrayanlardan oluruz.» Allah dedi: «Bir kısmınız diğer bir kısmınıza düşman olarak cennetten inin. Yeryüzünde sizin için bir müddet kadar yerleşme ve geçim imkânı vardır.» Yine şöyle dedi: «Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve tekrar orada dirilip çıkarılacaksınız.» (4)

Burada Hak Taola üe şeytan arasındaki muhavere; kibirden dojayı şeytanın düştüğü sapıklığı, Âdem (a.s.)'ın da ona aidanarak ayağının kayması, geniş olarak izah ediliyor. Aynı mânayı Hier Sûresinde de

(4)    Araf; 11-25.

23

görürsün. Orada Allah Taala, insanı kuru çamurdan nasıl şekillendirip ruh verdiğini, sonra meleklere, ona secde etmelerini emretmesini, iblisin «Çamurdan yaratılan beşere secde etmem» diyerek secdeden imtina ettiğini sergiliyor. Şeytan, insanı sadece madde olarak gördüğü için. ona secde etmedi. Ona ruh verildikten sonra maddenin bir ağırlığının kalmayacağını düşünemedi. Şeytan kibirli idi. Kibiri ona secde etmekteki büyük sırrı unutturdu. Bu yüzden laneti hak etti. Allah ona şöyle dedi: «Cennetten çık, sen artık kovulmuş birisin. Hesap ve ceza gününe kadc sana lanet olsun.» İblis: «Rabbrm insanların tekrar dirilecekleri güne kadar bana mühlet ver» dedi. Allah da: «Sen vokti tayin edilen bir güne kadar mühlet verilenlerdensin» dedi. İblis şöyle dedi: «Rabbim beni saptırdığın için mutlaka, ben de yer yüzünde Adem oğullarına kötülükleri güzel göstereceğim ve onların hepsini azdıracağım. Ancak kullarından ihlâs-lı olanlar müstesnadır.» Allah şöyle dedi: «Bu bana ulaşan dosdoğru bir yoldur. Kullarımın üzerinde hiç bir nüfuzun yoktur. Ancak sana uyan azgınlar müstesna.» (5)

Burada kıssanın külli mânaya uygun olarak sergilendiğini görüyoruz. Burada iblis Allah'ın rububi-yetini itiraf ediyor. Yine burada Allah Taala, şeytanın

(5)   Hicr; 34-42.

24

gücünün yetmeyeceği bir grup mü'min olduğunu açıklıyor.

İsra Sûresinde ise, Âdem (a.s.) kıssasına, özet olarak temas edildiğini görüyoruz. Orada, şeytanın bazı insanlara galip geldiğini ve onları çeşitli yalan vaadleriyle aldattığına şahit oluyoruz: «İblis şöyle dedi: «Söyle bana. Benden üstün kıldığın kimse de bu mu? Yemin olsun ki beni kıyamet gününe kadar yaşatırsan, onun soyunu vesvese ile helak edeceğim. Ancak bir kısmı hariç.»

Allah şöyle dedi: «Haydi git, Âdem'in soyunda sana kim uyarsa, hepinizin cezası cehennemdir. Bu yeterli bir cezadır. Onlardan gücünün yettiklerini, vesvesenle bana karşı tahrik edip yoldan çıkar. Atlı ve yayalarını toparlayarak bütün oyunlarını ortaya koy. Onlara mal ve çocuklarında ortak ol. Asılsız vaadlerde bulun. -lında şeytan kendisine uyanlara aldatıcı vadlerde bulunmaktan başka bir şey yapmaz- Şüphesiz ki senin salih kullarım üzerinde hiç bir nüfuzun yoktur. Rabbin vekil olarak yeter.» (6)

Tâhâ Sûresinde ise hadise genel olarak anlatılıyor. Allah'ın kudreti yetişmedikçe, insanın zayıf ve tabiatı gereği unutkan olduğuna işaret ediliyor: «Şeytan, Âdem'e vesvese vererek: «Ey Âdem sana ebedilik ağacını ve yok olmayan bir mülkü göstere*

25

yim mi?» dedi. Bunun üzerine Âdem ve Havva yasak ağacın meyvelerinden yediler. Bu yüzden Allah'ın emrine uymamalarının cezası olarak avret yerleri açı-lıverdi. Üstlerini cennet yapraklarıyle örtmeye çalıştılar. Böylece Âdem peygamber olmadan önce Rab-bine karşı günahkâr oldu ve cennet nimetlerinden mahrum kaldı. Sonra Rabbi onu peygamber seçti, tevbesini kabul etti ve doğru yolu gösterdi.» (7) Allah Taala, Âdem (a.s.)'den söz alıp ona vasiyet ettikten sonra, bu olay meydana gelmiştir. Âdem vasiyeti unutmuş, zayıf düşmüş ve şeytanın vesvesesini bertaraf edecek kuvveti kendisinde bulamamıştır.

Sad Sûresinde de «salsal» ve «hamai!mesnun»un çamur olduğu açıklanıyor. Yine bu âyette Allah Taala' nın insanoğluna yaptığı ikram tecelli ediyor.

«Allah şöyle dedi: «Ey iblis, bizzat vasıtasız olarak yarattığım insana secde etmekten seni alıkoyan nedir? Kibirlendin mi? Yoksa şımaranlardan mı oldun?» (8) Şeytanın da Allah'ın kudret ve galibiyetini ve kendisine inen lanetin rabbanî olduğunu itiraf ettiği açıklanıyor.

Rahman Sûresine bir göz attığımızda insanın maddî yapısının ele alındığını görürüz. «Allah insanı, vurulduğunda testi gibi ses çıkaran kuru bir baiçık-

16)   îsra; 62-65

(7)   Tâhâ; 120-122. f8)   Sad; 75.

26

tan yarattı.» (9) Âyette yapımızın yer yüzündeki çamurdan olduğuna işaret vardır. Yukarda geçen âyetlerde, insanoğlunun kıssasına zahirî manada bakacak olursak, insanın madde yapısının, geçmiş bir benzeri olmaksızın yaratılmış olduğunu görürüz. Biyoloji bilginlerinin iddia ettiği gibi, başka şeylerden gelişmek suretiyle meydana gelmiş değildir. Üstelik, insanın başka şeylerden gelişerek tekâmül ettiği şeklindeki görüşü, diğer materyalist gömüşler çürütmektedirler. Darvin bile «Hayatın sırrını öğrenmekten aciz olduğunu ve her araştırmayı geliştirdiğinde hayatın esasının Allah olduğunu daha iyi anladığını» itiraf etmiştir.

Yaratma olayının keyfiyetini Kur'an-ı Kerim geniş olarak açıklamıştır. Hadisler de bu konuya geniş yer vermiştir. Fakat kesinlikle biliyoruz ki ruhumuz değil, sadece maddemiz, yaşadığımız yeryüzünde bir parçadır ve biz, çevresine göre değişen hayvan cinsinden değiliz. Maddecilerin bu şekildeki görüşü, bir faraziyeden öteye gidememektedir. «Ey insanoğlu! Bilmediğin bir şeyin ardına düşme. Çünkü kıyamet gününde kulak, göz ve kalb, işte bütün bunlar yaptıklarından mes'ul olacaklardır.» (10)

İşte insanın madde yapısı, çamurdan oluşumu, Kur'an-ı Kerim'in zikrettiği gibi, budur.

(9)    Rahman; 14. (10)    tsra; 36.

27

İNSAN MELEİL A'LA VARLIKLAR1NDANDIR

Gelelim insanın ruhî yapısına. Allah Taala «ona ruhumdan üfledim» (11) buyurmakla, insanın tek unsurdan meydana gelmediğini apaçık ortaya koymaktadır. Evet o sadece madde değildir, sadece ruh da değildir. Kalıbı çamur olup, Aflah ruhundan kendisine üflemiştir.

Ey insan! Sen çamurdan meydana gelmiş et kılıfından ibaret değilsin.

Sen, Allah Taala'nın ruhundan yaratılmışsın. Daha önce bir avuç topraktın, sonra mükemmel bir varlık oldun. Sen bu halinle «meleil a'lcr» varlıklarından sın. Çünkü insanlığın, ancak Allah Taala'nın kendi ruhundan sana üflemesinden oluşmuştur. Sana nasip olan bu ruhun mahiyetine, hakikatine ve sırrına vakıf olmak, senin işin değildir. O'nun Rabbani bir ruh olduğunu bilmen yeter. Çünkü Allah Taala'ya taalluk eden hususlar, insan düşüncesinin, aklî gücünün ve hayalinin üstündedir.

Aziz kardeşim! Yukarda geçen âyetler, senin maddî ve ruhî yönünü sergiledikten sonra, meleklere yakınlığını ve bu nûranî ve Rabbani mahlûkatın yanındaki yerini de açıklıyor.

Görüyorsun ki, Allah Taala seni kendi ruhundan

(11)   Sad; 72.

28

var ettikten sonra, melekleri sana secde ettirmiştir. Böylece sen, Allah (c.c.) katında, meleklerden daha büyüksün. Evet insanlığını bilirsen şüphesiz, meleklerden daha yücesin. Eğer insanlığını unutursan şeytanların safına katılmış olursun. Allah Taala'nın istediği şekilde insan olmanın hakkını verirsen, melekler sana hizmet eder. Dünyada meleklerin, salih kimselerden hasta olanları ziyaret ettiği bir gorçektir. Kıyamet gününde senin hizmetinde olacağını, Kur'an-ı Kerim açıklamaktadır. Melekler sadece Allah (c.c.)'m yarattığı kullarıdır. O'nun emrine karşı gelmezler. Kendilerine emrolunanı yerine getirirler. Onlardaki ilâhî tecelli tek yönlüdür. O da mutlak itaattir. Oysa ey insan! O'nun sana tecellisi daha büyüktür. Çünkü sana seçme nimetini vermiştir.

Yukardaki âyetler, şeytanla olan ilişkini de sergilemektedir.. Şeytanla aranda, amansız ve sürekli bir düşmanlığın mevcut olduğunu beyan etmektedir. Zaten hayatının özünde onunla mücade!° vardır. Allah Taala, Kur'an-ı Kerim'in çeşitli âyetlerinde ondan sakınman için seni uyarmıştır. oEy Âdemoğulları! Ben size şeytana tapmayın, o sizin için apaçık bir düşmandır. Bana kulluk edin. İşte doğru ye! budur, diye emretmedim mi?» (12)

insanın yaradılışını açıklayan âyetlerin temas etiği beşinci konu da, senin ilk vatanın ve yerindir,

(12)   Yasin: 60-61.

29

Âyetler, senin ulvî varlıklardan olduğunu, «meleil a'lâ» da büyüdüğünü, daha sonra şimdiki yerine indiğini, şayet insan olma görevini idrâk edersen, tekrar o ulvî yere dönebileceğini İzah etmektedir.

Âyetler, insanlığın kıssasını ele alırken altıncı bir konuya daha temas etmektedir. O da insanoğlunun, kâinattaki yeridir. İnsan, diğer varlıklar arasında yüce bir mevkiye sahiptir. Çünkü, dünyada Allah'ın halifesi olma görevi ona verilmiştir. «Hani Rab-bın a Yeryüzünde bir halife yaratacağım» demişti.» (13) Yeryüzü, yıkmak değil, tamir etmek için insanoğluna teslim edilmiştir. Kâinatta her şey onun emrine verilmiştir. «Allah'ın göklerde ve yerde bulunan her şeyi emrinize verdiğini ve sizlere açık ve gizli bol bol nimetler bahşettiğini görmez misiniz?...» (14) Ey insan! Sen yer yüzünü İmar etmek için görevlendirildin. Bu görevini tam olarak yerine getirmen için, Allah her-şeyl senin emrine verdi.

Bu âyetlerdeki yedinci mâna da insanların birbirine karşı olan görevleridir. «Ey insanlar biz sizi bir erkek ve dişiden yarattık ve tanışınız diye kabileler ve milletler yaptık.» (15) Allah Taala kabile ve milletleri, birbirinden nefret etmeleri için değil, tanışıp yardımlaşmaları için yaratmıştır.

(13)    Bakara; 30.

(14)    Lokman; 20.

(15)    Hucurat; 13.

30

Kur'an-ı Kerim'de, insanların birbirine karşı olan münasebetleri, kardeşliğe dayanmaktadır. Allah Ta-ala'ya kulluk ettikleri ölçüde, insan insanın kardeşidir. «Ben insan ve cinleri, sadece bana İbadet etmeleri için yarattım.» (16)

RUH VE NEFS

Aziz kardeşim! Burada, Kur'an-ı Kerim'in, özellikle üzerinde durduğu insan ruhunu ele alacağız. Aslında nefis insanın özüdür. Bunun içindir ki konuşmamızın temelini teşkil etmiştir. Biliyorsunki senin bir ruhun, bir de yapın vardır. Ruhu, Allah Taala sana üfürmüştür. Onun mahiyetini öğrenmek senin işin değildir. Çünkü Allah (c.c.) Peygamberine, ruhun, kendinin işi olduğunu bildirmiştir. Şüphesiz ruh, parlayan ve nûr saçan büyük bir unsurdur. Şüphesiz ruh, maddenin ve dünyevî nizamın üstünde olup tamamı nûr, parlayış ve inceliktir.

Kur'an-ı Kerim, insan nefo'nden bahsederken, onun sıfatlarını da zikretmiş ve şöyle buyurmuştur: «Biz İnsana hayır ve şerri, her İki yolu da göstermedik mi?» (17)

(16)    Zariyat; 56.

(17)    Beled; 10.

31

«Nefse ve onu şekillendirene, sonra da ona, kendisi için kötü ve iyi olanı öğretene yemin olsun ki nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.» (18)

Nefis, nefis olarak hem hayır hem de şer yapmaya müsaittir, her ikisini de yapmaya gücü yeter.

Allah Taala, hayra yöneltildiğinde hayır, şerre yöneltildiğinde de şer yapabilecek vasıtaları ona vermiştir. Sen de, bu Rabbani espri sayesinde hayrı ve şerri idrâk edip birbirinden ayıracak güce sahipsin. Sen tamamen hayra yönelip melek olamazsın, tamamen şerre yönelip şeytan da olamazsın. Allah'ın hikmeti gereği, her iki yöne de meyledecek şekilde hazırlanmışsın, nefsinin sınırı çok geniştir ve tabiatı itibariyle elastikidir, hayrı kabul ettiği gibi şerri de kabul eder.

Kur'an-ı Kerim'de, insan nefsinin yüceliğini, iiim ve faziletini, parlak ve nurlu oluşunu, mülahaza etmekle beraber, onun şerre meyyal olduğjnu da öğreniyoruz. «O emaneti insan yüklendi. Şüphesiz ki İnsan zulümkâr ve çok cahildir.» (19) «Şüphesiz insan Rabbinin nimetlerine karşı pek nankördür.» (20)

«Asra yemin olsun ki, insan mutlaka hüsrandadır.» (21)

(18)    Şems; 7-9.

(19)    Ahzab;  72.

(20)    Adiyat;  6.

(21)    Asr;  1-2.

32

«Gerçekte insan sabırsız ve hırslı yaratıldı. Başına bir felâket geldiği zaman feryat eder. İyiliğe uğradığı zaman da çok cimrileşir.» (22)

Çünkü insan nefsi, rabbani bir konumu ile inşan vücuduna girdiği zaman, kendini unuttu ve girdiği kalıbın tabiatını ve maddi özelliğini kabullenmeye boş-ladı. Üstelik bir de şeytan ona musallat oldu.

Peki bunun ilacı var mıdır? Tedavisi nedir? İnsanlık çökecek mi? Hayır, insanlık çökmeyecektir. Çünkü Allah Taala şöyle buyuruyor : «Şüphesiz ki insan hüsrandadır. Ancak iman edip ameli salih işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler bunun dışındadır.» (23)

«Gerçekte insan sabırsız ve hırslı yaratıldı. Başına bir felâket geldiğinde feryat eder, iyiliğe uğradığı zaman cimrileşir. Ancak namaz kılanlar ve namazlarına devam edenler bunların dışındadır.» (24)

Bu kiri temizlemek için devamlı savaşman gerekir. Allah Taala seni başıboş bırakmamış, Peygamber ve kitap göndermiştir. Ta ki ruhun temizliğini koru-yasın ve Allah'a yönelesin. Allah'ı devamlı zikredersen ve O'na yönetip itaat edersen, ruhu, maddenin alanından kurtarabilirsin. «Ben nefsimi temize çıka-ramam. Çünkü nefis kötülüğü emreder.» (25) «Uğru-

(22)    Meârlc;   19-21.

(23)    Asr;  2-3.

(24)    Meftric;   19-23.

(25)    Yusuf;  53.

33

muzda cihad edenlere biz mutlak yolumuzu gösteririz. Şüphesiz ki, Allah iyilik edenlerle beraberdir.» (26) Salât ve selâm Muhammed (s.a.v.)'e, O'nun âl ve ashabının üzerine olsun.

(26)   Ankebut;  69.

Risaleler 12

r. : 3

KUR'AN'DA KÂİNAT

Allah Taala'ya hamd ederiz. Efendimiz Muham-meti (s.a.v.)'e, O'riun âl ve ashabına ve kıyamet gününe kadar davetini yayana salât ve selâm olsun.

Aziz kardeşlerim, geçen konuşmamızda «Kur'an'da insan» konusunu ele aldık. Aynı zamanda bu konu «Kur'an'cEan İlhamlar» adı altında Gereceğimiz konferansların ilki oldu. Geçen konuşmamızda gayemizin, ilmî konuların derinliğine inmek, geniş gerçeklerin ihatasına yönelmek olmadığını, aksine Allah'ın Kitabı'nı anlama yolunu aradığımızı ve insanların O'nu anlamaları için, kapıyı açmak istediğimizi açıklamış-: tık. Çünkü geniş malûmat elde etmek isteyenler tefsir kitaplarına müracaat edebilirler. Biz, Allah'ın âyetlerine basiretin açılmasını istiyoruz. Bundan dolayı, ilk konuşmamıza konu olarak «Kur'an'da insan»ı seçtik. Ve «Kur'an, insanın maadî yönünü ele al.rken onun nasıl yaratıldığını beyan ediyor. Ruhî yapısını

36

izah ederken de ruhun Allah'ın emri olduğunu ve Allah Taala'nın insana kendi ruhundan üflediğini açıklıyor» dedik. «Ey Muhammed; Sana ruhtan soruyorlar. Deki «Ruh Rabbimin bileceği bir iştir. Size verilen bilgi çok azdır.» (27)

Sonra ilk ruhun yücelerde olduğunu, Allah Ta-ola'nın meleklere Âdem (a.s.)'e secde etmelerini emrettiğini ve O'na bilmediğini öğrettiğini izah ettik.

«Allah Âdem'e bütün isimleri öğrettikten sonra, eşyayı meleklere göstererek şöyle dedi: «Eğer iddi-cmzda doğru iseniz şunların isimlerini bana bildirin.» Melekler ise şöyle dediler: «Seni teşbih, ve tenzih ederiz. Bize öğrettiğin dışında hiç bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz sen herşeyi çok iyi bilensin, hüküm ve hikmet sahibisin.» (28)

Sonra Allah (c.c.)'ın onu, yeryüzünde halifesi olması için seçtiğini sergiledik ve insanoğlunun dünyevî şehvetten ve materyalist düşünceden kurtulması halinde «meleil a'lasya yüceleceğini söyledik.

Burada yine tekrar ediyor ve diyoruz ki «Ey insan Allah seni kendi ruhundan var etti. Seni elleriyle yaratıp makamını yüceltti. Sana ilim, irfan ve meramını açıklama özelliği verdi. O halde sana verilen bu mevkii koru ve sana emanet edilen kâinata sahip ak.»

1

(27)    Isra; 85.

(28)    Bakara;  31-32.

37

Aziz kardeşim! Allah'ın Kitabı'nı okuduğun zaman, kâinatın maddî yönünün, onun ruhî sahasında geçtiğini görürsün. Hak Taala, şöyle buyuruyor: «Ey Muhammed! Onlara de ki: «Siz yeri iki günde yaratanı inkâr edip O'na eşler mi koşuyorsunuz? O, âlemlerin Rabbi olan Allah'tır.» O, yer yüzüne sabit dağlar yerleştirdi. Ve oraya bereket verdi. Orada, yaşayanların rızıklarmı takdir etti. Bütün bunları tam dört günde yarattı. Bu soranlar için bir açıklamadır.»

«Sonra Allah'ın iradesi duman halinde bulunan semaya yöneldi. Semaya ye yere «isteyerek veya is-* temeyerek gelin» dedi. Onlar da «İsteyerek geldik.» dediler. «Sonra Allah yedi semayı iki günde yarattı. Her semaya kendilerine ait hususları vahyetti. Biz dünya semasını kandillerle donattık. Ve onu koruduk. Bu herşeye galip olan ve herşeyi bilen Allah'ın takdiridir.» (29)

Yine şu âyetleri okuduğun zaman, kâinat olayının Kur'an-ı Kerim'in sahasına girdiğini açıkça görürsün. «Onlar üstlerindeki göğe hiç bakmazlar mı? Biz onu nasıl bina ettik ve nasıl süsledik. Onun hiç bir ayıp ve kusuru yoktur.» (30) «Gökleri gördüğünüz bir direk olmadan yükselten, sonra arşa hakim olan, belli bir zamana kadar hareket eden güneşi ve ay'ı hizmetlerinize amade kılan Allah'tır. Göklerde ve yer-

(29)    Fussilet:  9-12.

(30)    Kaf;  6.

38

de ne varsa hepsini O idare eder. Rabbihizin huzuruna çıkacağınızı kesinlikle bilmeniz için, Allah âyetlerini açıklıyor. Yeryüzünü döşeyen, orada scbit dağlar, tatlı sular yaratan ye her türlü mahsulden çift çift yetiştiren Allah'tır. O, geceyle gündüzü perdeler. Şüphesiz ki bunda, düşünen bir kcvim için nice deliller verdir. Yeryüzünde birbirine komşu, birçok toprak parçaları vardır. Bu topraklarda üzüm bağları, ekinler, toplu ve ayrı hurma ağaçları yer alırlar. Aynı su ile sulanmalarına rağmen, onları tat ve şekil yönünden birbirinden farklı kılmışızdır. Şüphesiz ki b*>nda aklını kullanan bir kavim için nice ibretler vardır.» (31) Kâinatla ilgili her sûreyi okuduğumuzda Alilah Ta-alc'nın, akıllara durgunluk veren eşsiz san'atını müşahede ederiz. Evet kesinlikle görülüyor ki Kur'an-ı Kerim, kâinat gerçeklerini sergilemiştir. Bunu böyle açıkladıktan sonra, şimdi kendi kendimize soralım, Kur'cn-ı Kerim niçin kâinat hakikatlerini sergiledi? Yoksa onun incelediklerini ve ayrıntılarını açıklayıp bir astronomi kitabı hüviyetini almak veya bitkilerin durumlarını ve gelişmesini açıklarken bir biyoloji kitabı olmak mı istiyor?

Gayet açıktır ki Kur'an-ı Kerim, Allah tarafından bu konuları inceleyen bir kitap şeklinde inmemiştir. Gayesi kâinat gerçeklerini, ilmî yönde analiz etmek de değildir. Kur'cn-ı Kerim'in gayesi; kâinatı yaratan,

(31)   Ra'd; 2-4.

39

terzim eden ve mükemmeüeştiren Aîiah Taalc'nın vcuğına apaçık delil göstermektir. «Ey Muhammed! Ce ki: «Hamd olsun Allah'a, selâm olsun seçtiği kul-lerına... Allah mı hcyırlı yokse müşriklerin O'na ortak koştukları şeyler mi hayırlıc'ır? Yoksa gökleri ve yeri yeretan ve sizin için gökten su indiren mi? Ki, Biz o su i'e bir tek ağacını bile bitiremeyeceğiniz nice güzel behçeler yetiştirdik. Allch jls berata beşka bir ilah mı var? Hcyır, fakat onlar haklan uzaklaşan bir kevimdir. O şeyler mi hayırlıdır, yoksa yeryüzünü yaşamaya elverişli haîo'e yaraten, içinde ırmaklar kılan, oraya scbit ceğler yerleştiren ve iki denizin arasına engel koycn mı? Allch'la beraber başka bir üch mı ver? Hayır, doğrusu onların çoğu gerçeği bilmezler. O şeyler mi hayırlıdır, yoksa darca kalana, kendisine niyaz edip yclvardığı zeman icabet eden, kötülüğü gic'eren ve sizi yer yüzünün halifesi yapan mı? Allch'la beraber başka bir ilah mı ver? Ne kadar da az düşünüyorsunuz. O şeyler mi hayırlıdır, yoksa kara ve denizin karanlıklarından size yol gösteren, rüz-gârlarr rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen mi? Allah'la beraber başka bir ilah mı var? Allah, onların kendisine ortak koştukları şeylerden münezzehtir.

O şeyler mi hayırlıdır, yoksa bütün varlıkları yoktan var eden, sonra da tekrar diriltecek olan ve sizi gökten ve yerden rızıklcnc'ırcn mı? Allah'la beraber başka bir ilah mı var? Ey Muhammed de ki: «Eğer

40

sözünüzde sadık kimseler  İseniz  getirin  delillerinizi.» (32)

Bu âyetler; yer yüzünün yaradılış keyfiyetini haber vermek için indirilmemiş, aksı'ne dikkatleri dakik bir sanata dayanan şu kâinatı emsalsiz bir şekilde yara tan Allah Taala'nın varlığına, yer yüzünü bütün aca-yipliği ile ilim, ulûhiyet ve büyüklüğüne uygun olarak var eden Allah'a ortak koşmanın bağışlanır bir yanı olmadığını açıklamak için nazil olmuştur. iEy insanlar : Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinlze iba-den edin. Gerekir ki O'ndan korkasınız. Yer yüzünü size bir döşek, göğü de bir bina kılan, gökten su indirip, onunla size, rızk olarak mahsuller çıkaran O'-dur. O halde bile bile O'na benzerler nisbet etmeyin.» (33)

Bakara Sûresinin âyetlerinde, kâinat hadisesinin vahdaniyet konusunun başında gelmesi bu görüşümüzü teyit etmektedir. Kısacası kâinat konusundaki âyetler, ilmî araştırmayı hedef almamış, tam tersine Allah'ın kudretinin deliline dikkatleri çekmiştir. Ta ki nefis, Allah'a kavuşsun, mutlu olsun, Kur'an-ı Kerim'-in istediği şekilde inancını düzeltsin ve gerçekleri arama imkânına kavuşsun. Dünyada tek gerçek. Allah Taala'dır.

(32)    Nemi:  59-64.

(33)    Bakara; 21-22.

41

İr.scnL—ın fıtratınca Allah verdir, çünkü onları yaratan O dur.

Aziz dostlarım «Kur'an-ı Kerim kâinat konusunu niçin sırf ilmî açıdan ele almadı?» şeklinde bir soru ile karşılaşabiliriz. Böyle bir soruya cevabımız şudur: «Kur'an-ı Kerim'in gayesi insanları ruhî yönden «me-iaîi û'ia»yu kavuşturmak ve Allah Taala'yı tanıtmaktır. Bir de, insanların aklı devamlı gelişmekte ve kâinatın gerçeklerini, adım adım ilerleyerek meydana çıkartmaktadır. Devamlı yeni gerçeklere şahit olmaktadır. Eğer (ur'an-ı Kerim bütün kâinat gerçeklerini ihtiva etseydi, bunun sonu gelmezdi. Bununla beraber, emsalsiz bir üslupla " azı kâinat gerçeklerine işaret etmiştir. Öyle ki, ili n adamları O'nun kendi aklî seviyelerinin üstünde olduğunu itiraf etmişlerdir. Avam, O'nu okurken kendi anlayabileceği ölçüde anlamış ve büyük bir haz duymuş, bilginler de, O'ndaki ilmî gerçekleri, akıllarının erdiği ölçüde anlamaya çalışmışlardır.

KUR'AN VE İLMİ GERÇEKLER

Kardeşlerim! Kur'an-ı Kerim, kâinat gerçeklerini ele alırken, kendisine kevnî bir kitap dedirtecek ölçüye vardırmamıştır. Kur'an, ilmî prensip ve kaideleri insanı dehşete düşürecek bir şekilde açıklamıştır. Üstelik bu kaideleri, okur yazar olmayan bir Pey-

gamber vasıtasıyla, cehalet ve karanlığın egemen olduğu bir çağda, gayet ince ve fıtrî bir üslupla hah etmiştir. Bu eşsiz mâna ve üslup, hiç bir kitapta t ö-rüimemiştir.

Kur'an-ı Kerim, kevnî hadiselerin yaratılışından başlamış, bazı yönlerini açıklamış, sonra da sonunun nasıl olacağını bildirmiştir. Yer ve göklerin ilk yaratılışına, Güneş ve Ay'ın bazı özelliğine ve bu âlemin sonuna ışık tutmuştur. Bunları açıklarken de, insan aklının keşfettiği ilmî gerçeklere ters düşmemiştir. Astronomi ilmi bilginlerinin sırf maddî deneylerle elde ettikleri bilgilerle çatışmamıştır. Buna misal olarak şu âyetleri verebiliriz ı «Biz her şeyden çift çift yarattık. Gerekirki düşünesiniz. Ey Muhammed sen onlara şöyle c"e: «Allah'a koşun. Şüphesiz ben, AMah tarcfından sizlere gönderilen bir uyarıcıyım.» (34)

«Sonra Allah'ın iradesi, duman halinde bu'uncn semcya yöneldi. Semaya ve yere : «isteyerek veya istemeyerek gelin.» c'edi. Onlar da: «İsteyerek geldik» dediler.» (35)

Bu âyetler; pozitif ve negatif teorisine tamamen uygundur. Her şeyin bu iki şeyden meydana geldiği, herşeyde bunların var olduğu ve bütün mahlûkatın oluşumunda bunların rolü olduğu gerçeğine, Kur'an-ı

(34)    Zariyat; 49-50.

(35)    Fussilet;  11.

Kerim işaret etmiştir. O, her şeyin ana hatlarını açıklamıştır.

«Kâfirler, gökler ve yer birbirine bitişikken onları ayırdığımızı bilmezler mi?» (36) Görüyorsun ki bu âyet de «Yerle göğün aslının bir olduğu» görüşü ile çatışmamıştır. Kur'an, her devirdeki aklın teslim olacağı genel kaideleri koymuştur.

«Onlar her canlıyı sudan yarattığımızı bilmezler mi?» (37)

Bu âyetteki ilmî hakikate hiç kimse itiraz etmemiştir ve edemezler de!                 /

İnsanın ilk yaratılışını açıklayan şu âyetler «Yemin olsun ki biz insanı süzülmüş, özlü balçıktan yarattık. Sonra onu «nutfe» halinde müstahkem bir karargâh elan rahme yerleştirdik. Sonra «nutfe»yi kan pıhtısı haline getirdik. Kan pıhtısını, bir çiğnem et yaptık, bir çiğnem eti de kemiklere çevirdik, kemikla-re de et giydirdik. Sonra c'a onu bambeşka bir var'ık yaptık. Şekil verenlerin en güzeli olcn Allch ne yücedir.» (38) Tıp ilminin alanına girmekte ve hiç bir tıp bilgininin buna itiraz etmesi mümkün olmamaktadır.

Kur'an-ı Kerim, kâinatta meydana gelen olaylara da işaret etmiştir. Buna misal olarak yağmuru verebiliriz. Yağmur güneşin hareketinden meydana ge-

(36)    Enbiya;   30.

(37)    Enbiya; 30.

(38)    Mü'minûn;   12-14.

44

lir, sonra onu rüzgâr başka bölgelere sevk eder. İlmin izahı budur. Bu görüş, şu âyetlerin İfade ettiği manaya ters düşmemiştir.

«Görmez misin ki, Allah bulutları sevk eder. Sonra onları bir araya getirip kenetler, daha sonra da üstüste yığıp sıkıştırır, bir de bakarsınız ki aralarından yağmur yağıyor. Allah, gökteki dağ gibi bulut kümelerinden dolu indirir ve onu dilediğine uğratır, dilediğinden de uzaklaştırır. Şimşeğinin parıltısı nerdey-se gözleri kapıp alıverir.» (39)

Başka bir misal daha : «Dağları yer yüzünü tutan kazıklar yaptık.»

«Allah, yeryüzü sizi sarsmasın diye oraya sabit dağlar yerleştirdi. Orada ırmaklar ve istediğiniz yere şaşırmadan gidebilmeniz için yollar yarattı.» (40) Dağların yer yüzünde bir kazık görevi yaptığı bir gerçektir. Şayet dağlar olmasaydı yer sallanır ve yer yüzünde bulunan sular ovalara taşardı.

YARATILANLARIN SONU

Sevgili kardeşim! Kur'an-ı Kerim, dünyanın sonu hakkında şöyle buyuruyor:

«Yaşadığınız yerin, başka bir yere, göklerin baş-

(39)    Nur;   43.

(40)    Nahl;  15.

45

ka göklere çevrildiği ve bütün varlıkların kabirlerinden çıkıp, bir ve her şeye galip olan Allah'ın huzuruna-vardıkları, o şiddetli günde, Allah onlardan hesap soracaktır.» (41) «Mutlaka kopacak olan kıyamet gerçekleştiği zaman, hiç kimse onun gerçekleşmesini ya-lanlayamayacaktır. O, bir kısım insanları alçaltacak, bir kısım insanları da yüceltecektir. Yer şiddetle sarsıldığı zaman, dağlar didik didik edilip uçuşan tozlar haline getirildiği zaman...» (Kıyamet kopmuş olacaktır.)

«Güneş görülüp söndürüldüğü zaman, yıldızlar kararıp düşdüğü zaman, dağlar yerinden sökülüp yürütüldüğü zaman, on aylık hamile develer dahi terk edildiği zaman, yabani hayvanların korkudan birara-ya toplandıkları zaman, denizler birbirine karışıp kaynadığı zaman...» (Kıyamet kopmuş olacaktır.) (42)

Bu âyetlerde kâinatın sonunda bir oiay meydana geleceği ve meydana gelecek bu olayın, Allah'ın takdir ettiği bir vakitte, aniden vuku bulacağı (O, size ansızın gelecektir.) (43) ve kâinatın birbirine karışacağı sergileniyor. İlim de aynı şeyi söylüyor.

Bu âyetlerden anlaşılıyor ki, Kur'an-ı Kerim kâinat konusunu ele alırken, herhangi bir hakikat kar-

 İbrahim; 48.

(42)    Tekvir; 1-6.

(43)    Araf; 187

46

şısında ilimle çatışmıyor, aksine ilme yol gösteriyor. İnsan aklının kâinatı araştırmasını istiyor.

«Ey Muhammed de ki: «Yer yüzünde gezip dolaşın da Allah'ın varlıkları önce nasıl yarattığına bir bakın...» (44)

«...size az bir bilgi verilmiştir.» (45)

KONUNUN AMELÎ NETİCESİ

Konu ile ilgili olarak çıkaracağımız amelî netice şudur: Kur'on-ı Kerim kâinata bakmamızı ve bunun imanın esaslarından biri olduğunu bize bildiriyor. İbn-i Ömer, rivayet ettiği bir hadiste şöyle diyor: «H. Aişe'-ye «Resulullcıh'dan gördüğün en acayip şeyi bana haber ver» dedim. Uzun uzun ağladıktan sonra dedi ki: «O'nun her işi hayret verici idi. Bir gece bana gelerek yata&ıma girdi ve cildi, cildime dokunacak kadar bana ycklaştı. «Ey Aişe! Rcbbıma ibadet etmem için, bu gece bana izin verir misin?» dedi. Ben de O'na: «Ey Allah'ın resulü! Yaramda olmanı isterim, fakat sana izin veriyorum» dedim. Bunun üzerine kalktı, evde bulunan bir ibrik su ile abdest aldı. Çok su dökmedi; sonra kalkıp namaz kıldı, Kur'an okudu ve ağ-Icmcya başladı. Hatta göz yaşları böğrüne yetişti.

(44)    Ankebut; 20.

(45)    Isra; 85.

47

Sonra oturup Allah'a homdu sena etti ve ağlamaya bcşladı. Sonra ellerini kaldırıp yine ağladı. Göz yaş-Icrının y&ri ıslattığını gördüm. Scnra Bilal gelip sabah ezenini okudu ve Resulullch'ın ağladığını gördü. «Ağlıyor musun Ey Allah'ın Resulü? Oysa Allah senin gelmiş geçmiş günahlarını bağışlamıştır.» dedi. O «şükrünü eda etmiş bir kul olmayayım mı?» dedi ve şöyle devem etti: «Nasıl ağlamayayım? Allah bu gece bana şu âyeti indirdi. «Göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün değişmesinde akıl sahipleri için şüphesiz deliller vardır.» (46)

Sonra şöyle dedi: «Bu ayeti okuyup da düşünmeyenlerin vay haline!»

Kardeşlerim, şu dört hususa iman etmekle görevliyiz :

1  — Allch Tccla'nın kitabında geçen kevnî âyetleri çok iyi düşüneceğiz.

2  — Kur'an-ı Kerim'i ilme uydurmak için çeşitli tevillere baş vurmayacağız. O'nun ilmî gerçeklerle çatışmadığını bilmek bize yeter. .

3  — Kâinat ilmi ile uğraşanların verdikleri sonuç çok cüzîdir.    Kâinatın bazı gerçeklerini öğrenmeleri için, katetmeteri gereken uzun ilmî merhaleler vardır. Kur'an'ın belirttiği üzere, onların ulaştığı merhaleye itiraz etmemeliyiz.

(46)   Al-l İmran;  190.

 

43

4 — Kur'an, kâinatı incelemeyi imanın kaynağı saymakla, diğer kitaplardan ayrılmıştır. Onun araştırılması için, geniş hürriyet vermiştir. Bunları söylerken Allah'tan bağışlanmamı isterim. Efendimiz Mu-hammed (s.a.v.)'e, O'nun âl ve ashabına salât ve selâm olsun.

KUR'AN'DA GÖRÜNMEYEN ÂLEM

Allah Taala'ya hamdu senalar ederiz. Efendimiz Muhammed (s.a.v.)'e, O'nun âl ve ashabına, davetini kıyamet gününe kadar yayanlara salât ve selâm olsun.

Sevgili kardeşlerim! Sizi İslâm selâmı ile selâmlarım; Allah'ın selâmının, rahmet ve bereketinin üzerinize olm ısını dilerim.

Bundan bir önceki konuşmamızda, «Kur'an'da insan» konusunu işledik. Kur'an'da birçok âyet ve sûreleri ı, insanın rr.jddî ve ruhî yönünü, diğer varlıklar-'a olan ilişkisini, kendilerine verilen bu ruhu temiz tutmaları halinde, nasıl yüceleceklerini ve yaratanlarını tanıyacaklarını söyledik.

Geçen konuşmamızda da, Kur'an-ı Kerim'in Vn\ nata bakışını; O'nun gök, yer, ay, güneş, yağmur.

Risaleler 12

F.: 4

50

bitki, denizler, nehirler ve dağlar gibi kâinat olaylarına temas ettiğini, bunları anlatırken ilmî ve fennî ayrıntıya geçerek, bir fen kitabı hüviyetini almadığını, sadece Allah Taala'nın kudretinin delillerine, O'nun gayet dakik ve hikmetli sanatına dikkat çektiğini ve insanların Rablerini tanımaları için bir atılım olduğunu açıkladık.

Sonra Kur'an'ın, kâinatın fennî ve ilmî hakikatlerini tamamiyle ihata etmediğini, çünkü insan aklının devamlı değiştiğini ve araştırmasını devam ettirmesi itin, ona hürriyet verilmesi gerektiğini, insan aklının, tekâmül ettikçe kâinatın inceliğinin bir bölümünü keşfetme imkânına kavuşacağını, ona engel olmanın hikmete ters düşeceğini izah ettik.

Daha sonra, Kur'an-ı Kerlm'in açıklaağı kâinat olayları, gerek onun ilk yaradılışı gerek yarddıldıktan sonra meydana gelen olaylar gerekse ka ınılmaz sonu bakımından ilmî gerçeklere ters düşmemiştir, dedik.

Bu da Kur'an-ı Kerlm'in mucize olduğuna apaçık bir delildir.

«Eğer Kur'an Allah'tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı, orda birbirine zıt olan birçok şey bulurlardı.» (47)

Sonuç olarak, kâinatı inceleyip onu. imanımızın kuvvetleşmesi için bir vesile kılmamız gerektiğini söy-

(47)   Nisa;  82.

51

ledik. Bugünkü konuşmamızda ise cKur'an-ı Kerim'-de görünmeyen kâinat» konusunu ele alacağız.

Muhterem kardeşlerim! Allah Taala'nın Kitabı'nı düşündüğümüzde, çeşitli âlemlere temas ettiğini görürüz. Bunlar, gördüğümüz şu maddî âlemin dışında, varlığını ellemek, bakmak, tatmak, koklamak ve işitmek duyuldrıyla idrâk edemediğimiz âlemlerdir.

Evet Kur'an-ı Kerim'de ruh, melek, cin ve meleil a'la'nın zikri geçmiştir. Ruh hakkındaki şu âyetlere bir göz atalım:

«...Ruhumdan ona üfledim.» (48)

«Ey Muhammed sana ruhtan soruyorlar. De ki ¦Ruh Rabbimin bileceği bir iştir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir.» (49)

Ruh denen şey vardır ve o Allah'ın emridir. Yusuf Sûresinde geçen rüya tabiri konusu, ruh âleminin varlığına bir delildir. Orada Allah Taala'nın Yusuf (a.s.)'a rüya tabirini öğrettiği açıklanıyor. Yusuf (a.s.) hapisteyken, yanında bulunan iki arkadaşının gördüğü rüyayı gerçek olarak yorumluyor ve şöyle diyor:

«Ey zindan arkadaşlarım! Rüyasında kendisini üzüm sıkarken gören, zindandan çıkacak ve ilerde efendisinin sakisi olacaktır. Diğeri de asılacak ve kuşlar başını yiyecektir. Tabirini istediğiniz rüyalar kesinlikle böyledir.» (50)

(48)    Hicr; 29.

(49)    İsra;   85.

(50)    Yusuf; 41.

52

Daha sonra krajın gördüğü rüyayı, ilim adamları yorumlayamayıp «Biz böyle rüyaların tabirini bilmeyiz.» (51) deyince, Yusuf (a.s.) onun rüyasını tabir et mistir.

«Yusuf'un zindandaki iki arkadaşından kurtulanı, aradan uzun bir müddet geçtikten sonra bir gün Yusuf'u hatırlayarak, hükümdara : «Rüyanın tabirini ben yaptırayım. Beni, rüya tabir eden biri var ona yollayın» dedi. Yusuf'a: «Ey doğru sözlü arkadaşım! Rüyada görülen yedi semiz ineği, yedi zayıf ineğin yemesi, yedi yeşil başak ve bir o kadar kuru başak ne demek, bize tabir et. Umarım ki yaptığın tabiri insanlara götürünce ne demek olduğunu anlarlar.» dedi.»

«Yusuf şöyle dedi: «Siz yedi yıl ardı ardına ekin ekeceksiniz. Yiyeceğiniz az bir miktar hariç, diğerini başakta bırakın. Sonra, bunun ardından yedi yıl kıtlık olacak. Sakladığınız az bir miktar hariç, bütün yiyip bitirecek. Bu kıtlık yıllarının ardından, insanların yağmur göreceği bereketli bir yıl gelecek, o zaman insanlar çeşitli ürünleri satıp faydalanacaklar.» (52)

«Allah insanların ruhlarını ölüm anında alır, henüz ölmemiş dirilerin ruhlarını uyurken alır: Uyurken eceli gelenlerin ruhlarını bedene göndermeyip tutar, eceli gelmeyenlerin ruhlarını ise, belli bir vakte kadar

(51)   Yusuf; 44. (52j    Yusuf;  45-49.

53

bedene iade eder. Şüphesiz ki bunda düşünen bir kavim için nice büyük deliller ve ibretler vardır.» (53)

Kur'an-ı Kerim, meleklere de geniş yer vermiştir. «Hamd; gök ve yeri yaratan, melekleri ikişer üçer ve dörder kanatlı elçiler yapan Allah'a mahsustur.» (54) «Bir zamanlar Rabbın meleklere: «Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım» demişti.»

«Yine bir zaman meleklere : «Âdem'e secde edin» demiştik.» (55) «O gece, melekler ve Cebrail, Rable-rinin izniyle bütün emirlerle inerler.» (56)

Allah'ın Kitabı'nda, meleklerin çeşitli görevleri olduğunu görüyoruz. Bazıları, Allah Taala'yı teşbih ve tenzih eder ve bağışlanmaları için dua ederler. Bazıları cezalandırma işi ile meşgul olurlar. «Onun üzerinde ondokuz zebani vardır. Biz cehennem zebanilerini sadece meleklerden yaptık.»(57) «Bazıları cennette bulunan müminleri selâmlarlar.» «Melekler, her kapıdan onların yanlarına girecekler ve «sabretmenizin karşılığı olarak selâm size. Âhiretin en güzel mükâfatı ne hoştur» diyeceklerdir.» (58) Bazıları ruhları almak görevini yerine getirirler. «O zalimlerin halini, ölüm şiddeti içindeyken bir görsen : Melekler onlara

(53)    Zümer; 42.

(54)    Fetih;   1.

(55)    Bakara; 34.

(56)    Kadir; 4.

(57)    Müddessir; 30-31.

(58)    Rad; 22-24.

54

ellerini uzatırlar ve: «Ruhunuzu teslim edin. Bugün Allah'a karşı haksız şeyler söylediğinizden ve O'nun âyetlerine karşı böbürlenmenizden dolayı alçaltıcı azapla cezalandırılacaksınız.» derler. (59) Bazıları da mü'minlere yardım etmek İçin gönderilirler. «O zaman sen mü'minlere: «Rabblnlzln gökten indirilmiş üç bin melekle size yardım etmesi size yetmez mi?» (60} Bu âyette, meleklerin mü'min kullara yardım etmekte istihdam edildiği apaçık ortadadır.

Cinlere de geniş yer verildiğini ve bir sûrenin tamamen bunlar hakkında olduğunu müşahade etmekteyiz :

«Ey Muhammedi De ki: «Bana şu vary edildi: Cinlerden bir topluluk Kur'an okumamı dln^mlş ve şöyle demişler: «Gerçekten, bir benzerini llç duymadığımız, hidayeti gösteren eşsiz bir Kur jn işittik ve ona iman ettik. Artık Rabbimlz olan Allah'a hiç bir şeyi ortak koşmayacağız.»

«Doğrusu rabbimizln yüceliği her yücelikten üstündür. O, ne eş edinmiştir, ne de çocuk. Doğrusu bizim beyinsizlerimiz Allah hakkında gerçek dışı şeyler söylüyorlarmış: Halbuki biz insanların ve cinlerin Allah hakkında yalan söyleyeceklerini sanmıyorduk.»

«Gerçekten İnsanlardan bazı erkekler, cinlerden bazı erkeklere sığınırlardı da, onların cüret ve azgın-

(59)    En'am; 93.

(60)    Al-1 tmran; 124.

55

lıklannı arttırırlardı. (Ey cinler) insanlar da sizin gibi, Allah'ın hiçbir kimseyi diriltmeyeceğini zannediyor-tarmış.»

«Gerçekten biz göğü yokladık. Orayı kuvvetli bekçiler ve kayan ateşlerle doldurulmuş bulduk. Doğrusu biz dahd önce gökte olup bitenlerin işitilebilecek-leri bir yerde oturuyorduk. Fakat şimdi kim dinlemek istese, kendisini gözetleyen bir ateş perdesiyle karşılaşıyor. Gerçekten bilmiyoruz, yeryüzündekilere bir kötülük mü istendi, yoksa Rablerl onların iyiliğini mi murat etti. Şüphesiz biz cinlerden iyi olanlar da var, aşağı mertebede olanlar da. Hepimiz ayrı yollar tutmuştuk.» (61)

Bu âyette cinlerin konuşmaları dinlediklerini, sonra bundan men edildiklerini, bazılarının salih, bazılarının da kâfir olduklarını öğrenmekteyiz.

Ayrıca cinler işlerin tasarrufunda beşer gücünün üstünde bir kuvvete sahiptirler. «Cinlerden bir ifrit: «Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm. Doğrusu onu getirmeye benim gücüm yeter ve ben emin bir kimseyim» dedi.» (62)

İçlerinde semanları da vardır. Bunlar, insanlara vesvese verir ve onlara, helake ve isyana götürecek, zararlı işleri süslü gösterirler. İblisle aralarında olan alâka ise, iblisin onların büyükleri olma noktasında-

 Cin; 1-10. (62)   Nemi; 39.

56

dr. Ayrıca cinler Allah tarafından gönderilen kitapları bilirler ve aralarında gayet dakik bir kıyaslama yapabilirler.

Aziz kardeşlerim! Kur'an-ı Kerim'i incelediğiniz zaman. O'nun «meleil a'lasyı da ele aldığını görürsünüz.

«Meleil a'la (yüce varlıkların birbirleriyle müzakereleri hakkında hiç bir bilgim yoktur. Bana, ancak benim apaçık bir uyarıcı olduğum vahy olundu.» (63)

Sonra da meleil a'la'nın işlerine temas ediyor.

«Batmakta olan yıldıza yemin ederim ki, aranızda bulunan Muhammed ne doğru yoldan sapmış ne de azmıştır. O kendi arzusu ve hevesinden konuşmaz. Onun her konuştuğu Allah tarafından vahyedilen vahycten başkası değildir. Ona bu vahyi, son derece kuvvetli ve üstün akla sahip bir melek öğretti. O melek yüksek ufukta iken doğrulup asıl suretine girdi. Sonra yaklaştı ve yere sarktı, derken aralan iki yay aralığı kadar kısaldı veya daha az. Allah kulu Mu-hammed'e indirmesi gerekeni vahyettl. Onun gözünün gördüğünü gönlü yalanlamazdı. Şimdi siz onun gözleriyle gördüğü şey hakkında münakaşa mı ediyorsunuz?

«Muhakkak ki Muhammed Cebrail'i, aslî hüviyetinde bir kere daha «sidret'ül müntehanda gördü. «Cennetül Me'v» de «sidretül münteha»nın yanında-

dır. O zaman «sidretül mûnteha» onu kaplayan şeylerle donatılmıştı.

Muhammed'in gözü ne kaydı ne de sınırı aştı.» (64)

Meleil a'la âlemi içinde «sidretül münteha» arş. kürsi, levhi mahfuz, Beyt el Mamur ve Allah (c.c.)'den başkasının bilmediği diğer âlemler mevcuttur.

Kur'an-ı Kerim'i inceleyenler; O'nun bilinmeyen âlemlere gayet kısa ve beliğ bir üslupla temas ettiğini açıkça müşahade ederler. O. meleklerin nasıl yaratıldığını, ruhun esasının ne olduğunu, meleil a'la'nın yapısının ne olduğunu izah ederek, inceliklerini ele almıyor. Sadece bazı özelliklerine temas ediyor. O'nun bu şekildeki izah metodunda, iki şeyden istifade etmemiz gerekir.

1  — Kur'an ahlâkı ile ahlâklanarak O'nun getirdiklerini olduğu gibi kabul etmeliyiz. Yukarda geçen konulan açıklarken, bazı faraziyelere yer vermemiz caiz olmaz. Aklı serbest bırakıp bu konulara dokunmasına müsaade etmemeliyiz. «Ey insanoğlu bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü kıyamet gününde kulak, göz ve kalb, işte bütün bunlar yaptıklarından mes'uldürler.» (65)

2  — «Kur'an-ı Kerim, niçin bu konulara geniş olarak yer vermedi?» sorusuna vereceğimiz cevap şu

(63)   Sad; 69-70.

(64)    Necm;  1-17.

(65)    İsra; 36.

58

olmalıdır: Kur'an faydalı olmak için indirilmiştir. Bunların geniş olarak anlatılması ise, bize bir fayda vermez. Çünkü biz beşeriz. Dilimiz, bilgimiz ve anlayışımız dahilinde konuşuruz. Dil, sadece onu konuşanların muhitindeki his ve manayı tercüme eder. Meselâ, gözleri görmeyen bir kişi sana bir şeyin renginden sorsa, sen de onun rengini kendisine söylesen, acaba senin verdiğin cevaptan bir şey anlar mı? Elbette ki ona anlatman mümkün olmaz. Çünkü dil onu konuşanların muhitindeki hissiyat ve manalarr tasvir eder.

Görünmeyen âlemler hakkında da aynı şeyi söyleriz. Duyularımız alanına girmeyen şeyi, dilimiz nasıl tasavvur edebilir?

Ancak, görünmeyen bu âlemlerle aramızda bir ilişki ve irtibat vardır. Kur'an-ı Kerim de bu hususa işaret etmiştir. Gözlerinden hicap kalkmış olan bazı zevat da bu ilişkiye şahit olmuşlardır. H. Ümran b. Husayn (r.) hastalandığı zaman, kendisini melekler ziyaret ederlerdi. O bu konuda «Melekler beni ziyaret ediyor ve benimle musafaha ediyorlar» elerdi. Gözlerinin perdesi kalkmamış olup kendi dünyasında yaşayanlar, bu hususları bilmezler. Onların bu konuya dalmaları gereksiz münakaşadan öteye geçmez.

Kur'an-ı Kerim, görünmeyen âleme temas ederken, müsbet ilmin tutumu nedir denebilir? Gerçek şudur ki, geçmiş çağlarda insanlar ruh, melek, cin ve meleil a'la gibi görünmeyen âlemi inkâr ettiler. Bunlar, hayatı bir makina, yiyeceği onun yakıtı, kanı da

59

ouharı kabul ederlerdi. Onlara göre hayat; «rahim atar, yer tutandı. «Onlar: «Hayat ancak bu dünyadaki hayatımızdır. Ölenlerimiz ölür, yaşayanlarımız yaşar. Bizi ancak geçen zaman öldürür.» derler...» (66)

Onsekizinci yüzyılda Avrupa'da meydana gelen sınaî devrim ve buna paralel olarak gelişen materyalist düşünce, bu konudaki tartışmayı artırmıştır. Ancak daha sonra bu görüş zayıflamış ve sonunda yok olup gitmiştir. Çünkü bu görüş bâtıldır. Bâtıl ise d-eyam etmez. Batılılar düşündüler ve gördüler ki, bu maddî görüşün dışında görünmeyen şeyler de vardır. Araştırmalarını derinleştirdikçe, maddî olmayan şeylerden bahsetmeye başladılar.

1928'de üniversitelerinde ruh İlmi temel madde olarak okunmaya başlandı. Artık şöyle diyorlardı: «Görünen ve görünmeyen olmak üzere iki dünyanın mevcudiyeti gerçektir. Maddî âlemin sahasında ilerlemeye devam edip onun gücünü kullanmamız gerekir. Fakat önümüzde çok zor merhaleler vardır. Bunun ötesinde bir âlem olduğunu itiraf ediyoruz. Onun keşfi için bazı adımlar atmaya başladık.»

Aziz kardeşim! Onların her şeyi keşfedeceğini tasavvur etmiyoruz. Allah Taala'nın şu âyeti onlar hakkında tahakkuk edecektir.

(66)   Caslye: 24.

60

cO Kur'an'ın hak olduğu onlar için apaçık ortaya çıkıncaya kadar biz, onlara delillerimizi, hem dış âlemde hem de kendi iç âlemlerinde göstereceğiz. Rabbmın her şeye şahid olması yetmez mi?» (67)

(67)   Fussilet; 153.

KUR'AN'DA İLÂHÎ HAKLAR

Allah Taala'ya hamd ederiz. Efendimiz Muham-med (s.a.v.)'e. O'nun âl ve ashabına ve davetini kıyamet gününe kadar yayanlara salât ve selâm olsun.

Muhterem kardeşlerim! Sizi islâmın selâmı ile selâmlarım. Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzo-rinize olsun.

İNSAN FITRATINDA İLAHİ MANA

Geçen derslerimizde Kur'an ışığında insanın bazı yönlerine temas ettik. Kâinatı, bilinen ve bilinmeyen yönleri İle izaha çalıştık. Bugünkü derslerimizin konusu «Kur'an'da ilâhî haklar» olacaktır.

Aziz kardeşim! Bu konu bütün dinlerin temelini

teşkil eder. Çünkü bütün semavî dinler. Allah tarafından kullarına bir feyz ve tevcihattır. Esasen dinlerin gayesi Allah'ı ve O'nun haklarını tanıtmaktır. İşte bu yüzden, konuşmamızın konusunu bütün semavî kitapların, dolayısiyle Kur'an-ı Kerim'in önem verdiği ilâhî hakları ve Allah Taala ile, kulları arasındaki münasebetleri açıkJamaya ayırdık.

Aziz kardeşlerim! Semavî dinlerin esas gayesi insanlarla, Rableri arasındaki alâkanın sınırını koymaktır. Ta ki belirlenen sınırlar dahilinde hareket etsinler, ifrat ve tefrite kaçmasınlar. Kur'an-ı Kerim'de hiç bir sûre yoktur ki, bu konuya geniş olarak yer vermiş olmasın. Esasen uluhiyyet mefhumu, insanda yerleşmiş gerçek bir duygudur. Bu mefhum, insan fıtratında ve varlığının temelinde mevcuttur. Çünkü ruhun Allah'ın emri olduğunu bilmen; Allah duygusunun sende var olduğunu ve seni Allah'a bağlayan kuvvetli bir bağın mevcudiyetini fıtrî olarak bilmen demektir. Bu duyguyu benliğinden atamaz ve ondan kurtulamazsın. Kaynağını da hiçbir zaman bilemezsin.

Bu gerçek, insanlık tarihi boyunca varlığını devam ettirmiştir.

Bütün milletlerin, Allah'ı tanıma çabaları, bu fıtrî duygunun neticesidir. Bu hususta bir batı bilgini şöyle diyor: «Ben kendi kendime «Niçin Allah'ın varlığına İman ediyorsun?» dediğimde cevabım: «Niçin yemek yiyorum, su içiyor ve uyuyorum?» sorusuna vereceğim cevabın aynssı oluyor. Yemek, maddi

63

varlığın bir kanunudur. Yemek yemekten ve nefes almaktan vaz geçemem. Allah'ın varlığına olan duygum, ise uhî varlığımın bir kanunudur. Ondan vazgeçmem mümkün değildir. Ondan vezgeçmem, ruhî his ve duygularımdan, daha doğrusu hayatımdan vazgeçmem demektir. Hayatımın temeli olan duygulardan en kuvvetlisi benim bir Rabbim ve ilahımın olması ve O'na bağlı olmamdır.»

Kur'an-ı Kerim bu manaya açıkça işaret ediyor:

«Allah'ın yaratışında hiç bir değişiklik yoktur, işte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.» (68

«Denizde herhangi bir tehlikeye maruz kaldığınızda, Allah'tan başka yardımını istediğiniz bütün putlar hatırınızdan silinir, gider.» (69)

İnsanların; bir zarara uğrayıp, etrafındakilerden umutlarını kestikleri zaman Allah (c.c.)'a sığınmaları boşuna değildir. Bu insan fıtratının gereği, nefsinin derinliklerinden gelen «Allah'a dön» haykırışının sonucudur.

«Bulunduğunuz gemi içindekileri tatlı bir rüzgârla muntazam götürürken, yolcular da neşeli iken, bir fırtına çıkarak, onlara her taraftan dalgalar gelip çepeçevre kuşatıldıklarını anlayınca; dini sadece Allah'a tahsis ederek O'na şöyle dua ederler: «Yemin

(68)    Rum; 30.

(69)    Isra; 67.

64

olsun ki, sen bizi bu durumdan kurtarırsan şükreden-ierden oluruz.» (70)

Âyette de gördüğün gibi, insan maddî yardımlardan ümidini kesince Allah'a yöneliyor. Bundan dolayı diyoruz ki, Allah'a iman etmek, yaratanın varlıgnı hissetmek insanda yerleşmiş bir fıtrattır. Çünkü, IA~ lah'ın emri olan ruhun tabiatında bu vardır. Ne var ki, ruh şehevî arzularla kapatıldığında, Allah'ı unutur. Maddî vasıtalardan ümidini kesince yine O'na döner.

Kur'an-ı Kerim çeşitli âyetlerde bu fıtrî olaya işa-re* etmiştir. N.illetler tarihini okuduğun zaman, hepsinin de bu manayı gerçekleştirmek için çalıştıklarını görürsün. Ancak Allah'ı ararken, çeşitli hatalı görüşlere sahip olmuşlardır. Bazıları Allah'ın bir olduğunu, bazıları d çeşitli ilahlar bulunduğunu iddia etmişlerdir. Ba ilan layık olmayan sıfatları O'na nisbet etmişler; bazıları da puta tapınışlardır. Bazıları teslis nazariyesini benimsemiş; bazıları da Allah'a yorgunluk, üzüntü ve pişmanlık gibi, insanlığın özelliği olan sıfatları isnat etmişlerdir. Bazıları da varlıktaki her şeye Allah demiştir. Hulâsa bütün millet ve halklar fıtratın isteğine uyarak, idrâk ölçülerine göre Allah'ı aramışlardır.

İnsanları bu hatalı görüşlerden, doğru yola döndürmek için Peygamberler gelmiştir. Kur'an-ı Kerim de, gerçek ve apaçık delillerle gelip, Allah'ın bir ol-

(70)   Yunus; 22.

65

duğunu isbat ederken, bütün şirk çeşitlerini reddediyor. Yaratılanların O'na, O'nun da yaratılanlara benzemediğini O'nun kemal sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu, insan aklının O'nun künhüne vakıf olamayacağını açıklıyor. Bunların yanında şu iki manaya da temas ediyor:

1  — Geçmiş milletlerin ilâhî mefhuma isnat ettikleri şüpheleri kesin delillerle çürütüyor.

2  — İnsanın Allah (c.c.) ile olan alâkasını; onun Allah'ın kulu olduğunu, nereye giderse gitsin, kendisi ile beraber olduğunu, ona rahmet, hidayet ve yardım ettiğini, nihayet onu hesaba çekeceğini ve dönüşünün sadece Allah'a olduğunu belirtiyor. Bunlar Kur'an-ı Kerim'in ele aldığı önemli konulardandır.

ŞÜPHELER ETRAFINDA

Kur'an-ı Kerim, Allah'ın bir olduğunu, şerik ve na-zirlnin olmadığını isbat ediyor. Allah Taala'nın Klta-bı'nda birçok âyetler vahdaniyet konusunu açıklıyor.

İlâhî mefhumu en güzel ifade eden sûre «ihlâs» süresidir.

Bu sûre. Peygamber (s.a.v.)'e «Rabbinl bana vasfet» sorusuna kısa ve kesin bir cevap olarak in-

Rlsaleler 12

F.: 5

66

dirllmiştir. «Ey Muhammed de ki: «Allah girdir. Allah hiç bir şeye muhtaç değildir. Her şey O'na muhtaçtır. O, ne doğmuştur ne de doğurmuştur. Hiçbir dengi yoktur.» (71)

Aziz kardeşim! Bu sûre, Allah'ın bir olduğunu, şeriki olmadığını, kulların O'na muhtaç olduğunu kesin olarak isbat ediyor. Bunun yanında, vahdaniyetle ilgili şu âyetleri de okuyalım. «Biz, göğü, yeri ve aralarındaküerl, oyun oynarcasına yaratmadık. Eğer Biz, kendimize eğlence edinmek isteseydik, nezdi-mizden bir eğlence indirirdik. Biz bunu yapmadık. Bilâkis Biz, hakkı bâtıla çarparız da, hak, bâtılın beynini parçalar, böylece bâtılın canı çıkar. Ey kâfirler! Allah'a yakıştırdığınız vasıflardan dolayı vay halinize!»

«Göklerde ve yerde ne varsa Allah'ındır. O'nun nezdindekiler, O'na ibadet etmekte ne büyüklenirler ne de bezginlik getirirler. Onlar gece gündüz Allah'ı teşbih ederler, hiç ara vermezler. Yoksa müşrikler yer yüzünden birtakım ilahlar edindiler de, ölüleri onlar mı diriltecekler? Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka İlahlar olsaydı, mutlaka göklerin de yerin de düzeni bozulur harap olurdu. Arşın Rabbl olan Allah müşriklerin uydurdukları sıfatlardan münezzehtir, yücedir. Allah yaptıklarından mes'ul değildir. Onlar ise mes'uldürler. Yoksa anlar Allah'tan başka ilahlar mı

67

edindiler? Ey Muhammed sen onlara şöyle de: «öyle ise getirin delilinizi işte benim ve ümmetimin kitabı Kur'an, işte benden öncekilerin kitaptan.» Fakat onların çoğu hakkı bilmezler bu yüzden ondan yüz çevirirler. Ey Muhammed! Biz, senden önce hiç bir peygamber göndermedik ki ona: «Benden başka hiç bir ilah yoktur. O halde ancak bana İbadet edin.» diye vahyetmemiş olalım.» (72)

Sonra şu âyeti okuyalım: «Allah kendisinden baş-ka ilah olmayan, daima diri ve yarattıklarını koruyup idare edendir, O'nu ne uyuklama ne de uyku tutar. Göklerde ve yerde olanlar O'nundur. O'nun izni olmadan, katında kim şefaat edebilir? O, insanların geçmişlerini ve geleceklerini bilir. İnsanlar We O'nun ilminden, O'nun dilediğinin dışında bir şey kavraya-mazlar. O'nun hükmü gökleri ve yeri kuşatmıştır. Yeri ve göğü koruyup gözetmek O'nun için zor değildir. O, yücedir, büyüktür.» (73)

Burada «Kur'an-ı Kerim, niçin bu manaları, diğer kitaplarda olduğu gibi muayyen bablarda, geniş olarak açıklamıyor?» diye bir soru ortaya a&0fec*v<

Aslında Kur'an-ı Kerim'in bu manaları aya ayrı yerde ele olması O'nun mucize olduğunun delillerinden biridir. Kur'an'da tek hedefi* bir âyet bulamazsın. Her âyet çeşitli hedef v*> maksatları içine alır.

(71)    Ihlas;   1-4.

(72)    Enbiya; 16-25.

(73)    Bakara; 255.

68

69

Çünkü O'nun muhatabı ruhlardır. Ruhlar olayları idrâk ederken, geniş ola.ak değil de küllî bir hakikat olarak idrâk eder.

Kur'an-ı Kerim, ruha; susuzluğunu ve açlığını giderecek, onu her yönden gerçeklerle dolduracak şeyler sunuyor. Çünkü insan ruhu, çoğu zaman ayrıntılardan nefret eder ve birbirine girmiş gerçekleri birden kavramak ister. Kur'an-ı Kerim, hakikatlere bir bütün olarak temas ederken, nefsin doymasını ve susuzluğunun giderilmesini hedef alır. Meselâ. İhlâs Sûresinde sadece «Allah birdin âyetini okuduğunda nefsin basit bir parça aldığını ve doymadığını görürsün. Sûrenin tamamını okuduğun zaman, nefsin doymuş ve huzura kavuşmuş olduğunu görürsün. İnsan ruhuna hitab ederken, küllî manayı ele alıp. ayrıntılara girmemesinin diğer bir sebebi de ilmî nazariyelerin, çeşitli asırlarda değişme istidadında olmasıdır. İnsan aklı, her asırdaki gerçekleri, kapasitesine uygun olarak düzenleme hakkına sahip olmalıdır.

İlmî hakikatler dağılmış inci gibidir. İnsan onu yaşadığı asrın boynuna uygun kolye halinde düzenler. Üçüncü sebep de tekrarın, ruha manayı yerleştirme ve teşvik etme kanunlarından biri olmasıdır. Bir konudan diğerine intikal etme, tesbit ve teşvik hedeflerini gerçekleştirir.

Biz yine konumuza dönelim ve şu âyetleri okuyalım.

«Ey Muhammed de ki: «Hamd olsun Allah'a, se-

lâm olsun seçtiği kullarına. Allah mı hayırlı yoksa müşriklerin O'na ortak koştukları şeyler mi? Onlar mı hayırlıdır yoksa gökleri ve yeri yaratan ve sizin için gökten su indiren mi? Ki, Biz o su ile, bir tek ağacım bile bitiremeyeceğiniz nice güzel bahçeler yetiştirdik. Allah ile beraber başka bir ilah var mı? Hayır, fakat onlar haktan uzaklaşan bir kavimdir.»

«Onlar mı hayırlıdır, yoksa yeryüzünü yaşamaya elverişli halde yaratan içinde ırmaklar kılan, oraya sabit dağlar yerleştiren ve iki denizin arasına engel koyan mı? Allah'la beraber başka bir ilah var mı? Hayır. Muhakkak ki onların çoğu gerçeği bilmezler.»

«Onlar mı hayırlıdır, yoksa darda kalana, kendisine niyaz edip yalvardığı zaman icabet eden, kötülüğü gideren ve sizi yer yüzünde halifeler yapan mı? Allah'la beraber bir ilah mı var? Ne kadar da az düşünüyorsunuz.»

«Onlar mı hayırlıdır, yoksa kara ve denizin karanlıklarında size yol gösteren, rüzgârları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen mi? Allah'la beraber başka bir ilah mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir.»

Onlar mı hayırlıdır, yoksa bütün varlıktan yoktan var eden, sonradan tekrar diriltecek olan ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı? Allah'la beraber başka bir ilah mı var? Ey Muhammed de ki: «Eğer sözünüzde samimi iseniz getirin delillerinizi.»

Ey Muhammed de ki: «Göklerde ve yerde gay-

70

bı Allah'tan başka kimse bilmez. Onlar ne zaman di-rUtileceklerini de bilmezler.» (74)

Bu âyetlerde Allah Taala'nın kuvvet ve kudreti, kendilerine uiuhiyet nisbet edenlerin de aczi kıyaslanıyor.

İbrahim (a.s.) ile kavmi arasında geçen muhavereyi sergileyen şu âyetlere de bakalım : «Bir zaman babasına ve kavmine: «Neye tapıyorsunuz?» demişti. Onlar da: «Putlara tapıyoruz. Onlara ibadetten hiç ayrılmıyoruz» dediler. İbrahim onlara": «Dua ettiğiniz zaman sizi duyarlar mı? Yahut size fayda ve zarar   erirler mi?» dedi.» (75)

İbrahim (a.s.) onların işitme ve görme duyularından mahrum olduklarına işaret ediyor. Sonra şunları söyleyerek onları susturuyor:

«Onların yürüyecek ayakları mı var? Yoksa yakalayacak elleri mi? Yahut görecek gözleri mi var? Yoksa işitecek kulakları mı?» (76)

Daha sonra fıtrî ve ezelî gerçek olan, nihaî kararını veriyor.

«Benim dostum kitabı indiren Allah'tır. O saüh kimselere dost olur.» (77)

İşitme ve görme duyusu olmayan, zarar ve fay-

(74)    Nemi;   59-65.

(75)    Şura; 70-73.

(76)    Araf; 195.

(77)    Araf;   196.

71

da vermeyen, nasıl ilah olur? Şu âyetlerle de, Allah Taala'nın benzeri olmadığını isbat ediyor:

«O'nun hiç bir benzeri yoktur.» (78)

«O'nun hiç bir dengi yoktur.» (79)

Bazı kimseler Allah'a «teslis», bazıları da çocuk isnat etmektedirler. Kur'an-« Kerim her ikisini de de-IMIerle reddediyor ve çocuk konusunda da şöyle diyor:

«O gökleri ve yeri eşsiz bir şekilde yoktan var edendir.»

«O'nun eşi yokken çocuğu nasıl olabilir? Üstelik her şeyi yaratan da O'dur. O her şeye vekildir.» (80)

Teslis konusunda ise: «Yine bir zaman Allah şöyle demişti: «Ey Meryem oğlu İsâ! Sen mi insanlara, Allah'ı bırakıp da beni ve annemi ilah edinin dedin?» isa dedi ki: «Seni tenzih ederim, hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer böyle söytemişsem, sen onu bilirsin. Sen benim içimdeki-lerini bilirsin. Ben ise senin gizlediklerini bilemem. Şüphesiz ki sen gayıplan çok İyi bilensin. Ben onlara, sadece bana emrettiklerini söyledim. «Benim ve sizin rabbiniz olan Allah'a ibadet edin» dedim. Aralarında olduğum müddetçe onlara şahit idim. Sen beni semaya aldığın zaman, onları sen gömüyordun. Sen

(78)    Şura; 11.

(79)    îhlas; 13.

(80)    En'am; 101.

J

72

herşeye şahitsin. Eğer onlara azab edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Şayet bağışlarsan muhakkak ki sen her şeye galipsin, hüküm ve hikmet sahibisin.» Allah şöyle dedi: «Bu, doğrulara, doğruluklarının fayda verdiği gündür. Onlar için altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. Onlar, orada ebedi olarak kalacaklardır. Allah onlardan ra*ı olmuştur. Onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş budur. Göklerin, yerin ve her ikisinde bulunanların mülkü Allah'a aittir. O her şeye kadirdir.» (81) Bu âyetlerde «teslis» iddiası, kıyamet gününde Allah Taala ile İsa (a.s.) arasında bir muhavere şeklinde reddediliyor. Ayrıca Peygamberlerden, sonra nefsî heva ve nifak yüzünden inançların değişebileceğine de işaret ediliyor. Kur'an-ı Kerim, yahudüerin «Üzeyir Allah'ın oğludur» şeklindeki iddialarını da reddediyor.

«Yahudiler: «Üzeyr Allah'ın oğludur.» dediler. Hıristiyanlar da: «Isa Mesih Allah'ın oğludur.» dediler. Bu, onların ağızlarında geveledikleri sözlerdir. Onlar bu sözlerini, kendilerinden önceki kâfirlerin sözlerine benzettiler. Allah bunları kahretsin. Nasıl da uyduruyorlar!» (82)

Teslis putperestlerin inancıdır. Bu âyet, Kur'an'-ın mucize olmasının başka bir delilidir. Çünkü Re-

(81)    Maide; 110-120.

(82)    Tevbe; 30.

78

sulluloh, Allah'a çocuk isnad eden geçmiş milletlerin felsefelerini okumamıştır.

Her türlü şeyden ilah edin e akidesine de karşı koyan Kur'an-ı Kerim, haham ve rahipleri ilah kabul edenler hakkında şöyle diyor:

cOnlar hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu isa Mesih'i Allah'tan başka Rabier edindiler. Halbuki onlar ancak t bir» olan ve kendisinden başka ilah olmayan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı. Allah onların koştukları ortaktan münezzehtir.» (83)

Arap putperestlerin uluhiyet mefhumuna karıştırdıkları canlılara onlardan fayda beklemelerine de karşı çıkıyor, Çünkü bunların hepsi, AVah Taala'yı hakkiyle tanımak için önlerinde bir engeldi.

cAllah, bahire, (cahiliyet devrinde beşinci defa doğuran devenin adıdır); şaibe, (putlara adanan hayvan); vasile (biri erkek, diğeri dişi doğan hayvanlar) ve ham (soyundan on dal alınan erkek deve) diye bir şey meşru kılmamıştır. Fakat kâfirler, Allah'a yalan iftira etmektedirler, çokları da akıllarını kullanamazlar.» (84)

İslâm   bunların hepsini ortadan kaldırmak için

gelmiştir.

t Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan O'na pay ayırdılar. Ve kendi iddialanna göre: tBu Allah'-

(33)   Tevbe; 31. (84)   Maide; 103.

74

indir, şu da ortak koştuklartmızındır.» dediler. Ortak* lan için ayırdıkları Allah için verilmezdi. Fakat Allah İçin ayırdıkları ortakları için verilirdi. Bu hükümleri de ne kötü idi.» (85)

Bazı inanç sahibi kimseler de çocuk kesmek ve kızları diri diri gömmekle Allah'a yaklaştıklarını sınırlardı. İslâm geldikten sonra bu inancı da ortadan kaldırdı.

cYine ortak koştuktan şeyler, müşriklerden çoğuna çocuklarını öldürmeyi süslü gösterdi ki, müşriklerin helak olmalarına ve dinlerinde şüpheye düşmelerine sebep olsunlar.» (86)

İslâm gelmezden Önce kızlar, sırf utanç duygusundan dolayı gömülmezdi, bazı Arap kabileleri kızları Allah'a yaklaşmak için gömerlerdi.

«Müşrikler bâtıl zanlanyla: «Şu hayvanlarla, ekinler yasaktır. Onları sadece bizim istediklerimiz yiyecektir. Şu hayvanların da sırtları binmeye ve yüklemeye haram kılınmıştır.» dediler. Ayrıca bir kısım hayvanları da keserken, Allah'a iftira ederek Allah'ın adını onların üzerine zikretmezler Allah onları, yaptıkları iftira sebebiyle cezalandıracaktır.» (87)

Bütün bu putperestlik çeşitleri ulûhiyet mefhumuna karışmıştı. İslâm geldikten sonra, bunlara savaş açtı ve ulûhiyyet mefhumunu bu kirlerden temizledi.

(85)    En'am; 136.

(86)    En'am; 137.

(87)    En'am; 138.

75

BUNLARDAN ÇIKARILACAK AMELÎ NETİCE

Ulûhiyyet mefhumunu ele almamızın amelî neticesi iki noktada özetlenebilir:

1 — Kur'an-ı Kerim, şüpheye meydan vermeyecek şekilde Allah Tacrfa'nın zâtı ve sıfatını, insan aklının idrâk edemeyeceğini belirtmiştir:

«Gözler O'nu görmez. O ise bütün gözleri görür. O, her şeyin inceliklerini bilir, her şeyden haberdardır.» (88)

«Musa şöyle dedi: «Rabbfm: Bana kendini göster. Seni göreyim.» Allah: «Beni göremezsin, fakat şu dağa bak. Eğer o dağ yerinde durabilirse, o zaman sen de beni görebilirsin.» dedi. Rabbı o dağa tecelli edince, onu yerle bir etti. Musa da baygın düştü...» (89)

İnsan aklının Allah Taaia'nın zâtını ihata etmeye gücü yetmeyeceği için, O'nu görme imkânı da olmayacaktır. Kıyamet günü mü'minlerin, Allah Taala'yı görecekleri kesin olmakla beraber, O'nun künhünü ihata edip etmeyecekleri bizce meçhuldür. Müslüman olarak bizim yapacağımız tek şey, bu mefhumları münakaşa konusu yapmamaktır. Çünkü bu bizi hiçbir yere ulaştırmaz.

(88)    En'am;  103.

(89)    Araf;  143.

76

2 — Allah Taala, her şeyde bizim feyz kaynağımızdır. Bizi var eden, rızıklandıran, dirilten, öldüren ve bize doğru yolu gösteren O'dur. Hesap vereceğimiz ve gideceğimiz yer yine O'nun huzurudur. Vazifemiz sadece O'na kulluk etmektir.

«Göklerde ve yerde bulunan hiçbir kimse yoktur ki kıyamet günü rahman olan Allah'ın huzuruna bir kul olarak çıkmasın.» (90)

«Müşrikler, «Rahman çocuk edindi» dediler. Allah bundan münezzehtir. Melekler Allah'ın çocukları değil, bilakis ikram olunmuş kullarıdır. Onlar Allah'tan önce söz söylemezler. Onlar, ancak O'nun emriyle hareket ederler. Allah onların geçmişini de geleceğini de bilir. Onlar ancak Allah'ın rızası olduğu kimseye şefaat edebilirler. Onlar, Allah'ın korkusundan titrerler. Onlardan kim : «Ben Allah'tan başka bir ilahım» derse işte onu biz cehennemle cezalandırırız. Biz zalimleri böyle cezalandırırız.» (91)

Bütün insanların, Allah Taala ile olan alâkası ubudiyete dayanmaktadır. Onları Allah'a yaklaştıran tek şey, O'na itaat etmek, emirlerine uymak ve koyduğu sınırı aşmamaktır. İtaat eden O'na yakın, isyan eden de O'ndan uzaktır.

Peygamberler (s.a.v.) Muaz bin Cebel'e şöyle diyor : «Ey Muaz, Allah'ın kulları üzerinde, kulların da

(90) (91)

Meryem; 93. Enbiya; 26-29.

77

Allah üzerindeki haklarını biliyor musun?» Muaz: «Allah ve Resulü bilir» dedikten sonra, Resulullah: «Allah'ın kulları .üzerindeki hakları, O'na ibadet etmeleri ve hiç bir şeyi O'na ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah üzerindeki hakları ise yukardaki görevi yaptıktan sonra onları cennete koymaktır.» (92) buyurmuştur. Evet Allah'ın emrine uyan kurtulur, isyan eden helak olur.

Bunu böyle kabul ettikten sonra üzerimize düşen görev, Allah'ın zâtı ve sıfatları hususunda münakaşa etmemek, daima O'na teslim olmak, O'nu razı edecek ameller yapmaktır. Ta ki, sevdiğ' insanlara tecelli ettiği gibi, bize de tecelli etsin.

Bunları hafızanızda muhafaza edin, çünkü bütün hayrın anahtarı bunlardır. «Allah'ı görür gibi ibadet et. Eğer sen O'nu göremezsen O seni görür.» (93)

Nerede olursanız olun Allah Taala'nın sizinle beraber olduğunu, sizi murakabe ettiğin', yaptıklarınızı ve hatırınızdan geçeni bildiğini hiç aklınızdan çıka.-mayın. «Allah, hain gözleri de kalblerin gizlediklerini de bilir.»

Arifler, kalblerinden Allah'ın dışında bir şeyin geçmesini hoş karşılamazlardı. Allah Taala'ya karşı şuurlu olun ki. dünya ve âhirette kurtuluşa erişiniz.

Efendimiz Muhammed (s.a.v.)'e, O'nun âl ve ashabına salât ve selâm olsun.

(92)    Hadisi  Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.

(93)    Tlrmlzi. c. 7, s. 271, hadis no. 2613. Müslim, İman bahsi, hadis no. 8.

KUR'AN'DA CEZA

Allah Taala'ya hamdederiz. Efendimiz Muham-med (s.a.v.)'e, O'nun âl ve ashabına, davetini kıyamet gününe kadar yayanlara salât ve selâm olsun. Kardeşlerim, sizi İslâm selâmı ile selâmlarım. Allah'ın rahmet ve bereketi üzerinize olsun.

Aziz dostlarım! Bugünkü dersimizin konusu «Kur'an'da ceza» olacaktır. Ceza düşüncesi, bir düşünce olarak insana bu dünyanın dışında bir hayat olduğunu, yaşadığı dünyada yaptığı hayır ve şerrin hesabını vereceğini vaad ediyor. Ceza demek, öldükten sonra insanı bekleyen bir hayat var demektir. İnsan orada hesaba çekilecektir, iyi amel yapmışsa mükâfatlandırılacak ve mutlu bir hayat yaşayacaktır. Kötü amel yapmışsa mutsuz bir hayat sürdürecektir,                                                                          {

Ceza düşüncesi, bedihî olmasına rağmen, geçmiş milletler onun hakkında çelişkiye düşmüşlerdir.

80

Bazıları, inkâr ederek «Biz topraktan geldik. Hayat rahmin dışa atmasıyla başlar, toprağın yutmasıyla sona erer. Bizi öldüren sadece zamandır.» demişlerdir. Bazı milletler de, onun varlığını itiraf etmişler, ancak onu yanlış tasavvur etmişlerdir. Buna misal olarak eski Mısırlıları verebiliriz. Eski Mısırlılar, öldükten sonra dirilmenin var olduğuna, insanın cisim ve ruhtan meydana geldiğine ve onun dünya hayatında yaptıklarından dolayı hesaba çekileceğine inanırlardı. Ancak, kendilerini on iki hakimin sorguya çekeceğini kabul ederlerdi.

İnsanın âhiret gününde daha iyi yaşaması için, ihtiyaç duyduğu şeyleri dünyadan götürmesinin gerektiğini iddia ederlerdi.

Kur'an-ı Kerim bu yanlış düşünceleri düzeltmek için geliyor ve esas hayat, âhiret hayatı olduğu için, onu çok zikrediyor. Bakın ceza konusunda ne diyor:

«Kim zerre miktarı iyilik yapmışsa onun sevabını görür. Kim de zerre miktarı kötülük yapmışsa onun cezasını görür.» (94)

«Allah'ın, göklerde ve yerde olan her şeyi bildiğini bilmez misin? Üç kişi aralarında fısıltı ile konuşurken, dördüncüleri mutlaka Allah'tır. Beş kişi olsalar, altıncıları mutlaka O'dur. Bunlardan az olsalar veya çok olsalar, nerede olurlarsa olsunlar, Allah mutlaka onlarla beraberdir. Sonra yaptıklarını kıya-

(94)   Zelzele; 7-8.

81

met günü, kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah her şeyi çok iyi bilendir.» (95)

«Biz kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Hiç bir kr.nse, hiç bir zulme uğratmayacaktır. İşlenen amel bir hardal tanesi kadar da olsa, biz onu ortaya koyacağız. Hesaba çekenin biz olması yeter.» (96)

«Sen o günün şiddetinden bütün ümmetlerin diz üstü çöktüklerini görürsün. O gün her ümmet amel defterinin başına çağrılacak ve onlara şöyle denilecektir : «Bugün dünyada yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz. İşte kitabımız size gerçekleri söylüyor. Şüphesiz biz dünyada iken yaptıklarınızı yazıyorduk.» İman edip sahih ameller işleyenlere gelince; Rableri onları rahmetine koyacaktır.. İşte apaçık kurtuluş budur. Kâfirlere ise, şöyle denir: «Size âyetlerim okunmadı mı? Büyüklük tasladınız ve günah işleyen bir kavim oldunuz.» (97)

Kur'an-ı Kerim, âhiret yurdunun dünya hayatı ile alâkası olduğunu beyan ederken, âhiretin dünyaya nisbeti avarin yoğa nisbeti» gibidir, diyor. «Şüphesiz asıl hayat âhiret yurdundadır. Keşke bilselerdi.» (98)

(95)    Mücadele; 7.

(96)    Enbiya; 47.

(97)    Câsiye; 28-31.

(98)    Ankebut; 64.

Risaleler 12

R: 6

82

Hayat orada daha mükemmel ve sonsuzdur. Kur'an-ı Kerim âhiret gününde hesabın gayet ince olacağına da işaret ediyor. Aziz kardeşim! burada Hak laala âhiret tâliblerine nasıl muamele edecek? diye bir soru ile karşılaşabiliriz. Şunu bilin ki Kur'an-ı Kerimi iyi düşündüğümüz zaman .Allah Taala'nın onlara en iyi muameleyi yaptığını, sırf dünyayı arzulayanların da en kötü muamele ile karşılanacaklarını görürüz.                                                          ^

«Kim geçici dünya hayatını isterse bunlardan istediğimize dıleaiğimiz kaoar veririz.»

Burad", Allah onlara bir şey vermiyor, aksine onları mahru~ı ediyor. Çünkü isteyene değil, isteaığıne veriyor. Bunun manası onların elinden her şeyi almış demektir. «Kim ae mümin olarak âhiret diler; onun için gerekeni yaparsa, işte onların ameiteri Allah ka-tınaa makbuldür.» '99)

«Kim dünya menfaatini isterse, ondan kendisine veririz. Kim tie âhiret sevabını isterse, ondan kendisine veririz. Şükredenleri de mükâfatlandıracağız.» (100)

Görüyorsun ki âhireti isteyenler muvaffak oluyor, dünyayı isteyenler ise, her ikisini de kaybediyor. Ancak adaletin yerini bulması için: «Kim dünya hayatını ve onun nimetlerini isterse biz onlara dünyada

83

yaptıklarının tam karşılığını veririz. Onların orada eksikleri olmaz.» (101) buyurmaktadır. Bu. Ailah Ta-

ala dünyada verdiği kadar âhirette onlardan alacaktır, demektir.

«Kim âhiret menfaatini isterse, onun mükâfatını artırırız. Kim de dünya menfaatini isterse ona dünyada istediğinin bir kısmını, veririz. Âhirette ise hiç bir nasibi yoktur.» (102)

Aziz kardeşim, âhireti isteyenler, her zaman kurtuluşa ermişlerdir. Haklarını ya tam olarak ya da kat kat alırlar. Ya da Allah'ın rızasına kavuşurlar. Dünyayı isteyenler ise, devamlı kaybederler: «Kâfirlerin diyar diyar dolaşmaları seni aldatmasın!» (103) Bu tasavvur, Kur'an-ı Kerim'de açıklanan çeşitli tasavvurun bir özetidir.

CEZA METODU

Öldükten sonra tekrar dirilme demek, insan bu hayattan sonra bir hayat yaşayacak demektir. Kur'an-ı Kerim, bu görüşü müthiş bir üslûpla savunmuş, kaibinde hastalık olanların dışında, hiç bir kimsenin şüphe edemeyeceği deliller sunmuştur. Buna misal olarak şu âyeti gösterebiliriz :

(99)    İsra;   18-19. (İÜÜ)   Al-i İmran,; 145.

(101)    Hud;   15.

(102)    Şûra; 20.

(103)    Al-i İmran; 196.

 

;'--^'   :" "'

84

«Ey insanlar! Eğer tekrar dirilmenizden şüphe ediyorsanız, ilk yaradılışınızı bir hatırlayın. Yaratmadaki kudretimizi açıkça göstermek için, biz aslınızı topraktan, sonra onun neslini nutfeden, sonra pıhtı-laşmış kandan, sonra da belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık. Dilediğimizi, belli bir zamana kadar rahimde tutuyor, sonra da bebek olarak dünyaya getiriyoruz. Daha sonra siz, en güçlü çağınıza eriyorsunuz. Kiminiz ölüyor, kiminiz de kemaline erip en kötü devresine ulaşıyor. Artık eşyayı eskisi gibi idrâk edemez oluyor.» (104)

İnsan önce bitki, sonra meni, sonra canlı, sonra kan, sonra et parçası, sonra cisim, sonra çocuk, sonra genç, sonra ihtiyar, sonra da fâni olur. Bunlar insanın gelişmesinde müşahede edilen ve elie tutulabilen açık delillerdir.

«Sen yeryüzünü kupkuru görürsün. Biz oraya su indirdiğimiz zaman harekete geçer, kabarır ve her sınıftan güzel güzel bitkiler bitirir. Eşte bütün bunlar; Allah'ın hak olduğuna, ölüleri dirilteceğine, her şeye kadir olduğuna, kıyametin kopacağından şüphe olmadığına, Allah'ın kabirdekileri dirilteceğine delildir.» (105)

(104)    Hac; 5.

(105)    Hac; 5-7.

85

ölü toprağa hayat verip insan yapan ve bitki bitiren Allah, onları yeniden yaratamaz mı?

Ey İnsan! Sen nereden geldin? Sen bir yoktan var olmadın mı? O halde, seni İlk defa yaratanın, bir daha yaratamayacağını nasıl iddia edebilirsin?..

«İnsan yaradılışını unutarak bize misal getirir ve şöyle der: «Çürümüş kemikleri kim diriltecek?» Ey Muhammed sen ona şöyle de > «Onlan ilk defa yaratan diriltecektir. O, bütün yaratılanları çok iyi b'lir. O, sizin için yeşil ağaçtan ateş yaratandır. Siz o ateşten tutuşturuyorsunuz.» (106)

Bu âyet Nadr bn. Haris'in, eline bir avuç toprak alarak Resulullah'a «bunu insan yap» demesinden sonra nazil olmuştur. Bu mânada çok âyet nazil olmuştur,

«Ey Peygamber; onlara şöyle de: «Taş veya demir de olsanız veya hayat verilmesini aklınızın kabul etmeyeceği, başka bir varlık da olsanız, kıyamet gününde mutlaka dirileceksiniz.» Onlar: «Bizi tekrar kim' diriltecek?» diyecekler. Onlara: «Sizi ilk defa yaratan Allah diriltecek.» de. Sana başlarını sallayacaklar ve alaylı alaylı «Vaadettiği diriltme ne zaman?» diyeceklerdir. Onlara, «Pek yakında olacağını ümit ediyorum» de.» (107)

Bu âyette Kur'an-ı Kerim'in eşsiz üsluburia işa-

(106)    Yasin: 78-80.

(107)    îsra; 50-51.

86

ret edelim : önce hasmının delilini getiriyor, sonra tekrar ede ede, bir de bakarsınız ki, iddialarının hiç bir değeri kalmamıştır. Bu görüşümüzü şu âyetlerle delillendirelim.

«İnsan «Öldükten sonra mı dirilip çıkarılacağım?»

der».108) Sonra bu soruya şöyle cevap veriyor: «İnsan daha önce hiç bir şey değilken kendisini yoktan var ettiğimizi hatırlamaz mı?» (109)

Daha sonra bu iddiayı gayet sakin bir şekilde reddediyor:

«Rabbına yemin olsun ki, biz onları şeytanlarla beraber mahşerde toplayacağız.» (110) Bunu Kur'an'-da tekrar ettiğini görürüz. Vakıa Sûresine baktığımız zaman, âyetlerin birbirine bağlı ve düzenli olarak, bu manaya sevkedüdiğini müşahade ederiz :

«Ölüp toprak ve kemik olduktan sonra mı, biz mi tekrar dirileceğiz?» dediler. «Önce geçmiş otolarımız da mı?» Ey Muhammed sen onlara şöyle de: «Şüphesiz ki öncekiler de, sonrakiler de belli bir günün belli bir saatinde mutlaka toplanacaklardır.» Sonra siz ey doğru yoldan sapan ve hakkı yalanlayanlar, siz cehennemde mutlaka «Zakkum» ağacından yiyeceksiniz. Karınlarınızı onunla dolduracaksınız. Üzerine de, susuz devenin içişi gibi kaynar su içeceksi---------------------.—%>t

(108)   Meryem; 6&

(109VfMeryem; G7.'!

(110)    Meryem; 68j

87

niz. işte hesap günü onlara verilecek ziyafet budur.» (111) Deliller arka arkaya geliyor. Sonra meniden yaratılma olayına geçiyor:

«Sizi bîz yarattık, hâlâ inanmıyor musunuz?»

«Söyleyin bakalım; rahimlere döktüğünüz meniyi siz mi yaratıp insan haline getiriyorsunuz, yoksa onu yaratan biz miyiz? Aranızda ölümü tayin ve takdir eden biziz. Sizi benzerlerinizle değiştirmemizde, bilmediğiniz bir şekilde tekrar yaratmamızda, kimse önümüze geçemez. İlk yaratılışınızı şüphesiz çok iy! biliyorsunuz. O halde, tekrar dirilmeyi de düşünseniz ya!» (112) Sonra yerdeki hayata geçiyor:

«Söyleyin bakalım ektiğinizi siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz? İstersek bîz onu daha olgunlaşmadan çerçöp haline getiriverirlz de, hayrette kalarak şöyle dersiniz: «Borçlu duruma düştük. Daha doğrusu mahrum kaldık.» Söyleyin bakalım içtiğiniz suyu buluttan siz mi indirdiniz, yoksa indiren biz miyiz?»

Sonra akıllan dehşete düşüren delil geliyor: «Söyleyin bakalım, tutuşturduğunuz ateşin abacını siz mi var ettiniz, yoksa var eden biz miyiz?» (113) Bu mucizenin önünde, insan aklının çok durması gerekir. Ateş ağaçtan çıkıyor. Ağacın hayatı ise sudur.

(111)    Vakıa: 47-58.

(112)    Vakıa; 58-62.

(113)    Vakıa; 63-69.

83

Ateş kendisine zıt unsur olan sudan meydana geliyor. Zıddı zıddından meydana getiren, ateşi audan halkeden. insanı, menşei olan topraktan çıkarıp yeniden var edemez mi? İşte aziz kardeşim! Sana peşi peşine tam bir ahenk içinde akıp gelen beş delil... «Yüce Rabbinin ismiyle onu teşbih et.»

Şimdi de devamlı söyleyip durdukları bir şüpheyi ele alalım: «İnsan ölür toprağa karışır, sonra bitki olur ve o bitkiyi insan yer. Böylece ikisi aynı unsurda ortak olurlar.» Kur'an-ı Kerim, bu şüpheyi Kaf Sûresinde ele almıştır:                                  *               .

«Kaf: «Şanlı ve şerefli Kur'an'a yemin olsun ki, biz seni insanlara uyarıcı olarak gönderdik. Fakat on-îcr inanmadılar. Bilakis içlerinden birinin kendilerine uyarıcı olarak gelmesine şaştılar. Kâfirler şöyle dediler : «Bu hayret edilecek bir şey; ölüp toprak olduktan sonra mı dirileceğiz? Bu uzak bir dönüştür.» Şüphesiz biz yerin, onlardan neyi eksilttiğini bilmekteyiz. Nezdimizde her şeyi koruyan bir kitap vardır.»

«Onlar hak kendilerine gelince onu yalanladılar. Onlar bir istikrarsızlık içindedirler. Onlar üstlerindeki göğe hiç bakmazlar mı? Biz onu nasıl bina ettik ve nasıl süsledik. Onun hiç bir ayıp ve kusuru yoktur. Yeri de yaşamaya uygun şekilde yaydık. Üzerine ağırlıklı dağlar oturttuk. Orada her sınıftan güzel güzel bitkiler bitirdik. Biz bütün bunları, Allah'a yönelen her kulun kalb gözünü açmak ve ibret almasını sağlamak için yaptık.»

«Gökten de bereketli bir su indirdik. Kullara rızk olsun diye, onunla bahçeler, hasat edilen taneli ekinler, tomurcuklan birbirine binmiş yüksek hurma ağaçlan bitirdik. Onunla ölü toprağa can verdik. İşte diri-llp kabirlerinden çıkma da böyledir.» (114)

Bu delilleri selim bir akılla düşündüğümüzde, onun karşısına çıkacak hiç bir delil olmadığını idrak ederiz. Ancak kalbi hasta olanlara tesir etmek mümkün değildir. Onların şifaya kavuşmaları için dua etmekten başka yapacağımız bir iş yoktur. Kur'on-ı Kerim'in terbiye metodlarından biri de, tekrar dirilme düşüncesi etrafındaki her şüpheye önem vermemesidir. Çünkü, öğretmen durumunda olan kimsenin, talebesine onun zihnini dağıtıcı değil, toplayıcı malûmat vermesi gerekir. Olumlu unsuru bırakıp, olumsuzu ele almaz. Olumsuz unsura, zarurî ihtiyaç duyulmadıkça temas etmez. Kur'an-ı Kerim'in metodu da böyledir. Tenasüh şüphesine önem vermemiştir. Esasen Kur'an'ın birçok âyetlerinde tenasüh reddedilmiştir. «Hiç bir günahkâr bir başkasının günahını çekmez.» (115)

Salih bir insanın kâfir bir vücuda girmesi mümkün mü? Ancak bu şüpheyi açıkça ele almamıştır. Çünkü o ruh çıktıktan sonra Rabbına gideceğini kesin delillerle kararlaştırmıştır. Bu konunun tafsilâtı-

(114) (115)

Kaf; 1-11. Fatır; 18.

90

no geçmemiştir. Çünkü kendiliğinden düşmüş bir şüphenin mücadelesini yapmak O'nun metoduna ters düşer.

Dostlarım! Allah Taala Ceza ve mükâfata dair kaide koymuştur: İyi amel işleyenlerin mükâfatı kat kat, günah işleyenlerin cezası aynı olacaktır.

«Şüphesiz ki Allah hiç kimseye zerre kadar zulmetmez. Yapılan iyilik zerre kadar da olsa onu kat kat artırır. Ve yapana katından büyük bir mükâfat verir.» (116)

«Kim bir iyilikle gelirse ona o iyiliğin on katı vardır.» (117)

Resulullah (s.a.v.) bir hadislerinde şöyle buyuruyor: «Allah iyilikleri de kötülükleri de kitabında yaz-.mıştır. Kim bir iyilik yapmaya azmederse, ona bir iyilik yazılır. İyiliği yaparsa, ondan yetmişe kadar ve daha kat kat iyilik yazılır. Kim de bir kötülüğe azmeder-de onu yapmazsa, bir iyilik yazılır, yaparsa bir günah yazılır.» (118). Bu delillerde Allah Taaîa'nın mükâfatı üç. cezayı ise sadece tek yönlü olarak belirttiğini görüyoruz. Çünkü insan nefsi kötülüğe meyyaldir.

Allah Taala, insan tabiatinin şerre meylettiğini, çünkü onun şer âleminde yaşadığını biliyor. Resulul-

(116)    Nisa; 40.

(117)    En'am; 160.

(118)    Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.

lah (s.a.v.} «Her insanoğlu hata eder. Hata edenlerin en hayırlısı tevbe edenlerdir.» buyuruyor. (119) Şerre olan bu meyle, ancak hayrın alanını genişletmekle karşı konur. Şayet iyiliğe karşı bir iyilik, kötülüğe karşı bir kötülük yazılsaydı kötülük daha çok olur, insan umutsuzluğa düşerdi. Bundan dolayı, iyiliğe üç .kapı açmış ve onu emsalsiz bir üslupla gözümüzün önüne sermiştir:

«Onlar, çok ibadet etmekten yataklarından uzak kalırlar. Rablerine korku ve umutla dua ederler. Kendilerine verdiğimiz nzıktan infak ederler. Hiç kimse, onlar için dünyada yaptıklarının karşılığı olarak saklanmış, memnun edici nimetlerin ne olduğunu bilmez.» (120)

«Orada hesapsız olarak nzıklanırlar.» (121) Bütün bunlar insan nefsindeki şer amellerine karşı koymak, meyil ve vesveselerine galip gelmek ve insanı umutsuzluktan kurtarmak içindir. Hz. Ömer (r.a.): «Allah'ın hayrı çoktur ve güzeldir.» demiştir. Allah Taala insanlardan lutfunu esirgemiyor.

«Eğer Allah insanları, zulümleri yüzünden hemen cezalandırsaydı, yer yüzünde hiç bir canlı bırakmazdı. Fakat Allah onları belli bir vakte kadar erteler. Va-

(119)    Tirmizi: c. 8, s. 191, hadis no. 2501 (Humus baskısı).

(120)    Secde;  16-17.

(121)    Gafir: 40.

92

deleri geldiğinde onu ne bir an erteleyebilir ne de bir an öne alabilirler.» (122)

Aziz kardeşim! İyilik yapan cennettedir. Cennette «Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve beşer aklına gelmeyen şeyler vardır.»

«O gün pırıl pırıl parlayan, yaptıklarından memnun ve yüce cennete giren yüzler de vardır. Orada boş bir söz işitmezsin. Orada akan pınar vardır. Orada yüksek tahtlar, önlerine konulmuş keseler, sıra sıra dizilmiş yastıklar, döşenmiş halılar vardır.» (123) «O gün Rabierine bakan pırıl pırıl parlayan gözler de vardır.» (124)

Cehennemde ise can yakıcı azap vardır. Cehennemliklerin içtikleri kaynar su, yedikleri ise irindir. «Hayır hayır o gün yalancılar Rablarındarv mahrumdurlar.» (125)

Cennette Allah'ın büyük rızası vardır. Maddî ve manevî nimetlerle doludur. Cehennemde ise maddî ve manevî azap vardır:

«Cehennemdekiler cennettekilere: «Bize biraz su akıtın veya Allah'ın size verdiği rızıktan bize de verin» diye seslenirler. Cennettekiler de «Allah bunların ikisini de kâfirlere haram kıldı.» derler. Onlar dinlerini

(122)    Nahl; 61.

(123)    Gaşiye; 8-16.

(124)    Kıyamet; 22-23.

(125)    Mutaffifin; 16.

93

eğlence ve oyun edenler ve dünya hayatına aldanan-lardır. Bugüne kavuşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi inkâr ettikleri gibi, biz de bugün onları unutacağız.» (126)

Eğer ceza ve mükâfat, hem maddî hem de manevî olmasaydı eksik olurdu. Çünkü, Kur'an-ı Kerim insanın ruh ve cisimden meydana geldiğini bildiriyor. Şerre sevk eden. cismî ve maddî istekleridir. Eğer Ceza sadece ruha tatbik edilseydi, ruha musallat olan cismin yaptığının karşılığını görmemesi gerekirdi. Oysa maddenin de yaptığının karşılığını görmesi gerekir. Cezada adalet budur.

KONUDAN ÇIKAkiLACAK AMELÎ NETİCELER

Aziz kcrdeşim! Allah Taala'nın bize lütfettiğini, bir hasenatımıza karşı kat kat mükâfat verdiğini, bize merhamet ederek günahımıza karşı bir günah yazdığını, nesuh tevbesiyle tevbe ettiğimizde, onu da bağışlayacağını öğrendik. Seleflerimizin yürürlerken, otururlarken, giderlerken, gelirlerken cezayı önlerinde mücessem bir şekilde tasavvur ettiklerini de biliyoruz.

öyle ise şu âyetleri gözümüzün önüne koyalım: «Bilin ki, dünya hayatı sâdece bir oyun, bir eğ-

(126)   Araf; 50-51.                          »

94

lence, bir süs, aranızda bir öğünme vesilesi, mat ve evlatların çoğalmasından ibarettir... Bu bir yağmura benzer ki bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider, sonra o bitki kurumaya yüz tutar, bir de bakarsınız ki sapsarı kesilmiş daha sonra çerçöp haline gelir. Âhi-rette ise, hem şiddetli bir azap hem de Allah'ın bağışlaması ve rızası vardır. Dünya hayatı aldatıcı bir eçimlikten başka bir şey değildir.»

«Ey insanlar! Rabbinizin bağışlamasına, Allah ve Peygamberine iman edenler için hazırlanmış, genişliği gökle yerin genişliği kadar olan cennete koşun. Bu Allah'ın bir lutfudur, dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir.» (127)

Allah'ın davetine-uyun. Âhireti daima hatırlayın. Cennete girmenizin ameliniz ile değil Allah Taala'-nın lutfu ile olduğunu bilin. «Bu Allah'ın lutfudur. O lutfunu dilediğine ihsan eder.» (128)

Efendimiz Muhammed Mustafa'ya salât ve selâm olsun.

(127)    Hadld; 20-21.

(128)    Hadid; 21.

KUR'AN'DA KADIN

Allah'a hamdederiz. Efendimiz Muhammed (s.a.v.)'e, O'nun âl ve ashabına, davetini kıyamet gününe kadar yayana saiât ve seiâm olsun.

Kardeşlerim! Sizleri İslâm selâmı ile selâmlıyorum. Allah'ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

Dostlarım! Bu geceki dersimizin konusu «Kur'an-ı Kerim'de kadın» olacaktır. «Kur'an'dan İlhamlar» adı altında verdiğimiz seri konferanslar, biraz uzadı. Ancak uzatmada haklıyız. Çünkü bütün hayır, Allah Ta* ala'nın Kitabı'ndadır. O'nu okuyan, kendisini çiçeklerle dolu bir bahçede, istediği çiçeği topluyor zanneder. Hz. Abdullah b. Mesud (r.a.)'un : «Ka mimleri okuduğun zaman kendini çiçekli bir bahçede bulursun» sözü çok hoşuma gider.

Allah'ın Kitabı, acayip üslubunun yanında, başka kitaplarda bulunmayan bir âhenge sahiptir. İnce

96

mantık ve en şahane hitab şekliyle konuları ele aiır-ken insan kendini en kuvvetli mantık demetlerinin arasında bulur.

Muhterem kardeşlerim! Geçmiş milletlerin tarihini okuyanlar, onların kadınlara bakış açılarının insanı dehşete düşürecek boyutlara ulaştığını görürler. Bazıları kadınları, bir köle; bazıları düşük eşyc; bazıları da bir oyun ve eğlence kabul etmişlerdir. Bugün, kadının kalkınması ve haklarının tamına kavuş-masıyla, öğünen milletlerin durumumda onlarmkinden farklı değildir. Bu toplumlarda kadın, kendisine tanınan haklara bilfiil kavuşmamıştır.

Aziz kardeşlerim! Geçmiş Arap toplumunda kadının yeri de farklılık arzeder. Bazı kabileler, kadının da bir insan olduğunu; bazı konularda görüşünün alınması gerektiğini, ona seçme hürriyetinin verilmesinin doğru olacağını kabul eder. Bunun örnekleri çoktur. İşte bir kabile şeyhi olan Şemmas b. Luey, kendisini çok çirkin bir şekilde hicveden şairi yakaladığında onu öldürmek ister. Annesi yanına girip onu neşeli bulunca aralarında şu konuşma cereyan eder: Annesi : «Yüzünde sevinç belirtileri görüyorum, sebebi neâir?» Jğlu: «Evet sevinçliyim, çünkü beni hicveden şairi yakaladım.» Annesi: «Ona ne yapmayı düşünüyorsun?» Oğlu : «Tabii ki öldüreceğim.» Annesi: «Nerede senin keskin zekân, kuvvetli aklın? Şair sana söyleyeceklerini söylemiş ve insanlar arasında yayılmıştır. Bu arı kimin sileceğini düşünüyorsun?» Oğ-

97

lu: «Peki ne yapmamı istiyorsun?» Annesi: «Ona ikram et. İkram et ki, seni methetsin ve devamlı sana yapışık olarak kalacak olan hicvin eseri şilinsin.» Şemmas, kadın olmasına rağmen annesinin tavsiyesini kabul etti...

Bunun yanında bazı kabileler kızları diri diri gömmüş, kadınları içeri hapsetmişlerdir. Kısacası Arapların kadına bakışları da değişik olmuştur.

Kadınlar hakkında bu çelişkili tutumlar devam ederken. Kur'an değişik bir bakış açısıyla geliyor ve ona toplum içinde layık olduğu en yüksek yeri veriyor.

KONUNUN NAZARÎ ESASLARI

Aziz kardeşlerim! Kadın konusu birinci derecede bir insanlık meselesidir. Kur'an-ı Kerim, büyük bir güven, açıklık ve gerçekçilikle konuyu ele alarak şöyle buyurur:

«Ey insanlar sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini var eden ve her İkisinden de birçok erkek ve kadın üretip yeryüzüne yayan, Allah'tan korkun. Kendisinin adını öne sürerek birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık bağlarını koparmak-

Risaleler 12

F.: 7

98

tan sakının. Şüphesizki Allah, sizin üzerinizde devamlı gözetleyicidir.» (129)

Bu âyet bize insan soyunun bir olduğunu, bu soyun bir nefisten meydana geldiğini, bu nefisten kadının yaratıldığını ve her ikisinden birçok kadın ve erkek meydana geldiğini açıklıyor. O halde erkekle kadının aslı birdir, yaradılış bakımından madenleri aynıdır. Bu âyetteki temel espri ise eşitliktir.

Bir de Şûra Süresindeki şu âyeti okuyalım.

«Dilediğine kız çocukları verir, dilediğine de erkek çocukları verir veyahut onları, erkekli dişili çift. çift verir, dilediğini de kısır yapar. Şüphesiz O, her şeyi çok iyi bilen ve her şeye gücü yetendir.» (130)

Bu âyette kadının önce geldiğini, Allah'ın onu dilediğine hibe ettiğini, erkeklerin de Allah (c.c.)'ın bir hibesi olduğunu, dilediğine erkek, dilediğine kadın veya her ikisini de verdiğini görürüz. Âyetin tertibinde kadının önce gelmesinin sebebi ondaki eksiklik şüphesini ortadan kaldırmaktır.

Kur'an-ı Kerim, yaradılıştaki eşitliğin yanında, umumî hükümlerde de eşitlik getirmiştir. «Sevap ve ceza, ne sizin kuruntunuza ne de kitap ehlinin kuruntusuna göredir. Kim bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir. O kendisine, Allah'tan başka ne bir dost ne de bir yardımcı bulabilir. Erkek veya kadın,

1

(129)    Nisa; 1.

(130)    Şûra; 49-50.

kim mü'min olarak güzel amellerden işlerse, işte onlar cennete girerler. Zerre kadar zulme uğratılmazlar.» (>3İ)

S&u âyette, erkekle kadının dayanaklarının, teklif ve sorguya çekilme hususundaki değerlerin, aynı ölçüde olduğu belirtilmiştir.

Kur'an-ı Kerim'in başka bir yerinde de sevgi, merhamet ve huzur konusu ele alınıyor.

«Size kendi cinsinizden, kendileriyle ısınıp kay*, naşacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve merhamet koyması O'nun varlığım gösteren delillerdendir.» (132)

Araf Sûresini okuduğumuz zaman bu mananın' daha belirgin hale gelmiş olduğunu görürüz.

«Sizi bir tek İnsandan yaratan ve onunla gönlü huzura kavuşsun diye eşini de kendisinden var eden Allah'tır.» (133)

Âyette geçen «sükûn» kelimesi, istikrar ve huzur mânalarına gelir. Esasen «sekene» kelimesinin yapısında bir kaynaşma vardır. Aynı zamanda harfleri de çok hafiftir. Bu özelliği ile, kadınla erkek arasındaki ilişkiyi ifade eden en uygun kelimedir. Kadın, kocasının kuvvetine; erkek de kadının sevgi ve muhabbetine sığınır. Kur'an-ı Kerim, bu hususu en

(131)    Nisa; 123-124.

(132)    Rum; 21.

(133)    Araf; 189.

100

güzel şekilde ifade ediyor ve karı koca arasındaki uyuşmanın Allah'ın bir lütfü olduğunu beyan ediyor. «Size kendi cinsinizden, kendileriyle ısınıp kaynaşacağınız eşler yaratması ve aranıza sevgi ve mer* hamet koyması O'nun varlığını gösteren delillerdendir.» (134)

Kur'an'ın getirdiği bu nazar! esaslar «kadın erkeğin tinetinde değUdir.» diyen geçmiş milletlerin yanlış vehimlerini tamamen ortadan kaldırıyor.

AMELÎ UYGULAMA

Amelî uygulamaya gelince, kadın ve erkek her ikisi de birer varlıktır. Her ikisinin görevi ayrıdır. Kur*-an-ı Kerim ailenin yapısını belirtirken şöyle demiştir: «örfe göre kadınların, vazifeleri kadar haklan da vardır. Erkekler kadınlardan bir derece daha üstündür.» (135) Âyette; ailenin karı ile kocadan meydana geldiği, ancak aile reisinin erkek olduğu, dolaylı olarak açıklanıyor. Aşağıdaki âyette ise, bu mâna kesin olarak belirtiliyor:

«Allah'ın bazısını bazısına üstün kılmasından ve erkeklerin mallarından harcamalarından dolayı erkekler kadınlar üzerinde hakimdirler.» (136)

(134)    Rum; 21.

(135)    Bakara; 228.

(136)    Nisa; 34.

101

İkisinden birinin ailenin başında bulunması gerekir. Buna layık olan hangisidir? Erkek mi, kadın mı? Aklı ile hareket eden kuvvetli ve kararlı olan erkek mi, kalbi ve duyguları ile yaşayan yumuşak başlı kadın mı?

Elbette ki bu mes'uliyet, bu ağır yük; erkeğe verilmelidir. İslâm'la, batı medeniyeti arasındaki fark da buradadır. İslâm, mantık ve garizervin hükmüne uyarak, sorumluluğu erkeğe veriyor. Çünkü bu zor yükün altından kalkmaya, sadece onun gücü yeter-Bu hiçbir zaman istibdat, tuğyan ve zulüm manasına gelmez. Burada efendimiz Abdullah bn. Abbas'ın latifesini nakletmek istiyorum: «Abdullah (r.a.) saka* linin kabzasından dışan taşan kısmını keserken, Na-fi geliyor ve şöyle diyor: «Allah Allah. Ey Abbas oğlu! Memleketin her tarafından develere binerek sana gelip din ve Kur'an'dan soruyorlar, sen İse süsleniyorsun.» İbni Abbas (r.a.) «Sana ne oluyor, ey Nafll Ben Allah'ın emrettiğini yapıyorum. Karım benim İçin süsleniyor ben de onun için.» diyor. Nafl (r.a.) «Allah'ın Kitabı'ndan bana delil getirebilir misin?» deyince, İbn-i Abbas şu âyeti okuyor:

«Örfe göre kadınların vazifeleri kadar hakları da vardır.» (137)

İki sahabe arasında geçen bu muhaverede fazla

(137)   Bakara; 228.

102

süslenmenin şer'an istenmeyen bir husus olduğunu da öğrenmiş oluyoruz.

Aziz kardeşim; Kur'an-ı Kerim, erkeğin kuvvetli olma hakkını korurken, kadının haklarında bir eksik* lik meydana getirmiyor. Sadece herkese hakkını veriyor. Kadının şahadetini, erkeğin, şahadetinin yarısı kabul ederek: «Erkeklerinizden iki şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, şahitlerden kendisine güven* diğiniz bir erkek ve —biri unutunca diğerinin hatırlaması için— iki kadın yeter.» (138) buyurması kadının yapısına uygundur. Çünkü kadın atıfeti, kalbi ve ince duygusu ile etkilenmeye müsaittir. Kadın erkek' ten daha çabuk etkilenir ve ondan daha çabuk unutur. Batı mahkemelerinde, hakim kadın olduğu zaman, önüne gelen etkileyici davadan dolayı mahkeme salonunu bırakıp ağladığı görülmüştür. Onun önüne gelen bir davada hükmünü vermesi gerekirken, ağlaması, kanunî işlemler tamamlanmadan hüküm vermesi anlamına gelir.

Çabuk etkilenmek kadının tabiatında vardır ve arzu edilen bir husustur. Bu husus dikkate alınarak, şahitliği teminat altına almak için Allah bu kanunu koymuş ve «biri unutunca diğerinin hatırlaması için» buyurmuştur.

Uygulamanın bir başka yönü de Kur'an-ı Kerim'»

(138)   Bakara; 282.

103

in erkek ve kadına, gözlerini harama bakmaktan sakındırmalarını emretmesidir.

«Ey Muhammed: Mü'min erkeklere söyle, gözlerini zinadan sakınsınlar; ırzlarını ve namuslarını korusunlar. Böyle davranmak onlar için daha temiz ve daha hayırlıdır. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.

Mü'min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını ve namuslarını korusunlar.» (139) Kadın incelik, faydalanma ve süslenme gibi özelliklere sahip olduğu için örtünmelerini emrediyor.

«Görünmesi zaruri olanlar hariç, zînetlerini gös-termesinler. Baş örtülerini yanlarına sarkıtsınlar. Zi-netlerini kendi kocalarından veya babalarından veya kocalarının babalarından veya kendi oğullarından veya kocalarının oğullarından veya kendi kardeşlerinden veya kardeşlerinin oğullarından veya kız kardeşlerinin oğullarından veya onların karılarından veya sahip olduktan cariyelerden veya cinsî iktidarı olmayan hizmetçilerden veya kadınların mahrem yer-^ lerinl henüz anlayacak çağda olmayan çocuklardan* başkasına göstermeslnler. Gizledikleri süslerini başkalarına bildirmek için ayaklarını yere vurmasınlar. Ey iman edenler! Hepiniz Allah'a tevbe edin ki, kurtuluşa eresiniz.» (140) Zînetlerl, mahremlerinin dışındakilere göstermeleri de bu âyetlerle yasaklanıyor.

(139)    Nur; 30-31.

(140)    Nur; 31.

104

KONUNUN AMELÎ NETİCESİ

Aziz kardeşim! Kadınla erkek arasında huzur, sevgi ve muhabbet Allah Tac/la'nın bir hikmetidir. Çocuk doğurmaları ve dünyayı imar etmeleri, bu hikmetin neticesidi.1. Bu hikmetin dışına çıkanlar, yer yüzünde fesada sebep olurlar. Bu durumda olanların arasını ayırmak lâzımgelir.

İslâm, kadına zulmetmemiş, aksine onun şerefini, iffetini ve haklarını korumuştur. İslâm şeriatı kadar, kadına kollarını açan bir şeriat yoktur. Batı kanunları kocasının izni olmadan kadına tam tasarruf yetkisi vermemişken İslâm: malını dilediği gibi harcamada ona tam yetki vermiştir. İslâm «Allah size; evlâtlarınızın miras taksimi hususunda erkek'erin paylarının kızların iki katı olmasını emretmektedir.» (141) derken yüce bir hikmete dayanıyor. En azından kadının nafakası erkek tarafından garantiye alınmıştır. Erkeğin ise böyle bir garantisi yoktur.

Konuyu özetleyecek olursak deriz ki, İslâm esasta varlıkta ve genel haklarda, kadını erkekle aynı ölçüde kabul etmiştir. Aralarındaki irtibatı belirttikten sonra kadınlık özelliğini de dikkate alarak, yerine getirilmesi gereken kurallar koymuştur. Onların en gü-

(141)   Nisa; 2.

105

zel ahlâkla ardaklanmalarını ve Resulullah (s.a.v.)'ın zevcelerini örnek almalarını istemiştir.

«Ey Peygamberin hanımları! Sizler herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Eğer takva sahibi olmak istiyorsanız, yabancı erkeklerle konuşurken hoş bir eda ile konuşmayın. Yoksa kalbinde hastalık olan kimse tamaha düşer. Daima doğru ve ciddi konuşun.» (142) Şu âyette ise, mü'minlerin kadınları ile Resulullah (s. a.v.J'ın zevcelerini beraber zikrediyor.

«Ey Peygamber! Hanımlarına kızlarına ve mü'minlerin hanımlarına söyle; herhangi bir ihtiyaç için dışarıya çıkarken dış örtülerini üzerlerine alıp örtünsünler.» (143)

Sonunda gayet zarif bir şekilde hepsini bir âyette topluyor:

«AılaK, kâfirlere, Nuh ve Lût'un karılarını misal verir. Onlar salih kullarımızdan olan iki kulumuzun nikâhı altında idiler. Kocalarına karşı hainlik ettiler. Bu iki peygamber Allah tarafından karılarının başına inen gazaba engel olamadı. Onlara «Diğer inkâr edenlerle beraber siz de cehenneme girin» denildi. Allah iman edenlere de firavunun karısını misal verir. O, şöyle demişti: «Rabbim, cennette rahmetine yakın bir yerde bana bir ev yap. Beni firavundan ve

(142)    Ahzab; 32.

(143)    Ahzab; 59.

106

onun kötü emelinden kurtar. Beni şu zalim kavimden kurtar.» (144)

«Müslüman erkeklerle, Müslüman kadınlara; mü'min erkeklerle mü'min kadınlara; ibadete devam eden erkeklerle, ibadete devam eden kadınlara; sadık erkeklerle, sadık kadınlara; sabırlı erkeklerle, sabırlı kadınlara; Allah'tan hcrkkiyle korkan erkeklerle, Allah'tan hakkıyle korkan kadınlara; sadaka veren erkeklerle, sadaka veren kadınlara; oruç tutan erkeklerle, oruç tutan kadınlara; İffetini koruyan erkeklerle, iffetlerini koruyan kadınlara; Allah'ı çok zikreden erkeklerle, Allah'ı çok zikreden kadınlara; şüphesiz ki Allah, mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.» (145)

Gerçek şudur ki İslâm, kadına zulmetmiyor. Sadece beşer tabiatı ve hayatın özelliğine uygun hareket ediyor.

Efendimiz Muhammed (s.a.v.)'e, âl ve ashabına salât ve selâm olsun.

(144)    Tahrim; 10-11.

(145)    Ahzab; 35.

KUR'AN-I KERİM'E KARŞI GÖREVLERİMİZ

Allah Taala'ya hamd ederiz. Efendimiz Muham-dem (s.a.v.)'e, âlına, ashabına ve davetini kıyamet gününe kadar yayanlara salât ve selâm olsun.

Muhterem kardeşlerim, sizleri İslâm selâmı ile selâmlarım. Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.

İnsanların Allah'ın Kitabı'na karşı tutumlarına hayret etmemek elde değildir. Bugünlerde insanların Kur*-an-ıKerim'e karşı tutumu; her taraftan karanlığın kapattığı bir topluluğa benzer. Bunlar, içinde bulundukları karanlık yüzünden yollarını kaybedip, nereye gittiklerini bilmemektedirler. Bazan çukura düşer, bazan kayaya, bazan da birbirlerine çarparlar. Oysa önlerinde bir anahtar var.      .

Bugün bütün dünya karanlık içinde bocalamaktadır. İnsanlar yollarına bilinçsiz olarak devam etmekteler. Nizamlar iflâs etmiş, toplum çökmüştür. İnsanlar, ne

108

zaman kendileri için bir nizam getirseler geriye tepiyor. Arzulanan huzuru getirmiyor. Bugün insanların dua etmek, üzülmek ve ağlamaktan başka çareleri kalmamıştır. Ne gariptir ki gözleri kör olmuş, önlerindeki Allah'ın Kitabı'nı göremiyorlar.

«Sahrada seyreden deve gibi; susuzluktan ölmek üzere, oysa sırtında topladığı su. Doğru yolu bulamıyorlar, oysa önlerinde mükemmel bir ışık var.v

«Biz O'nu bir nur kıldık. Kullarımızdan dilediğimizi Onunla hidayete erdiririz. Şüphesiz ki sen doğru bir yolu gösteriyorsun.» (146)

«Peygamberlere iman edenler, O'na saygı gösterenler, O'na yardım edenler ve kendisine indirilen nura tâbi olanlar, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.» (147)

«Muhakkak ki size Allah tarafından bir nur ve apaçık bir Kitap gelmiştir. Allah, O Kitapla, rızasına tabi olanları selâmet yollarına eriştirir. Onları, izhi ile karanlıklardan aydınlığa çıkarır ve onları doğru yola iletir.» (148)

«Bu kitabı, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarman için sana indirdik.» (149)

«Allah'a, Peygamberine ve indirdiğimiz aydınla-

(146)    Şûra; 52.

(147)    Araf;  157.

(148)    Maide;  15-16.

(149)    İbrahim; 1.

109

tıcı Kur'an'a iman edin. Allah sizin yaptıklarınızdan haberdardır.» (150)

Kâfirlerin basiretinin bu nura açılmaması ve hayatlarını gelişigüzel devam ettirmeleri normaldir. Çünkü Allah (c.c.) onların hakkında :

«Kime Allah nur vermezse artık onun nuru yoktur.» (151)

Buyuruyor. Fakat O'na iman eden, seven, hürmet eden, mü'minlere ne oluyor? Hepsinin evinde Kur'an-ı Kerim varken, niçin onunla amel etmiyorlar?

Aziz kardeşlerim; mesele şudur: Kâfirler onları aldatarak hidayet kaynaklarından uzaklaştırdı. Bazen siyaset, bazen de müsbet ilim iddiasıyla onları doğru yoldan saptırdı.

«Onlar sadece dünya hayatının dış görüntüsünü bilirler. Onlar âhiretten gafildirler.» (152)

Bazen mal, bazen şehvet, bazen de kuvvetle onları kendisine köle yaptı. Ehliküfr, bütün bu vasıtaları kullanarak, mü'minleri, kendi hidayet kaynaklarından uzaklaştırmayı başardı. Sapıklıklarının peşinde koşmalarını sağladı.

Nihayet Müslümanlar hidayet kaynaklarını unutup kâfirlerin saçmalıklarına uydular. Oysa Allah Ta-ala onları şu âyetle uyarıyor:

(150)    Tegabûn; 8.

(151)    Nur; 40.

(152)    Bum; 7.

110

o Ey iman edenler! Eğer kâfirlere itaat ederseniz, sizi geriye dönderirler. O zaman hüsrana uğrarsınız.» (153)

Aziz kardeşlerim! Kâfirlerin ellerinde bulunan güç ve kuvvetle iman ehlini tehdit edeceğini Allah Taala ezelî ilminde biliyordu. İşte bu yüzden mü'minlerin kalbindeki bu şüpheyi kaldırmayı murad ederek şöyle buyurdu:

cAllah'ın haklarında hiç bir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koştuklarından dolayı kâfirlerin kalb-lerine korku salacağız. Onların varacağı yer ateştir. Zalimlerin karargâhı ne kötü bir yerdir.» (154)

Sonra kesin bir delile yaklaştırmak için meydana gelen bir hadiseyi anlattı :

«Allah'ın izniyle kâfirleri öldürdüğünüz zaman Allah, size verdiği va'dinde durdu. Ne zaman ki başarısız duruma düştünüz, savaş hususunda münakaşa ettiniz, Allah size sevdiğiniz zaferi gösterdikten sonra isyan ettiniz. Kiminiz dünyayı istedi, kiminiz de ahireti. Sonra Allah imtihan etmek için sizi onlardan uzaklaştırdı. Muhakkak ki, Allah sizi affetti. Allah mü'minlere karşı lütuf sahibidir.» M 55)

Kur'an-ı Kerim, kâfirlerin yolunda yürümemeleri, onların hilelerine kanmamaları için mü'minleri uyarıyor.

(153)    Al-l İmran; 149.

(154)    Al-l İmran; 151.

(155)    Al-l İmran; 152.

111

t Ey iman e<&nler! Kendine kitap verilenlerin bir kısmına uyarsanız, iman ettikten sonra sizi tekrar küfre döndürürler.» (156)

Küfür ehli. iman ehlini aldatarak yoldan çıkarmayı âdet edinmişlerdir.

«Ev iman edenler! Allah'tan korkun. Ve ancak Müslüman olarak ölün. Hep birlikte Allah'ın ipine sımsıkı sanlın, ayrılığa düşmeyin.» (157)

Ey iman edenleri Eğer kâfirlere itaat ederseniz sizi geriye dönderirler. O zaman hüsrana uğrarsınız.» (158)

«Kitap ehlinden birçoğu hak kendileri için apaçık belli olduktan sonra içlerindeki çekememezlik-ten dolayı, iman ettikten sonra sizi tekrar küfre çevirmek İsterler.» (159)

«Onlar kendileri gibi sizin de İnkâr edip onlarla bir olmanızı isterler...» (160)

«Eğer sizi ele geçirirlerse size düşman kesilirler. Ellerini ve dikerini size kötülük yapmak İçin uzatırlar, isterler ki kâfir olasınız.» (161)

Onların kalbindeki bu arzu; mü'minleri kâfir yapma arzusu hiç bir zaman son bulmayacaktır:

(156) Al-l  tmran;      100.

(157) Al-l  İmran;      102-103.

(158) Aî-1  tmran;      149.

(159) Bakara; 109.           

(160) Nisa  ; 89.

(161) Mttmtefaine;            2.

S-12

«Kâfirlerin gücü yets» sizi dininizden döndürün-ceye kadar durmadan sizinle savaşırlar...» (162)

Bu âyet onların iman ehline karşı tutumlarını gayet güzel bir şekilde ifade ediyor. Yukardaki uyarılara rağmen Müslümanlar, imanın verdiği müsamahakâr tutumlarına devam etmişlerdir:

«Siz o kimselersiniz ki onian seversiniz, onlar ise sizi sevmezler. Halbuki siz kitabın tamamına iman edersiniz. Onlara rastladığınız zaman «iman ettik» derler. Birbirleriyle basbaşa kaldıklarında hırslanndan parmaklarını ısırırlar. Onlara de ki: «Kininizden ölün.» Şüphesiz ki Allah kaiblerinde gizlediklerini çok iyi bilir. Size bir iyilik dokunduğunda bu onları üzer. Size bir kötülük isabet ettiğinde de sevinirler. Eğer sabreder Allah'tan korkarsanız, onların hileleri size hiç bir zarar vermez. Şüphesiz ki Allah ilmi ile onları kuşatmış-tır.» (163}

Bu uyarılara rağmen kendimizi helak çukuruna atıyor, onların kuyruğuna yapışıp yaptıklarını yapıyoruz. Oysa onlar çeşitli vesile ve üslupla bizi aldatmaya devam ediyorlar. Bu ilahî nur onlara nasip olmamıştır. Bu yüzden bizi ondan uzaklaştırmaya çalışıyorlar ve bunu başarıyorlar da.

Aziz kardeşlerim! Bugünkü durum şudur: Ehli küfür bu ilâhî nura iman etmiyor; ehii iman da onunla

(162)    Bakara;  217.

(163)    Al-i îmran; 119-120.

113

amel etmiyor. Gerçekten acı tir durum. Daha doğrusu insanlığa isyan. Kur'an'ı kenelerine rehber edinen-' ler, hem kendilerini hem de insanlığı bu durumdan kurtarmaya çalışmalıdırlar. Bu bir borçtı/r.

«Peki iman ettiğimiz bu Kur'an'a karşı görevimiz nedir?» diye sorabilirsiniz.

Aziz kardeşlerim! Kur'an'a karşı görevimiz şu dört noktada toplanmaktadır:

1 — Zayıflama ve gevşeme olmayan kuvvetli ve kesin bir imanla inanırız ki. Allah'ın Kitabı'na dayanan bir toplum sisteminden başkası bizi kurtaramaz. Kur'-an-ı Kerim'e dayanmayan ve O'ndan kaynaklanmayan her toplum nizamı başarısızlığa mahkûmdur.

Misal olarak iktisadî yönü ele alalım. Kur'an bu konuda ne getirdi? Görelim:

Kur'an-ı Kerim;

A — Zekât sistemini getirdi;

B — Faizi haram kıldı;

C — Çalışma ve kazanmayı farz kıldı;

D — İsraf ve keyfî harcamayı yasakladı;

E — İnsanlar arasında acıma duygusu oluşturdu.

Getirdiği bu tedbirlerle fakirlik meselesini kökünden halletti. Onun dışındaki sistemler, sadece zamana bağlı sakinleştirici ilâçlarla yetindiler.

Risaleler 12                                                         F.: 8

Sağlık konusunu ele alalım. Onlar hastaneler ve dispanserler açtılar, yine de hastalığın kökünü kazı-yamadılar. Çünkü insanların hayat seviyesi düşük; içki, kumar, fuhuş ve diğer münkerat yıkıcılığını sürdürüyorlar.

Resulullah (s.a.v.), bir hadislerinde «Bir millette fuhuş yaygın olursa, seleflerinde olmayan acılar onlarda çoğalır» buyuruyor.

Diğer taraftan suç işleyenleri hapse atarlar. Bununla suçlunun suçlar konusunda ihtisas yapmasını sağlarlar. Hapiste ne kadar fazla kalsalar o kadar ihtisasları artar. Halbuki:

c a da yeryüzünde başka bir yere sürgün edilmelidir.» (164) âyetinin hükmünü tatbik etseler, memleket onlardan istifade eder.

Kardeşlerim! İslâm bir bütündür, ortak kabul et* mez. O'nun milletin bütün hayat yönlerine tatbik edilip, insanlığı kurtarmaya yeterli olduğuna inanmamız farzdır.

2 — Allah'ın Kttabt'm kendimize bir arkadaş rehber ve öğretmen yapmalıyız ve O'nu devamlı okumalıyız. Allah Taala ile aramızdaki irtibatı bozmamak için O'nu her gün okumalıyız. Seleflerimiz de böyle yaparlardı. Kur'an-ı Kerim'den dönmez, O'nu hiç bir zaman terketmezlerdi. Hatta Resulullah (s.a.v.), aşırı gitmemeleri için, bazan onlara müdahale ederdi.

(164)   Maide; 33.

115

Aziz kardeşlerim! Az da olsa devamlı okuduğun âyet olmalıdır. Ayda bir defa hatim yapmak sünnettir. Hz. Ömer b. Abciulaziz (r.a.) Müslümanların işleriyle meşgul olduğu zaman, Mushafı getirir iki veya üç âyet okur ve şöyle derdi: «Kur'an'ı terk edenlerden olmamak için okuyorum.» Resulullah (s.a.v.) «Kim Allah'ın Kitabı'ndan bir âyet okursa, onun için her harfine on hasene vardır, kim Kufan dinlerse kıyamet gününde kendisi için bir nur olur.» buyurmuştur. Bunun yanında Kur'an'ı ezberleyip de unutanlar büyük günah işlemiş olur.

öyle ise kardeşlerim çok Kur'an okumak, hepimizin üzerine farzdır. Kur'an'ı Kerim'de kendimize bir «Vird» tayin edip, Allah'ın emrine ve seleflerimize uyarak devamlı okuyalım.

3 — Kur'an okurken, okuma; dinlerken de, dinleme adabına riayet edelim. Gücümüzün yettiği kadar manalarını düşünüp etkilenmeye çalışalım. Resulullah (s.a.v.) bir hadislerinde: «Bu Kur'an hüzünle indi. O'nu okuduğunuz zaman ağlayın. Ağlayamazsanız ağlamaya çalışın.» (165) buyuruyor. Bunun manası, kalbimiz etkilenmeye hazır değilse, etkilenme için çaba harca-malıyız. Şeytan bizi düşünme ve etkilenme zevkinden alıkoymamalıdır. Bir gece Ömer (r.a.) bir kişinin : «Tur dağına, açılmış sayfalar üzerine Yazılmış kitaba, bey-tulmamura, tavan gibi yükseltilmiş semaya, kabarıp

(165)   Îbn-Mace m : İkame B. 176.

taşan denize yemin olsun ki Rabbinin azabı mutlaka gerçekleşecektir. Ona karşı koyacak hiç bir kuvvet yoktur.» (166) âyetlerini okuduğunu işitti ve dinledikten sonra : «Kâbenin Rabbine yemin olsun hak yemindin dedi ve baygın düştü. Kendisini Eşlem isminde bir sahabi eve götürdü ve otuz gün hasta yattı. Sahabeler ziyaretine giderlerdi. Ömer b. Abdülaziz bir gün yatsıdan sonra abdest alıp namaza durdu. Namazda «Allah, meleklerine şöyle der: «Zulmedenleri, eşlerini ve Allah'ı bırakıp taptıklarını bir araya getirip onlara cehennemin yolunu gösterin. Onları durdurun. Çünkü onlar mes'uldürler.» âyetini okudu. «Onları durdurun çünkü onlar mes'uldürler.» âyetini de tekrar etmeye başladı. Müezzin gelip sabah ezanını okuyuncaya kadar devam etti.

imamı Safi (r.h.)'nın yaşadığı dönemde Mekkeli-ler Allah'ın Kitabı'ndan etkilenmek istedikleri zaman, Şafl (r.h.)'i çağırtıp Kur'an okuturlardı. O gün aralarında ağlamayan kimse görünmezdi.

Aziz kardeşlerim! Kâfirlerin Allah'ın Kitabı'ndan uzak olmalarına rağmen O'ndan etkilendikleri/görülmüştür. İşte Utbe b. Rabiâ, Resulullah (s.a.v.)'dan Kufan'ı dinlediğinde şöyle demişti: «O'nun bir tatlılığı, bir tazeliği var. Üstü verimli, altı bereketli. O bir beşer sözü değildir.» Necaşi'nin Cafer (r.a.)'den Kur'an dinlerken gözleri yaşla dolmuştur. Bunlar kâfir olduk-

(166)   Tûr;  1-8.

117

lan halde O'ndan etkileniyorlar, Müslümanlara ne oluyor da ondan etkilenmiyorlar? Halbuki mü'minler Kur'an Okudukları zaman şu âyetin muhatabı olmalıdırlar : «Allah, sözlerin en güzeli olan Kur'an'ı, âyetleri birbirine benzeyen, karşılıklı hükümleri zikreden bir kitap olarak indirmiştir. O Kur'an'dan Rablerinden korkanların derileri ürperir. Sonra derileri ve kalblert Allah'ın zikrine karşı yumuşar. Bu Kur'an Allah'ın bir hidayetidir. Onunla dilediğini doğru yola İletir. Allah kimi de doğru yoldan saptınrsa artık onu doğru yola getirecek yoktur.» (167)

4 — Tek kurtarıcı olan Allah'ın Kitabı'nın hükümleriyle amel etmek bize farzdır. Bildiğiniz gibi Kur'an-ı Kerim'in hükümleri iki kısma ayrılmıştır.

A — Namaz, oruç, zekât, hac. tevbe, istiğfar, ahlûk, do' ınluk, vefa, şahadet ve emanet gibi her kişiyi ayrı ayrı ilgilendiren ferdî hükümlerdir. Bu hükümleri her Mûslümanın bizzat yerine getirmesi farzdır. Kur'an okuyan kimse bu hükümlere geldiğinde, orada durup kendini hesaba çekmelidir. Meselâ «Namaz kılın» (168) âyetini okuyan kimse, namaz kılmıyorsa hemen namaza başlamalıdır. «İnsanların eşyasında cimrilik yapmayın.» (169) âyetine geldiğinde herkesin hakkını vermelidir. Bu görevi yapmak için baş-

(167)    Zümer; 23.

(168)    Bakara; 110.

(169)    Araf; 86.

118

kalorinin zorlamasına gerek yoktur. «Helâl bellidir, haram bellidir.» (170)

B — Toplumu ilgilendiren hükümlerdir. Had ve clhad gibi. Bu hükümleri yerine getirme devletin işidir. Devlet bu işleri yerine getirmediği takdirde Allah Taala katında mes'üldür. Bu durumda, millet devletten bunların yerine getirilmesini istemelidir.

Müslümanlar tek kelime altında toplanmalıdır. Ta ki İslâm'a gelecek bir tehlike karşısında, sözünü dinletebilsin. Başkaları onların gücünü hesaba katsın.

Efendimiz Muharnmed (s.a.v.)'e salât ve selâm olsun.

(170)   Timizi c. 4, s. 201, H. No : 1205 (Humus baskısı).

ALLAH'IN KİTABINDA İKTİSADİ DÜŞÜNCE

Allah Taala'ya hamd ederiz. Efendimiz Muham-med (s.a.v.)'e, O'nun âl ve ashabına, davetini kıyamet gününe kadar yayanlara salât ve selâm olsun.

Muhterem kardeşlerimi Sizleri İslâm selâmı ile selâmlarım: Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.

Konuya girmeden önce sizlere şunları hatırlatmak istiyorum. Allah'ın Kltabı'na bakışlarımızı devam ettirirken, gayemiz ilmî araştırma veya fennî tahlil değildir. Gayemiz aklı ve ruhu O'nun kitabındaki külli ve umumî manaya yöneltmektir. Ta ki O'nu okuduğumuz zaman anlamamıza yardımcı olsun. Böylece düşünme metodunu öğrenir ve Allah Taaia'nın bu husustaki «Muhakkak ki biz bu Kur'an'ı düşünülüp ibret alınsın diye kolaylaştırdık.   Düşünen var mı?» (171)

(171)   Kamer; 17.

120

ve «Bu Kur'an, âyetlerini İyice düşünsünler, akıl sahipleri ibret alsınlar diye sana indirdiğiniz »Überefe bir kitaptır.» (172) emrine uymuş oluruz.

Aziz dostlarım! Biz «Kur'andan ilhamlar» adı altın' daki konuşmalarımızı devam ettirirken, ele aldığımız konunun fennî ve ilmî yönünü geniş bir şekilde açıklamak istemiyoruz. Biz, Allah'ın Kitabı'nın hedef aldığı yüce manaya zihinleri, kalbleri ve ruhları yönelt-mek istiyoruz. İlmî ve fennî konularda jjsniŞ araştırmalar isteyenler; işte kitap önlerinde, istedikleri g M araştırma ve inceleme yapabilirler. İnanıyorum ki bir araya gelmekle mutluluk duyduğum şu kısa vakitler, konumuzun içindeki ilmî ve fennî manayı geniş şekilde tahlil etmek fırsatını bana vermez.

Bunu böyle bildikten sonra konumuz olan «Allah'ın Kitabı'nda iktisadî düşüncesye dönelim.

Muhterem kardeşlerimi Daha önce de İşaret ettiğim gibi Kur'an'in, İlk hedefi ve te.nel gayesi, nefs ve ruhlara doğru yolu göstermek ve kalbi ıslah etmektir. Kur'an'ın İlk hedefi; insan ruhunun temizlenmesi, arınması, dosdoğru olması ve işleri gerçek yönü İle değerlendirmesi için onu tedavi etmektir. Ta ki bütün insanlar hakkı, güzelliği ve adaleti iyi takdir etmeyi kendilerine hedef yapsınlar

Evet K-fan-t Kerlm'in İlk hedefi, insan nizamlarını ıslah etmek değil, insan ruhunu tedavi etmektir.

(172)   Sad; 29.

121

Gerçi insan nizamlarının tedavisi de Allah'ın Kitabı'nda vardır, ancak ilk hedefi değildir. Çünkü ruhu ıslah olan insanın nizama bakışı da düzelir. Ruhu bozuk o!an kimsenin, nizam iyi de olsa, ona bakışı bozuk olur.

Adil bir hâkimin önünde zalim bir kanun olabilir. Fakat temiz ruhu, adalete olan bağlılığı ve sevgisi, zalim kanunun maddelerinden adil bir hüküm çıkarmaya sevk edebilir.

Ruhu bozuk olan, heva ve hevesine uyan bir hâkimin önünde adil bir kanun olabilir, fakat o bozuk ruhu ile adil kanunun maddelerinden, hevesine uygun olarak zalim bir hüküm çıkarabilir. O halde mühim olan nefsin ıslahıdır.

Bu temel kaideyi dikkate alarak, Kur'an-ı Kerim, insan ruhuna önem vermiş, ona hak, adalet ve güzelliği sevdirmiş, çirkin, şer ve bâtıldan nefret ettirmiştir. Gayesi hayırlı ve faziletli bir ruh meydana getirmektir.

«Nefse ve onu şekillendirene, sonra da ona, kendisi için kötü ve iyi olanı öğretene yemin olsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Nefsinin gerçek yüzünü gizleyen ise hüsrandadır.» (173)

Aziz kardeşim! Toplumun düzelmesi, nefsin düzelmesine, fesadı ise nefsin fesadına bağlıdır.

(173)   Şems; 7-10.

122

«Çünkü bir kavim kendi davranışlarını değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez.» (174)

«Şüphesiz ki bir millet kendisini değiştirmedikçe Allah onu değiştirmez.» (175) Bundan dolayıdır ki Kur'an-ı Kerim insan nefsini gayet geniş ve doyurucu bir şekilde ele almış, ona hak ve adaleti sevdirmiş, şer ve bâtıldan nefret ettirmiş, onu daima; fazilet, yücelik ve mükemmelliğe sevk etmiştir.

Kur'an-ı Kerim'in, insan nefsinin yücelmesinde iki metodu vardır.

A — İnsan nefsini şerefli kılmak, arındırmak ve onu Allah'a izafe etmek.

«De ki ruh Rabbimin işidir.» (176) «Ona kendi ruhumdan üffedim...» (177) «Şüphesiz ki   biz   âdemoğlunu   muhterem   kıldık...» (178)

B — İnsan nefsini Allah'a kavuşturmak, Hak Taala'yı ona tanıttırmak ve onu Allah Taala'nın rekabet! altına koymak. «Şüphesiz insanı biz yarattık. Nefsinin ona ne fısıldadığını da biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.» (179)

(174)    Enfal; 53.

(175)    Ra'd;  11.

(176)    Isra; 85.

(177)    Hicr; 29.

(178)    Isra; 70.

(179)    Kaf; 18.

123

«Ey Muhammed. Her ne durumda olursan ol, Kur'an'dan ne okursan oku, sen ve ümmetin her ne iş yaparsanız yapın, onu yapmaya giriştiğinizde, biz ona mutlaka şahit oluruz...»(180) Bu iki yol ile insan nefsine, yüceliğini ve faziletli olduğunu hissettirmiştir.

İslâm'ın ıslah metodunda, insan nefsinin ıslahının temei taş olarak kabul edilmesi burdan kaynaklanmaktadır.

Hadis-i Şeriflerde de bu konuya geniş yer veriliyor. Bu konudaki hadislerin bazılarını hatırlatalım. «İyilik, güzel huylu olmaktır. Kötülük, göğsünü tırmalayan ve başkasının ona vakıf olmasını istememen-dir.» (181)

«Başkaları fetva verse de, kalbinin fetvasını dinle.» «Bilin ki bedende bir et parçası vardır. O düzelirse bütün beden düzelir. O bozulursa bütün beden bozulur. Bilin ki bu kalbdir.»

Muhterem dostlarım! Şayet biz «Allah'ın Kitabı'n-da şeklî ve amelî sistemler, kalbin ıslahı, nefsin yücelmesi ve ruhun tedavisinden sonra geliyor» diyorsak suç işlemiş veya aşırı gitmiş değiliz. Çünkü bu ıslah ameliyesinin tabiî sonucudur. Belki de semavî

(180)    Yunus; 61.

(181)    Tlrmlzi: c. 7, s. 118 H. No : 2390; Müslim : H. Nö : 2553; Ahmed bn. Hanbel c. 4, s. 2270; Buhari K. tman b. 39.

124

kanunlarla, medenî kanunlar arasındaki fark buradadır. Birincisi, insan nefsine iniyor ve her nefsi kendi kendinin bekçisi yapıyor. İkicisi ise, ruhî manaya önem vermeden şekiiyatta kalıyor ve bu yüzden suçla mücadelede başarısız oluyor.

Bunu böyle belirttikten sonra, konuşmamıza konu seçtiğimiz amelî manaya dönelim. Kur'an-ı Kerim, insan kalbinin ıslahına ağırlık vermekle beraber, amelî yönünün ıslahını ihmal etmiyor. ^ Ancak amelî yönünü ele alırken ayrıntılarına girmiyor. Külli mana ve kaidelerle ele alıyor. Tatbikatının faydalı olması her zaman ve her yerde iyilik kaynağı olması için bütün incelik ve hikmetini sergiliyor. İktisadî konu, insanlara ve durumlara göre değişme arz ettiği için umumî olarak ele alıyor ve insanların iyilerinden faydalanmaları kötülerinden uzaklaşmaları İçin kaideler getiriyor.

Kur'an-ı Kerim serveti, dünya hayatının bir ihtiyacı ve hayatın devam etmesi için bir vasıta sayıyor. Bazı nizamların, onu mûnkerat veya müherramat kabul ederek kötülediği gibi kötülemiyor. öğünüle-cek bir mevkiye de getirmiyor. Sadece hayırda kullanıldığı zaman hayır, serde kullanıldığı zaman şer olabilen bir vasıta kabul ediyor.

Bu görüşün kıymetini, zenginliği mûnkerat ve suç sayan, zenginin Allah'a kavuşamayacağını iddia eden, devenin iğne deliğinden geçmesini, onun cennete girmesinden daha kolay kabul eden bazı kanun-

12b

lan işittiğimizde daha iyi anlarız. Bazı felsefelerde de mal sadece bir eğlence ve zevk vesilesi kabul edilmiştir. İnsanların birbirine girmesine sebep olmuştur.

Bunlar, mal hususunda çeşitli görüşler ileri sürerken, İslâm en mutedil görüşü gösteriyor. İslâm: «Malın kıymeti, mal olmasından değil, öğrettiğinden-dir. Hayır öğretirse, sahibine fayda getirir; şer öğretirse şer getirir» diyor.

«Kim Allah yolunda harcar ve O'ndan korkarsa ve en güzel olan «İslâm» inancını tasdik ederse, biz onu kolay olan şeye muvaffak kılarız.» «Kim de cimrilik eder ve Allah'a ihtiyacı olmadığını iddia ederse ve en güzel olan İslâm akidesini yalanlarsa biz onu en zor olan şeye sürükleriz.» (182)

Kur'an-ı Kerim mal konusunu ele alırken, onu sevdirioi veya nefret ettirici bir tutum izlemiyor.

«Mal ve çocuklar, dünya hayatının geçici zineti-dir. Geriye kalan salih ameller ise sevap olarak da ümit kaynağı olarak da Allah nezdinde sizin için daha hayırlıdır.» (183) Bunun yanında zenginliği, bazan bir nimet sayıyor:

«Eğer yoksulluğa düşeceğinizden korkuyorsanız yakında Allah sizi lütuf ile zenginleştirir.» (184)

(182)    Leyi; 5-10.

(183)    Kehf; 46.

(184)    Tevbe; 38.

126

Bazısında da hayır olarak adlandırıyor. «Sahip olduğunuz kölelerinizden azat olmak için bedel vermek isteyenlerin, eğer kendilerinden bir hayır görüyorsanız, bedel vermelerini kabul edin. Allah'ın size verdiği maldan onlara da verin.» Burada tereke, hayır sayılıyor. Mal edinme garizesi iktisadın temel unsurlarındandır. Bu âyette de malın insan nefsi ile alâkası olduğuna işaret vardır. Diğer âyetlerde de malın başka bir yönüne dikkat çekiiiyor.

«Gerçekten insan hayra (mala) pek düşkündür.» (185)

«Sizden birine ölüm geldiği zaman, eğer geride mal bırakıyorsa ana-babaya ve akrabalara uygun bir şekilde vasiyette bulunmanız size farz kılındı. Bu muttakiler üzerinde bir borçtur.» (186)

Burada malın iki yönlü bir silâh olduğuna, insanın onu hayra yöneltmesi gerektiğine işaret ediliyor. «Hayır. Gerçekten insan zengin olduğunu görünce azar.» (187) âyetinde ise malın bir isyan aracı olduğu belirtiliyor.

Ne olursa olsun, İslâm malı, dünya menfaatlerinden biri olarak kabul ediyor. Müslümanlara ondan ellerini çektirecek kadar çirkin; gaye edinecek kadar da sevimli göstermiyor. Sadece onu hayra vesile kabul ediyor.

(185)    Bakara; 180.

(186)    Al-i İmran; 14.

(187)    Alak; 6-7.

127

Bu konuyu bu şekilde öğrendikten sonra Kur'an-ı Kerim'in ele aldığı «Servetin aslı ve çeşitleri» konusuna göz atalım.

Aziz kardeşim! Kur'an-ı Kerim dikkatleri çalama ve kazanmaya çekmektedir. O boş gezen bir Müslüman istemiyor. Çalışkan, mücadele eden. malı kendisinin, ailesinin ve milletinin hayrına değerlendiren ve bunu ibadet sayan bir Müslüman istiyor.

islâm, kazancı farz kılmış, ona teşvik etmiş ve onu bir ibadet saymıştır. İbadetle kazancı yanyana zikreden şu âyetlere bakarsak, bunu daha iyi anlarız.

«Namaz kılındıktan sonra yeryüzüne dağılıp Allah'ın lütfundan rızkınızı arayın...» (188)

«Yeryüzünün her tarafında gezip dolaşın ve Allah'ın vermiş olduğu rızktan yiyin. Tekrar dlrildikten sonra yine dönüş O'nadır.» (189)

«Allah içinizden hasta olanları, yeryüzünde Allah'ın lütfundan rızık arayanları ve Allah yolunda savaşanları bilir. Kur'an'dan kolayınıza geleni okuyun. Namazınızı kılın. Zekâtınızı verin Allah için güzel ödünç verin.» (190)

Aziz kardeşlerim! Gördüğünüz gibi Allah, yeryüzünde kazanç için dolaşanları, hayra koşanlar gru-

(188)    Cuma; 10.

(189)    Mülk;  15.

(190)    Muzemmil; 20.

bundan sayıycv ve onu kendisi için bir kurbiyyat kabul ediyor. Bu konuda birçok da hadis vardır. Peygamber (s.a.v.). Hz. Muaz'ın elinde bitkilerin eserini görünce. «Bu elleri Allah da Resulü de seviyor» Lu-yurmuştur. Hz. Ömer (r.a.), çalışmayan bir grubun y ı-nından geçerken «bunlar kimlerdir?» diye sormuş. «Bunlar mütevekkillerdir» denince, «Hayır bunlar başkasının sırtından geçinenlerdir.» demiştir. Tasavvufu, başkalarının sırtından geçinme mesleği olarak kabul etmek çok yanlış bir harekettir.                  "-

Tasavvuf hiç bir zaman rızk toplama mesleği olmamıştır. Seleflerimizde böyle bir harekete rastlanmamıştır. Resulullah (s.a.v.) başkalarından bir şey istemeyi yasaklamıştır. Bir gün atın üzerindeyken Ka'b b. Acre'nin kamçısı düşüyor. Yolda bulunan çocuktan kamçıyı vermesini istemiyor ve inip kendisi alıyor. Bu durum kendisinden sorulduğunda : «Ben başkalarından bir şey istemeyeceğime dair Resulullah'a söz verdim» diyor. Ebu Bekir (r.a.) kendisine «Bey-tulmalsdan maaş sağlamak istediğinde: «Hayır ey Resulullah'ın halifesi! Ben insanlardan bir şey istemeyeceğime dair Allah'a söz verdim» diyor. Resulullah (s.a.v.), bir hadislerinde, «Devamlı insanlardan mal isteyen kimse kıyamet gününa yüzünde et kalmamış olarak gelecektir» buyruimuştur.(*)

Daha sonra Kur'an-ı Kerim malın kaynağına ve

(*)   Buharl ve Müslim rivayet etmiştir.

129

çeşitlerine işaret ediyor. Misâl :* Ticareti ele alarak birçok âyetlerde zikrediyor. Bunl. rdan bazılarını okuyalım.

«Ancak aranızda yaptığınız ticar-t peşin olursa yazmamanızdan dolayı size bir günah yoktur.» (19-1)

«Kureyş, hiç olmazsa alıştırıldığı, kış ve yaz ticaret yolculuğuna ısındırıldığı için kendilerini açlıktan kurtarıp doyuran ve korkudan emin kılan bu Kabe'nin Rabbine ibadet etsinler.» (192)

«Ey iman edenler! Kazandıklarınızın ve sizin için yerden çıkardıklarımızın helâl ve temiz olanlarından Allah için harcayın.» (193)

«İnsan yediğine bir baksın. Suyu bol bol biz indirdik. Yeryüzünü mutlaka biz yardık. Orada taneler, üzüm, hayvan yemi, zeytin ve hurma ağacı, birbirine girmiş bahçeleri, meyveleri ve otlakları biz bitirdik. Bunlar siz ve hayvanlarınızın geçimi içindir.» (194)

«Gökten bereketli bir su indirdik. Kullara rızık olsun diye onunla bahçeler, hasad edilen taneli ekinler, tomurcukları birbirine binmiş yüksek hurma ağaçları bitirdik.» (195)

(191)    Bakara; 282.

(192)    Kureyş; 1-4.

(193)    Bakara; 267.

(194)    Abese; 24-32.

(195)    Kaf; 9-11.

Risaleler 12

R: 9

130

Bu âyetler, Allah'ın kullarına en büyük nimeti olan yer üstü servetine işaret ediyor. İnsanların bu serveti değerlendirmelerinin ve yeryüzünün hayratından faydalanmalarının farz olduğuna dikkatleri çekiyor.

San'at konusuna da işaret ederek Davud (a.s.)'ın bir san'atkâr olduğunu bildiriyor. cBiz Davud'a sizi Savaşta korumak için zırh yapma san'atı öğrettik. Artık şükretmez misiniz?» (196)

Servet çeşitlerine işaret ederken madenleri de ele alıyor.

«Kendisinde büyük bir kuvvet ve insanlar İçin birçok faydalan olan   ©miri verdik.» (197)

Aziz kardeşlerim! Bir milletin kitabı, onun dikkatini demirin kıymetine çekiyor e onu değerlendirmesini istiyorsa, o millet demiri araştınp iktisadî kalkınmasında, iktisadi ve sına! hayatını ona bina etmekte daha haklı değil midir?

Su servetine de işaret ederek şöyle buyuruyor: «Şu iki deniz bir değildir. Biri tatlı, kandına ve içimi kolaydır. Diğeri de tuzlu ve acıdır. Hepsinden de taze balık eti yersiniz, takındığınız süs eşyasını çıkarırsınız. Gemilerin o sulan yara yara gittiğini görürsünüz. Bu da Allah'ın lütfundan nzık aramanız ve şükretmeniz içindir.» (198) Ne gariptir ki dünyada hiç

(196)    Enbiya; 80.

(197)    Hadld; 25.

(198)    Fatır; 12.

131

bir milletin sahili, Müslümanlarınk» kadar geniş olmamasına rağmen bu servetten istifade etmek hususunda onlar kadar tembel bir millet bulamazsın.

Hayvanî servete de şu âyetle işaret ediyor: «Sizler için hayvanlarda da ibret vardır. İşkembelerinde-ki yem artıklarıyla, kandan meydana gelen saf, kolayca içilebilen sütü size içiririz. Hurma ağacının meyvelerinden sarhoş edici meşrubat —ki bu haramdır— bunun yanında güzel nzıklar edinirsiniz. Şüphesiz ki bunda akıl sahibi bir millet için büyük ibret vardır.» (199)

Bunların yanında Allah'ın Kitabı'mn koyduğu iktisadî nizamda mal, insanlar arasında bir yardımlaşma vesilesi kabul ediliyor.

Servet kaynağı ve çeşitlerini böylece ele aldıktan sonra iktisatla ilgili prensipleri açıklıyor ve mülkiyet prensibini tesbit ediyor. İslâmda fertler mülk edinebilirler, Kur'an'ın birçok yerlerinde mal insanlara izafe edilerek zikredilmiştir. «Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak birer İmtihandır.» (200) «Mallarında belirli bir hak vardır.» (201) «Allah'ın size verdiği maldan onlara da verin.» (202)

Daha sonra mülkiyetin kaynağına işaret ederek,

(199)    Nahl; 66-67.

(200)    Tegabun; 15.

(201)    Meâric; 24.

(202)    Nur; 33.

132

alım satım konusunu ele alıyor: «Allah alış verişi helal kıldı.» (203) Burada genel kaidelere işaret ettiğini, tafsilata geçmediğini, onun koyduğu kaideleri hadisin açıkladığını, sonra müctehitlerin gelip onları tatbik ettiklerini, daha sonra İslâm aydınlarının onlardan hüküm çıkarttığını, bu kaide ve hükümlerin hiç bir çevre ve zamana ters düşmediğini görürüz.

Alım satımın yanında veraset, hibe ve ganimeti, iktisadî bir nizam olarak kabul ediyor. «Allah size evlâtlarınızın miras taksimi hususunda erkeklerin paylarının kızların iki katı olmasını emretmektedir.» (204)

«Artık elde ettiğiniz ganimetleri helâl vs temiz olarak yiyin.» (205)

Diğer taraftan Kur'an-ı Kerim, hior (tasarruftan menetme) hükmünü getiriyor. «Allah'ın yaşayışınızın sebebi kıldığı mallarınızı beyinsizlere vermeyin. O mallardan onlara yedirin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin.» (206) «Evlenme çağına gelinceye kadar yetimleri deneyin. Eğer rüşte erdiklerini açıkça görürseniz, maliannı kendilerine verin. Büyüyecekler de mallanna sahip olacaklar endişesiyle maliannı israf ederek tez elden yemeyin. Zengin olan, onların ma-

(203)    Bakara; 275.

(204)    Nisa;  11.

(205)    Enfal; 69.

(206)    Nisa; 5.

133

İmi yemekten çekinsin. Fakir olan ise meşru surette yesin.» (207)

Görülüyor ki malda ilâhî murakabe vardır, bu da İslâm hukukunun diğer hukuklardan üstün olduğunun bariz bir delilidir. Şu âyeti okursak ilâhî murakabeyi daha iyi öğreniriz: «Yetimlerin maliannı haksız yere yiyenler, kannlanna sadece ateş tıkamışlardır. Onlar yakında alev alev yanan bir ateşe sokulacaklardır.» (208)

Daha sonra önemli bir iktisadî prensibi; servet dağılımındaki farklılığı tesbit ediyor. «Onların dünya hayatındaki geçimliklerini, araîannda biz taksim ettik. Derece bakımından bazısını bazısından üstün kıldık.» (209) Bunun iktisadî sebebi ise: «Ta ki birbirinden faydalansınlar. Rabbinin rahmeti onlann 'ûoya-da topladıklarından daha hayırlıdır.» (210) Dünyada nasibi a*, o.anlara, Allah'ın, rahmetinin yetişeceğini vaad ediyor.

islâm'da temel kaide, herkesin yeteri kadar mala kavuşmasıdır. Batının maddî sisteminde ise, herkes İstediği kadar alabilmekte veya çalıştığı kadar almaktadır. Bu yeryüzünde adalet ve barışın kalmaması demektir. Oysa adalet, herkesin kendisine yetecek mala kavuşmasıdır.

(207)    Nisa; 5.

(208)    Nisa; 10.

(209)    Zuhruf: 32.

(210)    Zuhruf; 32.

134

İslâm» kanaat ve taksimde payına düşene razı olma prensibini getirmekle beraber, malî yönden yüksek tabakayı serbest bırakmıyor. Aksine, ona baskı yaparak maddî yönde, daha aşağıda olan tabakanın kalkınmasına yardım etmesini istiyor. Böylece İktisadî denge sağlanmış oluyor, islâm toplumunda aşırı zengin ve acından ölen fakir kalmamış oluyor.

İslâm, Allah yolunda harcanmayıp biriktirilen mali haram kabul ediyor. cEy Muhammed, altın ve gümüşü biriktirip Allah yolunda sarf etmeyenleri, can yakıcı bir azapla müjdele. Kıyamet gününde bunlar cehennemin ateşinde kızdırılırlar. Bu mallarla biriktirenlerin alınları, böğürleri ve sırtları dağlanır. Onlara: çişte kendiniz için biriktirdiğiniz şeyler bunlardır. Şimdi biriktirdiklerinizi tadın» denir.» (211)

Cim iliği de haram sayıp onu insan nefsinde arız olan en kötü hastalık olarak niteliyor. «Şüphesiz Allah, kibirlenen ve öğünen kimseyi sevmez. Bunlar cimrilik ederler ve İnsanlara da cimriliği emrederler. Allah'ın kendilerine lûtfundan verdiğini gizlerler.» (212)

İslâm'a göre zengin, farz zekâtı verdikten sonra etrafındaki çalışmayanlara da yardım etmek mecburiyetindedir : «Ey Peygamber, onların mallarından sadaka al ki, bunlarla onları manevî kirlerden temiz-

(211)    Tevbe; 34-35.

(212)    Nisa; 36-37.

135

lemis ve derecelerini yükseltmiş olasın. Onlara dua et. Çünkü senin duan onlar için bir huzur kaynağı* dır.» (213) İslâm, israf, aşırı refah ve azgınlığı yasaklıyor ve bu durumda olanları suçlu kabul ediyor: «Böylece biz her ülkenin ileri gelenlerini suçlular yaptık. Ta ki tuzaklar kursunlar. Oysa onlar sadece kendi aleyhlerine tuzak kurarlar, fakat bunun farkında değillerdir.» (214) Allah yolunda harcamayı teşvik ediyor: «Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz tane olmak üzere yedi başak veren bir tanenin durumuna benzer. Allah dilediğine kat kot verir. Allah lütfü geniş olan ve her şeyi bilendir.»

«Mallarını Allah yolunda harcayıp sonra harcadıklarını başa kakmayan ve eziyet etmeyenlerin işte onların mükâfatları Rableri katındadır. Onlara korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.» (215) Hatta seleflerimizden bazıları mallarının tamamını; bazıları yansını; bazıları da üçte birini Allah yolunda harcarlardı.

islâm, fakire zekât vermekle beraber çalışma ve kazanmalarını emrediyor, dilenmelerini yasaklıyor. Beytulmakten onlara hak veriyor. Fakirliği bir zillet kabul etmiyor, sadece geçici içtimaî bir mesele kabul

(213)    Tevbe; 103.

(214)    En'am;  123.

(215)    Bakara; 261-262.

s

136

ediyor. Ayrıca kanaat etmeyen bir zengini de fakir sayıyor. Resulullah (s.a.v.), bir hadislerinde: «Malın çok olması zenginlik değildir, zenginlik nefis zeng:n-liğidir.» buyurmuştur. İslâm malda farklılığı getirirken, kanaat, yardımlaşma ve sosyal güvenlik prensiplerini koyarak onun kötü etkisini ortadan kaldırıyor.

İslâm; haram kazancı da yasaklıyor ve böyle bir suç işleyenler hakkında mücmel kaideler getiriyor.

«Erkek ve kadın hırsızların yaptıklarının karşılığı ve Allah tarafından bir ceza olarak ellerini kesin.» (216)

«Ey iman edenler: İçki, kumar, putlar ve fal ok-lan, şeytan amelinden olan birer pisliktir. Bu pislikten kaçının ki kurtuluşa eresiniz.» (217)

, «Birbirinizin mallarını haksız yere yemeyin. İnsanların bir kısım mallarını bile bile günaha girerek yemek için hakimlere aktarmayın.» (218)

Her kötü kazanç haramdır, ondan hayır beklenmez. Güzel muameleler için de kaideler koymuştur. İhsan, vefa, emanet, hakkı arama, bunlardan bazılarıdır. İktisadî ıslahat konusu Şuâyb (a.s.)'ın kıssasında en güzel şekilde açıklanmıştır.

«Medyen halkına kardeşleri Şuayb'ı Peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi:    «Ey kavmim

(216)    Maide;   38.

(217)    Maide; 90.

(218)    Bakara; 188.

137

Allah'a kulluk edin. Sizin için O'ndan başka ilah yoktur. Ölçü ve tartıyı eksik tutmayın. Ben sizi bolluk ve bereket içinde görüyorum. Sizin için çepeçevre kuşatacak bir günün azabından korkarım.»

«Ey kavmim, ölçü ve tartıyı adaletli ve tam olarak yapın. İnsanlara eşyalarını eksik vermeyin. Yeryüzünde bozgunculuk ve karışıklık çıkarmayın. Eğer iman ediyorsanız, Allah'ın geriye bıraktığı sizin için daha hayırlıdır. Ben sizin üzerinize bir bekçi değilim.»

«Medyen kavmi şöyle dedi: «Ey Şuâyb, atalarımızın yaptığını bırakmamızı veya mallarımızda dilediğimizi yapmamamızı sana namazın mı emrediyor? Şüphesiz ki sen halim selim aklı başında bir adamsın.» Şuayb da şöyle dedi: «Ey kavmim! Söyleyin bana, Rabbim tarafından apaçık bir delilim varsa ve beni güzel bir rızıkla katından rızıklandırıyorsa, O'na nasıl karşı gelebilirim? Ben sizlere yasak ettiğim şeyleri kendim yapmak istemem. Sadece gücümün yettiği kadar ıslah etmek isterim. Muvaffakiyet sadece Allah'tandır. Sadece O'na güvenir ve O'na yönelirim.» (219)

Son olarak, İslâm, musibetlerin başı olan faizi haram kılmıştır.

«Ey iman edenler, kat kat faiz yemeyin.» (220)

(219)    Hud; 84-88.

(220)    Âl-i imran; 130.

138

İşte İslâm, iktisadî, ruhî ve amelî kalkınmayı i ağlamak için bu kaideleri koymuştur. Eğer insanlar bu temel kaidelere sarılsalar dünya ve ahirette mesut olurlar. Efendimiz Muhammed (s.a.v.)'e salât ve selâm olsun.

ALLAH'IN KİTABI'NA GENEL BAKIŞ

Allah Taala'ya hamd olsun. Efendimiz Muhammed (s.a.v.)'e, O'nun âlına ve ashabına ve davetini kıyamet gününe kadar ypyanlara salât ve selâm olsun.

Muhterem kardeşlerim! Hepinizi İslâm selâmı ile selâmlarım: Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.

Bu geoe, bize parlaklık üzerine parlaklık getirdi. Nefsimiz de büyük yara aldı. Allah Taala'dan, O'nun sevgisi etrafında toplanmamızı, onu bizler için faydalı kılmasını isteriz. Biz, Resulullah'ın haklarında «Kıyamet günü olduğunda, Allah tarafından bir mü-nadl «Benim İçin birbirini sevenler nerede? Benim İçin birbirini ziyaret edenler nerede? Celâlim hakkı için benim gölgemin dışında bir gölge olmadığı günde onları gölgelendireceğim» diye çağıracaktır.» (*) dediği kimselerin yolunda gitmek nasip eylesin.

(•)   Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.

140

Aziz kardeşlerim! Bugün Allah'ın Kitabı etrafında konuşmak isterken özel bir konu belirtmedim. Fakat daima aklıma gelen, özellikle memleketin her tarafında arkadaşlarımla konuşurken konferans ve ders verirken arzu ettiğim bir husus, «Allah'ın Kita-bı'na genel bakış» hususu vardır. Bu gece, bütün şubelerin temsilcilerinin de burada olmasını fırsat bilerek bu arzumu yerine getirmek istiyorum.

Aziz dostlarım! Davetimize ışık Jutması için bu genel konuşmayı yapmak istiyorum. Davetimiz, Kur'-an-ı Kerim'e davet olduğuna göre bu konuşmamda davetçi kardeşlerimin zihinlerine bir tevcihatta bulunmuş olurum. Konuşmam, Allah Taaİa'nın Kitabı'nda-ki yön verici manaları toplama çabası olacaktır. Özetle bu geceki konuşmam Müslüman Kardeşler'in davetinin tasviri olacaktır. Allah'ın Kitabı'nı okuyoruz, sûrelerinin bahçelerinde dolaşıyoruz, âyetlerinin çiçeklerinin güzel kokularından istifade ediyoruz, fasılaları arasında geziniyoruz, ne mutlu bizlere. Burada sizlere bir hadisin manasını aktarmak istiyorum. Peygamber (s.a.v.)'e «Hangi amel Allah'a daha sevgilidir?» diye sorulduğunda : «Allah'ın kullarından O'na en sevgili olan, konan ve göçendir.» buyurdu. «Kimdir bu konaklayan ve göçen?» dendiğinde : «Hatim ettikten sonra yeniden başlayan, başladıktan sonra hatim edendir.» buyurmuştur. (*)

141

Abdullah b. Mesud (r.a.): «Ha mimleri okuduğum zaman çiçeklerle dolu bahçeye iniyor, çiçeklerini kokluyorum.» demiştir. Kur'an'daki o müthiş tasvir ve güzel üslup karşısında bunları söylememek mümkün değildir. Yukardaki hadiste geçen «konma ve göçme» meselesinde. Kur'an-ı Kerim hatim edildikten sonra tekrar Fatiha ve Bakaradan birkaç âyet okumanın sünnet olduğu anlaşılmaktadır. Hatimden sonra okunacak özel bir dua yoktur. İstenilen dua yapılabilir. Allah Taala şöyle buyuruyor: «Ey Muhammed: Eğer kullarım beni senden sorarlarsa, şüphesiz ki ben çok yakınım. Dua edenin duasını, dua ettiğinde kabul ederim. Benim emrime uysunlar ve bana iman etsinler ki, doğru yolu bulalar.» (221)

Aziz kardeşim Allah'ın Kitabı'nı okuyan kimse, O'nun genel unsurlarını dört temel esasta toplayabilir.

1 — Sağlam bir inanç: Allah'ın Kitabı, akide konusuna büyük önem veriyor. Çünkü insan inançsız yaşayamaz. İnanç, insan ruhunda bir fıtrattır. Bu manada bir batı bilgini şöyle diyor: «Niçin Allah'a hnan ettiğim sorulsa vereceğim cevap, niçin yemek yiyor, su içiyor ve uyuyorsun? sorusuna verdiğim cevabin aynı olacaktır. Çünkü yemek, içmek ve uyumak maddi varlığım için bir zarurettir, iman da ruh varlığım İçin bir zarurettir.»

(•)   Tirmizi, c. 8, s. 114, H. No : 2949 (Humus baskısı).

(221)   Bakara; 186.

142

Kur'an-ı Kerim, bu insanî ve ruhî ihtiyacı gayet kolay bir şekilde tanzim etmek için gelmiştir. Onun yanında akaidin iki önemli yanı vardır. O da Allah'a ve âhiret gününe iman etmektir. Bu ikisinin dışında iman edilmesi gereken hususlar gayet kolaydır. Anlaması zor incelikleri yoktur.

Ey mü'min! Kur'an-ı Kerim, şu gerçeği gözünün önüne koymanı istiyor: Sen kâinatta her şeye hâkim olan, her şeye gücü yeten, sana senden daha yakın olan, mutasarrıf bir kuvvete bağlısın. Kur'an-ı Kerim sende, ilerdeki yeni hayatın varlığına; dünyadaki cisminin dağılmasıyla hayatın son bulmayacağına, hesaba çekileceğin bir hayatın kaçınılmaz olduğuna, iyilik yaptıysan iyilik, kötülük yaptıysan kötülükle karşılaşacağına inanmanı istiyor. Her şeyin esası Allah'a ve âhiret gününe inanmaktır.

Kur'an-ı Kerim'i okuduğunda ilk karşılaştığın âyet «Bu kendisinde hiç şüphe olmayan ve Allah'tan korkanlara doğru yolu gösteren bir kitaptır. Onlar gay-ba iman ederler. Namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz nzıktan Allah yolunda harcarlar. Onlar sana indirilene ve senden önce indirilene iman ederler. Âhi-rete de kesinlikle inanırlar.» (222) âyetidir. Birkaç âyet okuduktan sonra Allah Taala'yı tanıtan şu âyete gelir: «Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinlze İman edin.    Gerekirki sokmasınız.» (223)

(222)    Bakara; 2-4.

(223)    Bakara; 21.

143

Sonra bunu ceset âyeti takib «şrfiyor: fE§w bunu yapamazsanız — ki elbette yapamayacaksın^ — o halde kâfirler için hazırlanmış, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden sakının.» (224) Bunlar diğer semavî   kitaplarda   rastlanılmayan   hayret  verici  bir üslupla sergileniyor. Kur*an'da her türlü zorlamadan uzak, insan fıtratına hitabeden, kolay bir mana bulursun. İnsan fıtratına hitap ederken, her türlü san'at çeşidinden, felsefe, mantık ve lahutî nazariyelerinden uzak bir üslup kullanmıştır. Çûnkû bu nazariyeler insanın, insan için koyduğu nazariyelerdir. Bu iddiamızın doğruluğunu anlaman için şu âyetleri okuman yeter: t Ey insanlar! Eğer tekrar dirilmenizden şüphe ediyorsanız ilk yaratılışınızı bir hatırlayın. Yaratmadaki kudretimizi açıkça göstermek için biz sizin aslınızı topraktan, sonra onun neslini nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra da belli belirsiz bir çiğnem et parçasından yarattık. Dilediğimizi belli bir vakte kadar rahimlerde tutuyor, sonra da bebek olarak dünyaya getiriyoruz. Daha sonra siz en güçlü çağınıza eriyor&^nuz. Kiminiz ölüyor,   kiminiz kemâle erip en kötü devresine ulaşıyor. Artık eşyayı önceki gibi idrak edemiyor.»

«Sen yeryüzünü kupkuru görürsün fakat Biz oraya su İndirdiğimiz zaman harekete geçer; kaba-nr ve her sınıftan güzel güzel bitkiler bitirir.»

(224)   Bakara; 3-*

144

«İşte bütün bunlar Allah'ın hak olduğuna delildir. Ölüyü dirilten de O'dur. O, her şeye kadirdir. Kıyamet kopacaktır ve bundan şüphe yoktur. Allah kabirdekileri diriltip kaldıracaktır.» (225)

«Ey Muhammed de ki: «Ey mülk sahibi Allah'ım müikü dilediğine verir, dilediğinden alırsın. Dilediğini aziz, dilediğini zelil edersin. Hayır senin elindedir. Şüphesiz ki sen her şeye kadirsin. Geceyi gündüze katarsın, gündüzü de geceye. Ölüden diriyi çıkarırsın, diriden de ölüyü. Dilediğini de hesapsız rızıklar.dırır-sın.» (226) Şu âyet Allah'ın kudretine karşı insanın ac-ziyetine delil getiriyor: «Sizi karadan ve denizden yürüten Allah'tır. Bulunduğunuz gemi, içindekileri tatlı bir rüzgârla muntazam götürürken ve yolcular da neşeli iken bir fırtına çıkarak onlara her taraftan dalgalar gelip çepeçevre kuşattıklarını anlayınca...» (227) İşte burada insan fıtratı şahane bir surette tecelli ediyor ve şu manzara ortaya çıkıyor: «Dini sadece Allah'a tahsis ederek şöyle dua ederler: «Yemin olsun ki sen bizi bu durumdan kurtarırsan şükür edenlerden oluruz.» (228) Allah'ın Kitabı, insan kalbini imana tahrik etmekle kalmıyor, (çünkü böyle bir iman nazarî olmaktan öteye gitmez) onu âhiretin beklediğini

145

ve Allah'ın murakabesi altında olduğunu hissettin yor.

«Ey Muhammed, her ne durumda olursan ol, Kur'an'dan ne okursan oku, sen ve ümmetin her ne iş yaparsanız yapın, onu yaparken biz mutlaka ona şahit oluruz. Gerek yerde, gerek gökte zerre kadar bir şey dahi Rabbından gizli değildir. Bundan dnha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki apaçık bir kitapta kayıtlı olmasın.» (229) «Allah hain gözleri ve kaiblerin gizlediklerini bilir.» (230)

Nereye gidersen git Allah'ın rekabeti üzerindedir. Bunun amelî neticesi şudur: Devamlı Alıah'ın murakabesi altındasın. «Sen O'nu göremezsin. O seni görür.»

Âhireti devamlı gözümüzün önünde tutarak şu âyetleri hep beraber okuyalım : «O gün herkesin amel defteri ortaya konur. Ey Muhammed! Günahkârların amel defterlerinden korkarak «Eyvah bize, bu nasıl defter imiş ki, büyük küçük hiç bir şey bırakmadan saymış dökmüş» dediklerini görürsün. Onlar yaptıklarının cezasını hazır bulurlar. Rabbın kimseye zulmetmez.» (231)

(225)    Hac; 5-7.

(226)    Al-i îmran; 26-27.

(227)    Yunus; 22.

(228)    Yunus; 22.

(229)    Yunus; 61.

(230)    Mü'mln; 19.

(231)    Kaf; 49.

Risaleler 12

F.: 10

146

«Sen o gönün şiddetinden bütün ümmetlerin diz-üstü çöktüklerini görürsün. O gün her ümmet amel defterinin başına çağrılacak ve onlara şöyle denilecektir: «Bugün dünyada yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz.» (232)

«Biz kıyamet günü adalet terazileri kuracağız. Hiç bir kimse, hiç bir zulme uğratılmayacaktır. İşlenen amel bir hardal tanesi kadar da olsa biz onu ortaya koyarız. Hesaba çekenin biz olmamız yeter.» (233) Özetleyecek olursak, İslâm akidesi fıtridir, amelîdir, sağlam bir akidedir. Kolay olmakla beraber derindir.

2 — Doğru bir ibadet: Aziz kardeşim! İbadet konusunda şu âyetleri beraber okuyalım: «Namazı kılın, zekâtı verin.» (234) «Hac bilinen aylardandır.» (235) «Rabbinizden bağışlanmanızı isteyin. Şüphesiz ki O, çok bağışlayıcıdır» dedim.* (236) Allah'ın Kitabı'nda yerine getirmemiz gereken olumlu ibadetler olduğu gibi, terk etmemiz gereken olumsuz ibadetler ete vardır. Çünkü haram olan şeyleri terk etmek bir ibadettir. «Ey Muhammed, mü'min erkeklere söyle; gözlerini zinadan sakınsınlar, ırzlarını ve namuslarını korusunlar.» (237) «Ey iman edenler! içki,

(232)    Casiye; 28.

(233)    Enbiya; 47.

(234)    Bakara; 43.

(235)    Bakara; 197.

(236)    Nuh; 10.

(237)    Nur; 30.

147

, kumar, putlar ve fal okları sadece şeytan amelinden birer pisliktir. O pislikten kaçının ki kurtuluşa eresi-niz.» (238)

Burada acı bir hususu anlatmak istiyorum. O da şudur: O zamanki müşrikler bile bizim kadar fal ve falcılara sarıimamıştır. Oysa Resulullah  (s.a.v.)  bir hadislerinde: «Bir kimse bir kâhin veya falcıyı getirir de onu tasdik ederse kırk gün tevbesi kabul olmaz.» (*) buyuruyor. Diğer bir hadiste «bir kimse bir kâhin veya falcıyı getirir de söylediklerini tasdik ederse Mu-hammed'e ineni inkâr etmiş olur.» (**) buyurmuştur. Abdullah b. Mes'ud (r.a.) bir gün karısının yanına girdiğinde, onun boynunda bir şey görmüş ve hemen, çıkardıktan sonra şöyle demiştir: «Mesud ailesi şirkten uzak olarak tanınıyor. Bu muska ve tevle şirktir.» (Tevle kadınların kocalarınca sevilmeleri için yaptıkları bir şeydir.) Kardeşim, bu hususları iyi düşün.

Gelelim konumuza: «Allah'ın emrine uymak, yasakları terk etmek» ibadettir. «Terkeden sevap alır.» demjştik. Bu konudaki delilimiz*şu hadis-i şeriftir: «Allah iyilikleri de, kötülükleri de kitabında yazmıştır. Kim bir iyilik yapmaya azmeder de, onu yapmazsa bir hasene yazılır. Eğer yaparsa ondan yetmişe, yediyüz kadar ve daha kat kat hasene yazılır. Kim

(238)    Malde; 90.

(•)   Hadisi Müslim rivayet etmiştir. (**)   Hadisi Bezzaz rivayet etmiştir.

148

de bir kötülük yapmaya azmederek yapmazsa bir iyilik yazılır, yaparsa bir günah yazılır.» (*)  .

Allah'ın emrettiği ibadetleri, emrolunduğun üzere, zahirî v« batmî yönü ile tamamlaman farzdır. Allah'ın yasakladığı menhiyatlardan, O'nun rızası için kaçınman da farzdır. Bir hadisi şerifte: «Bir kimse Allah'dan korkarak gözünü haramdan sakınırsa, Allah ona, tadını kalbinde hissedeceği bir iman verir.» buyrulmaktadır.

Aziz kardeşim: Allah'ın Kitabı'nın ibadetlerle ilgili âyetlerini okuduğunda, bu konuda, tafsilâta geçilmediğini görürsün. Meselâ «Namaz kılın» âyetinde rekâtların adedi belirlenmemiştir. Hadisi Nebevi gelip onu geniş olarak açıklamıştır. Bu konudaki şu iki âyeti okuyalım: «Sana Kur'an'ı indirdik ki, insanlara vahyedilenleri açıklayasın.» (239) «Peygamber size ne getirdiyse onu alın. Size neyi de yasakladı ise ondan kaçın.» (240)

3 — Üstün ahlâk: Ahlâk ile ibadet arasındaki fark şudur: İbadet Allah için yapılır. Ahlâk ise ruhta olan sıfatlardır. O sıfatlar insanın fiilinde kendisini gösterir. Doğruluk, emanet, vefa, yiğitlik, affetme ve müsamahakârlık gibi. Bu sıfatları açıklayan şu âyet-, teri beraber okuyalım:    «Rabbinizln mağfiretine ve

(¦)   Hadisi Buhari ve Müslim rivayet etmiştir.

(239)    Nahl; 44.

(240)   Haşri; 7.

140

genişliği göklerle yer kadar olan, Allah'tan korkanlar için hazırlanmış bulunan cennete koşun. Allah'tan korkanlar bollukta ve darlıkta, Allah yolunda harcar' lar. Öfkelerini yenerJer ve insanların kusurlarını bağışlarlar. Allah iyilik yapanı sever.» (241)

«Sıkı hastalık ve şiddet zamanında sabredenler, işte onlar doğru olanlardır.Müttakiler de işte, bunlar* dır.» (242)

«Sabırla ve namazla yardım isteyin.» (243) «Ey İman edenler! Sabredin, hudutlarınızda nöbet tutun. Allah'tan korkun ki, kurtuluşa eresiniz.» (244).

«Allah'ın ahdim yerine getirirler.» (245) «Verdiğiniz sözü yerine getirin,    çünkü verilen sözde mesuliyet vardır.» (246)

«Onlar   emanetlerine ve sözlerine riayet ederler.» (247)

İmam Şafiî bu âyet hakkında: «Eğer insanlar bu âyetin hükmü İle amel etseler kendilerine yeter»

buyurur.

Sabır, hilm, şeref, vefa ve yiğitlik gibi güzel ah-

(241)    AI-İ tmran; 133-134.

(242)    Bakara; 177.

(243)    Bakara; 45,

(244)    Al-i îmran; 200.

(245)    Rad; 20.

(246)    îsra; 34.

(247)    Mü'minûn; 8.

150

lâkların yanında, sabırsızlık, cimrilik ve dünya sevgisi gibi kötü ahlâklar da vardır, Allah Taala birincisinin yapılmasını emrederken, ikincisini yasaklıyor, «Şüphesiz ki Allah, adaletli davranmayı, İyilikte bulunma* yi ve akrabalara yardım etmeyi emreder. Fuhşu, kötülüğü ve zulmü yasaklar. Allah sizlere düşünmeniz için öğüt veriyor.» (248) «Nefse ve onu şekillendirene, ona kendisi için kötü ve İyi olanı Öğretene yemin olsun ki, nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.» (249)

4 — Adalete dayanan İçtima! ahkâm i Bu hükümler, cemiyetle ilgilidir, İnsanların birbiriyle olan münasebetlerinde, sadece ferdin ıslahı bir mana İfade etmez, insanların sürtüşmesinden düşmanlık doğar, bu düşmanlığı engellemek İçin caydırıcı bir tedbire ihtiyaç vardır. Düşmanlık en fazla ırz, kan ve tftla yapılır. Kur*an-ı Kerim dille yapılan düşmanlığa bile ceza koyarak insanların ırz ve şerefini koru* muştur. Şu âyetlere bir göz attığımızda bu manayı daha iyi anlarız:

¦iffetli kadınlara zina İsnat edip de, sonra bu İddialarını doğrulayacak dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vurun. Onların şahadetini de ebediy-yen kabul etmeyin. Onlar fâsıkların ta kendisidir.» (250)

«Zina eden kadın ve erkeğin herbirine yüzer değ*

(248)    Nahl; 90.

(249)    Şems; 7-9.

(250)    Nuh; 4.

151

nek vurun. Eğer Allah'a ve âhiret gününe iman ediyorsanız Allah'ın dinini tatbik hususunda onlara acımanız tutmasın. Mü'minlerden bir grup da onların cezalarına şahit olsun.» (251)

Kur'an-ı Kerim, insanların çalışarak kazanmasını emrediyor. Başkasının malına el uzatmasını şiddetle yasaklıyor. Bu emir ve yasakları yerine getirmeyene de şu cezayı veriyor: «Erkek ve kadın hırsızların, yaptıklarının karşılığı ve Allah tarafından bir ceza olarak ellerini kesin. Allah herşeye galip hüküm ve hikmet sahibidir.» (252) Müslümanların kanını korumak için de şu kanunları koymuştur: «Biz Tevrat'ta onlara şu hükümleri farz kılmıştık. Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kısas yapılır. Yaralarda da kısas vardır.» (253)

«Ey iman edenler! öldürülenler hakkında kısas size farz kılındı. Hür'e hür, köleye köle, kadına kadın, kısas yapılır, öldüren, ölenin velisi olan din kardeşi tarafından affedilirse, örfe uymak ve diyeti güzellikle ona ödemek gerekir. Bu Rabbinizden size bir kolaylık ve rahmettir. Artık bu hükümden sonra kim haddi aşarsa onun için can yakıcı bir azap vardır. Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin İçin hayat vardır. Gerekir ki Allah'tan korkarsınız.» (254)

(251)    Nur; 2.

(252)    Maide; 38.

(253)    Maide; 45.

(254)    Bakara; 178-179.

152      '

Devletlerarası anlaşmaya da kaideler koymuştur : «Eğer bir kavmin ihanetinden korkarsan, sen de aynı şekilde sözleşmelerini bozarak üzerlerine at. Şüphesiz ki Allah ihanet edenleri sevmez. Kâfirler yakalarını kurtarıp kaçacaklarını sanmasınlar. Onlar Allah'ı aciz bırakamazlar. Onlara gücünüzün yettiği kadar savaş atlan hazırlayın ki, bunlarla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınızı ve daha sizin bilmediğiniz, fakat Allah'ın bildiği diğer düşmanları korkutası-nız.»(255)

«Ancak sözleşme yaptığınız müşriklerden sözleşmeden bir eksiklik yapmayanlar ve aleyhinizde hiç bir kimseye yardım etmeyenlerle yaptığınız sözleşmeyi müddeti bitinceye kadar yerine getirin. Şüphesiz Allah takva sahiplerini sever.» (256)

Sağlam akide, doğru bir ibadet, ûstûn ahlâk ve âdil hüküm. Kur'an'ın binası işte bu dört köşeden meydana geıiyor.

Allah'ın Kitabı, bu dört rüknün Müslümanların ruhlarına yerleşmesini istiyor. Aziz kardeşlerim! Şimdi bu dört konu hakkında toplu olarak konuşalım: Kur'an-ı Kerim bu dört rüknü de açıklarken, başka ilmî kitapların yaptığı gibi ayrı ayn zikretmiyor. Meselâ, akideyi, ibadeti, ahlâk ve hükümteri ayrı ayrı fasıllarda açıklamıyor. Hepsini topluca açıklıyor. O'-

(255)    Enfal; 58-60.

(256)    Tevbe; 4.

163

nun bu şekilde inmesi, bir hikmete ve emsalsiz bir üsluba dayandığının delilidir. Eğer bu şekilde inme-seydi, O'nun hedef aldığı mâna gerçekleşmezdi. Bunu şöyle izah edelim: Allah'ın Kitabı sadece ilmî istifadeyi hedef almıyor. O, insanların kafalarını ve beyinlerini, nazarî ilimlerle doldurmak için değil, tam aksine nefisleri temizlemek, onu nurlandırmak, ruhların üzerindeki perdeyi kaldırmak için indirilmiştir. Gayesi ruhların, bir ilim kaynağı olması ve Allah Ta-ala'dan telakki etmek kabiliyetine sahip olmasıdır. İnsan ruhu bölünmez bir birliktir. Akide, ahlâk ve ibadet bu birliğin görüntüleridir. Hüküm ise, onun etkilenme ve cayma alanına girer. O halde bu dört husus, ruha verilen ve çeşitli maddelerden yapılan bir ilaç gibidir. İlacın iyi netice vermesi için bu dört maddenin oluşması şarttır.

İşte aziz kardeşim, Kur*an-ı Kerim bu dört maddeyi birbirine karıştırıp bir ilaç olarak, her asra ve zamana takdim etmiştir.

Bazen bu dört hususun bir âyette toplanmış olduğunu görürüz:

«Allah'tan korkanlar, gayba iman ederler, namazı kılarlar ve kendilerine verdiğimiz nzıktan Allah yolunda harcarlar.» (257) Kur'an'ın bu şekilde inmesi, ilmî soğukluk ve ilimleri zamanlara ayırma gibi sakıncaları ortadan kaldırmıştır. Böylece istediği hede-

(257)   Bakara; 3.

154

fe ulaşmış ve hiç bir asırda insan aklıyla çatışma-mıştır.

Aziz kardeşlerim! Seleflerimiz bu dört rüknü Kur'an'dan almışlar, gereğini tam olarak yapmış ve bu yüzden sağlam bir akideye kavuşmuşlardır. Bir gün Resulullah (s.a.v.) sahabeden birine «Kendini nasıl buluyorsun?» buyurmuştur. Sahabe: «Kendimi gerçek olarak Allah Taala'ya iman ediyor buldum» demiştir. Resulullah (s.a.v.) «Söylediklerini iyi düşün.» buyurunca, sahabe: «Ey Resulullah (s.a.v.) sanki Allah'ın arşını önümde, cenneti sağımda, cehennemi solumda ve sırat köprüsünü ayağımın altındaymış gibi görüyorum.» demiştir. Ariflerden biri, aynı manada şöyle diyor: «Eğer gözünde perde kalkmış olsa, cenneti ona gitmenden daha yakın bulursun.»

İbadetlerinde gayet samimi idiler, ibadetlerinin mükemmel ve doğru olması için, ellerinden geleni geriye koymazlardı. İşte Talha. Bir gün bahçede çalışırken güneşin ağacın dallarının ucuna indiğini gördü. Baltayı atarak camiye gitti ve ikindi namazına vaktinin sonunda yetişti. Sonra ağlayarak Resulullah (s. a.v.)'a gitti. «Ebu Talha Haluk öldü, ey Resulullah! Bahçe \eı bahçede olanlar Allah rızası için sadaka olsun» dedi.

Ahlâkları ise son derece mükemmeldi. Buna bir misâl verelim: Hz. Ömer (r.a.)'e, Şam'dan birçok elbise geldi. Onları Müslümanlara dağıttıktan sonra çok güzel bir cübbe elinde kaldı ve kime vereceğini

155

şaşırdı. Sonra onu Mesevver b. Mahreme'ye verdi. (Mahreme salih ve muttaki bir gençti) kendi kendine: «Bu gence vermem kimseyi kızdırmaz» dedi. Ertesi gün Mahreme o abayı giymiş olarak mescide geldi ve Sa'd b. Vakkas'ın yanına durdu. Sa'd b. Vakkas onun cübbesinin kendisininkinden daha iyi olduğunu görünce kızdı ve «Bu cübbeyi götürüp Ömer'in yüzüne çarpacağım» dedi. Hz. Ömer'in yanına gittikten sonra aralarında şu konuşma cereyan etti. Sa'd: «Ey emir-el mü'minîn, niçin böyle yaptın?» Ömer: «Otur ey Ebu Melik.» (Sa'd'a durumu anlattıktan sonra), : «Sen yerimde olsan ne yapardın?» Sa'd: «Senin yaptığını yapardım. Fakat yaptığım yemin ne olacak?» Ömer: «Neye yemin ettin?» Sa'd: «Cübbeyi yüzüne çarpacaktım.» Ömer: (yüzünü uzatarak) «Yeminini yerine getir.» Sa'd: «İhtiyar ihtiyara acısın.» dedi.

İşte seleflerimizin ahlâkı: Hz. Ömer (r.a.) kızmıyor. Sa'd (r.a.) ise insaf ediyor.

Hükümlerde de tutumları aynı idi.

Bu konuda Hz. Ebubekir (r.a.)'in şu sözünü hatırlatmak yeter: «Eğer devemin yularını kaybetsem Allah'ın kitabında bulurum.»

İşte bu tutumlarından dolayı Allah onları mükâfatlandırdı. Senelerce dünyanın efendisi oldular. «Onlar en güzel amellerini kabul ettiğimiz ve günahlarından vaz geçtiğimiz cennetliklerdendir. Onlara dünyada vaad olunanlar doğru vaaddir.» (258)

(258)   Ahkaf; 16.

156

Bize gelince, akidemizde birçok delikler açılmış ve zayıflamıştır. İbadetlerimiz, samimi bir imana dayalı ibadet olmaktan uzak kalmıştır. Çok azımız hak-kıyle ibadet ediyoruz. Ahlâkımız çökmüştür. Ahkâmlarımızın ise nereden kaynaklandığını hepiniz biliyorsunuz.

özet olarak. Kur*an-ı Kerim'in hedef aldığı bu dört husus, ruhumuzda yıkılmıştır. Allah Taala'dan bu dört hususun ruhumuzda yerleşmesinde bizi muvaffak kılmasını niyaz ederiz. Böylece ehli Kur'an olalım, Allah'ın helâl kıldığını helâl; haram kıldığını haram kabul etmiş olalım.

Aziz kardeşlerim! Bu gece nefsimde dolaşan manalar bunlardı. Bu manaları size aktarmak istedim. Gayem, Allah'ın Kitabı'na, mücmel ve genel bir bakışla Müslüman Kardeşler davetinin genel bir açıklamasıdır.

Allah beni ve sizi hayra muvaffak kılsın ve hepimize doğru yolu göstersin.

Efendimiz Muhammed (s.a.v.)'e, âline ve ashabına salât ve selâm olsun.

İYİLİĞİ EMRETME. KÖTÜLÜĞÜ YASAKLAMA

Allah Taala'ya hamd olsun. Efendimiz Muhammed (s.a.v.)'e, âl ve ashabına ve O'nun davetini kıyamet gününe kadar yayanlara salât ve selâm olsun.

Muhterem kardeşlerim! Sizleri İslâm selâmı ile selâmlarım. Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.

Aziz kardeşlerim! Nefsimizdeki salı akşamı özleminin hakkını yermemiz lâzımdır. Biz ^nefsimizin hakkını vermezsek, kim onun hakkını verir? O halde bana müsosde edin salı gecesi özleminin getirdiği kardeşlik hakkını geniş bir şekilde tasvir edeyim. Allah Taala'dan söylediğimiz ve dinlediklerimizden bizi faydalandırmasını, kalblerimiz arasındaki rabıtayı kuvvetlendirmesini, kalbimizi kendi rızası etrafında toplamasını, kendisini sevme nimetine bizi ulaştırmasını ve bunları hem dünya hem de âhirette bizlere nasib etmesini niyaz ederiz.   ,

158

Aziz kardeşlerim! Allah Taala Katında kardeşlik rabıtasının ne kadar değerli olduğunu, onu imandan bir parça saydığını, yokluğunu küfür kabul ettiğini biliyorsunuz. Çünkü şu âyetleri hepiniz okudunuz.

>      «Mü'minler ancak kardeştirler.» (259)

«Ey iman edenler, kendilerine kitap verilenlerin bir kısmına uyarsanız iman ettikten sonra sizi kâfirliğe çevirirler.» (260)

Bu âyetin hedef aldığı mana şudur: «Şayet kâfirlere uyarsanız birliğinizi bozarak sizi parçalarlar.» Resulullah (s.a.v.) da âyetin manasını izah ettikten sonra, âyetin inzal sebebini işaret ederek: «Benden sonra kâfir olup birbirinizi vurmayın.» buyurmuş-tur.H

Kur'an-ı Kerim, dinde kardeşliğin ve birliğin kıymetine işaret etmekle de yüceliğini göstermiştir. Resulullah (s.a.v.) da «İman, sevgi ve buğzdan ibarettir.» buyurmuştur. (")

İslâm, bu yüce manayı Müslümanların kalbine yerleştirmek istiyor. Çünkü bu ümmetin kalkınması, birlik ve kardeşliğine bağlıdır. İslâm'ın ilk çağlarında birlik ve kardeşliğe amelî bir görünüm verilmiştir.

(259)    Hucurat;  10.

(260)    Al-i îmran; 100.

(*)   Timizi: c. 6, s. 354. H. No : 2194 (Humus baskısı). (••)   Buhari: K, İman B. 1.

159

Öyle ki kardeşlik bağı, Müslümanların birbirlerinin varisi olmalarına yetmiştir. O dönemde Müslüman, diğer Müslüman kardeşine, hiç akrabalık bağı olmadan varis olabiliyordu. Kardeşlik bağı nefislere yerleşip temiz ve saf kalblerde mecrasını alıncaya kadar bu devam etti. Kardeşlik bağı Müslümanların gönlünde yerini aldıktan sonra, bu şekilde bir verasete gerek kalmadığını bildiren şu âyet nazil oldu: «Akraba olanlar, Allah'ın Kitabı'nda birbirlerine daha yakındırlar. Şüphesiz ki Allah her şeyi çok iyi bilir. (261)

Kardeşlerimi İslâm'da kardeşliğe bu yerin verilmesi, bu milletin her türlü kalkınmasının ona bağlı olduğundandır. Seleflerimizin gönlüne bu mana o kadar yerleşmiş ki, artık nesep kardeşliğini unutmuşlar, sadece İslâm kardeşliğine itibar etmişlerdir. İşte Üzeyr b. Umeyr, Bedir Savaşında Müslümanlara esir düşmüştü. Resulullah (s.a.v.)'m sahabelerinin arasında, kardeşi Musab b. Umeyr'i gördü. Kendi kendine: «Beni esir edenlerin arasında kardeşim de var. Bunların arasında güzel bir hayat sürdürürüm.» dedi. Kardeşine sokuldu ve «Kardeşim! Kardeşlik bağını unutma» dedi. Musab ise, hemen onu esir alan Ensarî'nin yanına götürerek: «Esirini iyi tut. Çünkü onun anası çok zengindir. İstediğin fidyeyi verir.» dedi. Üzeyr ona şaşkın şaşkın bakarak : «Kardeşlik bağın bu mudur?» dedi. Musab: «Benim kardeşim seni esir alan-

(261)   Enfal; 75.

160

dır, sen değilsn.» Çünkü akide kardeşliği her kardeşlikten üstündür. İman rabıtası her türlü rabıtanın üstündedir. Allah bu rabıtayı Kur'an-ı Kerim'de tesbit etmiş ve şöyle buyurmuştur: oMü'minler ancak kar-teştirler.» (262)

Kardeşlerim! Onlar bu duyguyu mukaddes saydılar. Biz de bu konu üzerinde çok duracağız; uzun uzun onun hakkında konuşacağız. Çünkü selef Müslümanlarının her türlü kalkınması bunun üzerine bina edilmişti. Şayet bizim de kalbimiz bu gaye etrafında toplanacak olursa, kalblerimiz, Allah'ın rızası için kardeşliği kabul ederse, şüphesiz ki Allah'ın izniyle hedefimize ulaşırız.

Aziz kardeşlerim! Geçen hafta ihvandan bir zat, Allah'ın Kitabı'nın nazarî yönü etrafında konuşmamı istedi. Aslında bu konu hanif dinimizin önem verdiği en hayırlı yöndür. Allah Taala'nın Kitabı'nda en çok geçen, İslâm davetinin dayandığı temel esaslardan biri olan, içtimaî ıslahatın önemli unsuru sayılan, insan toplumu arasında hayırın yayılmasında önemli rolü olan bir yöndür. Evet bu yön «iyiliği emr, kötülüğü nehyetme yönüdür.»

Şimdi hep beraber Allah'ın Kitabı'nı inceleyip, İslâm'da iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklamanın yeri neresidir, görelim :

161

Aziz kardeşlerim! İyiliği emretme ve kötülüğü ya* saklama şu iki hususu hedef alır:

A — Ruhta hissetmek. B — Fiiliyata geçirmek.

«Ruhta hissetmek» işleri güzel değerlendirme demektir. Güzele, güzel deyip sevinmek ve insanlara onu yapmalarını emretmek; kötüyü, kötü kabul edip ondan nefret etmek, onu pis kabul ederek bakmak istememek, onun yapılmasında eziyet duymak bu duygunun eseridir.

Bu duygu, kötülüğü ifade etmeye ve insanları ondan uzaklaştırmaya sevkedecektir. İyiyi iyi, kötüyü de kötü kabul etmek, kalbden gelen bir duygudur. «İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama» demek insanları iyiliğe çekme ve çirkinlerden uzaklaştırma demektir. İslâm, hem ferdî hem içtimaî bir din olduğuna göre Müslümanın önce kendini, sonra başkalarını ıslah etmesi şarttır.

Başkalarının işine müdahale etmeyi gerektiren sebepler çoktur. Bunlardan bazıları şunlardır.

1 — İçtimaî dayanışma: Toplum bir bina gibidir. Binanın bir yerinde meydana gelen çatlak, bütün binayı etkileyebilir. Madem ki, topluma gelen bir zarardan sen de etkileneceksin, o halde ona mâni

(262)    Hucurat; 10.

Risaleler 12

F.: 11

162

olma hakkına da sahipsin. Bu görüşü, Resulullah {s. a.v.)'ın şu hadisi şerifi teyid etmektedir: «Allah To-ala'nın koyduğu hudutlara uyanla, onu çiğneyen, şu kavme benzer ki, bunlar kur'a neticesinde bir gemide yerlerini aldılar. Kur'a netioesinde aşağıya yerleşenler, su almak için yukardakilerin yanından geçerlerdi. Bunun üzerine şöyle dediler: «Hissemize düşen bu yerde bir delik açsak da yukardakileri rahatsız etmesek.» Şimdi yukardakiler bunlann istediklerini yapmalarına müsaade etseler, hepsi helak olur. Şayet onlara engel olsalar hem kendileri hem de onlar kurtulur.» (*)

Bir toplumda fesat baş gösterdi mi. artık yayılmaya devam eder ve sen de onun etkileme alanına girersin. O halde şahsî hürriyetin sınırı, başkalarının sınırına kadar olmalıdır. Şahsî işlerde tasarruf hakkına sahip olmak, başkalarına eziyet etmek manasına gelmez. Meselâ, rakı içen bir kimse başkalarına da örnek olup, kötülüğün yayılmasına sebep olur. Bu durumda içtimaî dayanışma prensibine uyarak bu kişiyi rakı içmekten alıkoymak farz olur.

2 — İnsanî duygu: İnsanî duygu, beni sana, seni bana kardeş kılar; senin acınla acınır, üzüntünle üzülür, sevincinle sevinirim. Çünkü hepimiz Müslüman kardeşiz, şayet o rakı içiyorsa, malını harcıyor ve kanını yakıyorsa, aklına ve ailesine karşı suç iş-

(*)   Buhari, Şirket babında rivayet etmiştir. Tirmizl, c. 6, s. 337, H. No : 2174 (Humus baskısı).

163

liyorsa, bunun bazı sıkıntısını, ona kardeş olmam sebebiyle ben de çekerim. O halde, aramızdaki insanî bağ, onun hürriyetine müdahale etmeyi; hayrı gösterir, şerri yasaklama hakkını bana veriyor.

3 — Hak: Haddizatında hakkın da insanlar üzerinde hükmü vardır. Çünkü yeri ve gökleri ayakta tutan ölçü haktır. Bu yüzdendir ki sağlam ve doğru prensipler uğruna kan dökülmüş ve her türlü fedakârlıktan kaçınılmamıştır. Her zaman hakkın orduları ve yardımcıları bulunmuştur. Bu gün de; eğer yapılan iş hak ise ben onun ordusu olurum. Eğer bâtıl olursa, hak olmadığı için hasmı olur, onu yıkmağa çalışırım. «Eğer siz bir yara almışsanız aynı yarayı düşmanlarınız olan o topluluk da almıştır. Biz bu günleri in» sanlar arasında evirip çeviririz ki Allah iman eden* leri belirtsin. İçinizden şahitler meydana çıkarsın. Allah zalimleri sevmez.» (263) «Eğer hak onlann heva ve heveslerine uysaydı, muhakkak ki gökler, yer ve her ikisinde bulunanlar fesada uğrardı. Hayır biz onlara medar-ı iftiharları olan Kur'an'ı verdik fakat onlar kendileri için iftihar vesilesi olan bu Kur'an'dan yüz çeviriyorlar.» (264)

İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklamayı meşru kılan sebeplerden bazıları bunlardır. Şu âyetler ise içtimaî dayanışma hakkına ne güzel işaret ed'yor.

(263)    Al-i îmran; 140.

(264)    MO'minûn;  71.

164

¦Nefsi onu kardeşini öldürmeye teşvik etti ve öldürdü. Böylece hüsrana uğrayanlardan oldu. Kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için, Allah, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Bunu görünce: «Yazıklar olsun banc. Şu karga kadar olup kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim?» dedi ve yaptığına pişmanlık duyanlardan oldu. Bunun içindir ki İsrailoğullarına «kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi Öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur, kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa bütün insanları yaşatmış gibi olur» hükmünü farz kıldık.» (265)

Kur*an-ı Kerim, bu âyette, kötülük yapanın kötülüğünün, iyilik yapanın iyiliğinin topluma yansıyacağını bildiriyor. Bir hadiste ise: «Her öldürülen candan, Âdem'in ilk oğlunun, onun günahından payı vardır. Çünkü öldürme yolunu o açmıştır.» (*) denilmektedir.

Bir başka hadiste: «Bir kimse başkasını hidayete davet ederse, onun ve onunla kıyamet gününe kadar amel edenlerin sevabı yazılır. Onların sevabından ise bir şey eksilmez. Şir kimse başkalarını sapıklığa davet ederse, onun ve kıyamet gününe kadar onunla amel edenlerin günahı yazılır. Onların günahından bir şey eksilmez.» buyrrulmaktadır. {**)

(265)   Malde; 30-32.

(•)   Tirmizi: c. 7, s. 316, H. No : 2675 (Humus baskısı) (••)   Tirmizi: c. 7. s. 317, H. No: 2616 (Humus baskısı); Müslim, K. 47, B. 6, H. 2674.

Aziz kardeşim! Sosyal dayanışma senin topluma müdahale etmeni istiyor. Hayrın yapılmasında, şerrin reddedilmesinde payının olmasını istiyor. Bugün komu haklarını korumak için kurulan savcılık müessesesi de, sosyal dayanışmanın bir sonucudur. Savcı toplumun hakkını korumak bakımından, onun vekilidir. Kamu davası açma yetkisine sahip olması da bundan kaynaklanmaktadır.

Sen de Müslüman olman itibariyle genel savcısın. İslâmî ahkâma uymanın, toplumun faydasına olduğunu, bu hükümleri terk etmenin ise onun aleyhine olduğunu biliyorsun, işte bu hak, iman edenlerin arasında kötülüğün yayılmaması için, mütecavizlerin ellerini kırıp serden alıkoyma yetkisini sana veriyor.

Bu husus açıklığa kavuştuktan sonra bilmelisin ki, senin bu görevi yerine getirmeni haklı kılan, hakkın güzelliğinin yanında kardeşlik rabıtasıdır, Bu iki mana şerre müdahale etme ve hayır yapmayı emretmeyi, sana farz kılıyor. Bir kimse şer işlemeye yöneldiğinde, aranızdaki kardeşlik bağı onun kötülüğe uğramasına mâni olmanı icabettiriyor. Toplumu kardeşlik bağı ile birbirine bağlayan İçtimaî dayanışma kanunu ve hakkı yaygınlaştırma prensibi, 'iyiliği emretme, kötülüğü yasaklama vasıtasıyla «hürriyetin sonsuzluğu» görüşünü ortadan kaldırmıştır. «İyiliği emretme, kötülüğü yasaklama» ruha yerleşmiş M< duygudur. Bu duygu insanı, iyiliği yapmaya, kötülüğe

166

karşı koymaya sevkeder. İslâm, ferd ve cemiyetin ıslahı için gelmiş bir dindir. O hem ferd, hem de cemiyetin dinidir. O halde sen de bir ferd olarak önce kendi nefsini ıslah edeceksin sonra da cemiyeti ona davet edeceksin.

Aziz kardeşlerim! Bu manayı Allah'ın Kitabı'nda aradığımızda, birçok sûrede zikredilmiş olduğunu görürüz. Gelin şu âyetleri hep beraber okuyalım:

cicinizde hayra davet eden, iyiliği emredip kötülükten meneden bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler -işte onlardır.» (266)

«Siz insanlar için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülüğe mâni olursunuz. Ve Allah'a iman edersiniz.» (267)

«Kitap ehlinin hepsi bir değildir. Onlardan bir cemaat vardır ki dosdoğrudurlar. Gece vakitlerinde Allah'ın âyetlerini okurlar ve secdeye varırlar. Allah'a ve ahiret gününe iman ederler, iyiliği emreder, kötülükten men ederler. Hayır işlerinde yarışırlar, işte onlar soJihlerdendir. Yaptıkları hiç bir hayır inkâr edilmeyecektir. Allah takva sahiplerini çok iyi bilir.» (268)

«İsrailoğullanndan İnkâr edenler, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın lisanıyla lanetlendiler. Bu ön* lann isyan etmelerinden ve aşın gitmelerindendi. On*

(266)    Aî-i îmran; 104.

(267)    Al-i tmran; 110.

(268)    Al-i tmran; 113-1 lf

167

lor yaptıktan kötülüklerden birbirlerini menetmiyor-lardı. Ycptıklan şey ne kötü idi.» (269)

«Rablerine hakkıyla kulluk edenler ve din alimleri, onları yalan söylemek ve haram yemekten msnet-meli değiller midir? Bu yaptıkları ne kötü bir iştir.» (270)

Sonra şu âyetleri okuyalım: «Erkek ve kadın mü'minler, birbirlerinin Allah için dostudurlar, iyiliği emrederlerr kötülüğü yasaklarlar, namazlarını kılarlar, zekâtlarını verirler. Allah ve peygamberine itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz, Allah her şeye galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.» (271)

«Onları yeryüzüne yerleştirdiğimizde namazlarını kılarlar, zekâtlannı verirler, iyiliği emrederler, kötülüğü yasaklarlar. İşlerin akibeti Allah'a aittir.» (272)

Bu mananın, daha birçok âyetlerde zikredüdiği-ni ve hedef aldıkları manayı idrak etmektesin. Görmüyor musun ki. Allah Taçla, milletleri «iyiliği emretme ve kötülüğü yasaklama» ölçüsü ile değerlendiriyor! Bir milleti yücelttiğinde: «Siz insanlar arasına çıkan en hayırlı ümmetsiniz» buyuruyor. Yücelmenin sebebini «iyiliği emredersiniz ve kötülüğü yasaklar-

(269)    Maide; 78-79.

(270)    Maide; 63.

(271)    Tevbe; 71.

(272)    Hac; 41.

168

siniz» buyurarak açıklıyor.(273) Bir milleti de en aşağı dereceye indirdiği zaman «İsrailoğullarından inkâr edenler Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın lisanıyla lanetlendiler. Bu onların isyan etmelerinden ve aşırı gitmelerindendi. Onlar yaptıkları kötülüklerden birbirlerini menetmiyorlardı.» (274) buyurur. Onların kötülüğü yasaklamamaları, derecelerinin düşmesine sebep olduğu gibi; münkeratı terk etmemeleri yüzünden de Allah'ın lanetine uğramışlardır.

Kardeşlerim! «İyiliği emretme, kötülüğü^yasaklama,» yiğit Müslüman ile, korkak Müslümonı birbirinden ayırmak için bir ölçüdür. Yiğit Müslüman, acı da olsa hakkı söylemeden çekinmez. İnsanların gücünü; iyilik yapana «iyi yaptın,» kötülük yapana da «kötü yaptın» demeleri meydana koyar.

Muhammed (s.a.v.) ümmetinin, insanlar arasına çıkan en hayırlı ümmet olması bundandır. Çünkü onlar iyiliği emretrrtb ve kötülüğü yasaklamada hiç kimseden korkmazlardı. Onların dışındakilerin, düşük tarafı gözönüne almaları da bu nimetten mahrum olmalarındandır. Bunlar hakkındaki şu âyeti okuyalım :

«Sizden kim dininden döner ve kâfir olarak ölürse işte onların dünya ve âhiret amelleri boşuna gitmiştir. İşte cehennemlikler onlardır. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır.» (275)

(273)    Al-i tmran: 110.

(274)    Maide; 78-79.

(275)    Bakara; 217.

169

Bir hadisi şerifte: «Ümmetimin zalime «ey zalim» demekten korktuğunu görürsen onlarla vedalaş.» (') denilmektedir.

Allah Taala'nın Kitabı'ndaki şu âyetin letafetine bir göz atalım:

«Bir zaman onlardan bir topluluk şöyle diyordu : «Allah'ın helak edeceği yahut da şiddetli bir azaba çarptıracağı bir kavme ne diye vaaz ediyorsunuz?» Vaaz edenler ise: «Rabbimize bir özür beyan edelim, ayrıca Allah'a karşı gelmekten sakınırlar umudu ile vaaz ediyoruz.» dediler.» (276)

«Kendilerine yasak edilen şeylerden vaz geçme* mekte ısrar edince onlara «Hor ve hakir maymunlar olun.» dedik.». (277)

Bu âyet «Niçin vaaz ederek kendini yoruyorsun, bu millet taş gibidir» diyen kimsenin ortaya attığı şüpheyi ortadan kaldırarak şöyle diyor :

«Rabbimize bir özür beyan edelim, ayrıca Allah'a karşı gelmekten sakınırlar umudu ile vaaz ediyoruz» dediler.» (278)

Burada gayet lâtif ve rakik bir mânaya daha dikkat edelim:

«Kendilerine yapılan ikazı unutunca, Biz kötülükten alıkoyanları kurtardık. Zulmedenleri ise yoldan

(•)    Ahmed bn. Hanbel, c. 2. s. 163.

(276)    Araf; 164.

(277)    Araf; 166.

(278)    Araf; 164.

170

çıkmaları sebebiyle şiddetli bir azab ile yakaladık.» (279)

Kötülüğe karşı susan firavun helak olurken, kötülüğü yasaklayanlar kurtuluyor. Aynı manada Re-sulullch (s.a.v.) şöyle buyuruyor: «Bir kimse bir günaha şahid olur da onu yasaklarsa, günaha şahid olmamış gibi olur. Kim de günaha şahit olmadığı halde günahı uygun görürse şahit olmuş gibi c'ur.»(*) Aynı manadaki şu âyeti de okuyalım:

«İçinizde hayra davet eden, iyiliği emrec'en ve kötülüğü yasaklayan bir topluluk bulunsun.» (280)

Âyet, Müslüman milletin arasında bir cemaatin oluşmasını ve bu cemaatın görevinin, insanları hayra davet etmek olmasını teşvik ediyor. Âyet önce genel davete; sonra onun müfredatı olan iyiliği emir, kötülüğü yasaklama prensibine; sonra «Kurtuluşa eren onlardır.» diyerek neticeye temas ediyor.

«Siz insanlar arcsına çıkan sn hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülüğü yasaklarsınız ve Allah'a iman edersiniz.» (281) âyeti celîlinde bir ince manaya daha şahit oluyoruz: Allah'a iman esas, iyiliği emir, kötülüğü yasaklama, fe'r olmasına rağmen, fe'r asıldan önce zikredilmiştir. Çünkü Ailah Taala'ya iman özel bir amel olup sadece imana etki yapar. İyi-

(279)    Araf: 165.

(*)    Ebu Davud : K. Melahim, B. 17.

(280)    Al-i tmran; 104.

(281)    Al-i İmran;  110.

171

ligi emretmek, kötülüğü yasaklamak ise, genel bir amel olup bütün insanları etkiler. Ayrıca âyet, Mu-hammed (s.a.v.) ümmetinin, hem kendi hem de insanlar için hayırlı bir ümmet olduğunun bir delilidir Bu manayı şu âyette daha güzel öğrenirsin.

«Erkek ve kadın mü'minler birbirlerinin Allah için dostudurlar, iyiliği emrederler, kötülüğü yasaklarlar, namazlarını kılarlar zekâtlarını verirler, Allah ve Peygambere itaat ederler.» (282)

Müslümanlar arasındaki kardeşlik bağının kuvvetlenmesi için iyiliği emretmeleri, kötülüğü yasaklamaları şarttır. Bir şair bu konuda şöyle diyor:

«Sen benim gözümsün, gözümün kötülüklere karşı kapaklarını kapatmaya hakkı yoktur.»

Şu âyeti celîiede ise: «Kendilerine yardım vaad ettiklerimizi, yeryüzüne yerleştirdiğimizde namazlarını kılarlar, zekâtlarını verirler, iytiiği emrederler, kötülüğü yasaklarlar.» (283) buyrulmaktadır. Bu âyette namaz ile zekâtın önce zikredildiğini görüyoruz. Çünkü yerleştirmenin gereği, yerleşenin önce nefsini, sonra başkalarını ıslah etmesidir. Bu da Kur'on-ı Kerim'in mucize olduğunun bir başka delilidir.

Aziz kardeşlerim! Kur'an-ı Kerim «iyiliği emretme, kötülüğü yasaklama» prensibini, her gücü yetene farz ve mecburi kılmıştır. Bu konuda Cerir j>. Abdul-

(282)    Tevbe; 71.

(283)    Hac: 41.

172

!oh şöyle diyor: «Allah'a iman ve her Müslümana nasihat etmem için Resulullah (s.a.v.)'a biat ettim.» Bir hadisi şerifte: «Din nasihattir» (*) buyurulmuştur.

Seleflerimizden iki misâl verelim :

1 — İmam Malik (r.h.). şöyle diyor -. «Tavus ile beraber halife Ebu Cafer Mansur'un yanına girdiğimizde önünde bir kamçı gördük. Sonra Tavus'la Ebu Cafer arasında şu konuşma cereyan etti: Mansur: «Ey İbn-i Tavus bana nasihat ef~» Tavus: «Resulullah (s.av.)'m şu âyeti okuduğunu naklediyorum. «Ey Muhammed, Rabbinin ülkelerde benzeri yaratılmayan sütunlara sahip İrem şehrinde yaşayan Ad kavmine, vadide kayaları yontup ev yapan Semud kavmine, güç ve kuvvet sahibi firavuna ne yaptığını görmedin mi? Ki, onlar ülkelerde azgınlık yapmışlar, oralarda bozgunculuğu artırmışlardı. Böylece Rabbin de onlara azap kamçısı yağdırmıştı. Şüphesiz ki, Rabbin her an gözetlemektedir.» (284)

«Ben (Malik diyor) halife onu öldürür. O halde kanı bana bulaşmasın.» diyerek elbisemi topladım.» Mansur: «Biraz daha konuş ey Tavus.» Tavus : «Re-sulullah'tan şu hadisi rivayet ediyorum: «Kıyamet gününde insanların en şiddetli azapta olanı, Allah kendisini mülküne ortak kılıp da adalet yapacağı yerde zulmün içine düşendir.» (Bunun üzerine Ebu Ca-

(•)   Hadisi Müslim rivayet etmiştir. (284)   Fecr; 6-14.

173

fer bir müdtftt düşündü.) Mansur: «Elindeki kak mi bana ver.» Tavus, kalemi iyice tutup ona vermedi. Mansur: «Niçin kalemi bana vermiyorsun?» Tavus: «Bu kalemle günah yazmandan, benim de ona ortak olmamdan korkarım.» Malik, kıssayı naklettikten sonra şöyle u!yor: «O günden sonra Tavus'un çok faziletli bir insan olduğunu anladım.»

2 —• Harun er Reşid Kabe'yi ziyaret ederken bir kişinin sahur vaktinde Kabe'nin perdesine sarılmış ve yaptıklarına karşı kendisine beddua ettiğini gördü. Biraz dinledikten sonra kızdı ve «bu adamı öldüreceğim» dedi. O anda, adam, Harun'un yanına gelip selâm verdi. Harun, adamın bu cüretine daha da sinirlenerek onu tehdit etti. Adam ona şöyle dedi: «Allah'a yemin olsun ki O'nun geciktirdiği eceli öne almasını istesen de senin için bunu yapmaz. Vakti gelmiş bir eceli de, geciktirmek istesen de bunu yapamazsın.» Harun, ağlamaya başladı ve şöyle dedi: «Kardeşim ben bu fitneden nasıl kurtulabilirim?» Adam: «Hak ehlinden yardım iste.» dedi. Harun: «OrMan bulamıyorum.» deyince adam: «Çünkü sen bâtıl ehline yaklaştın.» dedi.

Aziz kardeşlerim! İşte dinimizde nasihatin yeri budur. Dini ahkâmdan birini iyi öğrenen, onu yaymakla mükelleftir. Hükmü; hayır İse emirle, şer ise nehiyle yaymaya çalışmak mecburiyetindedir.

İyi bilin ki, nasihat kötüye kullanılırsa bir rezalet olur. Göreviniz nasihati sırf Allah rızası için yapmak-

174

tır. Resulullah (s.a.v.) meclisine uygun cfmayan bir teklif getirildiğinde. xBu milfeie ns oluyor. Şöyle söylüyor, böyle yapıyor.» derdi.O

Aziz kardeşim! Nasihat yaparken yumuşak ol! Nasihatini kabul etmesi için ona yardımcı ol. Ona şefkatini, sevgini ve yumuşaklığına göster. Allah Taata, Musa ile Harun (a.s.)'a firavuna karşı yumuşak olmalarını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: «Öğüt alacağını veya korkacağını umarak ona yumuşak sözler söyleyin.» (285)

Biz ise, Kur'an-ı Kerim'de «Aralarında birbirine karşı merhametlidirler.» olarak vasıflandırılmış bir topluluğuz. Nasihat ederken yumuşak davranmaya daha lâyığız. O halde nasihat etmeye devam edin. Hayal kırıklığına uğraşanız da umutsuzluğa düşmeyin. Bu Konuaa bir şair şöyle diyor.- «İste. İstemeden sıkılma. Sıkılma; öğrenmek isteyen için bir afettir. İpi görmüyor musun! Tekrar ede ede taşı nasıl aşındırıyor.» Efendimiz Muhammed (s.a.v.)'e, âl ve ashabına salât ve selâm olsun.

<*)   Müslim : K. îman b. 80. (285)   Tâhâ; 44.

ALLAH'A KAVUŞMAK İSTERSENİZ TEVBE'NİZİ YENİLEYİN

Allah Taala'ya hamdolsun. Efendimiz Muhammed (s.a.v.)'e, O'nun âl ve ashabına ve davetini kıyamet gününe kadar yayana salât ve selâm olsun.

Aziz kardeşlerim! Sizi İslâm selâmı ile selâmlarım. Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.

Aziz kardeşlerim! «Bilin ki bedende bir et parçası vardır. O düzeldiğinde bütün beden düzelir. O bozulursa bütün beden bozulur. Bilin ki, o et parçası kalbtir.»

Bizler kalbimizin o asıl özlemini, Allah rızası için sevme, Allah için kardeşlik özlemini bir kenara atamayız. Bu özlem temiz bir görüntü olarak her haftanın bu gecesinde bütün azalarımızı temizliyor ve ruhumuzu tahrik ediyor. Bu mübarek topluluk karşısında, beklediğimiz ve mutlu olduğumuz bu müba-

176

rek gecede, ruhumuzdakj bu temiz duygunun hakkını vermek istiyorum.

Sizlere her zaman söylüyorum ve tekrar rica ediyorum. Bu toplantıdan faydalanmayı; bir ilmî gerçeği incelemek veya belli bir ifadeyi ezberlemek veya verilen dersin sadece bir yönünü almak gibi dar bir alanda mütalâa etmeyin. Hatırlayın ki bunlardan daha yücesi, ruhumuzun gıdası, kalbimizin birbiriyle uyuşmasıdır. Ruhlarımızı, fakirlerin azığı, zayıfların dayanağı, mutsuzların mutluluğu olan kardeşlik ve sevgi için bir araya geldiğimiz bu geceye hazırlamalıyız. Biz bu salı gecesinde ilmî yönden istifade etmek için ne kadar çalışıyorsak, ruh! güce kavuşmak için de o kadar çalışmalıyız.

Sırf Allah rızası için akdolunan bu toplantıda, ruhumuzun mutluluklarla dolmasına ve coşmasına yardımcı olalım. İyilik ve takva yolunda yardımlaşmaya özen gösterelim. Allah Taala'dan bu toplantıyı rızası muvacehesinde kılmasını, dünya ve âhirette bizim için faydalı kılmasını niyaz ederiz. O ne güzel mevla ve ne güzel yardımcıdır.

Aziz kardeşlerim! Bu gecede, bu salı gecesinde ruhumu coşturan, zihnimi, fikrimi ve kalbimi sefayla dolduran bir duygu ile karşı karşıyayım. Bu eğilim, akşam namazına durmak üzere mihraba geçip, safları düzeltmeleri için kardeşlerime döndüğüm zaman meydana geldi. Burada şunu da belirtmek istiyorum : İmamların safları düzeltmeleri sünnettir. Re-

177

sululiah (s.a.v.), ya kendisi düzeltir veya başkasına düzeltmesi için emir verirdi. Safları düzeltmek için şöyle derdi: «Namaz için saflarınızı düzeltin. Ayaklarınızı ve omuzlarınızı aynı hizada tutun. Kardeşlerinizin ellerine yumuşak dcvranın.»(*)

Evet, safları düzeltmek için dönüp kardeşlerime baktığımda, bu bakış aklımı ve fikrimi «Safa» Ovası'-na götürdü. Orada Re£ulullah, çeşitli yaş ve makam-lardaki mübarek insanlarla davetinin ilk toplantısını yapıyordu. Aralarında çocuk, yaşlı, genç, ihtiyar, fakir, kültürlü, cahil, köle ve hür olmak üzere çeşitli tabakadan insanlar vardı. Sayıları yüze ulaşmıyordu. Allah'ın Resulü onları Safa Ovası'nda toplar, onları temiz ruhu ile feyizlendirir, Allah'ın Kitabı'nı telkin eder ve nefslerini vahy-i ilâhînin nuru ile aydınlatırdı.

İşte yeni ümmet, dünyaya sunulan yeni davet bu seçkin topluluktan meydana geliyordu. Allah'a yemin ederim ki kardeşlerim; onların bu mübarek toplanti-sını tasavvur ederken, neredeyse namazın tekbirini unutuyordum. Hemen nefiste geçenleri, nefsin içine hapsederek namazı tamamladım. Şimdi ise nefsimde hapsettiklerimi size açıklamak istiyorum:

Aziz kardeşlerim! Bu toplantıda bulunanlar niçin

(•)   Müsned Ahmed bin Hanbel, c. 2, s. 98: Davud, K. Salat B. 93.

Risaleler 12

F.: 12

178

o mübarek topluluğun yerini almasın? Niçin yeni daveti telakki ederek yeni dünyayı imar edscek bir grup sizden çıkmasın? Oysa Resulullah (s.a.v.): «Ümmetimden hakka müzahir olacak bir topluluk cevamlı bulunacaktır. Başkalarının muhalif olması onlara zarar vermeyecektir.» buyuruyor. (*)

Başka bir hadiste: «Ben ve ümmetimin hayrı kıyamet gününe kadar devam edecektir.» buyuruyor. Ben sizin şahsınızda ve gönlünüzde, Resulullah (s. a.v.J'ın etrafında bulunan ve yaştan dokuz ile kırk arasında değişen mübarek topluluğun özelliklerini müşahade ediyorum. Onların aralarında günlük yiyeceğini tedarik edemeyen fakir de vardı, Allah Ta-ala'nın, rızkını geniş tuttuğu, zengin de. Etrafında toplandıkları kişi, kendilerinden ne makam, ne sayı, ne de malzeme bakımından farklıydı. Sadece onlara: «Ey Muhammed sen onlara de ki: «Ben de sizin gibi sadece bir beşerim. Bana ilâhlarınızın sadece tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor.» (286) diyordu. Resulullah (s.a.v.)'ın etrafında toplanan bu topluluk ne istiyordu? Ne düşünüyordu? Bu topluluk gizli toplantılarla emellerine ulaşabilecek miydi? Bu insanlar ne istiyorlardı?

Aziz kardeşlerim! Onlar, insanların beynine yeni bir akıl koymak, yeryüzünde yeni bir dünya meydana

(*)   Timizi, c. 7, s. 7, H. No : 2230.

Müslim, K. 33 B. 53, H. 1920. (286)   Kehf;  110.

170

getirmek, insan iskeletlerinden yeni bir bina yapmak istiyorlardı. Sayıda az ve her türlü malzemeden yok* sun olan bu topluluk, Allah'ın izniyle, insanlara yeni bir nizam ve yeni bir insanlık hibe etmek, yeryüzünde Allah'ın sancağını egemen kılmak, kulların kalb* lerini kulu oldukları Allah Taala'nın etrafında topla' mak, kalbe yeni bir duygu getirmek, insanlığa yeni bir kitap sunmak, Allah Taala'nın : «İnsanlar arasına çıkan en hayırlı ümmetsiniz.» hitabına uygun Örnek bir ümmet meydana getirmek istiyorlardı.

Sefa Ovası'nda Resulullah (s.a.v.)'m İlk davetinin hamili olan bu topluluğa baktığımda, onların ruhla-nnda davetin yerleşmesine etken olan üç husus buldum. Şayet bu üç husus bizim de ruhumuzda yerleşmiş olsa, bizzat yardım yolu bizim için de açıktır.

1 — Mükemmel iman:

İman onları, davetin dışındaki bütün gayelerden uzaklaştırdı. Davet nidasını işitince Allah'a koştular. «Lâilâhe illallah» kelimesini kendilerine şiar edinip tevhidin dışındaki tapınaklarla alay ettiler. Müşrikler sapıklık içindeydiler. Çünkü onlar Allah'tan başkasını ilâh kabul ediyorlardı. Acemler sapıklık içindeydiler. Çünkü şehvet ve arzularına İbadet ediyorlardı. Kitap ehli sapıklık içindeydiler. Çünkü Allah'ı bırakıp papazlarını rab ediniyorlardı. Yeryüzü sapıklık içinde kıvranıyordu. Çünkü Allah'ın dcgru yolunu bulama-

180

mış, O'nun nuru ile aydınlanmamiştı. Yeryüzünde hak üzere olan sadece kendileriydi. Çünkü putperestlikten, şehvet ve nefsi nevalarından arınmış, her şeyi Allah'a heba etmişlerdi. Onlar Allah'tan başkasına ibadet etmiyorlardı. Sadece Allah'a boyun eğip, O'na güveniyorlardı. Allah'tan başkasından birşey istemiyorlardı. Allah Taala'ya ünsiyet duygusundan lezzet duyarlardı. Sadece Allah'tan uzaklaştıracak bir günah işledikleri zaman acı duyarlardı. Onların kalb-Jerini biraraya getiren etkenler fşte bunlardı. Bir de İslâm'a intisaplarını her şeyin üstünde tutmaları.

«Benim babam İsiâmdır ondan başk ûbabam yoktur. Onlar Kays ve temimle öğünsün dursunlar.»

Onlar yeryüzünün Allah'ın olduğunu, ona dilediğini varis kıldığını, âkibetin sadece muttakilerih olduğunu biliyorlardı. Toplulukları birbirine düşüren, kalbleri birbirinden uzaklaştıran farklılıkları, yaşayışlarından silmişlerdi. Çünkü onlar yeni bir boya ile boyanmışlardı: «Allah'ın boyası ile boyandık. Allah'ın boyasından daha güzel boyası olan var mıdır?» (287)

2 — Sevgi ve ruh birliği:

Sevgi, kalblerin birleşmesi ve ruhların uyuşması, onlarsn özelliklerindendi.    Niçin ihtilaf edeceklerdi?

I

(287)   Bakara;  138.

181

Gelip gecen dünya menfaati için mi? Rütbe, vazife ve unvan için mi? Hayır. Onlar «Allah'ın nezdinde en hayırlı olanınız, en takva sahibi olanımzdır.»(288) âyetinin manasını biliyorlardı. Onların ayrılığa düşmeleri için hiç bir sebep yoktu. Bu yüzden toplandılar, birleştiler ve Allah için kardeş oldular. Birbirlerini hakir görmediler. Aksine birbirlerini son derece sevdiler. Hatta din kardeşlerini kendi nefislerine tercih ettiler. «İhtiyaç içinde olsalar bile onları kendilerine tercih ederler.» (289) Allch Tcala'nın; «Ey Muham-med de ki: «Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgunluğundan korktuğunuz ticaret ve hoşlandığınız evleriniz, Allah'tan, Peygamberinden ve Allah yolunda cihad etmekten sizin için daha fazla sevgili ise; Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin. Allah fa-sıklar güruhunu hidayete erdirmez.» (290) emrini okudular ve tatbik ettiler.

3 — Fedakârlık:

Onlar her şeylerini Allah için feda ettiler. Her şeylerini Allah'a verdiler. Hatta, Allah'ın; «Artık elde ettiğiniz ganimetleri helâl ve temiz olarak yiyin.» (291)

(288)    Hucurat; 13.

(289)    Haşr; 9.

(290)    Tevbe; 24.

(291)    Enfal; 69.

I

182

buyurmak suretiyle helâl kıldığı ganimeti bile almak istemediler. İşlerine tamah şaibesi karıştırmamak fcin onları Allah yolunda harcadılar.

Marifetullah dışındaki bütün düşünceden sıyrılmış bir îman; kalblerini birbirine bağlayarak, tek insan kalbi haline getiren kardeşlik; can ve mallarını seve-seve Allah yolunda harcatacak bir fedakârlık. İşte bu üç husus onları bu şekle koymuştur. Bu üç husus onları zilletten izzete, tefrikadan birliğe, cehaletten ilme ulaştırmış; böylece beşeriyetin hidayet kaynağı ve cennetin namzetleri kılmıştır.

Kardeşlerim! Akşam namazınızda safları düzeltmek için dönüp size baktığım zaman ruhumda coşan bunlardı. Bu duyguları dile getirmeye çalıştım. Allah bizi ve sizleri onların ahlâkı ile ahlâklandırsın, bizi kendi rızası için birbirini seven, O'nun kelimesi etrafında, onların toplandığı gibi toplanan kimselerden eylesin! Allah'ım, biz onlar gibi olmak İstiyoruz, bizi onlardan eyle!

Aziz kardeşlerim! Geçen dersimizde bir karde* şim bir istekte bulundu. Belki de bazı kimseler, bulunduğumuz durumu dikkâte alarak şimdiki konuş» manın dışında bir konuşma bekliyorlardı. Fakat bana göre bu konuşma, şu andaki durumumuza çok yakındır.

Evet geçen hafta konuşma bittikten sonra bir kardeş eğilerek kulağıma «Bize tevbeden bahset.» dedi. O gittikten sonra bir kardeşim daha gelerek

183

«Bize Allah için tevbeyl hatırlat, günahımız çoğaldı.» dedi. Üçüncü kardeşimiz de «Gelecek konuşmamız da tevbeyi düşünmek olsun» dedi. Yahya Abdulaziz

kardeşimiz ise, Peygamberler tarihi hakkında konuşmamızı istedi. Ben de hangi konuyu ele alayım derken nefsimi tevbe konusuna meyleder buldum.

Kardeşlerim! Sizlere hitabetmezden önce kendime konuşuyorum: Önemli olan Kitap'tan bahsetmek veya naslar getirmek değildir, önemli olan kalb-lerin uyuşmasıdır. Kim bilir belki de aramızda gaflet içerisinde olan kalbleri uyaracak, onlara uyanıklık aşılayacak kalbler vardır. Belki de aramızda makbul bir kişi,. Allah'ın kendisine bahşettiği rahmetten bizi de feyizlendirecektir.

Kardeşlerim! Bazılarına göre, konuşmamız.halihazır durumumuzu yansıtmaktan uzak olabilir. Ben aynı düşüt, ede değilim. Konuşmamızın halihazır duruma çok yakın olduğu kanaatindeyim. Allah'a yemin olsun ki, Allah'a dönmeyi iyi bilirsek, elimizde başkalarınınkinden daha güçlü bir silah olur. Çünkü kuvvet ikidir. Birincisi Allah'ın kuvveti, ikincisi de mahiûkatın kuvvetidir.. Yaratılanın kuvveti yok olunca, Yaratanın kuvvetine sığınır. Şayet nefsimizi müdafaa etmekten aciz kalırsak, Allah'ın yardımına sığınırız: «Şüphesiz ki Allah iman edenleri müdafaa eder, korur.» (292) Maddî kuvveti tamamlamayınca.

.(292)    Hac; 38.

fi

184

ruhî kuvveti tamamlamaya çalışırız. O halde bırakın tevbeden bahsedeyim. Belki bu topluluk, bütün kalbi ile Allah'a döner. Belki Allah'a yaklaşmasını biliriz de, rahmet ve huzurunu üzerimize indirir. «Kitap ehlinden inkâr edenleri ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur, Oysa siz onların çıkacaklarını sanmıyordunuz. Onlar kalelerinin kendilerini, Allah'ın azabından koruyacağını sanmışlardı. Ancak hiç beklemedikleri bir yerden, Allah'ın azabı onları yakalayıverdi. Allah on-îann kalblerine şiddetli bir korku saldı da, evlerini bizzat kendi elleriyle ve mü'minlerin elleriyle yıkıyorlardı. Ey aklıselim sahipleri, bundan ibret alın.» (293)

«Siz peygambere yardım etmeseniz de Allah, O'-na yardım etti. Hani bir zaman peygamber iki kişiden biri iken, kâfirler onu Mekke'den çıkardılar. Onlar mağarada iken, O, arkadaşına «Üzülme Allah bizimle beraberdir.» diyordu. Böylece Allah Peygamberin üzerine emniyetini indirdi ve O'nu görmediğiniz askerlerle destekledi. Kâfirlerin sözlerini alçalttı. Yüce olan ancak Allah'ın sözüdür. Allah Azîz'dir, Hakimdir.» (294)

Bu âyette Resulullah (s.a.v.)'ın, arkadaşına: «Korkma Allah bizimle beraberdin dediğini görüyorsun, öyle ise bil ki, bir kimseye Allah Taala'nın yardımı geldiğinde, onu bozyuna uğratmaya kimsenin

(293)    Haşr; 2.

(294)    Tevbe; 40.

185

gücü yetmez. Resulullah (s.a.v.) mağaradayken arkadaşı Ebu Bekir'e «Korkma Allah bizimledir» dedikten sonra Allah'ın lütfü ve rahmeti onlara yetişmişti. Bizim de bugün nasuh tevbesi ile Allah'a dönmeye çok ihtiyacımız vardır. Belki Allah Taala'nın inayeti ve lütfü bize de yetişir.

Kardeşlerim! İnsan iki kuvvetin çekim alanı içindedir. Bunlardan birisi ruh, diğeri ise madde kuvvetidir. Sen ruhun ile ruh. bedenin iie de madde ala-nındasın. Ruhî yaradılışın itibariyle hayırdan, yerden yaratılmak itibariyle de serden etkilenirsin. Sen «Ona ruhumdan üfledim.» (295) âyetinin sırrına mazhar olman itibariyle ruhanîsin. «Onu çamurdan yarattım.» (296) âyetine muhatap olduğun için de maddesin. Her iki yaradılışın ayrı isteği, başlangıcı ve sonucu vardır. Sen ise bu iki kuvvetin arasında kalmışsın. Allah Taala'nın «Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?» (297) âyeti hakkında tecelli etmiştir. Ruh seni ulvî âleme, yer ise çamura çekiyor. Allah Taala, hayrı ve şerri sana açıklayacak Peygamber göndermiştir. Ayrıca seni şerre itmeyi boyun borcu sayan İblisi, aldatılmayan bir düşman olarak sana musallat etmiştir. «Sonra onlara; önlerinden ve arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım.

(295)    Sad; 72.

(296)    Araf; 12.

(297)    Beled; 10.

186

Böylece çoğunu şükredenîer olarak bulmayacaksın» dedi.» (298) İşte sen bu kuvvetler arasında kaimışsm. Şayet ruhî mâna galip gelirse «melesi a'!a»ya yükselirsin; maddî mana galip gelirse, en aşağı dereceye inersin. «Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Nefsinin gerçek yüzünü gizleyen ise hüsrandadır.» (299)

Tevbe bu kuvvetler için bir ölçüdür. Yücelmek için bir merdivendir. Arifler tevbe hakkında: «Her makamın evveli ve sonu vardır. Tevbe ise böyle değildir. O, insana baştan sona kadar arkadaştır.» de-mişterdir. Eğer seni şer kuvveti çekecek olursa; ya tevbe etme sana ilham olur, tekrar eski haline dönersin; ya da meşiyete itildiğin gibi devam eder ve savaşı kaybedersin. «Eğer dileseydik onu âyetlerimizle yüceltirdik. Fakat o ebedî kalacakmış gibi dünyaya yapıştı ve arzularına uydu. Onun hali köpeğin durumuna benzer ki, üzerine varsan da a'Hinl sarkıtıp solur. Kendi haline bıraksan da dilini sarkıtıp solur.» (300)

Şerre itilip helak üzere olan ve hayır ite arasındaki ipi koparmak üzere olan kimse tevbeyi hatırlar; korkarak, pişman olarak ayağa kalkarsa bu kimse önceki yerine döner ve ruhî yönün itmesiyle yeniden hayra ulaşır. Şu âyet buna en güzel bir şekilde işa-

(298)    Araf; 17.

(299)    Şems; 9-10.

(300)    Araf;  176.

187

ret etmektedir: «Onlar bir hayasız!* yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri îcman Alîah'ı hatırlarlar, hemen günahlarının bağışlanmasını isterler, —günahtan Allah'tan başka kim bağışlayabilir— yaptıkları kötülükte bile bile ısrar etmezler. İşte bunların mükâfatı Rcbleri tarafından bağışlanmak; altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedî olarak kalacakları cennetlerdir. Çalışanların mükâfatlan ne güzeldir.» (301)

Bir kimse tevbe etmeye devam ederse, daima tevbeyi hatırında tutarsa; o kimsede uyanma melekesi gelişir. Şeytan onu doğru yoldan ayırıp yanına çekmek istese de o tevbesini hatırlar ve olduğu yerden ayrılamaz.» «Allah'tan korkanlara şeytandan bir vesvese dokununca, Allah'ı hatırlarlar ve hemen gerçeği görürler.» (302) Şeytan çabalarını devam ettirse de o tevbesini hatırlayarak şeytanı umutsuzluğa düşürür. Çünkü şeytan anlar ki, o kimse uyanıklığı ile kendini kale içine almış, doğru idrâk ve itaat ruhunu ve vicdanını parlatmıştır. Böylece Allah Taaia'nın himayesine girmiştir. «Kullarım üzennde senin hiç bir nüfuzun yoktur.» (303) Bu ancak devamlı tevbeyi muhafaza etmekle mümkündür. İşte bunun için şu sûre nazil olmuştur: «Ey Muhommed Allah'ın yardımı ve fetih geldiği ve insanların Allah'ın dinine bölük bölük

(301)    Al-i İmran; 135-136.

(302)    Araf; 201.

(303)    Hicr; 42.-

-38

girdiklerini gördüğün zaman Rabbini hamd ile teşbih et ve ondan mağfiret dile. Şüphesiz O tevbeleri çok kabul edendir.» (304) Resulullah rükû ve secdelerinde daima «Ey Allah'ım seni teşbih ve tenzih ederim ve sana hamd ederim. Allah'ım beni bağışla» diye dua eder ve şöyle buyururdu : «Ey insanlar tev-be edin! Allah'a yemin ederim ki ben günde yetmiş-den fazla tevbe ediyorum.» (305)

Aziz kardeşim! Senin şerri defedecek ve şeytanla savaşacak tek silahın tevbedir. Şayet tevbeye sığınırsan gaflet içinde olanların mertebesinden, Allah'ın himayesine girenlerin mertebesine yükselirsin. «Kullarımın üzerinde senin hiç bir nüfuzun yoktur.» (306)

Şimdi de. tevbe nedir? Nasıl tevbe edeceğiz? Onu öğrenelim: Tevbe, seninle Allch arasında bir giriş kapısı, bir vuslat kandilidir. Tevbenin ilk aşaması, Allah'a karşı kusur ettiğini ve aşırı gittiğini iyi bileceksin. Çünkü sen nefsini daha iyi bilirsin; Allah Ta-ala da seni senden daha iyi bilir. O halde suçunu kabul et, işlediğin günahı ve aşırı gitmeni gözünde büyüt. Zayıf bir kul olduğunu, Allah Taala'nın ise kuvvetlilîğini. Senin O'na muhtaç, Allah Taala'nın ise lütuf sahibi olduğunu; senin günahkâr, Allah Taala'-

(304)    Nasr; 1-3.

(305)    Hadisi Buhari rivayet etmiştir.

(306)    Hicir; 42.

189

nın ise hak sahibi olduğunu; işlediğin haramın Allah Taala ile aranı açacağını; seni mukarribînler zümresinden, günahkârlar zümresine; sevilenler grubundan haksızlar grubuna indirdiğini bil.

İkinci aşama ise. pişman olmandır. Pişmanlığın seni ogfamaya kadar götürmelidir. Resulullah (s.a.v.) bir hadislerinde: «Allah korkusundan gözleri yaşlarla dolup ağlayanlara müjdeler olsun.» buyurmuştur. Ne mutlu sana! Böyle bir tevbeye Allah Taala, kaybolan çocuğunun dönmesine sevinen annenin sevindiği gibi sevinir. Bir gün Resulullah (s.a.v.)'ın yanından kucağında çocuk olan bir kadın geçiyordu. Resulullah (s.a.v.): «Şu kadının çocuğunu ateşe atacağını düşünüyor musunuz?» buyurdu. .Sahabe: «Hayır ey Allah'ın resulü.» dediler. Resulullah (s.a.v.): «Allah bu annenin çocuğuna acımasından daha fazla mü'mi-n© karşı merhametlidir.» buyurdu. (*)

Suçu his ve idrâk etmek, pişman olmak ve yapmamaya azmetmek. İşte gerçek tevbe budur.

Resulullah (s.a.v.) bir hadislerinde: «Tevbe azimdir» buyurmuştur. Çünkü idrâk ve pişmanlık azimle olur, azimden irade doğar. Bundan dolayı Resululiah (s.a.v.) bu hadiste tevbenin en kuvvetli rüknünü zikretmiştir.

(•)   Buhari: K. Edeb B. 18. Müslim : K. Tevbe H. 22.

190

Kur'an-ı Kerim'in sûrelerinde tevbe âyetlerini hepimiz okuyoruz.

Bakara sûresinden. Nasr sûresine kadar, birçok âyet tevbeden bahsetmektedir. Bakara sûresinden şu âyetleri okuyalım.- «Âdem, Rabbinden kelimeler aidi. GünahicRRin bağışlanmasını istedi. Allah da tevbesi-ni kabul etti. Şüphesiz Allah tevbeleıi çokça kabul edendir. Merhamet sahibidir.» (307)

«O halde yaratanınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün. Yaratanınızın katında bu sizin için daha hayırlıdır. Allah tevbenizi kabul etmiştir.» (308)

Geçmiş milletlerin tövbelerinin kabul olması için ! 'ban vermeleri lâzımgelirdi, Senin ise vicdan ve kalbinin pişmanlık duyması yeter. cAilah hiç bir nefse gücünün yetmediği teklifi etmez.» (309) «Onlar bir hayasız^!: yaptıkları veya nefislerine zulmettikleri zaman Allah'ı hatırlarlar ve hemen günahlarının bağışlanmasını isterler. —Günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir?— Yaptıkları kötülükte bile biie ısrar etmezler. İşte bunların mükâfatı Rablan katında bağışlemî,ıak, altlarından ırmaklar akan ve içinde ebedî olarak kalacakları cennetlerdir. Çalışanların mükâfatı ne güzeldir.» (310)

(307)    Bakara; 37.

(308)    Bakara; 54.

(309)    Bakara; 286.

(310)    Al-1 İmran;  135-138.

191

Nisa sûresinden, «Allah katında makbul olan tevbe, sadece bilmeyerek günah işleyip hemen tevbe edenlerin tevbesidir. İşte onların tevbesini Ailah kabul eder. Allah her şeyi bilen, hüküm ve hikmet

sehibidir.» (311) âyetini okuyalım. Mâide süresindeki «Kim zulmettikten sonra tevbe edip kendin; düzeltirse şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Muhakkak ki Allah çok affeden ve çok merhamet edendir.» (312) âyetini iyi düşünelim.

Burada âyetteki bir özelliğe de işaret edelim. Âyette «ıslah olursa» denmesi, tevbenin bir içtimaî suçtan doğmasındandır. Çünkü âyet hırsızlıkla ilgili âyetten sonra gelmiştir. Topluma karşı yapılan suçtan tevbe eden kimsenin tevbesinin doğruluğunu is-bat etmesi için, kendini düzeltmesi gerekir. Burada hak sahibi toplum olduğu için, tevbe eden kimsenin müşahade altına alınması gerekir. Şayet düzelirse, toplumun hakkını vermiş olur.

Tevbe sûresinden de şu âyeti gözönüne alalım: «Yemin olsun ki Allah, Peygamberin, içlerinde birtakımının kalbleri dönmek üzere iken sıkıntılı zamanda Peygambere tâbi olen muhacirlerle ensarın tövbelerini kabul etti. Sonra da tevbeleri sebebiyle onları affetti. Şüphesiz Allah onlara karşı çok şefkatli ve merhametlidir. Savaştan geri kalan o üç kişinin tevbe-

(311)    Nisa; 17.

(312)    Maide; 39.

192

sini de kabul etti. Bütün genişliğine rağmen yeryüzünün kendilerine dar geldiği, ruhları da son derece sıkıldığı, Allah'tan başka bir sığınacak olmadığını anladıkları zaman tevbe etsinler diye Allah onları bağışlamıştır. Şüphesiz Allah tevbeleri çok kabul eden ve çok merhametli olandır.» (313)

Tahrim süresindeki şu âyeti inceleyelim: «Ey iman edenler, Allah'a samimiyetle tevbe edin.» (314) Sonra bu tevbenin üzerine terettüp edenleri görelim. «Belki Rabbiniz kötülüklerinizi siler. Peygamberi ve beraberindeki mü'minleri utandırmayacağı günde, sizi altından ırmaklar akan cennetlere koyar. Ö gün onların nuru önlerinde ve sağ taraflarında yürür.» (315)

Nasr sûresini okuyalım : «Rabbini hamd ile teşbih et ve ondan mağfiret dile. Şüphesiz O, tevbeleri çok kabul edendir.» (316)

Bütün sûreleri okuduğunda tevbeye teşvik eden âyetler bulursun. Allah'ın tevbeyi sevmesi sana yetmez mi? «Şüphesiz ki, Allah tevbe edenleri de sever, temizlenenleri de sever.» (317)

Aziz kardeşim! Tevbe ettiğin zaman Allah'a hamdetmelisin. Çünkü tevbe, Allah'ın sana bir lütfu-

(313)    Tevbe; 117-118.

(314)    Tahrim; 8. (315),  Tahrim; 8.

(316)    Nasr; 2.

(317)    Bakara; 222.

193

dur. Senin onda bir katkın yoktur. Seni tevbe etmeye muvaffak kılan, baban Âdem'e: «Âdem, Rabbinden kelimeler aldı. Günahlarının bağışlanmasını istedi. Allah da tevbesini kabul etti. Şüphesiz Allah tevbeleri çokça kabul edendir. Merhamet sahibidir.» (318) diyerek ilham ettiği gibi, sana da ilham eden O'dur. Âdem (a.s.), nasıl tevbe edeceğini bilmiyordu. Allah Taala O'na öğretti. Şayet Rabbin istemeseydi tevbe-etmeyi sana ilham etmezdi. Şayet tevbe edip O'na dönersen, bu O'nun seni sevdiğinin delilidir. «Tevbe etsinler diye onları bağışlamıştı.» (319) Resulullah (s. a.v.) istiğfar hadisinde şöyle buyuruyor: «Allah'ım Sen benim Rabbimsin, senden başka ilâh yoktur. Beni yarattın ve ben Senin kulunum. Gücümün yettiği kadar sana verdiğim sözde ve vaadde duruyorum. Yaptıklarımdan sana sığınırım. Bana verdiğin nîmei itiraf ediyorum. Günahımı da itiraf ediyorum. Beni bağışla. Çünkü günahları ancak sen bağışlarsın.»(*) Kim bu duayı inanarak akşam okuyup da o gece ölürse cennete girer.

Bu istiğfar duası ile Rabbine müracaat ederken: «Allah'ım sen benim Rabbimsin.» diyerek seni terbiye

(318)    Bakara; 37.

(319)    Tevbe; 18.

(¦)   Hadisi Buhari rivayet etmiştir.

Risaleler 12

F.: 13

194

ettiğini itiraf ediyorsun. «Beni yarattın» demek suretiyle O'nun bir olduğunu ve bütün nimetlerin sahibi olduğunu izhar ediyorsun. «Ben senin kulunum» demekle de kendine kulluk sıfatı veriyorsun. «Ben senin ahdin üzereyim.» demekle de Allah Ta-ala ile orandaki sö*]e>neyi itiraf ediyorsun. «Gücümün yettiği kadar vacdimde duruyorum.» demekle. Allah'a verdiğin vaadi yerine getireceğini bildiri-yorsun. «Üzerimdeki nimetini itiraf ediyorum.» demekle bütün nimetlerin kaynağının Allah olduğunu belirtiyorsun. «Günahımı sana açıklıyorum» demekle, günahkâr olduğunu kabul ediyorsun. «Beni bağışla çünkü günahlan ancak sen bağışlarsın» demekle de «Senden başka özür dileyecek kimsem yoktur. Senden başka yardım isteyeceğim bir kimse de yoktur. Eğer beni affedersen lütuf etmiş olursun. Şayet cezalandırman adalet yapmış olursun.» diyorsun.

Aziz kardeşim! Allah'a kavuşmak istiyor musun? O halde tevbeni yenilen. «Belki Allah kötülüklerinizi örter ve sizi altından ırmaklar akan cennetine koyar.» (320)

Efendimiz Muhammed (s.a.v.)'e, O'nun âl ve ashabına salât ve selâm olsun.

(BU KONUNUN DEVAMI 13. RİSALEDEDİR.)

(320)   Tahrim; 8.

MEHMED AKİF KÜLLİYATI

MİLLİ şairimizin hayatı boyunca kaleme aldığı bütün eserleri biraraya toplayarak gün ışığına çıkaran bu eser adeta bir Mehmecf Akif Ansiklopedisidir. 10 ciltten oluşan külliyatın ilk dört cildi Safahat ve açıklamasını içeriyor. Şiirin orjinali, altında lügatçesi ve karşı sayfadaki geniş açıklamasıyla Safahat günümüz türkçesiyle daha rahat anlaşılır bir hale getirildi. Beşinci ciltte istiklâl Şairimizin tüm makalelerini, altı-yedi ve sekizinci ciltte tercüme eserlerini, dokuzuncu ciltte vaaz, mektup ve ayet tefsirlerini, onuncu ciltte ise Mehmed Akif'in hayatı, şahsiyeti ve idealini bulacaksınız. Eseri, değerli ilim adamımız ismail Hakkı Şengüler dört yıl süren titiz çalışmaları sonucu kaleme almış, sayın M. Ertuğrul Düzdağ ise son tashih ve düzeltmelerini yaparak gözden geçirmiştir.

İSTİKLÂL SAİRİMİZİN BÜTÜN ESERLERİNİ AÇIKLAMALARIYLA BJRARAYA TOPLAYAN TEK KAYNAK ESER...

10 cilt, 5000 sayfa, I. hamur şamua kağıt, kuşe selefon kaplı lüks cilt.

t

«

c E

z

O

öı

hc

KUR ANI KERİM ve TÜRKÇE MEALİ

Bu meal ev halkının tümüne hitabedebilen anlaşılır bir dille kaleme alınarak beş kişilik ilmi bir heyet tarafından hazırlanmıştır. Parantezlerin, ayrı açıklamaların yer almadığı eser Diyanet İşleri Başkanlığınca tasdik edildi. HERKESİN ANLAYABİLECEĞİ SÂDE BİR MEAL... 640 sayfa - Lüks Şamua Kağıt - iki renk, baskı - Süper Lüks Cilt.

BU KİTAPTAKİ KONİ

   KUR'ANDAN İLHAMLAR (1)

ISBN 975-7449-02-4

Hasan Elbenna _ Risaleler Cilt12

www.kitapsevenler.com

Merhabalar

Buraya Yüklediğim e-kitaplar Aşağıda Adı Geçen Kanuna İstinaden

Görme Özürlüler İçin Hazırlanmıştır

Ekran Okuyucu, Braille 'n Speak Sayesinde Bu Kitapları Dinliyoruz

Amacım Yayın Evlerine Zarar Vermek Değildir

Bu e-kitaplar Normal Kitapların Yerini Tutmayacağından

Kitapları Beyenipte  Engelli Olmayan Arkadaşlar Sadece Kitap Hakkında Fikir Sahibi Olduğunda

Aşağıda Adı Geçen Yayın Evi, Sahaflar, Kütüphane, ve Kitapçılardan Temin Edebilirler

Bu Kitaplarda Hiç Bir Maddi Çıkarım Yoktur Böyle Bir Şeyide Düşünmem

Bu e-kitaplar Kanunen Hiç Bir Şekilde Ticari Amaçlı Kullanılamaz

Bilgi Paylaştıkça Çoğalır

Yaşar Mutlu

Not: 5846 Sayılı Kanunun "altıncı Bölüm-Çeşitli Hükümler " bölümünde yeralan "EK MADDE 11. - Ders kitapları dahil, alenileşmiş veya yayımlanmış yazılı ilim

ve edebiyat eserlerinin engelliler için üretilmiş bir nüshası yoksa hiçbir ticarî amaç güdülmeksizin bir engellinin kullanımı için kendisi veya üçüncü

bir kişi tek nüsha olarak ya da engellilere yönelik hizmet veren eğitim kurumu, vakıf veya dernek gibi kuruluşlar tarafından ihtiyaç kadar kaset, CD, braill

alfabesi ve benzeri 87matlarda çoğaltılması veya ödünç verilmesi bu Kanunda öngörülen izinler alınmadan gerçekleştirilebilir."Bu nüshalar hiçbir şekilde

satılamaz, ticarete konu edilemez ve amacı dışında kullanılamaz ve kullandırılamaz. Ayrıca bu nüshalar üzerinde hak sahipleri ile ilgili bilgilerin bulundurulması

ve çoğaltım amacının belirtilmesi zorunludur." maddesine istinaden web sitesinde deneme yayınına geçilmiştir.

T.C.Kültür ve Turizm Bakanlığı Bilgi İşlem ve Otomasyon Dairesi Başkanlığı

Ankara

Bu kitaplar hazırlanırken verilen emeye harcanan zamana saydı duyarak

Lütfen Yukarıdaki ve Aşağıdaki Açıklamaları Silmeyin

Tarayan

Süleyman Yüksel

www.suleymanyuksel.com

suleymanyuksel@suleymanyuksel.com

suleymanyuksel6@hotmail.com

Hasan Elbenna _ Risaleler Cilt12