2-
Eserde geçen isimlerin yazılışı:
Ömer
(r.a.)'in Ahlâkî Sıfatları:
2-
Ömer (r.a.)'in Bedir esirleri hakkında görüşü:
3-
Ömer (r.a.)'in ilk çağları:
4
Peygamber Aleyhisselâm'ın sonra da Ebu Bekir (r.a.)'in rahmete ve yumuşaklığa
olan meyilleri:
2-
Zulüm baskısına karşı olan hissi:
a-
Aişe (r.a.) rivayet ediyor:
b-
Buharî'nin rivayetine göre Resulullah şöyle buyurur:
5-
Ömer (r.a.)'in İlmi Ve Kültürü
c-
Ebu Ümame el-Bahılî'nin Resulullah (s.a.v.)'dan rivayetine göre şöyle buyurdu:
3-
Arapların ensabı ve haberlerine olan ilgisi:
4-
Müzik zevki, bazen de söylemesi:
Ömer
(r.a.)'in liderlikteki metodu:
Liderliğin
hedeflerle ve vesilelerle olan ilgisi:
1-
Ömer'in Özel Hayatındaki Örnek Kişiliği
C-
Ömer'in Yakınları Ve Örnek Şahsiyetleri
2-
Ömer (r.a.)'in Kamu Hayatındaki Örnek Kişiliği
3-
Örnek Kişiliğin Gerçekleştirdiği Sonuçlar
Raiyenin
İşlerine Direkt Vakıf Olma:
HALKIN
DEVLET İDARESİNE İŞTİRAK ETMESİ
1- Şer'i
(Kanunî) Hükümlere Varabilmek İçin İşbirliği:
2-
Hükümdeki (Devlet İdaresindeki) Hataları Keşfetme Ve Hâkimi Tasvib Etme
A-
Müslümanların Ömer (r.a.)'e Karşı Olan Eleştirileri
B-
Şam Valisi Muaviye B. Ebi Süfyan'a Karşı Olan Tavrı
C-
Mısır Valisi Amr B. As'a Karşı Olan Tavrı
D-
Halife'nin Kendisine Olan Eleştirisi
3-
En Hayırlı Çözümlere Varabilmek İçin Müşavere Yapma
İstişare
Meclisleri Ortaya Çıkıyor
Bu kitabın ilk baskısı, 1969 yılında, çok kötü şartlarla karşı karşıya olduğumuz bir zamanda yapılmıştı. Çünkü Mısır, o zamanlar öyle ağır ve önemli bir yüke boyun eğmişti ki, böyle bir şey, ancak eski tarihte Heksozlar'ın asrında, yeni zamanlarda ise İngiliz işgalinin sürdüğü yıllarda görülebilirdi. Kesin zaferin kazanılmasıyla özel olarak Mısır'ın alnından, genel olarak da Arap Âlemi'nin çehresinden bu utanç ve ibret levhası silinmişti. Gerek eski gerekse yeni çağda mahiyetini bilmediğimiz bu hezimetten sonra memlekette uyanış hareketleri görülmeye başlamıştı. Bu atmosfer altında, şahıslar telef olurlar, kısır ve verimsiz sarsıntılarla karşı karşıya kalırlar.
Yenilgiden sonraki şahsî konumum böyleydi. İşimin gereği olan şartlar ve siyasî sistemdeki statüm, bana her vatandaşın haberdar olamadığı durumlardan haberdar olma imkânını sağlıyordu. Tarih okuyucusu bilir ki, yeryüzündeki milletlerin hepsi zafere ve hezimete maruz kalırlar. Allah, günleri insanlar arasında devr-i daim halinde cereyan ettirir. İşte bütün bu duygular ve hisler sıhhî durumuma aksetmiş, o kadar ki, bazı büyük doktor arkadaşlar kötü sonuçlar doğabileceğini söyleyip beni uyarmışlardı. Bu şartlar altında benim yapabileceğim şey; tarihin şerefli sayfalarına yüz çevirip Körfez'den Atlas Okyanusu'na kadar olan Arap Âlemi'nin acı gerçeklerinden uzaklaşmaktı.
Uzun zamandan beri, İslâm tarihinin içtihad lideri, Arap şanının sembolü Ömer b. Hattab'ı bütün özellikleriyle anlatan kaynak bir eser ortaya koymak istiyordum. Ancak üniversitedeki eğitim yükü bu gayemin gerçekleşmesini engelliyordu. Bu emelin gerçekleşmesinin benim için bir çeşit psikolojik tedavi olacağını anlayınca zaman ayırmak suretiyle bu işe başladım. Bu eser meydana gelince, birkaç hedefin birden gerçekleştiği kanaatine vardım.
Ayrıca, bu esere okuyucuların gösterdiği büyük ilgiyi gurur ve şerefle kaydetmek beni mesut eder. Sayı ve çeşit yönünden muhtelif eserlerin önder halife Ömer b. Hattab'ı konu edinmelerine rağmen, bu sahada, buna benzeyen eserlerin sayısı oldukça çoktur. Şartların değişmesiyle, asırların geçmesiyle, yazarlar ve araştırmacılar, o büyük insamn etüd edilmesi ve araştırma yapılması gereken yönlerini bulacaklardır. Bunun bir isbatı olarak diyebilirim ki, ihtisas sahamla ilgili olan eserlerimin varmadığı seviyeyi, bu eser, birinci baskısının rekor düzeydeki satışıyla yakalamıştır.
Bu yüzden, nisbî boş vaktin fırsatını değerlendirerek, birinci baskının özelliklerine mümkün olduğu kadar bağlı kalarak bu yeni baskıyı meydana getirdim. Eklenmesi gerekli olmayan konulan eklemedim. Ancak yaptığım ilâveler, ya iki baskı arasında doğan hadiseler sebebiyle ve bu olayların müellife olan yansıması veya birinci baskıya sızan bazı hatalar yahut da yorumlara sebep olan bazı terimlerin açıklanması dolayısıylaydı.
Bundan sonraki idealim, okuyucuya Arap liderlerinin idare ve politika dahilerinden birini, yeni bir eserle takdim etmektir. Ancak bir taraftan bu yükün ağırlığı, diğer taraftan ilerleyen yaşımın, iş gücümü zayıflatması bu isteğimin bugüne kadar gerçekleşmesine mani oldu. Allah'tan bu arzumun gerçekleşmesini temenni ediyorum.
Basarı Allah'tandır.
Kahire, Temmuz
Bu eseri Türkçe'ye tercüme etmek benim için özel bir gurur ve anlam ifade etmektedir. Bu eserin, Türkiye'deki gerek hukukçu meslektaşlarım, gerek idare edenler, gerekse idare edilenler için ideal bir kaynak eser olacağına inanıyorum. Gerek İslâm dünyasında, gerekse dünya tarihinde halkının mutluluğunu düşünen kimseler için Ömer b. Hattab örnek alınması icab eden yegane kaynaktır. Hâkimlerin ve mahkûmların (idare edenlerin ve edilenlerin) onu örnek almaları, haklarını ve görevlerini bu doğrultuda yerine getirmeleri ideal toplumun gerçekleşmesini sağlayan tek yoldur. Çünkü o, İslâm düşüncesini çok iyi anlamış ve gerek özel hayatında gerekse kamu ile ilgili sahalarda bizzat uygulamıştır. Okuyucularımız bütün bunları bu eserde müşahede edeceklerdir.
Bu eseri tercüme ederken, içinde geçen ayet-i kerimelerin meallerini Hasan Basri Çantay'ın "Kur'an-ı Hakîm ve Meal-i Kerim" isimli eserinden naklettim. Aynca yazarın nakletmiş olduğu bazı ayet meallerin altını (bazı ayet mealinin) belirtmek suretiyle yazdım. Çünkü yazar bazı ayetlerin tamamını değil de bir kısmını nakletmiştir. Biz ayetin mealinin tamamını alıp yazarın belirttiğini bu şekilde yazmayı uygun gördük.
Eserde yazarın verdiği dip notlarını ve zikredilen Kur'an ayetlerini rakamlarla (1, 2, 3, vs.) şeklinde ifade ettim.
Ayrıca eseri tercüme ederken, bazı kapalı ifadelerin karşısına parantez açarak (...........) kastedilen anlam ve ifadeyi içine yazdım.
Bu eserde bazı Önemli hukukî terimlerin Türkçe'lerinin karşısına İngilizce'sini de -yazar az sayıda Fransızca ve İngilizce terimlere eserinde yer vermiştir, biz de buna benzer bazı ilâvelerde bulunduk- yazmak suretiyle okuyucuya daha faydalı olacağına kanaat getirdik.
Okuyucunun belki de şimdiye kadar alışmadığı, yapılması gereken bazı düzeltmeleri bu eseri tercüme ederken gerçekleştirdiğimi zannediyorum. Bütün bunları aşağıda göreceksiniz.
1- Eserde geçen şahıs isimleri ve onları zikretme metodu:
Bilindiği gibi, sahabilerin, peygamberlerin isimleri zikredildiğinde, hatta "Allah" lâfzı söylendiğinde kelimenin başına "Hz." getirilir. (Hz. Musa, Hz. Ebu Bekir, Hz. Yavuz ve hatta Hz. Allah vs. gibi). Allah ismi zikredildiğinde söylenmesi gereken kelimelerden biri eserimizde kısaltılmış olarak kullandığımız (c.c.)'dur.
"Allah" lâfzı geçince (Celle Celâlüh) veya (c.c), Resulullah lâfzı geçince (sallallahü aleyhi ve sellem) veya (s.a.v.), herhangi bir peygamberin ismi zikredilince (Aleyhisselâm) veya (a.s.), bir sahabeden bahsedilince (Radıyallahü anh) veya (r.a.), bunlar iki sahabe olursa (Radıyallahü anhüma), ikiden fazla veya grup olarak anıldığında (Radıyallahü anhüm); Resulullah (s.a.v.)'ın eşlerinden biri veya o döneme ait kadınlardan biri zikredildiği zaman (Radıyallahü anha), ikisinin ismi geçince (Radıyallahü anhüma), ikiden fazla iseler (Radıyallahü anhünne), erkeklerle birlikte ve ikiden fazla erkek ve kadın iseler (Radıyallahü anhüm) şeklinde kullanılır.
Bilindiği gibi Arapça ile Türkçe arasındaki ses farklılığı oldukça değişiktir. Durum böyleyken İngilizce olarak yazılan "Khalid" Arapça'daki isminin telâffuzuna Türkçe'deki Halif'ten daha yakındır. Çünkü "Halit" diye telâffuz ettiğimizde ve sonundaki harflerini tahrif etmiş oluyoruz. Buna benzer örnekler çoktur. İbn Haldun yerine, "Khaldun", İbn El-Hattab yerine "İbn El-Khattab" şeklinde yazılması -bence- orjinaline daha yakın olur.
Ayrıca eserde geçen Hadis-i Şeriflerin de önce Türkçe tercümelerini vermek ve rivayetleri yapan şahısları zikretmek suretiyle okuyucuya takdim ettik.
Bu eserin Türk okuyucusuna faydalı olacağına tüm kalbimle inanıyorum. Ömer b. Hattab'ın hayatını, politika ve idare sahasındaki uygulamasını okuyup idrak eden kimseler, -gerek idare edenler ve gerekse idare edilenler- otoritenin kişi tarafından ele geçirilmiş bir silâh olmadığını, tam aksine en fazla yetkinin en fazla sorumluluk Allah ve kul katında olduğunu öğrenecektir.
Yine bugünkü politika ve idare sahalarında yetkili olanların, bu yetkiye müstehak olmadıklarını anlayacaklardır. Çünkü günümüzde yetkili bir kimse yetkisini emri bilmaruf ve nehyi anilmünker, yani iyiliği emretme, kötülükten sakındırma için değil, başkalarının hakkını gasp etmek için kullanmaktadır. Bu karakterlere sahip olan bir toplumun iflah olması da -bize göre- mümkün değildir. Ömer b. Hattab, çağının en güçlü bir devletinin başkanı iken vefat ettiğinde borçlu idi. Onun aldığı maaş şahsına ve ailesinin fertlerine yetmiyordu.
Acaba bu hayat tarzını yaşayan sadece o muydu? Bu soruya cevabımız kesinlikle "hayır" olacaktır. Ehli, akrabası ve ileri gelen idarecilerinin çoğu aynı hayat tarzını sürdürüyordu. Bunun sebebi ise Allah (c.c.)'a, Resulüne ve Müslümanlara karşı olan sorumluluklarını yerine getirmekti. İşte İslâm'ı ve Müslüman liderleri başkalarından ayıran hususiyet budur.
İslâm'ın ruhunu ve özünü iyi anlamış, buna kesinlikle iman etmiş Ömer.b. Hattab (r.a.) gibi bir kişi dünya nimetlerini hem kendisinin hem de aile fertlerinin nefislerinden men etmiş, en ağır cezayı önce kendisine ve ailesine, daha sonra da başkalarına uygulamıştır. Çünkü O, Allahü Teâlâ'nın şu ayet-i kerimesini çok iyi idrak etmişti:
"Göklerdekilerin
ve yerdekilerin hepsi Allah'ı tesbih etmiştir. O üstündür, hikmet sahibidir. Ey
inananlar, niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz?
“Yapmayacağınız
şeyi söylemek, Allah yanında en sevilmeyen bir şeydir." [1]
O, yapmayacağı veya yapamayacağı şeyin başkaları tarafından yapılmasını istemiyordu. Her şeyiyle önce kendisi örnek olur, daha sonra devletin önemli mevkilerinde ve mercilerinde görevli olanların kendisini örnek almalarını isterdi. İşte devlet adamı ancak böyle birine denir. Halkı sefalet ve açlık çekerken, kendisi imparator görünümüne bürünüp lüks ve sefahet içinde yaşayan kimseler, belki yaşadıkları dünya hayatinin üç beş gününde, milyonlarca sefilin hesabına rahat edeceklerdir. Ancak hâkimlerin hâkimi olan yüce Allah (c.c.)'ın huzurunda bunların hesabı oldukça çetin geçecektir. İşin gerçeğini söylemek gerekirse, onlar Allah katında rahat edemeyecekleri gibi, dünyada da rahat ve huzur yüzü göremeyeceklerdir. Çünkü milyonlarca insanın hakkını gasp eden bu zalimler, korkularından ve sahip oldukları kariyerlerin ellerinden gideceği endişesinden rahat uyku uyuyamazlar. Durum böyle olunca, Allah'tan daha iyi kanun ve sistem koyan olabilir mi? O'na inanan ve O'nun hükmünü uygulayandan daha mutlu kim olabilir? Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa
cahiliyye hükmünü mü arıyorlar? İyice bilen bir toplum için Allah'tan daha
güzel hüküm veren kim olabilir?" [2]
Önsözün başında ifade ettiğimiz hatırlama veya anma metodu hakkında burada bir açıklama yapmanın yararına inanıyorum. Çünkü bu durum çeşitti sorulara sebep olabilir. Çünkü bu zamana kadar böyle okumuş, böyle duymuştur. Bize göre bu doğru değildir. Önce şurasını belirtelim ki, "Allah" kelimesi zikredildiğinde gerek Resulullah (s.a.v.) ve gerekse sahabiler (celle celâlüh), (Sübhânehü ve Teâlâ), (Azze ve celi) şeklinde telâffuz etmişlerdir. Bunun örnekleri gerek hadis kitaplarında gerekse fıkıh ve Sîre eserlerinde mevcut olduğu gibi, üzerinde de icma vardır. Biz, okuyucuya ağır gelmemesi için sürekli (c.c.) terimini tekrarladık.
Resulullah (s.a.v.)'ı anma metoduna gelince; Kur'an-ı Kerim'de bu hususta kesin emir vardır. Ayetin mealini okuyan herkes bunu kısmen de olsa idrak edecektir:
"Şüphesiz
ki Allah ve melekleri o peygambere çok salât ve (tekrim) ederler. Ey iman edenler,
siz de ona salât edin, tam bir teslimiyetle de selâm verin. " [3]
Ayet-i kerimeden anlaşıldığı gibi, salât ve selâm getirmek vaciptir. Bu, gerek Resulullah (s.a.v.)'ın hayatında gerekse ondan sonraki dönemlerde Müslümanlar tarafından böyle yapılmıştır ve böyle hareket edilmesi gerekmektedir. Bu, Kur'an'da var olan bir emirden, diğer bir deyimle anayasada yer alan bir kanundan ibarettir.
Sahabileri anma usûlüne gelince; Allah kendilerinden razı olmuş ve bilindiği gibi bir kısım sahabiler daha dünyada iken cennetle müjdelenmişlerdir. Bu eserin konusu olan Hazreti Ömer de onlardan biridir. Allah kitabında onlardan şöyle bahsetmektedir:
"Allah
kendilerinden razı olmuştur. Kendileri de ondan razı olmuşlardır. Ve işte bu,
en büyük kurtuluş ve saadettir. " [4]
"Radıyallahü anhüm" sözü de bu anlamı ifade etmektedir.
Bu açıklamadan sonra, okuyucuya gerekli delilleri arzetmiş olduğumu sanıyor ve bu eserin bütün Müslümanlar için faydalar sağlamasını temenni ediyorum.
Başarı yalnızca Allah'tandır. Kahire, Haziran, 1988
Şayet Meşrık el-Arabi[5] tarihin eski asırlarından beri düşünce akımlarının birleştiği bölge bugün düşünce kasırgalarına öylesine maruz kalmıştır ki, eski tarihlerde buna benzeyen bir örnek vermek mümkün değildir. Bir zamanlar Meşrık el-Arabi, bütün âlemin medeniyet ve adalet meş'alesini taşırken çeşitli sömürülerin ve salgın kategorilerin bulaşmasıyla derin bir komaya girmiş, gerilerde kalmıştır. Bu faciaların ve belâların içinde uyanmaya başladığı zaman, birçok milletlerin medeniyet merhalelerinde kendisini geçtiğini görmüştür. O kadarki bu mesafe kıyaslanacak dereceyi aşmıştı. Eğer bu millet yaşamak istiyorsa, söz konusu olan milletlere kavuşabilmesi için, mucizeye ihtiyacı vardır. Böyle bir atmosferde, fikrin sarsıldığı, vehimlerin sisleri arkasında gerçeğin görünmez olduğu; aşırıcılık kazançlı mal olurken, kendisi su ile serap arasındaki farkı ayırt edemezken, parlak olan her yeni şeye katılır, hastalığı ağırlaşan hasta gibi, sonucu aşikâr olan hayatın dallarına tutunan ve aklın kabul edemeyeceği cinsten olsa bile herhangi bir ilâçla tedavi olmayı kabul eder.
Arap alemindeki ıslahatçıların çoğu ise bu iki aşırı grup arasında yer almaktadır. Bunlara göre gelecek, geçmişin devamıdır. Ağaç, ancak köklerini yere saldığı kadar göğe yükselebilir. Toplumsal düşüncelerin ve teorilerin durumuda hayvanlar ve bitkiler gibidir. Bir toplumun işine yarayan bir şey, diğer bir topluma da yarar diye zarurî bir kaide yoktur. Biz bu sonuncu görüşün taraftarıyız.
İnanıyoruz ki geçmiş bir daha geri gelmeyecektir ve her toplumun kendisine mahsus şartları ve problemleri vardır. Dinamik toplumun görevi, problemleri çözmek, çareyi ancak kendi çevresinde bulmaktır. Meşhur doktorlardan birinin şu sözünü gerçekten unutamıyorum:
Bir annenin çocuğuna vereceği en değerli ve hayırlı hediye, çocuğun doğumundan gençlik merhalesine kadar, geçirdiği hastalıkları ve illetleri açıklayacak şekilde bir deftere hayatını kaydetmesidir. Gelecekte bu defter, çocuğu tedavi edecek olan doktor için en hayırlı bir yardımcıdır.
Bu durum toplum için de geçerlidir.
Mühendis binayı yapmadan önce, toprağın tahammül gücünü, dayanıklılığını ölçmek için ona dokunur. Mühendis bunu ihmal ederse, yeni yapılan bina temelinden yıkılır. Acaba toplumsal durum için de aynı şey geçerli değil midir? Bence taklit aceleciliği, toplumların tecrübe ettiği en büyük tehlikedir. Çünkü birçok millet yok olup tarihin karanlıklarına gömülmüştür. Çünkü onlar ebedî ve aynı zamanda basit olan bu gerçeği unutmuşlardır.
Bu sebeple, bütün imanımızla düzenimizde, toplumsal şartlarda ve ahlâkî değerlerde genel değişikliğin yapılmasının zarurî bir ihtiyaç olduğuna inanıyoruz. Bu değişikliğin, eski geçmişimizin ışığında ve bizi şu andaki hale getiren çocukluk ve gençlik defterinin kapsadığı toplumsal hastalıkların rehberliğinde yapılması gerektiğine inanıyoruz.
Arap vatanımızın en bariz özelliği, semavî Risalelerdir. Allah'ın başka yerleri değil de bu bölgeyi semavî Risalelere tahsis etmesi bir raslantı değildir. Bu bölgenin insanları, asırlar boyu bütün insanlara hidayet, iman ve ruh risalelerini taşımışlardır. Bu sebeple vatanımızda değişiklik yapılmasını deneyenler bu gerçeği inkâr etmektedirler. Bu Arap milletini tamamen tahribatla karşı karşıya bırakacağı gibi, aynı zaman ilim adı altında yapılan bazı çabalara da ters düşmektedir.
Bu sebeple Birinci ve İkinci Dünya savaşlarından sonra Arap ülkelerindeki anayasaları hazırlayanların toplumsal felsefelerinin farklı olmasına rağmen, ortaya çıkarmış oldukları anayasaların birleştikleri bir ortak hüküm vardır; o da, "Devletin dini İslâm'dır." maddesidir. Söz konusu olan bu anayasaları gözden geçirirken hiç şaşmadık. [6]
Bu anayasaları hazırlayanların istedikleri şey, en yüksek belgelerinde inkârı mümkün olmayan toplumsal bir gerçeği garantilemeleridir. Toplumsal kalkınma ancak Allah (c.c.)’ya, peygamberlerine, kitaplarına ve âhiret gününe inanmakla olur. Aynı zamanda arkasında saklandıkları örtü ne olursa olsun, maddî ve dinsiz düşüncelerin yolunu kesmektir.
İlim adına konuşanların, kasıtlı olarak ileri sürdükleri; "din fikir hürriyetini kısıtlar, medenileşmeye mani olur, insan hürriyetinin tamamlanması ancak dinî vehimlerden kurtulmakla olur, yalnız ilim ve akıl otoritelerine iman etmek gerekir" gibi kasıtlı iddialara karşılık vermemiz gerekir. Bu türlü yalancı iddialara cevap vermek iki yolla mümkün olur:
1- Teorik yol: Delile karşı delil göstermek suretiyle yalancı senetleri (delilleri) çürütmektir. Ancak biz bu yolu seçmiyoruz. [7]
2- Pratik yol: Arap tarihinin en parlak dönemlerini yaşadığımız zaman incelendiğinde görülür ki, kalkınma din ile, Allah'a, kitaplarına, peygamberlerine ve ahiret gününe iman etmekle mümkün olmuştur. Din ile ilim arasında varlığı iddia edilen çelişkiyi araştırınca, Müslümanların düşünce hürriyetine asla engel olmadıkları anlaşılır.
Ömer b. Hattab'ın hükmettiği yıllar, tarihin en parlak devriydi. "Sadrü'l-İslâm" denilen bu dönemde iki kişinin ihtilâfa düşeceğine inanmıyoruz.
Bize göre, anayasanın hem "Bilimsel Sosyalizm" hem de "Devletin dini İslâm'dır" tabirleri açık bir şekilde birbiriyle çelişmektedir.
Ömer (r.a.)'in şahsiyetini bu süre içinde etüd ederken, ona olan hayranlığım, kanun dalında ihtisas sahibi olunca daha da arttı. O, politika ve idare ilminin rakip tanımayan lideriydi. Eskiden beri O'nun hakkında yazmayı arzu ediyordum. Ancak ne zaman böyle bir şeye teşebbüs etsem, gözün görmediği ve keşfedemediği bu çok yönlü şahsiyetin göz kamaştırıcı ışığı karşısında tereddüde düşüyordum. Kamu İdaresi (Amme İdaresi - Public Administration) dersi Hukuk Fakülteleri programlarında okutulan bir ders haline geldikten sonra ancak bu tereddütten kurtulabildim.
Bu dersin yabancı profesörleri, dersin, üzerine kurulmuş olduğu organize (organization), liderlik (lidership), plânlama (planing)'nın sadece teorik düşünceleriyle yetinmeyip başarılı büyük idare ve politika adamlarını ilmî bir tarzla tamamladıklarını, bunların başarı sebeplerini araştırma gayreti (gerek çağdaş şahsiyetler gerekse eski şahsiyetler olsun) dikkatimi çekmişti. Çeşitli ülkelerdeki hukuk ilmi uzmanlarının vardıkları ilmî gerçek şudurki, sanat (art) ve ilmî özellikler, organizedir ve liderlikte toplanır. İlim, herkesin öğrenmesine açık bir zemin ise de sanat kişideki şahsî hibe olup kişiden kişiye değişir. Sanat mesafesini ancak kişinin problemlere karşı göğüs germesiyle, hayatta ve tasarruflarındaki üslubuyla, kişiliğini etüd etmekle sınırlamak mümkündür.
Uzun tarihimize dönüp baktığımda, Ömer (r.a.)'in şahsiyeti bana bütün açıklığıyla göründü. O kadar ki kendisinden başka bütün şahsiyetleri örttü. Hukuk ilminin yabancı uzmanlarının arzeltiği şahsiyetler, onun şahsiyeti karşısında küçüldükçe küçülüverdi. Vardığım neticeye göre yapılacak olan şudur: Arap hukuk ilminin uzmanlarından biri, yabancı hukuk uzmanlarının yaptığı gibi, Hz. Ömer'in hayatını konu alan, sahasında söz sahibi bir araştırma yapmalı, böyle bir çalışma, sayısı belirlenemeyen büyük Arap liderlerinin politika ve idare sahasındaki şahsiyetleri kapsayan çalışmanın başlangıcı olmalıdır.
Bugün başladığımız muhavele (deney) alışılmış tarihî etüdlerden değildir. Ömer b. Hattab'ın bizzat tarife ihtiyacı yoktur. [8]
Ömer hakkında bilinen yüce sıfatlar ve büyük kabiliyetler, azamet ve hayranlıkla zikredilir. Dünyada iken en konforlu hayatı yaşayabilme imkânına sahip olmasına rağmen, halk zühdden bahsettiğinde onunkini zikreder. Şayet ayıplardan arınmış bir adaletten söz edilirse, Ömer'in adaletinden bahsedilir. Dinde ilimden ve fıkıhtan bahsedilirse O akla gelir. O'nunla ilgili haberleri kitaplarda okuyunca onların mübalağalı olduğunu zanneder, inanmak istemeyiz. Halbuki bunlar peygamberlere isnad edilen mucizelere yakın olup yüce büyüklerden daha büyük ve daha azametlidirler. [9]
Bu etüdden maksadımız, geçen sorulara cevap vermektir, bunu şu şekilde toparlamamız mümkündür:
Din, hür bir toplumun meydana gelmesine, çağdaş bir devletin bina edilmesine ne derece engel olmuştur, denilebilir. Bu sorunun pratik cevabım Ömer b. Hattab'ın hayatında bulacağız.
Resul-ü Ekrem Efendimiz, Allah'ın dinini tebliğ edip tamamladıktan sonra Rabbine kavuştu. Bundan sonra sorumluluğu Ebu Bekir (r.a.) yüklendi. İlk iş olarak mürtedleri yok etti. Birlik bağlarını kuvvetlendirerek binayı tamamlaması için bayrağı Hz. Ömer'e teslim etti. İşte burada Hz. Ömer'in şahsiyeti tebarüz eder;
O, İslâm'a öyle iman etmişti ki, şayet kemalin mertebelerden ibaret olduğu tartışmasını kabul edersek, O'nun imanından yüce olan iman ancak Hz. Ebu Bekir'in imanıdır. O, şüphenin sızmadığı bir şekilde İslâm'ı metnen ve ruhen kabul etmişti. O, daha sonra idarî sistemi ve dünya devletini tesis ederek Resulullah (s.a,v.)'ın ve Ebu Bekir (r.a.)'in müşahede etmedikleri şartlarda, toplumsal ilişkileri, İslâm'ın ufkunda, prensipleri doğrultusunda ve onun terbiyesiyle düzene soktu.
Ömer (r.a.) bunu nasıl başardı? Acaba O'nun o zamanki ve o şartlardaki görevi, İslâm prensipleri doğrultusunda yeni toplumsal ilişkilerin kurulması çabasından daha mı kolaydı? Hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki, O'nun görevi bizim bugünkü denemelerimizden çok daha zor idi. Neden o başardı da biz başaramadık? Suç akidenin kendisinde mi yoksa akidenin gerçek yüzünü anlayamamakta mıdır? Yoksa vaki olan toplumdaki değişiklikle sabit olan akidenin usulü arasındaki uyumu sağlayan içtihadımızın eksikliğinden midir?
Temmuz 1962 tarihinde, Birleşik Arap Cumhuriyeti'nin Hükümet İdaresi Tanzimi'nin Merkezi Komisyonu'na çağın en büyük kamu idaresi hukuk ilmi uzmanlarından Prof. Dr. Lorth Gulic ve Prof. Dr. James Bouluc'un hazırlamış oldukları ve takdim ettikleri raporu bu konuyla ilgili olarak iktibas ediyoruz.
Bu iki hukuk ilmi uzmanı, Millî İttifak Belgesi'nde manevî değerlerden (Anayasada: "Devletin dini İslâm'dır" maddesi itibariyle) fazla söz edildiğini mülâhaza ederek, İslâm esaslarının dakik bir şekilde özetini istediler. İslâm'ın esaslarını anladıktan sonra dediler ki:
"Hükümet sistemlerinin bulundukları ortamın kültür gerekliliklerine göre şekillendiklerini tamamen idrak ediyoruz." Herhangi bir hükümet cihazının plânını tekrar koordine etmek veya icraatlarını araştırmak o toplumdaki başlıca itikatları ve başta gelen genel fikir akımlarını bilmeden mümkün değildir. Bu sebeple önemli değişiklikleri önerenler ve iyi bir gelecek isteyenlerin şu iki büyük güç hakkında gereken itinayı göstermeleri icap eder.
1- Varis olan geleneklerin devamına meyleden kültüre büyük etki yapmak.
2- Milletlerin durumunu değiştiren sistemler, yeniye doğru yapıcı, ortaya koyucu değerlerden fikirler verilmelidir. Ta ki milletleri yeni itikatlara, yeni değerlere ve yeni hayata itebilsin.
Bu iki uzman, İslâm dininin, üzerine kurulduğu genel esasları, özetledikten sonra şöyle dediler:
"Bu noktaların derinliklerinden ortaya çıkan şudur: İslâm kültürü, yeni çağın başarılı hüküm esaslarının en uygunudur. Yalnız bununla yetinmemiş, bilâkis Mısır halkına yeni demokrasisini kurabilmesi için gereken prensipleri takdim etmiştir. Bu prensipler pratik ve olumlu liderlik sıfatlarını haiz olup halkın idareye iştirakini sağlamış, özel ve tüzel servetin millet menfaatine kullanılmasını gerçekleştirmiştir.
Ömer (r.a.), İslâmî durumunu göz önünde bulundurmaksızın insanlık tarihinin bilinen en başarılı idarî ve siyasî lideridir. O, değişik zaman ve mekânlarda, bu sahada iş yapanlara örnek olacak idarî ve siyasî mevhibesiyle (eteneğiyle) hakkında ihtisaslı etüd yapılmasını hak olarak kazanır.
Muhammed Ali'nin başlattığı ilmî uyanış, Arap ümmeti gençliğinin Batı'nın ilim ve keşiflerine karşı gözlerini açtıysa da bunların çoğu gördükleriyle çılgına dönerek kendilerine kompleks hâkim oldu. Geçmişlerini protesto ettiler. Kendilerindeki gücü tahdit etmediler. Çağdaş kültürleri geçmişleriyle filiz ilişkisi haline gelip ağacın gelişmesi için güç ve kuvvet veren toprağa çeken kökleri kaybettiler. Eski tarihi okuyanların, kültürümüzün ve medeniyetimizin güç merkezlerini idrak edenlerin çoğu, eski ile yeniyi birleştirmekten aciz kaldılar.
İslâm ruhu olan içtihadın, bu iki kültürün birbirlerini tamamlamadan meydana gelemeyeceğini bilmelerine rağmen, bunlardan ancak çok az kişi, İslâm-Arap ve çağdaş Avrupa kültürünü bir araya getirme çabalarını deneyebildi.
Devlet sistemleri ve idare sahasında Arap kültürü insanlığın tanıdığı en zengin kültür olup on dört asrın ürünüdür. Modern asrın siyasî sistemleri, idarî ve sosyal felsefeleri, evlâtlarının gururlandıkları teoriler, sadece yeni formüllerden ibaret ve asırlardan beri atalarımızın ortaya atmış oldukları hükümler olup Avrupa'nın, daha önce de üzerimize mecbur kıldığı gerileme devirleri bizleri bu kültür alıkoymuştur.
Gençlik yıllarımda, Paris Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Amme Hukuk profesörüne gidip "Yetkiyi Kötüye Kullanma Teorisi" (Thöorie de l'abus du droit) konulu doktora tezimi kendisine arzettiğimde, bana garip bir istekle, o teoriyi İslâm hukukunda araştırmamı talep ederek sürpriz yaptı. O zaman aklıma gelen şu idi: Sanki keşfedilmemiş bir kıt'anın entrikalarına atılmam hayâliydi. Bu dar boğazdan kurtulmak için kendisine şöyle söylemiştim: "Bu yeni ve çağdaş teorileri eski asırlardaki kanunlar bilmezler." Ancak o, şu sözüyle yolumu kesmişti: "Bu teorinin hükümlerinin ve ilişki kavramlarının esası olan bu dini bilmemen çok gariptir. Buna rağmen sana düşen, gereken araştırmayı yapıp İslâm hukukunun bu teoriyi neden bilmediğini beyan etmektir."
İşte bu şekilde tarihimizin çok zengin olan bu kısmına yönelmeye zorlandım. Araştırma esnasında zorluklarla karşılaşmama rağmen, asrın mucize saydığı şeylerin çoğu geçmişin hazineleri karşısında küçülmüş, bu muhteşem hazineler önüme sanki sergilenmişti.
İşte bu ruhla söz konusu etüde başladık. Bu etüdde tarih bizim için gaye olmayıp vesiledir. Burada tarihte meydana gelen olayları araştırmak için çaba sarfetmeyeceğiz. Başta şunu belirtmekte fayda vardır:
Büyük tarihçilerin Ömer (r.a.)'in siresine ilâve ettikleri bazı vak'alar peygamberlere has olan mucizelere yakın olup tarihçi bahsettiği şeyi isbat edememektedir. Ömer (r.a.)'in, siresine ilâve yapılmasına ihtiyacı yoktur. Tarih eleştiricisinin ikrar ederek kabul ettiği şey şudur. Onun zamanında yapılanları ve onun ortaya koyduğu gerçekleri tarih sayfaları kendisine yüce, baki ve ebediyete kadar devam edecek bir köşk kabul etmiştir.
Biz geçmişle gelecek arasında irtibat kurmaya çalışacağız. İdare ve hüküm sistemlerinde bu gün yeni terimler kullanıyoruz. Bugünkü terimlerin karşılığı Ömer (r.a.)'in asrında nasıldı? Siyasî, idarî ve sosyal alanda yeni felsefelerle Ömer (r.a.)'in içtihadı arasındaki ihtilâf ve ittifak yönleri nelerdir? Başka bir tabirle, şayet Ömer (r.a.), bugünün şartlarıyla ve problemleriyle bu asırda yaşamış olsaydı, bu şartları ve problemleri nasıl karşılardı ve bunlara ne şekilde bir çözüm yolu arardı?
Biz, tarihin taşıyamayacağı bir şeyi tarihe yüklemeyiz. Bazılarının yaptığı gibi, bir düşünceyi vurgulamak için önceden tarihi olayları zorlama girişiminde de bulunmayız. Çünkü bu, ilmî bir metod değildir. Araştırmacının laboratuvara girip deneyin sonucunu öğrenmek için değil de, daha önceden hazırlamış olduğu sonucu vurgulamak için tecrübeyi zorlaması gibi bir şeydir. Bu sebeple, Ömer (r.a.) hakkındaki kesin vak'alar veya mütevatir olan olaylar karşısında almış olduğu tavırlar, ondan bahsederken dolaylı bir şekilde çağdaş çözüm yolu takdim ederler. Bu şekilde eski tarihi bilenlere, karşıtı olan çağdaş sistemleri kapsamı içine almalarına yardımcı olup çağdaş sistemleri okuyanların eski sistemlerin derinliklerine dikkatle bakmalarını tavsiye ediyoruz.
İdare ve politika sahasında alışılmış metodlara tabi olarak, bu çalışmamızı üç bölüme ayıracağız:
1- Siyasî ve idarî yönden Ömer (r.a.)'in liderliği.
2- Yasama, yürütme ve yargı organlarına karşı olan pozisyonu.
3- Değişik toplumsal sistemlere göre Ömer (r.a.)'in durumu.
Başta, bu çalışmamızda görülecek olan hatalardan dolayı özür beyan eder, bunun sadece bir deneme olduğunu bildiririz. Önsözde ifade ettiğimiz anlamların aydınlığa kavuşması için başka denemelerin bu denemeyi takip etmesini temenni ederiz. Bütün kalbimle inanıyorum ki, Ömer bin Hattab, çağlar boyunca, ebedî bir nağme olarak tekrar tekrar çalınacak, kulaklar bu nağmelerin çalınmasından hiç usanmayacaktır. Başarı Allah'tandır.
Kahire, Ocak 1969
Amme idaresi (Kamu yönetimi-Kamu idaresi/Public administration) ilminin mevzularından, taklidi hale gelen sorulardan biri de amme idaresinin tabiatı hakkındadır. Amme idaresi ilim midir yoksa sanat mıdır?
Amme idaresi (Kamu yönetimi), sistem sahibi her toplumun ayrılması mümkün olmayan aktif çalışmalarının bir parçasıdır. Organizasyon, beşerî ve maddî gücün idaresinde hükümetin gayelerini gerçekleştirme anlamını taşır. Hâkim, bunu anlasın veya anlamasın, bu onun işinin bir yanıdır. Eski devirlerde devletin üzerine kurulduğu otoriteye bakıldığında, idare ile yakın bağları olan hâkimlerin genel hizmetlerin idaresi ve israil konusunda büyük söz sahibi oldukları görülür. Bu durum hâkimin zatında fark edilir. Bu sebeple idare "Bir sanattır ve şahısla birlikte doğar, daha sonradan kazanılmaz" (The administration is born and not made). Bu anlamı gün ışığına çıkarabilmek için ilimle sanat arasındaki farkı ayırt etmek gerekir.
İlim, teknik veya ıstılah manasına göre, araştırma ve deneyle keşfedilen bir grup kaidelerden oluşur. Kimya, tabiat ve matematik ilimlerinde olduğu gibi, değeri bir sahadan diğer sahaya göre değişmez. Sanat, başka bir deyimle kabiliyet ve maharet ise, ilmî, teorik prensiplerin tatbikatında beşerî maharetin kullanılması üzerine kurulur. İlim objektif esaslar üzerine kurulur. Sanat ise şahsî, özel karakterlerin ve sıfatların sınıfına girer. Şair, müzisyen ve ressam gibi. Bunların ilmî prensiplerden önceden haberdar oldukları farzedilir. Şairin, müzisyenin ve ressamın kendi branşlarındaki ilmî prensiplerden haberdar olmaları gerektiği gibi. Ancak haberdar olmak, kişinin sanatçı olması için yeterli değildir. Sanatçı olabilmek için, bilgiyi destekleyen şahsî hazırlığa, anlamları yorumlama gücüne, onu diğerlerinden ayırt eden cazibeli bir metoda sahip olmak gerekir.
Şüphesiz ki idare, ilk çağlarda sistemli ilimden ziyade şahsî maharete dayanıyordu. Bu sebeple idarenin sanat olduğunu tartışan kimse çıkmadı. Eski devletlerde aristokrat esaslara dayanan sistemle, seçimlerin yapılmasının buna yardımı oldu.
Böylece eskiden hâkim, toplumla ilgili genel mes'eleler hakkında karar verirken, ilhamına, salim görüşüne, re'yine itimat ediyordu. Bu durum, devlet görevlerinin kısıtlanıp yalnızca siyasi yönünü kapsamasına yardım etti. Siyasi yön ise devleti dış tehlikelere karşı korumak, yurd içinde ise, kanun dışına çıkanları, devletin güvenliğiyle oynayanları cezalandırmaktan, halk arasında adaleti sağlamaktan ibaretti. Bundan dolayı hâkime düşen görev, adaletle, emniyetle ve askerî hizmetlerle ilgili işleri idare etmekti.
Devletler otorite üzerine değil de genel hizmetler üzerine kurulunca, devletin aktivitesi, bütün insanların, doğumlarından ölümlerine kadar her şeyi kapsayınca, devlet cihazlarının koordinesiyle ilgili çalışmalar başladı. Hâkimlerin seçilmesi, kültürleşmesi; en kısa zaman devlet görevlerinin ifasını tekeffül edecek amme idaresinin prensiplerinin keşfedilmesi ve en yüksek aktiviteyi sağlamak için yapılan çalışmalar neticesinde amme idaresi ilmi inşa edildi. Zamanımızda amme idaresi, ilim ve sanat sıfatlarını birleştiren bir aksiyon haline geldi.
Amme idaresi, koordinasyonda, ilmî kaidelere bağlı olmak şartıyla tüm hallerde aynı sonuçları doğuramadığı için de sanattır. Yüksek kapasiteye sahip olan idare heyetinin muayyen bir liderin komutasından başka bir lidere geçince, aynı şartların ve ortamların sabit kalmasına rağmen, aynı aktiviteye sahip olmadığını görmek mümkündür.
Genel politikanın idare sahasındaki lüzumu bakımından liderlik büyük önem taşımaktadır. Şayet koordinasyon hükümet ve idare sahasında gerekliyse, usta liderlik amme idaresinin ruhu olup devletin veya organizasyonun hayatı üzerine kurulmuş olduğu heykelden hasıl olmayıp birinci plânda ve herşeyden önce liderin özelliklerine dayanmaktadır. Buna en büyük delil olarak şu örnek verilmektedir:
Bir ordu, çok iyi bir disiplin üzerine kurulur. En modern silâh ve gereçlerle donatılır. Ancak bunlar orduyu istediği zafere ulaştıramaz. Zafer, usta lider olduğu zaman gerçekleşir. Aynı şey, sivil idare için de geçerlidir. Liderin başarılı olması, genellikle devletin gerçekleştireceği başarıya bağlıdır.
Amme idaresi profesörlerinin mülâhaza ettikleri şey, tarihin başta gelen başarılı liderlerinin genel mes'eleleri çözüm yoluna sokarken, takip ettikleri yolun farklı olmasıdır. Bu da liderliğin sanat veya maharet olduğunu vurgulamaktadır, çeşitli faktörlerden etkilendiğini göstermektedir. Kanun ilmi uzmanları, birçok liderin, işlerinde değişik yollar denemelerine rağmen, çok büyük başarılar sağladıklarını mülâhaza etmektedirler. Bunlardan bazıları işi sür'at ve şiddetle halletmeye yönelirken, diğerleri şefkat ve yumuşaklığı esas alır. Bazıları ise emir verme yolunu tercih ederken, başka bir grup emri altındakilerden isteklerini ve önerilerini kendilerine belirtmelerini; daha başka bir grup ise emri altında bulunanların yüreklerine korku salma yoluyla başarı sağlarlar, Diğer bir grup da, iyi anlaşma ve güven yoluyla sonuca gider. Bazı liderler sinirli olmakla tanınırken diğer bazılarının da özelliği sabır, müsamaha ve hoşgörüdür.
Bahsettiğimiz gerçeğe rağmen, hukuk ilmi uzmanları başarılı liderleri bir araya toplayan ortak özelliklerin olup olmadığı sorusunu ileriye sürüp buna olumlu cevap bulmalarına rağmen ortak sıfatların en az düzeyde sınırlanmasında ihtilâfa düşmüşlerdir. Bunlardan bazıları başarılı liderin özelliklerini şöyle sıralamaktadırlar. [10]
1- İdarî ilişkileri tüm açılardan uzaktan ve yakından idrâk etmeye muktedir olma ve geniş ufukla çalışma.
2- Muhtelif idarî tasarrufların, genel hattını temsil eden devletin genel politikasına tabi olması, genel menfaatleri sağlayacak şekilde bu tasarruflar arasında bağlantı sağlaması.
3- İdarî lider de tabir edilen "Govermental sense" hükümetin duyusu veya şuuru bulunması, genel menfaatleri kutsallaştırıp diğer tüm itibarlara tercih etmesi.
4- Genel politika ruhuna karşılık verebilme "Political sense".
5- En uygun metodları seçebilme, en yüksek düzeyde mümkün olacak üretim kifayetini elde etmeyi tekeffül kudretine sahip olma, koordinasyon kaide ve unsurlarını bir araya getirerek iş şartlarının en münasip bir şekilde yetkiyi vekâlet verme "Delegation of authority" işlemlerini basitleştirme ve muhtelif idareler arasında uyum sağlama.
Bunlardan bazıları, zihnî karakterlere fizikî şartları da şu şekilde ilâve etmektedirler:
1- Temiz bir hayatı olması.
2- Toplu sorumluluk düşüncesine sahip olması ve ince ruhlu bulunması.
3- İyi ahlâk ve güzel tavır sahibi bulunması.
4- İlişkilerde insaflı ve adil olması.
5- Sağlıklı olması.
6- İhtimalleri güçlü bir şekilde sezmesi.
7- Müjdeleyici ve iyimser olması.
8- Kendisiyle birlikte çalışanların özel problemleriyle ilgilenmek için güçlü ve hazırlık halinde olması.
9- Başkalarının imkânlarını ve özelliklerini keşfetmede büyük bir kudrete sahip olması ve mümkün mertebe bunları değerlendirebilmesi.
10- Neşe ve lâtife ruhuna sahip olması.
11- Krizlerde sükûnetini koruyabilmesi, sinirlerine hâkim olması, tehlike zamanında sür'atli düşünme ve karar verme yeteneğine malik bulunması.
İşte bütün bunlar başarılı idarecilerin ortak özellikleridir. Fizikî ve ahlâkî veraset yoluyla ve sonradan elde edilen özellikler de buna ilâve edilince idarecilikteki maharet ortaya çıkar ve kişiyi hedefine kolayca ulaştırır.
Bir liderin, zikrettiğimiz bütün bu şartları kendinde toplaması nadir görülen olaylardandır. Ancak, sayılan bu şartlardan ne kadarını üzerinde toplarsa ideal lider olmaya o kadar yaklaşır.
Çalışmamızın konusu olan liderin kişiliğine dönüp baktığımızda şu gerçeklerle karşılaşırız:
1- Ömer (r.a.)'in liderliğini üzerine aldığı devlet, bugünkü çağdaş devletlerin alışılmış tederrüç (tedrici kademe kademe) kaidesi dışına çıkmıştı. Başlangıçta bu devletler, otorite prensibi üzerine kurulmuş, daha sonra tedrici olarak hizmet devleti veya konfor devleti haline dönüşmüştü. Ömer (r.a.) zamanındaki devlet, her vatandaşın hayatını koruma kaidesi üzerine kurulmuştu. Günümüzde büyük çapta sosyalist devletlerin vardığı en yüksek düzey ise vatandaşların hastalık, ihtiyarlık ve işsizlik sigortalarını kapsamaktadır. Halbuki Ömer (r.a.) zamanında -biraz sonra göreceğimiz gibi- yeni doğan her çocuğa, nerede olursa olsun, Beytülmal'den bir maaş verilirdi. Ömer (r.a.)'in bilinen şiarı şudur:
"Şam sahrasında bir hayvan hastalanırsa, Ömer (r.a.)'e neden yolu düzeltmedin diye sorulur." Böyle bir devletin idaresi için elbette ki yüksek bir kudrete, idarî kabiliyete ihtiyaç vardı. Özellikle devletin sınırlarının kuzeyden güneye, doğudan batıya ne kadar geniş olduğu, ulaşımın hayvanlarla zor şartlar altında yapıldığı göz önüne alınırsa, böyle bir lidere olan ihtiyaç açıkça kendini gösterir.
2- Ömer bin Hattab'ın kazandığı tecrübeden ne kadar söz edilirse edilsin, gerek Peygamber Aleyhisselâm devrinde gerekse birinci halife Ebu Bekir (r.a.) zamanında bu büyük devletin idaresi onun şahsî işi haline gelmişti. Sahip olduğu şahsî kudretin neticesi olan idare kabiliyetini ortaya koyuyordu. Devlet yönetiminde gösterdiği üstün başarı ise ilmî kaidelerden çok zekâya ve ince hislere dayanıyordu.
3- Tarih kitaplarının Ömer bin Hattab'la ilgili olarak kaydettiği özellikler sanki birer masal gibidir, Abbas Mahmud el-Akkad'ın "Abkariyle Ömer" adındaki eserinde dediği gibi, "Şayet masal icad eden yazarlar Ömer bin Hattab'ın hayatını düşünüp ortaya çıkarmayı denerlerse bu şekilde farklı ve dağınık olan haberleri ve eşi az bulunan olayları ortaya çıkarmak onları hasta eder, daha sonra okuyucu, okuduğu zaman istediğini kabul eder, kabul etmediğini bir tarafa atıp geriye en gerçek delâleti ortaya çıkaran sıfatları kalırdı."
Hakikatte Ömer bin Hattab'ın hayatım gözler önüne seren haberler ona eşi bulunmaz bir pozisyon kazandırmıştır. Bu pozisyonu onunla paylaşacak ikinci bir benzeri yoktur. Bugün, başarılı bir liderde aradığımız şartların ve özelliklerin hepsi onda en mütekâmil şekliyle mevcuttu. O kadar ki Ömer bin Hattab gibi bir şahsiyetin ikinci bir defa ortaya çıkmasının mümkün olmadığını burada vurgulamak gerekmektedir. Şöyle ki gerçek kahramanların kim olduğunu çok iyi bilen Resulullah (s.a.v.), zor anlar yaşadığı bir sırada Allah'a dua edip iki Ömer'den biriyle İslâm'ı güçlendirmesini istemiştir. Bu söz özellikle bizi düşünmeye sevkeder. Çünkü siyaset adamları, siyasî sistemleri Ömer (r.a.)'in şahsiyetinden etkilenerek kurmak istemektedirler. Bu düşüncelerden en meşhuru, Şeyh Muhammed Abduh'un ortaya attığı "El Müstebid el Adil"dir. O meşhur makalesinde Ömer bin Hattab'a açık bir beyan yoluyla değil, ima şeklinde işaret etmiş ve şunu vurgulamıştır:
"Doğu'da müstebit ve adil biri çıkacaktır. O sahtekârlarla tanışmaktan nefret eder, halkına acır, komşuları insafa mecbur eder, halkına halkın menfaati doğrultusunda kendi görüşünü bildirir, şayet kabul etmezlerse kendi mutluluklarını nazarı itibare alarak zorla kabul ettirir. Adil, bir adım atmadan önce hükmettiği halka bakar. O, kendi şahsından daha çok halkına aittir."
Bütün bu göz kamaştırıcı özellikler Ömer bin Hattab'ın şahsında gerçekleşmişti. Ne var ki bunların bir daha tekrarı mümkün değildir. Bu sebeple kitabımızın başında şunu vurgulamak isteriz ki, siyasî sistemler iyi niyetlerle istikamete giremezler. İstikametlerin gerçekleştirilmesi, teminatların ve sorumlulukların sınırlandırılması devamlı kontrol etmekle ve aydın bir şekilde hesap sormakla mümkün olur. Bütün bunların ne kadar doğru olduğunu Ömer (r.a.)'in siresinde göreceğiz.
Veraset yoluyla kazanılan ve daha sonra elde edilen sıfatlardan olup Hz. Ömer'in politikasında kendini gösteren, onu bariz bir şekilde en yüksek mertebeye çıkaran sıfatları ilk iki bölümde, daha sonra da liderlikteki metodlarını üçüncü bölümde takdim edeceğiz.
Görüldüğü gibi, bir liderin başarılı olması için gereken şartların bütün önceliklerin başında gelmektedir. Bu şartların ve sıfatların bazısı miras yoluyla gelir, bazısı ise sonradan kazanılır. Bunları bilmek, başarılı bir lideri etüd etmek için çalışmanın anahtarıdır. Tarih kitaplarının açıkladığı gibi, Hz. Ömer bin Hattab'ın sıfatlarını takdim edeceğiz.
Ömer (r.a.), elli yaşlarında halife oldu. Bu yaş, vücudun gücünü korumasını, duyuların sağlamlığını, özellikle şayet bünye sağlam ise aklî bakımdan olgunlaşmayı garantilemektedir.
Eski ve yeni eserlere müracaat ettiğimizde, Hz. Ömer'in fizikî sıfatları hakkında bize şu özellikleri takdim ederler:
O, heybetli bir bünyeye sahipti. Uzun boyluydu; halk arasında yürürken sanki onları gözetleyen bir binici görünümündeydi. Bir kavimle beraber olduğunda onlardan üstün görünürdü [11]Burnu ve gözleri güzel olup yanakları pembemsiydi. Elleri ve ayakları güçlüydü. Yürürken adımlarını hızlı atar, yere kuvvetli basardı. Sesi o kadar gürdü ki bağırdığında onu duyanlar adeta sersemleşir, baygınlık geçirirlerdi. Yürürken ayaklarının uçları genişler, topukları birbirine yanaşır, eğri basardı. Her iki elini de kullanır, sad harfini dilediğinde ağzının her iki yanından çıkarırdı.
Saçı dökülmüştü, dolayısıyla seyrekti. Saçına ve sakalına kına yakardı. Sakalının önü uzundu. [12]
Ömer'in bu fizikî özellikleri ve zevkleri güçlü bir vücuda ve sağlam bir duyu sahibi olmaya dayanıyordu. Hoşlandığı şeylerden biri de güreşti. Delikanlılık çağından İslâm'a girinceye kadar halk arasında büyük şöhret kazanmış, İslâm'ı kabul edişiyle birlikte bu şöhreti daha çok yaygınlaşmıştı. Meclisten meclise nakledilir hale gelmişti. Arabilerden biri [13]Ömer (r.a.)'in nasıl güreştiğini gören birine şöyle dedi:
“Her iki elini de kullananın Müslüman olduğunu duydun mu?”
“Evet.”
“Vallahi o, onlara ya büyük kötülük yapar veya büyük hayır getirir.”
Hoşlandığı şeylerden biri de ata binmekti. Bu zevkini halife iken bile devam ettirdi. Ebu Mes'ud el Ensari’nin rivayetine göre: "Biz meclisimizde oturuyorduk. Bir adam atına binmiş, doludizgin üzerimize sürerek geliyordu. Neredeyse bizi ezecekti. Yerlerimizden kalktık. Bir de baktık ki, bu Ömer bin Hattab'dı. Kendisine dedik ki: Yâ emire'l-mü'minin! Peşinizde kim var?
“Neden bilmemezlikten geliyorsunuz? Kendimi hafif hissettim ve bu atı bulup bindim.”
Gerek cahiliyet devrinde gerekse Müslüman olduktan sonra Ömer (r.a.)'in bu fizikî sıfatları savaş meydanlarında kahramanlıklar göstermesini sağlamıştı. İslâm'a girmeden önce Müslümanlara azabın her çeşidini tattıran Ömer, Müslüman olduktan sonra onların koruyucu zırhı haline gelmişti. Uyguladığı ince ve titiz adalet sayesinde Resulullah (s.a.v.)'ın kendisine "El-Faruk" unvanını vermesine sebep olmuştu. Halife Ömer'in bu güçlü yapısı, müslümanların genel ve özel işlerini halletmekte öyle bir fonksiyon ortaya koymuştu ki, geçmişte bunun bir örneğini görmek mümkün değildi. Bu sahada bazı örnekler takdim etmekle yetineceğiz:
a- Ali b. Ebi Talib (r.a.) şöyle rivayet etmektedir: Ömer (r.a.)'in koştuğunu gördüm.
“Yâ emire'l-Mü'minin! Nereye gidiyorsun,” dedim.
“Sadaka zekât develerinden birini arıyorum,” cevabını verdi.
“Sen onu uzaktan mı takip ediyorsun” diye sordum.
“Muhammed (s.a.v.)'i Peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, Fırat kıyılarında bir keçi kaybolsa, kıyamet günü Ömer'den sorulur.” [14]
b- Bir yaz günü, Osman b. Aftan (r.a.), Aliye'deki evindeyken, aşırı derecede sıcak bir günde, bir adamın iki deve yavrusunu sürdüğünü gördü. Osman şunları söyledi:
“Bu adama ne oluyor ki? Hava serinleyinceye kadar Medine'de beklese, daha sonra gitse iyi olmaz mı?”
Adam yaklaştı. Osman, arkadaşına kim olduğunu öğrenmesi için bakmasını istedi. Arkadaşı:
“Emire'l-mü'minindir,” dedi. Osman (r.a.) kalkıp kapıdan başını dışarı çıkınca yakıcı bir rüzgârın estiğini gördü. Başını tekrar içeri sokup kapıya gelmesini bekledi. Kapıya geldiğinde:
“Seni bu saatte dışarı çıkaran nedir,” dedi. Ömer (r.a.) şöyle cevap verdi:
“Sadaka develeriyle giden iki deve yavrusu kayboldu. Onlara kavuşup korun ak istedim. Onların kaybolup Allah'ın beni hesaba çekmesinden korktum.”
Osman (r.a.) şöyle söyledi:
“Gölgeye gel de, su iç.”
Ömer (r.a.) reddederek yoluna devam etti. Bunun üzerine Osman (r.a.):
“Güçlü ve güveniliri (kuvvetli ve emini) görmek isteyen buna baksın,” dedi ve sonra bize döndü ve kendisini yere attı. [15]
c- Bu fizikî güç onun halka bizzat hizmet etmesini sağladığı gibi, bu konudaki rivayetler sınırlanacak gibi değildir. Bunlardan bazıları şunlardır:
Eşleri gurbette olan hanımlara gider, kapılarında durur, ihtiyaçlarını sorar, eşlerinden gelen mektupları kendilerine okur. Şayet yazacak kimse yoksa, kendilerine istedikleri mektupları yazardı.
Halkın taşındığı yerlere gider, şayet düşmüş bir şey görürse sahibine iade ederdi.
Geceleri koruyucu olarak gezen ilk kişi oydu. Bir gece Ensar'dan bir kadının suyunu taşıyamadığını görünce kendisine yardım etti, salisen suyunu taşıdı, kendisine hizmetçi tayin ederek nafaka bağladı.
Bir grup tüccar Medine'ye geceleyin geldiler ve mallarını koruyucusuz terkettiler. Ömer bin Hattab ve Abdurrahman bin Avf sabaha kadar bu malları beklediler.
Kör ve yaşlı bir kadına uzun süre hizmet etti”.
Kendisinin bir kadına ve aç çocuklarına bizzat yemek hazırladığı olay meşhurdur, dolayısıyla burada tekrarlamaya gerek yoktur.”
Bir gece bir kadının doğum yapmakta olduğunu ve kendisine hizmet edecek kimse bulunmadığını keşfetti. Eşi Ali b. Ebi Talib'in kızı Ümmü Gülsüm ile kadın doğum yapıncaya kadar beklediler. Kendisine yemek hazırlayıp oradan ayrıldılar.
Hz. Ömer, Osman ve Ali (r.a.), zekât yerine girerler. Osman (r.a.) gölgede oturup yazmaya başlar. Ali (r.a.) ayakta durup Ömer (r.a.)'in söylediklerini Osman (r.a.)'a yazması için okur, Hz. Ömer ise çok aşırı sıcakta, üzerinde iki elbiseyle ayakta duruyor, biriyle vücudunu, diğeriyle de başını örtüyor, szekâtlık develere bakıp renklerini ve dişlerini yazıyordu.” Ali, Osman (r.a.)'a:
“Şuayb (a.s.)'in kızının Allah'ın kitabındaki sözünü duydun mu?”
“Babacığım
dedi, bunu (çoban) tut işte, çünkü ücretle tuttuklarının en hayırlısı budur.
Hem de güçlü ve güvenilir (adam) dır". "Kuvvetli ve emin" [16]
Ve Ömer (r.a.)'i göstererek:
“Kuvvetli ve emin budur,” dedi.
Şüphesiz ki, okuyucu "güçlü ve kuvvetli veya kuvvetli ve emin" sıfatının birden fazla tekrarını mülâhaza edecektir.
Fizikî özellikler, ahlâkî ve psikolojik sıfatlar olmadan, kişiyi Ömer (r.a.)'in elde ettiği mertebeye çıkaramaz. Bütün tarih kitapları Ömer b. Hattab hakkında müttefikan aynı şeyi söylemektedirler. Meseleye bu açıdan bakınca Ömer (r.a.)'in birçok sıfata salıip olduğunu görüyoruz. Ancak biz başlıca sıfatlarını şu şekilde sıralayacağız:
Tam bir sorumluluk hissi, şiddet, feraset, adalet ve heybet...
Bu sıfatların çeşitli ve değişik faktörlerin sonucu ortaya çıktığı aşikârdır. Hz. Ömer (r.a.)'in gençlik yıllarını, kültürünü, İslâm'ın nefsine ekmiş olduğu değerleri örnek olarak verebiliriz.
Hz. Ömer'in tebaasına karşı duymuş olduğu sorumluluk hislerine gelince, buna delil göstermeye hiç ihtiyaç yoktur. Başta Resulullah'da görüldüğü gibi, nefsanî duyguların dizginlenmesi dinî faktöre bağlıdır. Ancak dinî akide kişiyi bu mukaddes seviyeye yükseltebilir. O, insanın kendi nefsine ve hareketlerine bir gözlemci olmasını sağlar. Hiçbir kontrol mekanizması bunun kadar güçlü değildir. Bu sebeple biz Ömer b. Hattab'ın sıfatlarını bu açıdan fazla uzatmayacağız. Siyasî ve idarî lider olarak onun hayatını etkileyen diğer sıfatlarıyla yetineceğiz.
Gerek cahiliye devrinde gerekse İslâm'a girdikten sonra Ömer (r.a.), şiddetiyle meşhurdu. O kadar ki sayıları oldukça kabarık bir sahabi topluluğu bile Ebu Bekir (r.a.)'den sonra Ömer (r.a.)'in halife olmasından korktular. Ebu Bekir, Ömer'in halife olması için Abdurrahman b. Avf dan görüşünü sorduğu zaman Abdurrahman b. Avf şöyle dedi:
“Vallahi O, (yani Ömer), senin onun hakkında belirttiğin görüşünden daha üstündür. Yalnız Onda katılık vardır.” Ömer'in halife olması için Ebu Bekir'in sahabilerin görüşlerini aldığını öğrenen diğer bazı sahabiler, İbn Haltab'ın şiddetini ve katılığını göz önünde bulundurarak Ebu Bekir'i korkutup bu isteğinden vazgeçirmek maksadıyla fikir birliğine vardılar. İzin isteyip yanına girdiler.
Şurası bir gerçek ki, gerek cahiliye devri, gerek Resulullah'ın zamanı ve gerekse Ebu Bekir (r.a.)'in döneminde Ömer (r.a.)'in tarihi bu korkuyu pekiştiriyordu. Özellikle devletin idare sisteminde son söz halifenindi.
Resulullah'ın devrinde ve Ebu Bekir'in halifeliği döneminde karşılaşılan mes'eleleri kökünden halletme yönüne meylederdi. Tarih kitaplarında sabit olan bazı olayları burada takdim etmekle yetineceğiz:
Meşhur Bedir savaşında Müslümanlar Kureyş'in ileri gelenlerinden, toplum da yüce mertebelere sahip olanlar başta olmak üzere, yetmiş kişiyi esir almışlardı. Peygamber Aleyhisselâm, esirlerin geleceği için istişarede bulunmuştu. Hz. Ömer, bunların katledilmelerini zarurî görerek şöyle demişti:
- Ey Allah'ın Resulü! Onlar Allah'ın düşmanıdırlar. Seni yalanladılar, seninle savaştılar. Ve seni dışarı çıkardılar. Dolayısıyla kafalarını vuralım. Onlar küfrün başları ve dalâletin lideridirler. Onların öldürülmesiyle Allah İslâm'ın yayılmasını kolaylaştırır, şirk ehlini de zelil kılar.
Başta Ebu Bekir (r.a.) olmak üzere diğer sahabiler fidyenin kabul edilmesine taraftardılar. Peygamber Aleyhisselâm da bu görüşü tercih etmişti. Ancak Allah'tan vahiy indiğinde Enfal suresinin 66. ayeti Ömer (r.a.)'in görüşünü destekleyerek şöyle emrediyordu:
"Yeryüzünde
ağır basıp küfrün belini iyice kırıncaya kadar hiçbir peygambere esirler sahibi
olmak yakışmaz. Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz. Allah ise sizin için
ahireti istiyor. Allah daima üstün ve hikmet sahibidir. İslâm iyice yerleşip
küfür ezilmedikçe, sizin esirleri tutup onlardan fidye almayı beklemekle
uğraşarak vakit kaybetmeniz doğru değildir."
2- Mikrez b. Hafs, Süheyl b. Amr'ı kurtarmak için fidye takdim etmişti. Süheyl b. Amr büyük bir hitabet gücüne sahipti. Ömer, Mikrez'in Süheyl'i fidye ile kurtarmaya teşebbüs ettiğini görünce sür'atle Resulullah'a gitmiş ve şöyle demişti:
“Bırak beni, (izin ver), Süheyl b. Amr'ın iki ön dişini çekeyim ki dili dışarı sarksın, senin aleyhinde hiçbir yerde nutuk söyleyemesin.”
Resulullah (s.a.v.), Ömer (r.a.)'in bu isteğini reddederek şu şekilde cevap vermişti:
“Onu ibret
etmeyeceğim. Peygamber de olsam Allah beni ibret eder.”
3- Münafıkların başı olan İbn Selûl, Müslümanların arasında fitneyi ateşlemek isterken Hz. Ömer sinirli bir şekilde Resul-ü Ekrem'e gitmiş ve şunları söylemişdi:
“Yâ Resulallah! Abbad b. Bişr, onu önünden geçerken vurup öldürsün.” Resulullah şöyle cevap vermişti:
“Nasıl olur, ya
Ömer! Halk, Muhammed arkadaşlarını öldürüyor demezlermi?”
Resulullah (s.a.v.)'ın İbn Selûlü affetmesi onun zelil olmasına sebep olmuş, Müslümanların daha sonra İbn Selûl'ü öldürerek zafer kazanmalarına vesile teşkil etmişti. Öyle ki Resul-ü Ekrem, bir muallim olarak bu durumu Ömer (r.a.)'e hatırlatmış ve şöyle demişti:
“Nasıl
görüyorsun ya Ömer. Vallahi, onu senin dediğin zaman öldürseydim öncekileri
korkuturdum. Bugün öldürülmesini emretseydin öldürürdüm.”
Bunun üzerine Ömer der ki:
“Vallahi, Resulullah'ın verdiği emrin benim verdiğim emirden daha hayırlı ve daha yüce olduğunu anladım.”
4- Abdullah b. Übeyy ölünce Peygamber Aleyhisselâm namazını kıldırmak için ilgilenir. Hz. Ömer ayağa kalkar, onun İslâm'a karşı kullandığı hile ve tuzakları anlatır, sonra Allah'ın kelâmından şu ayeti okur:
"(Sen) onlar için ister af dile ister dileme. Onlar için yetmiş defa afdilesen yine Allah onları affetmez”” [17]
Resulullah (s.a.v.), Ömer (r.a.)'in bu güçlü ilhamına gülümseyerek:
“Şayet yetmiş defadan fazla af dileyip affolabileceklerini bilsem yetmiş defadan fazla af dilerdim”, buyurur.
Resulullah, Abdullah b. Übeyy'in namazım kıldırdı ve defnedil inceye kadar cenazeyle birlikte yürüdü. Ancak daha sonra vahiy nazil olduğunda Ömer b. Hattab'ın görüşünü teyit ettiği ortaya çıktı. Allah (c.c.) kitabında şöyle buyuruyordu:
“Ve onlardan ölen
birine asla namaz kılma. Onun kabri başında durma" [18]
5- Müslümanlar Mekke'nin fethi için harekete geçtiklerinde Ebu Süfyan, Müslümanların haberlerini öğrenmek için yola çıkmıştı. Peygamberimizin amcası Abbas (r.a.), onu Müslüman olması arzusuyla Peygamber Efendimizin çadırına götürdüğünde Hz. Ömer, sür'atle Peygamberimizin çadırına girer, Ebu Süfyan’in kalasının vurulmasını ister. Resulullah Hz. Ömer'in bu görüşünü kabul etmez. Daha sonra Ebu Süfyan Müslüman olur. Ömer bir kere daha Resulullah'ın görüşünün kendi görüşünden daha büyük ve daha bereketli olduğunu anlar.
Ömer b. Hattab, halkın kendisi hakkındaki görüşlerini de biliyordu. Delil olarak şu olayı göstermek istiyorum. Hudeybiye barışında Müslümanlar, Kureyş'le müzakere yapmak istediklerinde bu görev için Hz. Ömer'i seçme temayülünü belirttiler. Ömer (r.a.), şöyle konuştu:
“Ya Resulallah! Ben, Kureyş'ten korkarım. Beni onlardan koruyacak Benî Adiy b. Ka'b'dan kimse yok Mekke'de [19]Kureyş, benim kendilerine karşı ne kadar katı olduğumu bilir. Sana kendimden daha güçlü birini göstereyim. O da Osman b. Aftan (r.a.)'dır.”
Resulullah Ömer b. Hattab'ın bu görüşünü benimseyerek Osman (r.a.)'ı görevlendirdi.
Resulullah (s.a.v.) Ömer (r.a.)'deki bu şiddet sıfatını bildiği için onunla Ebu Bekir (r.a.) arasında şu kıyası yapıyor ve şöyle diyordu:
“Allah, bazı
kimselerin kalblerini öylesine yumuşak (esnek) kıldı ki, sütten daha yumuşaktır.
Bazılarınınkini de öylesine şiddetli kıldı ki, taştan daha katıdır. Ya Eba
Bekir! Senin misalin İbrahim Aleyhisselâm'dır. O der ki:
"Artık
bundan böyle kim bana uyarsa o, bendendir. Kim bana karşı gelirse (o da senin
merhametine kalmıştır.) Şüphesiz sen bağışlayan, esirgeyensin" [20]. Yâ Eba Bekir! Senin
misalin Hazreti İsa Aleyhisselâm'dır.
"Eğer
onlara azap edersen, onlar senin kullarındır. (Dilediğini yaparsın). Eğer
onları bağışlarsan şüphesiz sen daima üstünsün, hikmet sahibisin [21]. Ya Ömer! Senin
misalin ise Nuh Aleyhisselâm'dır.
"Nuh dedi
ki: Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden tek kişi bırakma"[22] Ve senin misalin
Musa Aleyhisselâm'dır.
"Rabbimiz
onların mallarını yok et. Kalblerini sık ki, acı azabı görünceye kadar
inanmasınlar." [23]
Hadis-i şeriflerde açıkça görüldüğü gibi, Ömer (r.a.)'in şiddeti bizatihi şiddet gayesine yönelik olmayıp Allah içindi. Ancak bunu günümüzün anlayışına göre açıklamak gerekir.
Bütün asırlarda organizasyon, iki düşünce yörüngesinde döner:
1- Takdirî (ihtiyarî, kişinin seçimine bağlı) otorite (Discretionary power).
2- Mukayyed otorite (Ministerial power).
Hüküm hazırlanıp tatbik edilmesi için şartlar tahdid edilince, hükmün işlemesi için şartların yeterli olması gerekir ki, bu durumda otorite mukayyet (sınırlı) olur. Ancak bu üslûba her zaman tabi olmak, şartların değişmesini göz önünde bulundurmak suretiyle imkânsızdır. O zaman hâkime, toplum menfaatlerinin (Common interets) zaruretlerine uygun bir şekilde yetki veya izin verilmesi halinde otorite takdiri (ihtiyarî) olur. Liderlerin halkın menfaatlerini, genel şartları kendi görüşleri istikametinde tartmaları sebebiyle bazıları şiddete, bazıları ise kolaylığa ve esnekliğe meyil gösterir. Bu sahada Ömer (r.a.) en az halifeliğin mes'uliyet yükünü taşımadan önce şiddete meylederdi.
Bu soruyu sormak için haklı olmak gerekiyor: Neden Ömer (r.a.)'in tabiatı şecaete yönelikti?
Ömer (r.a.)'in bu özelliğinin tefsiri için birçok sebep vardır. Bunlardan bazıları şunlardır:
Babası el-Hattab, kavminin arasında şerefli ve saygı duyulan bir kimseydi. Ancak ne malı ne de hizmetçileri vardı. Ömer'in tabiriyle sert ve katı idi. Ömer (r.a.) halifeliği esnasında sık ağaçlı olan "Decran" denilen bir mevkiden geçerken şöyle demişti:
“Ben Hattab'ın çobanlığını burada yapardım. Vallahi onu hep çok katı ve sert bildim.”
Başka bir rivayet ise şöyledir:
“Bu vadide Hattab'a çobanlık ederdim. Çalışırken beni takip ederdi ve çok katı davranırdı.” Şayet bir ihmalkârlık gösterirsem beni döverdi. Ömer b. Hattab hakkında görüş bildiren yeni tarihçiler bu manayı idrak etmişlerdir.
Dr. Muhammed Hüseyin Heykel "El-Faruk Ömer" adlı eserinde şöyle der: "Ömer'e delikanlılık çağında katılığı ve sertliği babasından verasetle geçti. Daha sonra bu katılığın ve sertliğin kendisinde yerleşmesine vücudunun kuvveti yardım etti.
Bu sebeple Ömer (r.a.) halife olduğunda yaptığı dua zatını eleştiri mahiyetindeydi:
Yâ Rabbi! Ben katıyım. Beni yumuşat. Yâ Rabbi! Ben zayıfım. Beni güçlü kıl. Yâ Rabbi! Ben cimriyim. Beni cömert kıl."
Resul-ü Ekrem rahmet peygamberiydi. Allah (c.c.)'ın buyurduğu gibi:
"Mü'minlere şefkatli ve merhametlidir" [24]
Resulullah'ın kendisi için rivayet ettiği ve şanlı tarihinin kaydettiği gibi, o iki yoldan kolay olanını seçti, yani rahmet ve şefkati tercih etti.
Ebu Bekir (r.a.), tabiatı itibariyle affetmeyi seven bir kimseydi. Şefkat sahibi olması sebebiyle Müslümanların kalblerinde yer edinmiş, ilk İslâm halifeliğinin kurulmasında onun kesin etkisi olmuştu. Toplumun menfaatinin ihlâl olmaması için, bu esnekliğe karşılık bir çeşit katılıkla dengelenmesi gerekiyordu. Resulullah'ın hadis-i şerifinde, Hz. Ebu Bekir'le Hz. Ömer arasında mukayese yapılırken bu anlam açıkça kendini göstermişti. Bizim aşikâr bir şekilde işaret ettiğimiz manayı Ebu Bekir ve Ömer (r.a.) keşfetmişlerdi.
Abdurrahman b. Avf, Ebu Bekir (r.a.)'i Ömer (r.a.)'in katılığıyla korkuttuğu zaman Ebu Bekir (r.a,) kendisine şöyle cevap vermişti:
Böyle yapmasının sebebi, beni yumuşak gördüğü içindir. Bu iş kendisine verildiği takdirde şu anda yaptıklarının çoğunu terk eder. Yâ Eba Muhammed, onu izledim ve gördüm ki, bir adama herhangi bir şey için kızdığımda benden, benim ondan razı olmamı, şayet yumuşadıysam şiddetli olmam gerektiğini gösterdi.
Ömer (r.a.) halife seçildikten sonra Müslümanların onun katılığından ve şiddetinden korktuklarını biliyordu. Meşhur hutbesinde bu hususu te'kid ederek şöyle söylüyordu:
“Halkın şiddetimden korktuğu tarafıma iletildi, katılığımdan korktular. Resulullah aramızda iken bize şecaat gösteriyordu. Resulullah'dan sonra Ebu Bekir (r.a.) başımızdayken şecaat devam etti. Şu anda bütün işler ona nakledilince ne olacak? Kim benim hakkımda bunu söylediyse doğru söyledi. Ben Resulullah'la birlikteyken O'nun kölesi ve hizmetçisiydim. O'nun rahmet ve yumuşaklık sıfatlarına hiç kimse erişemez.” Allah'ın buyurduğu gibi:
"Mü'minlere şefkatli ve merhametlidir" [25]
Ben onun elinde kınından çıkarılmış bir kılıç olup o beni ya kınına koyar veya bırakırdı. (Yani serbest bırakırdı, haksızları ve zalimleri cezalandırmak için yapardı). Onunla bu şekilde kaldım. Ta ki benden razı olarak vefat etti. Ben daha da mutluyum. Allah'a şükürler olsun.
Daha sonra Müslümanların sorumluluğu Ebu Bekir'in omuzlarına yüklendi. O, öyle bir kimseydi ki, inceliğini, mertliğini ve yumuşaklığını inkâr edemezsiniz. Ben onun hizmetçisi ve yardımcısıydım. Benim şiddetim onun yumuşaklığına karıştı. Elinde kınından çıkarılmış bir kılıç olup ya kınına koyar veya bırakırdı. Onunla bu şekilde devam ettim. Ta ki benden razı olarak vefat etti. Bu sebeple Allah'a şükürler olsun ve ben daha da mutluyum.
Ey insanlar, ondan sorumluluğunuzu ben yüklendim. Şunu biliniz ki, şiddetim bir kat daha arttı. Yalnız bu şiddet, Müslümanlara saldıranlar ve zulmedenler içindir. Barışçı, iyi niyetli ve dindar olan halk için onların birbirlerine karşı olan yumuşaklığımdan daha yumuşağım. Başkasına zulmedenin veya hakkını çiğneyenin yüzünü yere sürünceye kadar bırakmam. Hakk'a itaat edene kadar ayağımı yanağına koyarım. Bu şiddetimden sonra faziletli ve dürüst halk için ben yanağımı yere koyarım.
Allah biliyor ki onun söyledikleri doğruydu. Onun hutbesi, alışılmış tahta çıkış hutbelerinden değildi. Seçimlere girerken vaad edilen, daha sonra unutulan sözlerden hiç değildi.
3- Şartları çağın terazisine göre tartacak olursak, Hz. Ömer'in içinde bulunduğu şartlara göre şiddetli davranması zarurî idi ve hükmün selâmeti için kaçınılmazdı:
Hepimiz biliyoruz ki, bugün ülkelerin çoğunda hâkim olan siyasî sistemlerde muhalefet partisi önemli bir yer işgal etmektedir. Dolayısıyla üzerine gidilmek istenilen her kötü yönü keşfetmeye çalışır. Tartışma, karşılıklı deliller ileri sürülmek suretiyle, amme menfaatini ortaya çıkarır. Toplum bu şekilde doğru yolu bulduğu gibi, herhangi bir işe teşebbüs edildiğinde kendi durumunu açık bir şekilde bilir. Muhalefet sistemini reddeden ülkeler bunun yerine eleştiri sisteminin (kendi zatını eleştiriyi / Personal Criticism) metodunu getirmişlerdir.
Ömer (r.a.), içgüdü bakımından sevilmeyen bu görevin kesin olarak yerine getirilmesini emretmişti. Çünkü içinde bulunduğu şartlar onu buna mecbur etmişti. Resulullah buna teşvik eder; gerek kabul ettiği gerekse etmediği görüşlerine itina ile yaklaşırdı. Daha sonra da göreceğimiz gibi, Ömer (r.a.) görüşlerine muvafık olarak gelen vahiylere en çok muhatab olan kimsedir. Ayrıca Resul-ü Ekrem efendimizin onun hakkında çok hadis-i şerifleri vardır:
"Ümmetim
içinde, ümmetime en rahmetli Ebu Bekir, Allah dininde en şiddetli
Ömer'dir."
"Allah,
hakkı Ömer'in dili ve kalbi üzere getirdi,"
"(Ömer'e
hitab ederek) Nefsim kudret elinde olan Allah'a andolsun ki, şeytanın takip
ettiği yol, senin gittiğin yol değildir. (Yani şeytan senin gittiğin yoldan
gitmez.)"
“İnsanların ve
cinlerin şeytanlarına baktığımda Ömer'den kaçtıklarını gördüm. "
"Sizlerden
önceki milletlerde muhaddesler vardı. Benim ümmetimdeki bunlardan
(muhaddeslerden) biri Ömer b. Hattab'dır."
"Ömer
benimle ve ben Ömer'leyim. Hak, benden sonra nerede olursa olsun,
Ömer'ledir."
"Gökte iki
ve yerde iki bakanım vardır: Gökteki iki bakan Cebrail ve Mikail'dir.
Yerdekiler ise Ebu Bekir ve Ömer'dir."
Ancak, Ömer (r.a.)'in şiddeti, halifelik görevini üstlendikten sonra hafifledi, işaret ettiğimiz hutbesinde de görüldüğü gibi, kendisini sınırladığı gibi şiddetini gerçek mecrasına koydu. Birden fazla eserde temas edilen şu olayı rivayet etmekle yetinelim:
Ali, Osman, Talha, Zübeyr, Sa'd ve Abdurrahman b. Avf bir araya toplanmışlardı. İçlerinde Ömer (r.a.)'e karşı en cür'etli olanı Abdurrahman'dı. Abdurrahman'a dediler ki:
“Emire'l-mü'minine, halka karşı yumuşamasını söylesen. O bizi korkuttu, atta o kadar ki, ona devamlı bakamıyoruz. İşi olan bir kişi kendisine geldiği zaman heybeti kişiyi onunla konuşmaktan men eder. İşini halletmeden geri döner.”
Abdurrahman Ömer (r.a.)'e gitti ve kendisine şöyle söyledi:
“Ya Emire'l-Mü'minün! Halka karşı yumuşa! Kişi sana gelir, ancak senin ey etin kişinin ihtiyacını sana söylemesini engeller. Seninle konuşmadan ve yacını gidermeden geri döner.” Ömer şöyle cevap verdi:
“Ya Abdurrahman! Öyle yumuşadım ki, bu kadarından Allah'tan korktum. Ondan sonra şiddeti seçtim. Nihayet şiddetten dolayı Allah'tan korktum. Vallahi, ben onların bana karşı olan farkından daha fazla kendimden farklıyım. Kurtuluş nerede?”
Ayağa kalktı, elbiselerini çekerek ağladı. O kadar ki, Abdurrahman'a şöyle söyletti:
“Senden sonra onların vay haline!”
Feraset, zekâ ve ilhamın karışığıdır. Amme işleriyle ilgilenenlerde bulunması gerekli olan bir sıfattır. İleri sürülen bir durumda veya davada hükmetmek, için gerekli ve zarurî bilgilerin elde bulunması halinde genel kaide; hâkimin kararını veya hükmünü bilerek ve basiretli bir şekilde çıkarması gerekir. Ancak çoğu zaman acil durumlar, hâkime sabır gösterme ferasetini ve bilgi toplama fırsatını tanımaz. Bu durumda belki de milletlerin geleceğini tayin eden son söz liderin iyi takdirine ve kendisindeki deneyle dayanır. Önceden de belirttiğimiz gibi, feraset, daha sonra tecrübe ve deneyle kazanılmaz. Feraset Allah korkusuna, tam anlamıyla sorumluluk hissetme duygusuna, zekâ gücüne ve şeffaflığa istinad eden irsî bir meyildir. Şüphesiz ki her tabii meyil antrenmanla ve çalışmakla gelişir. Bütün bunlar Ömer b. Hattab'da maksimum derecede bulunuyordu.
Babası el-Hattab'ın katılığına rağmen, halk arasında kendisine karşı büyük bir saygı duyuluyordu. Zeki bir kişi olup Benî Adiyy kabilesinin başında cesaretle ve sabırla savaşırdı. Amcası Zeyd b. Amr, -işte önemli olan budur- Resulullah'tan önce halkı tevhide çağırmış, putlara tapmayı inkâr etmişti. O şöyle söylüyordu:
“Gökten yağmuru yağdıran, yerdeki baklayı yeşerten, hayvanları yaratan Allah'tır. Sizler bu hayvanları Allah'tan başkasına kurban edersiniz. Vallahi biliyorum ki, yeryüzünde benden başka İbrahim (a.s.)'in dinine tabi olan kimse yoktur.”
Putlara olan ibadeti terketmeleri için bir şiir okuyunca kavmi kendisine karşı tavır alarak onu Mekke'nin dışına sürgün etmişti. Rivayete göre Said b. Zeyd b. Amr ve Ömer b. Hattab (r.a.) Resulullah'a Zeyd hakkında sorduklarında kendilerine:
“Kıyamet gününde tek başına bir ümmet olarak gelir,” diye haykırmıştı. Ömer (r.a.)'in Müslüman olmasıyla ilgili mütevatir rivayetler, onun Kabe'nin perdeleri altında gizlenip Resul-ü Ekrem'den Kur'an’ı Kerim ayetlerini duyması veya kızkardeşiyle eniştesinin yanında duyduğu ayetlerle kalbinin ateşlendiğini, sağlam cevherini ve asil madenini harekete geçirdiğini, şeytan vesvesesinin, gençlik inadının örttüğü keşfedilmemiş karakterini ortaya çıkardığıdır.
Rcsulullah (s.a.v.)'ın sahabilerinin sayı fazlalığı, hakiki manada inananların ve nefislerinin şeffaflığına rağmen hakkında feraset işaretleri rivayet edilen sahabiler arasında Ömer b. Haltab gibisi yoktur. Biz burada yine bazı rivayetler ile yetineceğiz:
1- Umeyr b. Veheb'in Resulullah'a karşı suikast plânını ortaya çıkarması:
Safvan b. Umeyye ile Umeyr b. Veheb el-Cümehi anlaşma yapmış ve buna göre Umeyr'in suikastı gerçekleştirmesi halinde Safvan, Umeyr'e karşılığında bir taahhüt verecekti. Umeyr b. Veheb bu maksatla Medine'ye gelmişti. Ömer (r.a.) onu görür görmez niyetini anlamış, Resul-ü Ekrem'i uyararak bu menhus plânın gerçekleşmesine engel olmuş, hatta bu hadise Umeyr'in İslâm'a girmesine sebep teşkil etmişti.
2- Öldürme cinayetinin ferasetle keşfedilmesi:
Ömer (r.a.)'e tüysüz bir delikanlının yol üzerine atılmış cesedini getirdiler. Katil ise belli değildi. Bu olay Ömer (r.a.)'e çok ağır geldi. Aradan bir sene geçtikten sonra yine aynı yerde terk edilmiş yeni doğan bir bebek bulundu. Çocuk Ömer b. Haltab'a getirildiğinde:
“Maktulün (öldürülenin) katilini buldum,” dedi. Ruhunun berraklığı sayesinde iki olayın arasındaki ilişkiyi idrak etmeyi başardı. Tarih kitaplarının ayrıntılı açıklamalarına göre, çocuğun annesinin delikanlıyı öldüren katil olduğu te'kid edilmektedir.
3- Rivayetlere göre Ömer (r.a.), dağdan inen bir A'rabiyi göstererek "Bu adam çocuğundan darbe yemiş ve onun hakkında şiir yazmıştır. Şayet isterse size dinleteyim" der. Durumun gerçekten de onun dediği gibi olduğu anlaşılır.
4- Yahya b. Said'in rivayetine göre, Ömer b. Hattab bir adama şöyle sordu:
“Adın ne?”
“Cemre.”
“Kimin oğlusun?”
“Şihab'ın oğluyum.”
“Kimlerdensin?”
“El-Hurka'dan.”
“Ondan sonra kimlerdensin?”
“Benî Dıram'dan.”
“Nerede oturuyorsun?”
“El-Harre'de”
“Neresinde?”
“Zâtu lezâ harrebinde.”
“Belki ailen (ehlin) yandı.”
Ve hakikat dediği gibi ortaya çıktı.
5- Buharî'nin Abdullah b. Ömer'den rivayet ettiğine göre, Abdullah (r.a.) der ki: "Ne zaman Ömer, ben şunun şöyle olacağını sanıyorum dediyse hep zannettiği gibi olmuştur."
Bir gün Ömer (r.a.), otururken yanından yakışıklı bir adam geçtiğinde Ömer, "Yanılmıyorsam bu adam, cahiliyet dinine tabidir veya onların kâhinlerindendir" dedi. Ömer (r.a.)'in feraseti onun gerçek olduğunu bir daha isbatladı.
6- Ömer (r.a.), Mugîre (r.a.)'yi Irak'taki görevinden alıp yerine Cübeyr b. Mut'im'ı tayin etmek istedi. Cübeyr'den bu haberi gizlemesini ve yolculuğa hazırlanmasını istedi. Cübeyr gerekeni en iyi şekilde yaptı. Diğer taraftan Mugîre bir kadına Cübeyr'in eşine entrika çevirmesini istedi. Bu kadın haber toplamada meşhur idi. Öyle ki "hasat toplayan" tabiriyle ün kazanmıştı. Kadın evine gittiğinde eşinin onun yolculuğu için hazırlıklar yaptığım gördü. "Eşin nereye gidiyor?" diye sorduğunda eşi "Umreye gidiyor" diye cevap verdi. Hasat toplayan:
“O senden gerçeği sakladı. Senin onun nezdinde değerin olmuş olsaydı, işini sana söylerdi,” dedi.
Cübeyr evine gelinceye kadar eşi sinirli bir şekilde onu bekledi. Geldiğinde Cübeyr, durumu eşine açıkladı. Eşi de hasat toplayana olayı nakletti. Mugîre Ömer (r.a.)'e gidip öğrendiklerini açıklayarak şöyle dedi:
“Emirü'l-mü'mininin Cübeyr'i tayin etmesi görüşünü Allah mübarek kılsın.” Ömer sırrına bağlı kalmasına şaşmadığı gibi sanki onu işitiyormuşcasına:
“Ya Mugîre! Ben senin için böyle ve böyle yaptım.” (Yani senden gizli Cübeyr'i senin yerine tayin edecektim.) Ve Cübeyr'in tayininden vazgeçti.
7- Ömer (r.a.)'in feraseti hakkındaki rivayetlerin en garibi, Sariye'yi "El Cebel" diye çağırmasıdır. Ömer (r.a.) cuma günü Medine'de hutbe okuyordu. Hutbesine herhangi bir başlangıç yapmadan şunları söyledi:
“Ya Sariye b. Hısn el-Cebel, el-Cebel (el-Cebel - dağ)”
Halk birbirine bakmış, kimse bir şey anlamamıştı. Namaz kılındıktan sonra Ali b. Ebi Talib, "Senin o söylediğin neydi?" diye sorar. Ömer (r.a.) şunları söyler:
“Aklıma müşriklerin kardeşlerimizi hezimete uğrattığı ve bir geçitten geçtikleri geldi. Şayet geçidi geçmeyip dağa tırmanırlarsa düşmanı bulup muzaffer olacaklardı, geçide girerlerse helak olacaklardı.”
Bu söz halkın arasında yayıldı. Bir ay sonra Beşir (r.a.) kendilerinin aynı gün ve aynı saatte dağı geçecekleri sırada Ömer (r.a.)'in sesine benzeyen bir sesin kendilerine şöyle söylediğini belirtti:
“Ya Sariye b. Hısn, el-Cebel, el-Cebel.”
Biz geçidi geçmeyip dağa yöneldik. Allah bize zaferi nasip kıldı.
Sayın Abbas Mahmud el-Akkad, "Abkariyye Ömer" adlı eserinde bu olayı şöyle yorumlamaktadır:
"Akil, ilim ve yaygın olan tecrübelere istinat ederek bu olayı kabul etmeme gibi bir sonuca varmaya hiç gerek yoktur. Çünkü akıl buna mani değildir. Çağın psikiyatri uzmanları bu ve benzeri olayların nefyine ittifak etmemişlerdir. Bunlardan bazıları "Telepati"yi kullanarak hiçbir dine inanmayan dinsizler olmalarına rağmen, müşahedelerini kaydetmişlerdir. Bu sahada geçen olayı nakletmemizin sebebi, Ömer (r.a.)'in çağdaştan arasında; gaipteki sırların keşfiyle gerek feraseti gerek tahminlerinin hakikati, gerek önsezisiyle gerekse ileri görüşüyle meşhur olmasıdır ki, bütün bunlar güçlü bir kişinin nitelikleridir. Eşine az rastlanan bu insanın niteliğini etüd eden çağın alimleri bu nitelik hakkında birçok yorum yapmışlar, mukayeseli etüdler halinde anlatmışlardır.
Ömer (r.a.), gerek askerî komutanların gerek bölge valilerinin ve gerekse devletin önemli işlerini ilgilendiren görüşlerini ileri sürmekte şahısların seçilmesindeki bu niteliğiyle ne kadar büyük menfaatler ve faydalar sağlamıştır. Zamanının büyük bir kısmını Medine'de geçirmesine rağmen, ordu komutanları ve bölge valileri onunla müşavere etmeden herhangi bir iş yapmıyorlardı. Onun bütün ileri görüşlülüklerinde hayır vardı. Bu eşi az bulunan bir durumdu. Hatta Ömer (r.a.)'den başka bir şahsiyette bulunması mümkün değildi.
Ömer (r.a.), Amr b. As, Muaviye b. Ebi Süfyan, Mugîre b. Şu'be ve diğerleri gibi deha bayrağı olan dahilerle iç içe olmasına rağmen, onlardan hiçbiri bir kere olsun, Hz. Ömer'i aldatmayı başaramadıkları gibi, ciddiyetinden en ufak bir şekilde bile saptıramamışlardır. Arapların en büyük dahilerinden Mugıre b. Şu'be ve Amr b. As arasında geçen konuşmadan bunun hakikatini görmekteyiz. Mugîre b. Şu'be Amr b. As'a şöyle der:
“Sen mi yaptıklarınla Ömer'in senden öğrendiğini söylemek istiyorsun? Vallahi onun rahmetinden başka kimseyi bıraktığını görmedim. Bu kişi her kim olursa olsun, vallahi Ömer kandırılmayacak kadar.” Bu sebeple Ömer (r.a.), kendisini şöyle nitelendirdi:
“Ben hilekâr (kandıran) değilim, ancak hile de beni aldatamaz.” [26]
Ve yine bu sebeple Ömer (r.a.), sahabiler arasında İslâm anayasasının [27]kuruluşuna en fazla sebep olan ve buna en lâyık kişidir. Siyer kitaplarında onun sözlerine muvafakati ile nazil olan ayetlerin örnekleri çoktur. Yani Ömer (r.a.), bu hükümlerin inmesine sebep olmuştur. Bunlardan bazıları aşağıdadır:
a- Makam-ı İbrahim'in musalla olarak kabul edilmesi.
b- Peygamber Aleyhisselâm'ın eşleri hakkında nazil olan hicab ayeti.
c- İçkinin haram kılındığına dair ayet.
d- Münafıkların cenaze namazlarının kılınmaması ve cenazelerinin kaldırılmasıyla ilgili daha önce bahsettiğimiz ayet.
e- İsti'zan ayetinin nazil olması.
"Ey
inananlar, ellerinizin altında bulunan (köleler, hizmetçiler ve sizden henüz
erginliğe ermemiş (çocuk)lar, üç vakitte, (odalarınıza girebilmek için) izin
istesinler: Sabah namazından önce, öğleden sonra elbisenizi çıkar(ıp)
yakacağınız vakit ve yatsı namazından sonr”' [28]
f- Ezan konusu. Bugünkü ezan şeklinin Ömer (r.a.)'in gördüğü rüyanın neticesi olduğu herkesçe bilinmektedir. Resul-ü Ekrem efendimiz, onun gördüğü rüyayı onaylamıştır.
g- Allah'ın kelâmı olan şu ayet nazil olunca:
"Çoğu önceki ümmetlerden, birazı da sonrakilerden (Muhammed ümmetinden) olan bu mutlu insanlar"[29] Ömer (r.a.) ağlamış ve şöyle söylemiştir:
“Ya Resulallah! "Birazı da sonrakilerden" buyuruluyor. Resulullah'a inandık ve onu doğruladık, biraz olan bizlerden kim kurtulur?”
Allah (c.c.) tarafından şu ayet nazil oldu:
"(Bu sağcıların) birçoğu önceki (ümmet)lerdendir." Birçoğu da sonrakilerden" [30]
Resulullah'ın hayatındaki bu onaylar, daha sonra büyük İslâm yasa koyucusunun doğuşu izniydi. Vahiy kesilip şartlar değiştiğinde O, Resulullah'ın zamanındaki problemlere benzemeyen mes'elelerle karşı karşıya gelmişti. Bu konuyu "Ömer ve yasama organı" başlığı altında arzedeceğiz.
Bu sıfat Ömer (r.a.)'in en bariz sıfatıdır. Öyle ki "Ömer" veya "El-Faruk" kelimeleri onun vefatından sonraki asırlarda adaletin sembolü ve bayrağı haline gelmiştir. Onun ismi -daha ağır basmak suretiyle- bu sahada Ebu Bekir (r.a.)'in ismini kapsamış, Ebu Bekir (r.a.)'in Ömer'den herkesin bunlarla birlikte Ömer'in kendisinin de kabul ettiği gibi daha yüce mertebeye sahip olduğu ve Resulullah'ın sevgisine daha fazla mazhar olmasına rağmen Ömer (r.a.)'den sonra halk "El-Ömeran" yani iki Ömer terimini kullanarak Ebu Bekir ve Ömer'i kasdetmiştir.
Daha önce de bahsettiğimiz, et-Tantaviyan, eserlerinde bu anlamda şöyle demektedir: "El-Ömeran” Ebu Bekir ve Ömer'dir. Şayet bu iki Ömer'den birine Ömer b. Hattab, diğerine de Ömer b. Abdulaziz denirse bu doğru değildir. Çünkü Cemel vakasın da Ali (r.a.)'ye şöyle seslendiler:
- Bize iki Ömer'in sünnetini uygula!
Neden Ebu Bekir demediler diye sorulacak olursa şöyle cevap verilebilir: Bilindiği gibi Hz. Ebu Bekir daha faziletlidir. Çünkü Hz. Ömer müfred bir isimdir. Bunun söylenmesi daha kolaydır. Cerir bu hususta şöyle demektedir:
Çabaları sayıldığında galip gelmez,
Ne ay ne güneş ne de yıldızın aydınlığı
Resulullah'ın fîillerînden razı olduğu
El-Ömeran, Ebu Bekir ve Ömer'dir.
"Ed-Dar" gününde Osman (r.a.)'dan "İki Ömer'in siresini senden istiyoruz" dediler. Ömer (r.a.)'in adaletini gösteren birçok sebeplerden en önemlileri şunlardır:
Ömer b. Hattab, Ady b. Ka'b kabil esindendir. Bu kabilenin -şerefine ve statüsüne rağmen sayısı azdı ve sınırlı bir şekilde zengindi. Ancak ilimde ve hikmette mükemmeldi. Bu sebeple bu özellikler, onu elçilik görevine lâyık ve kabileler arasındaki Kureyş'teki alışılmış genel vazifelerin dağıtımında onu anlaşmazlıklarda hakem kılmıştı. Bu şekilde Benî Adiy, diğer kabileler karşısında Kureyş'in adına hareket ediyor, müzakereler yoluyla ihtilâfa sebep olan olayları kesin sonuca bağlamayı üstleniyordu.
Hükümleri anlaşmazlıkları halleder, kendileri hitabet sanatına sahiptiler, güzel konuşmasını bilirlerdi. Son kararı kendileri verirlerdi. Dedesi Nufeyl b. Abd el-Adiy liderlik için Abdulmuttalib ile Benî Ümeyye arasında çıkan anlaşmazlığı ve rekabeti o hükme bağlamıştı. Amcası Zeyd b. Amr, daha önce de belirttiğimiz gibi, İslâm'dan önce putlara tapmaktan vazgeçmişti. Bu sebeple o, nesebiyle ve çevresiyle hükmetmeye ve hakemlik yapmaya her zaman için hazırdı.
Kabilesi olan Benî Adiy, sınırlı bir zenginliğe sahipti ve sayı bakımından diğer kabilelerden azdı. Babası El-Hattab henüz hayatta iken, Benî Abdüşşems, Safa'nın yanındaki evlerinden onları çıkarmaya ve güvenliklerini bitişikte oturan Benî Sehm kabilesine meyletmeye zorlamışlardı. Bu komşuluk, Ömer (r-a.)'in müşrikleri tarafından ölümle tehdit edilmesine sebep olan Müslümanlığı kabul edişine kadar devam etmişti. Amr b. As'ın babası olan El As b. Vail es-Sehmî onun komşusuydu.
Ömer (r.a.) çocukluk ve gençlik yıllarında, daha önce de belirttiğimiz gibi, babası tarafından katı ve sert muamele görmüştü. Zulme maruz kalan bir kişi genellikle mazlumların durumunu daha yakından tanıyacağı için zulümden kaçar. Belki de bu zalimlerin eline vuran Ömer (r.a.)'in şiddetini tefsir eder [31]
3- İslâm'ın gelişiyle Ömer'in kalbinde adalet hislerinin uyanması:
Adalet faziletler topluluğudur. Şayel Ömer (r.a.)'in nefsi veraset yoluyla adalet için uygun bir zemin ise İslâm bununla ilgilenerek, terbiye ederek onu beşeriyetin adalet doruğuna ulaştırmıştır.
Rcsulullah halk arasında yargılama işini bizzat kendisi yapar, bazan da sahabilerine bırakırdı. Onlardan biri de Ömer'di. Böylece ona Resulullah'ın kontrolü altında kendi yeteneğini terbiye etme fırsatı verilmiş oluyordu. Halifelik Ebu Bekir'e geçince, kadılık (bugünkü deyimle hakimlik) görevinin ona verilmesi hiç de garip değildi. Tarih kitaplarının rivayetine göre, iki yıl süren kadılığı sırasında, halk tarafından bilinen şiddeti ve sebatı sebebiyle kendisine iki hasım gelmemiştir.
Halifelik ona geçince, ilmen ve pratik olarak ondaki adalet kaynaklarının fışkırması için uygun bir zemin buldu. İlk işi olarak adaletle ilgili anayasayı ve kurallarını ortaya koyarak ileride göreceğimiz gibi, bunları koordine etti.
Hâkimlerin mutlak olan adalete meyilleri: Gerçekte "mutlak" tabiri onun için kullanılamaz. Çünkü o Allah'ın kitabına, Resulullah'ın sünnetine son derece bağlıydı. Allah korkusu bütün benliğini sarmıştı. Ancak bütün bu engeller (veya sınırlamalar) şahsî olup insan nefsinden kaynaklanır, dışarıdan kendisine zorlama yapılmaz. Adalet -günümüzdeki anlamına göre- hâkimin halka verdiği bir bağış olmayıp vatandaşın hakkı, otoritenin de yerine getirmekle yükümlü olduğu ve bugün bilinen sistemlerin taahhüt ettiği bir terimdir. Ömer'in zamanında ise bu türlü sistemler ve taahhütler bilinmiyordu. O zaman istinat edilen tek nokta, İslâm usulü ve Allah korkusuydu. O bu sebeple herkesçe örnek gösterilen adaleti ortayaokoydu. Bu adalet dine olan bağlılığın ta kendisi idi. Bu mefhum zayıflayıp dünyevî şehvetlere nefislere hakim olmaya başlayınca adalet de ortadan kayboluverdi.
İşaret ettiğimiz bu gerçek, adalet sıfatının kaydettiği tarihe döner. Mutlak hâkimlerin Hz. Ömer'in şahsında tezahür eden dinî salâbete ve kaviliğe ihtiyaçları vardır. Bunların en meşhurları, eski çağlarda yaşayan Kisra ile, yeni çağda görülen Napolyon'dur. Alimler bu fenomeni şöyle tefsir etmektedirler:
Mutlak hâkim, halk arasındaki ilişkileri tesviye etmek, adaleti kurmak, emri altında bulunan halkı teskin ve razı etmek ister.
Bu sebeple Ömer (r.a.) Amr b. As'a şöyle diyordu:
“Biz, Kisra'dan daha adil olmaya müstehakız!”
Ömer'in tesis ettiği adalet sistemi, her yerde kendisinden bahsedilen örnek bir adalet olmuştu. O kadar ki bazı durumlarda ölü oğluna had uygulaması gibi huraieler ortaya çıkmıştı. Ancak biz tarih kitaplarına dayanarak şunu diyebiliriz ki, Ömer (r.a.)'in adaleti herkesi gölgesine almış, bir kere olsun, yakınıyla uzağını, Arabıyla Acemini birbirinden ayırmamıştır. Bu adalet herkesi kapsayan açık normlar üzerine kurulmuştu. Atom çağını yaşayan bugünkü beşeriyet, Ömer b. Hattab'ın tesis ettiği ve başarıyla uyguladığı adalet sistemine ulaşamamıştır.
Çok eski asırlardan beri otorite her zaman korkuya, heybete ve saygıya gerek duymuştur. Şayet hâkim (kastettiğimiz hâkim kelimesiyle hükmeden, devlet idaresini elinde bulunduran) dinî ve dünyevî otoriteyi elinde bulunduruyorsa, bunun çok bariz bir şekilde zuhur etmesi yaygın bir durum arzeder. Bu sebeple diyebiliriz ki onun heybeti tabiidir, kendisinde sonradan meydana gelen bir yenilik değildir. Şunu da belirtelim ki bu analiz Ömer (r.a.)'in durumu karşısında çok sathî kalır. Resulullah'ın zamanından ve Hz. Ömer'in döneminden bugüne kadar tarih kitapları başka bir Müslüman yönetici için bu şekilde bir heybeti kaydedememişlerdir.
Heybet bazen fizikî ve bazen de tabiî özelliklerden ortaya çıktığı gibi, her ikisinden de kaynaklanabilir.
Tarih kitaplarının kayıtlarına göre, onu tanıyanlar tanımayanlardan daha fazla kendisinden korkarlardı.
Resulullah onun bu özelliğini biliyor, kendisiyle iftihar ediyor, bu özelliğinin devamı için itina gösteriyordu. O, en mükemmel şekilde terbiye edendi. Burada bu anlamı kuvvetlendiren bazı olaylara temas edeceğiz:
a- Aişe (r.a.) şöyle rivayet etmektedir:
Resulullah (s.a.v.)'a pişirmiş olduğum hariseyi[32] getirdim. Resulullah benimle Sevde arasında oturuyordu. Kendisine yani Sevde'ye:
“Ya bunu yersin veya yüzünü bununla boyarım,” dedim.
Sevde yemeyi reddetti, elimi hariseye koyup yüzünü sıvadım. Resulullah gülerek Sevde'ye:
“Yüzünü boya, dedi ve yüzünü hariseyle sıvadı. Resulullah yine güldü. O sırada Ömer (r.a.), oradan geçiyordu. Resulullah onu görünce çağırdı:
“Ya Eba Abdullah!” [33] diye seslendi ve onun içeri gireceğini sanarak bize:
“Kalkın ve yüzlerinizi yıkayın,” dedi. Aişe (r.a.) şöyle söyledi:
“Resulullah (s.a.v.)'ın ona karşı duyduğu heybetten dolayı ben hâlâ Ömer (r.a.)'den korkarım.”
b- Sa'd bin Ebi Vakkas rivayet ediyor:
Ömer (r.a.) Resul-ü Ekrem'in yanına girmek için izin istediğinde Resulullah'ın yanında Kureyş kadınları vardı. Ve kendisiyle yüksek sesle konuşuyorlardı. Hz. Ömer girmek için izin isteyince ayağa kalkıp örtündüler. İçeri giren Hz. Ömer, Resulullah'ın güldüğünü gördü. Ömer şöyle söyledi:
“Allah seni hep böyle güler kılsın.” Resul-ü Ekrem dedi ki:
“Hayret ettim, yanımda bulunan kadınlar senin sesini duyar duymaz örtünmeye başladılar.” Ömer (r.a.) cevap verdi:
“Ya Resulallah! Korkulmaya sen daha lâyıksın.” Sonra kadınlara döndü ve dedi ki:
“Ey kendi nefislerinin düşmanları! Sizler benden korkup da Resulullah'tan korkmaz mısınız?” Onlar şöyle cevap verdiler:
“Evet, sen Resulullah'tan daha katı ve daha sertsin.” Resulullah, Ömer (r.a.)'e dönerek:
“Ya İbnül
Hattab! Nefsim kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, sen bir vadiden
gidersen, şeytan seninle buluşmamak için başka vadiden geçer.”
Resulullah (s.a.v.) otururken gürültü ve çocuk sesleri duyduk. Resulullah kalkıp baktığında Habeşli bir kadının oynadığını ve çocukların etrafını sardıklarını gördü. Bana:
“Gel bak”, dedi. Resulullah'ın omzuna yanağımı koyup onu (kadını) seyrettim. Resulullah bana:
“Seyretmeye doymadın mı,” dedi. Ben yanındaki değerimi öğrenmek için:
“Hayır,” dedim. Tam o sırada Ömer (r.a.) göründü. Kadını saran kalabalık bir anda dağılıp uzaklaştı. Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“İnsan ve cin
şeytanlarına baktığımda onların Ömer (r.a.)'den kaçtıklarını gördüm.”
d- Büreyde'den bir rivayete göre, Resulullah (s.a.v.) bikinden gazalarından döndükten sonra kendisine siyah bir cariye gelir. Nezrinin yerine getirilmesi maksadıyla kendisine şarkı söylemek için izin ister. Resulullah ona izin verir. Resulullah otururken o def çalıp şarkı söylüyordu. O sırada içeriye Ebu Bekir, Osman ve Ali girdiklerinde o defini çalmaya ve şarkı söylemeye devam ediyordu. Sonra Ömer (r.a.) girdi. Kadının defi atıp şarkı söylemekten vazgeçtiğini gören Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:
“Ya Ömer!
Şeytan senden korkar. Ben otururken o defini çaldı. Daha sonra Ebu Bekir girdi,
çalmaya devam etti. Sonra Ali (r.a.) girdi, çalmaya devam etti. Osman (r.a.)
girdi yine çalmaya devam etti. Sen girdiğinde ya Ömer, defini attı.”
“Uyurken kendimi cennette gördüm. Bir kasrın yanında bir kadın abdest alıyordu. Bu kasır kimindir? diye sordum. Ömer (r.a.)'indir, dediler. Senin kıskançlığını hatırlayınca hemen oradan ayrıldım.” Bunun üzerine Ömer ağladı:
Ya Resulallah! Seni de mi kıskanacağım? dedi. Hayatı boyunca ve halifeliği süresince bu heybet ondan hiç ayrılmadı. Sire kitaplarının rivayetlerinden bazıları aşağıdadır:
a- İkrime'nin rivayetine göre, saçlarının kesildiği bir sırada Ömer (r.a.), öksürür. Berberin korkudan benzi atar. Ömer (r.a.), ona kırk dirhem verilmesini emreder.
b- Bir gün Resulullah (s.a.v.)'ın sahabilerinden birkaçının önünden yürürken dönüp etrafı gözden geçirmek istedi. Aralarında dizinin bağı çözülmeyen tek şahıs kalmadı. Yine rivayete göre, Ömer gözlerini serbest bırakarak ağladı ve şöyle dedi:
“Allah'ım! Sen hakikaten bilirsin ki, onların benden korktuklarından çok ben senden korkuyorum”
c- Ömer (r.a.), şahsen bu heybetinden memnunluk duyuyordu. Çünkü bu heybet, onu devlet idaresinde daha güçlü bir hale getiriyordu. İbnü'l-Cevzi aynı manaya delâlet eden bir olayı şöyle rivayet etmektedir:
Kureyş'ten bir adam Ömer b. Hattab'a gelir ve şöyle der:
“Bize karşı yumuşa, kalblerimiz heybet ve korkuyla doldu.” Ömer sordu:
“Bunda zulüm var mı?” O:
“Hayır,” dedi. Ömer (r.a.):
“Allah, kalblerinizdeki heybetimi daha fazla eylesin,” cevabını verdi.
Hiç şüphesiz ki onun bu heybeti, idarecilerini ve komutanlarını hesaba çekmeyi kolaylaştırıyordu. O kadar ki bu metod ona münhasır hale geldi. Ondan başkası bu metodu deneseydi başarılı olamazdı. Bunun ne kadar doğru olduğunu Ömer (r.a.)'in hâkimlerinin (yöneticilerinin, valilerinin, komutanlarının) seçilmesi ve hesaba çekilmesi metodu adındaki konuyu işlerken göreceğiz. Bunların başında Halid b. Velid, Amr b. As, Sa'd b. Ebi Vakkas gelirler. Ömer'in sahib olduğu bu heybet, Ebu Süfyan gibi bir kişiyi bile emirlerini uygulama konusunda zorlamıştı.
Aşağıdaki olaydan da anlaşılacağı gibi, ondan başkasından böyle bir durumu, her ne sebeple olursa olsun kabul etmesi mümkün değildi.
Benî Mahzum'dan bir adam Ebu Süfyan’ı Ömer (r.a.)’a şikâyet etti. Gerekçe olarak da aralarındaki sınır mes'elesinde Ebu Süfyan'ın kendisine zulmettiğini söyledi.Hz. Ömer iki kişiyle birlikte anlaşmazlığa sebep olan yere gitmiş, ferasetiyle doğruluğunu anlamıştı. Sınırı belirleyen taşı kaldırıp gerçek yerine koyması için Ebi Süfyan'a emretmiş, Ebu Süfyan onun bu emrini kabul etmeyip tereddüde düşmüştü. O elindeki âsâyı kaldırarak şöyle buyurdu:
Onu al ve buraya koy. Sen eski zulmü bilmiyorsun.
Ebu Süfyan taşı alıp Ömer'in emrettiği yere koydu. Ömer (r.a.)'den başkası bu emri vermiş olsaydı, onuru ona itaat etmekten kendisini men eder, belki de kontrol edilmesi mümkün olmayan bir cinayetin ortaya çıkmasına sebep olurdu. [34]
Başka bir defa da Ebu Süfyan, Ömer'in meclisinde oturuyordu. Mecliste delikanlılık çağlarında her zamanki gibi güzel tavrı ve konuşmasıyla dikkati çeken Ziyad b. Sümeyye ile konuşuyordu. O kadar ki Ömer (r.a.):
“Vallahi bu delikanlı, Kureyşî olsaydı Arapları âsâsıyla sürerdi,” dedi. Ebu Süfyan yanında oturan Ali b. Ebi Talib'in kulağına eğilerek:
“Ben bu delikanlının babasıyım,” dedi. Ali (r.a.) kendisine:
“Onun istilhakından [35]seni men ederim.” Fısıldayarak (ve Ömer'i kasdederek):
“Bu oturanın derimi yüzmesinden korkuyorum,” dedi.
Ebu Süfyan'dan iki tane örnek vermek ihtiyacını duyduk. Çünkü o İslâm'dan önce Kureyş'in üzerinde tartışma mümkün olmayan lideriydi. İslâm'dan sonra cahiliye değerlerine bağlı kaldı. O, Şam'ın dahisi ve hâkimi olan, Muaviye b. Ebu Süfyan'ın babasıydı.
Ömer (r.a.)'in bu heybeti fitneye karşı güçlü bîr set idi. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Resulullah (s.a.v.), bu heybetinin gelişmesine itina ediyordu. Bu konudaki rivayetler şöyledir:
Resulullah şöyle buyurur:
“(Eliyle Ömer'i işaret etti) Bu, fitneyi kapattı”, dedi ve şöyle devam etti:
“Bu, sizin
aranızda yaşadığı müddetçe, sizinle fitne arasındaki güçlü kapı kapalıdır!”
Ömer, hilâfet kendisine geçince, bu hadisin tekrarlanmasına itina gösteriyordu. Huzeyfe'nin rivayetine göre:
“Biz onun yanında oturuyorduk. Bize, hanginiz Resulullah'ın fitne hakkındaki hadisini ezbere biliyorsunuz,” dedi. Ben kendisine şu cevabı verdim:
“Kişinin fitnesi ehlinde (aile fertlerinde ve akrabalarında) çocuklarında ve komşularındadır. Keffareti ise namaz, oruç, sadaka, emr-i bilmaruf ve nehyi anil münkerdir. (Yani iyilikle emretme ve kötülükten men etmedir).” Resulullah'ın böyle buyurduğunu söyledim. Ömer (r.a.):
“Bunu istemiyorum. Benim istediğim denizin dalgaları gibi dalgalanandır,” dedi. Huzeyfe (r.a.):
“Sana ne ondan ya emir'el-mü'minin! Seninle onun arasında kapalı bir kapı vardır,” dedi. Ömer (r.a.):
“O kapı kırılır mı yoksa açılır mı?” Huzeyfe (r.a.):
“Hayır kırılır.” Ömer (r.a.):
“Kapanmaması daha uygundur (müstehakdır, revadır)” diye buyurdu. Oturanlar Huzeyfe'ye:
“Ömer kapıyı biliyor muydu,” dediler. Huzeyfe:
“Evet, yarından önce gece olduğunu bildiği gibi biliyordu, cevabını verdi.
Böylece onlara o kapının Ömer olduğunu bildiriyordu. Valiler ve komutanlar da bunu idrak ediyorlardı. Tarihin kaydettiği en açık örneği, Ömer (r.a.)'in onu ikinci defa bütün askerî ve sivil statüsünden azlettiği andaki Halid b. Velid'dir.
“Ömer, beni Şam'a vali tayin etti. Buğdaylık ve bolluk (güllük gülistanlık) olunca başkasını seçti.”
Heyecanlı gençlerden biri kendisine şöyle dedi:
“Ya emir, sabret. Bu fitnedir.” Halid b. Velid şöyle cevap verdi:
“İbn Hattab yaşadıkça asla!”
Osman (r.a.) menkıbelerinin çokluğuna rağmen Ömer (r.a.)'in yerini dolduramadı. Halkın bazı hareketlerine darılarak kendilerine şöyle söylüyordu:
“Siz bunları Ömer'e söyleyemezdiniz?”
Dünya ve din işleriyle ilgili olarak onun ilmi öyle bir mertebeye varmıştı ki, daha sonra gelen halifelerden hiçbiri onun vardığı mertebeyi elde edemedi. Buna birçok etken yardımcı olmuştu. Bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz: Fıtraten hazırlıklı oluşu, İslâm'dan önceki ilk çağları, uygun yaşı. Gerek İslâm'ı kabul ettiği gerekse hilâfeti kabul ettiği zaman olarak sayabiliriz. Buna ilâve olarak uzun süren istikrarlı hüküm devresini zikredebiliriz. Bu sırada hiçbir otorite onunla çekişmeye ve tartışmaya girmediği gibi, ona hayatın bütün branşlarında içtihad etmesini sağlamıştı. O bu ilmiyle mücerred teorik daireden canlı tatbik sahasına çıkmıştı.
Bugün dünyanın birçok yerinde "İlim hayat içindir" ambleminin yükseldiğini biliyoruz. Gerek hayatında gerekse ölümünden sonra Ömer (r.a.)'in ilmi kadar insanlığa fayda sağlayanını bulmak mümkün değildir. Bu manaya delâlet eden Resulullah (s.a.v.)'tan rivayet edilen hadislerin en meşhurları şunlardır:
Abdullah b. Ömer'in rivayetine göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurdu:
"Ben
uyurken içinde süt bulunan bir kadeh bana verildi. Bu kadehten içtim. O kadar
ki tırnaklarımdan sızdı. Geri kalanını Ömer b. Hattab'a verdim."
Kendisine bunu nasıl te'vil edersiniz, diye sordular. Resulullah şöyle cevap verdi:
“İlim”
d- Ebu Said et-Hudrî'nin rivayetine göre Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurur:
"Ben
uyurken halk kendilerini bana takdim ediyorlardı. Ve üzerlerinde gömlek vardı.
Kimisinin gömleği göğsüne kadardı, kimisinin ise daha kısaydı. Ömer b. Hattab
geldiğinde gömleği yerde sürükleniyordu."
Kendisine bunu nasıl te'vil ettiniz ey Allah'ın Resulü, deyince şu cevabı verdi:
“Din.”
"Cennete
girdim, sonra cennetin sekiz kapısından birinden çıktık. Cennet kapısında iken
kendimi terazinin bir kefesine, ümmetimi de diğer kefesine koydum. Ben ağır
geldim. Sonra Ebu Bekir (r.a.) getirildi. Onu bir kefeye, bütün ümmetimi diğer
kefeye koydum. Ebu Bekir (r.a.) ağır geldi. Daha sonra Ömer (r.a.) getirildi.
Onu bir kefeye bütün ümmet diğer bir kefeye kondu. Ömer (r.a.) ağır
geldi."
Abdullah b. Ömer'in rivayetine göre Resulullah şöyle buyurdu:
"Rüyada
kuyudan kovayla su çekiyordum. Ebu Bekir geldi, bir veya iki dolu kovayı zayıf
bir şekilde çekti. Allah onu affetsin. Daha sonra Ömer b. Hattab geldi ve büyük
bir kova çekti. Onun gibi güçlü birini görmedim. Öyle ki herkes içti ve
çömeldi."
İmam-ı Şafii hazretleri bununla ilgili olarak şöyle der: "Ebu Bekir'in zayıf bir şekilde çekmesi, kısa müddetine, erken vefatına, irtidad edenlerle uğraşması sebebiyle fetihlerden uzak kalmasına; fazlalık ise Ömer'in uzun süren halifeliği esnasındaki icraatına delâlet etmektedir."
Ömer (r.a.)'in kültürünün kaynağı ne idi. Bu soruya cevap vermek üzere deriz ki, onun kültürü İslâm'dan önce başlamıştı. Okuma yazma bilindiği gibi, ilmin ve kültürün anahtarıdır. Sire kitaplarının rivayetine göre, o çocukluk ve gençlik yıllarında kendi çağdaşlarına göre, okuma yazma bilmesi sebebiyle üstün özelliğe sahipti ve o zaman bunların sayısı oldukça azdı.
Resulullah (s.a.v.)'a peygamberlik geldiği sırada Kureyş'te sadece on yedi kişi okuma yazma biliyordu.
[36] Belki bu rakamda bile biraz mübalağa vardır. Vahiy kâtiplerinin sayısı, bazı rivayetlere göre kırkı geçiyordu. Ancak bu, onun aynı zamanda ilim ve kültürün anahtarına sahip olan Kureyş'teki azınlıktan biri olduğunu açıklamaktadır.
Ömer delikanlılık çağına gelince şiirden zevk aldığı gibi, bazı rivayetlere göre bizzat şiir de yazıyordu, Ikdü'l-Ferid sahibinin rivayetine göre, bir gün Ömer (r.a.), Nabiga el-Ca'diye şöyle söylüyordu:
“Bana, Allah'ın sana affettiği bazı şarkılarını söyler misin?” dedi. O, ona ait bir parça okuyor ve kendisine bunu söyleyen (yazan) sensin, diyordu. Ömer (r.a.):
“Evet, el-Hattab'ın develerini güderken söylerdim,” cevabını veriyordu. Ömer b. Hattab Ukaz pazarında ve diğer pazarlarda şairleri dinler, onların şiirlerinden ezberler, hoşuna gidenleri okurdu. El-Hadi, Hassan b. Sabit, ez-Zibirkan ve arkadaşlarıyla konuştuğu bilinmektedir.
Babasından ensap (nesepler) ilmini öğrenmiş, bu sahada yetkili bir kişi olduğunu gözler önüne sermişti.
Güzel konuşur ve beyanda bulunurdu. Bütün bu özelliklerinden dolayı, Kureyş tarafını temsilen diğer kabilelere sefir olarak giderdi. Kendisinden önce babasının verdiği hükümler gibi onun hükümleri de çıkan anlaşmazlıklarda rıza sağlardı.
Kureyş gençlerinin büyük çoğunluğu gibi o da, gençliğinde ticaretle uğraşmış, belki sahip olduğu katılık ticaretin başkalarına sağladığı faydayı kendisine sağlamamıştı. Bu katılığıyla o, taştan su çıkarmayı başarmıştı. Kureyş'in tabiriyle toprağı altına çevirmesini biliyordu. Kışın ve yazın yapılan ticaret mevsiminde Yemen'e ve Şam'a gitmekle yetinmeyip İran'a ve Rum'a da gidiyordu. Ancak bu gezilerinde ticaret yapmaktan çok kültürünü geliştirmekle meşguldü. Mes'ûdî "Mürucü'z-Zeheb"de, onun cahiliyet devrindeki gezilerine işaret ederek bu gezilerde çoğunlukla Arap emirlikleriyle bir araya gelerek görüşmeler yaptığını belirtmektedir.
Büyük ihtimalle o, servet kazanmaktan ziyade Kureyş'in sefirliğini yapıyor, Arapların ensabıyla (atalarıyla) ve yine Arapların günleriyle ilgili olan bilgilerini asrın kitaplarından edindiği kültürle de ilminin gelişmesi için itina gösteriyordu.[37]
Ömer (r.a.) İslâm'a girince gerek Mekke'de ve gerekse Medine'de Resul-ü Ekrem'le birlikte idi. Onunla birlikte çalışıyor, din işlerinde ilim öğreniyordu. Bunlardan bazılarını zikrettik. Resulullah hadislerinde kaydetti. Aynı zamanda devlet işleri ile ilgili olarak icraatta bulunuyordu. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, teorik ilimle tatbikî ilmi bir araya getiriyor, uygulamada ve icraatta bulunuyordu. Onun ilminin ve kültürünün bazı yönlerini şu şekilde özetlememiz mümkündür:
Söze İslâm hukukuyla başladık. İslâm hukuku, devletin kanunudur. Tatbik etmesi ve kaidelerini keşfetmesi için Ömer (r.a.)'e devredilmişti. O bu dalın keşfeden kahramanı olmuştu. Resulullah (s.a.v.) Rabbinden aldığı ilâhî hükümlerin beyan ettiği gibi, Ömer de tatbikat metodunu ortaya koyarak toplumun karşılaştığı yeni ihtiyaçları ve şartları karşılamak için bunlardan hükümler çıkarmıştı.
İşte burada Ömer b. Hattab'ın büyüklüğü kendisini gösterir. Onun hayatını tetkik etmenin, incelemenin büyük faydası idaredeki ve yönetimdeki üslûbunu kapsama almaktır. Daha önce de zikrettiğimiz gibi, sabit ve güçlü bir imanla halkın meşru ve makul ihtiyaçlarına cevap verecek esnekliği üzerinde toplamıştı. Bu sebeple fıkıh alimleri onun bu yöndeki faziletlerini kaydetmişlerdir. Buna bir örnek verelim. Abdullah b. Mes'ud şöyle demektedir:
“Ömer, içimizde Allah'ın kitabını en iyi bilen kimseydi. Allah'ın dinini de içimizde yine o bilirdi.”
Ayetlerin okunmasında bir ihtilâf meydana çıktığı zaman Ömer (r.a.)'in okuduğu gibi okuyun denilirdi. O mübalağa yaparak şöyle söylüyordu:
“Şayet Ömer b. Hattab'ın ilmi mizanın bir kefesine, yeryüzünde bulunan bütün ilimler de diğer kefesine konsa Ömer (r.a.)'inki ağır gelirdi.” Rivayet ettiklerine göre Ömer b. Hattab ilmin onda dokuzunu toplamıştı.
İbn Şirin şöyle söylemektedir:
“Şayet Ömer'den daha alim olduğunu iddia eden birini görürsen, onun dininden şüphe et.”
Ömer (r.a.)'in tefsir etmiş olduğu ayetler, ders verici ve hüküm arzedicidir. Bu özelliğiyle din ve akıl terazisinde ağır basan ve tercih edilen tefsirdir. Onun çıkarmış olduğu şer', yani kanunî hükümler açık seçik ve hatadan uzak hükümlerdi.
Kendisinden nakledilen sözlerle raiyesinin de ilim öğrenmesi için teşvik ederdi. Bu sahada onun şu sözünü nakledebiliriz:
“Öğrenin, ilimle birlikte sükûneti ve sabrı öğrenin. Öğrendiğiniz kişiye karşı mütevazi olun, kime öğretiyorsanız ona karşı tevazuda bulunun. Gaddar alimlerden olmayın. Cehaletinizle ilminiz yükselmez.”
İlim talep edenlere karşı da şöyle vasiyette bulunuyordu:
“Kitabın hizmetine hazır, onun kaynakları olun. Allah'tan günden güne rızkınızı isteyin. Halkın efendisi olmadan önce ilim öğrenin.”
İslâm hukuku, Kur'an-ı Kerim'in esaslarındandır. Arap dili de onun anahtarıdır. Arap lisanının sırlarını ihata edenlerin başında Ömer b. Hattab gelmektedir. Sahip olduğu bu özellik, Müslümanların idaresi kendi üzerine geçtiği zaman, nutuklarını hazırlamasına yardımcı oldu. İdare ve hüküm sahasında hiçbir liderin Ömer'in seviyesine çıkamadığını, onun kadar beliğ bir lisanla konuşamadığını tarih kaydetmektedir.[38] Ömer b. Hattab'ın Arap lisanıyla ilgili olarak çok nasihati vardır. Bunlardan en meşhurları aşağıdadır:
“Arapça'yı öğrenin, çünkü o aklı sabit kılar, kişiliği güçlendirir.”
“Farzları ve sünnetleri öğrendiğiniz gibi nahiv ilmini de öğrenin.”
“Kur'an'ın hıfzını öğrendiğiniz gibi, irabını da öğrenin.”
“Yazının kötüsü ayrık olanı, okumanın kötüsü kekelenerek okunanı, en iyi yazı ise açık ve seçik olanıdır.”
Birinin konuşurken kekelediğini görürse:
“Bunu yaratan da Amr b. As'ı yaratan da birdir,” derdi.
Rivayete göre, nahiv hatası yapan kâtiplerin celd edilmesini (kamçılanmasını) emretmişti.
Ömer (r.a.)'in de şahsen rivayet ettiği gibi şiir Arap dilinin esası idi. O gerek cahiliye devrinde gerekse İslâm'ı kabul ettikten sonra, şiir rivayetine itina gösteriyordu. Bu konuda kendisinden şöyle rivayet edilir:
"Şiir kavmin ilmi olup kendileri için ondan daha doğru başka bir ilim yoktur.” İslâm'ın gelişiyle cihatla meşgul oldukları için onu ihmal ettiler. İran'ı ve Rum'u fethettiler, şiir rivayetini ve şiiri ihmal ettiler. İslâm güçlenip fetihler genişleyince, Araplarda ensarlar vasıtasıyla güven duygusu yerleşince şiir rivayetine yeniden döndüler, yazılı divanlara ve kitaplara başvurmakla yetinmeyip bunları te'lif ettiler.
Araplardan bazıları ölüm vasıtasıyla helak olunca daha azını ancak hıfzedebildiler. Çoğunu ise yitirdiler.
Bütün Araplara karşı hitabında şöyle diyordu:
“Şiirin en temizini (berrakını) rivayet edin. Hadisin de en iyisini rivayet edin. İyi şiir ahlâk yüceliğine delâlet etmektedir. Dolayısıyla kötülüklerden men etmektedir.”
Ebu Musa el-Eş'ari'ye yazdığı mektupta şöyle diyordu:
“Senden öncekiler şiir öğrendiler. O yüce ahlâka, sağlam görüşe, ensabların (ataların) bilinmesine delâlet eder.”
Sire kitaplarının rivayetine göre, kendisine bir mes'ele arzedildiği zaman nutlaka o mes'eleyle ilgili şiirden bir beyit okurdu.
Ömer b. Hattab, arap tarihini, günlerinin ve şeref duyulan yönlerini bilmekle ün kazanmıştı. Bu konulardaki ilmi, şiir, nesir ve benzeri ilimler gibi konuları kapsıyordu. Belki de o, bunları babası El Hattab'dan naklediyordu. Çoğu zaman, el-Beyan ve et-Tebyin'de görüldüğü gibi el-Hattab'dan duydum veya ondan böyle duymadım derdi. Oğlu Abdurrahman'a en meşhur vasiyetlerinden biri şöyleydi:
“Ey oğlum! Nesebini yap, rahme kavuşursun. İyi şiirlerden ezberle, edebiyatın daha iyi olur. Nesebini (soyunu ve atalarını) bilmeyen rahme kavuşamaz.İyi şiir ezberlemeyen hakkını ifa etmediği gibi, edebiyat işleyemez.”
Genel olarak Müslümanlara yaptığı nasihatlerde temiz olmayı, şiir rivayet etmeyi, güzel konuşmayı emrediyordu.
“Kavuşabileceğiniz, (rivayet edebileceğiniz) kadar nesebi rivayet edin. Onunla tanınırsınız. Rahmin sahibi meçhuldür. Rahim sahibini bilirsen kendisine kavuşursun. (Ona intisap edersin.)”
Dünyada insana yarayan her çeşit ilme olan ilgisi:
Kim ki onun ilminin sadece din ve ona bağlı ve zorunlu öğrenilmesi gereken Arap dili ve edebiyatı sınırları dahilinde mahsur kaldığını zannederse hata eder. Hakikatte ona göre ilim din ve dünya ilimlerini ihtiva ediyordu. Ona göre ilim, İslâm dininin branşları olan akide ve şeriat (hukuk), insanla onu yaratan Rabbi ve kişiyle toplum arasındaki ilişkileri koordine eder.
Bu sebeple halkına çocukların terbiyesi için verdiği nasihat şudur:
“Çocuklarınıza, yazmayı, yüzmeyi, ok atmayı, biniciliği öğretin. Onlara idman yaptırın. Ata binerken bir atlayışta binsinler. Örnek ideallerden onlara rivayetlerde bulunun. Kendilerine şiir öğretin.”
Abbas Mahmud el-Akkad der ki: Çok az kişi, Ömer (r.a.)'in doğu coğrafyasını kişinin vatanında en iyi şekilde bildiği gibi bildiğini tahayyül eder. Hakikatte o duyarak, rivayete göre duyma ve görmeye yardımcı olan ima ile biliyordu. Tayin etmiş olduğu valilerden, bulundukları yerlerde ilim ve malumat toplamalarını istiyordu. İhmal edenleri gördüğünde görevinden azlediyordu.
Rivayete göre, Küfe emiri Ammar b. Yasir, kendisine şikâyet edildi. O istimalde olan bilirkişiliği idrak edemiyor, dediler. Ammar b. Yasir kendisine geldiğinde Ömer (r.a.) Küfe civarında Arap ve Fars beldelerindeki mevkileri kendisine sordu. Uzmandan sorulan soru bu taksirinden (ihmalinden) dolayı onu görevinden azletti.
Ömer b. Hattab aynı zamanda güzel bîr sese sahipti. Şiddetine ve heybetine rağmen, dalâlet ve şehveti tahrik eden müziğin dışında, şarkı söyler ve dinlemek isterdi. Bu sahada mütevatir olan haberlerden bazıları şöyledir:
a- Bir defasında yolculuk yaparken sesini yükselterek şarkı söylüyordu:
“Muhammed'in en iyi, en kâmil zimmetinden başka, devenin semerinden bir şeyi taşımadım.” Biniciler ona doğru toplandılar. O Kur'an okudu. Topluluk dağıldı. Bunu birkaç kez yaptı. Onlar da aynısını tekrarladılar. Bunun üzerine onlara şöyle bağırdı: "Şeytanın zurnasını aldığımda toplanırsınız. Allah'ın kitabından aldığım zaman dağılırsınız."
b- Hac esnasında şarkı söyleyen birini getirip dediler ki:
“Bu adam, yasak edilmiş olmasına rağmen şarkı söylüyor.” Ömer şöyle cevap verdi:
“Onu bırakın, müzik binicinin erzakıdır.”
Hacca giderken beraberinde iyi müzik bilenler bulunuyordu. Onlara şiir okumalarını teklif ediyor, kendi şiirlerinden olunca da etkileniyordu. Bir defasında hacca giderken beraberinde Hevvat b. Cübeyr, Ebu Ubeyde b. El-Cerrah ve Abdurrahman b. Avf vardı. Hevvat'a Dırar'ın şiirlerinden okumasını önerdiler. Ömer (r.a.):
“Bırakın, Ebu Abdullah kalbinden söylesin,” dedi. Sahura kadar kendilerine söyledi ve seslenerek:
“Ya Hevvat! Sesini yükselt, sahur ettik,” dedi.
c- Osman b. Affan'ın mevlâsı Nail'den rivayet edildiğine göre, Ömer b. Hattab, Osman ve İbn Abbas birlikte yola çıkarlar. Nail'in beraberinde Kureyş'in önde gelen gençlerinden biri vardı. Rabah b. el Mu'uteref el-Fihri bunlardan biri olup deveyi iyi gütmesini ve güzel şarkı söylemesini iyi bilirdi. Bir gece kendisinden şarkı söylemesini istediklerinde reddetti ve şöyle dedi:
“Ömer (r.a.)'le birlikte söylerim. Onlardan biri "Seni men ederse söyleme" dedi. Sahura kadar şarkı söyledikten sonra Ömer (r.a.) kendisine:
“Yeter, bu saat zikir saatidir,” dedi.
İkinci gece Arapların şarkılarından söylemesini kendisinden istediler. O seher vaktine kadar onlara şarkılardan söyledikten sonra Ömer (r.a.):
“Yeter artık, bu saat zikir etme vaktidir,” dedi.
Üçüncü gecede ise kendilerine kadın türkülerinden söylemesini istediler. Sesini yükseltir yükseltmez Ömer ona engel oldu ve şöyle söyledi:
“Yeter! Bu, kalbleri Allah'ın zikrinden uzaklaştırır!”
Abbas Mahmud el-Akkad, Ömer b. Hattab'ın bu özelliği hakkında, daha önce zikrettiğimiz eserinde şu yorumu yapar:
“Şüphesiz ki insanı sevindiren şiir, temiz konuşma, güzel ses, insanın nefsinde birden göründükleri zaman güzelliğin ortaya çıkmasına sebep olurlar.”
Ömer b. Hattab bütün heybetine ve şiddetine rağmen şaka yapar, fıkra söylerdi. Bu konudaki rivayetlerin bir kısmı şöyledir:
a- Bir gün Resul-ü Ekrem, erkeklerin bey'atını bitirip kadınların biatlaşması için oturmuştu. Kureyş kadınları etrafında toplanmışlardı. Aralarında Uhud savaşında Resulullah'ın amcası yüce sahabi Hazreti Hamza'yı şehit edenler arasında bulunan Hind bint. Utbe de vardı. Resulullah'ın kendisini inciteceğinden korkarak peçe giymiş ve pişman olmuştu. Bey'at için Resulullah (s.a.v.)'a yaklaştıklarında onlara şöyle dedi:
“Hiçbir şeyi Allah'a şirk koşmayacağınıza dair bana biat eder misiniz?” Hind bint. Utbe:
“Vallahi bizden istediğinizi (bizi cezalandırdığınız gibi) erkeklerden istemiyorsunuz. Biz bu sözü veriyoruz.” Resulullah buyurdu:
“Çalmayacaksınız!” Hint:
“Vallahi, şayet Ebu Süfyan'ın malından az bir miktar alırsam, bilmiyorum, bu helâl mi yoksa haram mı olur?” dedi. Resulullah (s.a.v.):
“Sen, Hind bint. Utbe'sin,” dedi. O şunları söyledi:
“Ben Hind bint. Utbe'yim. Geçmişi affet, Allah seni affetsin,” dedi. Resulullah şöyle buyurdu:
“Zina
yapmayacaksın!”
“Ya Resulullah! Hür kadın zina yapar mı?”
“Çocuklarınızı
öldürmeyeceksiniz!”
“Onlar çocuktu, bizler büyüttük. Onları sizler büyük oldukları halde Bedir’de öldürdünüz. Sizler ve onlar bunu daha iyi bilirsiniz.”
Bu sırada Ömer b. Hattab öyle bir güldü ki, kahkaha attı. Daha önce bu şekilde güldüğü pek az görülmüştü.
b- Resulullah (s.a.v.), Ebu Süfyan'ı İslâm'a davet ettiği zaman Ebu Süfyan'ın şöyle söylediği rivayet edilir:
- “Uzza'yı ne yapayım?”
Duvarın arkasından bunu duyan Ömer (r.a.) şöyle der:
- “Üzerine yap (pislik yap).”
c- Ömer b. Hattab namazı aceleyle kılan bir Arabiye bakıyordu. Arabi namazı tamamladıktan sonra şöyle dua etmeye başlamıştı:
“Ya Rabbi! Beni cennet hurisiyle evlendir!” Ömer şöyle dedi:
“Verimini (yapman gereken ibadeti) kötü yaptın, istemeyi ise yücelttin.”
d- Kendisine yaklaşan Amr b. Ma'adi'ye iki bin fey'i veren Ömer'e Amr b. Ma'adi şöyle dedi:
“Ya emire'l-Mü'minin! (Karnının sağ tarafını işaret ederek) bin buraya, (karnının sol tarafını işaret ederek) ve bin buraya. Buraya ne olacak (veya ne vereceksiniz?)” (Karnının ortasını işaret etti.)
Ömer (r.a.) bu konuşmaya güldü ve kendisine beşyüz fazla verdi.
e- Ömer (r.a.), oğlu Asım ve hizmetçisi Eşlem, yaslı şarkılardan birini söylerken içeri girdi. Durup onları dinledi. Kendilerini dinlemesinden cesaret alarak sordular:
“Hangimiz daha iyi söylüyoruz?”
“Sizinki eşek misalidir. Hangisi daha kötü deyin.” Sonra şunu söyledi:
“Bu, sonra bu.”
f- Güçlü hareketlerinden biri de korkunçbir espri sahibi olan el-Hutay'e'yi halkı lekelemekten vazgeçirmesidir. Bir sandalye isteyip üzerine oturdu. El-Hutay'e'yi çağırıp karşısına oturttu. Burgu ve ustura isteyerek dilini keseceği vehmini kendisinde uyandırdı. Hutay'e çığlık atarak bağırmaya başlayınca etraftakiler kendisinden af dilediler. Bir daha hiç kimseyi lekelemeyeceğine dair söz verinceye kadar onu bırakmadı. Müslümanların ırzlarına yapmış olduğu iftiranın cezası olarak kendisinden üçbin dirhem aldıktan sonra serbest bıraktı. Ömer (r.a.) hayatta bulunduğu sürece hiçbir kimseye leke süremedi.
Gerek fizikî gerekse yaratılış itibariyle bu esas çizgiler onun sıfatlarını teşkil ederler. Abbas Mahmud el-Akkad'ın zikrettiklerini daha önce bahsettiğimiz eserinde en iyi şekilde takdir ettikten sonra bu hususta tekrar yorum yapmaya gerek yoktur. Adı geçen eserinde der ki:
Gözlerin müşahede ettiği gibi, kalpler de büyüklüğün, güçlü kişiliğin ve üstünlük insanlık âleminde kime ait olduğunu müşahede eder. Muhaddislerde (anlatanlarda) güçlü kişilerin fizikî ve ahlâkî yapısını ilgilendiren bazı işaretler vardır. Bu aynı zamanda pratik ve ahlâkî delâletle de ilgilidir.
İtalyan bilgini Lambrozo ve ona mutabakat sağlayan medresesi (ekolü) mukayese ve deneylerin tekrarından sonra onun görüşünü kabul ederek Abkeri (güçlü)'ye ait bazı işaretlerin ehlinde herhangi bir surette hataya düşmediğini beyan ederler. Bu işaretlerin bazıları uyum sağladığı gibi bazıları da çelişkili olur. Bütün pozisyon ve şekillerde metottaki terkip ve beyanat birbirlerine benzeyenler ve eşit olanlar arasında genel bir metodun ihtilâfıdır.
Abkeri çok uzun boylu veya çok kısa boylu olur. Sol elini işletir veya iki elini bir arada kullanır. Başkalarının dikkatini saçının şıklığıyla veya başkalarına göre alışılmamış seyrekliğiyle çeker. Abkeriler arasında her tarzda bulunanlarda; şuur taşkınlığı, aşın duygulu olma, olağanüstü hallere karşılık vermesinin garipliği. Bunlardan bazıları şiddetinde aşırıya gider. Kimisi de aşırı sakinliğiyle bilinir. Bütün bunlan bir araya toplarsak, abkeri gayb âlemi ve gizli sırlarda kuvvetli hisse sahiptir. Bazen feraseti, bazen kusursuz görüşü, bazen ileri görüşü, dine olan bağlılığı, bazen de Allah'a olan itaati ile bilinir. Bu işaretlerin araştırılıp fiiliyattaki detaylarla gerçek arasında ne kadar şüphe olursa olsun, şüphesiz ki bazı pozisyonlarda gerçek, bazısında gerçeğe yakın, bazı hallerde ise ne tamamen doğrulanmaya ne de bir tarafa atılmaya ehil değildir. Özellikle açıkla gizlinin ittifak edip alimlerin görüşlerinin bir araya geldiği, arapların gelenekleri vasıtasıyla intikal eden müşahedeleri olduğu zaman, bu işaretlerden Ömer b. Hattab'da bulunanlar çoktur. O icraatı ve ahlâkı ile eski ve çağdaş mikyaslara göre eşi bulunmayan bir kişidir. Üstün ve mükemmel bir insandır.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, başarılı liderlik politikanın ve idarenin ruhudur. Liderlik -gerek siyasî gerekse idari sahada- kabul edilen ilmî esaslar ve kaideler üzerine kurulup ihtisas sahibi olan üniversite ve yüksek okullarda okutuluyorsa da pratikte sanat yönü veya etkisi ağır basar. Eskiden liderlik sağlam kaidelere dayanan ilimden ziyade sanata yakındı. Bu tamamen Ömer b. Hattab'ın durumunu doğrular.
Resulullah (s.a.v.), medenî ve dinî vazifeleri bir araya getirip hem peygamber hem devlet başkanı olduysa, onun en büyük düşüncesi akidenin ve İslâm'ın yayılmasıyla ilgiliydi. Onun dünyevî görevi dinî çağrışım tamamlamaktan başka bir şey değildi.
Ebu Bekir (r.a.) devrinde Arap devleti idare ve siyaset problemleriyle ortaya çıktı. Ancak birinci halifenin ömrü uzun olmadı. Kısa süren halifeliği esnasında hep mürtedlerle uğraştı. Onlarla savaştı. Şartlar onun büyük bir devlette vuku bulan siyasî ve idarî problemlere karşı tavır almasına imkân vermedi. Bununla beraber Ömer (r.a.) onun bakam veya bir numaralı müsteşarı idi. Öyle ki, Ebu Bekir (r.a.), hilâfeti teslim aldığı günün ertesi orduyu uğurlarken komutan Üsame'den onu yanında bırakması için izin istemişti. Ne var ki siyasî ve idarî problemlere tam anlamıyla onun zamanında rastlıyoruz. Onun uzun Ömrü eşi bulunmayan güçlü kişiyi keşfederek köklü çözüm yollarım ortaya koyup daha önce bu sahalarda tecrübe sahibi olmamasına rağmen onun isminin daha sonra şanlı bir bayrak olmasını sağlamış ve ihtişamını artırmıştır.
Hedefleri bizzat o keşfetmedi. Çünkü hedefler İslâm davasında Ömer'in Resulullah'tan anladığı gibi kararlaştırılmıştı. Devlet çağrısı ve hedefleri bakımından kendisinden önceki birinci halifeden bir farkı yoktu.
Ebu Bekir (r.a.)'in buyurduğu gibi, keşfetmek, yeni şeyler ortaya atmak yok, tâbi olmak vardı.
Ancak teori ile tatbikat arasında büyük fark vardır. Mücerred fikir sahasında pek çok sağlam teoriler tatbikat alamna konulduğu zaman sekteye uğramaktadır. Hatta başarısız olması da söz konusudur. Tatbikat büyük hedeflerin ve plânların proje edilmesinin öneminden daha az değildir. Devletin ilk kuruluşunda bu iki faktör birbirinden pek ayrılmayacağı gibi, teori ve amblemlerden ziyade devletin bilinçli, idrak sahibi ve sağlam icraata ihtiyacı vardır.
Tarihin kaydettiği bir gerçektir ki, Ömer (r.a.), icraatını İslâmî hedeflerin ışığı altında uygulamak suretiyle zirveye çıktı. Burada şöyle bir soru akla gelmektedir. Ömer (r.a.) bu başarıyı nasıl elde etti?
Ömer (r.a.) başarılı oldu. Çünkü geçmişteki ve şu andaki tecrübelerin ışığı altında ve bizim görüşümüze göre, o ebedî ve aynı zamanda basit bir gerçeği anlamıştı. O gerçek şudur: Ömer b. Hattab, başkalarını davet ettiği hayatın canlı bir örneği idi. Hüküm ve otorite sahibinde bulunması gereken özelliklerin hemen hepsine sahipti. Bahsettiğimiz özelliklerin hepsi üzerinde bulunuyordu. Aksi olsaydı başarılı olması mümkün değildi. Tarihte işgal ettiği yer, bugüne kadar boş kalacaktı.
Etrafımızı gözetleyecek olursak, gerek eski ve gerekse yeni tarihte onun makamının çok yüce olduğunu göreceğiz. Otorite sahipleri belli bir fikrî veya felsefî görüşü ortaya attıklarında genellikle kendi nefislerinde yaşamayıp başkalarına talbik etmeye çalışırlar. Oysa Ömer, söylediklerini önce kendi nefsine uygulamış, bizzat tatbik etmiştir.
Bu sebeple sarsılmayan bir imanla inanıyoruz ki, başarılı liderliğin anahtarı onun "iyi örnek olma" kişiliğinde gizleniyordu. Şahsiyeti -daha önce de belirttiğimiz gibi- ona başarıyı garantiliyordu. Böyle bir örnek kişiliğe sahip olmasaydı, başarıyı gerçekleştiremeyeceği kesindi, işaret ettiğimiz anlamı idrak etmiş ve muhtelif vesilelerle halka ilân etmişti. Bunun en bariz örneği Taberi'nin rivayetiyle şöyledir:
Kadisiye'nin fethinde şöyle konuşuyordu:
"Bir ihtiyaç zuhur ettiği zaman, hepimize yetecek şekilde onu karşılamaya itina gösteririm. Bunu gerçekleştirmekte aciz kalırsam, kifafta [39]eşit duruma gelinceye kadar sıkıntı çekeriz. Nefsimin sizler için istediklerini yine nefsimden bilmenizi arzuladım. Ben ancak uygulayıcı olarak öğretmeninizim. Vallahi ben sizi köleleştiren bir kral değil, emaneti yüklenen Allah'ın bir kuluyum. Beni istemediğiniz zaman hilâfeti size geri iade ederim. Evlerinizde saadetiniz gerçekleşinceye kadar, hanelerinize kadar gelir, sizlere hizmet ederim. Yeter ki sizler rahat edin."
Eğer iyi örnek olma hali her zaman gerekliyse, Ömer (r.a.) ferasetiyle kurulmuş olan İslâm devletinin buna daha fazla ihtiyacı olduğunu idrak etmişti, İslâm dini cihanşümul olmasına rağmen mükemmelliğin belirli özelliklerine sahip olan bir ümmete inmişti. Bu özelliklerin en barizleri; sadelik, kuru ekmekle yetinme, lüks ve israftan kaçınmaktır.
Bu ümmetin bir ferdi, ihtiyacını karşılayacak nafakanın dışında bir şey istememektedir. Bu ümmet risaleti bütün âleme yaymakla mükelleftir. Bunun için sahip olduğu özellikleri koruması gerekmektedir. Hayatın şehvetlerinden kaçınması icab etmektedir. Tebliğ göreviyle yükümlü olan bir Müslüman için en büyük tehlike budur.
İnhiraftan (sapmaktan) masun olan kimdir?
Kayser'in ve Kisra'nın hazineleri bu yalın ayaklı çıplakların önüne ganimet olarak serilmişken inhiraftan kim masun olabilir?
Acaba Allah'ın ayetlerini hatırlatıp vaaz vermek fayda sağlar mı?
Yoksa inhirafa karşı en sağlam örnek olmada mı gözlenmektedir?
Gözlerin kendisine dikildiği devlet başkanı halife Ömer'in kendi nefsinden tamamen İslâmî değerlerden canlı bir bayrak meydana getirmesinde midir?
Gerçekte o şartlarda iyi örnek olmaya karşı, herhangi bir alternatif yoktu.
Ömer b. Hattab'ın hayatını tetkik etmek amacıyla derinleştiğimiz zaman karşımıza şu gerçek çıkar: Müslümanların halifesi olan bu yüce zatın zühdü ve takvası mücerred ibadet özelliğini taşımıyor; idare ettiği devletin buna ihtiyacı olmasından kaynaklanıyordu. Başka bir ifade ile Ömer (r.a.) ferasetiyle İslâm devletinin zühd ve takva sahibi bir emire ihtiyacı olduğunu idrak etmişti. Buradan hareket ederek diyebiliriz ki, O, Resulullah'ın da buyurduğu gibi "Fitneye karşı bir set" idi. Arap dünyasının politikada dahi ismi olan Muaviye b. Ebi Süfyan'ın dediği gibi, "Ebu Bekir (r.a.) ne dünyayı istedi, ne de dünya onu istedi. Ömer'i dünya istedi, fakat Ömer dünyayı istemedi. Halbuki bizler sırt üstü ve yüz üstü eğlendik."
Biraz sonra göreceğimiz gibi, Ömer (r.a.), hayat ilişkilerinde diğer yöneticiler için mubah gördüklerini kendisi için men etmiştir.
Şayet iyi örnek olma hali, onun liderlikteki belirgin metodu ise bu metod yapı itibariyle Ömer (r.a.)'in sanatı olup onu diğer idarecilerden ayıran özelliğidir. Onun bu özelliğine, başka bir deyimle liderlikteki faziletine iki şey daha eklemek isabetli olacaktır:
1- Raiyenin bütün mes'eleleriyle ilgilenmek için azami itinayı göstermesi.
2- Devlet ilerine halkın iştirak etmesini sağlaması. Bugünkü terimiyle söylemek gerekirse, buna (Administration-Democracy) demek gerekir. Yani bu bir idarî demokrasidir.
Hakikatte onun feraseti, bölgelere yetenekli valiler tayin etmeyi, savaş meydanlarını mükemmel bir şekilde idare etmeyi başaran komutanları belirlemeyi gerçekleştirmişti. Sahip olduğu Allah korkusunun tesiriyle hak sahibinin hakkını koruyor, şiddeti ve heybetiyle kamu hizmetinde çalışanları disiplinli ve itaatkâr hayata alıştırıyordu.
Daha sonra Ömer (r.a.)'in yürütme yetkisini nasıl kullandığını, devlet işlerini nasıl koordine ettiğini göstereceğiz. Ancak daha önce Ömer'in liderlikteki "sanat" yönünü işlemek istiyoruz.
Tarihin gözler önüne serdiği ve hâlâ geçerliliğini koruyan ezelî bir gerçek vardır: O da "İnsanlar, başka bir ifadeyle halklar idarecilerinin dini üzeredirler." sözüdür. Hattab oğlu Ömer mücerred bir kral değildi, Resul-ü Ekrem'in din ve dünya işlerinde halifesiydi. Bu sebeple sorumluluğu iki kat fazlaydı. Kendisine vacip olan şey, sözle insanlara nasihat etmekten önce, bizzat nefsinde uygulamaktı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, Ömer b. Hattab bu gerçeği idrak etmiş, şu sözüyle ifade etmişti:
"İmam'ın Allah'a karşı görevini ifa ettiği kadar raiye de imama karşı yerine getirir. Şayet imam lükse dalar, israf içinde yaşarsa halk da aynısını yapar."
Gerçekleri anlamak ve başkalarına söylemek kolaydır. Ama onları tatbikat sahasına koymak kendi nefsinde uygulamak o kadar kolay değildir ve her zaman gerçekleştirmek mümkün olmaz. Ömer b. Hattab için böyle bir şey söylenemez. Tarihen sabittir ki, mü'minlerin emiri her ne söylemişse önce kendisi yapmıştır. Başkalarına emrettiği şeyi nefsinin kaldırıp kaldıramayacağını önceden ince ince düşünmüştür.
Şayet birisi kalkar ve Ömer (r.a.) için, o Allah'ın resulünün havarisi idi. Dolayısıyla bütün bu meziyetler onun için olağanüstü bir manzara arzetmiyordu derse şöyle cevap verebiliriz: Resulullah (s.a.v.)'a olan yakınlığı bakımından üçüncü halife Osman (r.a.), ondan aşağı değildi. Ancak idarî bakımından ve adalet sistemi açısından Osman (r.a.) ile Ömer (r.a.) kıyaslanabilir mi?
Rivayete göre Osman (r.a.)'ın valilerinden biri, beytülmalin müstehaklarından bazılarını getirdiğinde Osman (r.a.)'ın çocuklarından biri beytülmalden bir şey alıp gider. Bu olay Osman (r.a.)'ın üzerinde herhangi bir tesir yapmaz. Bunun üzerine vali ağlar. Niçin ağladığını soran Osman'a karşı vali şunu söyler:
“Bunlar gibi bazı malları Ömer (r.a.)'e getirmiştim. Çocuklarından biri, bir dirhem almıştı. Ömer (r.a.), çocuğunun elinden dirhemi almıştı ve çocuk ağlıyordu.” Bunun üzerine Osman (r.a.) şöyle konuştu:
“Ömer (r.a.), ehlini ve akrabasını Allah rızası için men ederdi. Ben ehlime (aile fertlerime) ve akrabama Allah rızası için veriyorum. Ömer gibisine rastlanamaz. Ömer gibisine rastlanamaz. Ömer gibisine rastlanamaz!” [40]
Osman (r.a.)'a soruldu:
“Ömer gibi olamaz mısın?”
“Lokman Hekim gibi olamam,” cevabını verdi.
Fizikî şartları ve yaratılışından gelen özellikleri Ömer b. Hattab'a benzemekteydi. O da Ömer gibi basit bir hayat yaşıyor, dünya zevklerine önem vermiyordu. Ancak Allah'ın kazası uygulandı. Ömer (r.a.)'in hayatta iken kendisine karşı engelli bir set teşkil ettiği fitne ondan sonra patlak verdi [41]
Özetleyecek olursak deriz ki, Ömer (r.a.) İslâm hukukunun uygulanmasında, tarihin ikinci bir örneğini kaydedemeyeceği tek insandır. Onun gibi birinin bir daha ortaya çıkması, mümkün değildir.
Ömer (r.a.)'in gerek özel hayatında gerekse umumî hayatında bu özellikleriyle ilgili genel çizgileri ve örnek kişiliğiyle gerçekleştirdiği sonuçlan takdim edeceğiz.
Biz bununla Ömer b. Hattab'ın yiyecek, giyecek ve binecek metodunu kastediyoruz. Tarih kitapları bu sahayla ilgili olarak o kadar bol haber naklediyorlar ki, bugün bunların bir kısmı mübalağa sayılabilir. Ancak Ömer (r.a.)'in hayatını gözden geçirenler bütün bunları tabiî bulacaklardır.
Ömer (r.a.) kendi nefsi için muayyen bir sınır çizmişti. O sınırı asla geçmiyordu. Bu sınır genellikle bütün Müslümanların hayat düzeyinde, bazen daha da aşağıda idi. Er-Rımade yılında, kıtlığın ve yokluğun hâkim olduğu dönemde raiyesinin yaşadığı gibi yaşamayı kabul edip bizzat kendisi bunu şu sözüyle ifade etmiştir:
“Onları yaralayan beni yaralamıyorsa, raiyenin işi beni nasıl ilgilendirir?”
İnanıyoruz ki Ömer (r.a.)'in basit bir şekilde ifade etmiş olduğu bu gerçek, sağlıklı hükmetmenin, her asrın ve her zamanın anahtarıdır. Hâkim, halkının duygularına uygun olarak icraatta bulunduğu gün hüküm istikamete girecek ve raiyenin durumu düzelecektir. Hâkim halkından koptuğu, kendisine has lüks yaşantıya başladığı zaman fitnenin kapısı açılır ve Allah (c.c.)'ın şu ayeti tecelli eder:
"Biz bir
ülkeyi helak etmek istediğimiz zaman onun varlıklılarına emrederiz. (Burada
emir, yöneltmek veya çoğaltmak anlamındadır. Yani helak etmek istediğimiz
ülkenin varlıklılarını yöneltiriz veya çoğaltırız.) Orada fısk yaparlar, (Kötü
arzularının peşinde koşarlar.) Böylece o ülkeye (azap edeceğimiz hakkındaki)
söz(ümüz) hak olur. Biz de orayı darmadağın ederiz. " [42]
Ömer (r.a.)'in basit hayatının ve sade yaşantısının mücerred ibadet gayesine yönelik olmadığını bir kere daha vurgulamak istiyoruz. O halkına örnek olmak, raiyesinin haklarına riayet etmek, mes'elelerini halletmek için sade ve basit hayat tarzını tercih etmişti.
Sire kitaplarının rivayet ettiği haberlere göre, Ömer b. Hattab'ın yemeği halife seçildikten sonra yiyenlerin iştahını çeken yemeklerden çok uzaktı. Devlet adamlarının alışılmış sofralarında bulunan yiyeceklerin aksine, kendisini ziyaret edenlerin onun yemeklerinden hiç de tercih etmedikleri garipsenecek bir durum değildir. Bu husustaki bir rivayet şöyledir:
Hafs b. Ebi el-As, Ömer (r.a.)'in yemeğini getiriyor, fakat kendisiyle birlikte yemiyordu. Bir gün Ömer (r.a.) kendisine sordu:
“Seni bizim yemeğimizi yemekten alıkoyan nedir?” İbn Ebi el-As şöyle cevap verdi:
“Senin yemeğin katı ve serttir. Benim için hazırlanmış olan taze ve iştah çekici yemeği yemek için geri dönüp gideceğim.” Ömer sinirli bir şekilde cevap verir:
“Oğlakların kesilmesi, kıllarının yolunması, buğday çekirdeğinden ince ekmek yapılması, bir kile kuru üzümün sahana atılıp keklik gözü gibi olması ve su ilâve edilip geyik kanı haline getirilmesi için emir vermekten ve bunları yemekten aciz olduğumu mu sanıyorsun?” Bunun üzerine İbn el-As şöyle der:
“Öyle görüyorum ki, hayatın güzelliklerini biliyorsunuz.” Ömer şunları söyler:
“Allah'ın adına yemin ederim ki, iyiliklerim azalmamış olsaydı sizin rahat hayatınıza ben de iştirak ederdim. Ancak ben iyiliklerimin kalmasını isterim. Çünkü duydum ki Allah bazı kavimler hakkında şöyle buyurur:
“Dünya
hayatında bütün güzel şeylerinizi zayi ettiniz. (Orada) bunlarla safa
sürdünüz, tükettiniz. (Burası için bir şey bırakmadınız)" [43]
Meşhur rivayetlerden biri de Musa el-Eş'arî'ninkidir. Şöyle buyurmaktadır: Hemen her gün Ömer (r.a.)'in yanına giderdik. Yanında üç ekmeği vardı.
Kendisine yemeğe gittiğimizde bazen yağ ile (yani ekmekle ve nebati yağ ile) bazen tereyağıyla, bazen sütle, bazen önceden ezilip sonradan kaynatılan kuru et ile bazen de taze et ile bizlere yemek takdim ederdi. Ancak taze et çok az olurdu."
Ömer (r.a.) bir gün halka hitab ederken şunları söylüyordu:
“Ya kavim! Sizin yiyeceğime karşı olan nefretinizi ve mazeretlerinizi biliyorum. Vallahi isteseydim en iyi yemekleri yiyen ben olur, en lüks hayatı ben yaşardım! Vallahi isteseydim ızgara et, hardal, yufka ekmek ve devenin en iyi etlerinden yerdim. Ama Allah'ın, bir kavmi yaptıklarından dolayı değiştirdiğini duydum:
"Dünya hayatında bütün güzel şeylerinizi zayi ettiniz. (Orada) bunlarla safa sürdünüz, tükettiniz. (Burası için bir şey bırakmadınız)" [44] Ve çoğu zaman şöyle söylüyordu:
“İyi yemekleri yiyenlerden daha güzel yemekleri biliriz. Fakat iyi yemekleri, her emzirenin emzirdiğini unuttuğu, her gebe olanın karnındakini düşüreceği güne terk ediyoruz.”
Gençliğinin ilk yılları da dahil olmak üzere, hayatıyla ilgili olarak bildiklerimizin bu söylediklerini teyit eder.
Ömer (r.a.) ailesiyle birlikte, bir öğün yemekte iki katığın bir arada olamayacağı zorunlu prensibine uymuştu. Bu konudaki rivayetlerin bazıları şöyledir:
Kızı Hafsa'nın evine girdi. Resulü Ekrem'in zevcesi olan kızı, kendisine soğuk bir katığını üzerine nebati yağ dökerek ikram etti. Kızına şöyle dedi:
“İki katık bir tabakta? Allah'a kavuşuncaya kadar onu yemem.” Kendisine yağlı et ve süt ikram edildiğinde yemeği reddedip şöyle derdi:
“Bunlardan her biri tek başına katıktır!”
Oğlu Abdullah (r.a.)'a yemeğe gittiği zaman iki lokma yedikten sonra şöyle dedi:
“Etin yağının tadından başka bir yağın tadını buluyorum.” Abdullah cevap verdi:
“Ey mü'minlerin emiri! Pazara gidip yağlı et satın almak istemiştim. Ancak yağlı eti pahalı buldum. Bir dirhemle zayıf etten bir dirheme de yağ aldım.”
Ömer (r.a.) şöyle konuştu:
“Resulullah (s.a.v.)'ın yanında iki çeşit yemek olduğunda, birini yer, diğerini sadaka olarak verirdi.” Abdullah b. Ömer şöyle cevap verdi:
“Ey mü'minlerin emiri! Bundan sonra benim evimde asla iki çeşit yemek bir araya gelmeyecektir! Bir araya geldiği zaman, ben de Resulullah'ın yaptığı gibi yapacağım.”
Şayet Ömer (r.a.)'in bahsettiğimiz metodunun tefsiri Resulullah'ı ve arkadaşı Ebu Bekir (r.a.)'ı örnek almak ise [45]ibraz ettiğimiz anlamı vurgulayan aşağıdaki prensibin uygulanmasıdır. Bu ise örnek almanın tam bir ifadesidir. Bununla kasdettiğimiz her Müslümanın yiyemediğini kendi nefsine haram etmesidir. Bu konudaki rivayetlerin bazıları aşağıdadır:
Utbe b. Ferkad Azerbaycan'a gittiğinde "Habis" adında hurmadan ve sütten yapılan bir çeşit tatlı yedi. Tatlıyı güzel bulduğu için iki sepet dolusu yaptırıp Medine'de, Ömer b. Hattab'a gönderdi. Ömer gönderilen tatlıdan tattı ve elçiye sordu:
“Bütün Müslümanlar yolculukları sırasında bundan doyar mı?” Elçi şu cevabı verdi:
“Hayır!”
Ömer (r.a.) şöyle cevap verdi:
“Yazıklar olsun sana ya Utbe! Benim dünya hayatında iyi şeyleri yeyip zevk almamı mı istiyorsun?”
Şam'a geldiğinde kendisine eşi görülmemiş yiyecekler hazırlanmıştı. Bunu gören Ömer (r.a.) şöyle dedi:
“Bu bizim yemeğimiz. Peki, arpa ekmeğine doyamadan ölen Müslümanlarınki nerede?”
Bunun üzerine Halid b. Velid şöyle söylemişti:
“Onlarınki cennettir!”
Ömer (r.a.)'in gözleri birden nemlendi ve şöyle buyurdu:
“Şayet bu yemekle bize öğüt verip cennete gittilerse, bizlerle onların arasında büyük bir mesafe vardır!”
Ömer (r.a.) kendisine takdim edilen yemek için itiraz etmezdi. O, kalitesizi de dahil olmak üzere hurma yerdi. Çoğu zaman öğünü su ile hurmadan ibaretti. Yemeğini yedikten sonra karnını sıvazlar ve şöyle derdi:
“Karnını ateşle dolduranlara yazıklar olsun!”
Müslümanları fazla yemekten alıkoymak için nasihat ederek şöyle derdi:
“Midenizden sakının, mide kişiyi tembelleştirerek namazdan alıkor. Vücudu ifsat eder, çürütür. Hastalığın varisidir.”
Fazla et yenilmemesi gerektiğini söylerdi. Oğlu Asım'ın yanına girdiğinde et yediğini gördü ve ona şöyle dedi:
“Bu ne Asım?” Asım (r.a.):
“Az yedik,” cevabını verdi. Ömer (r.a.) şunu söyledi:
“Yazıklar olsun sana! Bir şeyi canın istedi ve yedin. Kişinin canının istediği her şeyi yemesi kötülük olarak kendisine yeter.” [46]Bu sebeple Ömer b. Hattab, Ömer b. Ma'adi'nin herhangi bir kavmi cimri olarak nitelendirmesini kabul etmiyordu. Çünkü onlar, ona süt, hurma ve biraz da yağ ikram eder ve misafir olarak ağırlarlardı. Ömer b. Hattab, Ömer b. Ma'adi'ye bu hususta şöyle diyordu:
“Bu, doymak için yeterlidir!”
Bir gün canı taze balık istemişti. Mevlâsı Yarfe', deveye binerek iki gece gidiş iki gece de dönüş olmak üzere dört gün yol katederek kendisine balık getirmişti. Medine'ye vardığında devesi fazla terlediğinden onu yıkamaya koyuldu. Ömer (r.a.) ona bakarak şöyle dedi:
“Ömer (r.a.)'in arzusu için o hayvana eziyet çektirdin. Vallahi Ömer (r.a.), ondan asla tatmayacaktır!”
Ömer b. Hattab'ın elbisesi de yiyeceklerinden daha iyi bir durumda değildi. Belki de tarihte ilk yamalı elbise giyen devlet başkanı, hem de büyük bir devlet başkanı kendisidir.
Gömleğinin yıkanması ve yamanması için beklemek zorunda kalması, kendisini zaman zaman halktan uzak durmak zorunda bırakıyordu.
Bu konudaki mütevatir rivayetler oldukça çoktur. En meşhurları aşağıdaki şekildedir [47]
Ali b. Ebi Talib'in rivayetine göre şöyle buyurur:
“Ömer b. Hattab'ın, üzerinde yirmi bir deri yaması olan elbisesini gördüm. Bizim elbiselerimizde ise bir yama vardı.”
Enes (r.a.) rivayet etmektedir:
“Ömer'in giydiği gömleğin üzerinde iki omuzu arasında dört yama olduğunu gördüm.”
Ebu Osman en-Nehdi der ki:
“Ömer şeytan taşlarken üzerinde bir deri parçasıyla yamalı elbisesi olduğunu gördüm.”
Bir cuma namazında Ömer b. Hattab gecikmişti. Minbere çıktı, halktan özür diledi ve şunları söyledi:
“Beni alıkoyan üzerimdeki şu gömleğimdir. Bundan başka gömleğim yoktu.”
Ömer b. Haltab, Dehkan ile bir köyden geçiyorlardı. Gömleğini Dehkan'a verdi ve kendisine dedi ki: "Bunu bana yıka." Dehkan: "İki tane kıtri (bir çeşit sert kumaş)'den birer gömlek çıkararak kestim. Daha sonra kendisine gelip dedim ki: "Bu daha esnek ve yumuşak değil mi?" Ömer (r.a.), "Senin malından mıdır?" diye sordu. Dehkan "Evet" cevabını verdi. Ömer (r.a.) "Devlet malından herhangi bir şey karıştı mı?" diye tekrar sordu. Dehkan "Hayır, dikişten başka bir şey karışmadı" cevabını verdi. Ömer (r.a.), "Gözümden kaybol, gömleğimi getir!" dedi ve gömleğini kurumadan giydi.
Abdullah b. Abbas (r.a.) diyor ki:
“Çıktım, Ömer b. Hattab'ı arıyordum. Bir eşeğe bindiği ve hayvanı siyah bir iple gemlemiş olduğu halde buldum. Ayaklarına yapışmış çarıkları, üzerinde elbisesi ve kısa gömleği vardı. Dizlerine kadar ayakları ortaya çıkmıştı. Yanında yürüyerek elbisesini çekiyordum. Bir tarafı kapanırken diğer tarafı açılıyordu. Gülüyor ve bana şöyle söylüyordu:
“O sana itaat etmez.” Vakta ki Aliye'ye gelip namazımızı kıldık. Bazıları bize et ve ekmekten ibaret yemekler getirdiler. Lâkin Ömer (r.a.) oruçluydu. Ete baktı ve bana şöyle dedi: "Benim için ve kendin için ye." Daha sonra duvarın arkasına geçerek elbisesini bana attı. Gömleğini kendisi yıkıyordu. Ben ise elbisesini yıkıyordum. Elbiseleri kuruduktan sonra ikindi namazını kılıp yola koyulduk.
Rivayete göre Resulullah (s.a.v.)'ın sahabileri arasında Ömer b. Hattab ve Abdullah b. Ömer hariç, ipek elbise giymeyen sahabi yoktu.
İster yemekle ilgili olsun isterse elbiseyle, Ömer b. Hattab, İslâm'ın bu katılığı istemediğini hem kendi nefsine hem de başkalarına karşı biliyordu. Allah'ın kitabında şöyle buyurulduğunu biliyordu:
“De ki:
Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel nzıkları kim haram etti.” [48]
Ne var ki bir taraftan örnek olma durumu, diğer taraftan ise dünyadan el çekmesi ve basit bir hayat yaşamaya razı olması kendisine ve ailesine öyle zorunlu bir hayat prensibini uygulamasını gerektiriyordu.
Bu sebeple valilerini kendisi gibi yaşamaya zorlamıyordu. Onlardan ılımlı olmalarını istiyordu. Yemen'deki valisi kendisine geldiğinde üzerinde lüks bir elbise vardı. Bu görünümü erkeklere göre değildi. Kendisine şöyle söyledi:
“Biz seni böyle mi gönderdik?” Üzerindeki elbiseyi çıkarmasını emretti ve yünden bir cübbe giydirdi. Sonra vilâyeti hakkında kendisine sorular sordu. Hep iyi cevaplar verince kendisini geri gönderdi.
Daha sonra Eş'as Muğbir'i ipek elbiseler giymiş olduğu halde buldu ve Ömer (r.a.) şöyle buyurdu: "Hayır, bu kadarı fazla. Bizim elemanımız ne tefrika yapan ne de uzun saçlı olandır. Yiyin, için, eğlenin. Sizler icraatınızda benim sevdiklerimi seçeceksiniz."
Ebu Ubeyde (r.a.) kendisine yazdığı mektupta Antakya'nın güzel havası, bol gelirleri sebebiyle askerin rahata alışıp daha sonraki savaşlarda işe yaramayacakları korkusuyla Antakya'da oturmak istemediğini belirtmişti. Ömer (r.a.) ret ederek şöyle cevaplandırmıştı:
“Allah, iyilik yapan muttakilere iyilikleri (nimetleri) haram kılmamıştır.” Allah, Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurmuştur:
"Ey elçiler, güzel şeylerden yiyin. Ve yararlı iş yapın. Çünkü ben yaptıklarınızı bilmekteyim.” [49]
Müslümanları yorgunluklardan rahata kavuşturmak, müreffeh bir hayat yaşamalarını temin etmek, kâfirlerle savaşırken yorgun düşmüş vücutlarını dinlendirmek sana düşerdi.
Huzeyfe b. el-Yeman (r.a.) şöyle söylemektedir: Ömer bir grup insana rastladı. Önlerinde on kişiyi doyuracak kadar yemek kapları vardı. Beni yemeğine davet etti. Sofrasında ise katı ekmek ve yağ vardı. Kendisine şöyle dedim:
“Beni et yemekten alıkoyup buna mı davet ettin?” Ömer (r.a.) cevap verdi:
“Ben seni yemeğime davet ettim. Onların yedikleri Müslümanların yemekleridir.”
Ömer b. Hattab'la birlikte çalışanlar, onun kendi nefsine uyguladığı muameleyi, kabul etmediler. Günümüzün çağdaş ölçülerine göre devlet başkanları ile diğer devlet görevlileri arasında bir karşılaştırma yapılacak olursa, bu ölçülere göre Ömer (r.a.)'in yaptığı garip bir delâlet, bir burhan, bir delildir.
Ebu Musa el-Eş'ari (r.a.), Basra'dan bir hey'etle Ömer (r.a.)'e gelmişti. Ebu Musa şöyle söylüyordu:
“Emirü'l-Mü'mininle beytülmalden bizlere erzak tayin etmesi için konuşsaydınız iyi olurdu.” Ömer (r.a.)'le bu konuyu konuştuklarında halife şöyle söylüyordu:
“Ey emirler! Benim kendi nefsim için razı olduğuma sizler de nefisleriniz için razı olmaz mısınız?” Dediler ki:
“Ey mü'minlerin emiri! Medine'de hayat şartları zordur. Senin yemeğin ne yeniyor ne iştah çekiyor. Bunu görüyoruz. Bizler kırsal bölgede yaşıyoruz. Bizim emirimiz neş'eli, yiyecekleri iştah açıcıdır.”
Ömer (r.a.) bir süre yere bakarak sustu ve sonra şöyle konuştu:
“Evet, ben size beytülmalden her gün için iki kuzu, iki de kap tayin ediyorum. Öğle yemeğinden iki kuzudan birini kaplardan birine koy ve arkadaşlarınla birlikte ye. Arkasından içeceğini iç, ondan sonra sağındakine, o da kendisinden sonra gelene versin. Daha sonra kalkıp işlerini takip et. Akşam yemeğinde ise geri kalan kuzuyu, diğer kaba koyarak arkadaşlarınla birlikte ye. Daha sonra içeceklerinizi için. Halkı evlerinde doyurun. Çocuklarını iyi besleyin. Bunları halktan gizlerseniz, ahlâkları iyi olmaz, açları da doymaz.”
Açık bir şekilde görüyoruz ki, Ömer (r.a.)'in kendisi için aldığı yemek, bu yemek türünden oldukça farklıdır. Ömer b. Hattab'ın yiyeceği çoğu zaman kuru ekmekten ve nebati yağdan ibaretli [50] Ömer (r.a.)'in korktuğu -daha sonraki olaylar onun ferasetini isbatladığı gibi- yabancı nimetlerin Arab'ı asil kişiliğinden çıkarıp lezzetlerin derinliklerine batırarak büyük hedef olan bu milletin taşımış olduğu ebedî ve semavî risaleyi unutmasaydı. Bu sebeple o, valilerine dünyanın lüksünden kaçınmalarını emrediyordu. Çünkü valileri Ömer'e göre Müslümanlara örnek olması gereken kişilerdi. Bu anlamı ihtiva eden şu rivayeti El-Ahnef b. Kays şöyle anlatıyor:
"Ömer bizi Irak'a ve İran'a gönderdi. İran'dan ve Horasan'dan çok mal ve mülk elde ettik. Bu mallardan hem giyindik hem de beraberimizde getirdik. Ömer'in yanına geldiğimizde yüzünü bizden çevirdi ve bizimle konuşmadı. Onun bu tavrı bize çok ağır geldi. Oğlu Abdullah (r.a.)'a gidip durumu arzettik. Abdullah bize şöyle söyledi:
“O, üzerinizde, Resulullah'ın da kendinden sonra gelen halifelerin giymediği elbiseler gördü.”
Evlerimize gelip üzerimizdekileri çıkardık. Bizi her zaman kabul etliği yere hey'et olarak gittik. Ayağa kalkarak bizi teker teker selâmladı. Sanki bizleri daha önce hiç görmemiş gibi, teker teker kucakladı; ganimetleri kendisine verdiğimizde eşit bir şekilde herkese dağıttı. Ganimetlerin içinden bir çeşit tatlı çıktı. Onu alıp tattı. Güzel buldu ve şöyle buyurdu:
“Ey muhacirler ve Ensarlar! Bu yiyecek için sizlerden oğul babasını, kardeş kardeşini öldürür!” Daha sonra babaları şehit düşenlere dağıtılması için emir verdi. Kendisine ise hiçbir şey almadı.
Buna benzer diğer bir rivayete göre Ömer (r.a.) elemanlarından Ziyad b. Abdullah'ı isledi. Geldiğinde üzerinde keten bir elbise olduğunu gördü. Halifenin elinde demirli âsâsı bulunuyordu. Onu Ziyad'a öyle bir dürttü ki, ayaklarına acılar indi. Ertesi gün Ziyad kendisine geldiğinde üzerine pamuktan elbise ve katı cinsinden keten giymişti. Ömer (r.a.) bunu görünce gülümsedi ve kendisine dedi ki:
“İşte böyle ya Ziyad! İşte böyle ya Ziyad!”
Ömer (r.a.), Allah'ın Araplara İslâm risalesini yükleyip cihadı onlara farz kıldığı zaman onları askere dönüştürdüğünü idrak etmişti. Askere ise lüks hayat yaraşmadığı gibi, aksine onu ifsat ederek düşmanına yardım eder. Ömer (r.a.) bu gerçeği biliyordu. Onun devrinde İslâm orduları önlerine gelen her şeyi silip süpürüyorlar, kasırgalar gibi sıçrayıp her şeyi mahvediyorlardı. Ne zaman ki Müslümanlar başka milletleri taklit etmeye başladılar; lüks ve israfa daldılar, işte o zaman yeryüzünün doğusunda ve batısında hezimete uğradılar.
Ömer b. Hattab Araplar arasında alışılmış hayvanlara binerdi. Bunların en meşhurları at ve devedir. Herhangi bir özelliği olan, devlet başkanlarının ve hakimlerin (yöneticilerin) bineklerinden hiçbirini kendisine örnek almamıştı. O kadar ki sıcak bir günde bir çocukla birlikte eşeğe binmek ona hiç de ağır gelmemişti. Halife oldukça sıcak bir günde, elbisesiyle başını örtmüş, bu şekilde dışarı çıkmış, yanından eşeğine binmiş bir çocuğun geçtiğini görünce: "Beni de alır mısın?" diye seslenmişti.
Çocuk halifeye karşı duyduğu büyük saygının neticesi olarak eşeği kendisine vermek istemişti. Ancak halife Ömer (r.a.) bunu kabul etmedi, çocuğun arkasına bindi, bu şekilde Medine'ye girdiler. Halk onları seyre durmuştu.
Onun bu basit yaşantısı, devlet işlerini takip etmek için gittiği Şam'da valilerinin rahatsız olmalarına sebep olmuştu. Cabiye'ye (Şam'da bir yerin adı) bir devenin üzerinde gitmişti. Başı açıktı. Saçı dökülmüş olduğundan kafası güneşte parlıyordu. Başında ne emame vardı ne de başka bir şey. Ayakları devenin eğerinde üzengisizdi. Üzengisi ise yünlü bir kumaştı. Hayvana bindiği zaman bunu üzengi olarak, indiğinde ise yastık olarak kullanıyordu. Üzerinde çizgili pamuktan bir gömlek vardı. Sanki kenarlarından yırtılmıştı. Köye vardığında: "Köyün reisini çağırın" demişti. Reis geldiğinde ondan gömleğinin yıkanmasını ve ödünç olarak gömleği kuruyuncaya kadar kendisine gömlek veya elbise verilmesini istediğinde kendisine şöyle söylenmişti:
“Sen Arapların emirisin. Buralara deve yaramaz.”
Kendisine bir at getirmişlerdi. Atın üzerine eğer koymadan, kadifesini atıp binerek şöyle konuşmuştu:
“Götürün! Götürün! Daha önce milletin şeytanlara bindiğini sanmıyordum!” [51]
Devesine binip yoluna devam etmişti. Başka bir rivayete göre, devenin üzerindeyken halk karşılamak için yanına vardıklarında kendisine şöyle söylemişlerdi:
“Ey mü'minlerin emiri! Eğer ata binmiş olsaydın, seni büyük kişiler ve onların yüzleri karşılardı.” Ömer (r.a.) şu cevabı verdi:
“Şayet emir (hal, durum, iş) böyleyse (eliyle gökyüzünü işaret ederek) sizleri burada görmem, devemin yolunu açın.”
Ömer b. Hattab şahsen örnek bir insan olarak temayüz ettiği gibi, ehli de insanlara numune olma bakımından kendisini takip ediyordu. İnsanlar Ömer (r.a.)'e hangi gözle bakıyorlarsa yakınlarına da aynı nazarla bakıyorlardı.
Enıeviler Osman (r.a.)'ın hilâfeti zamanında fitnenin patlak vermesine sebep olmuşlardı. Yaşı ilerleyen halife, onların arzularını frenliyememişti. Devlet mallarını ve menfaatlerini ellerine geçirince Müslümanların kinlerini alevlendirmişlerdi. O kadar ki iş Osman-ı Zinnureyn'in katline kadar ilerledi. Halbuki Ömer (r.a.) bu gerçeği unutmayacak kadar güçlü ve kuvvetli bir görüşe sahipti. Bu sebeple herhangi bir şeyi halka yasakladığı zaman ehlini topluyor, kendilerine şöyle söylüyordu:
“Ben halka şunları ve şunları yasakladım. Kartalın ete baktığı gibi halk da size bakar. Sizler hata yaparsanız onlar da yaparlar. Sizler korkarsamz onlar da korkarlar. Vallahi halka yasakladıklarımdan biriniz bu yasağı çiğnerse, bana olan yakınlığı sebebiyle cezası iki katına çıkar. İçinizden konulan yasakları çiğnemek isteyen varsa, buyursun. İsteyen bu suçu işler, isteyen işlemez!”
Kamu hayatındaki örnek kişiliği sözüyle, Ömer b. Hattab'ın devlet idaresindeki ve Müslümanların problemlerini çözmedeki tavrını kastediyoruz.
Bu sahada da yine kendisinin ve yakınlarının asırlar boyu canlı birer örnek olduklarını görürüz.
Bu sahada ilk arzedeceğimiz husus, bir devlet başkanı olarak onun beytülmalden aldığı maaştır. Bugün bilinen bir gerçektir ki, görevlilere verilen maaşların en yükseği devlet başkanının maaşıdır. Maaşın dışında birtakım bilinen bilinmeyen ödeneklerin olduğu da ayrı bir gerçektir. Acaba Ömer (r.a.)'in bütün bunlardan nasibi ne idi?
Onun Ebu Bekir (r.a.) halife seçildiği zaman bu konuyla ilgili olarak görüşü vardı. Çünkü Allah korkusuyla kalbi çarpan halifenin Resulullah (s.a.v.)'ın halifesi olduğu zaman bu iş için ücret alacağı aklından bile geçmemişti. O bu işi Allah rızası için yapacağını biliyordu. Ancak hayatın gereği olan ihtiyaçlar, kendisini ticaretle uğraşmaya zorlamıştı. Bu sebeple Müslümanları ilgilendiren işlerden meşguliyeti sebebiyle uzak kalıyordu. Ömer (r.a.), Müslümanların beytülmalinden belli bir ücret alarak bütün zamanını onların işlerine ayırmasını kendisinden istemişti.
Hilâfet Ömer (r.a.)'e geçince halkı topladı, maaş için görüş alış verişinde bulundu ve kendilerine şöyle söyledi:
“Ben eskiden tüccar bir kişiydim. Sizler beni bu işle meşgul ettiniz. Bu maldan bana verilecek uygun miktar ne kadar olabilir?” Osman (r.a.) şöyle cevap verdi:
“Ye, yiyecek ihtiyaçlarını karşıla.” Aynı sözü birkaç kişiyle birlikte Said b. Zeyd de söylemişti. Ali b. Ebi Talib ise konuşmuyordu, Ömer (r.a.) kendisine hitap ederek:
“Sen bu konuda ne diyorsun,” dedi. Ali (r.a.) şu cevabı verdi:
“Sana ve ailene iyi bir şekilde yetecek kadar olanını al, daha fazla sana bir şey yoktur.” Halk ise şöyle söylüyordu:
“Söz Ali bin Ebi Talib (r.a.)'in sözüdür!”
Başka bir konuda Ömer b. Hattab, beytülmalden kendisine maaş verilmesini helâl gördüğünü şu sözüyle ima eder:
“İki elbise helâldir. Bir elbise yazlık diğeri ise kışlıktır. Hac ve umre yapmamı karşılayacak kadar mal. Ehlimin nafakası, Müslümanlardan herhangi bir kişi gibi hakkım olan bir sehm. Bu sehm ne çok yüksek ne de çok düşük. (Yani orta derecedeki bir görevli gibi). Ben Müslümanlardan bir kişiyim. Onlara dokunan, zarar veren bir şey, bana da dokunur, zarar verir.” [52]
Ve Ömer b. Hattab şöyle konuşuyordu: "Benim, Allah'ın malına karşı olan durumum (pozisyonum) yetime velilik yapan kimsenin pozisyonudur. Yetime karşı velinin yeri ne ise Allah'ın malına karşı olan yerim de odur. Şayet beytülmalden almasam, (yani ona ihtiyacım olmasa), tahir ve nezih olurum. Şayet fakir olursam, iyilikle (belirli sınırlar dahilinde ve hak ettiğim kadar) yerim. Ama şayet kolaylaştırdıysam (beytülmalden harcamayı) bilirdim (veya bittim, sonuna getirdim, iş rayından çıktı veya sonum geldi.)"
Ömer b. Hattab'ın beytülmalden aldığı genellikle kendisine yetmiyordu. Bu duruma bir çare bulmak üzere umumiyetle iki yoldan birini seçiyordu: Ticaretle uğraşmak veya beytülmalden borç almak.
Ömer (r.a.)'in Müslümanların başına halife seçildikten sonra bile ticaretle uğraştığı bilinmektedir. Ancak bu ticaret, onu devlet işlerinden alıkoymayacak bir ticaretti. Bu sebeple halkla ilişkilerde bulunur, borç alır, borç öder ve ticaret için Şam'a gitmek üzere kafile hazırlardı. Bir keresinde kendisine mal lâzım olmuş, Abdurrahman b. Avf’a -O Müslümanların en zenginlerinden idi- müracaat ederek kendisinden dört bin dirhem borç iştemişti. Ancak Abdurrahman b. Avf (r.a.) kendisine beytülmalden borç almasını tavsiye etmişti. Ömer (r.a.) Abdurrahman'a şöyle söylemişti:
“Kafile dönmeden önce ölürsem, dersiniz ki, mü'minlerin emiri aldı, kendisine terk edin, ancak bu kıyamet günü benden alınır (sorulur). Halbuki ben senin gibi bir kişiden almak istedim ki, öldüğümde mirasımdan alasın, böylece kıyamet gününe kalmasın.”
Gelelim beytülmalden borç alma mes'elesine; Ömer b. Hattab, ihtiyacı olduğu zaman beytülmale gider ve borç alırdı. Bazen borçlarını ödemekten aciz kalır, beytülmal görevlisi gelir, kendisini zorlar ve borcunu ödemesini isterdi. Ömer (r.a.) ya ustaca onu ikna eder veya borcunu ödeyecek kadar malı varsa hemen öderdi.
Burada nazar-ı itibara almamız gereken bir husus vardır. O da bugünkü geleneklerin devlet başkanlarına ticaretle uğraşma imkânı ve fırsatı vermediğidir. Çünkü ticaret bir taraftan kamu hizmetini engeller, diğer taraftan tüccar borçlarını ödeyemez duruma geldiği zaman iflâsı ilân edilir, tasarruf hakkı kendisinden alınır. Bu durum ise kamu hizmetinin şanına yakışmaz. Bu mahzuru önlemek için devlet toplumsal şartlara uygun olarak kamu hizmetinde çalışanlara belli bir ücret tayin eder.
Ömer b. Hattab ticaretle ancak istisnaî bir şekilde meşgul oluyordu. Bu ticaret, devlet idaresindeki görevlerini aksatmayacak ve onu şüpheden uzak tutacak bir tarzda idi. Buna delil olarak, görevlilerin artan büyük servetlerini, ticaretle uğraşmalarını gerekçe göstermelerini kabul etmemesidir. Bu durumu görevlendirdiği kişilerden olan Haris b. Vehb (r.a.)'e uygulamış, kendisine şöyle söylemişti.
“Vallahi biz seni ticaretle uğraşman için göndermedik.”
Fazla olan mallar kendisinden istimlâk edilerek beytülmale iade edilmişti. İnsanı hayrete düşüren bir hususturki, Ömer (r.a.) vefat ettiği zaman borçlu idi. Bu, Ömer (r.a.)’in Allah'a karşı olan korkusu neticesinde basit bir hayat yaşamayı tercih etmesinin, dünya zevkinden ve lüks hayattan uzak olduğunun ifadesidir. Sire kitaplarının rivayetine göre, şehadet mertebesine vardığında oğlu Abdullah'a şunları söylemişti:
“Bak, üzerimde ne kadar borç var?” Hesapladılar, seksen altı bin dirhem veya buna yakın buldular. Ömer (r.a.) dedi ki:
“Şayet Ömer'in ehlinin servetiyle ödenebilirse, onunla ödeyin. Şayet yetmezse Benî Adiy kabilesi ödesin. Benî Adiy de ödeyemezse, Kureyş ödesin. Onlardan başkası ödemesin.”
Abdurrahman b. Avf (r.a.) şöyle söylüyordu:
“Beytülmalden borç alıp borçlar ödendikten sonra beytülmale ödense olmaz mı?” Ömer şu cevabı verdi:
“Allah korusun, benden sonra sen ve arkadaşların şöyle söylersiniz: Biz nasibimizi (hissemizi) Ömer'e terk ettik. Taziyemi bu şekilde yaparsınız. Bana bu şekilde tabi olursunuz. Borç aldığım gibi sizler de adet edinir, borç alırsınız. Öyle bir duruma düşerim ki, kurtuluşumun çaresi ancak yine ondadır.”
Sonra Abdullah b. Ömer (r.a.)'e dedi ki:
“Borçlarımı ödeyeceğine dair garanti ver.” Oğlu Abdullah borçlarını garanti altına aldı. Ömer defnedilmeden önce Şûra ehlini ve Ensar'ı şahit göstererek cuma geçmeden Osman (r.a.)'a halifelik intikal edince borçları getirip teslim etti.
Müslümanların, Ömer'in örnek kişiliğinden çok ehlinin örnek kişiliklerine ihtiyacı vardır. Onun mutlak nezahetini delil gösterip zevklere ve isteklere karşı olan uzaklığını vurgulamak için herhangi bir delile ihtiyaçları yoktu. Bu sebeple o, kendisi için uyguladığı planı ehline de uyguladı. O kadar ki bazen de işi ihtiyatlı tarafından ele alarak kendilerine yaptığı muamele, onlara uygulanması gereken gerçek düzeydeki muameleden daha aşağı bir seviyedeydi. Şu hadise bu gerçeği teyit etmektedir.
Sa'd b. Ebi Vakkas (r.a.), Celûla (İran'da bir yer) ganimetlerinden beytülmale düşeni gönderdiği zaman Ömer (r.a.), bu ganimetleri Müslümanlara dağıttı. Abdullah b. Ömer (r.a.)'e verilen miktar kendisini razı etmedi. Çünkü ona verilen miktar akranlarına göre azdı. Konuyu babasına açınca Ömer (r.a.) şöyle dedi:
“Ya Abdullah! Senin için örnek Ömer'dir. Allah kıyamet gününde birine meylettim diye beni sorguya mı çeksin?”
Belki de o, mücerred adalet mantığını aşacak şekilde ihtiyatlı davranarak çocuklarının malına haram mal karışmaması için çocuklarına karşı katı davranıyordu. Abdullah b. Ömer (r.a.), zayıf bir deve satın almış, çayırlıkta otlattıktan sonra biraz beslenince pazara satmak için götürmüştü. Ömer (r.a.) deveyi görünce oğluna kazancının şüphe konusu olduğunu açıklar bir şekilde şöyle söylüyordu:
“Emire'l-Mü'mininin oğlunun devesini güdün! Emire'l-Mü'mininin oğlunun devesini sulayın! Ya Abdullah b. Ömer! Sermayeni al, kazancını ise Müslümanların beytülmaline ver!”
Bu olaya benzeyen başka bir rivayete göre, Ömer (r.a.)'in oğulları Abdullah ve Ubeydullah (r.a.) orduyla Irak'a gitmişler, dönerken Ebu Musa el-Eş'ari'ye uğramışlardı. O sırada Ebu Musa el-Eş'ari (r.a.) Basra emiri idi. Onları görünce çok sevinmiş ve kendilerini ağırlamıştı. Onlara iyilik yapmak isteyerek kendilerine şöyle söylemişti:
“Bu mallar Allah'ındır. Hepsini mü'minlerin emirine göndermek istiyorum. Sizlere bunlara borç vereyim. Irak'tan mal satın alın, Medine'de satın. Sermayeyi mü'minlerin emirine verin. Kârı ise size kalsın.” Onlar da denileni yaptılar. Ebu Musa el-Eş'ari Ömer (r.a.)'e gönderdiği malları kendilerinden alması için bir de mektup yazmıştı. Kendisine geldiklerinde Ömer (r.a.) sordu:
“Sizlere verdiği gibi bütün orduya da borç verdi mi?” Abdullah ve Ubeydullah (r.a.) "Hayır" diye cevap verdiler. Ömer (r.a.), "Malı ve kârını beytülmale verin" dedi.
Halk, takvasından ve Allah korkusundan dolayı Abdullah'ı babasına benzetiyordu. Bu sebeple ehli içinde en sevdiği insan Abdullah'dı. Bu hadise karşısında sustu ve cevap vermedi. Ubeydullah ise mantık kaidelerine göre babasıyla münakaşaya girdi ve şunları söyledi:
“Ne yapmamız gerekirdi, ey mü'minlerin emiri? Şayet bu mala bir şey olmuş olsaydı, veya zarar etseydik bizden alınacaktı. Ama kâr ettiysek o zaman bunda bizim de hakkımız var. Nasıl zararı üstleniyorsak kârı da üstlenmemiz gerekmez mi?”
Bu sebeple halife, malı şirket haline getirmeyi kabul ederek sermaye ile kârın yarısını aldı, geri kalan kârın yarısını da harcadıkları çaba ve tehlikelere maruz kalmaları sebebiyle onlara terk etti.
Ömer (r.a.) Medine'nin yollarından birinde yürürken zayıf bir kızın telâşla düşüp kalktığını gördü. Ve sordu:
“Bu kızı içinizden kim tanıyor? Bunun yardıma ne kadar çok ihtiyacı var, bu ne kadar aşırı fakirdir.” Abdullah b. Ömer dedi ki:
“Onu tanımıyor musun ey mü'minlerin emiri!” Ömer (r.a.) cevap verdi:
“Hayır!” Abdullah b. Ömer (r.a.):
“Bu senin kız çocuklarından biridir,” dedi. Ömer:
“Bu benim kızlarımdan hangisidir?”diye sordu. Abdullah b. Ömer:
“Bu, Abdullah b. Ömer'in falanca kızıdır,” cevabını verdi. Ömer:
“Yazıklar olsun, sana onu niçin böyle görüyorum?” Abdullah b. Ömer şu cevabı verdi:
“Elinde olanı ona yasaklamandan o bu hale düştü.” Ömer (r.a.):
“Elimde olan neyi ona men ettim?” diye sordu. Abdullah b. Ömer şu cevabı verdi:
“Herkesin kızlarına istediğini sen kızlarına men edersin.” Ömer b. Hattab şu cevabı verdi:
“Yetse de yetmese de, senin benim yanımda bütün Müslümanlar gibi bir sehimden başka bir şeyin yoktur! Allah'ın kitabı benimle sizler arasında hakemdir!”
Beytülmaldeki görevli bir gün temizlik yapıyordu. O sırada bir dirhem buldu ve Ömer (r.a.)'in çocuklarından birine verdi. Durum halifeye iletilince görevliyi çağırdı ve kendisini incitir bir şekilde azarlayarak:
“Sen bunu yaparken herhangi bir gerekçe buldun mu? Sen kıyamet günü beni Muhammed (s.a.v.)'in ümmetine bir dirhem için hasım mı yapmak istiyorsun?”
Ömer (r.a.) insan nefsinin zayıf taraflarını ve halkın hâkime yaklaşmak için akrabalarına nezaket ve iltifat yollarıyla isteklerde bulunduklarını biliyordu. Bunun haram kazanç olduğunu kabul ediyor, hatta bunu bir isyan olarak görüyor, çocuklarını bundan koruması gerektiğine inanıyordu. Sahip olduğu Allah korkusuyla, takvasıyla, dünyevî zevklerden uzak durmasıyla tamamen babasına benzeyen Abdullah b. Ömer (r.a.) için aşağıdaki rivayetten daha büyük delil gösterilemez. Abdullah b. Ömer diyor ki:
“Babamdan cihad için izin istedim.” Bana şu şekilde cevap verdi:
“Ey oğlum! Senin zina yapmandan korkarım!” Ben kendisine dedim ki:
“Benim gibilerini de böyle mi korkutuyorsunuz?” Ömer (r.a.) şunu söyledi:
“Düşmanla karşı karşıya gelirsiniz. Allah sizlere zaferi nasip eder. Çarpışırsınız, ganimetler toplarsınız. Ganimetlerin arasında cariyeler olur. Halk cariyelerden çekilirler. (Sen olduğun için, sana bırakmak için ileri atılmaz) ve derler ki, emirü'l-mü'mininin oğlunun, Allah'ın, Peygamber'in yakınlarının, miskinlerin ve yolcuların bundan hakkı var ve sana düşer. O zaman sen zani olursun!”
Bu mantıkla hareket eden halife Ömer (r.a.), çocuklarının ticaret yoluyla kazandıklarının tamamının maharetleri sonucu bir kazanç olduğuna inanmıyordu. Bilâkis alım satımda halkın onlara göstermiş olduğu nezaketin sonucu olduğu görüşündeydi. Bu sebeple bu kazancın haram olup Müslümanlara geri verilmesi gerekiyordu. Abdullah b. Ömer (r.a.)'in rivayetine göre der ki:
“Celûla (İran'da bir yer) savaşına katıldım. Ve kırk bin ganimet aldım. Ömer (r.a.)'e geldiğimde bana dedi ki: "Ya Abdullah b. Ömer! Şayet ateşe atılmış olsaydım, beni kurtarmak için fidye verir miydin?" "Evet, sahip olduğum her şeyi verirdim" dedim. Ben sana karşıyım. (Kızgınım).” Derler ki bu Abdullah b. Ömer Resulullah (s.a.v.)'ın sahabesi, mü'minlerin emirinin oğlu ve onun yanında en değerli ehlidir. Onlar senin için bir dirhem ucuzlatmaktan ziyade bir dirhem pahalılaştırmayı seviyorlar. Kureyş'in en kazançlı kişisinden daha fazla kârı ben sana vereceğim, dedi.
Daha sonra Safiye bint Ebu Ubeyd Abdullah b. Ömer'in eşinin kapısına geldi. Evinden dışarı hiçbir şey çıkarmayacağına dair yemin içirdi ve bir hafta onu görmedim. Bir hafta sonra tüccarları çağırdı ve ganimetleri dört yüz bine sattılar. Bana seksen bin verdi. Geriye kalan üç yüz yirmi bini ise savaş komutanı Sa'd b. Ebi Vakkas'a gönderdi. Bu servetin savaşa katılanlara dağıtılmasını, şehit düşen varsa vârislerine verilmesini ondan isledi.
Ömer b. Hattab çocuklarına uyguladığı yöntemi eşlerine de tatbik ediyordu. Ebu Musa el-Eş'ari (r.a.), Ömer (r.a.)'in eşi Atike bint Zeyd b. Nufeyl'e küçük bir namazlık hediye etmişti. Ömer (r.a.), namazlığı görüp geldiği yeri öğrenince Ebu Musa el-Eş'ari'nin gelmesi için emir verdi. Ebu Musa Hattab oğlu Ömer'in yanma gelince seccadeyi aldı ve Ebu Musa'nın başına vurdu ve azarlayarak şöyle söyledi:
“Eşlerime hediye vermeni gerektiren nedir? Al bunu, bizim kimsenin hediyesine ihtiyacımız yok!”
Bizans kralının elçisi Ömer (r.a.)'e gelmişti. Ömer (r.a.)'in eşlerinden biri, bir dinarla parfüm alıp billurlara doldurarak elçiyle birlikte kralın eşine hediye olarak göndermişti. Hediye kralın eşine ulaşınca billurları boşaltıp yerini mücevherlerle doldurarak Ömer (r.a.)'in eşine göndermişti. Bu durum Ömer'e anlatılınca, mücevherleri eşinden alıp sattı. Almış olduğu paradan bir dinar eşine verdi. Geri kalan parayı ise Müslümanların beytülmaline verdi.
Bazı durumlarda dindeki bu vakarı son haddine varırdı. Bütün bunlar Ömer (r.a.)'den başkasına mal edilmiş olsaydı halk bunların hepsini mübalağa babından sayardı. Fakat bunlar Hattab oğlu Ömer için hiç de yadırganacak şeyler değildi. Bunların bazıları aşağıdadır:
Ömer (r.a.), eşine satması için Müslümanların parfümlerinden birini vermişti. Bir defasında eşi bu parfümü satmıştı. Daha sonra başka bir kere, almış olduğu parfümü ölçüyor, aşağı yukarı götürüp getiriyor, parmaklarıyla dokunup peçesine sürüyordu. Ömer içeri girip kokuyu hissedince eşine dedi ki:
“Müslümanların parfümünü alıp kendine mi sürüyorsun?” Başından peçesini çekti. Bir miktar su alarak peçenin üzerine döktü ve ovdu. Daha sonra kokladı. Koku yok oluncaya kadar buna devam etti.
Bahreyn'den kendisine misk ve anber geldiğinde şöyle söylüyordu: "Vallahi ölçüyü iyi bilen bir kadını bu kokuları ölçmesi için isterdim ki, ölçüden sonra bu kokuları Müslümanlara dağıtayım."
Eşi Atike (r.a.), "Ben iyi ölçmesini, tartmasını bilirim, ver, sana ölçeyim" dedi. Ömer "Hayır" cevabını verince eşi sebebini sordu. Bunun üzerine Ömer (r.a.) şunları söyledi:
“Böyle tutmandan ve böyle yapmandan korkarım. (Parmaklarını şakaklarına koyarak) boynunu bununla silersin. (O zaman ben) Müslümanların faziletlerinden almış olurum.”
Yanına (eşi tarafından) akrabası gelerek beytülmalden kendisine mal vermesini istedi. Akrabasını azarlayarak kendisine şöyle dedi:
“Allah'a hain bir kral olarak mı kavuşmamı istersin?” Kendisine şahsî malından verdi.
Ömer b. Hattab, faziletli Müslümanları kendi ehlinden daha üstün tutardı. Yünden elbiseleri Medine kadınlarına taksim ederek dağıttı. Bunlardan geriye bir elbise kaldı. Hazır olanlardan bazıları kendisine dediler ki: Ey mü'minlerin emiri! Bunu da yanındaki (eşin) Resulullah'ın kızına ver. Kastettikleri, Fatümatü'z-Zehra'dan olan, Peygamber Efendimizin torunu, Ümmü Gülsüm bint. Ali b. Ebi Talib idi. Ömer (r.a.) şöyle buyurdu:
“Ümmü Salît daha müstehaktır. Çünkü o Resulullah'a bey'at edenlerden ve Uhud savaşında Müslümanlara kırbalarla su taşıyanlardandır.”
İdeal olmasına rağmen bu katı ve sıkı muameleden ehlinin nefisleri de daralmıştı. Mü'minlerin annesi ve Ömer (r.a.)'in kızı Hafsa (r.a.), babasıyla bu konuda konuşmasına rağmen kendilerine bir fayda getirmemişti. Babasına giderek şöyle söylemişti:
“Ey mü'minlerin emiri! Bu malda akrabalarının da hakları vardır.” Allah akrabaları vasiyet etti. Ömer (r.a.) şöyle cevap verdi:
“Ey kızım! Akrabalarımın hakkı benim malımdadır. Ama bu fey [53] Müslümanlarındır. Akrabalarına nasihat verdin. Babanı da kandırdın!”
İş yalnız malî ilişkilerle bitmedi. Ömer (r.a.), hadlerin [54] tatbiki konusunda da ehlini diğer Müslümanlardan ayırmadı. Amr b. As'ın dilinden anlattığı gibi ve sire kitaplarının rivayetine göre oğlu Abdurrahman (r.a.)'la ilgili meşhur olay şöyle cereyan eder:
“Resulullah'tan ve Ebu Bekir'den sonra Ömer gibi Allah'tan tam manasıyla korkanını görmedim. Oğlu veya babası (kim olursa olsun) hak kime karşı uygulanacaksa ona uyguluyordu.” Amr b. As konuşmasına şöyle devam ediyor:
“Vallahi ben Mısır'daki evimdeydim. Bana geldiler ve dediler ki:”
“Abdurrahman b. Ömer ve Ebu Serve yanına girmek için izin istiyorlar.” Ben dedim ki:
“Girsinler!” İçeri girdiklerinde perişan bir haldeydiler. Bana dediler ki: "Bize Allah'ın haddini uygula. Biz dün bir içecek içtikten sonra sarhoş olduk. Kendilerini azarlayıp evden kovdum. Abdurrahman dedi ki: "Eğer had uygulamazsan gider gitmez kendisine söyleyeceğim." Had uygulamadığım takdirde beni görevimden azledeceğini, Ömer (r.a.)'in gazabına uğrayacağımı anladım. Onları evin avlusuna çıkardım ve had uyguladım. Abdurrahman b. Ömer, evin bir tarafına giderek saçını kesti. Had uygulanırken saçlar kesiliyordu.
Vallahi Ömer'e olanlardan tek bir kelime bile yazmadım. Vakta ki mektup geldi. Mektupta şunları yazıyordu: [55]
“Bismillahirrahmanirrahim.”
Allah'ın kulu Ömer'den Amr bin el-As'a: Bana karşı olan cesaretine ve ahdime olan ihtilâfına hayret ettim. Ya İbn el-As! Seni görevinden azlediyorum.
Abdurrahman'a evinde had uygular ve evinde saçını kesersin. Bunun bana ters düşen bir şey olduğunu bilirsin. Abdurrahman raiyenden biridir. Bütün Müslümanlara nasıl davranıyorsan ona da öyle davranman gerekir. Fakat sen; o, mü'minlerin emirinin oğludur, dedin. Allah'ın hakkının ifası için benim hiç kimseye rahmetim olmadığını bilirsin. Sana bu mektubum geldiğinde, işlediği kötülüğü öğrenmesi için deveye bindirerek bana gönder."
Babasının dediği gibi onu gönderdim. Evimin avlusunda kendisine had uyguladığımı yazdığım mektubta Ömer'e özrümü beyan ettim. Yemin edilecek ondan daha yüce bir şey olmayan Allah'a yemin ederim ki, ben hadleri Müslümana ve zımmiye evimin avlusunda uygularım. Mektubu Abdullah b. Ömer'e gönderdim. Abdullah mektupla birlikte Abdurrahman'ı babasına götürdü. Yanına girince bineğinin kötülüğünden yürüyemiyordu. Abdurrahman'a: Ya Abdurrahman, yaptın ve yaptın, dedi. Abdurrahman bin Avf kendisine dedi ki:
“Ey mü'minlerin emiri! Kendisine had uygulanmış.” Ömer (r.a.) dönüp kendisine bakmadı bile. Abdurrahman'a had uygularken haykırarak şöyle söylüyordu:
“Ben hastayım, sen benim katilimsin!” İkinci defa Abdurrahman'a had uyguladıktan sonra onu hapsetti. Abdurrahman hastalandı ve daha sonra Allah'ın rahmetine kavuştu.
Abdurrahman b. Ömer ve arkadaşı Serve akideleri sağlam insanlardı. Ebu Serve Bedir savaşına katılanlardandı. İkisi de sarhoş edici olmadığını sanarak hata sonucu içmişlerdi. Sarhoş oldukları anlaşılınca had uygulanarak kendilerini temize çıkarmak istemişlerdi. Halbuki onlar için pişmanlık yeterliydi. (Çünkü bilerek içki içip sarhoş olmamışlardı).
Bir gün kendisine sarhoş bir delikanlı getirmişlerdi. Ona biraz katı davranmak istedi. Sertliğiyle meşhur olan Muti' b. el-Esved el-Abdi'ye, kendisine had uygulaması için gönderdi. Daha sonra oraya gittiğinde Muti'in şiddetli bir şekilde delikanlıya vurduğunu gördü. Kendisine haykırarak dedi ki:
“Adamı öldürdün, ne kadar vurdun?” Muti' cevap verdi:
“Altmış!” Ömer (r.a.) cevap verdi:
“Ona karşı olan katılığın ve şiddetin sebebiyle yirmisini düş.” (Had uygulaması seksendir. Burada Muti'nin katılığı sebebiyle Ömer altmışı yeterli görüyor.)
İyi örnek olma mahkûmlara ne kadar hayır ve bereket getiriyorsa, sahibine yani hâkime de o nisbette zorlukların kaynağı olur. Ömer (r.a.), insan olarak katılığının ve sertliğinin cezasını hem kendi nefsine hem de ehline tattırmış ve bunu itiraf etmişti. Mü'minlerin annesi Aişe (r.a.)'dan kızkardeşi Ümmü Gülsüm'ü istediği zaman Ümmü Gülsüm onu reddetmişti. Aişe onu azarlayarak kendisine şöyle demişti. [56]
“Sen mü'minlerin emirini istemiyor musun?” Ümmü Gülsüm şu cevabı verdi:
“Evet, o katı bir insandır, kadınlara karşı da serttir.”
Ömer (r.a.) ölüm döşeğindeyken Mugire b. Şu'be oğlu Abdullah'ı halife seçmesi için kendisine nasihatta bulunmuştu. Ömer ona şu cevabı vermişti:
“Allah canını alsın! Vallahi ben Allah'tan bunu dilemedim. Sizin işlerinize ihtiyacım yok. Evimin ehlinden herhangi birine bunu istemiyorum. Nefsimi sıkıntıya ve kedere sokup ehlimi de (güzel şeylerden) mahrum ettim. Şayet kifaf olarak ne günahkâr ne de ecir sahibi olarak kurtulduysam ben mutluyum.”
İyi örnek olma hali halifeyi bizzat sıkıntıya sokup yorduğu gibi, ehlini de birtakım nimetlerden mahrum etmişti. Lâkin şurası bir gerçek ki, bu iyi olma hali, pahalı fiyatıyla birçok sahada meyvasını vermişti.
Ailesiyle ilgili olarak verdiği meyva bunların başında gelir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, oğlu Abdurrahman, tamamen babasının izindeydi. Diğer bir tabirle ikinci bir Ömer'di. Diğer bir halife ise Ömer b. Abdülaziz'dir. Herkes onu Ömer b. Hattab'a benzetmektedir. Ömer b. Abdülaziz, halife Ömer'in torunudur.Ömer b. Abdülaziz, kısa süren halifeliği esnasında, dedesinin izini takip etmiş, metodunu uygulamış, Müslümanlara örnek olmuştu. Hatta bazıları "El Ömereyn", yani iki Ömer sözünden onları kastetmektedirler. Katade şöyle rivayet etmektedir:
"Çocuklu annelerin azad edilmesi hakkında sorulduğu zaman şöyle söylendi: El Ömeran ve dönem arasındaki halifeler, (Ömer b. Hattab'tan Ömer b. Abdülaziz'e kadar olan) halifeler anne olanların azad edilmesine dair hükmettiler."
Burada asıl kastedilen, Ömer b. Hattab ile Ömer b. Abdülaziz'dir. Halbuki Ebu Bekir'le Ömer arasında halife yoktu.
İyi örnek olmanın tesirleri Ömer (r.a.)'in ve ehlinin dışında halkın üzerinde de kendisini göstermişti. Çünkü örnek olmak için kastedilen onlardı. Örnek olma hali bugün bize ilk bakışta abartılmış gibi görünse de yalnızca örnek olma ancak bunu açıklayabilir. Bunlardan bazıları aşağıdadır:
"El-Medayin"in fethinden sonra, tarih kitaplarının bu konuda kaydettiklerini takdim etmekle yetineceğiz:
Sa'd b. Ebi Vakkas'in Kisra'nın hazinelerinde 3.000.000.000.000.000 x 3 dinar bulduğunu söylediler. Yezdicerd'den sonra çıkanlar inci ve cevherlerle işlenmiş Kisra'nın tacını, tamamen ipekle, altın ve cevherlerle işlenmiş olan elbiselerini getirmişlerdi.
Ka'ka'a b. Amr (r.a.), bir İranlıyı kovalamış, sonra yakalayıp öldürmüştü. Kendisinden iki çanta almıştı. Çantalarda Kisra, Hirakl, Türk hakanları, Numan ve Farsları istilâ eden veya Farsların onları istila ettiği diğer krallara ait kılıçlar ve kalkanlar vardı.
İsmet b. Halid ed-Dabbi iki sepetle gelmişti. Sepetlerin birinde altından bir at vardı. Atın eğeri gümüştendi, ağzı ve göğsünün üstü ile gemi yakut ve zümrütle işlenmişti. Gümüşten binicisinin başında mücevherlerden bir taç vardı. Diğer sepetle ise gümüşten bir deve vardı. Üzerindeki gem, karın kuşağı ve çizgiler altındandı. Bütün bunlar yakutla işlenmişti. Üzerinde ise altından bir adam vardı, başında mücevherlerden bir taç bulunuyordu.
Müslümanlar kurşunla mühürlenmiş sepetler buldukları zaman, bunları yemek sanmışlardı. Oysa onlar altın ve gümüşten ibaret olan kaplardı. Ele geçirilen bütün ganimetler getirilip valiye teslim edilmişti. Sa'd (r.a.) kendi görüşünü açıklasın. Bir asker valiye çok değerli bir şey getirmişti. Vali ve yanındakiler dediler ki:
“Yanınızda ne bunun gibi, ne buna eş değer, ne de buna yakın değerde herhangi bir şey görmedik.” Adama "Bundan bir şey aldın mı?" diye sorduklarında asker şu cevabı vermişti:
“Vallahi almadım. Allah korkusu olmasaydı bunları zaten size hiç getirmezdim.” Kendisine kim olduklarını sordukları zaman ise şöyle konuştu:
“Size hüviyetimi açıklamayacağım. Şayet söylersem o zaman bana hamdedersiniz. Ben bunun sevabı için Allah'a hamdederim.”
Sa'd b. Ebi Vakkas, bunun ve benzerlerinin sırrını anlayınca söyle söylemişti:
“Vallahi ordu dürüsttür. Bedir ehlinin faziletinden daha önce bahsedilmemiş olsaydı, derdim ki, bunlar Bedir ehlinden daha faziletlidirler!”
Bişr b. el-Hasasiye (r.a.), fey'in beşte biriyle Medine'ye gidip Ömer (r.a.)'e teslim edince, Ömer (r.a.), bu eşyaların çokluğundan, pahalı değerlerinden ve Müslümanların tamamen ve eksiksiz bir şekilde getirmelerinden dolayı dehşete düşmüş, etrafındakileri gözden geçirerek şöyle demişti:
“Bunlar ne kadar dürüst insanlardır!” Ali b. Ebi Talib şöyle söylemişti:
“Sen dürüst idin dolayısıyla raiyen de dürüst oldu. Eğer lüks içinde yaşasaydın raiyen de lüks ve israf içinde yaşayacaktı.”
Ali b. Ebi Talib, bu sözüyle gerçek sebebe, yani Hz. Ömer'in tarihte eşi benzeri görülmeyen dürüstlüğüne işaret ediyordu. Bütün bu dürüstlük örnekleri ve ibretli tablolar Ömer (r.a.) devrinde Arapların girdiği bütün savaşlarda kendini göstermişti.
Ömer (r.a.) çizdiği yolda kendisini takip ederek örnek olan şahsiyetlerden bazıları:
1- Humus valisi, Said b. Amir el-Cumehi. Humus halkı da Küfe halkı gibi fazla şikâyetçiydi. Ömer (r.a.)'e bu valiyi şikâyet etmişler, suç olarak da dört şey ileri sürmüşlerdi.
A- Güneş yükselinceye kadar halkın arasına çıkmıyor.
B- Geceleyin kimseyle ilgilenmiyor.
C- Ayda bir gün evinden dışarı çıkmıyor, kimseyi kabul etmiyor,
D- Bazı günlerde baygınlık geçiriyor.
Ömer (r.a.), durumu araştırınca şu gerçekler ortaya çıkmıştı:
1- Sabah erken dışarı çıkmamasının sebebi, hizmetçisinin olmamasıdır. Bu sebeple hamurunu yapar, hamurun ekşimesini bekler. Ekşidikten sonra pişirir. Ondan sonra ancak dışarıya çıkma imkânı bulur.
2- Geceleyin kimseyi kabul etmemesine veya kimse ile ilgilenmemesine gelince, gündüzünü halkın hizmetine, geceyi ise Allah'a ibadet için ayırmıştı.
3- Ayda bir gün dışarıya çıkmaması ise şundandı: Elbisesini yıkayacak hizmetçisi yoktu. Elbisesini değişmek için başka bir elbisesi de mevcut değildi. Bu sebeple anılan günde elbisesini yıkar, kurumasını bekler, ancak ondan sonra dışarı çıkabilirdi.
4- Bazı günlerde baygınlık geçirmesinin sebebi şuydu: Hubab el-Ensari'nin Mekke'de şehit edildiğini görmüştü. Kureyş onun vücudunu parçalayıp ağacın gövdesine asmış ve kendisine şöyle demişti:
“Senin yerinde Muhammed'in olmasını ister miydin?” O yüce sahabi şu cevabı vermişti:
“Vallahi değil, yerimde olmasını ayağına bir diken batmasını bile istemem.” Bunları söyledikten sonra "Muhammed!" diye haykırmıştı. Bugünü hatırladıkça, onun yardımına koşmadığı için Allah'ın bu günahını asla affetmeyeceğini düşündükçe baygınlık geçirmekteydi. Ömer (r.a.) şöyle dedi:
“Allah'a şükürler olsun ki, ferasetimi başarısızlığa uğratmadı. Ve ona işlerini ve durumunu düzeltmesi için bin dinar gönderdi.” Said b. Amir ise gönderilen parayı halka dağıttı.
Umeyr b. Sa'd: Umeyr'den bir senedir hiçbir haber gelmiyordu. Bundan dolayı Ömer (r.a.)'in içini şüphe sarmıştı. Kendisine yazdığı mektupta şunları söylüyordu:
“Bu mektubumu alınca hemen gel. Beraberinde Müslümanların feyini de getir.”
Mektubu alan Umeyr, sırt çantasını hazırladı, içine tahtadan oyma tabağını ve yiyeceklerini yerleştirdi. Asasını eline alarak Humus'tan Medine'ye kadar yürüdü. Medine'ye girerken rengi sararmış, toz toprak içinde kalmış ve saçları uzamıştı. Bu haliyle Ömer (r.a.)'in yanına girdi. Vaziyeti Ömer (r.a.)'i korkuttu, kendisine dedi ki:
“Binmen için sana kimse bir hayvan bağışlamadı mı?” Takva sahibi vali dediki:
“Onlar vermediler, ben de kendilerinden istemedim.” Fey hakkında kendisine sorunca da şunları söyledi:
“Hemen gelmem için bana mektup gönderdin. Şehrin salih ve takva sahibi kişilerini topladım. Kendilerinden fey'i toplamalarını istedim. Onlar toplayıp yerine koyacaklar. Eğer bir şey olursa, ben fey'i getiririm.” Ömer (r.a.) Umeyr'in ahdini yenileyin, diye emir verince vali reddetti ve dedi ki:
“Artık geçti. Bundan sonra ne sana ne de senden sonra geleceklere valilik yaparım.” Ve Medine civarındaki evine gitmek için izin istedi. Daha sonra bir elçiye yüz dinar vererek kendisine şöyle söyledi:
“Umeyr'e misafirmişsin gibi git. Şayet kendisinde bir şey varsa, servet görürsen geri gel. Yok eğer durumu iyi değilse kendisine bu yüz dinarı ver.” Elçi gider, kendisine üç gün misafir olur. Umeyr'in evinde arpa ekmeğinden başka birşey yoktu. Eşiyle birlikte bu ekmekten yemek zorundaydı. Elçi çıkarıp dinarları kendisine verince Umeyr haykırarak dedi ki:
“Onlara ihtiyacım yoktur!” Eşi kendisine dedi ki:
“Ya Umeyr! Al, belki ihtiyacın olur. Veya nereye verilmesi gerekiyorsa oraya ver.” Bunun üzerine Umeyr yüz dinarı alıp şehitlerin ve fakirlerin çocuklarına dağıttı. Durum Ömer (r.a.)'e iletilince Umeyr'i çağırdı ve kendisine bir yük yiyecek ile iki elbise verilmesi için emir verdi. Takva sahibi insan dedi ki:
“Yiyeceğe gelince ihtiyacım yok. Evimde iki mikyal (ölçü birimi) arpam var. Bunu bitirinceye kadar Allah bana rızkımı gönderir.” Böylece yiyeceği almayı reddetti, ancak elbiseye gelince, falancının annesi çıplaktır (elbisesi yoktur) diye elbiseleri alarak evine döndü.
Valilerin Ömer (r.a.)'in emirlerini harfiyyen uygulamaları: Tarih boyunca, Ömer (r.a.)'in devri gibi, devlet büyüklerine karşı olan itaati görmek başka herhangi bir devlette mümkün değildir. İnanıyoruz ki bu birinci planda Hz. Ömer (r.a.)'in kendi nefsinden ve ehlinden örnek misaller vermesine bağlıdır. Yoksa yalnızca heybetine bağlamak mümkün değildir. Bu sebeple Hz. Ömer valileri hesaba çekmek için kendisinden önce dünyada kimsenin bilemediği metodIar keşfetmişti. Kendisiyle birlikte çalışanlar da Hz. Ömer'in isteklerini memnuniyetle uygulamışlardı. Çünkü onlar Hz. Ömer'in keşfettiği metodları halifenin tavırlarının yankıları olarak bulmuşlardı. Bunlardan bazıları aşağıdadır:
Valilerin servetlerini kamulaştırması: Rivayet edilen haberlere göre, Ömer (r.a.), birini bir yere tayin etmeden önce servetini tesbit ederdi. Görevi bitince malı fazlalaşmışça gözden geçirirdi. Eğer bu fazlalığın helâl yolla gelmediğinden şüphe ederse duruma göre ya servetin yarısını veya hepsini kamulaştırırdı. Bu sebeple valiler eğer Medine'ye geleceklerse gündüz gelmelerini emrederdi. Bir şeyler saklamamaları için geceleyin şehre girmelerine izin vermezdi.
Ömer (r.a.), kamulaştırma prensibini birçok valiye uyguladı. Hatta akidelerinin doğruluğundan ve ihlâslarından şüphe etmediği Müslüman büyüklerini bile istisna etmedi. Bunlardan bazıları aşağıdadır:
Resulullah (s.a.v.)'ın dayısı, Ömer (r.a.)'in kendisinden sonra halife seçilmesi için aday gösterdiği altı kişiden biri ve Kadisiye kahramanı Sa'd b. Ebi Vakkas bunlardandır! İslâm'ın kılıcı, savaşların rakipsiz kahramanı Halid b. Velid de bunlardandır. Bazı rivayetlere göre Ömer (r.a.) vefat etmeden önce şöyle demiştir:
“Şayet Halid yaşamış olsaydı benden sonra halifeliği ona terk ederdim.”
Meşhur muhaddis ve Resulullah (s.a.v.)'ın arkadaşı Ebu Hureyre (r.a.), Mısır fatihi Amr b. As ve isimlerini sayamadığımız birçok yüce şahsiyet. Halid b. Velid'in itaati öyle bir merhaleye varmıştı ki, Ömer (r.a.)'in elçisi olan Ebu Ubeyde (r.a.)'nin karşı çıkmasına rağmen bir ayakkabının bir çift ayakkabıya eşit olduğunu, çünkü herhangi biri olmadan diğerinin işe yaramayacağını belirtmesine rağmen Ömer (r.a.)'in elçisi Halid b. Velid'in bir ayakkabısını istimlâk etmişti. Hiç şüphe yok ki, bu kamulaştırmanın sebebi, Allah'ın hükmüne ters düşmenin isbat edilmiş olduğu değildi. Şayet öyle bir muhalefet olsaydı Ömer (r.a.)'in ona karşı başka bir metodla davranmasını bilirdi. Fakat bu, kasıtsız haram kazanç tahminlerine dayanıyordu. Raiyenin valiye karşı olan nezaketi veya valinin kendi statüsünden istifade ederek işlerini kolaylaştırması gibi. Daha önce de gördüğümüz gibi Ömer (r.a.). bu prensibi önce kendi çocuklarına, bunların başında en fazla sevdiği Abdullah b. Ömer'e ve eşlerine uyguladı. Onların mallarını pisliklerden arındırdı. Kendisinden hiçbir şey gizlenmeyen hâkimler hâkimi Allah'ın muhasebesinden onları kurtardı. Böyle bir halifenin valileri onun emirlerini yerine getirmekte hiç tereddüt ederler mi dersiniz?
Bazı tarihî kayıtlara göre, birtakım valiler, halkın karşısında şüpheli bir duruma düşme icraatını kabul edemedikleri için, Ömer'le çalışmayı reddedip görevlerinden ayrılmışlardır. Bu valilerden biri de Ebu Hureyre'dir. Ömer, Ebu Hureyre (r.a.)'yi hesaba çektikten sonra görevine tekrar dönmeyi reddetti. O zaman Ömer (r.a.) kendisine şöyle hitap etmişti:
“Çalışmaktan nefret mi ediyorsun? Senden daha hayırlı olan çalışmayı diledi.” (Allah'ın peygamberi Yusuf (a.s.)'ı kastediyor.) Ebu Hureyre şöyle dedi:
“Yusuf, peygamber oğlu peygamberdir. Ben ise Ebu Hureyre b. Emime. İki şey (yapıp) üç şeyden korkarım: Bilmeden (ilmî gerçeklere dayanmadan) bir şeyi söylemekten ve hüküm (nas, kanun maddesi) olmadan hükmetmekten, uygulamaktan korkarım. (Bilmeden söyleyip gerekçesiz uygulama yapmam sebebiyle sırtımdan vurulmaktan, ırzıma küfredilmekten ve malımın elimden alınmasından korkarım.)”
Çok açık bir şekilde görüldüğü gibi, "Bu servet sana nereden geldi?" diyerek hesaba çekme sistemini getiren ve pratik bir şekilde uygulayan ilk insan Ömer b. Hattab'dır. (Allah ondan razı olsun.)
Bu sistem, dış görünüşe göre uygulanan, itibarlı kişilere göre değişen bir sistem değildi. Aksine Ömer (r.a.) zayıf kuvvetli, güçlü güçsüz, amir memur, köle efendi vb. herkese bilâ istisna uygulamıştı.
d- Sapık valilerin vali olmadan önce alışkanlık haline getirdikleri aynı şartlarda (vali olduktan sonra) devam ettirmeleri, Hz. Ömer'in onlara karşı uyguladığı görev içinde takip etme metodu:
Asırlar boyu idarelerin ve hükümetlerin imtihan edildiği en büyük şer (kötülük) hâkimlerin kendi asırlarını ve yetişmiş oldukları toplumsal çevrelerini unutup müreffeh ve lezzetli hayata yönelmiş olmalarıdır. Bu hastalık milletlerin büyük dönemeçler değiştirmeye maruz kaldıkları zamanlarda daha bariz bir şekilde ortaya çıkar.
Araplar birinci plânda güçlerini sabit akidelerinden, ikinci plânda basit yaşantılarından, katılıktan, çok yiyip içmekten sakınan hayattan aldılar. Ne var ki insan tabiatıyla refaha, hayatın zevklerini yeteri kadar tatmaya ve eğlencelere meyleder. Özellikle gençliğinde bunlardan mahrum olmuşsa, daha sonra gerçekleşen şartlar istikametinde bu meyil daha ziyade kendini gösterir.
Öyle sanıyoruz ki, bu hastalık, tarihin ilk çağlarından bugüne kadar devletlerin çökmelerine sebep olan ortak illettir. Parıltı ve önsezi simgesi olan Ömer (r.a.)'in bu tehlikeyi gözden uzak tutması mümkün değildi. Bu sebeple ısrarlı bir şekilde, alışılmış hayatını ve adetlerini değiştirmeyi reddetti. Önce kendi kişiliğini örnek olarak gözler önüne serdi, valilerinin de kendisi gibi olmaları için azamî itinayı gösterdi. Kimin ki nefsanî ve dünyevî zevkleri kendine galip gelmeye başlıyorsa, değişme alâmetleri görülüyorsa kesin ve âcil olarak tedavi edilmesi gerekiyordu. Ancak bu şekilde illeti ortadan kaldırmak, yayılmasına engel olmak mümkündü. Buna iki örnek vermekle yetineceğiz:
Birinci Örnek: Ömer b. Hattab halkla tokalaşıp emirlerin durumlarını ve haberlerini kendilerinden soruyordu. Humus halkının arasından geçerken mezkûr şehrin halkı emirlerinin yüksek bir köşk yapıp içine kapandığını ve kendilerine görünmediğini söylediler. Ömer (r.a.) emiri çağırdı ve kendisini işaret ederek;
“Üç gün güneş altında hapsedin” dedi. Üç gün sonra kendisine getirdiklerinde valiye:
“Ya İbn Kard! Benimle harraya gel,” dedi. (Harrada zekât develeri ve koyunlar vardı.) Emir gelince üzerine bir cübbe atarak kendisine dedi ki:
“Elbiselerini çıkar ve bunu giyin!” Sonra valinin eline bir kova verdi ve dedi;
“Bununla develere su ver!”
Vali Hz. Ömer’in emirlerine boyun eğerek yoruluncaya kadar hayvanları suladı. Mü'minlerin emiri kendisine şunu söyledi:
“Ya İbn Kard! Ne zamandan beri bu işi yapıyorsun?” Emir:
“Uzun zamandan beri, ey mü'minlerin emiri,” dedi. Ömer (r.a.) sordu:
“Onun için o köşkü yapıp Müslümanlara, yetimlere ve dullara yukarıdan baktın? Görevine dön ve bir daha bu yaptıklarını tekrarlama!”
İkinci örnek: Mısır halkı valileri olan İyaz b. Ganem'i, halktan uzak kaldığı, kendi işleriyle uğraştığı gerekçesiyle halifeye şikâyet ettiler. Halife valinin gelmesi için emir verdi. Kendisi bedevi idi. Mısır'ın iklimiyle karşılaşınca hem teni beyazlaşmış, hem de şişmanlamıştı. Ömer (r.a.) onu bu şekilde görünce azarlayıcı bir tavırla şöyle dedi:
“Seni görevlendirdim ve bazı şartlar ileri sürdüm. Sana emrettiklerimi terk ettin. Yasakladıklarımı ise yaptın. Vallahi seni katı bir şekilde cezalandıracağım. Bana bir dıra'eh (bir çeşit elbise), âsâ ve üçyüz tane zekât koyunu getirin.” Daha sonra valiye dönerek şunları söyledi:
“Bu elbiseyi giyin. Sen, babanı gördün. Bu elbise babanınkinden daha iyidir! Bu âsâ da babanın asasından daha iyidir! Git, bu koyunları şu şu yerlerde otlat. Süt isteyen kimseyi bu hayvanların sütünden mahrum etme. Şunu bil ki Ömer ve ehli, zekât koyunların etinden de sütünden de almazlar!”
Aradan bir süre geçtikten sonra valiyi gözden geçirdi ve yanına çağırarak dedi ki:
“Söylediklerimi anladın mı?”
Üç defa aynı sözü tekrarladı. Üçüncü tekrarında vali kendini yere atarak dedi ki:
“Artık bu işi yapmayacağım. İstersen boynumu vur.” Ömer sordu:
“Şayet seni görevine geri gönderirsem nasıl bir kişi olursun?” Vali şu cevabı verdi:
“Sevdiklerinin dışında benden hiçbir şey görmeyeceksin!” Ömer onu tekrar görevine gönderdi. Adı geçen vali o günden sonra görevini en iyi yapan valilerin arasında anıldı.
Verdiğimiz bu iki örnek üzerinde çok düşünülmesi gereken olaylardandır. Her iki örnekte de Ömer (r.a.) valileri görevlerine tekrar göndermektedir. Her ikisinde de durumlarını düzeltmesi Ömer (r.a.)'in beşerî nefsin gizliliklerini keşfettiğine delâlet etmektedir. Böyle durumlarda sapıtmanın büyük bir ihtimal dahilinde olduğunu da kesinlikle biliyordu. Ömer'in maksadı intikam almak veya ceza vermek değildi. Hedefi, yanlış yapan görevliyi suçunun düzeyiyle uyararak terbiye etmek, değerlendirerek ıslah etmekti.
Iyaz b. Ganem'e söylediği sözde, kendisine verdiği elbisede, koyunları gütmek için eline verdiği âsâda, babasının elinde olanlardan daha iyidir sözünde büyük delâlet vardır. Görevli kimselerin verdikleri emirlerin uygulanmasını istemeleri en tabiî haklarıydı. Çünkü o, görevlileri için uyarı veya ceza sayılan işleri gönüllü olarak yapıyordu. Daha önce de geçtiği gibi oldukça sıcak bir günde, Ömer (r.a.)'in kaybolan zekât develeri peşinde nasıl koştuğunu, Osman (r.a.) aşırı sıcaklık sebebiyle dışarı çıkıp onu karşılayamadığını gördük.
Kendisinin giydiği elbise, azarlamasına maruz kalan valilerine giydirdiği elbiselerden daha iyi değildi.
Bugün birçok çağdaş ülkenin takip ettiğiyle kıyaslayacak olursak, Ömer (r.a.)'in o zor şartlar altında yaptıklarına hayret eder. İşte uygulama esnasında takip ettiği metod, bugün bazılarının kendileri için yeni bir buluş saydığı hata yapan görevlilerin uyarı ile terbiye edilmesini Ömer (r.a.) basit bir şekilde idrak etmiş ve etkili bir şekilde uygulamıştı. Ömer (r.a.)'i en fazla meşgul eden konu, halk liderlerinden yeni bir tabakanın (sınıfın) oluşup toplumun menfaatlerini ellerine geçirmeleri korkusuydu. Buna kesin ve katı icraatlarla karşı koydu. Bütün bunlar yaratılıştan gelen liderlik özellikleridir.
Verdiği emirlerle valilerin kamu yönetimiyle ilgili hayatlarını düzene soktuğu gibi, özel hayatlarına da müdahale ediyordu. Bunun bir ifadesi olan şu olayı belirtmekte fayda vardır:
Kadisiye'nin fethinden sonra Acem kadınlarının güzelliği Müslüman erkekleri celbetmişti. Ehl-i kitap (Hıristiyan ve Yahudi) kadınlarıyla evlenenler çoğalmıştı. Ömer (r.a.) bu akımın arkasından gelecek tehlikeyi sezdiği için buna bir sınır koymak istedi. Medain'deki valisi Huzeyfe'ye yazdığı mektupta şöyle
diyordu:
“Medain ehlinden ehl-i kitap bir kadınla evlendiğin haberini aldım. Bu mektubu aldığında onu boşa.”
Huzeyfe cevabında şöyle yazıyordu:
“Helâl veya haram olduğunu bana yazıncaya kadar boşamam. Bununla neyi kastediyorsun.” Ömer (r.a.) mektuba cevap olarak şunları yazıyordu:
“Helâldir. Ancak Acem kadınları hilekârdırlar. Kandırmasını bilirler. Onlara uyar ve rağbet gösterirseniz, sizleri eşlerinize karşı kullanırlar.” (Eşlerinizi ihmal etmenize ve kendilerine katı davranmanıza sebep olurlar.) Huzeyfe mektubu okuyunca:
“Şimdi evet,” dedi ve eşini boşadı.
Ömer (r.a.)'in metodu, halifelik süresi boyunca, kendisine ait olup şahsen ve direkt olarak raiyenin işlerine vakıf olup mümkün olduğu kadar araya aracı sokmamaya dayanıyordu.
Halife Ömer bu metodla, hükümetleri ve idareleri öldüren en şiddetli illetin kaynağına inmişti. Bu illet, hâkimin halkından gizlenmesi, kendisine intikal eden işleri yardımcılarına havale etmesiydi. Böylece otorite meşru olan asıl hakimden yardımcılarına intikal eder ve halk arasında da alışılmış söz tekrarlanır: Aslında hakim (devlet başkanı) kötü değil, ama bütün kötülükler yardımcılarındadır."
Eğer hâkim iyi bir insan olsaydı, kendisiyle halkının arasında meydana gelen bu tabakanın (sınıfın) oluşmasına izin vermezdi. Emirin yardımcılara ihtiyacı olması tabiidir. Lâkin bütün fesatların asıl kaynağı hâkimin kendisini halkından ayırması, halkın problemlerine herhangi bir sebeple vakıf olmaktan uzak bulunması ve bütün meseleleri yardımcılarına terk etmesidir. Burada yine Ömer b. Hattab'ın liderlik sıfatlarından önemli birine temas edeceğiz. [57]
Bu sebeple Ömer (r.a.) pazarları gezer, geceleri yürür, halkın hangi şartlar altında yaşadığını iyi anlamak için kendisi de aynı şartlar içinde yaşar, biraz sonra göreceğimiz gibi, devletin bazı bölgelerine intikal ederdi. Bunun sonucu olarak halkının problemlerini hissederdi. Eğer kendisi bunun üzerinde bizzat durmamış olsaydı, mes'elelere çözüm yolu bulması o kadar kolay olmayacaktı. Onun içtihadı bütün içtihatlardan daha çok Müslümanlara fayda sağlamıştır. Onun içtihadı öyle bir içtihattır ki, Müslüman halkın problemlerini koordine etmiş, onlara iki dünyanın mutluluğunu, yani hem dünya hem de ahiret saadetini sağlamıştır. Bu her İslâmî koordinenin hedefidir. Bu hususta tarihin kaydettiği çok sayıdaki olaylardan bazılarını arzetmekle yetineceğiz:
Ömer (r.a.) bir gece evinden çıkıp Medine'de gezmeye başlamıştı. Kapısını kapatıp aşağıdaki şiiri okuyan bir Arap kadınının evinin önünden geçiyordu.
Bunun üzerine Ömer (r.a.) savaş meydanına bir kimseyi gönderip eşini getirtti. Daha sonra kızı, mü'minlerin annesi Hafsa (r.a.)'ya giderek:
“Ey kızım! Kadın eşinden ayrı olarak ne kadar sabredebilir?” diye sordu. Hafsa (r.a.) şu cevabı verdi:
“Bir ay, iki ay, üç ay. Dördüncü ayda sabrı taşar.”
Bundan sonra Ömer (r.a.) izine göndermeyi her dört ayda bir olmak üzere ayarladı. İnsanların ihtiyaçlarına bu kadar dikkatli ve sür'atli cevap veren böyle bir kanun karşısında saygıyla eğilmekten başka ne yapılabilir? O kanun ki asıl menfaat sahiplerinin görüşlerine paralel olarak çıkarılmış ve uygulanmıştır. Eğer Ömer (r.a.) evinde mışıl mışıl uyumuş olsaydı bu türlü insanî çözümlere ulaşmasına imkân var mıydı?
Ömer (r.a.), geceleyin alışılmış şekilde gezerken bir kadının şu sözlerini duydu:
Veya Nasr b. Haccac'a kavuşmak için, (yol var mıdır?)
Yanında olan başka bir kadın kendisine şöyle sordu:
“Kim bu bahsettiğin Nasr? Kadın cevap verdi:
“Şayet kimse olmasaydı, dün gece boyu kendisiyle beraber olmak istediğim bir kişi.
Sabah olunca halife Nasr b. Haccac'ı çağırttı. Yanına geldiği zaman simasının çok güzel olduğunu, çehresinin ve saçlarının düzgünlüğünü gördü. Ve şöyle dedi:
“Kadınların seni arzuladığı bir yerde durma! Sonra kendisine yarayacak bir şekilde onu Basra'ya gönderdi.
Siyer kitaplarının rivayetlerine göre, Nasr b. Haccac, bu kararı iyi karşılamayıp Ömer (r.a.)'le tartışmaya girmiş, kendisine şöyle söylemiştir:
“Nefsimi katletmekle beni zehirledin! Ömer (r.a.) sorar:
“Nasıl olur? (Seni nasıl zehirleyerek katlettim?) Nasr b. Haccac cevap verir:
“Allah der ki:”
“Eğer onlara kendinizi öldürün. Veya yurtlarınızdan çıkın diye yazmış olsaydık" [58] ayetini okuyarak bu ayeti Ömer (r.a.)'in yaptığıyla kıyasladı. Ömer (r.a.) konuştu:
“Çok uzak gittin. Şuayb Aleyhisselâm'ın söylediğini söylüyorum: Sadece gücümün yettiği kadar (sizi) düzeltmek istiyorum. Başarım ancak Allah(ın yardımı) iledir" [59]
Nasr Basra'dan Medine'ye gitti, orada uzun süre ikamet etti.
Şüphesiz ki, büyük yazar bu açıklama ile gerçek yönlerden birine dokunmuştur. Ancak göz önünde bulundurulması gereken bir itibarı daha ilâve edeceğiz, o da bu olayın kendisinden önce yazdığımız olaydan hemen sonra yazmamızın gerekliliğiydi. Ömer (r.a.)'in devri savaşabilecek bütün erkekler için genel seferberliğin ilân edildiği bir devirdi. Öyle ki kadın kocasına karşı olan özlemi sebebiyle şikâyet ederek (daha önce bahsettiğimiz gibi) bu şikâyeti dile getiren şiir okuyordu. Nasr b. Haccac ise delikanlı ve güçlüydü. Dolayısıyla onu savaşa gitmekten alıkoyan bir sebep yoktu. Fakat o Medine'de kalmayı, saçlarını tarayarak kadınlarla oturmayı tercih etmişti. Gerçekten İslâm'da cihad gönüllü ve kişinin kendi tercihi üzerine kurulmuştur. Ancak halife olan zat, Allah yolunda cihad eden askerlerin namusunu korumakla yükümlü değil midir?
Nasr b. Haccac gibi zatların, Medine'de, büyük çoğunluğunun eşlerinin bulunmadığı kadınların arasında oturması nasıl uygun olabilir? Öyleyse Nasr'ın Basra'ya gidip askerî bakımdan önemli bir şehire gidip güçlü erkeklerle birlikte olması kendine gelmesine sebep teşkil edecek, Allah yolunda cihad yapmasına vesile teşkil edecekti. Medine'de olduğu gibi oranın şartları fitne çıkarmaya elverişli değildi.
Geceleyin Medine'ye gelen bazı tüccar kafilelerinin eşyalarını korurken Ömer b. Hattab, bir çocuğun ağladığını duymuş, ona doğru ilerlemiş, annesine şöyle demişti:
“Allah'tan kork, çocuğuna iyi bak!” Daha sonra yerine tekrar dönmüştü. Gece yarısından sonra çocuğun yine ağladığını görünce annesine giderek dedi ki:
“Yazıklar olsun sana! Gördüğüm kadarıyla sen kötü bir annesin. (Merhametsiz bir annesin.) Geceden beri çocuğunun rahat durmadığını görüyorum.)”
Kadın şu cevabı veriyor:
“Ya Abdullah! (Ey Allah'ın kulu) Geceden beri beni rahatsız ediyorsun. Ben çocuğumu sütten kesmek istiyorum. Fakat o süt istiyor.” Ömer (r.a.) sorar:
“Peki neden?” Kadın cevap verir:
“Çünkü Ömer b. Hattab sütten kesilmeyen çocuğa maaş bağlamlar.” Ömer (r.a.) der ki:
“Çocuğun kaç yaşında?” Kadın cevap verir:
“Bu kadar veya şu kadar aylık. Ömer (r.a.) konuştu:
“Yazıklar olsun sana! Bu kadar acele edip sütten kesme.”
Ömer b. Hattab, sabah namazını kıldırırken ağlamaya başlar, o kadar ki, cemaat ne okuduğunu anlayamaz. Ömer (r.a.), selâm verince halka şunları söyledi:
“Ömer sefil olsun! Müslüman çocuklarından kaç tanesini öldürdü!” Sonra tellala emir verdi. Tellal şu şekilde sesleniyordu:
“Çocuklarınızı sütten kesmekte acele etmeyin.” İslâm'da doğan her çocuğa maaş bağlandı. Bu sözler yazılıp her tarafa gönderildi.
Medine'de gezerken kör ve yaşlı birine rastladığında kendisine şöyle sormuştu:
“Sen ehl-i kitabın hangisindensin? Adam cevap verdi:
“Yahudiyim.” Ömer (r.a.) sordu:
“Seni bu hale düşüren nedir?” İhtiyar adam konuştu:
“Beni bu hale getiren cizye ödemem, günlük ihtiyaçlarım ve ihtiyarlığımdır.”
Ömer (r.a.) ihtiyarın elinden tuttu, evine götürdü, ihtiyaçlarını karşılaması için bir şeyler verdi. Daha sonra beytülmale götürüp oradaki görevliye dedi ki:
“Bu adamın başına gelenlere bak. Gençliğini bitirip, ihtiyarlığın verdiği güçsüzlükle onu bu hale getirirsek vallahi ona insaf etmemiş oluruz.” Ve kendisine maaş bağlattı.
Bir delikanlı Allah yolunda cihad etmek için savaşa gitmişti. Babası yaşlıydı ve her iki gözünü de kaybetmişti. Oğluna olan hasreti dolayısıyla devamlı ağlıyordu. Bu durum Ömer (r.a.)'e iletildiğinde delikanlıyı yanına çağırmış ve kendisine şöyle söylemişti:
“Annenin ve babanın geriye kalmış olan kısa ömürleri için cihad et. Ve onlara itina göster. Vefatlarından sonra ne yaparsan yap.” Ayrıca kendisine ve babasına belli bir miktarda para ödenmesi için emir vermişti.
Bir başkasının babası da Ömer (r.a.)'e gelmişti. Oğluna olan özlemim dile getirerek akrabalarının hepsinin vefat ettiğini, kardeşlerinin şehit olduğunu, kendisine yardımcı ve destekleyici olarak oğlundan başka kimsenin kalmadığını, ancak oğlunun da Allah yolunda cihat etmek için savaşa katıldığını dile getirmişti. Ömer (r.a.) oğlunun geri gönderilmesi için bir mektup yazarak genel bir kaide koymuştu.
Buna göre yaşlı babası olan hiç kimse babasından izin almadan savaşlara katılamayacaktı. Zorunlu askerlik prensibini esas alan ülkelerin çoğu bugün bu prensibi uygulamaktadır. Ancak Ömer (r.a.)'in getirdiği sistem, on dört asır önce, gönüllü askerliğe uygulanan cihad için bile bu kaideyi zorunlu kılmasını sağlamıştı.
Bazı örnekler aşağıdadır:
a- Hayvanlara karşı olan merhameti: Ömer (r.a.)'in bir adamı azarlayarak dövdüğünü gördüler. Çünkü o devesine taşıyamayacağı yükü yüklemişti. Ömer (r.a.) yaralı devenin sırtına elini koyarak ilaçlıyor ve şöyle konuşuyordu:
“Sana olanlardan dolayı hesaba çekilmekten korkarım!”
b- Yolda gidenlerin yollarının kapanması: Ömer, bir gün Medine pazarından geçerken İyas b. Seleme'nin dar yolu kapattığını görmüştü. Âsâyla kendisine vurarak şöyle dedi:
“Yolu aç, ya İbn Seleme!”
c- Yürürken erkekçe yürümeye zorunlu olma: Ömer (r.a.), bir adamın kollarını sarkıttığını, ayaklarını sallayarak düşercesine yürüdüğünü gördüğünde kendisine şöyle demişti:
“Böyle yürümeyi terk et!” Adam "yapmam" deyince Ömer (r.a.) hafifçe kendisini dövdü. Adam ondan sonra sallanarak yürümekten vazgeçti. Ömer (r.a.):
“Bunun gibisini dövmeyip de kimi döveceğim?” Adam kendisine gelerek Ömer (r.a.)'e dedi ki:
“Allah senden razı olsun!” Allah seninle bu huyu benden giderdi.
Bunun aksine olan başka bir durumda ise Ömer (r.a.), dindarlık görünümüyle ölü gibi yürüyen bir adama asasını vurarak dedi ki:
“Allah canını alsın. Kendi dinimizi bize öldürtme.” (Bu halinle dindar görünerek halka bu şekilde örnek olup dinimizi yok etme).
d- Şüphelerden kaçınma: Ömer b. Hattab, yoldan geçerken bir adamın bir kadınla konuştuğunu gördü. Asasını adamın yüzüne doğru kaldırdığında adam:
“Ey mü'minlerin emiri! Bu kadın benim eşimdir,” dedi. Ömer (r.a.) dedi ki:
“Eşinle yolun ortasında durup konuşarak neden Müslümanların hakkınızda suizanna kapılmalarına sebep oluyorsunuz.” [60]
Bu sebeple Ömer (r.a.), cariyelerin hür kadınlara benzemelerini yasaklamıştı. Hür kadınların elbisesini giyen bir cariyeye vurarak şöyle söylemişti:
“Ya Lek'a! Kendini hür kadınlara mı benzetiyorsun?”
Çünkü hür kadınlardan kabul edilmeyen, cariyelerden kabul ediliyor ve onlara mubah görülüyordu.
e- Hayat şartları karşısında Müslümanları itidale davet eder, yemekte israftan kaçınmaları konusunda tavsiyede bulunurdu: Bu konudaki rivayetlere göre, elinde âsâsı olduğu halde Bakîdeki (Medine'de bir yer) Medine mezbahanesine gelirdi. İki gün peş peşe et alan birini görürse âsasıyla vurur ve şöyle derdi:
“Yürü (acele ederek). Karnın iyi hazmetti (bayram etti). İki gün de komşuna ve amcanın oğluna olsun!”
f- Halkın arasına karışıyor, kendisine doğrudan doğruya bir talep gelmeden onların ihtiyaçlarını karşılıyordu: Bir defasında bir kadının şöyle söylediğini duymuştu:
“Bazıları (kadınlar) sade (berrak) sudan içerler. Sizleri uzaklaştırdığını kabul (ikrar) ettim. Kimileriyle (kadınlar) (değişik tat ve renkte) tuzlu su içerler, Allah'ın korkusundan olmasaydı kaçardım.”
Ömer (r.a.), kadının şikâyetini anlamış, kocasını huzuruna çağırdığında ağzının koktuğunu anlamış, kendisinden hanımını boşamakla beş yüz dirhem alma arasında seçim yapmasını istemişti. Adam beş yüz dirhemi seçerek karısını boşadı.
Bazen halkın içine karışıp durumlarını yakından görmeyi, hissettiklerini hissetmesi için yeterli görmüyordu. Bu sebeple mutlaka onlar gibi yaşamayı, aynı şartları kendi hayatına tatbik etmeyi gerekli görüyordu.
Er-Rimade yılındaki takındığı tavrıyla bu gerçeği görebiliriz. Hicretin 18. yılında bütün Arap yarımadasına tam dokuz ay süreyle hiç yağmur yağmadı. Topraktaki volkanik tabakalar harekete geçerek üzerindeki bütün bitkileri yakıp kavurmuştu. Toprak toz haline gelmiş, siyah ve verimsiz bir hale bürünmüştü. Rüzgâr estiğinde sanki kül savuruyordu. Bundan dolayı o sene "Er-Rimade" yılı olarak isimlendirildi [61].
O sene açlık o kadar şiddetlendi ki, vahşi hayvanlar bile insanlara saldırmaya başlamıştı. Kişi koyununu kestiği zaman etinden hiç tad alamıyordu. Durum o kadar vahimdi ki, insanlar ip parçalarını bile yiyorlardı. Farelerin deliklerini kazıp içindekileri çıkarıyorlardı. Medine halkı başlangıçta başkalarına göre, ellerinde birikmiş gıda maddeleri olduğundan daha iyiydi. Şam'dan, Irak'tan ve Mısır'dan getirttiği gıda maddeleriyle taşradaki Araplara yardım etmek için bütün imkânlarını kullanmıştı. Yardım olarak gelen bu gıda maddeleri ona rahatlıkla yetiyordu. Lâkin facia ile karşı karşıya kalan bölgelerdeki halkın yaşadığı şartlar altında hayatını sürdürmekte ısrar ediyordu. Kıtlık son haddine vardığı bir sırada Ömer (r.a.)'e yağlı bir ekmek parçası getirmişlerdi. Ömer (r.a.), bir bedeviyi çağırmış, ekmeği beraberce yemişlerdi. Bedevi ekmeği yerken hep ekmeğin yağlı tarafına bakıyordu. Ömer (r.a.), kendisine dedi ki:
“Sanki sen yağlı lokmadan bir tad almıyorsun?” Adam şu cevabı verir:
“Şu (veya bu) zamandan beri ne tereyağı ne de nebati yağ yedim. Birinin yediğini de görmedim.”
Ömer (r.a.), herkesin rahata kavuşup istediğini yemeye gücü yetinceye kadar herhangi bir et parçasını tatmayacağına, yağı ağzına almayacağına dair yemin etmişti. Allah, yağmurun yağmasına izin verinceye, halk kuraklıktan ve kıtlıktan kurtuluncaya kadar sözünden çıkmadı. Bu süre içinde çocuklarından herhangi birinin evinde veya eşlerinin birinin hanesinde yemek yemedi. Yemeklerini hep halkla birlikte yiyordu.
İyaz b. Halife (r.a.) rivayet etmektedir:
Ömer (r.a.)'in, "Er-Rimade" yılında teninin siyahlanmış olduğunu gördüm. [62] Kendisine:
"Seni bu hale getiren nedir?" diye sorulduğunda şu cevabı verdi:
“Süt içen ve tereyağı yiyen bir Arap erkeğiydim. Bunları, halk yemeye başlayıncaya, halk kendisine gelinceye (rahata kavuşuncaya) kadar (bu feci olay ortadan kalkıncaya kadar) kendi nefsime haram kıldım. Nebati yağ yerine rengim değişti. Açlık ise rengimin daha fazla değişmesine sebep oldu.”
Kötü beslenmenin bir sonucu olarak, karnı guruldarken karnına vuruyor ve şunları söylüyordu:
“Gurulda, halk kendine gelinceye kadar sana verecek yanımızda bir şeyimiz yoktur.”
Ömer (r.a.) bununla yetinmiyordu; bizzat açlara, fakirlere yemek taşıyor, kendilerine yediriyordu. Yiyecek almaya gelemeyenlerin ise evlerine un, hurma ve katık gönderiyor, hastalara bakıyor, onların tedavisiyle uğraşıyor, ölenlerin kefenleriyle ilgileniyordu. Bütün bunlardan sonra camiye gidiyor; şöyle yalvarıyordu:
“Yâ Rabbi! Muhammed'in ümmetini benim elimle helak etme! Yâ Rabbi! Bizleri yiyecekle helak etme ve bu belâyı bizlerden uzaklaştır!”
Zor şartlar biraz hafiflemeye başlayınca çarşıya yağ ve süt gelmişti. Hizmetçisi pazara gidip kırk dirhem karşılığında yağ satın almış, sonra kendisine gelip şöyle söylemişti:
“Ey mü'minlerin emiri! Allah, yeminini hoş gördü, sevabın yüceldi.” Pazara süt ve yağ gelmişti. Gidip kırk dirheme bunlardan satın aldım. Ömer (r.a.) şöyle konuştu:
“Böyle yapmakla aşırı gittin, israf ölçüsünde yemekten nefret ederim. Onları sadaka olarak ver.” Raiyeme olan (kötülük, zor işler) bana da olmuyorsa raiyenin işi beni nasıl ilgilendirir?
Ömer (r.a.) fizikî ve bedenî bakımdan ne kadar güçlü olursa olsun, Medine'nin dışındaki raiyesinin bütün işleriyle ilgilenmesi imkânsızdı.
Bu sebeple o, iki kere Şam'a gitmek zorunda kalmıştı. Birincisi, Kudüs'ü teslim almak için Kudüs hâkiminin isteği üzerine, ikincisi ise binlerce Müslümanın canına mal olan Şam ve Irak'taki vebanın etkisi ortadan kalktıktan sonra. Ebu Ubeyde b. El-Cerrah, Yezid b. Ebi Süfyan, Muaz b. Cebel, Haris b. Hi-şam, Süheyl b. Amr ve Utbe b. Süheyl gibi büyük kumandanlar bunların başında bulunuyordu. Salgın hastalığa kurban giden Müslümanlarının sayısının yirmi beş bin kadar olduğu söylenir.
Ömer (r.a.), işlerin tekrar düzene sokulması için Şam'a gitmeyi zaruri görüyordu. Medine'ye Ali b. Ebi Talib'i vekil olarak bırakmış ve adı geçen şehre gitmişti. Şam'a vardığında büyük bir havuzun başında konakladı. İşleri idare etmek için burasını merkez edindi. Daha sonra Suriye şehirlerinin hepsini ziyaret etti. Her yerde Müslümanların işlerini takip etti, çaba harcadı. Şam'daki, Humus'taki ve vebanın etkili olduğu diğer şehirlerdeki Müslümanların evlerini düzene soktu. Daha sonra Şam'ın sınırlarını ve sınırları koruyan (sınırları düşmana karşı muhafaza eden ve muhtemel tehlikeyi önceden haber veren) askerleri düzene soktu. Silâhlı kuvvetleri, yüz elli bin- iki yüz binden oluşan tümenler halinde düzenleyerek başlarına komutanlarını tayin etti. Bu işlemler bittikten sonra miras taksimini yaptı. Mirası hayatta kalan varislere dağıtım işini düzenledi ve böylece bütün işler yoluna girmiş oldu. Halk uzun süren korkudan sonra güven duygusuna kavuştu. Medine'ye dönmek istediği zaman halka şu şekilde hitabetti:
- Ben sizleri idare etmeyi üstlendim. Sizin işleriniz için Allah'ın bana yüklediğini inşallah yerine getirdim. Aranızda fey'inizi, evlerinizi ve fazladan aldıklarınızı (ganimetleri) paylaştırdık. Elinizde olanları beyan ettik. Güvenliğiniz için ordular, rahatınız için imkânlar hazırladık. Sizlere gelen fey'leri adil bir şekilde dağıttık.[63] Sizlere arzu ettiklerinizi isimlendirdik. Sizlere düşen hisselerin verilmesi için emir verdik. Kim bir şey biliyorsa onu uygulaması gerekir.
Ömer (r.a.) Şam'a yapmış olduğu bu ziyaretin Müslümanlara ne büyük hayırlar getirdiğini hissetmişti. Bu tecrübeyi daha geniş bir kapsamla raiyesinin haklarının yerine getirilmesi için ülkenin her tarafını kapsayacak bir şekilde denemeyi arzu ediyordu. Bu konuda şu şekilde konuştuğu kendisinden rivayet edilir:
“Allah izin verir de yaşarsam, raiyye arasında bir yıl gezeceğim. Gerçekten biliyorum ki halkın ihtiyaçları ben olmaksızın karşılanmaz. Ya görevliler bu ihtiyaçları bana iletmiyorlar veya raiye bana kavuşamıyor. (İhtiyacı olan halk mesafenin uzun olması sebebiyle dertlerini bana iletmekten acizdirler). Şam'a gidip iki ay kalacağım. Daha sonra El-Cezire'ye gidip orada da iki ay kalacağım. Ondan sonra Mısır'a gidip iki ay kalacağım. Daha sonra Bahreyn'e gidip iki ay kalacağım. Sonra Kûfe'ye gidip iki ay kalacağım. Ve Basra'ya gidip iki ay kalacağım. Vallahi bu yıl, nimet ve bereket dolu bir yıldır!”
Ancak ecel bütün bu emellerini gerçekleştirmesine engel oldu. Bu emel o kadar yüce bir mana ifade ediyordu ki, raiyenin kendisine ulaşamaması, herhangi bir sebeple isteklerini kendine takdim edememesi demekti.
Ömer (r.a.), şayet uzaktaki raiyesinin işleriyle direkt olarak ilgilenmekten maddeten aciz kalmışsa da onun ilmî metodlara başvurarak, kendisinden uzakta bulunan raiyesinin işlerinden haberdar olması ideal idare kavramlarına yakın olup amme idaresi bilim uzmanlarının bunu sağlam idarenin başlıca dayanakları olarak kabul etmemeleridir. O, hiçbir baskıya ve tehdide boyun eğmeden Müslümanların işlerini yürütmeleri için en iyi valileri tayin ederdi. Valilerin hesaba çekilmeleri için metodlar tanzim eder, görev yerlerinde sanki onlarla birlikte bulunurdu. O günün ilkel ulaşım şartlarıyla günümüzün vasıtalarını göz önüne getiren insan, Ömer b. Hattab'ın büyüklüğü karşısında bir kere daha hayrette kalır. Devletin en ücra köşelerinde valilerin verdiği emirlere karşılık birkaç gün geçmeden Ömer (r.a.)'in bu husustaki emri gelirdi.
Ömer (r.a.)'in abkariyesi iki hususta parlak, açık ve seçik bir şekilde büyük etki sağlamıştır. Şimdi bunları görelim:
1- Valiler için
açık kapı (Open - Door Polici):
Ömer b. Hattab, halka kapısını kapatan valiyi affetmez, cezası görevden azletme olan büyük suçlardan sayardı. Bu duruma karşı olan gazabı öyle bir dereceye varırdı ki, bu suçla itham edilen valinin evinin kapısının yakılmasını emrederdi. Bu konudaki rivayetlerden bazıları aşağıdadır:
Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a.), Kûfe'ye yerleşince kendisine bir ev inşa etmişti. Evin kapısının üstünde, pazardaki insan kalabalığının gürültüsü kendisini konuşmaktan men etmesi sebebiyle gölgelik (çadır) yaptırmıştı. Bazılarının iddiasına göre, mimarına "gürültüyü kesecek şekilde yap" demişti. Halkın bu eve "Sa'd'ın kasrı" ismini verdiği Ömer (r.a.)'in kulağına gelince Ömer (r.a.), Muhammed b. Mesleme (r.a.)'yi genel müfettişlik göreviyle Kûfe'ye göndermişti. Kendisine de şöyle emir vermişti:
- O kasrın kapısını yak ve gittiğin gibi geri dön!
İbn Mesleme Kûfe'ye vardığında Sa'd geliş haberini alır. Yanma çağırır, fakat o, kasra girmeyi kabul etmez. Bunun üzerine Sa'd, Medine'ye dönmesi için gerekli nafakayı vermeyi teklif eder. Fakat Muhammed b. Mesleme nafaka almayı reddederek Ömer (r.a.)'in mektubunu kendisine verir. Mektupta şunlar yazılıydı:
"Duyduğuma göre "Sa'd'ın Kasrı" diye bilinen bir kasır inşa edip kendine kale edinmişsin. Kendinle halk arasına bir kapı koymuşsun. O senin kasrın değil, fesat ve dalâlet kasrıdır. Onu kapat ve beytülmale ver. Halkın içeri girmesini engelleyen kasır kapısı yapma. Senin meclisini ve dışarı çıkışını kabul etmeleri için onların haklarını ellerinden alma."
Ömer (r.a.)'e Humus valisi Abdullah b. Kurt'un Humus'ta bir saray yaptırıp içine kapandığı haberi gelmişti. Ömer kendisine gönderdiği elçiye odun toplayıp evinin kapısını yakma emri vermişti. Halk valiye giderek kendisine haberi ilettiklerinde o şöyle konuşmuştu:
- Bırakın, o mü'minlerinin emirinin habercisidir.
Daha sonra Ömer (r.a.) onu Medine'ye çağırdı. Medine'ye vardığı zaman nasıl hesaba çekildiğini daha önce görmüştük.
Devrimizdeki çağdaş dünya idarelerinin çoğunun şikâyet ettiği büyük hastalığı zikrettiğimiz zaman Ömer (r.a.)'in yüce kişiliği idare sahasındaki büyük kabiliyeti açık bir şekilde ortaya çıkar. Bununla kastettiğimiz bürokrasidir. Devlet dairelerine mahsus formaliteler demek olan bürokrasinin tek kelimeyle anlamı, "resmî dairelerin otoritesi "dir. Devletin başta gelen görevlerinin dağıtımı çağdaş devletin koordinesi zaruretlerinden olup eğitim, ziraat, sanayi, güvenlik, savunma v.s. gibi vazifelerin ihtisaslı çalışma prensipleri gereği bu vakfelerin genel müesseseler ve heyetlerce bakanlıklar nezdinde idare edilmesidir. Bunun sonucu olarak bu heyetler ve müesseseler vatandaşlara hizmet için daha aktif bir çalışmayı gerçekleştirmelidir.
Ancak belli bir müddet sonra, bu müesseseler vesile olmaktan çıkıp hedef haline geldiler. Hizmet organları olacaklarına hüküm cihazları oldular. Hakimler halkın hizmetkârı olmaktan çıktılar. Korku ve tamahkârlıkları yüzünden halk onlara tapmaya başladı.
Burada şu soru akla gelebilir:
Hz. Ömer’in kanunlaştırdığı açık kapı politikası o devirde büyük fayda olabilir. Aynı politikayı bugün için uygulamak mümkün müdür? Hiç diyebiliriz ki, açık kapı prensibi verilen hükümlerin ıslâhı için her zaman ve mekânda geçerlidir. Hükümle ilgili problemlerin çoğu hâkimlerin halktan gizlenip halkın kendilerine ulaşmalarına engel olmalarından doğmaktadır. Bu sebeple çağdaş amblemler kaldırılarak bir kere daha otoritenin halka verilmesi gerekliliği dile getirilmiştir. Halktan oluşan muhtelif konseyler kurulup hâkimlerin çeşitli düzeylerde idare ve hükmetme metodlarını hesaba çekmeyi ifade etmişlerdir. O kadar ki, siyasî otorite sahibi olan devletin yok edilerek bütün yetkinin halka verilmesini isteyen aşırı doktrinler (mezhepler) inşa edilmiştir. Şayet hâkimlerin, kararların alınması, etüd ve araştırmaların yapılması için belli bir zamana ihtiyaçları varsa bütün bu işlemlerle açık kapı politikası arasında bir uyum sağlamaları mümkündür. Bu uyum da ancak, belirli zamanlarda açık kapı politikasını uygulamakla, halkın arasına karışmakla, onların yaşadığı şartları yakından görmekle mümkün olabilir. Hüküm organlarını, gerçek hizmet cihazlarına dönüştürmeyi, hakimlerle halkın birbirinden kopmamasını ancak bu gerçekleştirebilir.
2- Hac
mevsiminin valiler için genel konferans olması:
Ömer (r.a.), işte burada bize göre idare ve hükmetme sanatının zirvesine çıkmaktadır.
Hac, İslâm dininin rükünlerinden biridir. Allah tarafından farz kılınmıştır. Belirli günlerde Allah'ın ismim zikretmek ve kendilerine doğacak menfaatleri görmeleri için gücü yeten Müslümanların bu farizeyi yerine getirmeleri kendilerine farz kılınmıştır. Hac mevsiminde yeryüzünün her tarafındaki Müslümanlar bir araya gelirler.
Ömer (r.a.) Müslümanların dertlerini dinlemek, onların mes'eleleriyle ilgilenmek, Müslümanlar arasında birlik ve beraberlik şuurunun yerleşmesi için hac mevsiminin büyük bir fırsat kabul etmiş, ona göre tedbirler almış, plânlar yapmıştı. Çeşitli zorluklar ve buna ek olarak kişilerin işlerinin aksaması göz önünde bulundurulursa o, raiyesinden Medine'ye gelmelerini istemezdi. Ama onlar gelirlerse, onun onlara gitmesi, işleriyle ilgilenmesi kendisi için yerine getirilmesi gerekli bir vazifeydi. Halifeliği boyunca hep böyle hacca gider, diğer bölgelerdeki valileri Mekke'ye çağırırdı. İşte o zaman idare edenlerle idare edilenler bir araya gelirler, karşılıklı olarak mes'elelerini söylerlerdi. Böylece Ömer b. Hattab, hükmetme emanetinin gereğini yerine getirmiş olurdu. Amme idaresi uzmanlarının bu gibi konferansların faydalarını itiraf ettikleri bir gerçektir. Şu da bir gerçektir ki, dünya tarihi bu zamana kadar böyle geniş, anlam bakımından oldukça şümullü bir konferans kaydetmemektedir. Hacca giden kişinin nefsi dünya zevklerinden uzaklaşır, arınıp temizlenir. Kişi ortaya bir fikir attığı zaman genellikle bu fikrinde isabet etmiştir. Bu konferans, her birinin derdi başkasının ayıplarını meydana çıkarıp cesedinin kırılmış ve geriye kalmış olan parçalarına basarak hüküm statüsüne yükselmek olduğu çağdaş idarî ve siyasî konferansların tamamen aksidir.
Ömer (r.a.)'in aktivitesini isbat eden büründüğü örnek kişiliğinin kendisinden sonra uygulanmasının nasip olmaması oldukça gariptir. Bu bölümün başında da belirttiğimiz gibi, işte burada şuurlu ve basiretli liderliğin değeri kendini gösterir. Şayet hacdaki bir araya gelme, mazlumların büyük idareciyle bir araya gelmelerini kolaylaştırıp büyük hâkimin (idarecinin) bölgelerdeki yardımcılarını hesaba çekmesini sağlıyorsa, bu şekilde bir araya gelme aynı zamanda hüküm esaslarını aynı tarzda, tek olarak yerleşmesini, büyük idarecinin tasavvur ettiği gibi, hüküm felsefesini yardımcılarına takdim etmesine, devletin hüküm ve idare sahasında uyumlu bir metodla idare edilmesine yardımcı olmuştur. [64]. Ömer (ra.)'in bölge valilerine uyguladığı, her zaman ve mekân için geçerli olan bu göz kamaştırıcı talimatlar (yönlendirmeler) karşısında insan gururla onu seyretmekten kendini alıkoyamaz. O kadar ki günümüzün idare ve politika uzmanları, bunu hükmetme sanatının en büyük örneği olarak görmektedirler. Bu da Ömer b. Hattab'ın bu sahada asil bir sanatçı olduğunu te'kid eder. Bu türlü münasebetlerde valilerine yönelttiği birçok hutbelerinden birini burada zikretmekle yetineceğiz.
İlham sahibi halife diyor ki:
"Güvenilir kimselerin azaldığı, okuyanların çoğaldığı, fakihlerin (hukuk ilmi uzmanlarının) azaldığı, emellerin, isteklerin ve arzuların arttığı, kavimlerin ahiret için (hayırlı işler) yapıp dünyadan çok (bekledikleri) istedikleri, ateşin odunu yediği gibi dinin de sahibini yediği zaman sizlere yaklaşıyor! Sizlerden kim ki bütün bunları idrak ediyorsa Allah'tan korkup sabreylesin!
Ey insanlar! Allah, kendi hakkını yarattıklarının haklarından daha yüce kılmıştır. Bu hakkının yüceliği konusunda şöyle buyurur:
"Ve size melekleri
ve peygamberleri tanrılar edinin diye de emretmez. Siz Müslüman olduktan sonra
size inkârı emreder mi?” [65]
Ben sizleri emirler ve cebbarlar (diktatörler, baskıcılar, zorbalar) olarak değil, hidayet imamları olarak tayin edip gönderdim ki halk sizlerle hidayete ersin. Müslümanlara haklarını verin. Onları döverek zelil duruma sokmayın. Onlara teşekkür ederek de kendilerini celbetmeyin. Kapılarınızı onların yüzlerine kapatmayın. (Şayet kapatırsanız) kuvvetlileri zayıflarını yerler (bilhassa iktisadî açıdan zengin fakiri sömürmek suretiyle yer). Kendisine mal edip (onları mahrum etmeyin, şayet ederseniz) onlara zulmetmiş olursunuz. Onları bilmemezlik ve görmemezlikten gelmeyin. Onlarla güçlerinin yettiği kadar kâfirlerle savaşın. Şayet savaşçı(nın babası ve çocukları yoksa) onu bırakın. Bu, düşmanla savaşmaktan daha büyük bir cihattır. Ey insanlar, ben sizleri memleketlerin emirlerine şahit gösteriyorum. Ben onları ancak insanlara dinlerini öğretmeleri, rey'lerini aralarında paylaşmaları (bir anlaşmazlık çıktığında) aralarında hükmetmeleri için gönderdim. Şayet onlara karşı bir engel (bu icraatların uygulanmasında) çıkarsa bana iletsinler."
İslâm danışma ve istişare prensibi demek olan şûra esasını ortaya koymuştur. Bu prensip Kur'an-ı Kerirn'de birden fazla ayette açık bir şekilde zikredilmektedir. Bunlardan bazıları aşağıdadır:
"Yapacağın iş(ler) hakkında onlara danış” [66] Ve Allahü Teâlâ mü'minlerin sıfatlarını belirtirken şöyle buyurmaktadır:
"İşleri,
aralarında danışma (konuşma) iledir" [67]
Şûrayı tavsiye eden hadis-i şeritlerin sayısı da oldukça kabarıktır. Bunlardan bazıları aşağıdadır:
"İşlerinizi
halletmek için müşavereden destek (yardım) alın."
Diğer bir hadis-i şerifte Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Hiçbir
diktatör kendi şahsî görüşüyle kurtuluşu bulamayacağı gibi hiçbir kimse de şûra
sebebiyle helak olmaz."
Diğer bir hadiste ise şöyle buyurulmaktadır:
"Şûrayı
esas alan kavim, ancak işlerini en iyi şekilde (doğru yola) koyan
kavimdir."
Ancak prensiple uygulama arasında fark vardır. Bu ise idare ve hüküm sahasında asil bir anlam ifade eder. Fakat okuyucuyu bunu tekrarlayıp hatırlatmakla rahatsız etmeyeceğiz. İslâm'ın şûra prensibi sabit bir prensip olup değişmesi veya değiştirilmesi mümkün değildir. Bununla beraber onun gölgesi altında Emevilerin halifelikleri sırasında minbere çıkıp halkı tehdit ederek "Kim bana Allah'tan kork derse, kafasını vururum!" diyenler de olmuştur.
Şuurlu ve istikrarlı bir uygulama, politika ve idare ilminde yeni kaideler doğuruyorsa da devlet idaresindeki "sanat" yönünün uygulamada gizlendiğini daha önce de belirtmiştik. Bu, politika ve idare ilmindeki kaideler geleneksel (örfî) kaideler olup en büyük pay ise bazı ülkelere ait olan siyasî sistemlere (political systems) aittir. Günümüzde bunların başında İngiltere gelmektedir.
Halkın hüküm ve idare sorumluluğuna iştirak ettiği sistemlere çağın tanımağı terimlere göre demokratik sistem adı verilir. Uzun bir süre halkın hükmetmeye ve idareye olan iştiraki sadece kendilerine temsilci (üye) seçmekle kalıyordu. Bu temsilcilerden oluşan meclise parlamento (parliament), temsilciler meclisi (House of representatives), millet meclisi (parliament) veya halk meclisi (peoples council) adı veriliyordu. Bu seçim işinden sonra halk, hâkimlerin seçilmesi, onların hesaba çekilmesi ve değiştirilmesi sorumluluğunu temsilcilerine terk ederek hayattaki kendilerine düşen asıl şahsî görevlerine döner. Bu sistem tamamen temsilî hüküm diye adlandırılır.
Fakat bundan sonraki deneyler halkın bu sahadaki sınırlı rolü sebebiyle halk idaresi ruhundan tecrid edilmiştir. Dış görünüşten başka mutlakiyetten pek farkı olmayan, tiyatro sahnelerinin bir görünümünden ibaret olmaktan başka bir mana ifade etmemektedir. Bu sebeple halka bu sahada daha büyük pay verilmesi için yeni sesler yükselmiştir. Bu, halkın direkt olarak onları temsil edecek delegeler yoluyla değil idare ve hüküm sahalarına iştirak etmesi gerekliliğidir. İdare ve siyasî fıkıh kitapları direkt demokrasi, yarı demokrasiden (veya dolaylı demokrasi / indirect democracy) bahseder. Bunların belli başlı meşhur görüntüleri, referandum, halk vetosu, halk teklifi veya halk temsilcilerinin parlamentoyu veya cumhurbaşkanının görevlerine süre bitmeden önce son vermeleridir. Hatta bu iş öyle bir merhaleye varmıştır ki, idarî demokrasiden söz edilmeye başlanmıştır.
Ömer (r.a.)'in hayatını göz önüne getirdiğimizde bahsettiğimiz bütün malları tabiî kişiliğinden ve ilhamından idrak ettiğini görürüz. Yalnız bununla yetinmeyip bugünkü siyasî ve idaresi sistemleriyle gurur duyan ülkelerin vardığından çok daha ileri giderek bunu tatbikat safhasında gerçekleştirmeyi başarmıştır. Ömer (r.a.)'in uyguladığı ile bugünkü çağdaş ülkelerin uyguladıkları arasında sadece fark "üslûb"da gizlenmiştir. Cevherlerinde bir fark yoktur.
Müslümanların
devlet idaresine iştirakleri üç şekildeydi:
1- Kur'an ve sünnetten sağlam şer'i (kanunî) hükme varabilmek için işbirliği.
2- Hükümdeki (devlet) hataları keşfetme ve hâkimi tashih etme.
3- En hayırlı çözümlere varabilmek için müşavere yapma.
Yukarıdaki sıralamaya göre bu konuları ayrı ayrı işleyeceğiz.
Bütün asırlarda sağlam idare, bugün isimlendirdiğimiz meşru prensip (Legal prenciple) üzerine kurulur. Yani hâkimin bütün tasarruflarında halkın razı olduğu genel ve zorunlu kaidelere, kaynağı ne olursa olsun bağlı kalmasıdır. Hâkim, iyi veya kötü niyetle bu kaidelerin dışına çıktığı zaman, halkın kendisini meşru (kanunî) tarafa yönlendirebilmesidir. Çağdaş toplumların hayatlarını düzenleyen kaideler insanların kendi akıl ve menfaatlerini gözetleyerek koymuş oldukları kaideler ise de, İslâm toplumuna hükmeden genel kaideler esaslı bir şekilde Allah'ın koymuş olduğu kaidelerdir. Bu sebeple halkın bu kaidelere karşı itaati, devlet otoritesinden değil, birinci plânda Allah korkusundan kaynaklanmaktadır. İslâm yasası kaidelerinin kaynağı Ömer (r.a.)'in yasama organına karşı olan pozisyonu bölümünde daha sonra inceleyeceğimizde göreceğimiz gibi Kur'an ve sünnettir. Kur'an, Ömer (r.a.)'in ve diğer sahabilerin göğüslerinde saklı idiyse de (Sahabiler Kur'an'ı ezbere biliyorlardı) hadis için durum aynı değildi. Bu sebeple Ömer (r.a.)'in mezhebi (doktrini) ondan önce de Ebu Bekir (r.a.)'in Resulullah (s.a.v.)'ın devrinde meydana gelen olayları öğrenme çabasıydı. Bu durumu tabiinin büyüklerinden Meymun ibni Mehran şöyle ifade eder:
"Ebu Bekir es-Sıddık'a bir hüküm geldiği zaman, Allah'ın kitabına müracaat ederdi. Şayet bu hükümle ilgili birşey görürse Kur'an'ın hükmettiği gibi hükmederdi. Eğer Kur'an'da bulamazsa halka şu şekilde sorardı:
“Resulullah (s.a.v.)'ın bu konuda nasıl hükmettiğini biliyor musunuz?” Halk bazen kendisine, şu veya bu şekilde hükmetti derdi. O da aynı şekilde hükmederdi. Şayet Resulullah (s.a.v.)'ın sünnetinde de bir hüküm bulamazsa halkın ileri gelenlerini toplar, onlarla istişarede bulunurdu. Eğer görüşler bir noktada toplanırsa ona göre hükmederdi. Meymun (r.a.) şöyle devam ediyor:
Ömer (r.a.) de öyle yapardı. Şayet bir hükmü hem Kur'an'da hem de sünnette bulamazsa şöyle derdi:
“Bu konuda Ebu Bekir hüküm vermiş miydi?” Eğer Ebu Bekir'in hükmü varsa ona göre hareket ederdi. Eğer hüküm yoksa âlimleri toplar ve istişarede bulunurdu. Bütün görüşler bir noktada birleşirse ona göre hüküm verirdi.
Müslümanların bu sahadaki iştirakleri zorunlu bir emirdi. Çünkü şer'i kanunlar Müslümanların emirinin şahsî işi olmayıp Allah'ın hükümleridir. Resulullah (s.a.v.)’ın eşleri, Ebu Bekir, Ali b. Ebi Talib, Ömer b. Hattab ve diğer sahabilerden bazıları gibi, Resulullah (s.a.v.)'la daha fazla bir süre beraber kalmış iseler de bunların hiçbiri gece gündüz devamlı bir şekilde O'nunla olmamıştır. Bu sebeple eğer Resulullah (s.a.v.)'ın belli bir konuda hükmettiği ikna yoluyla kesinleşirse Müslümanların geniş çapta istişare yapmaları kaçınılmaz hale gelir. Ebu Bekir'in ve Ömer'in Allah ve Resulü karşısında görevlerini ifa etmeleri için yaptıkları bundan ibaretti.
Meymun b. Mehran (r.a.)'ın biraz önce bahsettiğimiz sözünde birinci ve ikinci halifenin halkın ileri gelenleriyle ve alimleriyle istişare yaptığı ifade edildiyse de bu istişarenin yalnız onlara mahsus olmayıp başkalarına kapalı anlamına gelmediği malumdur. Burada kastedilen tahsistir. (İhtisastır). Çünkü işaret edilen gruplar -âlimleri kastediyorum- dinde en fazla ilim sahibi olan kişilerdir. Buna ek olarak Kur'an ve sünnetten hüküm çıkarmaya en fazla muktedir olan yine onlardır.
Resulullah'tan ve Ebu Bekir'den nakil işine gelince; Resulullah ile ve Ebu Bekir'le görüşme imkânı bulmuş olanlar bu görevi yerine getirmek için başkanından daha muktedirdirler. Gerçek tarihlerin ifadesine göre, dört büyük halifenin hiçbiri, bugünkü parlamentoların yaptığı gibi bazı olaylar ve kişiler karşısında gizli oturum yapmamışlardır. Oturumlar açık bir şekilde camide yapılır, her isteyen gelir, görüşünü beyan eder, delillerini tam bir hürriyet havası içinde akdim eder, delili güçlü çıkan galip sayılırdı.
Fatımatü'l-Betül'in mehrine [68]kıyas olarak mehirlere belli bir sınır koymak istediği meşhur vak'ada Müslüman bir kadın bir kıntar da (44.93 kg) olsa kocanın herhangi bir şeyi eşinden geri almasını men eden hususu Allah'ın kitabıyla onu hesaba çekmek için caminin son saflarında onu beklemiş, muttaki halife beklemeksizin doğruya yönelerek (doğruyu kabul ederek) şöyle söylemişti:
“Kadınlar bile Ömer'den daha iyi bilirler!”
Daha önce de işaret ettiğimiz gibi, onun ilmini simgeleyen hadis-i şerifler olmasına rağmen, tefsir yaparken halkın ihtilâfa düştüğü konularda din işlerinde Müslümanlarla istişare yapardı. Hasan-ı Basri'nin rivayetine göre, Ömer (r.a.) bir gün Medine'nin yollarından birinde yürürken şu ayeti hatırladı:
"Mü'min
erkeklere ve mü'min kadınlara bir şey yapmadıkları halde eziyet edenler, bir
iftira ve açık bir günah yüklenmişlerdir" [69]
Ömer (r.a.) kendi kendine şöyle söyleniyordu:
“Belki de ben mü'min erkek ve kadınlara eziyet ediyorum!”
Übey b. Kâb'a gidip ayeti kendisine okudu, ayetin kendilerine uygulandığı kişilerden biri olması korkusuyla tefsirini kendisinden istedi. Übey b. Kâb kendisine şöyle cevap verdi:
“Raiyenle anlaşma yaparsın. Onlara iyilikle emredip kötülükten sakınmalarını söylersin. Bundan başka birşey yapmazsın.”
Ömer (r.a.), Mescid-i Nebevi'yi (Peygamber Aleyhisselâm’ın Mescidi'ni) genişletmek istediği zaman Abbas (r.a.)'ın ehli buna karşı çıktılar. Halife, Abbas'ın evini Mescid-i Nebeviyi genişletmek için satın almak istediğinde Abbas yine bu isteğini reddetti. Halife evin mülkiyetini istimlâk ederek kamu hizmetine katmak isteyince halk onu protesto etti, halifenin bunu yapmaması gerektiğini ileri sürerek tahkim için birinin tayin edilmesini istediler. O zaman Ömer ve Abbas, hâkim olan Huzeyfe b. El Yeman'a gittiler. Hâkim verdiği kararda, evin sahibinden zorla alınarak istimlâk edilemeyeceğine dair hükmetti. Bunun üzerine Abbas evini kendi rızasıyla hiçbir zorlama olmaksızın bu iş için verdi. Ömer ise onun bu iyiliğine karşılık olmak üzere, başka bir yerde, eski evinden daha geniş bir evi tazminat olarak verdi.
Irak'ın fethinden sonra, Irak ve Şam topraklarının askerler arasında paylaşılmasıyla ilgili bazı sahabilerle Ömer (r.a.) arasında patlak veren anlaşmazlığı burada zikretmekte fayda vardır kanaatindeyim. Bu topraklar bazı sahabilerin görüşlerine göre savaş ganimetleriydi. Bu olay Müslümanların meşru prensibi korumada ve kanunun uygulanmasında ne derecede direkt işbirliği içinde hareket ettiklerini göstermektedir.
Allahü Teâlâ Kur'an-ı Kerim'inde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer
Allah'a (hak ile batılın) ayrılına gününde, o iki topluluğun karşılaştığı
(Bedir) gün(ün)de kulumuz (Muhammed)e indirdiğimiz (ayetler)e inanmışsanız
bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a, Resulüne ve (Allah'ın
Resulü ile) akrabalığı bulunanlara aittir. Allah her şeye kadirdir" [70]
Ayet çok açık olup anlamında hiçbir ihtilâf yoktur. Bu sebeple Irak'taki ve Şam'daki askerler, savaşla alınan toprağı ganimet sayarak bu toprakların ayete tabi olmak suretiyle fetih yapanlara dağıtılmasını tayin ettiler. Ancak Irak ordu komutanı Sa'd b. Ebi Vakkas ve Şam ordu komutanı Ebu Ubeyde b. el Cerrah, Ömer (r.a.)'e birer mektup göndererek bu konudaki görüşünü sordular. Ömer (r.a.)'in cevabı olumsuzdu ve gerekçesi şöyleydi:
"Şayet bu topraklar taksim edilip fatihlere dağıtılırsa, sizden sonra geleceklere bir şey kalmayacak. Nasıl olur da sizden sonra gelenler, toprakların taksim edildiğini, atalardan çocuklarına miras bırakıldığını görsünler! Bu tutarlı bir görüş değildir. Irak ve Şam topraklarında yeni nesillere ve dullara ne düşer?"
Halife sanki kendi içtihadını esas alarak, toprakların ganimetlerden sayılamayacağını ve ayetin buna uygulanamayacağını görüyordu. Bazı büyük sahabiler Ömer (r.a.)'in bu görüşünü benimsediler. Bunların başında Ali b. Ebi Talib, Osman b. Aftan, Talha b. Ubeydullah ve Muaz b. Cebel geliyordu. Onun görüşüne ters düşen sahabiler de vardı. Bunların başında da Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvam, Bilâl b. Rebah bulunuyordu. İçlerinde Ömer (r.a.)'e en sert şekilde Bilal b. Rebah karşı çıkmıştı. Öyle ki halife Rabbinden şu şekilde yardım istemek zorunda kalmıştı:
“Ya Rabbi! Bilâl ve arkadaşlarından beni koru!”
Ömer b. Hattab (r.a.), kendisine muhalif olanları ikna etmek istediyse de buna muvaffak olamadı. Ne devlet otoritesiyle ne de meşru hakkı olan içtihadla halka karşı zoraki bir uygulamaya başvurmadı. Liderlik mesleğindeki kabiliyeti, fıtraten sahib olduğu demokratik idareciliği kendisini sağlam demokrasi yoluna şevketti. Durumu gözden geçirmek için Medine'deki Müslümanları bir araya topladı. Görüşmeler sonunda karar tahkime bırakıldı. Bu karara göre hainlik işi, İslâm'da tecrübe, güç ve kuvvet, sağduyu sahibi Ensar'dan on kişiye verildi. Bu on kişinin beşi Evs kabilesinden, beşi ise Hazreç kabilesindendi. İlam sahibi halife kendilerini bir araya getirerek şöyle dedi:
“Üzerime aldığım emanete iştirak etmenizin dışında sizleri rahatsız etmedim. İşlerinizi (sorumluluklarınızı) üstlendim. Ben de herhangi biriniz gibiyim, Bugün sizler hakkı söylersiniz. Benim görüşümü benimseyen benimser, benimsemeyen de benimsemez. Bu sınırları görüyorsunuz. (Bunları korumak için) adamlara ihtiyaç var. Bu büyük şehirleri görüyorsunuz. Bunlar için mutlaka orduların hazırlanması ve yemeklerin gönderilmesi gerekir. Şayet topraklar üzerindekiler taksim edilirse, bunlara gelir nereden sağlanır? Delilimi hakkı söyleyen Allah'ın kitabında buldum:”
"Allah'ın
onlardan peygamberine verdiği ganimetlere gelince siz (onu elde etmek için)
onun üzerine ne at ne de deve sürdünüz. Fakat Allah, peygamberlerini dilediği
kimselerin üzerine salar. (Onlara üstün getirir) Allah her şeye kadirdir."
[71]
Bu ayet Benî Nadir için indi.
"Allah'ın
o kent halkından Resulüne verdiği emanetler Allah'a, Resulüne, (Resulüne)
akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara, (yolda kalan) yolcuya aittir.
Ta ki (o mallar) içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey
olmasın" [72].
Bu ise geneldir. Bütün büyük kentler (başkentler) içindir. Diğer bir ayette de şöyle buyurulmaktadır:
"(Bir de o
mallar) göç eden fakirlere aittir ki, (onlar) yurtlarından ve mallarından
(sürülüp) çıkarılmışlardır. Allah'ın lütuf ve rızasını ararlar" [73]
Bu da Muhacirler içindir. Diğer bir ayette ise şöyle buyurul m aktadır:
"Onlardan
önce o yurda (Medine'ye) yerleşen imana sarılanlar (yani daha önce Medine'yi
yurt edinenler, Ensar veya ilk önce hicret edip Medine'ye yerleşen
Müslümanlar) kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilen
ganimetlerden ötürü göğüslerinde bir ihtiyaç (eğilimi) duymazlar. Kendilerinin
ihtiyaçları olsa dahi (göç eden yoksul kardeşlerini) öz canlarına tercih
ederler." [74]
Bu ayet ise Ensar içindir.
"Onlardan
sonra gelenler derler ki, Rabbimiz bizi ve bizden önce inanan kardeşlerimizi
bağışla. [75]
Bu ayet de geneldir. O zaman halk ayetin anlamını idrak etmişti. Ömer (r.a.) şöyle devam etti:
“Bu fey bütün bu bahsettiklerimiz içindir. Nasıl yalnız onlar (fatihler) arasında taksim edip kendilerinden sonra gelecekleri nasipsiz bırakırız?”
Bu açık takdimden Ömer (r.a.)'in içtihaddaki felsefesi ortaya çıkar. O Kur'an'daki herhangi bir nassın (hükmün, maddenin) yanında kalmayıp o nassı, başka nasların ışığında ve halkın menfaatleri doğrultusunda tefsir ederdi. Bu sebeple Ömer (r.a.)'in görüşü istikametinde, ayette kastedilen ganimetin menkul mallar olduğu, toprağın ve üzerindekilerin buna girmediği görüşünün benimsenmesi hiç de garip değildir.
Şayet bahsettiğimiz olay, dünyevî bir konuyu ihtiva ediyorsa ve bizleri birinci plânda bu ilgilendiriyorsa da halkın kanunî hükümleri aydınlığa kavuşturmasındaki rolü, bununla yetinmeyerek akidevî konularda da rol oynadı. Bu durum, Arap tarihinin isimlendirdiği veba (taun) ve Müslümanların takındıkları tavırlarla aydınlığa kavuşur ve olaylar şu şekilde cereyan eder:
Şam'ın fethinden sonra Ömer (r.a.), oradaki işleri düzene sokmak için adı geçen şehre gitmeye azmetti. Medine'den hareket ederek Tebük yakınlarındaki Serğ'e vardı [76]Ordu komutanları Ebu Ubeyde b. el-Cerrah, Yezid b. Ebi Süfyan ve Şürahbil b. Hasene kendisini karşıladılar, insanlarını öldüren vebanın Şam'a yayıldığını kendisine haber verdiler. Ömer (r.a.) duydukları karşısında ürperdi. Akşam olunca ilk muhacirleri (Mekke'den Medine'ye ilk göç edenleri) toplayarak istişare etti. Şam'a gitmek için yola devam mı edecekti yoksa Medine'ye geldiği gibi geri mi dönecekti? Görüşlerde ihtilâflar oldu. Kimisi Allah için yola çıktın, bunun için sana bir belâ geleceğini sanmıyoruz diyorlar, kimileri de bu bir belâ ve felâkettir, üzerine gitmeni istemeyiz diye görüşlerini dile getiriyorlardı. Muhacirler gibi ensar da ihtilâfa düştü. O zaman Ömer (r.a.), Kureyş'in fetih muhacirlerini bir araya getirerek kendileriyle istişare etti. Bu istişarede iki kişi ihtilâfa düşmedi. Oybirliğiyle dediler ki:
“Halkla birlikte geri dön. Çünkü bu bir belâ ve felâkettir!”
Ömer (r.a.) bunun üzerine emir verdi. İbn Abbas (r.a.) bu olayı herkese duyurdu. Sabah olur olmaz geri döneceklerdi. Sabah namazını kıldıktan sonra Ömer kendilerine döndü ve şöyle dedi:
“Ben geri dönüyorum. Sizler de geri dönün!”
Ömer (r.a.)'in yaptığı müşavereler ve vardığı karar sırasında Ebu Ubeyde b. el-Cerrah hazır değildi. Varılan karan öğrenince Ömer (r.a.)'e şöyle dedi:
“Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?” Ömer, uzun bir süre kendisine baktıktan sonra şöyle dedi:
“Ya Eba Ubeyde! Eğer senden başkası bunu söyleseydi (her ne ise) evet, Allah'ın kaderinden Allah'ın kaderine kaçıyorum!”
Daha sonra hükümleri aydınlığa çıkarma metodunu takdim etti. Bu metoda daha sonra "Kıyas" adı verildi. Ömer (r.a.) şöyle devam etti:
“İki yamacı olan vadiye inen bir adamı gördün mü? Bu yamaçlardan biri verimli, diğeri ise kuraktır. Verimsiz otlakta otlatan Allah'ın kaderiyle değil mi? Verimli otlakta otlatan da Allah'ın kaderiyle değil midir? Onlar böyle konuşurlarken ve halk toplanmış durumdayken Abdurrahman b. Avf gelip olup bitenleri sordu. Olay kendisine intikal ettirilince Abdurrahman b. Avf şöyle dedi:
“Bu konuda benim bilgim Resulullah (s.a.v.)'a dayanmaktadır. Allah Resulü şöyle buyurmaktadır:
"Bir
memlekette vebanın olduğunu duyduğunuzda, oraya gitmeyin. O (memlekette iseniz)
bu belâ kendisini gösterirse oradan çıkmayın."
Bunun üzerine Ömer (r.a.) güven duydu ve durum kesinleşti.
İhtilâf, hüküm açıklanırken veya ibraz edilirken kendini gösterir. Halife Allah'ın hükmü ve tefsiri karşısında kesin kanaat sahibi ise, yani mutmain ise kendisine vacip olan, istişareye gerek duymadan hemen bu hükmü uygulamaktır. Bu sebeple Resulullah (s.a.v.)'ın daha önce vermiş olduğu bir hükmü bilmelerine rağmen kendisinden fetva isteyenleri azarlardı. Müslümanlardan biri kendisine Kabe'yi tavaf eden bir kadının hayız olması halinde sader tavafı yapmadan uzaklaşması gerektiği hükmünü sordu. Ömer kendisine öyle yapması gerektiğine dair fetva verdi. O şahıs:
“Resulullah (s.a.v.) bana öyle fetva vermişti,” deyince Ömer şöyle konuştu;
“Bildiğin şeyi neden soruyorsun? Mademki Resulullah (s.a.v.)'tan duydun, ona ters düşmem için mi bana soruyorsun?”
Bazen fetvayı meclisinde bulunan sahabilerden birine, hükmü bilmesine rağmen havale ediyordu. Bir defasında bir Arabi kendisine gelerek dedi ki:
“Ben ihramlı iken [77]bir ceylan avladım.” Ömer (r.a.), Abdurrahman b. Avf a bakarak "söyle" dedi. Abdurrahman (r.a.):
“Koyun sadaka et,” cevabını verdi. Ömer (r.a.):
“Bir koyun al ve etini sadaka olarak dağıt. Derisini de kim alırsa kendisine ver,” dedi. Arabi şöyle konuştu:
“Vallahi, mü'minlerin emiri bilmiyor olmalı ki başkası fetva verdi.” Ömer (r.a.), âsâsiyla hafifçe vurarak şöyle dedi:
“Hem ihramlı iken öldürür hem de fetva vereni küçümsersin, Allah aziz kitabında buyuruyor ki:
"İçinizden iki adil kişi karar verir" [78] Ben Ömer b. Hattab'ım, bu ise Abdurrahman b. Avf dır.”
İnsan nefsi için otoriteden daha tehlikeli birşey yoktur. Üstelik otorite mutlak ise bu tehlike daha da büyümektedir. Öyle hâkimler vardır ki hüküm vermeye başladıkları zaman iyi liderliğin gereklerinden olan özelliklerin hemen hepsi kendilerinden mevcut iken, daha sonra iyi ve kötü niyet sonucu yollarını sapıtmışlardır. Buna, Osman (r.a.)'ın hükmünden daha iyi bir delil bulmak mümkün değildir. Ömer'den sonra Müslümanların idaresi direkt olarak kendisine intikal etti. Ömer (r.a.)'in koyduğu esaslar üzerine hükmetmeye başladı. Daha sonra hüküm illetleri tedrici olarak devlet idaresine sızdı. Öyle ki bazıları Resulullah (s.a.v.)'ın kendisi hakkındaki hadislerini bilmelerine rağmen onu öldürmeyi helâl gördüler!
Bu sebeple fesada ve sapıtmaya karşı hükmü temin etmek, hoşgörülerle ve hakimlerin iyi niyetiyle mümkün olmaz. Hükmü temin etmek, hataların işlenir işlenmez keşfedilmesiyle, inhirafların (sapıklıkların) büyüyüp her tarafı sarmadan keşfedilmesiyle; tedavi imkânı ortadan kalkmadan tedavi edilerek bütün bunların garantili aktiviteler içine alınmasıyla olur. Bu aktif garantiler ise hâkimin görev süresi, gözetime boyun eğmesi, vatandaşların hâkimi eleştirme hürriyeti ve iyi veya kötü niyetle hata yaptığında görevine son verilmesiyle olur.
Birinci halife bütün bu anlamları idrak etmiş, hilâfeti üstlendiği zaman ilk hutbesinde bunları garantiye almış ve şöyle demişti:
“Ey insanlar! Ben sizin işlerinizi üstlendim. İçinizde en hayırlı olanınız ben değilim. İyi idare edersem bana yardım edin. Kötü idare edersem benim hatalarımı düzeltin. Doğruluk emanettir, yalancılık ise ihanettir. İçinizdeki zayıf, kendisine inşallah hakkını verinceye kadar benim nezdimde kuvvetlidir. İçinizdeki kuvvetli ise inşallah kendisinden hakkı alıncaya kadar (güçsüzün hakkını) benim nezdimde zayıftır. Ben Allah (c.c.)'a ve Resulü'ne itaat ettiğim sürece bana itaat edin, Allah'a ve Resulüne, isyan edersem, bana itaat etmeyiniz. (Üzerinizde bana itaat hakkı yoktur).”
Zaman ne kadar değişirse değişsin, dürüst bir hâkimin yapması gereken görevleri Ebu Bekir'in bu kelimelerle ifade ettiği gibi, kimse ifade edemez. Bütün zorluk aslında bu prensipleri icraat sahasına koymakta, teorik prensipleri pratik hayata uygulamakta gizlenmektedir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi Ömer (r.a.), bu sahada Resul-ü Ekrem Efendimize ve Ebu Bekir (r.a.)'e tâbi idi. Kendisinden yeni bir şey ortaya koymamıştı. Bu prensiplerin yüceliği ve üstünlüğü, birinci halifenin hilâfet süresinin kısa oluşu sebebiyle tam anlamıyla kendini gösteremediyse de, bu prensiplerin Ömer (r.a.)'in devrinde icraat haline gelmesi gerçekleşti. Onun devrinde devletin sınırları genişledi, gelirleri arttı, fitne sebepleri çoğaldı. Dolayısıyla devlet idaresiyle dini halifeliği bir arada yürütmek kendisi için büyük bir imtihan sebebi oldu.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, çağdaş düzenlerdeki muhalefet sistemi idarenin muhtemel sapmalarını engelleyen hayırlı bir tedbirdi. Anayasaların ana bölümlerinde bu sisteme yer verilmektedir. Fikir hürriyeti ve bunu yorumlamak için gerekli olan araçlardan basın, yayın ve söz hürriyetini güvence altına almış olmaları buna delâlet etmektedir.
Bu esas üzerine çok partili sistemler kuruldu. Ancak bazı ülkeler, çok partili sistem yerine eleştiriyi ve kişisel eleştiriyi (kendi kendini eleştirmeyi) almayı tercih etti.
Şüphesiz ki İslâm düzeni en azından Sadrü'l İslâm'da (Resulullah'ın ve dört halifenin devri) gerek tek partili gerekse çok partili sistemi tanımadığı gibi, bunları uygun da görmezdi. İslâm düşünce sistemi Allah'ın kitabına, Resulullah'ın sünnetine göre kararlaştırılmıştır. Hâkime düşen görev ise bu politikayı uygulama safhasına koymasıdır. Müslümanlar arasındaki anlaşmazlıklar en azından bu dönemde vesilelerin dışına çıkmıyordu. Aynı zamanda bu anlaşmazlıklar hüküm genel felsefesini veya hedeflerini kapsamıyordu [79]
Bu sahada Ömer (r.a.) devrinde takip edilen metodun eleştiri ve şahsî eleştiri olduğunu görürüz. Bu ise o devrin vermiş olduğu imkânlar veya vesilelerle yapılıyordu.
Ömer (r.a.), Müslümanları kendisini eleştirmeleri için teşvik ediyordu. Eleştiride bulunmayı onlar için yalnız bir hak değil, görev olarak kabul ediyordu. Çünkü Ömer de diğer insanlar gibi bir beşerdir ve beşer her zaman hata yapabilir. İyi niyetinin veya malûmatının yetersizliği sonucu hata yapabilirdi. Bu sahadaki rivayetler oldukça fazladır. Bazılarını aşağıda göreceksiniz:
a- Huzeyfe
(r.a.) diyor ki:
“Mü'minlerin emirinin yanına girdiğim zaman kendisini hüzünlü ve düşünceli buldum. Kendisine dedim ki:
“Seni bu hale getiren nedir?” O bana dedi ki:
“Münker yaparken, sahip olduğum unvandan dolayı birisinin beni bu münkerden men etmemesinden korkarım.” Huzeyfe (r.a.) kendisine şöyle söyledi:
“Vallahi, hak yolundan çıktığınızı görürsek sizi nehyederiz.” Ömer (r.a.) sevinerek kendisine dedi ki:
“Eğri gittiğim zaman beni düzelten sahabileri bana veren Allah'a hamdolsun.”
b- Bir gün
minberde iken şöyle söylediği rivayet edilir:
“Ey Müslümanlar! Şayet dünyaya böyle meyledersem ne dersiniz?” Bir adam ayağa kalktı ve kendisine şunları söyledi:
“Evet kılıçla böyle ederiz.” (Kesmeyi işaret etti.) Ömer (r.a.) adama sordu:
“Bana mı söylüyorsun?” Adam cevap verdi:
“Evet, seni kastediyorum.” Ömer (r.a.) çok sevindi:
“Allah sana rahmetler yağdırsın. Raiyemde eğri gittiğim takdirde beni doğruya çevireni yarattığın için sana hamdolsun Allah'ım!”
c- Bir adam
Ömer (r.a.)'e şöyle dedi:
“Allah'tan kork ya Ömer!” Adam bu sözü birkaç kere tekrarladı. Ona biri dedi ki:
“Sesini kes. Mü'minlerin emirine fazla söyledin.” (Bir kere söyledin, birkaç kere tekrarlamana ne gerek var?)” Bunun üzerine Ömer (r.a.) kendisine şöyle söyledi:
“Bırak onu! Eğer onlar onu bize söylemezlerse onlardan hayır gelmez. Onların söylediklerini kabul etmezsek bizde de hayır yoktur.”
d- Ömer
(r.a.), bu eleştiri hakkını halka hatırlatıyor, onu hükmü tamamlayan
faktörlerden kabul ediyordu. Hutbelerinden birinde şöyle söylemişti:
“Allah sizin işlerinizi, sorumluluklarınızı kısmet olarak bana verdi. Sizin hazır olduğunuz zamanlarda sizin için en faydalı şeyi öğrendim. Allah'tan arzum, bana bu konuda yardım etmesidir. Bana ilham vererek emrettiği gibi, aranızdaki haklan taksim ederken adil olmamdır. Allah'ın bana yardım etmesinin dışında ben Müslümanlardan zayıf bir kulum. İçinizden birinin bir şeye ihtiyacı varsa, kendisine zulmedilmiş ve bundan şikâyet ediyorsa, veya yaratıklara karşı bir hata yaptığımı görüyorsa bana eziyet etsin yani beni hesaba çeksin. Acısını benden çıkarsın. Ben de sizden bir kişiyim.”
e- Bu
prensiplerin hiçbiri teorik olarak askıda kalmadı.
Ömer (r.a.)'in hedeflerin zirvesine varan adaletine rağmen raiyesinden konuşmaya dalarak aşırı bir
şekilde konuşanların pozisyonlarını tarih kaydetti. Buna örnek olarak Uyeyne b. Hısn gibilerini verebiliriz. Uyeyne b. Hısn bir gün Ömer (r.a.)'in yanına gelerek şöyle dedi:
“Ya İbn el-Hattab! Sen bize atiye (her Müslümana düşen pay veya maaş) ermediğin gibi, aramızda da adaletle hükmetmezsin!” Bu söz üzerine sinirlenince orada hazır bulunan Uyeyne'nin yeğeni, (kardeşinin oğlu) Ömer (r.a.)'e dedi ki:
“Ey mü'minlerin emiri! Allah, Resulüne şöyle buyurdu:”
"Affı (kolaylıkla yolunu) tut. İyiliği emret, cahillere aldırış etme" [80] Bu, gerçekten cahili erdendir. Bu söz üzerine Ömer (r.a.)'in sinirleri yatışır. Fakat Ömer (r.a.), bir defasında meşhur Yemen elbiseleri mes'elesinde şüpheye düşmüştü. Kendisine Yemen'den elbiseler gelmişti. Bunları halka birer birer dağıttı. Daha sonra iki parçadan meydana gelen bir elbise giyerek minbere çıkmış ve halka şöyle seslenmişti:
“Allah size rahmet etsin, dinleyin!” Selman-ı Farisi ayağa kalkarak kendisine şöyle seslendi:
“Vallahi seni dinlemeyiz! Vallahi seni dinlemeyiz!” Ömer (r.a.) sordu:
“Neden ya Eba Abdullah?” Selman-ı Farisi cevap verdi:
“Ya ömer, dünyada kendini bizden faziletli kıldın. (Üstün tuttun). Bizlere birer birer dağıttın, sen ise iki parçadan oluşan elbise ile çıkıp bize hitap ediyorsun?” Takva sahibi halife sordu:
“Abdullah b. Ömer nerede?” Abdullah cevap verdi:
“Buradayım, ey mü'minlerin emiri!” Ömer (r.a.) sordu:
“Üzerimdeki bu iki parçadan biri kime aittir?” Abdullah b. Ömer cevap verdi:
“O, bana aittir, ey mü'minlerin emiri!” Selman-i Farisi (r.a.) tekrar konuştu:
“Şimdi söyle, seni dinler ve sana itaat ederiz.”
f- Dolaylı eleştiri kapsamına giren diğer bir hak ise tekrar gözden geçirme hakkıdır: Mü'minlerin emiri belli bir görüşe binaen hareket eder, tavır takınır, ancak bu arada tabi olunmaya değer başka bir görüş ortaya çıkarsa ve onun da bundan haberi yoksa; karşı görüş sahibi kendisine gelir, yeni görüşüyle onu ikna ederek onun eski görüşünden vazgeçmesini sağlardı. Dolayısıyla yeni görüşe binaen eski tasarruflar değiştirilerek yeni görüşe uygun hale getirilirdi.
Ömer b. Hattab, halife olmadan önce de Müslümanlar arasında tashih etme konusunda, yani işleri tekrar gözden geçirip rayına oturtma hususunda en cesur kişilerden biriydi.
Hatta bunu Resulullah (s,a.v.)'ın özel hayatını ilgilendiren konularda bile yapardı. Resulullah (s.a.v.)'ın eşlerinin örtünmesi için müracaat etmiş, hicab ayeti kendisinin görüşüne uygun olarak nazil olmuştu.
Münafıkların ileri gelenlerinden Abdullah b. Übey'in cenaze namazının kılınmaması için başvurmuş, vahiy onun görüşüne uygun olarak gelmiştir. Resulullah bazı mü'minleri cennetle müjdelediği zaman, mü'minlerin buna itimat etmelerinden korktuğunda, Ömer Resulullah'a müracaat ederek şöyle söyledi:
“Bırakınız güvensinler, itimat etsinler.” Resulullah da aynı görüşü benimseyerek muvafakatini bildirdi ve dedi ki:
“Onları
bırakalım. (Onlar itimat etsinler)”
İçki konusunda da defalarca Resulullah (s.a.v.)'a başvurdu. Bu, müracaat süresi içkinin haram kılındığına dair ayet nazil olmasına kadar devam etti. Hudeybiye Antlaşması'nın şartlarına tahammül edemediği için Resulullah'a rahatsızlık verdi. O kadar ki Allah'ın Resulü kendisine şöyle söylemek zorunda kaldı:
“Ya ibn el-Hattab! Ben Allah'ın Resulüyüm! Allah beni asla helake götürmez.” Ömer (r.a.) bunun üzerine kendisine geldi ve soru sormaktan vazgeçti. O gün Resulullah'a takındığı tavır dolayısıyla ömür boyu istiğfar etti.
Bazı rivayetlere göre, Ömer (r.a.)'in bu tavrı Resulullah ölüm döşeğindeyken bile devam etti. Peygamberimiz kendisinden sonra Müslümanların dalâlete düşmemesi için onlara yol göstermek maksadıyla bir sayfa getirilmesini istedi. Bu sayfayı yazıp Müslümanlara bırakmak istiyordu. Bu sırada Ömer (r.a.) dediki:
“Resulullah'a hastalığın vermiş olduğu acı galip geldi. Elimizde bulunan Allah'ın kitabı bize yeterlidir.”
Bunun üzerine Allah'ın Resulü, Ömer (r.a.)'in görüşünü benimseyerek bir şey yazmaktan vazgeçti.
Halifelik Ebu Bekir (r.a.)'e geçince, Ömer (r.a.) tashih hakkını yine kullandı. Bu hususta rivayet edilen en meşhur olay şudur:
Uyeyne b. Hısn ve el-Akra' b. Habis Ebu Bekir (r.a.)'e gelip kendisine dediler ki:
“Ey Resulullah'ın halifesi! Elimizde çayırı olmayan ve kendisinden yararlanamadığımız toprağı tuzlu bir arazi var. Eğer uygun görüp bize toprak verirsen sürüp ekeriz, belki bugünden sonra Allah bize bir menfaat verir.” Ebu Bekir (r.a.) yanındakilere sordu:
“Bu ikisinin söylediklerine ne dersiniz?” Onlar kendisine şunu söylediler:
“Onlara veriniz. Belki Allah (c.c.) bugünden sonra onların bu topraktan faydalanmalarını nasip eder.”
Ebu Bekir (r.a.) kendilerine toprak verdiğine dair bir yazı yazdı. Ömer b. Hattab orada bulunmamasına rağmen kendisini şahit gösterdi. Ve onları ona gönderdi. Ömer (r.a.) yazıyı okuyup mes'eleyi anlayınca imzayı silerek kendilerine şöyle söyledi:
“Resulullah sizlerle işbirliği yaptığı zaman İslâm zayıftı. Ama Allah İslâm'a izzet verdi. Gidin ve çaba sarfedin.” Bunun üzerine Ebu Bekir (r.a.)'e gidip şöyle dediler:
“Vallahi bilmiyoruz, halife sen misin yoksa Ömer mi?” Ebu Bekir (r.a.) şöyle konuştu:
“Şayet dilerse halife olur. Derken Ömer b. Hattab öfkeli bir şekilde geldi Ebu Bekir (r.a.)'in karşısında durarak:
“Bu iki kişiye verdiğin toprak sana mı yoksa Müslümanlara mı ait? Söyler misin?” Ebu Bekir cevap verdi:
“Bütün Müslümanlara aittir.” Ömer (r.a.) tekrar sordu:
“Bütün Müslümanlara değil de yalnız onlara vermene seni iten sebep nedir?” Ebu Bekir (r.a.) cevap verdi:
“Yanımdakilerle istişare yaptım. Onlara vermeyi uygun gördüm.” Ömer (r.a.) yine sordu:
“Etrafındakilerle istişare yapman, bütün Müslümanlarla istişare yapman ve onların rızalarını alman anlamına gelir mi?” Ebu Bekir (r.a.) cevap verdi:
“Sana önceden de bu konuda daha güçlü olduğunu söylemiştim. İşte bana galip geldin!”
Ömer (r.a.)'in bütün tashihleri olumlu değildi. Her konuda görüşü tercih edilmiyordu. Çoğu zaman fikrini ileri sürer, sonra onun tersi uygulanırdı. Bu durum halifenin şahsiyetinden bir şey eksiltmiyordu. Çünkü o, görevini yerine getiriyordu. Buna örnek olarak, Ebu Bekir'in zamanında, komutan Halid b. Velid'in durumunu verebiliriz.O kadar ki, bu tashih sebebiyle bazen kritik durumlarla karşı karşıya kalırdı. Bunlardan biri büyük sahabilerin, tüysüz bir delikanlı olan Üsame b. Zeyd'in komutanlığından rahatsız olmalarıydı. Onlar İslâm'a ilk girenler, güç ve kuvvet sahibiydiler. Ömer (r.a.)'den bu konuyu Ebu Bekir (r.a.) ile konuşmasını ve başlarına komutan olarak Üsame'den daha büyük ve tecrübeli birini tayin etmesini istediler. Ömer (r.a.) durumu izah etmek maksadıyla Ebu Bekir (r.a.)'e gittiği zaman yaşlı, yumuşak huylu ve takva sahibi olan Ebu Bekir (r.a.) Ömer (r.a.)'in sakalından tuttu ve dedi ki:
“Annen seni kaybetsin ve yok olasın ey ibn Hattab! Onu Resulullah tayin etti! Benden kendisini azletmemi istiyorsun.”
Ebu Bekir (r.a.) mürtedlerle savaşmaya niyetlendiği zaman Ömer'in kendisine gönderdiği tashih aynı şekilde sonuçlandı. Ömer (r.a.)'i azarlayarak kendisine şöyle söyledi:
“Cahiliyette cesursun, güç ve kuvvet sahibisin de, İslâm olduktan sonra mı zayıfsın? Vallahi Resulullah'a karşı verdikleri devenin ipi de olsa bugün onu vermekten vazgeçtikleri için kendileriyle savaşırım!”
Ömer (r.a.) bu tashih işini yaparken mes'elelerin değişik yönlerini keşfetmedeki etkilerini anladığından hiç şüphemiz yoktur. Her işin müteaddid girişleri vardır. Bir işe hükmetmek ise bir açıdan daha fazla olabilir. Onun, hüküm sorumluluğunu üstlenmeden önce, tashih işine değer vererek takdir ettiğinden hiç şüphemiz yoktur. Çünkü halifelik görevini üstlendikten sonra, herhangi bir İşe teşebbüs etmeden önce, değişik görüşleri en iyi şekilde bilmeye ihtiyacı olan kişiydi.
Bu sebeple valilerine karşı oldukça katı ve heybetli hareket etmesine rağmen, kendilerine verilen emirlerde görüşlerine büyük itina gösteriyordu. Bunlardan bazı örnekler aşağıdadır:
Ömer (r.a.), Şam'a gittiği zaman Muaviye'nin orada krallara benzer bir tavıra büründüğünü biliyordu. Halife eşeğine binmişti. Muaviye kendisini büyük bir kafile ile karşıladı. Alından inerek Ömer (r.a.)'i selâmladı. Ancak Ömer (r a) cevap vermeden yoluna devam edince Muaviye yaya olarak takip etmek zorunda kaldı. Bu yürüyüş iyice yorulana kadar devam etti. O sırada Abdurrahman b. Avf (r.a.), Ömer (r.a.)'e dönerek:
“Adamı çok yordun, ey mü'minlerin emiri! Onunla neden konuşmadın?” dedi Ömer (r.a.) Muaviye'ye dönüp bakü ve sordu:
“Bu gördüğüm kafilenin sahibi sen misin?” Muaviye cevap verdi:
“Evet benim.” Ömer (r.a.) tekrar sordu:
“İhtiyacı olanların kapında bekleyip senin de aşırı bir şekilde evine kapanmanla mı?” Muaviye cevap verdi:
“Evet!” Ömer (r.a.) dedi ki:
“Yazıklar olsun sana!” Muaviye şöyle konuştu:
“Biz düşman casuslarının çok olduğu bir memleketteyiz. Sayı ve levazımda gereken hazırlıkları yapmazsak düşman bizi zayıf görerek üzerimize saldırır. Ama evime kapanmama (halkla iç içe olamayışıma) gelince, bunun sebebi, raiyemin mütevazi hareketlerime karşı cesaret almasıdır.
Ben senin görevlendirdiğin bir kimseyim. Beni eksik görürsen, değerim eksilir. Beni fazla görürsen yani bana değer verirsen değerim artar. Beni görevimden alırsan, emrine itaat eder, görevimden vazgeçerim.” Ömer (r.a.) bir süre sustuktan sonra şunları söyledi:
“Sana ne söyledimse bir çıkar yolunu buldun. Eğer doğru söylüyorsan akıllıca bir görüşe sahipsin demektir. Yok eğer yalan söylüyorsan, bu sözün dahice bir hiledir! Söylediklerinden ne sana emreder ne de seni alıkorum!”
Ömer b. Hattab ile Amr b. As arasındaki tashih işi Mısır'dan alman haraçlardan dolayı şiddete varan bir noktaya ulaşmıştı. Mısır'daki kamu hizmetlerinin ıslâhı için Amr b. As akıllı ve şuurlu bir politika takip etti. Halktan alınan cizyeyi ve haracı halkın ihtiyaç duyduğu kanalların hafriyatına, köprülerin yanmasına, büyük yapılar inşa edilmesine ve adalar arasındaki ulaşımın sağlanması için harcıyor, geri kalanı ise Medine'ye, mü'minlerin emirine gönderiyordu. Halifenin Arap yarımadasında politikasını uygulayabilmesi için servete ihtiyacı vardı. Bu sebeple Amr'dan ısrarla haracın tamamını göndermesini istiyordu. Tarihî kayıtlara göre ikisinin arasında takdire şâyân bir diyalog kuruldu. Biz bu diyalogu burada zikredeceğiz: Halifeden valiye:
“Meşgul olduğun mes'ele hakkında düşündüm. Üzerinde bulunduğun topraklar geniş enli ve yüksektir. Allah bu toprakların sahiplerine, bu toprakların üzerinde yaşayan kimselere karada ve denizde, güç ve kuvvet bağışladı. Firavunlar küfürlerine ve kibirlerine rağmen, bunu kullanarak sağlam işler yaptılar.
Bunu çok garipsedim. Daha garip olanı söyleyeyim: Kurak ve verimsiz olmayan topraklardan daha önce alınan haracın yarısı kadar göndermemendir. Toprağınla ilgili haraç konusuna dair çok mektup gönderdim. Az haraç göndermeyeceğini sanarak seni uyarıp (haracı, istenilen düzeye) yükseltmeni arzettim. Benim düşündüklerime ters düşerek imalar yoluyla bana gerekçeler gönderiyorsun. Daha önce alınan haraçtan, daha az haracı senden almayı kabul etmiyorum. Bununla beraber seni gönderdiğim mektupları almaktan alıkoyan nedir bilemiyorum. Şayet sen taksim yapmada yeterli ve doğru bir kişi isen suçsuzluk (beraet) faydalıdır. Ama kendini kaybetmiş, şüpheli bir kişi isen iş düşündüğün gibi değildir. Geçen yıl kendin bunu yapasın diye seni terk ettim ki belki uyanır, kendine gelir ve durumu bana iletirsin. Şunu anladım ki bundan seni alıkoyan kötü iş arkadaşların olup hile ve ihanette bulunarak bir araya toplanırlar. Seni kendilerine kehl' [81]edinmişler. Yanımda, sana sorduğum bu hastalıktan seni kurtaracak ilaç vardır, Allah'ın izniyle. Ya Eba Abdullah! Hakkı verdiğin veya hak senden alındığı için korkup üzülme. Nehir dür (bir çeşit mücevherat) çıkarır, hak ise açık ve seçiktir. Ondan doğacak başlangıcı bana bırak. Gizli olan aydınlığa kavuşmuş ve keşfedilmiştir, vesselam."
Validen halifeye:
“Haracı gönderme işinde acele etmediğimi dile getiren mü'minierinin emirinin mektubunu aldım. Mektubunda benden önce firavunların yaptığı işleri zikredip onların elde ettiği haracı beğendiğini dile getirerek İslâm'dan sonra bunun azaldığını zikretmektesin. O zaman topraklar daha iyi işlenmiş, haraç ise daha bol ve fazla idi. Çünkü onlar İslâm'dan önce üzerinde bulundukları küfür, kibir ve gururlarıyla toprağı işletmekte daha istekliydiler. Mektubunda nehirin dürr çıkardığını yazmışsın. Sen onu sağdın ve dür vermekten kesildi. Mektuplarında beni aşırı şekilde kınayarak payladın. Bildim ki bu, uzman olmayandan gizlediğin şeydir. Ömrümde bana çirkin ve kötü laflar söyledin. Bu sözlerinde doğruluk payı olup sabit ve katı sözlerdir. Resulullah'a ve ondan sonra gelene hizmet ettik. Allah'a hamdolsun emanetimizi yerine getirerek Allah'ın yüce kıldığı imamlarımızın haklarını da muhafaza ettik. Bunun tersinin çirkin olduğunu, bu şekilde iş yapmanın kötü olduğunu bizden öncekiler bizlere öğrettiler. Kalblerimiz bunu tasdik eder. Hırstan, öldürücü kötülükten ve her türlü günahı işlemekten Allah'a sığınırım. Sen işine devam et, müsterih ol. Ve bil ki bir başlangıç yapmadığın ve kardeşine şefkat ve nezakette bulunmadığın mektubunu aldıktan sonra Allah beni dünya hırsından ve isteklerinden dürüst kılmıştır. Vallahi ya İbn el-Hattab, bunu benden istediğin zaman, nefsim aşırı şekilde kabardı, fakat bu ona dürüstlük, itibar ve saygıdır. Ne iş yaparsam benimle ilgili olduğunu görürüm. Fakat hıfzedemediklerini ben hıfzettim. (Sakladım veya korudum). Şayet Medine'nin Yahudilerinden olsaydım, benden daha fazla istemezdin (veya daha fazla vermezdim). Allah seni ve bizleri affetsin. Bildiğim bazı şeyleri söylemeyeceğim. Benden taraf dil zelildir. Ani anlamazlıktan gelinmeyecek derecede Allah hakkını yüce kılmıştır. Vesselam.”
Halifeden valiye:
Sana çok mektuplar göndermeme rağmen, haracı yollamakta acele etmediğine ve mektuplarında çeşitli gerekçeler göstermene hayret ediyorum. Aşikâr (açık) haktan başka bilirsin ki, ben senden başka türlü razı olmam. Ben seni Mısır'a senin ve kavmin için hırs olsun diye göndermedim. Ben seni iyi politikan sebebiyle ve haracın temin edilmesi için seni yönelterek oraya gönderdim. Bu mektubum sana gelir gelmez hemen haracı yükle. Bil ki o, Müslümanların fey'idir. Malûmundur ki yanımda mahsur olan halk vardır. Vesselam.”
Validen halifeye:
“Haracı göndermede acele etmediğimi, haktan sapıp yoldan ayrıldığımı iddia eden mü'minlerin emirinin mektubunu aldım. Ama ben, vallahi senin bildiklerinin lehine bir şey arzu etmiyorum. Fakat toprak sahipleri, gelirlerini almamam için beklememi istediler. Ben de bunu kabul ettim. Onları yakmaktansa (sıkıştırıp zor durumda bırakmaktansa) onlara karşı daha esnek ve yumuşak davranmak daha hayırlıydı. Yoksa ellerindeki vazgeçemeyecekleri şeyleri satmak zorunda kalacaklardı. Vesselam.”
Bu iki dahi arasındaki söz, Ömer (r.a.)'in valisi Amr b. As'i Mısır'a tayin edildiğinde sahip olmadığı hayvanlara, hizmetçilere, eşyalara ve değerli tabaklara sahip olmakla suçlamasıyla sona erdi. Amr b. As cevabında şöyle diyordu:
- “Mısır toprakları ziraat ve ticaret yeridir. Nafakamız için ihtiyaçlarımızı bu faziletlerle karşılıyoruz.” Halifenin verdiği cevap ise şuydu:
“Kötü valiler hakkında yeteri kadar tecrübem var. Peşpeşe gelen mektupların hakkı tutup uygulamam konusunda beni endişeye düşürdü. Senin hakkında kötü tahminlerim oldu. Muhammed b. Mesleme'yi, malını taksim etmesi için sana gönderiyorum. Ona her şeyi göster, istediği her şeyi kendine ver. Sana katı davranacağından onu affet. Gizli olan şeyler açığa çıkıp keşfedilmiştir.” [82]
Dr. Muhammed Hüseyin Heykel, "EI-Faruk Ömer" adlı eserinde halife ile vali arasında geçen hitap dilini yorumlarken şöyle demektedir:
"Benimle mutabık kalacağınızı sanıyorum. Bu mektupları okuduğumda Ömer (r.a.) gibi otoriteye sahip ve bir ülkeyi fetheden valisi Amr b. As gibi iki kişi arasındaki olayın bugün cereyan edebileceğini tasavvur etmek bizim için kolay değildir. Bu mektuplar ilk Müslümanların ne derece hür, kendini empoze eden ve batıl olan kibir dışındaki kişinin gururuna verilen değerleri bize ifade etmektedir. Onlar düzene saygı gösterirler, Allah'ın ve İslâm'ın halifeye verdiği hakları bilmemezlikten gelmezlerdi. Ancak onların düzene olan saygıları, halifenin haklarını idrak etmeleri onlara gururlarını, hürriyetlerini ve halifeye karşı eşit olan haklarını unutturmuyordu. Bu ise halifenin onlara saygı gösterdiği kadar, onların da halifeye aynı şekilde saygı göstermelerinden ibaretti. Düzen yani sistem onların yanında ne boyun eğme ne de kölelikti. Halife onların haklarına tecavüz edemiyor, onun otoritesi de Müslümanların haklarını ve gururlarını incitemiyordu. Tam aksine hürriyetle sistem eşit ve paralel bir şekilde hiçbirinin diğerini alt edemeyeceği biçimdeydi. Öyle ki bunlardan her biri diğerini te'kid eder, ona daha fazla güç ve metanet verirdi.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi, tashih hakkı sadece büyük valilere münhasır değildi. Bu hakkı Ömer (r.a.)'e karşı halktan herhangi bir kimse de kullanabilirdi. Bununla ilgili örnek oldukça fazladır. Bazılarını aşağıda göreceksiniz:
Ömer b. Hattab Resuîullah (s.a.v.)'in mescidine girdiğinde Hassan b. Sabit şiir okuyordu. Ömer (r.a.) onu azarlayınca Hassan b. Sabit kendisine şöyle demişti:
“Senden daha hayırlı olanın bulunduğu yerde şiir okudum.” Ömer, bunun üzerine çekip gitti.
Abbas (r.a.)'ın yağmur suyunu Resullullah (s.a.v.)'ın mescidine akıtan bir sarnıcı vardı. Ömer (r.a.) gidip bu sarnıcı yerinden söktü. Abbas (r.a.) kendisine şöyle söyledi:
“Muhammed (s.a.v.)'i hakla gönderen Allah'a yemin ederim ki, O, (Muhammed (s.a.v.) bu sarnıcı şuraya koymuştu. Sen onu oradan söktün ya Ömer!” Ömer (r.a.) dedi ki:
“Seni, sırtıma çıkıp onu aynı yere koymaya davet ediyorum.”
Abbas (r.a.) dediğini aynen yaptı, sırtına çıkıp sarnıcı yerine koydu.
Ömer (r.a.) halkı terbiye etmek maksadıyla çoğu zaman acele davranır, insanlardan bazılarının sırtına âsâsıyla vururdu, ancak bazen haksız olduğu ortaya çıkar, böyle durumlardan hemen kısasa başvurur, vurduğu kişiden kendine vurmasını isterdi. Fakat onlar genellikle halifeyi affederlerdi. Bununla ilgili olarak daha önce bir örnek vermiştik: Arabinin biri Medine'ye gelir. Eşiyle gidecekleri yeri karara bağlamak için konuşurlarken Ömer (r.a.) âsâsıyla vurur. Çünkü o adam eşini şüpheli bir duruma sokmuştu. Durum açığa kavuşunca halife hatasını anlar, adamdan kısas ister, o zat kendisini affeder. Buna benzer örnekler çoktur. Bazıları aşağıdadır:
Ömer (r.a.) Medine'de geziniyordu. Bir evden bir kadınla bir erkeğin sesinin yükseldiğini duydu. Duvara tırmandığı zaman kadınla erkeğin yanında içki çanağı olduğunu gördü ve kendilerine dedi ki:
“Ey Allah'ın düşmanları! Siz Allah'a isyan ederken Allah'ın sizi koruyacağını mı düşünüyorsunuz?” Adam şu cevabı verir:
“Ey mü'minlerin emiri! Ben Allah'a karşı bir şeyde isyan ettim. Sen ise üç şeyde isyan ettin.” Allah buyuruyor ki:
"Birbirinizin gizli şeylerini araştırmayın " [83]
Yani casusluk yapmayın, tecessüsde bulunmayın. Oysa sen bizim gizli şeylerimizi araştırdın. Ve Allah yine buyuruyor ki:
"Evlere
kapılardım girin " [84]
Fakat sen duvara tırmanarak içeri girdin. Allah buyuruyor ki:
"Kendi
evlerinizden başka evlere izin alıp halkına selâm vermeden girmeyin' [85]
Fakat sen bunu da yapmadın. Bunun üzerine Ömer (r.a.) adama sordu:
“Seni affedersem herhangi bir hayır işler misin?” Adam "Evet, vallahi bir daha içki içmem" cevabını verdi. Ömer de "Git seni affettim" dedi.
Kişinin dikkatini çeken şeylerden biri de, çağdaş kaidenin özel etkilerinden teftişin (aramanın, yoklamanın) iptali ve geçersizliğidir. Buna binaen elde edilen delillerin göz önünde (kanunen) bulundurulmamasını Ömer (r.a.)'in aşikâr bir şekilde adamın onu tashih etmesinden sonra idrak ettiğidir.
Bunlardan biri, Ömer (r.a.)'in Hürmüzan'a karşı olan tavrıdır: Hürmüzan esir düşünce Medine'ye Ömer (r.a.)'e getirilir. Ömer onu halsiz, adeta ölü gibi görünce Hürmüzan, halifeden, su içinceye kadar güvence altına alınmasını ister. Ömer (r.a.) bunun bir hile olduğunu, böylece ölümden kurtulamayacağını düşünür. Ancak sahabiler kendisine muhalefet ederler. Ömer (r.a.) de onların görüşünü benimser.
Tarih kitaplarında bu olay şöyle geçmektedir:
Hürmüzan, Ömer (r.a.)'in gözlerindeki gazabı fark edince kendisine bir bardak su verilmesini ister. Suyu alınca ellerini titretir gibi yapar ve der ki:
“Su içerken öldürülmekten korkarım!” Ömer (r.a.) cevap verir:
“Su içinceye kadar endişelenme.” Bundan sonra Hürmüzan bardaktaki suyu içmeyip döker. Ömer emir verir:
“Bir daha su getirin. Üzerine hem susuzluğu hem öldürülmeyi yüklemeyin.” Hürmüzan cevap verir:
“Benim suya ihtiyacım yok. Gaye kendimi güvence altına almaktı.” Ömer cevap verir:
“Seni öldüreceğim!” Hürmüzan der ki:
“Sen bana güvence verdin!” Ömer (r.a.) "Yalan söyledin" hitabında bulunur. Bu sırada Enes b. Malik söze karışır ve der ki:
“O, doğru söylüyor. Ey mü'minlerin emiri, kendisine güvence verdin.” Ömer (r.a.) şöyle söyler:
“Yazıklar olsun sana ya Enes! Suçsuzların ve kadınların katilini güvence altına mı alayım? Vallahi ya bana bir çözüm yolu bulursun veya seni cezalandıracağım!” Enes der ki:
“Sen ona, su içinceye kadar endişelenme” dedin. El-Ahnef ve etrafındakiler de Enes'in fikrini desteklerler. Hep birlikte, mü'minlerin emirinin Hürmüzan'ı güvence altına aldığını dile getirirler. Ömer (r.a.) sinirli bir şekilde Hürmüzan'a bakar ve der ki;
“Beni kandırdın. Vallahi, müslümandan başkasına kandırılamam!” Bunun üzerine Hürmüzan İslâm'a girer, Ömer (r.a.) de kendisini Medine'ye yerleştirir.
Bugünkü tabire göre, kişisel eleştiri diye isimlendirilir. Hükmün kapsadığı otorite ve tahrikler, hâkimin kendisini beğenmesine ve tabiî kişiliğinden çıkmasına yol açtığı gibi, buna yardımcı olanların ise menfaatçi kişilerin gayelerine ulaşmaları için herhangi bir vesileyi kullanmaktan kaçınmamalarıdır. Onlar hâkime yağcılık yapar, beşerî düzeyden daha üstün bir seviyeye çıkarırlar. Kendilerini ilâhlaştıran hâkimler hiç şüphesiz raiyelerinden teşvik ve destek gördükten sonra bunu iddia etmişlerdir. Çağdaş devletler bu tehlikeden kurtulmak için, ön tedbir olarak muayyen sistemlerin yollarını takip ederek çaba göstermektedirler. Takip edilen sistemli yollardan en önemlileri; toplu liderlik prensibi, otoritenin taksim edilmesi, hâkimin adlî makamların ve kamu oyunun gözetimine boyun eğmesidir.
Yine bu sistemlere göre, hâkimler zati yani kişisel eleştiriye alıştırılır. Topluma karşı icraatının hesabını verir. Şâyân-i dikkattir ki, Ömer b. Hattab (r.a.), bu icraatın aktivitesini idrak etmiş ve kendi nefsine uygulamıştır. Daha önce de gördüğümüz gibi o, hatasını itiraf ediyor, sür'atle telâfi cihetine gidiyordu.
Ömer (r.a.), halife olmadan önce de kendisini eleştiriyordu. Bu husustaki pozisyonunun en önemlisi, bilindiği gibi, Peygamber Aleyhisselâm'ın vefatından sonraki inkâr hatasını herkesin gözünün önünde itiraf etmesidir. Ona göre Resul-ü Ekrem efendimiz, vefat etmemiş, Musa Aleyhisselâm gibi Allahü teâlâ ile mülâki olmaya gitmişti. Kendisini şok edercesine etkileyen bu hadisenin tesirini üzerinden atınca camide halka şöyle konuşmuştu:
“Ben size dün söylediğim sözü ne Allah'ın kitabında ne de Resulullah (s.a.v.)'in sünnetinde buldum. Benim gördüğüm şey Resulullah (s.a.v.)'ın işlerimizi yoluna koyup sonuncumuz olması idi. (Hepimizden sonra vefat etmesi idi)” [86]
Dünya zevklerini tamamen terk edip sade bir hayat yaşamasına rağmen otorite fitnesinin ve itibarının nefsini tahrik etmesinden korkar, halife olmadan önceki halini düşünürdü. Bu konudaki mütevatir rivayetler oldukça kabarıktır. Bazlarını aşağıda veriyoruz:
Halife bir gün cemaatle namaz kılmak için halka seslenir, halk toplandıktan sonra minbere çıkar, Allah'a hamd ve sena ettikten sonra der ki:
“Ey insanlar! Benî Mahzum'dan olan teyzelerime su taşıdığımı, onların da karşılığında bana kuru üzüm ve hurma verdiklerini gördünüz mü?” Ömer (r.a.) daha sonra minberden iner. Abdurrahman b. Avf kendisine sorar:
“Ey mü'minlerin emiri, bununla neyi kastediyorsun?” Ömer (r.a.) şu cevabı verir:
“Yazıklar olsun sana, ya İbn Avf! Nefsimle başbaşa kaldığım zaman bana dedi ki: "Sen mü'minlerin emirisin. Seninle Allah arasında hiçbir kimse yoktur! Senden daha faziletli kim olabilir!" Bu şekilde ona ne olduğunu öğretmek istedim.”
El- Ahnef şöyle rivayet etmektedir: Ömer b. Hattab'la beraberken bir adam bize rastladı ve şöyle dedi:
“Ey mü'minlerin emiri! Benimle gel ve beni filana götür. O bana zulmetti.” Ömer (r.a.) asasını kaldırıp adamın kafasına vurarak:
“Mü'minlerin emiri sizinle beraber iken bir şey söylemez. Müslümanları ilgilendiren işlerden biriyle meşgul olurken kendisine gelir ve "beni götür", "beni götür" dersiniz!”
Adam mırıldanarak uzaklaşır. Ömer (r.a.) "O adamı bana getirin" der. Adam geldiğinde asasını kendisine doğru uzatarak der ki:
“Sana vurduğum gibi sen de bana vur!” Adam:
“Hayır vallahi, onu Allah'a ve sana bıraktım,” cevabını verir. Ömer konuşur:
“Öyle değil, ya Allah'a ve onun iradesine veya bana bırak ki, ben de bileyim. (Ya beni affet veya Allah'a bırak, o hesabı benden Allah sorar)”. Adam "Allah'a bırakıyorum" der ve uzaklaşır.
Ömer (r.a.) bizleri de beraberinde evine götürdü. İki rekât namaz kıldı ve oturarak şöyle konuştu:
“Ya İbn el-Hattab! Sen rütbe ve mevki bakımından aşağı bir durumdaydın. Allah seni yüceltti. Sen dalâletteydin, Allah seni hidayete erdirdi. Senin boynun eğikti, Allah sana izzet, güç ve kuvvet verdi. Sonra seni halkın boynuna bindirdi. (Seni halife yaparak mevki bakımından herkesten üstün kıldı). Adam gelip seni çağırdığında ona vurdun! Yarın Allah'ına kavuştuğunda ona ne cevap vereceksin?” Ve bu şekilde nefsini kınadı. Onun yeryüzünün en hayırlı insam olduğunu gördük.
Ebu Selâme şöyle rivayet etmektedir:
Ömer (r.a.)'i gördüğüm zaman, Haremdeki havuzun etrafında abdest alan kadınları ve erkekleri dövüyordu. Ve şöyle diyordu:
- “Ya filan. Ben sana erkekler için bir havuz, kadınlar için de bir havuz ayırmanı emretmemiş miydim?” Sonra geri çekildi ve Ali b. Ebi Talib'e rastladı, kendisine dedi ki:
“Helake gitmekten korkuyorum!” Ali (r.a.) sordu:
“Seni helake götüren nedir?” Ömer (r.a.) cevap verdi:
“Allah'ın Hareminde kadınları ve erkekleri dövdüm.” Ali b. Ebi Talib dedi ki:
“Ey mü'minlerin emiri! Sen idare edenlerden birisin. Senin iyilikle terbiye etme hakkın vardır.”
Ömer (r.a,) Şam'a gittiğinde nehrin sığ bir yerine rastladı. Devesinden indi, hayvanın gemini eline aldı, sığ yerden yürüyerek geçti. Ebu Ubeyde bin el-Cerrah dedi ki:
“Bugün yeryüzündeki insanlar için çok yüce bir iş yaptın!” Ömer, göğsüne şiddetle vurdu ve dedi ki:
“Ya Eba Ubeyde! Senden başkası bunu söyleseydi... (Her ne ise) Sizler en zayıf ve en hor görülen ve sayıca çok az olan bir kavimdiniz. Allah İslâm'la sizlere güç ve kuvvet verdi. Siz ise güç ve kuvveti ondan başkasında arıyorsunuz. Böyle devam ederse, Allah sizleri zayıf ve güçsüz kılar.” [87]
Ömer (r.a.) bir gün Medine yakınlarındaki bir vadide arkadaşlarına şöyle söyledi:
“Ben bu vadide el-Hattab'ın develerini güderdim. Çok katı biriydi, beni çok yorara. Daha sonra öyle bir duruma geldim ki, benden üstün kimse yoktu! Bu söz oğlu Abdullah b. Ömer (r.a.)'i rahatsız etti. Babasına dedi ki:
“Ey mü'minlerin emiri! Seni böyle konuşmaya sevkeden nedir?” Ömer cevap verdi:
“Baban kendi nefsini çok beğendi, onu küçültmek istedim!”
Eleştiri icraatın tedavisidir. Çünkü hedefi, hataları keşfetmek, tekrarlanmasını engellemek ve doğacak sonuçlara karşı önceden tedbir almaktır. İlham sahibi hâkim, görüşünün isabetine ne kadar inanırsa inansın, tek başına karar almayan kişidir. Resulullah bu konuda şöyle buyurmaktadır:
"Hiçbir
diktatör, şahsî görüşüyle kurtuluşu bulamadığı gibi, hiç kimse de şûra
sebebiyle helak olmaz."
İstişare bütünüyle hayır ve berekettir. Şayet hâkimin görüşü doğru olup istişare eder ve halk görüşünü benimserse, bu durum hâkimin mevkisini destekler, halkta idareye ortak olduklarına dair şuur doğar, kararların onların iradelerinden doğduğuna inanır, zorla ve kaba kuvvetle değil, kendi rızasıyla itaat eder. Bu kararların neticeye varması için işbirliği yapar, destekte bulunur. Bunun aksine olarak, alınan bu kararlar zor kullanmak suretiyle uygulanırsa, halkı ihmalkârlığa, vurdumduymazlığa ve menfi hareketlere sevkeder.
İşin bazı yönleri hâkim tarafından açık ve seçik bir şekilde bilinmediği takdirde halkla istişare yaparak doğru seçimi gerçekleştirirse, bu hem hâkime hem de halka hayır ve bereket getirir.
İşlendikten sonra hataların sebeplerini aramaktansa, daha önceden tedbir almak en isabetli olanıdır. Vecize şöyle demektedir: "Önceden alınan tedbir, tedaviden daha hayırlıdır."
Mes'ele böyle olunca diyebiliriz ki, bugün "Demokratik idare" adıyla bilinen terim, bahsettiğimiz anlamdan daha fazla bir şey ifade etmez.
Güçlü ve ilham sahibi hâkim, bahsettiğimiz gerçeği tabiatıyla idrak eder. Çünkü şuurlu hüküm mantık üzerine kurulur. Mantık ise ilâhi bir bağış olup kamil insanda bulunur.
Ömer b. Hattab gerek veraseten gelen gerekse sonradan kazandığı birtakım sıfatlarla bahsettiğimiz manaların hepsine ve kâmil manada sahipti. Sire kitaplarının rivayetine göre, Müslümanlarla istişare yapmadan hiçbir işe başlamazdı. Biz bu türlü müşavereyi arzettiysek de bu, şer'i hükmün herhangi bir hususta keşfedilmesiydi ki, ancak devletin yasama organı aktivitesi sahasına girmesiyle mümkündür. Ama bu alanda kastettiğimiz yürütme organının aktivitesiyle ilgilidir. Kanunî hükmün açık ve seçildiği, hâkimin farklı çözümleri takdim eden görüşlerle karşı karşıya kalmasına engel değildir. Çünkü bu görüşlerin her biri kendi zatında kanunidir (şer'idir). Hükmün üstün sıfatı, bu kanunî çözümlerin en iyisini ve durumun en münasibini ve en uygununu seçmekte gizlenmektedir. Çağdaş idare hukuku kitapları, bunu hakime bırakır, kamu hizmetlerinin çıkarları doğrultusunda hakimin takdiri konusunda ittifak ederler. Bu sebeple adlî makamların "otoriteyi kötüye kullanma teorisi" dışında hâkimin bu yöndeki çalışmalarını kontrol etmeye hakları yoktur. [88]
Özellikle bu aktivite hâkimi en büyük hataya iter. Çünkü münasip ve sağlam karar, bütün özel şartların objektif kapsamından sonra çıkarmakla ancak mümkün olur. Şayet hâkim, yardımcılarının bu konudaki görüşleriyle yetinirse, onlar ellerindeki bilgilerle istedikleri şekilde konuşurlar, işin diğer yüzünü ondan saklarlar. Bu sebeple ilham sahibi hakime düşen şey, kendisini saran dar çevrenin dışına çıkmasıdır. Ancak böyle yaptığı zaman, sağlıklı bilgiyi, kamu menfaatlerini hedef alan halk kitlesinden elde edebilir. Bu konuda Ömer (r.a.)'in meşhur çağrısı şöyledir: "Ey insanlar! Benimle istişare edin!"
Şayet herhangi birinin kendi görüşüyle yetinmesi gerekseydi, onun kendi görüşüyle yetinmesi gerekirdi. Çünkü Resulullah (s.a.v.)'ın sahabileri için de onun vardığı ferasetin derecesine hiçbiri varamadı. Buna rağmen devlet işleriyle ilgili olarak Müslümanların her kesimiyle istişare yapıyordu. Muhtelif görüşlerin içyüzü ortaya çıkınca, kendi yeteneğiyle sağlam çözümü seçiyordu. Devletin çeşitli problemleri olmasına rağmen onun bu hususta çıkardığı kararların çoğu, doğru ve etkiliydi. Bu durum başka herhangi bir hâkimin onun ulaştığı seviyeye ulaşamadığını gösterir.
Tartışmaya sebep teşkil eden kararlardan biri de Halid b. Velid'i azletmesidir. Bununla beraber bu karan destekleyenler, eleştirenlerden daha çoktu. Bu konuyu bu eserimizin başka bir bölümünde tartışacağız. Eğer Ömer (r.a.) kendi görüşleriyle yetinip halkın fikrini nazar-ı dikkate almasaydı, münasip olmayan kararların ortaya çıkmasına vesile olabilirdi.
İstişare sonucu alman kararların en büyüğü ve ilki önemli bir prensibe bağlı olup daha sonra töreye (taklide) dönüştü. Bu da şuydu: Halife eski krallar ve emirler gibi, düşmanla savaşmak için ordunun başında mı bulunacak yoksa devletin başkenti olan Medine'de mi kalacaktı, ordular savaş meydanına birbirlerini takip ederek mi savaş meydanına gideceklerdi. Birinci halife devrinde ilham sahibi komutan Halid b. Velid'in komutası altında İslâm ordularının kazandığı Irak'taki ilk zaferler, Halid b. Velid'in daha sonra Şam'daki İslâm ordularına yardım için gitmesi Farsların (İranlıların) yeniden nefes almalarına sebep oldu. Dolayısıyla bu konu Irak'taki İslâm orduları için kritik bir konuydu. Yezdicerd asker topluyor, Kufe ve çevresindeki halkın Müslümanlara olan nefreti artıyordu. Bunun üzerine komutan el Müsenna b. Harise (r.a.) halifeden acele yardım istedi. Ömer (r.a.) yardım emrini valilerine şu şekilde yazdı:
Silaha, ata ve yardıma sahip bulunan ve görüş sahibi olan hiç kimseyi seçim yapmadan (savaşa katılıp katılmayı isteyip istemediğini sormadan) bana yollamayın ve çok acele yardım gönderin. (Yardımı yapıp yapmakta kişinin arzusuna göre davranın). Çağırıp seçim hakkını sormadan hemen bana göndermeyin. Çok acele yardım gönderin.
Birkaç bin asker toplanınca "Sırar" diye bilinen bir suyun kenarında kamp kurdu. Kendisinin ordunun başına geçerek Irak'a mı gideceğini yoksa Medine'de kalıp ordunun başına geçmesi için başka birine mi emir vereceğini kimse bilmiyordu. Osman (r.a.) kendisine şöyle sordu:
“Senin istediğin nedir?” Ömer (r.a.) halkı cemaatla namaza çağırdı. Halk toplanınca durumu kendilerine açıkladı. Halk kendisine:
“Sen önümüzde bulun, bizler de sana tabi olarak savaşa gidelim,” diye görüşünü belirtti. Ömer onların görüşlerini kabul etti ve kendilerine dedi ki:
“Hazırlanın, bütün teçhizatlarınız hazır olsun. Bu görüşten daha ilerisi olmadığı sürece ben komutan olarak geleceğim.” Daha sonra rey ehline haber gönderdi. Peygamber Aleyhisselâm'ın sahabilerini ve Arapların allâmelerini bir araya topladı ve kendilerine şöyle seslendi:
“Bana görüşünüzü açıklayın, ben savaşa komutan olarak gidiyorum.” Toplantı sonucu oy birliğiyle, Resulullah'ın sahabilerinden birinin komutan olarak gönderilmesine, kendisinin ise Medine'de kalıp asker temin etmesine karar verildi. Buna kim fetih yapmak islerse onların istediği kişi olur. Aksi takdirde onun geri alınıp yerine başka birine yetki verilmesi gerekir. Bu durum düşmanı daha fazla sinirlendireceği gibi, Müslümanları rahatlatır ve kısa bir süre içinde Allah'ın zaferi kısmet olur. Abdurrahman b. Avf (r.a.) ayağa kalkarak bu görüşü teyit elti. Ömer cemaatle namaz kılmak için halkı topladı. Ayağa kalkarak şunları söyledi:
“Allah, Müslümanları İslâm için bir araya getirdi. Onların kalblerini birleştirerek kardeş yaptı. Müslümanlar kendi aralarında bir vücut gibidirler. Birine birşey olursa hepsine olmuş gibidir.[89]Müslümanların idaresini üzerine alan kimselerin istişare yapması, halkın da istişare sonucuna razı olması gerekir. Ey insanlar! Rey sahipleri, beni sizden ayırıncaya kadar ben herhangi biriniz gibiyim. Bu sebeple burada kalıp, yerime başka birini göndermeyi münasip gördüm. Ben bu durumu sizlere ilettim. İsteyen savaşa gider, isteyen döner.
Ömer b. Hattab bu hareketiyle çağdaş dünyada uygulanan bir hatt-ı hareketin temelini atmıştır. O da ister kral olsun ister cumhurbaşkanı, devlet başkanının ordu komutanlığını fiilen üstlenemeyeceği, bu işte profesyonel olan birine görevi terk edeceği prensibidir. Devlet başkanının asıl görevi, devletin yüksek politikasını belirlemesi, gerektiği zaman seferberlik ilân etmesidir. Basiretli istişare sonunda bu kaide ortaya çıkmamış olsaydı, bu kısa müddet zarfında Ömer (r.a.) Asya ve Afrika'ya bütün bu orduları gönderemeyecek, mucize sayılan zaferler gerçekleşmeyecekti.
Ömer (r.a.) valilerin ve komutanların seçilmesinde halk ile istişarede bulunurdu. İstişare sonucu ortaya çıkan isabetli hareketin yardımıyla sahibi olduğu mevkiyi hakkıyla kullanacak kişide aranan özellikler ortaya çıkardı. Bu hususta tarihî rivayetlerin bazıları aşağıdadır:
Ömer (r.a.) Irak orduları için bir komutan seçmek istedi ve halka şöyle seslendi:
“Bu savaşa komuta etmesi için birini seçmemde benimle istişare ediniz. Ve bu komutan Iraklı olsun.” Halk kendisine verdiği cevapta şöyle dedi:
“Sen bizden daha faziletli bir görüşe, daha iyi bir güce sahipsin. Askerini tanıma konusunda bizden daha basiretlisin. Irak halkı ve askeri sana geldi, onları denedin ve gördün.” Ömer (r.a.) şöyle konuştu:
“Vallahi onların sorumluluklarını öyle birine yükleyeceğim ki, o, en güçlülerin ilk grubunda olan Numan b. Mukarrin'dir.” Halk "O, tam o işe göredir" cevabını verdi.
Bir defasında Ömer (r.a.) arkadaşlarına sordu:
“Bana bir adam gösterin ki, ona benim için önemli olan bir iş vereyim.” Onlar "falanca" dediler. Ömer (r.a.) "Ona ihtiyacım yok" cevabını verdi. Onlar "Kimi istiyorsunuz?" deyince Ömer (r.a.) şu cevabı verir:
“Öyle birini istiyorum ki eğer halkının arasında emir değilse fiilen onların emiriymiş gibi hareket etsin. Eğer emirleri olarak başlarında bulunuyorsa, onlardan biriymiş gibi kendilerine davransın.” Bunun üzerine onlar şu cevabı verirler:
“Bu sıfata ancak er-Rebi' b. Ziyad el-Haris'i lâyık görebiliriz.” Ömer (r.a.) "Doğru söylediniz" dedi ve sözünü ettiği görevi ona verdi.
Ömer (r.a.) halka Irak ordusuna kimin tayin edilmesi gerektiğini istişare ediyordu. Onlar adayların isimlerini sayarlarken Sa'd b. Ebi Vakkas'dan Ömer (r.a.)'e mektup geldi. Mektubunda basiretli görüşe sahip yardımcı bin atlının seçilip gönderilmesini işlemişti. Halk mektupta yazılanları duydu. Ömer ise kimin komutan tayin edileceğini soruyordu. Etrafındaki halk kendisine cevap verdi:
“Kişiyi buldunuz.” Ömer (r.a.) "Kim?" diye sorunca dediler ki:
“Arslan pençeli olan Sa'd b. Malik'dir.” Ömer (r.a.) bu görüşü benimsedi.
Kendisini getirtip Irak savaşı için komuta görevi verdi. Irak onun eliyle fethedildi. Bu hareket istişarenin lüzumunu açıkça ortaya koymaktadır [90]
Küfe halkı Ömer (r.a.)'e gelip Sa'd b. Ebi Vakkas'ı şikâyet ettiler. Ömer (r.a.) dedi ki:
“Küfe halkından kim bana mazeret gösterebilir? Kendilerine Allah'tan korkan mutteki birini gönderdiğim zaman onu etkisiz hale getirirler. Kuvvetli birini kendilerine vali olarak tayin ettiğim zaman ise, onu yoldan saptırırlar.”Mugîre b. Şu'be dedi ki:
“Ey mü'minlerin emiri! Zayıf olan muttakinin takvası ona, zayıflığı sana; güçlü ve yoldan sapmışın kuvveti sana, yoldan sapması da ona olsun.” Ömer şöyle konuştu:
“Doğru söyledin. Güçlü ve yoldan sapmış olan sensin. Çık ve onlara git!” Devlet hizmetlerinin koordinesi ve kamu mallarından faydalanma metodlarına kadar istişarenin sahası genişledi. Bunlardan bazı örnekler verelim:
İran'ın fethinden sonra Medine'ye getirilen ganimetler arasında Kisra'nın halısı da vardı. [91] Ömer, bu halıyı ne yapacağı konusunda tereddüde düştü. Halkı toplayarak istişare yaptı. Onlardan kimi halıyı kendine ayırmasını kimi de halifeye yetki verilmesini önerdiler. Ali b. Ebi Talib ayağa kalkarak şöyle dedi:
“İlminde bilmemezlik, kanaatinde şüphe kılma. Sana dünyadan kalacak olan başkalarına verip gittiğin, giyip eskittiğin veya yiyip yok ettiklerindir. Ömer (r.a.) "Doğru söyledin" diyerek halıyı parçaladı ve halkın arasında taksim etti. Bugünkü ölçüleri dikkate alacak olursak bu ideal bir çözüm yolu değildir. Ancak o zamanki çevreyi ve şartları göz önüne alarak hükmetmek gerekir.
Kazanılan zaferler sonucu mallar çoğaldı ve Medine'ye gelmeye başladı.
Ömer halkı topladı ve kendilerine dedi ki:
“Bu iş için ne diyorsunuz? Halka vereceğimiz hibeyi (bağışı) senede bir kere yapmayı ve geride kalan malların biriktirilmesini uygun görüyorum. Bu şekilde bana göre daha büyük bereket olur.” Ali b. Ebi Talib dedi ki:
“Toplanan malların yanında hiç kalmaması şartıyla hibeyi halka senede bir kere taksim et.” Osman b. Aftan da şöyle konuştu:
“Çok sayıda mal olduğu halkın kulağına gidiyor. Bu mallar sayılmıyorsa ve kimin kullandığı bilinmiyorsa, halk arasında fitne çıkmasından korkarım.” Velid b. Hişam b. El-Mugîre ise şöyle konuştu:
“Ey mü'minlerin emiri Şam'a geldiniz. Kralların divanlar yaptığını ordular kurduğunu gördünüz. Sen de divan yap ve ordu kur.” Ömer (r.a.) bu son görüşü benimsedi, böylece İslâm devleti tarihinde ilk defa divan teşkil edildi.
Eğer istişare yapmaktan maksat, sağlam çözüm yollarına ulaşmak ise Ömer (r.a.) yaptığı istişare ile de belli bir noktada durmuyordu. Resulullah ile olan yakın temasları, münasebetleri sebebiyle şer'i kanunları idrak etti. Bu sahada sahabilerin tahakküm sahibi olmalarına sebep oldu [92]Ama istişare yalnız dünyevî işlerle ilgiliyse o zaman saha genişler, sınır tanımazdı. Bu konuda çok garip hadiseler rivayet edildi.
İbnü'l-Cevzi'nin rivayetine göre, Yusuf b. el-Macişun şöyle dedi:
"Genç olduğunuz için kendinizi küçük görmeyiniz. Ömer b. Hattab'ın karşısına zor bir iş çıkıp da kendisini tedirgin ettiği zaman çok akıllı olmaları sebebiyle gençleri çağırır, onlarla istişare yapardı. Ömer (r.a.) aynı zamanda kadınlarla da istişare yapardı. Çağdaş devletlerin gururla övündükleri bazı şeyler vardır. Seçme ve seçilme yaşının düşürülmesi, gençlerin kamu işlerine katılımının sağlanması gibi. İnsaflı bir şekilde düşünülürse bütün bunların daha önceden Ömer vasıtasıyla gerçekleştiği derhal anlaşılır.
Ayrıca İslâm kadına kamu işlerine iştirak hakkını da tamdı. Ve bu hak Ömer (r.a.)'in ilk defa ortaya koymuş olduğu haklardan da değildir. Hem Resulü Ekrem devrinde hem de Ebu Bekir zamanında böyle bir uygulamaya rastlamaktayız.
Bu konuda Ömer (r.a.)'den rivayet edilen en garip şey onun düşmanlarıyla bile istişarede bulunmuş olmasıdır. İranlıların her defasında Araplarla olan antlaşmaları peşpeşe ihlâl etmeleri sabrının taşmasına ve rahatsız olmasına sebep teşkil etti. İranlıların Müslümanlarla yaptıkları anlaşmaya neden sadık kalmadıklarının sebeplerini öğrenmek istedi. Fakat Ahnef b. Kays, asıl sebebi dile getiren şu sözleri söyledi:
“Ey mü'minlerin emiri! Farsların kralı aralarında yaşıyor. Kralları aralarında bulunduğu sürece onlar bize karşı cephe alacaklardır. İki kral bir arada olmaz. Birinin diğerini bu işten çıkarması için anlaşın. Krallarının onları bize karşı sürekli tahrik etmesinden ve kalleşlik yapmasından başka bir şey görmedik. Onları teşvik eden bize karşı savaşa gönderen krallarıdır. Savaş için onların memleketlerine gitmemize izin vermediğiniz sürece buna devam edeceklerdir. Ne zaman ki kralları tahttan iner, o zaman ümitleri kırılır, heyecanları gider.”
Ömer (r.a.) bu görüşü dinledikten sonra Hürmüzan'a takdim etti. Hürmüzan görüşün doğruluğunu teyit etti. Bunun üzerine Halil'e, Irak üzerine uygulamış olduğu İran topraklarına girmeme yasağını kaldırarak Kisraların krallıklarına son verdi.
Ömer (r.a.) devletin yararına olduğuna inandığı herhangi bir kararı aldığı zaman, bir grup Müslümanın bundan tedirgin olduğunu anlarsa, almış olduğu kararın gerekçelerini çeşitli yollarla kendilerine açıklardı. Bunun en açık örneği Halid b. Velid'i bütün görevlerinden azletmesidir. Halid ile çalışan Müslümanların bu karardan rahatsız olduklarını hissedince El-Cabiye'de halkın karşısına çıktı ve şunları söyledi:
“Halid b. Velid'i azlettiğim için sizlere özrümü beyan ediyorum. Ben ona bu malı fakir muhacirler için saklamasını emretmiştim. Ama o bu malları şereflilere, güçlülere ve lisanı kuvvetli olanlara verdi. Bu sebeple Ebu Ubeyde'ye görevi üstlenmesi için emrettim.” Ancak bu sözler karşı çıkan Müslümanları ikna etmedi. Ebu Amir b. Hafs b. el-Mugîre kendisine şöyle söyledi:
“Vallahi ya Ömer, söylediğin özür, özür değildir. Sen Resulullah'ın tayin ettiği valiyi azlettin. Resulullah'ın kaldırdığı sancağı indirdin, Allah'ın çektiği kılıcı kınına koydun. Sen akrabalığı kestin. Amca oğlunu kıskandın!” Ömer (r.a.) şöyle cevap verdi:
“Sen ona çok yakınsın. Yaşın da küçük. Amca oğlun için sinirlisin.”
Sağ duyulu, geleceği düşünen Ömer (r.a.)'in almış olduğu kararla İslâm ve Arap kamuoyuna yapmış olduğu etkiyi hafifletmesi gerekiyordu. Mısır'a, Yemen'e, Irak'a, Şam'a, Ürdün'e, Filistin'e ve Suriye'ye gönderdiği yazıda şöyle diyordu:
“Ben, Halîd'e olan kızgınlığım sebebiyle veya ihanette bulunduğu için görevinden almadım. Fakat o, elde ettiği başarılarla halkın aklını başından aldı.”
Halkın ona fazla güvenip Allah tarafından imtihana çekilmelerinden korktum, Herşeyi yapanın Allah olduğunu bilmelerini istedim. Ömer b. Haltab'ın bu davranışı, devlet idaresindeki maharetini, liderlikteki
Yeteneğini gösteriyordu. Almış olduğu kararlara karşı hiç kimsenin, hatta Halid b. Velid’in bile isyan etmeyeceğini biliyordu. Buna rağmen kamuoyunu tatmin etme ihtiyacını duydu. İdare ve politika adamlarının daha kısa bir süre önce kavradıkları bu durumu Ömer daha o zaman uygulamış, kamuoyuna ters düşen büyük ve önemli kararlar hakkında halka açıklama yapma ihtiyacını duymuştu.
[1] Sâf: 61/1-3.
[2] Mâide: 5/50.
[3] Ahzab: 33/56.
[4] Mâide: 5/119.
[5] Kızıl Deniz'in doğusunda kalan Arap ülkeleri.
[6] Bu madde aşağıdaki anayasalarda zikredildi:
Mısır Arap Cumhuriyeti:
1956 tarihli anayasanın 3. maddesi.
Birleşik Arap
Cumhuriyeti'nin 1964 tarihli geçici anayasasının 5. maddesi.
Birleşik Arap
Cumhuriyeti'nin 1971 tarihli daimî anayasasının 2. maddesi.
Irak Cumhuriyeti'nin
1964 tarihli geçici anayasasının 3. maddesi ve 1970 tarihli geçici anayasasının
4. maddesi.
Fas Krallığı'nın 1972
tarihli anayasasının 6. bölümü.
Kuveyt'in 1962 tarihli
anayasasının 2. maddesi.
Ürdün Haşimi
Krallığı'nın 1952 tarihli anayasasının 2. maddesi.
Tunus Cumhuriyeti'niu
1952 tarihli anayasasının 1. bölümü.
Libya Krallığı'nın 1963
tarihli anayasasının 5. maddesi.
Suriye Arap Cumhuriyeti
1950 tarihli anayasasının 3. maddesi "Cumhurbaşkam'nın dini İslâm'dır".
Ancak şu anda 1973 tarihli yeni anayasada böyle bir madde yoktur.
[7] Bununla beraber bu konuyu "Dünya Devrimleri ve 23
Temmuz Devrimi", "Devrim ve Din" başlığı altındaki eserimizde
teorik açıdan etüd etmiştik. Bu konuda en önemli teorik delilleri Artıştık.
Aynı madde Libya
Cumhuriyeti anayasasında da zikredildi.
Cezayir Cumhuriyeti'nin
geçici anayasasının 4. maddesi.
Birleşik Arap
Emirlikleri anayasasının 7. maddesi.
Demokratik Sudan
Cumhuriyeti'nin 1973 tarihli anayasasının 16. maddesi.
[8] Ömer b. Hattab hakkında eski ve yeni eserler oldukça
fazladır. Bunlardan bazıları şunlardır:
A- Eski kaynak
eserler:
a) Tarih-i
Taberî
b) Es-Sire
En-Nebeviye: İbn Hişam.
c) Sire Ömer
b. El-Hattab: İbn el-Cevzi
d)
Tabakatü'l-Kübra: İbn Saad
e)
Fütuhu'l-Büklan: Belâzurî
f)
Tarihül-Hulefa: Suyutî
g)
En-Nücumü'z-Zahire: İbn Teğridi
B- Yeni kaynak
eserler:
a) Dr.
Muhammed Hüseyin Heykel'in dizi eserleri:
1) Hayat-ı
Muhammed (s.a.v.)
2) EbÛ Bekir
es-Sıddık
3) El-Faruk
Ömer (iki cilt)
b)
El-Ebkeriyat: Abbas Mahmud el-Akkad
c) Ekhbar
Ömer: Tantavî
d) Dr.
Muhammed Beltaci'nin Kahire Üniversitesi, Darül-Ulûm Fakültesi öğretim üyesi,
doktora tezi (Menhec Ömer b. el-Uattab fi et-teşri')
e) İhtisas
telifleri dışında sınırlı olarak işlediğimiz mevzuu ihtiva eden en meşhur
eserlerden bazıları:
1-
Ahkâmü's-Sultaniye: Maverdî
2- EI-Harac: İbn
Yusuf
3- Mukaddime:
İbn Haldun.
[9] El-Faruk Ömer: Dr. M. Hüseyin Heykel, 1. cilt, s. 1,
1963.
Ancak bazı Arap
anayasaları, halkın hayatında İslâm hukukunun rolünü ibraz edip vurgulayarak
buna bazı hükümleri ilâve etmişlerdir kî bazıları şöyledir:
Irak Cumhuriyetinin
1964 tarihli geçici anayasasının 1. maddesi. Irak Cumhuriyeti Sosyalist
Demokratik bir devlettir. Demokrasisini ve sosyalizmini Arap kültürü ve İslâm
ruhunun temellerinden alır.
Kuveyt Devleti
anayasasının 2. maddesi, "İslâm hukuku, (kanun çıkarma) yasama organının
esas kaynağıdır."
Suriye Arap
Cumhuriyeti'nin 1950 tarihli anayasasının 3. maddesi. "İslâm hukuku,
yasama organının esas kaynağıdır."
Birleşik Arap
Cumhuriyeti anayasasının 6. maddesi Birleşik Arap Cumhuriyeti ruhî değerleri
vurgulayıp İslâm hukukunu yasama organının esas kaynağı olarak kabul eder.
Mısır Arap Cumhuriyeti
anayasasının 2. maddesi "Devletin dini, islâm'dır, resmî dili Arapça'dır,
İslâm hukuku prensipleri yasama organının esas kaynağıdır."
Birleşik Arap
Emirlikleri anayasasının 7. maddesi "İslâm, Birleşik Emirlikler'in resmî
dinidir, İslâm hukuku yasama organının esas kaynağıdır."
Demokratik Sudan
Cumhuriyeti'nin 1973 tarihli anayasasının 9. maddesi "Yasama organının
başlıca kaynakları: İslâm hukuku ve örftür, Müslüman olmayanların şahsî halleri
özel kanuna tabidir.”
Suriye Arap Cumhuriyeti
1972 tarihli anayasasının 3. maddesi "İslâm hukuku, yasama organının esas
kaynağıdır."
Yemen Demokratik Halk
Cumhuriyeti anayasasının 46. maddesi "Devletin dini islâm'dır. Başka dinlere
itikat etmek (inanmak) kanunen teminat altına alınmıştır.
Bilindiği gibi, Arap
anayasaları içinde Marksist düşünceyi benimseyen tek anayasa budur. 7.
maddesinde çalışan halk gücü birliği hakkında şöyle der: Çalışan tabakanın
tarihteki rolü büyüdükçe neticede toplumda sınıf liderliğini oluşturur.
Demokratik halk gücü birliği, kendisine düzenli ve sistemli tabir bulup millî
cepheyi oluşturur. Millî cephe sisteminin halk arasındaki siyasî çalışması,
bilimsel sosyalizm esaslarına göre idare edilir." Bilimsel Sosyalizm,
Marksizm'in ebedî isimlendirilmesi tabiridir.
[10] Amme idaresi İlminin Prensipleri, Kahire 1970. Prof.
Dr. Süleyman Muhammed et-Temmavî.
[11] Öyle ki bu uzun boyu başkalarının rüyalarına bile
girerdi. İbn Saad'ın "Et-Tabakat" adlı eserindeki rivayete göre: Avf
b. Malik rüyasında tüm insanların yüksek bir yere toplandığını gördü.
Aralarında üç kol boyu kadar bu insanlardan yüksek biri vardı. Bu kişi kim diye
sorulduğunda, Ömer bin Hattab'dır denildi.
[12] Sinirlendiği zaman veya herhangi bir hususta kendisine
beklenmedik bir şey sorulduğunda sakalının alt ve uzun kısmını büker veya
ağzına alır, Üfürürdü. Abdullah b. Zübeyr'in rivayetine göre: Çölden bîr adam,
Ömer b. Hattab'a geldi ve şöyle söyledi:
“Ya Emire'l-Mü'minin!
Cahiliyette memleketimiz için savaştık, daha sonra da İslâm'a girdik, şimdi de
bu toprakları bizden alıkoyuyorsunuz.” Ömer sakalını bükerek üfledi:
Bu konuşma Ömer
(r.a.)'in himaye ettiği toprağa işaret ediyordu. Bu topraklan fakir Müsümanlara
tahsis edip zenginlere haram kılmıştı. Konuyu ileride daha ayrıntılı bir
şekilde ele alacağız.
[13] A'rabi, bedevi anlamına gelir. Arap asıllı olabileceği
gibi, Mevali de olabilir. Arap ise köylerde ve şehirlerde yaşayıp nesebi belli
olan kişilere denk. A'rabiler, çöllerde ve sahralarda yaşayan Araplar veya
Mevalilerdir. Yani Acem olup Mevali edinilenlerdir.
[14] İbn'ül-Cevzî'den rivayet edilmiştir.
[15] İbn Asâkir ve diğerleri.
[16] Kasas: 28/26. Er-Riyad en-Nedire ve Tarih-i Taberi. Ömer,
yaşlılığının sonucu olarak fizikî gücü zayıflayınca, halkın alıştığı eski
maharetiyle hizmet edemeyeceğini anlar, son haccında Allah'a şöyle yalvarır:
“Ya Rabbi! Yaşını
ilerledi, gücüm zayıfladı, tebaam her tarafa yayıldı. Beni helak etmeden canımı
al. Ya Rabbi! Yolunda bana şehadeti nasip eyle. Resulünün şehrinde canımı al.”
Zilhicce ayında vurularak şehid edildi.
[17] Tevbe: 9/80.
[18] Tevbe: 9/84.
[19] Kendisi İbn Adîy İbn Kaab kabilesindendi.
[20] İbrahim: 14/36.
[21] Maide: 5/118.
[22] Nuh: 71/2.
[23] Yunus: 10/88.
[24] Tevbe: 9/128.
[25] Tevbe: 9/128.
[26] Abbas Mahmud el-Akkad, zikrettiğim eserinde bu konuda
şunları söyler:
“İşte bu takdire lâyık
olan deha ile ayıplamalara lâyık deha arasındaki kesin sınırın ayırımıdır.
Başka bir ifadeyle, doğru anlamak ile çirkin kötülük arasındaki farktır. Zekâ
vardır, insan tabiatındakı kötülükleri bildiğinden kuşku duyulur. Bunun aksine
zekâ vardır ki, kötü hisler beslediğinden kuşkuludur. Bu iki zekâ arasındaki
fark çok büyüktür. Bu fark iyilikle kötülük, takdire değer ile ayıplanmaya
lâyık arasındaki fark gibidir. Birinci zekâ iyi kavramadır, ikinci zekâ adı
ahlâktır. Ömer, birinci anlamdaki zekâ sahibi olup kandırmaktan veya başkası
tarafından kandırılmaktan masun idi. İşte bu onda eksik olmayan yön olup en
yüksek mertebeyi teşkil eder.
[27] İslâm anayasasının başlıca kaynakları şunlardır:
I. Asıl
kaynaklar:
a) Kur'an-ı
Kerim,
b)
Peygamber'in sünneti,
c) İcma',
d) Kıyas.
II. Tabi olan
kaynaklar:
a) İslâm'dan
önceki anayasalar, (semavî kitaplar),
b) Sed
el-Zeraîi,
c) Sahabilerin
sözleri,
d) El-İstihsan,
e) El-İstishab,
f) Örf.
[28] Nur: 24/58.
[29] Vakıa: 56/13-14.
[30] Vakıa: 56/39-40.
[31] Bu anlamda Abbas Mahmud el-Akkad adı geçen eserinde
şöyle der:
"Ömer b. Hattab
adil idi. Çünkü kabilesi olan Benî Adiy, akrabaları Benî Abdüşşems'ten zulüm
tadını tatmışlardı. Kendileri 'Benî Adiy' savaşlarında çok şiddetliydiler. Bu
sebeple kendilerine "kan çanağı" unvanı verilmişti. Akrabalarına
kıyasla sayıları az olduğundan yenilmişlerdi. Kendilerinde güçlü olan mazlumun
zalime karşı nefreti, talim etlikleri adalet sevgisi yerleşmişti. Bununla Ömer'i
kastediyoruz."
[32] Undan ve yağdan veya undan ve sütten yapılan çorba.
[33] Ömer’e Resulullah ve diğer sahabiler "Ebu
Abdullah" veya "Ebu Hafta" diye hitab ederlerdi, Abdullah en
büyük oğludur. Hafsa ise mü'minlerin annesi, Resulullah'ın eşi ve Ömer'in kızıdır.
[34] Rivayetten daha sonra Ömer'in kıbleye dönerek şöyle
söylediği anlaşılmaktadır:
"Allah'ım sana
hamdolsun ki, canımı almadan Ebu Süfyan'a galip geldim. Onu İslâm'la zelil kıldım."
Ebu Süfyan da kıbleye dönerek şöyle der:
"Allah'ım sana
hamdolsun ki, İslâm'ı kalbime yerleştirdin de bu minnetle Ömer'e zelil
olmadım."
[35] Kelime manası iddia etmektir, İslâm'dan önce kadın
köleden doğan çocuğu, köle sahibinden başkası da iddia etseydi çocuk sahibine
İstilhak ederdi. Çünkü iddia eden diğer şahıs zanidir.
[36] El-Faruk Ömer; Muhanuned Hüseyin Heykel C.l, s. 35.
[37] El-Faruk Ömer: Muhammed Hüseyin Heykel, s. 35.
[38] Ekbar Ömer lil Tantavi an "Ömer el edib"
başlığı altında s. 284. Ve hutbelerinden Örnekler: s. 269. Mektuplarından
örnekler: s. 284. Ve antlaşmaları: s. 298. Ve vasiyetleri: s. 303.
[39] Kifaf: Arapça'da fazla veya eksik olmayıp sadece
ihtiyaca yetecek kadar olan nafakaya denir.
[40] İbnu'l-Cevzi rivayet etti, el-Tantaviyan eserinde
işarette bulundu. Bilmiyoruz şayet gerçekse akrabalarına ve yakınlarına
beytülmalden vermek onlara müstehak olan kişilerin dışında gerçekleşmiş ise bu
durum nasıl Allah'a yaklaşmak için olur? Meşru olan hakların verilmesiyle durum
nasıl Allah'a yaklaşmak için olur? Meşru olan hakların verilmesiyle iktifa
ediliyorsa hu da taksim etmeden önce sağlıklı değildir. Göreceğimiz gibi Ömer
(r.a.)'in yaptığı da buydu.
[41] Bazı rivayetlere göre Ömer b. Hattab vurulduktan sonra
halife seçmek istediğinde buyurdu kî:
“Şayet bu Ecleh olursa
(kastettiği Ali b. Ebi Talib idi) onlara yol gösterir. (Rehber olur.)” Oğlu
Abdullah da kendisine şöyle der:
“Ey mü'minlerin emiri!
Ona halifeliği bırakmanızı engelleyen şey nedir?” Ömer (r.a.) şöyle cevap
verir:
“Hem hayattayken hem de
ölürken bu yükü yüklenmekten ikrah ederim.” Ancak bu rivayeti inkar edenler den
vardır. Onlara göre bu rivayet siyasî amaçlar için ilâve edilmiştir.
[42] İsra: 17/16.
[43] Ahkaf: 46/20.
[44] Ahkaf: 46/20.
[45] Rivayete göre, kendisine içinde taze et olmayan bir
tabak getirildi. Ömer (r.a.) onu yerken yoruluyordu. El Eş’as İbn Kays
kendisine sordu:
“Ey mü’minlerin emiri!
Emrederseniz, bu etin üzerine biraz yağ koyalım, pişinceye kadar kaynatalım. O
zaman daha güzel olur.” Ömer (r.a.) başını kaldırdı, elleriyle el-Eş’as b.
Kays'ın göğsüne vurarak şunları söyledi:
“İki katık bir arada
asla olmaz. Ben iki arkadaşımı buldum ve onlarla arkadaşlık yaptım. Onala
muhalif hareket etmekten korkarım. Onlar bana muhalif olurlarsa, inecekleri
yere birlikte inemem.” (Kastedilen iki arkadaş, Resulullah ve Ebu Bekir'dir.)
[46] Buna benzer bir rivayete göre Ömer b. Hattab, Cabir b.
Abdullah'ı gördü. Cabir'in elinde satın almış olduğu et vardı. Ömer Cabir'e
"Elindeki nedir ya
Cabir?" diye sordu. Cabir şöyle cevap verdi:
“Canım et istedi, gidip
satın aldım.” Ömer (r.a.) sordu:
“Canının istediği her
şeyi satın alır mısın ya Cabir?”
[47] Et-Tantaviyan'ın derlemelerinden.
[48] Araf: 7/32.
[49] Mü'minun: 23/51.
[50] Bu anlamda Abbas Mahmud el-Akkad adı geçen eserinde
şöyle demektedir: "Onun beytülmalden aldığı nafakasına yetecek kadardı.
Diğer müslümanlar için ise isledikleri yemekler onlar için helâldi. Ömer
(r.a.)'in adaleti, metaneti, güçlü ve kuvvetli yapısı için ihtiyacı olmadığı
herhangi bir şeyi beytülmalden alması kendisi için yasaktı. Bu yasaklılık hali
Resulullah (s.a.v.)’ın sahabisi olması hasebiyle daha artıyordu. Resulullah
(s.a.v.)'ın evinde nasıl yediğini, midisini ve ehlini hangi elbiselerle
giydirdiğini biliyordu. Dolayısıyla Peygamberinin yaptıklarına ters düşecek
şekilde hareket etmesi kendisine yasaktı. Valilerine gelince, bütün Müslümanlar
için caiz olan şeyler onlara da serbestti. İsraf ettikleri zaman onları
azarladığı gibi, cimri davrandıklarını gördüğü zaman da ikaz ederdi.
[51] Bir rivayete göre Ömer (r.a.) ata binince hayvan
oynamaya, başını hareket ettirmeye başlamıştı. Ömer (r.a.) bundan rahatsız
olmuştu. Attan indikten sonra elbisesiyle yüzüne vurarak:
“Sana bu kibri (gururu)
öğreteni Allah kabih (çirkin) eylesin,” demişti.
[52] Bunları bile Ömer (r.a.) çok dar sınırlar içinde
harcıyordu. Abdullah b. Amr İbn Ebi Rebia (r.a.) der ki:
"Ömer b. Hattab'la
birlikte Medine'den Mekke'ye hacca gittik. Daha sonra beraber geri döndük. Bu
yolculuk esnasında hiçbir yerde çadır açmadı. Gölgelik olarak altında oturacak
bir şeyi de yoktu. Bir deri veya elbise parçasını bir ağacın üzerine atar,
gölgesine otururdu." Yesar b. Numeyr der ki:
"Ömer bana sordu:
“Bu hacda ne kadar
harcadık?” Onbeş dinar, cevabını verdim. Ömer (r.a.),
"İsraf ettik bu
maldan" dedi.
[53] Savaşmadan ve ateşkes zamanında müşriklerden
Müslümanlara cizye ve haraç şeklinde verilen mala denir.
[54] İçki içme, hırsızlık yapma, dinden çıkma, zina yapma,
Allah'a, peygamberlerine ve meleklerine küfretme, oruç ve namazı terk etme
gibi suçlara uygulanan cezadır...
[55] Bu, hiç de garipsenecek bir olay değildir. Çünkü
ileride de göreceğimiz gibi, valilerin haberlerini Ömer (r.a.)'e getiren casuslar
vardı.
[56] Mahkûm, idare edilenlere denir. Hâkim otorile sahibi
olup insanları idare eden kişidir. Bu bir devlet başkanı olabildiği gibi, düşük
seviyedeki bir memur da olabilir.
[57] Ömer b. Hattab (r.a.), hutbelerinin birinde şu
prensibi çok açık bir şekilde ilân etmişti:
"İçinde bulunduğum
sürece bana verilen emanetten ben sorumluyum. Allah'ın izniyle bana gelen
davaya, mes'eleye bakması kimseye vekâlet vermeyip kendim bakarım. Halk içinde
nasihat ehli ve güvenilir kişilerin halka nasihat etmeleriyle yüküm
hafifleyebilir. Onlardan başka hiç kimseye bu emaneti Allah'ın izniyle
vermeyeceğim."
[58] Nisa: 4/66.
[59] Hud:11/88.
[60] Diğer rivayetlere göre adamın halifeye şöyle söylediği
zikredilir:
“Ey mü'minlerin emiri!
Medine'ye şimdi geldik. Nerede konaklayacağımızı istişare ediyorduk.” Ömer
(r.a.) asasını adama verir ve kendisine der ki:
“Ya Abdullah! (Ey
Allah'ın kulu), benden kısasını al. (Ben sana nasıl vurduysam sen de bana öyle
vur.)” Adam der ki:
“Senin olsun, ey
mü'minlerin emiri!”
[61] Muhammed Hüseyin Heykel "El-Faruk Ömer"
isimli eserinde der ki: Bu isimlendirmenin sebebi, toprağın renginin
siyahlanarak kül gibi olmasıdır. "Er-Rimad" Arapçada felâket anlamına
geldiğinden, bu sebeple bu yıla "Rimade yılı" denilmiştir.
[62] Ömer b. Hattab'ın teni oldukça beyazdı. O kadar ki
alçı beyazlığına benziyordu. (El-Mearif / İbn Kuteybe).
[63] Kanaatimize göre adalet mutlak eşitlikanlamına gelmaz.
Mutlak eşitlik kişinin devlete karşı, devletin de kişiye karşı ifa etmesi
gereken hak ve ödevlerde ancak mümkün olur. Devlet tüm vatandaşlarının malını,
canını, ırzını korumakla yükümlü olupkişiye kamu hizmetinde görev verme, din ve
vicdan hürriyetini sağlama, kişisel haklarını güvence altına alma gibi her
vatandaşa eşit haklar vermekle yükümlüdür. Buna karşılık kişi vergi ödeme, askerlik
görvini yerine getirme ve bir vatandaş olarak siyasi haklarını kullanmak
zorundadır. Yani mutlak eşitlik hak ve görevler de var diyebiliriz. Bu, konunun
hakim olduğu ülkelerde bulunması gereken genel bir kaidedir. Ancak her zaman
bütün herkesi -Ömer'in siresinde de görüldüğü gibi- adalet değil, adaletsizliktir.
Medain'in fethinde gördüğümüz gibi, savaşarak büyük ganimetler elde eden askere
herhangi bir askeri dağıtım zamanında eşit tutmak, ikisine de aynı hisseyi
vermek adaletsizliktir.
[64] Bu anlamda Abbas Mahmud el-Akkad şöyle demektedir:
"Devkün en uzak
köşesinden diğer en uzak köşesine kadar hac mevsiminde her şeyin gözden
geçirildiği, hesaplaşmaların yapıldığı, görüşlerin ortaya atıldığı, valilerin
ve görevlilerin hesaplarını, bölgelerdeki haberleri takdim ettiği, şikâyet
sahiplerinin gelerek şikâyet konularını arzettiği, valileri ve görevlileri
kontrol eden ve onlardan haberler
gönderen casusların geldiği bir haberleşme günüydü bu...
Bu kongre asırların en
vefalı kongresiydi. Ömer (r.a.) bunların hepsiyle müşavere yapar, onlara
görüşlerini söyler, onların görüşlerini alır, onları başkalarına dinletir ve
bütün bunlardan kastedilen görüş tecrübesini (testini) yapmak, zimmeti ifa
etmek, kötü sonuçlardan arınmış sağlam ve sağlıklı sonuçlara varmaktı."
[65] Ali İmran: 3/80.
[66] Ali İmran: 3/159.
[67] Şura: 42/38.
[68] Mehr veya sıdak: Nikâh İşlemi yapılırken erkeğin
kadına zorunlu olarak vermesi gereken mal miktarıdır. Kadına verilen bu mal
yalnızca kendisine aittir. Bu malın hepsi kadiha peşin olarak ödenebildiği gibi,
bir kısmı peşin, diğer kısmı ertelenmek suretiyle de ödenebilir. Bu durum,
bugün halk arasında yaygın olan "başlık"tan tamamen farklıdır. Çünkü
mehr kadına, kadının güvencesi için ödenen
belli miktardaki servettir. Başlık ise kadının ailesine ödenen ve islâm
hukukuna ters düşen bir ödeme şeklidir. Mehr için aranan bazı şartlar olmasına
rağmen konuyu uzatmamak için detaylarına girmeyeceğiz.
[69] Ahzab: 33/58.
[70] Enfal: 8/41.
[71] Haşr: 59/6.
[72] Haşr: 59/7.
[73] Haşr: 59/8.
[74] Haşr: 59/9.
[75] Haşr: 59/10.
[76] Serğ: Şam'da bir yerin ismi. Bir görüşe göre Serğ,
Tebük'tür. Diğer bir rivayete göre ise Tebük’e yakın bir yerdir.
[77] Hac veya umre için ihram giyen şahsa daha önce helâl
olan (avlanma, kadınla ilişkide bulunma, saçını kesme) gibi şeyler ihram
süresi içinde kişiye haramdır.
[78] Maide: 5/95.
[79] Ömer (r.a.)'in son devirlerinde, bazı Müslümanlar
aldıkları ganimetler neticesinde akıl almayacak derecede zengin olmuşlardı.
Buna ilâve olarak toplumsal sistemde anlaşmazlıklar baş göstermeye başlamıştı.
Daha sonra da göreceğimiz gibi, Farslara ve Rumlara karşı kazanılan zaferlerden
soma elde edilen bu ganimetler Ömer'in bu malların taksim edilmeleri konusunda
takip ettiği temyiz metodu bu farklı zenginliği doğurmuştu. Rivayete göre Ömer
(r.a.) şöyle diyordu:
“Şayet geçen ömrüm geri
gelseydi, (daha fazla yaşasaydun) zenginlerin artan mallarını alıp fakirlere
verirdim.”
Göreceğimiz gibi, Osman
ile Ebu Zer Gıfari'nin arasında cereyan eden bu konudaki anlaşmazlık zirveye
ulaştı. Ebu Zer Gıfari'nin Medine'den çıkarılması ve şehirden birkaç mil uzaklıktaki
Ez-Zubde'de oturması ve orada vefat etmesiyle bu anlaşmazlık son bulur.
[80] A'raf: 7/199.
[81] Kehf: Dağdaki mağaraya denir, ancak burada ismi geçen
mağara, bildiklerimizden daha büyük ve daha geniştir.
[82] İbn Mesleme (r.a.) Mısır'a giderek Amr b. As (r.a.)'ın
mallarını taksim etti. Bu durum Amr'i incitti ve ona ağır geldi. İbn Mesleme'ye
şöyle söyledi:
“Bir zamanlar İbn
Henteme'ye (Ömer r.a.'i kastediyor. Henteme annesinin ismidir) bu muameleyi
yapmıştık. O zaman, zaman kötüydü. O zaman El-As, ipek ve yünden örülmüş elbiseler
giyerdi.” İbn Mesleme şöyle cevap verdi:
“Bu nefret ettıgin İbn
Henteme'nin şayet zamanı olmasaydı, evinin avlusunda keçileri topladığında
onların sayılarının çok olması seni sevindirir, azalmaları ise üzerdi.” Dahi
Amr b. As dedi ki:
“Bu söylediğimi Ömer'e
söylemeyeceğine dair Allah adına yemin et. Meclislerde konuşulanlar emanettir!”
İbn Mesleme şu cevabı verdi:
“Ömer (r.a.) hayatta
olduğu müddetçe aramızda geçenlerden bir şey söylemeyeceğim.”
[83] Hucurat: 49/12.
[84] Bakara: 2/189.
[85] Nur: 24/27.
[86] Ömer (r.a.), Resulullah (s.a.v.)'ın vefat ettiği
haberini duyunca kılıcını çeker ve der ki:
“Kim Muhammed (s.a.v.)
vefat etti derse kafasını keserim.” Bunu duyan Ebu Bekir (r.a.) halka şöyle
seslenir:
“Ey insanlar! İçinizde
kim Muhammed'e tapıyorsa, bilsin ki Muhammed vefat etmiştir. Kim Allah’a tapıyorsa
bilsin ki, Allah gerçekten, diridir, ölmemiştir. Bunun üzerine Ömer şokun etkisinden
kurtulur.
[87] Başka bir rivayete göre Ömer (r.a.) şöyle der:
"Biz öyle bir
milletiz ki, Allah bizlere İslâm'la güç ve kuvvet verdi. Ne kadar İslâm'dan
başkasını arzu edersek, Allah bizi güçsüz ve zayıf kılar." Bu, Ömer'in ne
kadar feraset sahibi olduğunu ortaya koyar. Arap orduları İslâm'la
hükmettikleri sürece, Çin'den Endülüs'e kadar fetih sahalarını genişlettiler,
ilim ve adaletin sembolü haline geldiler. İslâm'dan koptukça gerileme başladı.
O kadar ki kendi topraklarında ve toplumlarında bile adalet mefhumu (kastedilen
Ömer'in ve Ömer b. Abdülaziz'in adaletidir) ortadan kayboldu. Bu, Ömer
(r.a.)'in on dört asır önce uyardığı durumun gerçekleşmesidir. Bugünkü
parçalanmalar, anlaşmazlıklar ve bir araya gelemeyişin ana sebebi, Ömer'in de
buyurduğu gibi İslâm'dan uzaklaşma ve başka sistemleri arzulamadır. İslâm'ın
hâkim olduğu dönemlerde yeryüzünün rakipsiz devletiyken bugün ondan ayrılmanın
cezası olarak aciz ve zavallı duruma düştük. Böyle giderse daha acı günler bizi
beklemektedir.
[88] Bu konuda daha çok bilgi edinmek isteyenler, acıdaki
eserlerimizden herhangi birine müracaat edebilirler:
1- Otoriteyi
Kötüye Kullanma Teorisi: Kahire, 1966.
2- İdari
Hukuk: (Adlî İdare) Birinci Kitap: Kahire, 1967.
3- Fesh
(İptal) Hukuku. İkinci Kitap: Kahire. 1967.
4- Tazminat
(Compensation) Hukuku: Kahire, 1968.
[89] Aynı anlamda başka bir hadis-i şerifte ise şöyle
buyurulmaktadır:
"Mü'minler bir vücut gibidirler. Şayet vücuttaki
bir organ rahatsız olursa, bütün vücut rahatsız olur”
[90] Ömer (r.a.) kendisine şöyle nasihat etmişti:
“Ya Sa'd! Sana
Resulullah'ın dayısı ve sahabisi denildiği zaman gaflete düşme. Allah kötülüğü
kötülükle yok etmez. Kötülüğü iyilikle yok eder. Kimsenin Allah ile arasında
itaatten başka bir ilişki yoktur. Allah'ın dininde insanların şereflileriyte
düşükleri eşittir. Onların birbirlerine karşı olan üstünlükleri güçlü
olmalarıyla ve Allah'a karşı olan itaati idrak etmeleriyle kendini
gösterir(x). Resulullah'ın mecburi tuttuğu şeye uy, sabırlı ol.
(x) Aynı anlamı ifade
eden bir hadiste Resulü Ekrem şöyle buyurmaktadır:
“Kuvvetli mü'min Allah katında zayıf mü'minden daha
faziletli ve daha hayırlıdır.”
Buradaki “kuvvetli" kelimesinden kastedilen maddî güç olduğu gibi, aynı kelime
ilmi ve serveti de içine almaktadır. Alimle cahil Allah katında bir olamayacağı
gibi, zengin mü'minle fakir mü'min de bir olmaz. Zengin mü'min servetini Allah yolunda
harcarsa, şüphesiz fakir mü'minden daha hayırlı ve daha faziletiidir. Her şeyi
en iyi bilen Allah'tır.
[91] Tarih kitapları bu halıyı şu şekilde
nitelendiriyorlar: Halının ölçüsü altmışa altmış dirsekti. gerinde resimlere
benzeyen yollar vardı. Yine üzerinde işlenmiş nehirler bulunuyordu. Kenarı
ekilmiş topraktan ve ipekten ilkbaharda yeşeren bitkiler vardı. Bitkilerin
dalları ve çiçekleri altındandı.
[92] O kadar ki Ömer (r.a.), sahabilerin ihtisas sahibi
olduklarını görüyordu. Bu sebeple bir ara Müslümanlara şöyle dedi:
"Ey insanlar!
Kur'an'la ilgili soru sormak isteyenler, Übey b. Kâ'b'a gelsinler. Miras
hakkında soru sormak isteyenler, Zeyd b. Sabit'e müracaat etsinler. Hukukla
ilgili bir şey sormak isteyenler, Muaz b. Cebel'e başvursunlar. Maliye ve iktisat
hakkında bir şey öğrenmek isteyenler ise bana gelsinler.”