YARATILIŞTA TESADÜFÜN HİSSESİ VAR MIDIR?
VAR YOK, YOK DA VAR EDİLEMEZ Mİ?
İLK İNSAN TOPRAKTAN MI YARATILMIŞ, MAYMUNDAN MI GELMİŞTİR?
Aklın Çalışma Prensibi Nasıldır?
Akıl Yaratılışı Tek Başına Kavrayabilir mi?
Evrimcilere Göre, İnsan Nasıl Yaratılmıştır?
İnsanın Atası Olarak Kabul Edilen Fosiller
Evrim Teorisi Aleyhindeki Yayınların Azlığına Sebeb Nedir?
KUR'ÂN-I KERÎM'E GÖRE İNSANIN YARATILIŞI NASILDIR?
İlk İnsan Nasıl Yaratılmıştır?
Hz. İSA (AS) VE BABASIZ DOĞUŞ!
BİR ATADAN GELDİĞİMİZ HALDE, FARKLI RENKLER VE IRKLAR NASIL ORTAYA ÇIKTI?
HZ. ÂDEM (AS) VE HZ. HAVVA'DA AYNI KAN GRUBU OLDUĞU HALDE BUGÜNKÜ DÖRT KAN GRUBU NASIL ORTAYA ÇIKTI?
İNSANLIK MEDENİYETLE Mİ, YOKSA VAHŞETLE Mİ BAŞLADI?
İSLÂM ÂLİMLERİNİN EVRİM GÖRÜŞÜ
Şartların Te'siri ve Terbiye Faktörü
SEMA VAT VE ARZ YEDİ TABAKA MIDIR?
Meteorolojik Hâdiselerin Tesbiti
DÜNYA ÖKÜZLE BALIĞIN ÜSTÜNDE MİDİR?
Bitkilerle Hayvanlar Arasındaki Münasebet
Büyük Balık Küçük Balığı Yutmasa Ne Olurdu?
Biyolojik Mücadele mi, Yoksa İlâhî Denge mi?
Hep Kuvvetliler Kazansaydı Ne Olurdu?
Rızık Herkese Eşit Miktarda mı Veriliyor?
FENNİ KEŞİFLER KUR'ÂN-I KERİMDE VAR MIDIR?
Fennî İcadlar Kur'ân'da Niçin Açık Değildir?
Fen ve İcadlara Kur'ân'da "İşaret" Vardır
PEYGAMBERLER İNSANLIĞA TEKNİKTE NASIL ÖNDER OLMUŞLARDIR?
ALIŞKANLIK YAPAN ZARARLI MADDELER NELERDİR?
İnsanı Esaret Altına Alan Maddeler
İPTİLÂ (ESARET) MEYDANA GETİREN İLÂÇLARIN GENEL ÖZELLİKLERİ
1) Fizikî Ağrıları Dîndirirler:
2) Genellikle Tolerans Sahibidirler:
3) İnsana Muvakkaten Huzur ve Zevk Verirler:
4) Bazıları Doping Etkisi Gösterirler:
5) Zaman ve Mesafe Tahminini Bozarlar:
6) Sinir Sisteminde Kısa Devreye Sebep Olurlar:
7) Böbrekler, Kalb Ve Beyin Damarlarını Daraltırlar Veya Genişletirler:
8) Bu Maddelerin Ekserisinde Renk, Koku Ve Tat Yoktur:
9) Bazıları Tütün Gibi Kullanılırlar:
GÖRMEDİĞİMİZ ALLAH'A NASIL İNANACAĞIZ?
CANSIZ MATERYALLERDEKI HÂRİKA MANTIK KİMİN ESERİ?
Cansız Materyallerdeki Mantık Kimin Eseri?
Matematik Mantığı İle Tabiat Düzeni Arasındaki Bağ
Denizlerde Mucizevî Bir Denge Var
BÜYÜK BALIKLAR KÜÇÜK BALIKLARI NİÇİN YUTAR?
Büyük Balık, Küçük Berber Balığını Neden Yemiyor?
Zehirli Kollar Arasındaki Sığmak
Gaddar Görülen Hayvanlar Dünyası
Yutmak ve Yutulmak Başıboş Bırakılmamıştır
TABİATTAKİ ÇOĞALMA TESADÜFİ MİDİR?
Sadece Yemliğin Dolu Olması Kâfi mi?
Açlık Tehlikesine Karşı Tedbir
Neslin Devamı Duygusu, Şefkatten de Üstün
Çoğalmayı Kısıtlamanın Bir Başka Yolu
Hayvanlar Arasındaki Haberleşmenin Temel Vasıtası Çıkarttıkları Seslerdir...
Diğer Hayvanlar da Şarkı Söyler
Vücudumuz Her An Milyonlarca Hastalık Mikrobun Tehdidi Altında...
Hastalığı Yenmede İki Büyük Etken: Tedaviye İnanç, İyi Olma Arzusu...
Dokularımıza Yarayı Tamir Özelliğini Kim Verdi?
Ağrı Olmasaydı, Hastalıklardan Haberimiz Olmaz; Erken Teşhis Konulamazdı.
AĞRI HİSSİ, VÜCUDUN ALARM SİSTEMİ Mİ?
Kalın Barsaklardaki Mikroplara Karşı Vücudumuzun Sigortası...
KÖR BARSAK (Appendiks) VAZİFESİZ Mİ?
Kimya ve Mühendislik Hesaplarının En İncesiyle Kurulmuş Bir Sanat Eseri: Midemiz
MİDE NEDEN KENDİNİ SİNDİRMİYOR?
Yediğimiz Gıdaların Çoğunu Mikroplar Hazırlıyor.
Duran Kalbi Çalıştırma Faaliyetleri, İnsan Ecelini Değiştirmez.
ÖLÜME MUVAKKATEN HAYAT RENGİ NASIL VERİLEBİLİR?
Kalb Ameliyatlarında, Kalbe Yapılan Masaj
400 YIL AVRUPA PİSLİK İÇİNDE YÜZDÜ (!)
Avrupa'nın 400 Yıllık Pislik Dönemi
Günümüzde Bizde ve Batı'da Temizlik
Gerçekte Avrupa, Matbaayı İslâm Dünyasından Almıştır...
MATBAA, TÜRKİYE'YE DİNÎ SEBEBLERDEN DOLAYI MI GEÇ GELDİ?
Matbaa, Batı'dan Önce İslâm Âleminde Kullanılmıştır.
Matbaacılığın Batı'da Gelişmesi
Türk Matbaacılığının Gecikme Sebebi Dini mi?
Çiçek Aşısı İngiltere'de İlk Uygulandığında, Kilise Karşı Çıkmıştı.
BATI, ÇİÇEK AŞISINI BİZDEN Mİ ÖĞRENDİ?
Çiçek Aşısı Yaptıran İlk İngiliz
İngiliz İlim ve Din Adamları Çiçek Aşısına Karşı Çıkıyor
Modern Dünyaya Müslümanlardan Miras Kalan 3 Müessese: Hastahane, Rasathane, Üniversite...
Uluğ Bey ve Semerkant Rasathanesi...
İLİMLER TARİHİNDE YER ALAN DÜNYACA ÜNLÜ MÜSLÜMAN ASTRONOM KİMDİR?
Dünyaca ünlü Semerkant Rasathanesi
Uluğ Bey'in Hazırladığı Yıldız Kataloğu
Osmanlılarda Rasathane Çalışmaları
Rasathane-i Âmire'den Kandilli Rasathanesi’ne
En Son Tarihî ve İlmî Araştırmalar Eski Tezleri Çürütüyor.
AMERİKA'YI İLK KEŞFEDENLER, MÜSLÜMANLAR MI?
Bary Fell'in Ortaya Koyduğu Gerçekler
Pirî Reisin 16. Yüzyılda Çizdiği Dünya Haritası İlim Adamlarını Şaşırtmaya Devam Ediyor
MODERN HARİTACILIĞIN ÖNCÜSÜ KİM?
Ticarî ve İdeolojik Amaçlı, Zihin Bulandıran Bir Eser: Tanrıların Arabaları...
İLK ÇAG MEDENİYETLERİNİ UZAYLILAR MI KURDU?
İsmail Cevheri, İbn-i Fernas, Hezarf en Ahmed Çelebi, Lagari Hasan Çelebi...
İLK UÇMA DENEMELERİNİ YAPAN İSLÂM ÂLİMLERİ KİMLERDİR?
Uçmak Uğruna Ölen İlk İlim Adamı: İsmail Cevheri
İlk Plânörcümüz: Hezarfen Ahmed Çelebi
İlk Füzeci: Lagari Hasan Çelebi
Atom Fiziğinde Öncü Bir İslâm Âlimi: Cabir Bin Hayyan
ATOMUN PARÇALANABİLECEĞİNİ İLK OLARAK ORTAYA KİM ATTI?
Doğumunun 1.000. yılı dünyada İbn-î Sina yılı ilan edildi
BATI'YA YÜZLERCE YIL ÜSTADLIK EDEN İSLÂM BİLGİNİ KİM?
Tıp Sahasındaki Bazı Buluşları
İbn-i Sina'nın Batı'daki Te'siri
Pastör'den 4 Asır Önce, Akşemseddin Mikroptan Bahsetmişti...
Osmanlı Devleti'nde Mikropla Mücadele Çalışmaları
Pastör Enstitüsü'ne En Büyük Yardımı Sultan II. Abdülhamid Yapmıştı
Beyrunî'den Kopernik ve Galile'ye...
DÜNYANIN DÖNDÜĞÜNÜ KOPERNİK'TEN 500 YIL ÖNCE KİM SÖYLEMİŞTİ?
Kopernik Fikrini 30 Yıl Sakladı
Dünya Dönüyor Dediği İçin Engizisyona Çıkan İtalyan Bilgin: Galile
İslâm, Yeni Buluşlara Karşı Değil
İLK ROKETİ, İLK TELGRAF HATTINI, İLK DENİZALTIYÎ KİM KULLANDI?
Peygamberimiz İstikbalde Ortaya Çıkacak Meselelere de Işık Tutmuştur.
KUTUPLARDA NAMAZ VE ORUÇ NASIL YERİNE GETİRİLİR?
Kuran da, İkindi Namazından Bahsedilmesindeki Sır...
Çok Yeme Hastalığı ve Oruçla Tedavi
ÇOK YEMENİN ZARARLARI NELERDİR?
Çok Yeme Fikri, Gıda Sanayicilerin Propagandasıdır
Canlılar Alemindeki Harikuladelikler, Ona Basit Bir İsim Takmakla Anlaşılmaz
Geçmişte ve Günümüzde İnsanları İnkâra Düşüren Sebepler Aynı..
İNSANLAR İMANİ KONULARDA NASIL ALDANIYORLAR?
Bir Cehalet Sebebi: Taassup ve Taklid
3- Duygu Yanılmaları ve Yanlış Değerlendirmeler (İnhiraf)
Allah'ın Ezeli Oluşunu Aklına Sığıştıramıyanlar Maddeye Ezeliyet Veriyorlar...
Almanya'da İslâm Hayranlığı Büyük Dahi Goethe İle Başladı
İnsan Beden ve Ruhtan Meydana Gelir.
RUH'UN VARLIĞINA DELİLLER NELERDİR?
Yaşanan Olaylar - Doğru Bilinen Yanlışlar
1- Peygamberlerin ve Velîlerin Ruhları:
3- Günahkâr Mü'minlerin Ruhları:
TENASÜH VE REENKARNASYON HURAFE Mİ, GERÇEK Mİ?
Eskimiş ve Çürütülmüş Bir Teori: Psikanaliz ve Freudçuluk...
FREUDÇULUK NEDİR, İLMÎ GEÇERLİLİĞİ VAR MIDIR?
Freud'un Tedavi Yöntemi, Yerini Modern Yöntemlere Terkediyor...
Psikanaliz Kimlere Yapılabilir?
Öğrencileri Freud'un Görüşlerine Karşı Çıktılar
FREUD'A KARŞI ÇIKAN BİLİM ADAMLARI KİMLER?
Mukaddessizlerin Dîni: Hedonizm
Hedonizm, Bir Azınlık Felsefesidir...
Zevkçi Anlayış, Çalışma Şevkini Öldürür, Aile Müessesesini Yıkar...
Nefsin İstekleri Ayrı, Ruhun İstekleri Ayrı...
DÜNYÂYI ALDATAN İLÎM ADAMLARI KİMLER?
2. A. Schopenhauer (1788-1860)
3. Frıedrıch Hegel (1770 1831)
4. John Stuart Mıll (1806-1873)
5. Herbert Spencer (1820-1903)
İnsanı Diğer Canlılardan Ayıran Önemli Bir Özelliği: Gözyaşı Dökmek.
AĞLAMAK ZARARLI MI, FAYDALI MI?
İnsan Avucunun İçinde, Koruyucu Bakteriler Var...
TUVALETTEN SONRA EN İYİ TEMİZLİK NASIL YAPILIR?
TÜKRÜK NEDİR, FAYDALARI NELERDİR?
İslâm'ın Koyduğu İnsanî Hedeflere, Batılılar Asırlar Sonra Ulaşabildiler
İSLAM'IN İNSANA VERDİĞİ TEMEL HAKLAR NELERDİR?
İslâm'dan Önce Dünya'nın Durumu
İslâm'ın İnsanlığa Getirdiği Temel Hak Ve Hürriyetler
Asr-ı Saadetten İbretli Bir Misal:
Kuranda, Tevrat'ta ve İncil'de Yer Alan Bir Mucize:
Sabah'ta Yayınlanan Bir Mektup
Allah, Geceyi Dinlenme Zamanı Yapmış...
GECE VARDİYASI İNSAN SAĞLIĞINA UYGUN MU?
Kaybetmeden Kıymetini Bilemediğimiz Azalarımız
VÜCUTTA SUNİ ORGAN, UZUV VE DOKULAR KULLANILABİLİR Mİ?
Alman İlim Adamlarının İnanılmaz Başarısı
Arılardan Askeri Güç Olarak İstifade Edilebilir mi?
Yaprak Dökümünü Basit Bir Olay Sayar Geçeriz, Ama Gerçek Öyle mi?
Kuranın Haber Verdiği İlmî Bir Mucize:
SU SESİNİN VE YAŞ HURMANIN DOĞUMU KOLAYLAŞTIRICI TESİRİ Mİ VAR?
Peygamberimizin Gelecekten Verdiği Bir Haber Daha Gerçek Oldu:
AVRUPALILARA GÖRE ÇOCUK MU ÖNEMLİ, KÖPEK Mİ?..
SAKATLIK, HASTALIK VE MUSİBETLERDE NE GİBİ HİKMETLER VAR?
Cezalar Hem Suç Meylini Kırmalı, Hem de Suçluyu Islah Etmeli
İSLAM'A GÖRE SUÇLU NİÇİN CEZALANDIRILIR?
Yanlış Yorumlanan Bir Hadîs-î Şerîf
CEMİYETTE GÖRÜLEN KÖTÜLÜKLERİ DEVLET Mİ ÖNLER, FERT Mİ?
Zalim İdarecilere Karşı, Müslümanlar Nasıl Davranacak?
İsyan Etmemek Zulme Razı Olmak Değildir
Devlet Reisi Allah'a İsyanı Emrederse...
Hapishane Hücresinde Hayalî Bir Sohbet
İNSAN NEFSİNE Mİ HİZMET ETMELİ, YOKSA HAKKA VE İNSANLIĞA MI?..
Kadınla Erkek: İki Farklı Ruh Dünyası...
Kadın Neden Başkası İçin Yaşar?
Kadının Mutluluğu Erkeğin Terbiyesine Bağlı
Erkeğin Kadına Üstün Olduğu Bir Cihet...
KADIN, BELLİ BİR YAŞTAN SONRA NEDEN ÇOCUK SAHİBİ OLAMIYOR?
Erkekte "O Benimdir"; Kadında İse "Ben Onunum" Duygusu Hakimdir.
NİÇİN KADININ ÇOK ERKEKLE EVLENME HAKKI YOK?
Kuran, Kadını Gözardı Etmemiştir
KUR'AN'DA HİTAPLAR GENELLİKLE NİÇİN ERKEKLEREDİR?
Şeytana Tapan İnsanları Aldatan Sır...
ONCA İNSANI YOLDAN ÇIKARDIĞINA GÖRE ŞEYTAN ÇOK MU GÜÇLÜ?
Kalp Üzerinde Melek-Şeytan Savaşı
Şeytanın Vesveselerinden ve Şerrinden Kurtulmak Nasıl Mümkün Olur?
Şeytanın İnsana Vesvese Yolları
Bir Amerikalı Gözüyle Gusül Abdesti...
GUSÜL ABDESTİ CİNSÎ HAYATA NE KAZANDIRIR?
Namaz, Kollektif Bir İbadettir.
Hayatı Veren de, Geri Alan da Allah'tır...
İSLÂM'DA İNTİHAR NİYE GÜNAHTIR?
Allah'ın Kuddüs İsmi, Kâinatın ve Mahlûkatın Temizliğini Gerektirir
TEMİZLİK NİÇİN İMANDAN SAYILMIŞTIR?
Unesco Temsilcisini Hayran Bırakan Kitap
İSLÂM'IN, SAĞLIK VE TEMİZLİK KONUSUNDA HRISTİYANLIKTAN FARKI NEDİR?
Tabiatın Dengesinin Sağlanmasında Yılanların Rolü...
YILANLAR TABİATIN ÇEVRECİLERİ Mİ?
HAYVANLAR DEPREMİ ÖNCEDEN NASIL HİSSEDER?
İnsan neyi merak etmez ki... Atom ve hücreyi merak ettiği gibi, galaksilerin de yapılarını öğrenmek ister. Yerin içini, kendi varlığının mahiyetini de tanımayı arzu eder. Kısaca insan, kâinatın yapısını ve vazifesini merak eder. Zaten ilmî ilerlemelerin de zenbereği bu merak hissi değil midir? Bundandır ki, "Merak ilmin hocasıdır" sözü darb-ı mesel haline gelmiştir.
Her şeyi merak eden ve onların mahiyetlerini tanımak isteyen insanın, bu kâinat ummanından, kısa bir ömürde öğrenebilecekleri çok mahduttur, sınırlıdır.
On dakikalığına Topkapı Sarayına girdiğinizi düşünün. Elbette bu zamanı çok iyi değerlendirmek mecburiyetindesiniz.
O halde, dünyayı tanımak için, kâinatın yaşına nisbeten bundan daha kısa bir zamana sahip bulunan insan, bu vaktin kıymetini bilip, kendisine her iki dünyada da çok yarayacak olanları tetkik etmeye çalışacaktır.
Bilhassa çevresindekilerin mahiyetini yeni tanımaya başlayan gençlerin, merak edip çözemedikleri problemler çok daha değişiktir. Meselelere yaklaşma açıları bir hayli farklılık arzedebiliyor. Problemleri çözümde bazen his ön plâna geçiyor. Ve böyle bir hisle hem dünya ve hem de âhiret hayatlarını mahvedebilecek kararlar verebiliyorlar.
Onların en çok merak edip çözmekte güçlük çektikleri problemleri bilmek istedik. Bunun için, öğretmen ve öğrenciler arasında anketler yaptık.
Neticede gördük ki, en çok merak edilen hususlar, gençlerin inanç dünyalarını yakından ilgilendiren fennî ve teknik sualler.
Bu tip suallerin, "Hıristiyanlığın fen ve teknikteki ilerlemeye karşı tutumunun, islâmiyet'te de bulunduğu" düşüncesinden kaynaklandığı görülmüştür.
Bu ve benzer konularla alâkalı suallerden bir kısmını, o sahaların mütehassıslarına götürüp cevap istedik, verilen cevapları da "Merak Ettiklerimiz" başlığı altında bir araya getirince elinizdeki bu kitap ortaya çıktı.
İşte bu sorulardan bazıları:
"Var olan şey yok, yok olan şey de var edilemez mi?", "Canlı madde yapılabilir mi?", "İnsan topraktan mı yaratılmış, maymundan mı gelmiştir.", "Çocuğunuz kız mı olacak, oğlan mı?", "Dünya öküzle balığın üstünde midir?", "Açlıktan ölüm var mıdır?", "Fennîkeşifler Kur'ân-ı Kerîm'de var mıdır?"
Kitap yakından tetkik edilirse, içindeki konuların bu tip suallere cevap teşkil ettiği görülecektir.
Bu eserle okuyucularımıza faydalı olduğumuz nisbette kendimizi mutlu addedeceğiz.
Prof. Dr. Adem TATLI
Eylül 1986 Erzurum[1]
Prof. Dr. Alâaddin BAŞAR
Bazı kimseler, din ile fenni iki zıt kutup gibi gösterme gayretindeler. Maksat zihinleri bulandırmak ve ruhları müşevveş etmek... Gerçekten din fenne karşı mıdır? Bu mesele çok yönlüdür. Sadece birkaçına temas edelim.
Din denilince iki ayrı mefhum hatıra gelir. Biri "Hak din", diğeri "Batıl dinler". Batıl dinler, insanların kendi hayallerinden doğan, yahut bir hak dinin tahrif edilmesiyle ortaya çıkan bir takım saçma inançlardır. Hak din ise, bu kâinatı kudretiyle yaratıp, hikmetiyle ve ilmiyle tanzim eden, yeryüzünü insanlara beşik, güneşi lamba yapan, zemini çiçeklerle semayı yıldızlarla donatan Cenâb-ı Hakk'ın bir emir ve yasaklar manzumesidir.
Hak kitap, Allah'ın fermanı ve bu kâinat O'nun mülkü ve mahlûkudur. Nitekim bu âlem için, "Kâinat kitabı" denilmiştir. Her bir ferd bu kitaptan bir sahifenin, bir cümlenin, yahut bir noktanın tefsir edilmesi, açıklanmasıdır. İnsan bedeni bu kitaptan sadece bir kelime. Ondaki her organ için nice eserler yazılmış. Diş, bir terk harf gibi. Ondaki ince sırlar üzerinde nice tezler yapılmış. Bir hücre, bir atom bu kâinat kitabının birer noktası hükmündeler. Onların tefsirleri ayrı birer ilim kolu olarak gelişmiş. O halde, âlemdeki hikmetleri tefsir eden ve gizli güzellikleri ortaya çıkaran ferilerin, ilâhî fermana aykırı olması düşünülemez.
Bazı çevreler, fennin her keşfini, dine karşı kazanılmış bir zafer gibi ilân ediyorlar. Bu, fenni inkâr eden bir batıl din için doğru olabilir. Yahut Avrupa'yı asırlarca fenden uzak tutan ve "dünya dönüyor" dediği için Galile'yi Engizisyon önüne çıkartan kiliseye karşı aklın zaferi sayılabilir. Ama, bir müslüman bu tür gelişmeleri, "Allah'ın kudret kitabı olan şu kâinattan bir sırrın daha çözülmesi" şeklinde değerlendirir. Ve yine bir müslüman, bütün medeniyet harikalarını; insan aklının birer meyvesi olarak görür ve bunları, insana bağışlanan istidadın ve ona tanınan fırsatın birer neticesi olarak bilir. Ayrıca "arıya bal yapmayı ilham eden, koyunu süt fabrikası yapan Cenâb-ı Hak, insan aklına da böyle harika meyveler verdiriyor", diye düşünür. Yeni keşifleri duydukça, Allah'ın ilmine ve hikmetine olan hayranlığı ve hayreti daha da artar.[2]
Fen ilimleri, İlâhî kudretle yaratılmış bulunan şu kâinattan bahsederler. Din ise; onun yaratıcısını tanıttırır. Fen, âlemde hiçbir varlığın vazifesiz olmadığını isbat ederken; din, insanın da başıboş olamayacağını bildirir ve vazifesini de "ibadet" olarak tesbit eder. Fen, bedeni bütün incelikleriyle ele alırken; din, o hanede misafir olan ruha hitab eder. Meselâ, fen gözü incelerken, din nelere bakılıp, nelere bakılmayacağını talim eder.
Kur'ân-ı Kerîm bir fen kitabı değil, insanları hidayete irşad ve kulluğa davet eden bir ilâhî fermandır. Bundandır ki, Ayet-i Kerîmelerde fennî mes'elelere sadece işaret edilmiştir. O ilâhî fermanda bugünkü medeniyet fenleri açıkça haber verilseydi, insanlık âlemi asırlarca bu hakikatları akla sığıştıramayacak, belki de inkâra sapacaktı. Bu ise, ilâhî irşad ve ikaza, emir ve davete perde olurdu.
Âlimlerimiz Kur'ân-ı Kerîm'in nüzul sebebini başlıca dört esasta toplamışlar. Birincisi; Allah'ın varlığını, birliğini... kullara tebliğ. İkincisi, Allah'ın razı olduğu insan tipini Peygamberimizin (s.a.v.) şahsında insanlığa takdim, üçüncüsü; Rablerine nasıl ibadet ve şükredeceklerini insanlara talim, dördüncüsü de bu fani dünyadan sonra gidilecek baki âlemi beşere haber vermek...
Şimdi düşünelim: Bu dört hususta Kur'ân-ı Kerîm'in beyan ve tebliğ ettiği hükümlerden hangisinde fenne söz düşebilir? Tâ ki, fennin beyanıyla ilâhî ferman arasında zıddiyet olabilsin. Meselâ, Kur'ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakkı bizlere, bütün sıfatları, fiilleri, isimleriyle tanıtmıştır. Bu sahada fennin konuşacak bir tek kelimesi yoktur.
Yine Kur'ân-ı Kerîm, örnek insanlar olarak beşere "Peygamberleri, Sıddıkları, Şüheda ve Salihleri" takdim etmiş ve Allah'ı sevmenin yolunu "Resulüne ittiba" olarak tayin etmiştir. İnsanlık âlemine, bu vadide bir başka insan modeli sunmak da fennin sahası değildir.
Yine, Kur'ân-ı Kerîm, Halıkımızın emri ve yasaklarını bizlere beyan buyurmuştur. Bu konu da fennin sahasına girmez. Yani fen, kalkıp da "Cenâb-ı Hak insanlardan şunları, bunları istiyor" diyecek halde değildir.
Yine İlâhî ferman kabirden, haşirden, Ahiret ülkesinden bahsetmiştir; fennin sahası ise bu dünyadır.
Kaldı ki, Hak kitapların en sonuncusu ve mükemmeli olan Kur'ân-ı Kerîm'de, ne aya gidilemiyeceğine, ne uçak yapılamıyacağına, ne de elektriğin keşfedilemeyeceğine dair bir tek âyet bulmak mümkün değil! İnsanları fenden meneden bîr yasak da mevcud değil. O halde, kıyamete kadar daha ne tür keşifler yapılırsa yapılsın, hangi gezegenlere gidilirse gidilsin, bütün bunların din ile doğrudan ilgisi yok demektir.
Henüz deney ve tecrübeyle isbatlanmarmş kasıtlı teorileri birer fennî gerçekmiş gibi takdim etmek, ancak demogojidir. Bu ise, bahsimizin dışındadır.[3]
"Din mi, ilim mi?" tartışmalarını sürdürenler, genellikle, din ve inancı tali, fen ve tekniği ise esas kabul ediyorlar. Beşer için bu ikinci birinciden daha zaruri, daha önemli zannediyorlar. Halbuki, fen ve teknik insanın ancak maddî ihtiyaçlarının teminine hizmet eder ve onun bedenî rahatıyla ilgilenir. Ruhun huzuru ise bambaşka bir sahadır. Bu sahanın güneşi, ancak ve ancak "Hak Din"dir. Beşerin hakiki saadeti en başta buna bağlıdır.
Hak din insana; bu dünyaya tesadüfen gelmediğini, vazifesiz olmadığını ve ölümle hiçliğe atılmıyacağını telkin eder. Onu bu dünyada Allah'ın aziz bir kulu ve arzın halifesi olarak takdim eder. Ve mü'min, bu dünyada bir yolcu gibi yaşar. Hâdiseleri bu nazarla değerlendirir. Dünyadan da nasibini unutmaz. Tembelliğe ve miskinliğe düşmez. Her iki dünya saadeti için elinden geldiğince çalışır. Neticede Allah'a tevekkül eder. Lâkin esas olanın âhiret olduğunu bilir. Bir misal verelim: Dün hacca at ile, deve ile gidiliyordu; bugün otobüsle, uçakla gidiliyor. Dinde esas olan hac farizesinin yerine getirilmesidir. Kul için bu farizeyi en rahat bir şekilde yerine getirme kapısı da sonuna kadar açıktır. Şunu söylemek istiyorum: İnsanlığın yaratılış gayesi, bugünkü keşifler yapılmadan önce de yerde kalmış değildi.[4]
Gördüğümüz kadarıyla, "Din ile ilim çatışır mı, çatışmaz mı?" münakaşalarını sürdürenlerin çoğu, ölümü unutmak, ibadetten kaçmak, âhireti düşünmemek isteyen kimseler...
Onlardan birisine soruyorsunuz:
Her nimet bir teşekkür ister, değil mi?
Evet, diye cevap veriyor. Devam ediyorsunuz:
Bu şükrü yapmamak nankörlüktür, değil mi? Cevap yine aynı yolda:
Elbette!...
"Pekâlâ", diye sürdürüyorsunuz konuşmanızı, "Saatteki hızı yüzbin kilometreyi aşan bu yer küresi üzerinde seni yıllardır gezdiren, her nefeste kanını temizlettiren, ruhunu 'akıl, hafıza ve hissiyatla', bedenini 'el, ayak, mide, ciğer' gibi maddî organlarla donatan Allah'a şükür ve ibadet etmen gerekmiyor mu?"
Bu sorunuz karşısında ne diyeceğini şaşırıyor ve meselâ;
"Söyle bakayım, dinimize göre tüp bebek yapılabilir mi?" gibi mevzuyla hiç alâkası olmayan bir soru atıyor ortaya. Böylece meseleyi saptırmak ve sahadan uzaklaşmak istiyor. Sanki, siz o soruya cevap veremeyince onun Allah'a karşı teşekkür borcu ve ibadet mükellefiyeti kalkacakmış gibi...
"Din ilme ters düşer mi, düşmez mi?" münakaşalarının altında genellikle bu psikoloji yatar. Genellikle diyorum, çünkü az da olsa, bu gibi meseleleri öğrenmek için soranlar da yok değil...[5]
Ömer SEVİNÇGÜL
Kâinat her an milyarlarca faaliyete sahne olmakta. Bu haliyle dev bir laboratuvara, yahut muazzam bir sahneye benziyor. Müthiş manevraların yapıldığı bir ordugaha, akıllara durgunluk verecek büyüklükte bir fuara veya milyarlarca yaratığın istifade ettiği geniş bir sofraya da benzetebiliriz.
İşte dünyamız! Güneşin etrafında büyük bir hızla dönüyor. Fakat uzaya fırlamıyor. Üstünde taşıdığı yolcuları, yani insanları, hayvanları, bitkileri, cansızları hiç incitmeden binlerce yıldır taşıyor.
Güneş! Her sabah taze bir ahenkle, tam vaktinde doğuyor. Kendisine verilen ısıtma ve aydınlatma vazifesini, büyük bir intizamla yerine getiriyor.
Boşlukta asılı yıldızlar! Dünyamızdan binlerce defa daha büyük o dev küreler, gök kubbede parlamaya devam ediyorlar.
Her yerde, her an hârika san'at eserleri ortaya çıkıyor.
Bir minicik tohum atıyorsunuz toprağın bağrına. Üstünü örtüp suluyorsunuz. Bir süre sonra bir de bakıyorsunuz ki, güzeller güzeli bir filiz olmuş. Derken büyüyor bu filiz; dal oluyor, yaprak oluyor. Nihayet lâtif çiçekler açıp tatlı meyvalar veriyor.
Bir kanarya yumurtası düşünün. Kanaryanın karnına giren değişik gıdalardan oluşmuş küçücük bir cisim. Zamanı gelince, çatlıyor bu yumurtacık. Bir de bakıyorsunuz, içinden bir baş uzanmış; mini mini, narin mi narin bir baş. Henüz sertleşmemiş gagası, tüylenmemiş vücuduyla o minik kuş yavrusu çıkıveriyor dünyaya. Renkli tüylerden elbise giyiyor; bıcır bıcır ötmeye başlıyor...
İnsana bakın! Başlangıçta bir damla su. Zamanı gelince et oluyor, kan oluyor, kemik oluyor bu damla. Vakit tamam olunca da, bir bebek kazanıyor dünya. Gören gözler, işiten kulaklar, koku alan burun, tutan el, yürüyen ayak, hisseden kalb, düşünen beyin... Yavaş yavaş oluyor bütün bunlar. Öyle bir an geliyor ki; o bir damla su, kâinatı bir kitap gibi okuyabiliyor!
Alemde olup biten harikulade işler, saymakla bitecek gibi değil!
Bakıyorsunuz, her iş, büyük bir nizam ve intizam içinde yapılıyor. Her faaliyette bir fayda ve hikmet gözetiliyor. Şuurlu bir ölçüyle yaratılıyor her şey. Hiç bir şey başıboş değil; hiç bir mahlûk kendi haline bırakılmamış.
Soruyorsunuz: Kim yaratıyor bütün bu san'at eserlerini? Bu faaliyetleri yürüten, yıldızları saptırmadan döndüren, dünyayı canlılara beşik yapan, milyarlarca mahluka vakti vaktine rızık veren kim? Kimdir o yaratıcı ki, toplu iğne başı kadar bir tohumdan dev gibi bir ağaç; bir damla sudan, insan çıkartıyor?
"Tabiat" diyor bazı kimseler. Uydurulmuş şekliyle, "Doğa". Televizyonda, radyoda, gazete ve dergilerde, hatta ders kitaplarında zaman zaman rastlıyorsunuz bu kelimeye.
Sormak lâzım böyle diyenlere: Tabiat nedir? En kısa tarifiyle "Canlı ve cansızların tümü", diyecekler.
Cansızların kendi başlarına bir şey yapamayacakları, apaçık bir gerçektir. Çekici, çiviyi, tahtayı koyun bir odaya, milyon sene bekleyin, şuurlu bir usta bunları kullanmadığı sürece bir sehpa bile yapılamayacaktır. Toprak, hava, su, güneş ışığı çekiçten, çividen ve tahtadan daha şuurlu değildir. Keza, bir kar çiçeği bile, bir sehpadan daha mükemmeldir. Hal böyle olunca, cansız, akılsız, şuursuz, kuvvetten, iradeden mahrum tabiatın basit bir canlıyı bile yapamayacağı açıkça ortaya çıkar.
Gelelim canlılara. Bunların da en şuurlusu, insandır. İnsan ise, bu kâinatı ve içindekileri yapmak şöyle dursun, minnacık bir yaprağı bile yapmaktan acizdir. Üstelik o da kendini yaratanı aramakla meşguldür.
Tabiat, canlılarla cansızlardan oluştuğuna, bunların ise hiç bir şeyi yaratamayacakları kesin olarak ortaya çıktığına göre, bu kâinatı ve kâinattaki bütün san'at eserlerini sonsuz ilim, irâde ve kudret sahibi olan Allah'ın yarattığı, açıkça ortaya çıkmıştır.
Tabiat safsatasını kasten ortaya atan inkarcının şöyle dediğini duyar gibiyim: "Ya bütün bu mahrukatı 'Tabiat Kanunları' yarattıysa?" Belki o "Tabiat" ve "Kanun" kelimelerini kullanmak istemez de, "Doğa Yasaları" der. Her neyse...
Sormak lâzım onlara: "Bu kanunlar akıllı, şuurlu, gören, işiten, karar verme kabiliyetine sahip, her şeyi bilen şeyler mi?" Cevap "Hayır" olacaktır. Çünkü, "evet" sözüne odunlar bile güler. Bu saydığımız vasıflara sahip olamayanın yaratıcı da olamayacağını yukarıda açıklamıştık.
Kaldı ki, tabiat kanunları Allah'ın varlığına delildir. Neden mi? Çünkü, kanun varsa, onu koyan biri vardır. Hiç bir kanun kendi kendine ortaya çıkamaz. İnsanların yaptığı kanunlarda bile, bunu açıkça görüyoruz. Bir başka mes'ele de şudur: Kanunların uygulanması için bir hâkime ihtiyaç vardır. Hâkim yoksa, hiç bir kanun kendi başına suçluyu yargılayamaz. Bunun en güzel örneğini, yine insanların yaptığı kanunlarda görmek mümkündür.
Tabiatın yaratıcı olduğunu iddia edenlere şunu da sormak gerek: "Kâinatı ve tabiat kanunlarını kim yarattı?" Bu suale, mecburen "tabiat" diye cevap verecektir. "Tabiat nelerden ibarettir?" diye ikinci bir soru sorulursa, "Kâinattan ve tabiat kanunlarından ibarettir," cevabını verecektir. Çünkü, gerçek de budur. Bu cevabı aldıktan sonra son darbeyi indirmek gerekir: "Tabiatçı efendi! Sen bu sözlerinle, kâinatın kendi kendini yarattığını iddia etmek gibi gülünç bir duruma düştüğünün, farkında mısın?" Bu durum gerçekten gülünçtür. Çünkü, "Yazıyı yazan yazıdır", "Sehpayı yapan sehpadır" demekten farkı yoktur bunun.
Böylece, tabiatçıları, yaymaya çalıştıkları saçmalığın içine gömdükten, gafilleri de ikâz ettikten sonra, şimdi de, madalyonun öbür yüzünü inceleyelim:
Dikkatle bakan görür ki, tabiat da harikulade bir sanat eseridir. Kendisini yoktan var eden, binlerce nakış, çeşit çeşit renklerle süsleyen Yaratıcı'sını gösterir. Tabiat, yukarıda tasvir ettiğimiz yaratıklardan oluşan eşsiz bir tablodur ki, hal diliyle "Benim sanatkârım sonsuz ilim, irâde ve kudret sahibi olan Allah'tır! diye haykırmakta, bu gerçeği kâinattaki ahengin mûsikisiyle ilan etmektedir.
Son söz: Tabiat Hâlık yani Yaratıcı olamaz, çünkü âciz bir mahluktur![6]
Doç. Dr. Mehmed YILDIZ
Kâinattaki muhteşem san'at, fevkalâde hikmet ve sürekli düzenlilik tesadüfü şiddetle reddediyor. Bu yüksek hakikati, matematiğin uygulama dallarından biri olan ihtimaller hesabıyla da göstermek mümkündür.
Önce şansa bağlılık veya rastgelelik diyebileceğimiz tesadüf kavramını kısaca açıklayalım. Herhangi bir olayın veya varlığın hiçbir kasıd, irade, tercih ve ilim kullanmadan rastgele meydana gelmesi tesadüftür. Meselâ, bir topçunun herhangi bir hedef tesbiti ve ayarlama yapmadan başlattığı, rastgele atışlardan birinin, bizce bilinen bir hedefe isabet etmesi tesadüftür. Top arabasının veya sistemin, manevra kabiliyetine göre yapılacak milyonlarca atıştan, sadece bir tanesinin yeri hedeftir. Şansına güvenerek tesadüfen bir kaç düşman tankını tahrip etmek isteyen bir topçuya, mevcut en büyük orduların cephanesi bile yetmez;
Dünyamızın var oluşunda tesadüfün tesiri var mıdır? Dünyanın meydana gelişinde ileri sürülen teorilerden en fazla rağbet gören Kant-Laplace teorisinin bir an için geçerli olduğunu kabul ederek, bunun tesadüfen olma ihtimalini düşünelim. Güneşten kopan gezegenlerin uzayda durabileceği yer ve pozisyon sayısı sonsuz diyebileceğimiz kadar fazladır. Bu sonsuza yakın yerler içinde dünyamızın her günkü yeri, pozisyonu, güneşe olan mesafesi, gerek kendi ve gerekse güneş etrafındaki dönüş düzeni tektir. O halde dünyamızın gece gündüzü, mevsimleri meydana getirecek ve hiçbir gezegene çarpmıyacak şekilde hikmetlerle dolu bu günkü halinin tesadüfen olması ihtimali sonsuzda birdir. O da sıfır demektir. İhtimali sıfır olan hâdiseler imkânsız olduğuna göre, bu hal muhaldir. Halbuki, dünyanın gerek kendi ve gerekse güneş etrafındaki çok hızlı dönüşü, bu dönüşe rağmen üzerindekileri sarsmaması, gece ve gündüzle mevsimleri meydana getirmesi mükemmel bir ilmi ve kudreti en açık şekilde göstermektedir. Çünkü, dünyanın gerek hızında, gerekse yörüngesindeki en cüz'i değişiklik, bütün mevcudatın, bir anda harap olması için yeterlidir. O halde, bu düzen ancak ve ancak tek bir Kadir-i Rahim'in kudret, irade ve emriyle olabilir, tesadüfün eli karışamaz.
Konunun biraz daha açıklığa kavuşması için bir misâl verelim. İçinde alfabenin 29 harfi bulunan bir torba düşünün. Bir torbaya elimizi sokarak çekeceğimiz harflerle NİZAM kelimesini yazmak istiyoruz. Her çekişten sonra çektiğimiz harfi tekrar torbaya koyuyoruz. Böyle bir sistemle NİZAM kelimesinin yazılma ihtimalini hesaplıyalım. Bu çekişlerde alfabenin 29 harfiyle yazılacak 5 harflik manâlı ve mânâsız kelimelerin sayısı; birden yirmidokuza kadar olan sayıların birbirleriyle çarpımının, birden yirmidörde kadar olan sayıların çarpımına bölünmesiyle elde edilir. Bu da ondört milyon ikiyüz elli bin altıyüzdür. Bunlardan sadece bir tanesinde harflerin dizilişi NİZAM kelimesini meydana getirecek şekildedir. Yani NİZAM kelimesinin tesadüfen yazılma ihtimali ondört milyon ikiyüz elli bin altıyüzde birdir. Beş harfli ondört kelimenin bir paragrafta rastgele yazılma ihtimali (1/14 250 600)i4 dir.
Yani 10 rakamının önüne yüz sıfır koyarak elde edeceğimiz sayıda 0,7 ihtimaldir. Bu da yaklaşık sıfır demektir. Yani böyle bir şeyin yazılması mümkün değildir. Demek kî, herbiri sadece 5 harften meydana gelen 14 kelimelik bir paragrafın, tesadüfen yazılması ihtimali, imkânsız denecek kadar küçüktür. Böyle basit ve küçük bir paragrafın tesadüfen yazılması imkânsız olursa, büyük kâinat kitabı olan bu mevcudatın san'atlı, manâlı ve düzenli bir şekilde yaratılmasında tesadüfün hissesi bulunabilir mi?
Bu misâli hakikata tatbik ederken, milyonlarca cilt büyüklüğünde kâinat kitabının tesadüfen yazılması hâdisesini bir kenara bırakalım ve kâinatta sadece bir kelime durumunda olan insan vücudunu düşünelim. Kâinatın içinde bir kelime gibi görünen insan vücudunda dolaşım, sindirim, boşaltım gibi sistemlerden herbiri ciltlerce ansiklopedi mesabesindedir. Biz bu sistemden en basit olan iskelet sistemini ele alalım. Yetişkin bir insanda 208 olarak karar bulan kemiklerin tesadüfen, ahsen-i takvimde olan, yani en güzel şekilde yaratılmış bulunan insan vücudunu meydana getirecek şekilde dizilmesi ihtimali nedir biliyor musunuz? Birden 208'e kadar olan sayıların çarpımıyla elde edilecek sayıda bir ihtimaldir. Bu da yaklaşık sıfır demektir. Başka bir ifadeyle, böyle bir yapının tesadüfen ortaya çıkması ilmen mümkün değildir. Halbuki bu düzenli yapı bir insanda değil bütün insanlarda ve hatta hayvan ve bitkilerin hepsinde bulunmaktadır. Bunların hepsi bir yana insanın tek elindeki kemiklerin gördüğümüz bu düzen içinde dizilme ihtimali 1/28! = 3.28 : 10 dir. Tek elindeki kemiklerin tesadüfen istenen şekilde dizilmesinin ihtimali bu kadar küçük olduğuna göre, dünyaya gelen herhangi bîr çocuğun tesadüfen normal olmasının imkânı ve ihtimali yoktur. Halbuki, hergün dünyaya gelen milyonlarca bebeğin her haliyle birbirinden farklı olmakla beraber belirli bir plânda yaratılmış bulunmaları, tesadüfü temelinden reddetmektedir. Demek ki yaratılışta sonsuz bir ilim, kudret ve irade sahibi olan Cenâb-ı Hakk'in emir ve iradesi ve takdiri şarttır.
Kâinattaki bütün canlılar milyarlarca hücrenin başbaşa vermesinden teşekkül eden milyonlarca dokunun belirli bir düzenle bir araya gelmesiyle vücut bulmaktadırlar. Canlıların en küçük yapı taşı olan tek hücre proteini bile 400 aminoasitten hasıl olmuştur. Bu aminoasitlerden her birisi de dört veya beş temel elementten ve her elementin de belirli sayıda bir araya gelmiş proton ve nötronlardan teşekkül ettiği birlikte düşünülürse, her biri bir sanat harikası olan canlıların rastgele meydana gelebileceklerini söylemek bir hezeyandır. Hücrede mevcut 400 aminoasidi kontrol eden DNA zincirinde takriben 41000 veya 10 600 farklı dizi mümkündür. Herhangi bir yerde özel görevi olan bir DNA'nın meydana gelmesi ihtimali 1/10 dür. Demek ki canlıların en küçük yapı taşı olan hücredeki proteinde görevi olan DNA'nın bile tesadüfen meydana gelmesi imkânsızdır. O halde hücrelerin milyarlarcasını belirli bir düzenle bir arada ihtiva eden bir canlının yaratılışında tesadüfün hiçbir hissesi yoktur.[7]
Prof. Dr. E. Edip KEHA
Fizik ve kimya derslerinde sık sık karşılaştığımız bir söz vardır: "Var olan şey yok, yok olan da var edilemez". "Maddenin veya kütlenin korunumu kanunu" olarak bilinen bu ifade, Fransız kimyacısı A.L. de Lavoisier'e aittir.
Sorunun cevabına geçmeden önce, bir hususu açıklamakta fayda görüyoruz. Bazı kimseler, bu kanun üzerinde demagoji yapmakta ve kanunu yanlış yorumlayarak meseleyi ideolojik bir atmosfere çekmek istemektedirler. Bunlarm düşünce yapılarını şöyle bir misâlle açıklayabiliriz:
Karşımızda sanatkârane yazılmış güzel bir hat bulunsun. Bu hattın elbette bir hattatı olacağı, az bir düşünce ile hemen anlaşılır. O yazının hattatını inkâr gayesi güden bir kimse, kalkıyor, nazarları o hattan, ondaki ince sanattan ve ifade ettiği mânâdan uzaklaştırmak için, dikkatleri yazının mürekkebine çekiyor. "Bu yazı, yoktan mı yazıldı, yoksa mevcut mürekkepten mi?" diye bir soru ortaya atıyor. Ve mürekkep üzerinde yapılan bu münakaşayı yayarak ve derinleştirerek, hattatı bütün nazarlardan gizlemeye çalışıyor.
Lavoisier kanununu sık sık gündeme getirenlerde buna benzer bir demagoji yapıyorlar. Sanki bu kâinattaki harika eserlerin yaratıcısı olduğunun kabul edilmesi için, o eserin mevcut elementlerden değil de yoktan yaratılmaları şartmış gibi. Halbuki, kanunun mahiyeti ve kapsamını incelediğimiz zaman bu kanunun hiç de inkâra kapı açmadığını, bilâkis kâinattaki düzeni netice veren İlâhî kanunlardan birisi olduğunu açıkça görürüz.
Hepimiz biliriz ki, devletin çıkardığı kanunların uygulandığı ve geçerli olduğu bir saha vardır. Muhatabı bazen suç işleyenler, bazen vergi mükellefleri, bazen de mirasçılar teşkil eder. Bunun gibi, kütlenin korunumu kanununun da geçerli olduğu ve olmadığı sahalar vardır. Özellikle fizik ve kimya deneyleriyle, bunların problemlerini çözmede maddenin korunumu kullanılmaktadır. Şimdi bunu bir misâlle daha anlaşılır hale getirelim:
Karbon ve oksijenden karbondioksidin teşekkülünü gösteren;
C + 02 = CO2
reaksiyon denklemine kütlenin korunumu kanununu uygulayalım. Daha işin başında, bu denklemi yazmakla sistemimizi tesbit etmiş oluyoruz. Diyoruz ki, "bizi yalnız karbon, oksijen ve karbondioksit ilgilendirir. Sadece onların ağırlıkları arasında bir hesaplama yaparız." Eğer karbon ve oksijen ağırlıkları uygun oranda ise, meydana gelecek olan karbondioksit ağırlığı, karbon ve oksijen ağırlıkları toplamına eşit olacaktır. Yani, kütle korunacaktır. Çünkü, daha başlangıçta sistemimizi çerçevelemiş, başka madde çeşitlerinin giriş ve çıkışını yok farzetmiştik.
Şimdi her tarafı kapalı bir kap düşünelim. İçinde yüzlerce çeşit bileşik bulunsun. Kabımızı tartalım ve ateşin üzerine koyalım. Bunun sonucu olarak da, kabın içinde çok sayıda reaksiyon olduğunu ve bir çok yeni bileşiklerin de teşekkül ettiğini farzedelim. Deney sonunda kabımızı tekrar tarttığımız zaman, ağırlığının aynı kaldığını görürüz. Çünkü, kabımız kapalı olduğundan dışarı madde çıkışı olmamış, yani, mevcut kütle kaybolmamıştır. Dışarıdan da herhangi bir madde girişi olmadığından, yoktan yeni bir kütle meydana gelmemiştir. Dışarıdan içeriye bir şey koysaydık veya içinden birşeyler alsaydık, kutunun ağırlığında mutlaka bir değişme olacaktı.
Aynen öyle de, içinde yaşadığımız ve kapalı bir kutuyu andıran madde âleminde çeşitli değişim ve dönüşümlere ya bizzat şahit oluyor veya ilmen vâkıf bulunuyoruz. Yine çok iyi biliyoruz ki, bu âlemin kütlesi ne artıyor, ne de azalıyor. Çünkü dışarıdan bir müdahale olmadıkça ne varlıktan yokluğa, yani, kutunun dışına bir kaçış, ne de yokluktan bir madde yağışı vuku bulmamaktadır. Bu müdahale de ancak ve ancak, madde ile kayıtlı olmayan ve mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Allah tarafından yapılabilir. Kudret ve iradesiyle yaratır ve âlemimize sokar veya yok eder ve âlemimizi eksiltir.
Kısaca, kütlenin korunumu, çerçevesi tesbit edilmiş bir kapalı sisteme uygulanan ve maddenin dönüşümleri esnasındaki ağırlıkla ilgili münasebetleri gösteren bir kanundur.
Ansiklopedilerden Lavoisier'in biyografisini okuduğumuz zaman, O'nun, kimyada teraziyi ilk kullanan ilim adamı olduğu görülür. Buradan da o kimyacının, söz konusu ifade ile maksadının ne olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Yoksa, hiç bir zaman Allah (c.c.)'ın kudret ve iradesine ters düşen bir düşünce tarzının başlatıcısı olmamıştır. Hatta Avrupa ve Amerika'da ders kitabı olarak okutulan bazı kimya kitaplarında, kütlenin korunumu ifadesinin hemen ardından; "...but the God" sözleri yer almaktadır. Kısacası, ancak Allah (c.c.) bu hükmün dışındadır" denilmektedir. Böylece, zihinlerde ortaya çıkması muhtemel şüpheler de başlangıçta hemen izale edilmektedir.
Sohbetimizin başında, kanunların belirli bir alanda geçerli olduğunu söylemiştik. Kütlenin korunumu prensibinin geçerli olmadığı bazı gerçek fizikî olaylar da mevcuttur. Meselâ, bu gün maddenin enerjiye dönüştüğü bilinmektedir. Einstein (Aynştayn)'ın en önemli buluşu olan E = mc2 formülünden, m kütlesi kadar azalmanın enerji karşılığı, c ışık hızının karesiyle çarpılması sonucu bulunmaktadır. Bu uygulamaya misâl olarak bir atomun çekirdeğini teşkil etmek üzere bir araya gelen nötron ve protonların toplam kütlelerinin azalmasını verebiliriz. 35/17 CI şeklinde gösterilen klor atomu çekirdeği kütlesinin, 18 nötron ve 17 protonun toplam kütlesine, yani 17X1.007277+ 18X1.008665 = 35.289005 atomik kütle birimine eşit olması gerekir. Burada 1.007277 bir protunun, 1.008665 de bir nötronun kütlesidir. Fakat çok hassas deneyler sonucunda bir klor atomu çekirdeğinin 34.96885 atomik kütle birimi olarak, yani, 0.32016 daha az bulunmuştur. Aradaki kütle farkı, enerjiye dönüşmüş, madde âleminden yok olmuştur.
Maddenin yok olabildiğine dair bir başka gerçek hâdiseyi de astronomi âlimleri gözlemişlerdir. Son yıllarda yapılan araştırmalar, her birinin kütlesi dünyanınkinden defalarca büyük olan bazı yıldızların "siyah delik" adı verilen ve mahiyeti bilinmeyen yerlere girerek kaybolduğunu göstermiştir.
İşte izah etmeye çalıştığımız bu iki hâdisenin, kütlenin korunumu prensibiyle açıklanması mümkün değildir. Yani, söz konusu prensip, mutlak bir değer taşımamaktadır. Uygulandığı belirli şartlar ve durumlar vardır.
Sonuç olarak; bu kütlenin korunumu prensibinin, Cenâb-ı Allah'ın yaratma ve yok etme fiilleriyle çatışan ve o fiillere ters düşen hiç bir yönü yoktur.[8]
Prof. Dr. Âdem TATLI
İnsanın kendi geçmişi ile ilgilenmesi, şüphesiz aklın gereğidir. Dünyaya nereden ve nasıl geldiğini bulmaya çalışması gayet tabiidir. Ancak, bu tip soruları nasıl çözecek, konu ile ilgili dokümanları neyle tartıp değerlendirecektir? Sadece mücerret akıl bu soruları cevaplandırmaya kâfi midir?
Bu konunun açıklığa kavuşması için önce aklın çalışma prensibinin bilinmesi gerekir.[9]
Akıl, hâdiseleri değerlendirme ve yorumlamada, duyu organlarıyla alınan bilgileri mantık süzgecinden geçirir. Duygu organlarının görevi farklı olduğu gibi, tesir sahaları da sınırlıdır. Kulağımızla bütün sesleri işitebiliyor muyuz? Hayır! Sadece titreşimleri 20 ile 20.000 arasındaki sesleri alabiliyoruz. Nitekim göz de ancak belli dalga boyundaki ışıkları seçebiliyor. Yedi renkli bir daireyi hızla döndürünce beyaz görürüz. Beyaz ışık da renk tayflarına ayrılınca yedi renk olarak karşımıza çıkar. Demek ki, göz aklanabiliyor. Bir başka misâl; sıcak sudan çıkan elimizi ılık suya batırınca, bu suyun soğuk olduğuna hükmederiz. Ama hakikatte su ılıktır.
Aslında burada aldanan ne gözdür, ne de el. Akıl, bu duyu organlarından gelen bilgilere dayanarak hükümler çıkarmıştır. Yani, her iki halde de yanılmış olan akıldır.
Herhangi bir konu hakkında akıl; cüz'den kül'e ve kül'den cüz'e (tüme varım ve tümden gelim) metodlarıyla değerlendirme yapar ve bir hükme varır. Bu hüküm gerçek bir hüküm olmayabilir de. Zira, daha sonra duyu organlarının akla vereceği malzemenin değişmesiyle aklın ortaya koyacağı kıymet hükümleri de değişebilecektir Çünkü, tesir sahaları sınırlı olan duyu organlarından elde edilmiş bilgilerin de eksik olacağı tabiîdir. Yetersiz bilgi ile aklın yeterli hüküm çıkarması beklenebilir mi? Bundan dolayı bir çokları tarafından bilim; "Her an yanlışlığı ispatlanabilen değer hükümleri" olarak tarif edilir.
150 yıl önce ses ve şekillerin nakliyle ilgili bilgiler şimdikinden çok çok noksandı. Bu bilgilerle o zaman, görüntülerin nakledilemiyeceği hükmü çıkarılmıştı. Demek ki çevreden elde edilen bilgilerin değişmesine paralel olarak, aklın ortaya koyduğu değer hükümleri de değişiyor.
O halde, ilk insanın yaratılışı hakkında öyle bir hüküm ortaya koymalıyız ki, zaman ve zemine bağlı olarak değişmesin. Yani, gerçek bir hüküm olsun.[10]
Akıl yaratılışı tek başına ne dereceye kadar kavrayabilir? Bu sorunun isabetli cevaplandırılması, mes'elenin çözümünü yarı yarıya kolaylaştıracaktır.
Aklın nüfuz edebildiği saha belirli ve sınırlıdır. Bu alan dışında kalan ve aklın tek başına çözemediği problemler, metafiziğin konusunu teşkil ederler.
İşte aklın nüfuz sahası dışında olan metafizik konularından birisi de "yaratılış"tır. Konu, ilk insanın yaratılışı olunca, iş daha da zorlaşır. Aklın burada tek başına varacağı sonuçta hata payı büyük olacaktır. Akıl bu vadide yalnız gidemez. Giderse hatalı sonuçlara varması kaçınılmaz olur. Çünkü, bir anlama âleti olan aklın idrak sahası sınırlıdır, dardır. Onun için aklın burada ilâhî beyan ve hükümlere, yani küllî bir akla ihtiyacı vardır. O da Kur'ân-ı Kerîm'dir.
Yaratılışı sadece akla güvenerek çözmek isteyenler de çıktı. Hem de büyük bir gürültü ile. Ama sonuç ne oldu? Sonunda "Çıkmaz yol"a girdiler. İnsanın, bir takım hayvanların evrimiyle ve tesadüfen ortaya çıktığını iddia eder oldular ve bu düşünce günümüzde bir doktrin, bir felsefe şeklini aldı. "Evrim felsefesi" olarak kendisine bir hayli taraftar da buldu. Bu felsefenin bazı ateşli taraftarları, işi daha da ileri götürdüler. Öyle ki, evrim bunların elinde bir inanç sistemi haline geldi. Evrime inanmayan aydınlar, bu ilim çevrelerince aforoz edildiler. Orta çağda mı?
Hayır! Yirminci yüzyılda.[11]
Şunu hemen ifâde edelim ki, evrimciler yaratılışı değil, evrimi kabul ederler. Onlara göre; tek hücre zamanla değişikliğe uğrayarak günümüzdeki milyonlarca çeşit canlı hasıl oldu. Tabiî insan da bunlar arasındaydı ve bu değişiklikten o da nasibini aldı.
Bu değişiklikler nasıl oldu? Bunu kim yaptı? Evrimcilere göre bu soruların cevabı gayet basittir. Bu farklılaşma onlara göre; tesadüfen olmuştur. Bu durumun ise çok uzun zamanda cereyan ettiğini söylerler. Meselâ; ne kadar zamanda? Bu zaman öyle bir süredir ki, tetkiki mümkün değildir. Faraza, iddia ettikleri değişikliğin, ileri sürdükleri zamanda cereyan etmediğini ortaya koysanız, evrimci sizi başka geçmişlere havale eder.
Evrimciler, bırakın yeni canlıların ortaya çıkışını, insan türünün ırklarını bile açıklayamıyorlar. Meşhur evrimci T. Dobzhansky, bununla ilgili olarak şöyle diyor:
"Darwin'den bu yana bir asır geçtiği halde, insan türündeki farklı ırkların orijinine ait problemi çözemedik. Mesele hâlâ bir asır önceki kadar karışık."[12]
Bir kimse, ırkların orijinini dahi izah edemeyen bîr teoriyle, bütün canlıların yaratılışı ve geçirdiği değişiklikler gibi derin mes'eleleri nasıl açıklayacaktır? Anlaşılan odur ki, evrim teorisine ilmî delillerle yaklaştıkça, bu teorinin müdafaası imkânsız hale gelecektir.
Meşhur bir evrimci olan Simpson, insanın yaratılışıyla ilgili olarak şöyle der:
"İnsan, kâinatta anlama kapasitesine ve potansiyeline sahip tek varlıktır. Şuursuz ve akılsız maddelerin bir ürünüdür. Dünyaya gelişini kendisi başarmış olan insan, sadece kendisine karşı sorumludur. İnsan, kâinatta yaratıcı, kontrol ve tayin edici bir güce sahip değildir. Fakat, kendisinin ustası ve âmiridir. Bu bakımdan insan, kendi kaderini kendisi tayin ve idare etmelidir."
Simpson, evrim felsefesini açıklarken akıl ve mantık sınırını zorlamakta, bir cümlede söylediğini diğerinde yalanlamaktadır. İnsan, hem "...Kâinatta anlama kapasitesine ve potansiyeline sahip tek varlık" olarak kabul ediliyor, hem de "şuursuz ve akılsız maddelerin ürünüdür" deniyor. Şuursuz ve akılsız bu maddeler, şuurlu insanı nasıl meydana getirecek?
Maddelerin kendilerinde "anlama ve şuur" yok ki, insana verebilsin.
Paragrafın devamında "dünyaya gelişini kendisi başarmış bir insan" deniyor. Bir yaşında ancak ayağa kalkabilen ve 5-6 yaşında çevresini tanımaya başlayan insanın, kendisini yokluktan meydana getirmesine imkân var mı? Başlangıçta yok olan insan nasıl kendisini meydana getirecek?
Simpson yazısına şöyle devam ediyor: "insan kâinatta yaratıcı, kontrol ve tayin edici bir güce sahip değildir. Fakat kendisinin ustası ve âmiridir." Hem insanın kâinatta bir güce sahip olmadığı, hem de kendisinin ustası olduğu iddia ediliyor. Kâinata sözü geçmeyen insan, nasıl kendisinin ustası olacak? Zira, insanın var olabilmesi için yer küreye, güneşe, aya, havaya, kısacası bütün bir kâinata gerek vardır.
Mes'eleleri doğru değerlendiremiyeceği düşüncesi ile 18 yaşına kadar kendisine kanuni ehliyet tanınmayan insana Simpson, anne karnında ve hattâ önceki safhalarda kendi kendini idare ettiriyor.
En basit bir hücre içinde bile, yüzlerce olay bir anda cereyan ediyor. Milyonlarca hücreden meydana gelen ve hücreleri devamlı değişip tazelenen insanın, kendisini idaresi elbette düşünülemez. Kalbin çalışması, sinir sisteminin işlemesi, kanın temizlenmesi ve besinlerin sindirim için hazırlanıp taşınması gibi yüzlerce olaym cereyanı insanın isteğine mi bağlı? Hayır. İnsanın hiç müdahalesi olmadan bu hâdiseler devam ediyor. Simpson'un kendisi de bu kanunun dışında değil.
Atom ve moleküllerden varlıkların teşkili ve kâinatta cereyan eden bütün hâdiselerin idaresi; ancak, sonsuz ilim ve kudret sahibi bir yaratıcının, kâinatta her an tasarrufta bulunmasıyla mümkündür.
Meşhur evrimcilerden L. Zuckerman da çalışma prensiplerini şöyle dile getirir: "Saf ilmî düşünceyle, fizik ve kimya kanunları ışığında işe başlıyoruz. Fakat, hemen objektif hakikatlerden uzaklaşarak kıyas ve tahmine dayanan sahaya kayıyoruz. Hissî bir sezişle veya izah tarzıyla insanın fosil tarihiyle ilgili hükmü veriyoruz."
Yine evrimcilerden Gould, çaresizliğini şu soru ile dile getiriyor: "Cedlerle nesiller arasında geçiş gösteren elimizde hangi deliller var?" O'nun bu sorusuna evrimci anatomi profesörü Kitts şöyle cevap veriyor: "Paleontolojinin (Fosil bilgisi), evrimle ilgili delilleri sağladığına dair parlak sözlerine rağmen, evrimcilerin problemleri çözülememiştir. Bunların en önemlisi, fosiller arasındaki boşluklardır. Evrim için türler arasında geçiş formu gereklidir. Halbuki paleontoloji bunu temin edememiştir."
İnsanın sorası geliyor. Madem evrim için geçiş formu gereklidir. Bu geçiş formları da bulunamamıştır. O halde niçin evrimi müdafaa ediyorsunuz?
Evrimcilerin bu şekildeki itirafları daha da çoğaltılabilir. Ama dikkat edilirse görülecektir ki, iddia ettikleri evrim fikrini destekleyen hiç bir delil yoktur. O halde niçin bu görüşlerinde ısrarlıdırlar? Tek cümle ile; bir Yaratıcı'yı kabul etmemek için.
Evrimcilerin temel felsefesini şöyle özetlemek mümkündür: San'at var, fakat san'atkâr yok. Eser var, usta yok. Kitap var, fakat bunu yazan yoktur.
Evrimcilerin görüş ve düşüncelerinin nereye dayandığını Gish, şu ifadelerle en iyi şekilde dile getiriyor: "Evrim felsefesi, evrimcilerin kendi dünya görüşleri içerisinde yer alan bir inanç sistemidir, bir dindir."
Aslında evrim felsefesi materyalizmle iç içedir. Gish bu konuya şu sözlerle dikkat çekmektedir: "Bir çok ilim adamının evrimi kabul etmesinin sebebi, bu teorinin, bütün canlıların yaratılışını materyalist ve tabiatçı bir düşünce ile izah etmesindedir. Çünkü bunlar, materyalizme ve tabiata inanırlar." Nitekim bununla ilgili olarak meşhur evrimci Dobzshansky de şöyle der: "Bugün materyalist felsefe, mevcut biyoloji ilimlerinden çoğunun temelini teşkil eder."
Evrim teorisinin bütün ilim adamları tarafından kabul edildiği sık sık tekrarlanır. Aslında, bu, münakaşayı kazanmak için uydurulmuş ve alışkanlık haline getirilmiş bir yoldur.[13]
İnsanın atası olarak ileri sürülen fosiller arasında beş tanesi çok fazla tartışma konusu yapılmaktadır. Üzerinde en çok tartışma yapılan bu fosillere kısaca temas edeceğiz. Bunlar:
1- Java Adamı
2- Pekin Adamı
3- Piltdown Adamı
4- Nebraska Adamı
5- Hong Kong Adamı'dır.[14]
Java adamı olarak ileri sürülen varlık, şu parçalardan meydana gelmiştir: Yarım kafatası, uyluk kemiği, iki büyük ve bir küçük azı dişi.
Bu parçalar bir yerde ve aynı anda mı bulunmuştur? Hayır. Birbirinden uzak mesafelerde ve 1891-1898 yılları arasında toplanmıştır. Yani, sekiz yıl arayla...
Java adamı resimleri tamamen uydurmadır.
Son yapılan araştırmalarda bu kafatasının şempanzeye, büyük iki azı dişinin orangutana, küçük azı dişi ile uyluk kemiğinin de insana ait olduğu anlaşılmıştır.
Nitekim fosilleri bulan Dubois de, hayatının sonuna doğru gerçeği itiraf etmiş ve Java adamı olarak ileriye sürdüğü yaratığın gibbon maymunu olduğunu açıklamıştır. Ama artık ok yaydan çıkmış, Java adamı evrimciler katında müstesna yerini almıştır.
Orta öğretim ve hattâ yüksek öğretim kitaplarında hemen hepimizin zaman zaman şahit olduğu; yüzü kıllı, alnı çekik, burnu ve çenesi ileriye doğru çıkmış Java adamının gerçekle ilgisi yoktur. O halde bu resim ve şekiller nedir? Bunlar tamamen hayal mahsûlü olarak çizilmiş veya elle yapılmış modellerdir.[15]
Bu yaratığın; üç azı dişi, kafatası parçası ve iki alt çeneden meydana geldiği iddia edilir. "İddia edilir" diyoruz. Çünkü, adı geçen bu fosillerden iki diş hariç, diğerleri mevcut değildir. Şu anda sadece bu iki dişle evrimci Weidenreich tarafından yapılmış modeller bulunmaktadır.
Pekin adamına ait fosillerin kaybolduğu ileri sürülür. Bunların kayboluş hikâyesi ise anlatana göre değişmekte, gerçek durumu hiç kimse bilmemektedir. Bazı evrimciler, 1921-1928 yılları arasında Dr. Black tarafından bulunan bu fosillerin, İkinci Dünya Harbi esnasında Japonlar'ın Pekin'î istilâsı sırasında kaybolduğunu iddia ederler. O sıra Pekin'de görevli bulunan O'Connel ise, Japonlar'ın buraya gelmediğini, bu fosilleri evrimcilerin kendilerinin imha ettiğini belirtir. Ona göre, eldeki materyaller iddia edildiği gibi maymunla insan arasında geçişi gösteren bir varlığın fosilleri değildir. Kafatası, o devirde avcıların avladıkları orangutan maymununa aittir. Bu hakikati gizlemek için evrimciler, eldeki fosilleri kendileri imha etmişlerdir.
Yapılan araştırmalar da Pekin adamının, insanın evrime uğramış bir atası değil, orangutan benzeri bir maymun olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Şimdi bir biyoloji kitabına baksanız, Pekin adamına ait düzgün bir baş modeli veya kafatası iskeleti ile çene kemiği ve dişlerin resmini görürsünüz. Bunlar gerçeği değil, evrimci Weidenreich'in hayalindeki varlığı yansıtırlar. Çünkü, hakikatte ne böyle bir varlık yaşamış ve ne de fosili bulunmuştur.[16]
İngiltere'de bulunduğu 1912 yılından 1960'lı yıllara kadar hakkında ciltlerle kitap yazılmış bir varlık da Piltdown adamıdır. Bu kitaplarda insanın maymundan nasıl evrimleştiği, adı geçen fosil delil gösterilerek enine boyuna anlatılır. Bu izahlar zaman zaman inandırıcı da olmaktadır. Zira, mevcut fosiller içinde en idealidir. Bütün kafatası ve çene kemikleri ile dişler tamdır. Bu fosil, bir müze müdürü olan Woodward ile tıp doktoru Dawson tarafından bulunmuş ve takriben 500 bin yıl önce yaşamış olduğu bildirilmiştir.
1955 yılından sonra fluor testine tâbi tutulan bu fosilin öyle iddia edildiği gibi eski değil, çok yeni olduğu ortaya çıktı. Daha sonra üzerinde yapılan detaylı araştırma ile eldeki materyalin sahtekârlık belgesi olduğu görüldü. Hem Öyle bir sahtekârlık belgesi ki, kafatası ve dişler insana, çene ise 10 yaşındaki bir orangutan maymununa ait. Bu insan dişleri, maymunun çene kemiğine uydurmak için eğelenmiş. Bununla da kalınmamış. Kafatası ve çene kemiklerine, eskiye ait olduğu görüntüsünü vermek için potasyum dikromat ile lekelendirilip Piltdown semti yakınında bir çukura gizlice gömülmüş. Tabiî bir müddet sonra da buradan merasimle çıkarmak için.
Bu sahtekârlığın ortaya çıkmasıyla ne değişti? Hemen hemen hiçbir şey. Sahtekârlığı yapanlar ölmüştü, Mes'uliyeti kimse üzerine almadı. Bu fosilleri ilim âlemine takdim edenler ise, Afrika ve Avustralya'da yeniden arzularına uygun fosil aramaya başladılar. Bunlar zaman zaman insanın atasına ait olan fosiller bulduklarını iddia ediyorlar. Bu fosillerin insanın atası ile bir ilgisinin olmadığını anlamak için tekrar 40-50 yıl beklemeye bilmem gerek var mı?[17]
Evrimciler tarafından insanın atası olarak ileri sürülen fosillerden birisi de Nebraska adamıdır. Tennessee'de H.F. Osborn tarafından 1922 yılında ortaya atılmıştır. Bu varlığa ait delil nedir? Sadece bir azı dişi. Bu dişin takriben bir milyon yıl önce yaşadığı farzedilen Prehistorik (Tarih öncesi) insana ait olduğu iddia ediliyordu. William Bryan, tek azı dişi ile insanın atası hakkında hüküm vermede acele edilmemesi gerektiğini bildirince bütün şimşekleri üzerine çekti. Evrimciler kendisini, geri kafalı olmakla itham ettiler. Fakat yıllar sonra yapılan detaylı araştırmalarla bu dişin bir domuza ait oduğu ispatlandı.[18]
Bu adamın da tuhaf antropolojik bir hikâyesi vardır. Von Koenigswald, bir Çin dükkânından bir miktar fosil diş satın alır. Bunlardan üç dişi ayırır, bir kenara koyar. Bu hususta kendisine Weidenreich de yardımcıdır. Neticede bu üç dişe dayanarak bir fosil adam tayinine karar verirler. Buna bir de isim gereklidir. O da bulunur, "Hong-Kong Adamı."[19]
Sonuç olarak denilebilir ki, canlıların silsile halinde birbirinden hasıl olduğu görüşü tutarsız, tamamen sathi ve sübjektiftir. İnsanın geçmişi ile ilgili iddialar da bu paraleldedir. Hiç bir ilmî delili ve tutarlılığı yoktur. Üstelik bugün evrimcilerin bazı sahtekârlıklarının ortaya çıkmış olması, kendilerine güveni iyice sarsmıştır.
Anlaşıldığı kadarıyla, bütün canlılar ve hususan insan, doğrudan mükemmel şekliyle yaratılmıştır.[20]
Evrimcilerin yanıldığı noktalardan birisi de, bütün hayvan ve insanları; göz, kulak, burun vb. gibi organlardan ibaret olarak değerlendirmeleridir. Bir türden bir başkasının teşekkül ettiği iddia edilirken, bunların his ve duygu dünyasını da gözden uzak tutmamak gerekir.
Ceset veya vücut, canlıların elbisesi gibidir. Her canlının cesedi de ruhuna, hissiyatına uygundur. Koyunun bedenine münasip ruhu ve arslanın da yine ruhuna uygun bir bedeni vardır.
Koyunun ruhu ottan hoşlanır. Ona arslanın pençesini takmakla duygularını değiştirebilir miyiz? Bütün vücut üyelerini değiştirsek bile, ruhunu değiştiremediğimiz sürece, o yine ot peşinde koşan munis bir koyun olarak kalacaktır.
İnsan da böyledir. Onun da cesedi, ruhunun elbisesidir. Bedeniyle ruh duyguları arasında tam bir uygunluk vardır. İnsanda yazma hissi mevcuttur. Elleri de buna uygun olup kalemi tutacak şekildedir.
Görüldüğü gibi, maddeten ve manen mükemmel insan bedeninin; "Bir takım hayvani bedenlerin evrimiyle meydana geldiği"ni ileri sürmek, bu noktadan da tutarsızdır.[21]
Batı'da evrim teorisinin lehinde büyük bir kampanya yürütülmektedir. Bu kampanyanın hangi ölçülerde sürdürüldüğü, aşağıdaki bir kaç misâlle bir nebze anlaşılacaktır, sanırım.
Önde gelen biyologlardan A. N. Field, 1971 yılında yayınladığı "The Evoiution Hoax Exposed" isimli eserinde şu görüşlere yer verir:
"...Evrimin ispat edilmiş bir vakıa olduğu, halkın boğazına takılırcasına her fırsatta tekrar edilmektedir... Evrim teorisinin, ilim kisvesi altında bir şebeke tarafından yürütüldüğü bilinmektedir."
Meşhur bir anatomi profesörü olan Thomas Dwight'ın ifâdeleri de oldukça dikkat çekici. Bakın ne diyor:
"Evrim konusunda kurulmuş olan diktatörlük, mes'elenin dışında olanların tahmin edemiyeceği kadar despot hale gelmiştir. Sadece düşünce sistemimizi etkilemekle kalmıyor, aynı zamanda terör çağlarını aratan bir baskıyı da sürdürüyor. Acaba bilim dünyası liderlerinden kaç tanesi bu konudaki düşüncelerini aynen açıklayabilir?"
İngiltere Kraliyat Derneği üyesi Paleontolog Merson Davis, 1926 yılında Victoria Enstitüsü yayınlarından birinde şunları yazmaktadır:
"Bugünlerde evrime karşı çıkmak, başkalarının da söylediği gibi para kazandırmıyor... Acaba kaç kişi Avrupa çapında meşhur zoolog Fleischmann'ın, evrimin ilmî olarak kabullenemeyeceğini ifade eden sözlerinden haberdardır? Fleischmann'a hiç kimse doğrudan doğruya karşı çıkmamıştır. Fakat üstü kapalı bir şekilde kınanmış ve kısa zamanda unutturulmuştur. İlim adamları, bu ve buna benzer hadiselerle karşılaştıkça bu konudaki fikirlerini beyan etmeyip kendilerini saklamaktadırlar."
1928 yılında Paul Shorey, Amerika'da yayınlanan Atlantic Montly dergisinde aşağıdaki görüşlere yer verir:
"Sadece gazete idarehanelerinde değil, Kuzey Amerika'daki bütün üniversitelerde hiç bir şey 'EVRİM' kadar kutsal olamaz. Bunun tenkidi mümkün değildir. Bir profesör, Hıristiyanlığa, ABD anayasasına, George Washington'a, kadın haklarına, evliliğe veya özel mülkiyete serbestçe dil uzatabilir. Fakat evrime asla... Bu, müsamahasızlık ve geri kafalılık olur."
Sir Ambrose Fleming'i sanırım tanımayan yok gibidir. Bu zat, radyo yayınlarını sağlayan termo iyonik radyo lambasını keşfetmiştir. 1934 yılında İngiltere'de teşekkül eden evrimi protesto hareketinde Fleming de vardır ve evrimi çürütecek bir metni radyoda okumak için BBC (İngiliz radyo ve televizyon kurumu) idaresinden müsaade ister. Fakat BBC müdürü C. A. Siepmann bu teklifi reddeder. Gerekçesi de şudur:
"Memlekette önde gelen bilginlerin çoğunluğunun desteğini sağlayabilmemiz için bu tip yayın yapılmaması, BBC'nin umumi politikasıdır."
Evrim lehindeki bu baskı, meşhur biyolog Prof. Sir William Batenson'u ise hayata küstürmüştür. Batenson, Amerikan ilmî ilerleme Birliği'nin Toronto'da yapılan kongresinde evrimi destekleyen delilin bulunmadığını dile getirmiştir. Lâkin, tarafsız bir şekilde ortaya koyduğu bu düşüncesinden dolayı meslektaşlarının üzücü ve devamlı protestosuyla karşılaşması, O'nu büyük bir ümitsizliğe itmiş ve sonunda mesleğini terketmiştir.
Dünya çapında meşhur evrimcilerden Douglas Dewar 1912 yılında "Türlerin Teşekkülü" adlı evrimi destekleyen bir kitap yazar. Bu kitabı, devrin başkanı Roosevelt tarafından da tavsiye görür. Dewar bu yayınından sonra araştırmasını daha da genişletir ve Hindistan kuşlarını detaylı şekilde inceler. Neticede, anî mutasyon (değişme)'larla türlerin değişmediği kanaatine varır ve evrim teorisini reddeder. Daha sonra "İnsan Özel Yaratık" adlı kitabını neşreder. Bu kitabının bir yerinde şöyle der:
"Evrimcilerin basını ele geçirmelerinin önemini pek az insan idrak etmiştir. Bu gün pek az dergide evrim teorisini reddeden makale çıkar. Hattâ dinî dergilerin bile bir çokları insanın hayvan soyundan geldiğini kabul eden modernistlerin elindedir..Genellikle bütün gazetelerin yazı işleri müdürleri evrimi, ispat edilmiş bir vakıa olarak bilmekte ve bu teoriye karşı herkesi cehalet, ya da delilikle suçlamaktadırlar... Hemen hepsi, evrimciler tarafından çıkarılan ilmî mecmualar ise, evrim mefhumuna ufak bir gölge düşürecek yazıyı bile yayınlamak istememektedirler... Kitap neşredenler ise, yürürlükte olan böyle bir teoriye karşı çıkıp da üzerine hücumlar toplayacak veya rağbet görmeyecek bir kitabı basmazlar. Hâttâ basım masrafları yazara ait olsa bile... Bununla yayınevinin itibar kaybedeceğini düşünürler. Böylece halk, mes'eleyi tek yönlü olarak bilmektedir. Halktan birisi, evrimi, yer çekimi kanunu gibi ispat edilmiş bir gerçek olarak bilir."
Batıdaki bu taassubun uzun sürmemesini dileriz.
Akla şöyle bir soru gelebilir: "Acaba bizim ilim çevrelerinden bazılarında da evrim teorisinin böyle bir dokunulmazlığı var mıdır?" İsterseniz bu soruya bir fıkra ile cevap vereyim. Kralın çok sevdiği bir atı vardır. Seyis (at bakıcısı)'i çağırıp şu tenbihatta bulunur: "Bu ata çok iyi bakacaksınız. Her kim bunun öldüğü haberini getirirse, kellesini gitmiş bilsin."
Bir gün at ölür. Şimdi bu haberi krala kim götürecektir? Seyis iki büklüm huzura çıkar ve gayet alçak bir sesle: "Yüce kralım, at yattı kalkmıyor. Ayaklarını iyice uzattı, çekmiyor. Gözleri de kapalı. Hiç bir şey yiyip içmiyor." Bu malûmatı alan kral: "Şuna 'öldü' desen ya" diye çıkışır. Seyis: "öldü, kelimesini ben demedim efendim, siz söylediniz" diyerek kelleyi kurtarır.[22]
Evrim teorisini müdafaa edenlerin büyük bir kısmının esas maksadı, insanın maymundan geldiği safsatasını zihinlerde yerleştirmektir. Bunu doğrudan söyleyemedikleri için, ilim kisvesi altında evrim teorisini ileri sürüp, bunu ispata çalışırlar.
Akla şöyle bir soru gelebilir: Niçin ısrarla insanın maymundan geldiği iddia ediliyor? Bu sorunun bir kaç cevabı olabilir.
Birinci ve en önemlisi; inançları sarsarak, materyalist felsefeyi ve inançsızlığı bütün dünyaya yaymaktır. Gerek Kur'ân-ı Kerîm'de ve gerekse İncil ve Tevrat gibi diğer semavî kitaplarda; insanın ilk atasının Hz. Âdem olduğu bildirilir. Onun da topraktan halkedildiği beyan edilir. Dolayısıyla dinî inancı sarsmanın yollarından birisi, bu semavî hükme ters düşen felsefeyi ileri sürmektir.
Evrim nedir? İleri sürdüğü deliller nelerdir? Teori nedir? Bu teorinin leh ve aleyhindeki düşünceler nelerdir? Bütün bu soruların cevabını anlama ve araştırma safhasında olmayan gençlerin zihinleri, biyolojiden tarihe varıncaya kadar bütün derslerde evrim felsefesinin bombardımanı altındadır.
Evrim felsefesinin özellikle insanın geçmişi ile alakalı görüş, ilim kisvesiyle bir kanun gibi devamlı telkin edilir. Ayrıca, evrim anlatıldıktan sonra, din ve ilmin çatıştığı tekerlemesinin de hemen ilâve edildiğini unutmamak icap eder. Belki de bu genç, din ile ilmin değil, gerçekte evrim felsefesinin ortaya koymaya çalıştığı hayal mahsulü ile dinin çatıştığını, hayatı boyunca öğrenme imkânı bulamayacaktır.
Bazılarının evrimi savunmasının diğer bir sebebi de mes'uliyetten kaçma hissidir. Çünkü, yaratılışı kabul, bir Yaratıcının varlığını gerektirir. Yaratıcıyı kabul edince ardından O'nun emir ve yasaklarına riayet gelecektir. Bu sorumluluktan kaçmanın tek yolu, yaratılışı tesadüf ve sebeplere havale etmektir.[23]
Prof. Dr. Âdem TATLI
Kur'ân-ı Kerîm, insanın muhtelif yaratılış devrelerinden bahseder. Bunu ana hatlarıyla ikiye ayırmak mümkündür. Birisi; ilk insan Hz. Âdem (as)'ın, ikincisi de diğer insanların yaratılmasıdır. Bu farklı yaratılışlara bazan ayrı ayrı âyetlerde, bazan da aynı âyette dikkat çekilir. Nitekim Mü'minûn sûresinde;
"Andolsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülâsadan yarattık. Sonra onu (Hz. Âdem'in nesli olan) insanı sarp ve metin bir karargâhta (rahimde) bir nutfe (zigot) yaptık. Sonra o nutfeyi alaka (yapışan şey) hatine getirdik, derken o alakayı mudga (bir çiğnem et) yaptık, o bir çiğnem eti kemik(lere) çevirdik (ve) o kemiklere de et (kaslar) giydirdik. Sonra onu başka yaratılışla inşâ ettik (can verdik, konuşma verdik)..." [24]
Görüldüğü gibi, insanın ilk yaratılıştan itibaren geçirdiği devreler safha safha nazara verilmektedir. Bunlardan kendi yaratılış devrelerimizi anlamak, ilk yaratılışa da ışık tutacaktır.
Yukarıdaki Âyet-i Kerîmede geçen yaratılışla ilgili hususlara, bir hadis-i şerifte de işaret edilir:
"Her birinizin yaratılışı ana rahminde nutfe olarak 40 gün derlenip toparlanır. Sonra aynen öyle (40 gün daha) alaka (yapışan şey) olur. Sonra yine öyle (bir 40 gün daha) mudga (et parçası) halinde kalır. Ondan sonra melek gönderilir. Ona ruh üfler..." [25]
Bu hadiste, zigot, morula ve blastula safhaları, derlenip toparlanma devresi (nutfe) olarak ifade edilmiştir. Bugün embriyoloji ilminin tesbiti de yukarıda bahsedilen gelişim devrelerine paralellik gösterir. Yumurtalık kanalında döllenen yumurta, ana rahmine doğru inmeye başlar. Daha inerken bile bölünmektedir. Ana rahmine gelen yumurta, plasenta (eten=eş) oluşunca mukoza ve kasları içine iyice yapışarak gömülür. Bir başka ifade ile tohum gibi ekilir. Bu safha, âyet ve hadîslerde "alaka"[26] (yapışan şey) kelimesiyle ifade edilir.
Buradaki embriyo, çıplak gözle görülmeye başladığı zaman, küçük bir et kütlesi (mudga) halindedir. Bulunduğu yerde gelişir ve kademe kademe bir insan şeklini almaya başlar.
Bugün ilim, insanın yaratılışı hakkında Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerin ortaya koyduğu hükümlerin ancak bir kısmını tesbit edebilmiştir. Meselâ; his ve duygular, bu maddi gelişimin hangi safhasında vücutta yerini almaktadır? İlim buna henüz bir cevap bulamamıştır. Peygamberimiz (s.a.v.) ise, 120 gün sonra ruhun geldiğini bildirmekle, insan vücudunu süsleyen duyguların göreve başladığı zamana işaret etmiştir.
Zigot teşekkülünden itibaren 120 gün kadar cenin sadece büyüme kanununa tâbidir. Yani, bu devre içinde hücreler bölünür ve farklılaşır. Aynı büyüme kanunu, bitki ve hayvan embriyolarında da cereyan eder. Bir başka ifade ile cenin, 120 gün sonra insan mertebesine yükselir. Nitekim bu duruma âyette; "... sonra onu bambaşka bir yaratık (insan) yaptık..." [27]beyanı ile dikkat çekilir.[28]
Hz. Âdem (as)'in topraktan yaratıldığını bildiren pek çok âyet vardır. "Allah sizi (Hz. Adem'i) bir topraktan, sonra bir meniden (Hz. Âdem'in neslini) yarattı" [29]Şu Âyeti Kerîmelerde de insanın topraktan yaratıldığı belirtilir: 3/59; 18/37; 22/5; 35/11; 40/67; 30/20.
İlk insanın yaratılışında da günümüzdeki yaratılış gibi çeşitli devreler yer alır. "O'dur ki her şeyin yaratılışını güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı." [30]Şu âyette de bu çamurun mahiyetinden bahsedilir: "Andolsun biz insanı kuru bir çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık..." Hicr, 26.
Bu Âyet-i Kerîmelerden, yaratılışın; toprakla başladığını, daha sonra bunun çamur halini aldığını anlamak mümkün. Bu çamur da süzülerek çamur özü hasıl olmuştur. "Andolsun ki biz insanı çamurdan süzülmüş bir hülâsadan (özden) yarattkı."[31]Daha sonra balçık halini alan bu çamur özünün zamanla değiştiği ifade edilir. "(îblîs: "Ben bir salsaldan (kurumuş çamurdan) değişken bir balçıktan (Hamein mesnûn) yarattığın insana secde edemem" dedi" .[32]
Bazı müfessirler "insanı bir nutfeden yarattık" hükmünün, Hz. Âdem (as) için de geçerli olabileceğini ileri sürerler. Onlara göre bu balçıktan nutfe hasıl edilmiştir. (Elmalılı, V, 3058).
Bu safhaya kadar olan gelişmeler, günümüzdeki ceninin ilk dört aylık (120 günlük) durumuna benzerlik gösterir. Midedeki besinlerden spermanın süzülerek çıkarıldığı gibi, çamur da süzülerek çamur özü (sülâle) hasıl edilmiştir. Bir müddet bu halde kalan çamur özü, balçık şeklini (Hamein mesnûn) almış ve daha sonra katı hale (salsal) sokulmuştur. Bu devreden sonra kuruyan bu balçığa insan şekli verildiğini anlıyoruz. "... sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: "Âdem'e secde edin" dedik..." [33]Nuh sûresinde ise, gerek ilk insan ve gerekse insan neslinin merhale merhale yaratılışına da işaret edilir: "Halbuki O, sizi çeşitli merhaleler halinde yarattı" [34]
İlk insanın bu safhaya kadar bitki ve hayvanlarda görülen büyüme, gelişme ve farklılaşma kanunlarına tâbi olduğu söylenebilir. Artık bundan sonra ceninde olduğu gibi, yeni bir yaratılış safhası başlayacaktır. Yani, ruh bedene gelecektir. Çünkü, insanın terkip ve tesviyesi tamamlanmıştır., "..sonra onu bambaşka bir yaratık (insan) yaptık..." [35]"Onun (şeklini) düzeltip ona ruhumdan üflediğim zaman kendisi için derhal (bana) secdeye kapanın." [36]
Şu Âyet-i Kerîmede de yaratılışın bütün safhalarına işaret edilir: "Ey insanlar, eğer öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz şu muhakkaktır ki biz sizi(n aslınızı) topraktan, sonra (onun neslini) insan suyundan (spermadan) sonra alaka (yapışan şey)'dan daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık (ve bunları) size (kudretimizin kemalini) apaçık gösterelim diye (yaptık) sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz." [37]Bu Âyet-i Kerîmenin son bölümündeki hükümler, yani yaratılışta tâbi olduğumuz kanunlar, günümüzde aynen cereyan ediyor. Bu bize, âyetin başında zikredilen topraktan yaratılmanın da vuku bulduğunu ifade etmez mi? Bütün bunlarla Cenâb-ı Hak, dilediğini dilediği şekilde yaratacağını göstermiştir.
İnsan vücudundaki elementlerin büyük bir kısmı toprakta mevcuttur. Özellikle balçık ve yapışkan çamurda karbon (C-4) ve (N-3 ) molekülleri eksi değerlidir. Bunlar, topraktaki oksijen, fosfor ve hidrojenle kolaylıkla birleşerek insan vücudunun teşkilinde önemli görev almış olabilir. Ama bütün bunlar, bir kudret olmadan nasıl şekilden sekile girecektir?[38]
Günümüz insanı her şeyi, kendi akıl ölçüleriyle değerlendirmeye çalışır. Eline bir avuç çamur alır, bundan insanın nasıl yaratılabileceğini düşünür. Bir çamura, bir de kendisine bakar. Arada hiç benzerlik yok. Ona göre bundan, ya tuğla veya çömlek yapılabilir. Çünkü kendi gücü buna yetmektedir.
Aslında tek hücreden insan yaratılması, çamurdan insan yaratılmasından daha kolay değildir. Gözle görülemeyecek kadar küçük bir hücreden, dokuz ayda şuur ve akıl sahibi bir insan süzülüyor. Zigotun bebek haline gelinceye kadar geçirdiği değişiklikleri adım adım takip etmek mümkün. Ama, hâdisenin izahını nasıl yapacağız? Hangi kudret kalbi tanzim ediyor; baştan gözü, ağızdan dişi çıkarıyor? Hem de, Hz. Âdem (as)'den beri bütün insanlarda aynı kanunlar hükmünü icra ediyor. Şunu itiraf etmek durumundayız ki, insanın yaratılışı gerçekten bir mu'cize. İster ilk insan, isterse günümüz insanı olsun, bu hüküm hepsi için geçerli.
Mes'elenin anlaşılmasındaki güçlük, sanırım yanlış kıyastan ileri geliyor. Biz, kâinattaki hadiselerin cereyan tarzını devamlı kendi güç, kuvvet ve ilmimizle mukayese ediyoruz. Tabiî ki, sonuçta işin içinden çıkamıyoruz. Halbuki bu hadiselere Cenâb-ı Hakk'ın kuvvet, kudret ve ilmi noktasından bakmak gerek. O zaman, her şeyin gerek vücuda gelmesi, gerekse ortadan kalkması o kadar kolay olur ki, şüpheye mahal kalmaz.
İlk insanın yaratılışını açıklamak hususunda evrimciler çıkmaz yoldadırlar. Bunu kendileri de itiraf ediyorlar. O halde, "Yapan bilir, bilen konuşur" kaidesince, yapanın beyanına kulak vermek gerekiyor. O, insanı topraktan yarattığını bildiriyor. "Muhakkak sizi topraktan yarattık..." [39]Hem de en güzel şekilde. "Biz insanı en güzel biçimde yarattık" [40]On defa evrimcileri dinleyenlerin, hiç olmazsa bir defa da Yaratan'ın fermanlarına nazar etmesi gerekmez mi?[41]
Dr. İsmail ARICIOĞLU
Bir çok kimsenin merak ettiği hususlardan birisi de Hz. İsa (a.s.)'ın babasız dünyaya gelmiş olmasıdır. Bunu bazıları akıllarına sığıştıramıyor.
Burada bizi yanıltan şey, meseleye bakış açımızdır. Yâni, Allah'ın yaptıklarıyla kendi yaptıklarımızı aynı kefeye koyarak mukayese ediyoruz. Bilmeliyiz ki, bizim için yapılması imkânsız olan şeylere Allah'ın OL demesi kâfidir. Aslında babasız meydana gelen sadece Hz. İsa (a.s.) değildir. Canlılar dünyasında bunun pek çok misâlleri vardır. Arılar bunlardan sadece birisidir.
Bilindiği gibi, her kovanda bir ana arı bulunur. Ve hayatında, bir defa çiftleşme uçuşuna çıkar. Bu uçuş sırasında en hızlı erkek arı ile çiftleşir ve ondan aldığı spermalar (erkek üreme hücreleri) bir kese içerisinde depo edilir. Kovana döndükten sora ana arı yumurtlamaya başlar. Yumurtalar, spermaların bulunduğu kesenin yanından geçerler. Bu esnada bazı yumurtalar spermalar tarafından döllenir. Bazıları ise hiç döllenmeden çıkarlar. İşte döllenen yumurtalardan dişi arılar, sperma ile döllenmeyen yumurtalardan ise erkek arılar meydana gelir. Biz bu tip üremeye biyolojide "Partenogenetik üreme" diyoruz.
İsa (a.s.)'ın babasız oluşunu, "aklımız almıyor" diye inkâr edersek, yeryüzünde her yıl milyarlarca babasız erkek arının meydana gelişini nasıl açıklayabiliriz.
Bir başka örnek de yaprak bitleri (Afidler)'dir. İlkbaharda bazı bitkilerin yaprak ve tomurcuklarından özsu emerek yaşıyan bu böcekler çiftleşmeksizin (yani babasız olarak) yavrular doğururlar. Bu yavruların tamamı dişidir. Ancak sonbaharda erkeklerle çiftleşen böcekler doğurmayıp yumurtlarlar. Döllenmiş bu yumurtalardan ilk baharda dişi yavrular çıkar. Erkekler sadece sonbaharda hasıl olurlar.
Su pireleri (Dafnialar) da belirli bir mevsimde partenogenetik (yani babasız olarak) üreme gösterirler. Döllenmemiş yumurtalardan yavrular çıkar.
Dikkat edilirse, gerek yaprak bitleri ve gerekse su pirelerinin babasız üremeleri devamlı değildir. Sadece belirli mevsimlerde olur. Yani Cenâb-ı Hak manen diyor ki: "Üreme kanunumu istersem hikmetime göre değiştirebilirim. Canlıları, babalı olduğu gibi, babasız da yaratabilirim. Sebepler sizi aldatmasın."
Bu örnekleri daha da artırmak mümkündür. Karıncaların, uyuz böceklerinin ve solucanların bazıları ile portakal pamuklu bitleri de partenogenetik olarak (babasız) ürerler.
Anne ve babamız, dünyaya gelmemizde birer sebeptirler. Bundan başka bir rolleri var mıdır? Mesela, gözlerimizi ve ellerimizi annemiz mi verdi, yoksa babamız mı? Hele akıl, hafıza, hayal, sevgi, nefret ve şefkat gibi manevi cihazlarımızı nereden aldık?.. Tek bir hücreden gelişerek meydana gelen bu vücut yapımızı bir düşünelim. Hangi kudret sahibi bu harika yapıyı o tek hücreden çıkardı?...
Madem biz varız. kendimizi inkâr edemiyoruz ve madem tek bir hücreden yaratılmışız. Bunu da biliyoruz. Böyle bir ilim ve kudret sahibi bizi neden annesiz ve babasız yaratamasın? Zaten anne ve babamızı da yaratan O değil mi?
Dünyada cereyan eden üreme kanunlarının hepsi de erkek ve dişi vasıtasiyle olacak diye bir kaide yoktur. Bakteriler bir kaç saat içinde neslinin neslini görebilecek kadar hızla ürerler. Fakat ne anne var, ne de baba. Bir bakteri ortadan ikiye bölünüyor ve oluyor iki bakteri.
Diğer taraftan milyonlarca bitki ve hayvan türünün ilk yaratılışının da annesiz ve babasız olduğunu unutmamak gerekir.
Her kanunun bir istisnası bulunabilir. Anne ve baba vasıtasıyla dünyaya gelme kanununun bir istisnası olarak Hz. İsa (a.s.) yaratılmıştır. Bununla insanların imtihanı sözkonusudur. Hikmet-i İlâhî böyle istemiştir. Çünkü Hz. İsa (a.s.) büyük peygamberlerdendir. Peygamberlere Allah tarafından verilen mucizeler ise zamanlarındaki insanlar hangi hususta ileri iseler, o çeşitten olmuştur. Hz. İsa (a.s.) zamanında tıp ilmi revaçta olduğundan, onun mucizesi de tıpçıları aciz bırakacak olan babasız yaratılma şeklinde olmuş ve bu, hayatın ölüleri diriltme gibi mucizeleriyle devam etmiştir.
Hz. İsa (a.s.)'in babasız oluşu, ne Cenâb-ı Hakk'ın kudretine noksanlık, ne de ilmine bir eksiklik getirir. Tam aksine, istediğini istediği gibi yaratabileceğini gösterir. Bu hâdise ile O, bizim, sebeplerde boğulmamamızı ihtar ediyor. Anne ve babanın birer sebep olduğunu, hikmeti gerektirirse insanları ve hatta bütün canlıları anne- babasız da yaratabileceğini gösteriyor.[42]
Prof. Dr. Âdem TATLI
"Ey insanlar!.. Muhakkak ki, biz sizi bir erkek ile bir dişiden yarattık ve sizleri kabilelere ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız..."[43]
Bu soruya, bir başka soru ile cevap verilebilir: Tek atadan farklı renk ve ırkların ortaya çıkmasına engel nedir? Hem tek atadan gelinir, hem de farkh renk ve ırklar ortaya çıkar. Aslında bu tip sorular, daha ziyade biyolojiyle alâkası olmayanlardan gelmektedir. Çünkü, bir biyolog bilir ki, her anne, baba, büyük anne ve büyük babaların karakterleri belli oranlarda yavrularına geçer. Bu oranlar, "Mendel Kanunları" adı altında meşhurdur. Cenâb-ı Hakk'ın koyduğu bu kanunlara göre; meselâ bir fert boy bakımından yüzde 50 ihtimalle annesine, yüzde 50 ihtimalle babasına benzeyecektir. Ferdin hemen hemen bütün özelliklerinde bu veya buna yakın oranları görmek mümkündür. Lâkin, bazı karakterler vardır ki, ortaya çıkmaları, yani bir fertte tesir göstermeleri, bazı şartlara bağlıdır. Nasıl ki, yıldızların görünmesi gecenin gelmesine bağlıdır. Güneş onların görünmelerine mani olur. Bazı çekinik (resessif) karakterler de, baskın (dominant) karakterlerin etkisi altındadır. Çekinik karakterler bu tesirlerden kurtulduğu zaman etkisini gösterecektir. Bu, belki de nesiller sonra mümkün olur.
Günümüzdeki ırkların hepsi ortak bir atadan gelir. Saf ırk mevcud değildir. Sözgelimi, beyaz ırkın bir ferdinden, bir zenci gibi koyu deri rengine sahip fert hasıl olabilir. Ya da bir Çinli'den, bir Kafkaslı kadar beyaz deriye sahip yavru meydana gelebilir.
Bazıları, zenci ırkın tropiklerdeki yoğun ultraviyole ışınlarına uyum sağlayarak meydana geldiğini iddia ederler. Halbuki bu görüş, Kuzey ve Güney Amerika'da aynı ışınlara maruz kalanların, niçin siyahlaşmadıkları meselesini izah edememektedir. Son yapılan çalışmalar, deri rengindeki bu farklılığın irsi olduğunu ortaya koymuştur.
Dolayısiyle, ırkların teşekkülünde ortaya çıkan siyahlar, kendileri için zararlı olmayan ışınların bulunduğu sahaya göç etmiştir. Diğer taraftan açık renkli ve mavi gözlü İskandinav ırkı ise, ekvator yakınındaki yoğun ultraviyole ışığından kurtulmak için kuzeye gitmiştir.
Dışarıya kapalı bir kabile düşünün. Çevredeki diğer kabilelerle hiç bir irtibatı olmayan bir grup. Buradaki genetik özellikler kabile fertlerinin sahip olduğu irsî karakterlerin toplamına eşittir. Belli sınırlar içinde yer alan böyle bir bölge "gen havuzu" olarak da adlandırılabilir. Bu gen havuzunda, çekinik karakterler, zamanla melezleme sonucu birbiriyle karışarak, yem ve değişik karakterler hasıl eder.
Değişik renk ve ırk karakterlerine bu açıdan bakmak gerekir Kuvvetle muhtemeldir ki, ilk insan Hz. Âdem (a.s.)'in genetik yapısında da çok farklı renk ve ırk özellikleri vardı. Tıpkı bir gen havuzu gibi, muhtelif karakterleri ihtiva ediyordu Bütün bu karakterlerin bir anda ortaya çıkması elbette mümkün değildi. Zamanla bazı genetik açılımlar sonucu, değişik karakterler meydana geldi. Neticede günümüzdeki farklı fertler hasıl oldu.[44]
Prof. Dr. Âdem TATLI
Bu soruyu ortaya atan, Hz. Âdem ile Havva'da aynı kan grubu olduğunu nereden biliyor? Onların kanını mı tetkik etmiş?
Her insanda, her bir karakter bir gen çifti, yani iki gen tarafından kontrol edilir. Bu genlerden birisi anadan, diğeri babadan gelmiştir.
Kan grubunu tayin eden genler; A, B ve O genleridir. Her bir fertte bu genler şu şekillerden biri durumunda bulunabilir: AA, AO, BB, BO, AB ve OO. O geni, A ve B genlerine göre
Anne ve Baba Gametler
Genetik Yapı Kan Gruptarı
AO ?
V V V V
AB A B 0
çekinik (resessif) bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla AA genleri A kan grubunu verdiği gibi, AO genleri de A kan grubunu verecektir. Aynı şekilde BB ve BO genleri, B, BB genleri AB ve OO genleri de O kan grubunu hasıl edecektir. Bir başka ifade ile; A kan grubunda olan bir kimsede bu kan grubunu tayin eden genler, ya AA veya AO şeklindedirler. Hz. Âdem'de AO ve Hz. Havva'da BO genleri olması halinde aşağıdaki durum ortaya çıkar.
Şemada görüldüğü gibi, Hz. Âdem'de A, Hz. Havva'da da B kan grubu heterozigot genetik yapıda olması halinde, günümüzdeki 4 kan grubu da meydana gelebilecektir.
Burada açıklanması gereken husus, Hz. Âdem'e ait AO genetik yapıdaki kan grubunun, Hz. Havva'ya BO olarak nasıl geçmiş olduğudur. Dikkat edilirse, gerek Hz. Âdem ve gerekse Hz. Havva'nın yaratılışı, normal anne ve babalı üreme kanununa uymamaktadır.
Bu yaratılışta bildiğimiz manada anne ve babanın olmayışı, buraya Mendel kanunlarının tatbikini imkânsız kılar. Dolayısıyla Hz. Âdem'deki A kan grubunun Hz. Havva'ya B kan grubu olarak geçmesinin Mendel kanununa uymayışını normal kabul etmek gerekir. Çünkü burada ilk yaratılış söz konusudur.
Kâinatta cereyan eden hadiseleri tesadüf ve tabiatın yaptığı vehmedildiği sürece bu tip soruların ardı arkası kesilmeyecektir. Halbuki olayların meydana gelmesi veya gelmemesine Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz kudret ve nihayetsiz ilmi noktasından bakmak gerekir. O zaman, kan gruplarının veya bütün insanlığın ortaya çıkarılmasının bir insan veya kan grubunun yaratılması kadar kolay olduğu görülecektir.[45]
Prof. Dr. İbrahim CANAN
Çoğumuzun zihnini kurcalar: İlk insanlar ne idi, vahşî mi, medenî mi? Bu mesele üzerine kafamıza girmiş olan fikirleri ciddî şekilde tedkikten geçirecek olsak, onları pek karışık ve hattâ birbirine zıt buluruz. Biz burada, teferruata girmeden bu konudaki fikirlerin başlıcalarını ve kaynaklarını belirtmeye çalışacağız.[46]
İnsanlığın başlangıcı hakkında hâlen üç görüş yaygındır: 1- Evrimci görüş, 2- İslâmî görüş, 3- İlmî görüş[47] Şimdi bunları açıklayalım:
1- Batı Kaynaklı Evrimci Görüş: Buna göre, insanların atası maymundur. Maymun kılını atarak insan olmuştur. Maymunluktan sonra teşekkül eden ilk insan cemiyeti (bazılarına göre cemiyetleri), korkunç bir vahşet devri geçirmiştir. El yordamıyla ilerliyen bu ilk vahşîler, bir kısım tesadüflerin de yardımıyla bâzı teknikleri elde etmişlerdir. Söz gelimi, kuru odunları birbirine sürterek ateşi bulurlar. Bir orman yangınında telef olan hayvanla pişirmeyi, ocağın yanında yanarak sertleşmiş olan çamurla da seramiği keşfederler vs. Bu şekilde, gittikçe ilerleyen insanlık, en üst seviyeye Batı'da ulaşmıştır. Batı medeniyeti insanlığın en yüce, en üstün medeniyetidir. Bütün insanlık onu benimsemek zorundadır. Onun dışında kalan sistemlere "Medeniyet" denemez. Çin, Hint, İslâm medeniyetleri, bu sebeple barbarlıktır, vahşettir, geriliktir. "Medenileşmek" isteyen her ferd, her cemiyet onu benimsemeye mecburdur, mahkûmdur vs.
2- İslâmî Görüş: Kur'ân-ı Kerîm tarafından ortaya konan bu görüşe göre, ilk insan Hz. Adem'dir ve bir peygamberdir (aleyhisselâm). Hz. Âdem, peygamber olması hasebiyle, vahye mazhardır ve kendisine kitap gelmiştir. Bu kitapta insanlar için zarurî ve gerekli olan bilgiler vardır.
Gerekli bilgilerden maksad sâdece dinî olanlar değildir. Maddî hayatla ilgili olanlar da buna dâhildir Nitekim, bâzı rivayetler, Hz. Adem'in cennetten, beraberinde, insan hayatının devamı ve teknolojinin gelişmesi için şart olan teknik teçhizatı da getirdiğini belirtir: Örs, kerpeten, çekiç, iğne, gürz bunlardandır.
Dinimiz bu temel görüşe ilâveten, hiç bir devirde insanların başı boş bırakılmadığını, her kayme mutlaka Peygamber gönderildiğini de haber verir, Kur'ân-ı Kerîm, geçmiş kavimlerden Allah'ın emirlerine uyanların güçlü medeniyetler kurduğunu, azanların ilâhî cezalara mâruz kalarak yıkılıp gittiklerini ve yeryüzünde isimlerinin bile unutulduğunu tekrar tekrar ifâde eder.
BU GÖRÜŞLERİN PRATİK NETİCELERİ:
Bu söylenen görüşler, insanların düşüncelerine, derin etkilerde bulunmuştur. Bir kaç tanesini belirtelim:
1- Avrupa medeniyetinin en üstün, en son medeniyet olduğu görüşü, Avrupalılara, bir egoizm vermiştir. Bu bencillik, askerî ve ekonomik üstünlüğü elinde tutan Batılıların, tarihte görülmeyen vahşî metodlarla sömürgeleştirdikleri kavimleri "medenîleştirme" adına imha etmelerine sebep olmuştur. Keşfedildiği asırda milyonlarla Kızılderilinin yaşadığı Amerika'da bugün o ırk sönmüştür. Okyanus adalarında ve Afrika'da yaşayan "medenileşmiyecek yaratılışta" olduğuna hükmedilen vahşîler (!) (yerli, ibtidâî, barbar, şarklı kelimeleri de aynı mânada kullanılır) günümüzde bile aynı telakkinin kurbanları olmaya devam ediyorlar.
2- Bilhassa 19. asırla 20. asrın ilk çeyreğinde hemen hemen bütün dünya "aydın"larını yönlendirmiş olan Batı menşeli görüş, Batı dışında kalan milletleri "medenîleşmek için Batılılaşmak" kompleksine iterek, maddî ve manevî büyük yıkımlara sebep olmuştur. Bunun en güzel örneği Türkiye'mizdir. Bu maksadla yapılan bütün çalışmalar herhangi bir müsbet ve yapıcı hizmet sunmaksızın korkunç bir anarşide karar kılmıştır.
3- Peygamberlerin teknikte de örnek oldukları, insanlık tarihinde kaydedilen teknik merhalelerin peygamberler sayesinde gerçekleştirilmiş bulunduğu prensip olarak benimsenmeyince, geçmişle ilgili durumlar sağlıklı bir şekilde izah edilememiştir. Eski devirlerden günümüze intikal eden hârika eserler var. Bunlar o kadar hârika ki, yukarıda açıklanan Batılı anlayış gereğince vahşî addedilen eski insanların eliyle yapılmış olması mümkün değildir. Meselâ Piri Reis'in çizdiği dünya haritası, bu zihniyete sahip bir Batılıya göre, "Fezadan gelen devlerin çizdiği asıllarının kopyasının kopyasının kopyasıdır". Çünkü Piri Reis Batılı değildir, şu halde barbardır, vahşîdir ve dolayısiyle böyle mükemmel bir eser vermesi mümkün değildir.
Bu zihniyet, Batı menşeli olmayan bütün tarihi eserleri böyle izah edecektir. Aynı yazar, Peru'da, kuru çamurun içinde bulunmuş olan ve fevkalâde mükemmelliği belirtilen bir takvimle alâkalı olarak da şu açıklamayı yapar: Bu mükemmellik de, onu tasarlayan, ortaya koyan ve kullananların bizden üstün bir uygarlık (medeniyet) seviyesine ulaşmış olduğunu ispatlamaktadır.
KENDİMİZE OLAN SONSUZ GÜVENİMİZ BU İSBATI NASIL KABUL EDECEK BİLMİYORUM".
Keza, bir heykel üzerindeki şekillerde okunan bir kısım astronomik bilgilerle alâkalı olarak da şu yorum ileri sürülür: "Bu astronomi bilgisini, yapı sanatında bile pek geri olan ibtidâî insanlar mı bir araya getirmişti, yoksa bu bilgi dünya dışı bir kaynaktan mı gelmiştir?"
Kendi dışında kalan insanlığı vahşete mahkum eden Batı zihniyeti, geçmiş devletlerden intikal eden, izahı imkânsız (!) pek çok ilmî ve teknik hârikaları saydıktan sonra, bunları izah sadedinde, şu safsataya düşer: "Bizden önce yüksek bir kültürün, ya da eşit seviyede bir teknolojinin varlığını kabul edemiyeceğimize göre, bir tek nazariye kalıyor: Uzaydan (fezadan) bir ziyaretçi".
Kur'ân-ı Kerîm'in verdiği bir espiri ile bakınca, böylesi hârika eserlerin, insanî olduğu, ancak İlâhî vahye mazhar peygamberlerin irşadına dayandığı kabul edilir. Zira Kur'ân-ı Kerîm, insanlığın geçmişini vahşet ve cehalete mahkûm etmez. Aksine, bir kısım eski milletlerden bahsederken, onların "kuvvetçe daha ileri", "mal ve evlatça daha çok" olduklarını ve "yeryüzünde daha çok, daha sağlam eserler bıraktıkları"nı belirtir. (Şu âyetler görülebilir: Tevbe, 69; Fâtır, 44; Muham-med, 12; Mü'min, 21, 82; Kasas, 76-78).
Terakkiyi İnkâr mı? Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerden (Hz. Peygamberin sözlerinden) esasını alan İslâm telâkkisi, insanlığın gitgide terakki ettiğini inkâr etmez. "İlk cemiyet medenîdir" derken, bugünki mânâda içtimaî ve teknik teçhizata sahiptir demek istemez. Onlar duyulan ihtiyaç nisbetinde teknik ve kültürel teçhizata sahiptir. Kanunu ve kaideleri ilk cemiyetin sadeliği nisbetinde basit ve mahduttur. Nüfus artıp. içtimaî tansiyon (sosyal gerilim) kesafet kazandıkça, gerek teknik ve gerekse kanun ve kaideler yönüyle zenginleşmeye, gelişmeye ihtiyaç duyulmuştur.
Bu ihtiyaç da birbirini takip eden peygamberlerle karşılanmıştır. Peygamberler sâdece dinî ve içtimaî kaideler getirmekle kalmamış, maddî problemlerin hallinde de önder olmuşlardır. Nitekim, kumaştan yapılan elbiseye Hz. İdris, demirciliğin ve burada zırhın gelişmesine Hz. Dâvud, tıbba Hz. Lokman, gemiciliğe Hz. Nuh, saatçiliğe Hz. Yusuf öncülük etmiştir. (Aleyhimüsselâm ecmaîn) Bu teknikler, bugünki "medenilik"in gelişmesinde küçümsenmesi mümkün olmayan sıçrama ve dönüm noktalarını teşkil eder.
3- İlmî Görüş: Batılı görüşün, ilmî temelden mahrum ve tamamen hissî ve bencil hesaplara dayandığı, bizzat Batılılar tarafından ifâde edilmeye başlanmıştır. Bilhassa etnoloji ilmi gelişip, yeryüzünün her tarafında yaşayan insanların dilleri, inançları, efsâneleri, ahlâk anlayışı ve örfleri öğrenildikten sonra, insanlığın geçmişi hakkında ileri sürülen bu tekâmülcü nazariyeler (teoriler) iyice itibardan düşmüştür. Çünkü, binlerce yıldır birbirleriyle hiçbir temasta bulunmamış olan Avustralya, Afrika, Amerika, Okyanus adaları ve kutuplarda yaşayan ibtidaî denen kavimlerin dillerinde, inançlarında, kültür ve tekniklerinde kuvvetli benzerlikler görülmüştür. Bu benzerlikler, insanların tek bir kaynaktan çoğaldıklarını, oldukça ileri müşterek bir medeniyet seviyesine ulaştıktan sonra yeryüzünde dağıldıkları fikrini ilham etmiştir.
Bu fikir, asrımızda, her geçen gün kuvvet kazanmaktadır.
Bu noktada da kalmayan sağ duyu sahibi bir kısım Batılı âlimler, "vahşî" ve "medenî" gibi değerlendirmelerin tamamen izafî hükümler olduğunu belirtirler. Onlara göre, yeryüzünde mevcut insan cemaatleri mutlaka bir kısım içtimaî değerlere ve bazı teknik malzemelere sahiptir. Âlet kullanmayan ve kaideye uymayan hiçbir cemaat mevcud değildir. Her cemaat kendi dişındakini hor görür ve tahkir edici isimler takar. "İbtidâî" denen insanların da, medenî Batılılara "vahşî" nazarıyla baktığı görülmüştür. Bu durumları değerlendiren Batılı bir meşhur, Batılıların anlamış olduğu şekilde bir vahşetin insanlar arasında hiçbir devirde mevcut olmadığını belirttikten sonra, sözünü şöyle noktalar: "Asıl vahşî, vahşetin varlığına inanan kimsedir."
Birlikten çokluk; medeniyetten vahşet nasıl çıktı?" Kurân-ı Kerîm'de belirtilen, başlangıçtaki medenî olan tek insan cemiyetinden çeşitli ırkların, dillerin nasıl çıktığı, bir kısım ibtidâî grupların nasıl teşekkül ettiği merak konusudur. Bu mesele henüz ilmen kesin hatlarıyla tam olarak izah edilmiş değildir. Ancak oldukça tatminkâr açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan birini aşağıda sunmaya çalışacağız.
Prof. Gish, "Fosiller ve Evrim" adıyla tercüme edilen kitabında;[48] ilk insanların topluluk halinde yaşadıklarını belirtir. Zamanla mevcut kaynakların artan nüfus karşısında yetersiz duruma gelmesiyle bu topluluk fertlerinin de küçük gruplar halinde yeryüzüne dağıldıklarına işaret eder. Farklı ülkelere giden ve birbirinden iyice koparak aralarındaki irtibat kesilen bu grupların çoğalmaları da yine kendi içlerinde olmaya başlamıştır. Önceleri aynı yerde bulunmuş olan gruplar, daha sonra bu bütünün üyeleri olarak çoğalmaya devam etmişlerdir. Bu grupların her birisinde yüksek oranda melez meydana gelerek gruplar arasındaki fertlerin genetik yapılarında farklılık ortaya çıkmıştır. Neticede bu gruplar çeşitli kabile ve ırkları hasıl etmiştir.
Topluluğun orijinal merkezinden ayrılan bu küçük grupların bir kısmı önceden sahip oldukları bilgi ve san'atlarını devam ettirirken bâzıları bunları kaybetmiştir. Bu kaybetme muhtemelen bazı faktörlerin tesiriyle olmuştur. Meselâ; önceleri yağmacı akınlara karşı arazilerini müdafaa için silâh yapma ihtiyacı duyan gruplar, toplumdan ayrılarak geniş ve boş sahalara yayılınca bu ihtiyacı hissetmez oldular. Böylece silâh yapımı terkedilmiş toplanan az bir besin gruba kâfi geldiğinden bazı kabilelerde önceki ziraat işleri de bırakılmıştır. Bu devrede her grup kendi içine kapanık yaşadığından san'atlar komşu gruplar arasında karşılıklı değişmeden mahrum kalıyordu. Sonuçta "ilerleme" olarak ifade edebileceğimiz hususlar bazı kabilelerde gecikmiş, hattâ çok iptidaî bir seviyeye doğru dejenere olup bozulmuştur.
Bir merkezden yayılmış olan insanlardan bir kısmının ilerlerken bazılarının yerinde saydığına ve hâttâ gerilediğine dikkati çeken Gish şöyle der:
"Avrupa ve Asya'ya yayılan kalabalık topluluklarda medeniyet hızlı bir şekilde gelişirken, Amerika ve Avustralya ile Güney Afrika'da dağınık halde yaşayan gruplar, eskiden sahip oldukları medeniyeti de yavaş yavaş terk ettiler. Neticede günümüzdeki ilkel topluluklar haline geldiler.
İnsanlara ait san'at eserlerinin her tarafta bulunuşu, ilk insanların bu şekilde dağınık olarak yaşadıklarına işaret eder. Geçmişteki topluluklar oldukça ileri seviyede silâh ve âletler yapabiliyorlardı. Ayrıca bunlar, inanç sahibi idiler. Ölülerini çiçekler ve çeşitli maddelerle birlikte gömmeleri bunların dindar topluluklar olduğunu ve âhirete inandıklarını gösterir".
İlmî verilere dayanarak yapılan bu açıklamanın Kur'ânî görüşe ne kadar uyduğu nazar-ı dikkatten kaçmamaktadır. Zira Kur'ân'da gelen açıklamalara göre de insanlığın ilerlemesi, terakkisi devamlı olmamış. Bunu bir kısım zikzaklar ve kesintiler takip etmiştir. Bu neticeye yine o cemiyetlerin kendileri sebep olmuştur. Teknik yönden ilerleyip maddî bakımdan güçlenen toplumların, zaman zaman ilâhî irşadtan ayrılmaları gerilemelerine yol açmıştır. Çeşitli sapıklık ve ahlâksızlıklara düşmüş bu tip kavimlerin cezalandırılarak ellerindeki nimetlerin alındığı Kur'ân-ı Kerîm'de bildirilir. Bunların bir kısmı toptan helak edilmiş, bir kısmı da büyük maddî musibetlere, belâlara maruz bırakılmıştır.
Geçmiş milletlerden bazılarının "Kuvvetçe daha ileri", "mal ve evlâtça daha çok" oldukları nazara verilir [49]"Yeryüzünde daha çok ve daha sağlam eserler bıraktıkları" ifade edilir. [50]Kasas suresinin 76. âyetinde Karun'a "Anahtarlarını güçlü bir topluluğun" zor taşıyacağı kadar çok mal verildiğinden bahsedilir. Hâttâ, "Allah'ın önceleri ondan (Karun) daha güçlü ve topladığı şey daha fazla olan nice nesilleri helak ettiği"ne dikkat çekilir.[51]
Rum sûresinde de geçmişteki medenî kavimlerden söz edilir:
"Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ki onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler, yeryüzünü kazıp alt üst ederek onlardan çok imâr etmiş kimseydiler. Ve onlara burhanlarla peygamberler gelmişti. Böylece onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulmediyorlardı. Sonra Allah'ın âyetlerini yalan sayıp onları alaya alarak kötülük yapanların sonu pek kötü oldu" [52]Bütün bu bilgilerin ışığında, şimdi insanlığın başlangıcını, geçmişini, vahşî kabul etmek mümkün mü?[53].
Prof. Dr. Âdem TATLI
İslâm âlimlerinin, canlıların yaratılışı ve gelişmesiyle alâkalı düşünceleri zaman zaman yanlış değerlendirilmektedir. Bunda bazı tâbir ve terimlerin değişik anlaşılmasının rol oynadığı muhakkak. Farklı değerlendirmeye sebep sadece bu değil, tabiî. Bilhassa evrimciler, onların bu konudaki görüşlerini istismar ediyorlar. Bu tip yanlış anlaşılmalara ve istismara mani olmak için, İslâm âlimlerinin konuyla alâkalı eserlerinden bazı pasajlar vererek hakikati açıklamaya çalışacağız.
Bilindiği gibi evrim; "kademeli olarak gelişme ve değişme" demektir. Lügat manası böyle olmakla beraber, terim manası, bir türden bir başka türün veya bir varlıktan başka bir varlığın yavaş yavaş ve tesadüfen meydana gelmesidir. Bütün canlıların tek bir menşe (orijin)'den türeyip silsile halinde birbirinden tesadüfen geliştiğini savunan teori de evrim teorisidir. Bu evrim felsefesinin dayandığı prensipleri dört kategoride toplamak mümkündür. Bunlar:
1- Tedricilik (kademeli gelişme), yani, evrim hadiseleri uzun zaman içinde ve adım adım cereyan etmiştir.
2- Bir türden başka bir tür veya bir varlıktan başka bir varlık hasıl olmuştur.
3- Günümüzdeki bütün varlıklar, tek bir hücrenin farklılaşmasıyla meydana gelmiştir. Yani tek hücreden omurgasız çok hücreliler, onlardan balık, balıktan kurbağa, kurbağadan sürüngen, sürüngenden kuş ve memeli ve neticede maymundan insan hasıl olmuştur.
4- Bütün hadiseler, tesadüfen ve kendi kendine cereyan eder.
Burada hemen şunu ilâve edelim ki, İslâm alemindeki her âlimin şahsi görüş ve düşüncelerini, yorum ve içtihatlarını İslâm adına kabul etmek doğru değildir. Bu sahada çalışanlar iki grupta mütalaa edilebilir. Birinci gruptakiler, İslâmî kaynaklardaki hükümlerin tefsir ve yorumunu yaparlar. Diğer grubu da felsefeciler teşkil ederler. "İslâm âlimleri" deyince, daha ziyade birinci gruptakiler anlaşılmalıdır. Çünkü, felsefeciler başka kaynakların etkisinde de kalmış olabilirler.
Şu hususu da belirtmek yerinde olacaktır. O da yaratılışçı görüştür. Varlıkların meydana gelişini tamamen ilmî esaslarla açıklamaya çalışan ve evrimci düşünceye zıt olarak ortaya çıkmış bir görüştür.
Esasen şu anda, geçmişteki müslümanların evrim konusundaki değerlendirme ve düşüncelerini aktüel hale getiren evrimcilerdir. Yaratılışçılar bu konunun fenni sahada tartışılmasını istemektedirler. Fakat evrimciler, zaman zaman dinden de medet istiyorlar. Kendi evrim teorilerine İslâm âlimlerinden destek arıyorlar. Bu çabaları herşeyden önce iddialarını destekleyen ilmî delillerinin bulunmadığını gösterir.
Türlerin orijinini ve getirdikleri değişiklikleri mantıkla çözmek mümkün değildir. Bu hususta isabetli bir şey söyleyebilmek için ya deney ve tecrübeye dayanacaksınız, ya da vahye. Bu konunun fiilen ele alındığı 150 yıldır, yapılan deney ve elde edilen tecrübeler, tatmin edici bir netice hasıl etmemiştir. İnsanın topraktan yaratılışının dışında dini bir hüküm de yoktur. Dolayısıyla, yirminci asrın sağladığı her türlü bilgi birikimine rağmen, türlerin menşei hakkında kesin bir şey söylenemezken, günümüzden asırlarca önceki âlimlerin bu sahada fazla bilgi sahibi olması elbette mümkün değildir. Kaldı ki, çoğu zaman herhangi bir vahye veya deneye dayanmayan bir felsefecinin görüş veya düşüncesi bize ne dereceye kadar delil olacaktır? Bir başka ifadeyle, bize, evrimin felsefesi değil, delilleri lâzımdır. Evrim, bir felsefecinin ne "var" demesiyle var olur, ne de "yok" demesiyle yok olur.
Evrimcilerin iddialarına geçmişten delil aramalarına elbette kimsenin bir diyeceği olamaz. Ancak, geçmişteki bu mana ve mefhumların nasıl ifade edildiğine dikkat edilmesi kaydıyla. Şimdiye kadar yapılageldiği gibi uydurma terimlerle mesele izaha kalkışılır, değişim ve başkalaşımı ifade eden her kelime yerine "evrim" kullanılırsa, belirli bir sonuca varmak mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla evrim görüş ve düşüncelerinin kritiği yapılırken, bilhassa bu konuda geçmişte kullanılmış Arapça ve Osmanlıca kelimelerin mânâsı iyi anlaşılmalıdır. Nitekim bu hassasiyetin yeterince gösterilemeyişinden dolayı, her sahada olduğu gibi, burada da, kavram kargaşasına yol açılmıştır. Bu ifade ve terimleri tam yerinde kullanmayanlar, belki de farkında olmayarak bütün İslâm âlimlerinde evrimci düşüncenin hakim olduğu imajını uyandırmışlardır.
Bu hususta mefhum anarşisine, kavram kargaşasına mani olunması veya en azından asgariye indirilmesi, evrim terminolojisine gereken hassasiyetin gösterilmesiyle mümkündür.[54]
Evrim konusunda aynı mana ve mefhumların aynı kelimenin farklı kimseler tarafından değişik manalarda kullanılması halinde, karşılıklı ithamların ötesinde bir sonuca varmak mümkün olmayacaktır.
Evrimin karşılığı olarak kullanılan ve fakat değişik mefhumları ifade eden kelimelerden bazıları şunlardır:[55]
Tekâmül kelimesi, evrimin manasını karşılamamaktadır. Çünkü tekâmül bir canlının kendi iç bünyesindeki değişikliklerle belirli bir seviyeye ulaşması, kemâle ermesidir. Meselâ elma çekirdeği tekâmül eder, elma ağacı haline gelir. Tek hücreden ibaret olan zigot tekâmül ederek Allah'ın izniyle yetişkin bir insan olur.
Biyolojide bir canlının embriyodan itibaren olgun hale gelinceye kadar geçirdiği safhalara "ontogeny" denir. Tekâmül bunun yerine kullanılmalıdır. Bir canlının ilk yaratılışından itibaren günümüze kadar geçirdiği farzedilen ve ilmî tahkikle açıklanmaya çalışılan ve henüz nazariye olmaktan ileriye gidemeyen safhalara da filojeni denir. Evrim de bunun karşılığı olarak alınmalıdır.
Bu manada kâinattaki bütün varlıklar tekâmül kanununa tâbidir.[56]
Evrim meselesinin münakaşa sahasına geçmesinden sonra bu polemiğe temas eden İslâm âlimleri, istihale kelimesini kullanmayı tercih etmişlerdir. Daha önceki âlimler de bu kelimeyi kullarımışlarsa da, onların bu kelimeye yükledikleri mefhum ile evrim kelimesinin ifade ettiği mana arasında hiç bir irtibat yoktur. Esasen evrim yeni bir mefhum olduğu için Arapçada tam oturmuş bir karşılığı yoktur. Bu sahadaki bazı otoriteler, evrimin tam karşılığı olarak tatavvur kelimesinin kullanılabileceğini ileri sürerler. Nitekim Arapça lügat "el-Müncid"in Darwin maddesinde bu teori, "Tatavvur teorisi" olarak adlandırılmıştır.
Netice olarak şu kesinlikle söylenebilir ki, tekâmül ve istihale kelimeleri, evrim mefhumunu karşılamaktan çok
uzaktırlar. Bu ıstılahların tam oturmamış olmasını, evrim teorisinin yeniliğinden başka, teoriye yapılan talî ilâvelerle kazandığı farklı manada aramak gerekir.[57]
Bu konuda yanlış değerlendirmelere sebep olan kelimelerden biri de tahavvüldür. Bunun ifade ettiği mana da "evrim" kelimesiyle karşılanmaya çalışılmaktadır. Tahavvül kelimesinin yerine de "evrim"in kullanılması mümkün değildir. Çünkü, tahavvülle izah edilmeye çalışılan, atom veya moleküllerin bir mertebeden başka bir mertebeye geçişidir. Buraya kadar yapılan açıklamaların ışığında, bu husustaki görüşleri en çok istismar edilen İslâm âlimlerinin evrimi değerlendirişlerini görelim. Düşünceleri farklı kimseler tarafından değişik şekillerde yorumlananların başında şüphesiz İbrahim Hakkı Hz.leri gelir.
İbrahim Hakkı Marifetnamesi'nde meseleyi şöyle nakleder:
"Allah'ın emriyle felekler ve yıldızlar hareket edip dört unsur, (ateş, hava, su ve toprak) birbirlerine karışır ve birleşir. Bu karışım ve birleşmeden önce madenler meydana gelir. Bundan da bitkiler, maden ve bitkilerin birleşmesinden de hayvanlar meydana gelir ve hayvan soyu kemalini, en uygun şeklini bulunca insan hasıl olur"[58].
İbrahim Hakkı Hz.leri burada tahavvülât-ı zerrat (atom ve moleküllerin hal değiştirmesi)'tan bahsetmekte, bu elementlerin kademe kademe hangi mertebelerden geçerek insan vücudunda yer aldığına işaret etmektedir. Nitekim, bu ifadelerinden bir kaç paragraf sonra meseleyi iyice açıklığa kavuşturmakta ve şöyle demektedir:
"O akıcı vücut, bitki âlemine girerken bazı âfetler, hastalıklar ona saldırır ve bu yüzden bitki olmaz. Yahut bitki olurken kemale gelmeden, olgunlaşmadan evvel bozulur. Bitkilik vasfını kaybeder ve hayvanlara yem olmaktan çıkar. Yahut hayvana yem olacak duruma gelir. Fakat yenmeden evvel yok olur gider ve bu yolda, bu suretle nice yıllar gecikir. Bazen de bir hayvan, insanın yemesine elverişli bir duruma gelmişken yenmeden evvel bozulur ve bu yüzden hayvanı insan mertebesine naklettirmeye, dönüşmeye engel olur. Bazen de bozulmadan insan mertebesine naklolur"[59].
Bu ifade hiç bir yoruma yer bırakmayacak kadar açıktır. Burada nazara verilmek istenen husus; elementlerin tahavvülat (hal değiştirme)'la bir mertebeden diğerine geçtiğidir. Topraktan bitki vasıtasıyla alınan faraza bir sodyum atomu, çiçekte canlılık kazanmakta, koyunda daha hareketli bir hale geçmekte, insan bünyesine gelince en yüksek mertebeye ulaşmış olmaktadır. Şimdi fennen tesbit edilen de bunun haricinde bir şey midir? Vücudumuzda görev yapan atom ve moleküller, bitki ve hayvanı gıdalardan aldığımız elementler değiller mi? Aslında toprakta bulunan elementlerden doğrudan istifade edemediğimiz için bitki ve hayvanlar devreye girmektedir. İslâm âlimleri bu geçişi tasvir etmektedirler.
İbrahim Hakkı, canlıların yapı benzerliklerine göre sınıflandırıldığına da dikkati çekmekte ve madenlerle bitkiler arasında ara varlığın mercan, bitkilerle hayvanlar arasındakinin hurma, hayvanlarla insanlar arasındakinin de maymun olduğuna işaret etmektedir.
Görüldüğü gibi, bu bir sınıflamadır. Canlıların hikmetle ve kademe kademe yaratıldığına, bunlar arasında yapı benzerliklerinin bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Darwin'in, "tabiî seleksiyonla basit bir türden yüksek yapılı organizmaların tesadüfen teşekkül ettiği" görüşüyle yukarıdaki ifadeler, birbirleriyle iltibas edilmiyecek kadar açıktır.
Bütün bunlara rağmen, belirtmeye çalıştığı görüşlerde yanlış anlaşılma söz konusu ise, mes'uliyet yine O'na ait değildir. Çünkü İbrahim Hakkı eserinin çoğu yerinde başkalarının görüşlerini nakleder. Nitekim bu konuya da; "Ey aziz, hikmet ehli demişlerdir ki" sözüyle başlamış ve böylece bu hususla alâkalı mes'uliyeti onlara yüklemiştir. İşin aslı da odur. Çünkü bunlar âyet ve hadîslerden değil, hikmet ehlinden nakillerdir.
İbrahim Hakkı Hz.leri ilk insanın yaratılışıyla alâkalı olarak da şu ifadeyi kullanmıştır: "Cinlerin yaratılışından 20 bin yıl sonra Cenâb-ı Hak. Hz. Âdem (a.s.)'i yaratmak isteyince Azrail (a.s.)'i yeryüzüne gönderip ona, yedi iklimden toprak aldırmış ve sonra Cebrail (a.s.)'i gönderip o kuru toprağı yoğurtup hamur haline getirtmiş ve 40 gün o şekilde bekletmiştir. Sonra Cenâb-ı Hak bu hamura, Numan vadisinde, en güzel şekilde suret vermiş ve kendi ruhundan başına üfürerek diriltmiş ve melekleri ona secde ettirip, yeryüzünde evlâtlarına peygamber yapmıştır"[60].
Şimdi bu fikirleri, dile getiren bir âlimi, insanın maymundan evrimleştiğini savunan bir kimse olarak takdim etmek, İbrahim Hakkı'yı kendi adına konuşturmak olur ki, bu da en azından tarafsız ilim ahlakıyla bağdaşmaz.
O'nun, bütün canlıların en uygun tarzda yaratıldığını belirten şu ifadesi de oldukça dikkat çekicidir:
" Cenâb-ı Hak, her şeyi münasip, yerli yerinde ve güzel bir ortamda yaratmıştır. Her canlıya yaraşan ve yarayan ve her organın durumuna uygun olan mizacı, tabiî bir yapıyı ona vermiştir. Ve bütün âlemde olan mizaçların en uygununu ve en mükemmelini insana ihsan etmiştir. Her organa en uygun ve yararlı mizacı, tabiatı, yapıyı vermiştir"[61].
Bu ifadeleri kullanan birisinin evrimci olması mümkün mü? Esasen insanoğlunun ilk yaratılışına izah araması tabiî bir ihtiyaçtır. Dolayısıyla İslâm, âlimleri de müşahadeye uygun yorum getirmişlerdir. Geçmişteki ilim, günümüzdekinden farklı bir yoruma imkân vermiş de olabilir. Bu bakımdan yaratılış meselesine izah getirmeye yönelik yeni ilmî buluşlara, eski düşüncenin hükümleriyle karşı çıkmanın makul bir izahı yoktur.
Son devrin Diyanet işleri başkanlarından A. Hamdi Akseki de evrim meselesini şöyle değerlendirir:
"...Ahâdis (hadîsler) ve asar (selef âlimlerinin sözleri) ile Ayât-ı Kerîme'nin hey'et-i umumiyesinden bilistidlâl Hz. Âdem'in ilk insan ve ilk peygamber olduğuna ve topraktan yaratıldığına itikad ediyoruz. Cumhur-u müslimînin ve ehl-i sünnetin mezhebi budur"[62].
Bu konudaki görüşü istismar edilenlerden birisi de merhum Hamdi Yazır'dır. Aslında O'nun bu konuyu değerlendirişi, hiç bir yoruma yer bırakmıyacak kadar açıktır. Şu ifadeleri meseleyi gayet güzel açıklar:
"Bütün hayvan vücudları mükemmel bir tasnif ile tertip edildiği zaman görünüyor ki, aralarında noksanlıktan kemale doğru, yani, basitten mürekkebe giden bir derecelenme vardır. Bununla beraber her bir cinsin diğer cinsten hasıl olduğuna dair bir tecrübeye, bir şahide de rastlamıyoruz. İnsan insandan doğuyor, arslan arslandan, at attan, maymun maymundan, köpek köpekten vs. Böyle olmakla beraber, bu tecrübeye rağmen, aynı menşeden, yani topraktan gelmeye dayanılarak burada da bir mantık yapılıyor. Hayvan cinslerinin birbirine benzemesini, istihale veya tekamülle basitten yüksek yapılının hasıl olduğuna bağlıyorlar. Bu suretle bir gün gelmiş ki, hayvanın biri ve meselâ bir takdire göre maymunun biri veya birkaçı, insan doğuruvermiş ve insanlar bunlardan türemiş. Biz daima göğsümüzü gere gere ve ilmî yoldan hiç ayrılmayarak deriz ki, aynı menşeden gelme davası doğrudur. Evvelâ bütün hayvanat için bu menşein aslı maddedir, basit unsurlar ve elementlerdir. Bir başka ifade ile topraktır. Bu maddeden hayatın meydana gelebilmesi ise, ilim, irade, kuvvet, kudret sahibi harici bir sebebe bağlıdır ki, o basit şeyden canlı hasıl olabilsin. Çünkü, noksandan, kendi kendine bir kâmil hasıl olamaz. Meselâ bir okkalık siklet (ağırlık) iki okkalık sıkleti sürükleyemez. Çıktığı, sürüklediği farzedilse, bir şeyin yok iken sebepsiz, illetsiz meydana geldiğini kabul etmek lâzım gelir. O zaman akıl, ilim ve fen yoktur.
...Aralarında mertebe yakınlığı bulunan hayvan cinslerini, tecrübenin aksine olarak, birbirinden istihale ettirmek veya doğurtmak ne tabiîdir, ne de zaruridir... "Kurbağalar balıktan doğmuş" demek için, görülmüş bir misâle ihtiyaç vardır. Gözlenmiş bir numune olmadığı ve mantıkî bir zaruret de bulunmadığı halde böyle bir hüküm, elbette fennî ve felsefî bir hüküm değildir.
Bunun hangisinin hangisinden doğduğunu mantık bildiremez. Bunu ya müşahade (gözlem) ya tecrübe veya vahiy bildirir. Halbuki şimdiye kadar balıktan kurbağa, maymundan insan doğduğu asla görülmemiştir. Ve bu iddia tecrübe mahsulü olan Pastör nazariyesine de tamamen muhaliftir... Vahiy ise bize, ...Siz insansınız. İnsan olunuz, kardeş olunuz, hepiniz bir babanın evlâdısınız diyor... Bütün bunlardan yakıni olarak bildiğimiz bir şey varsa, o da ilk insanın arzın sinesinde doğmuş olmasıdır"[63].
İslâm'ın bu konuya bakışım şu cümleler ne güzel dile getirmektedir:
"Âlemde görünen şu nakışlar, şu cilveler bütün isimleri kudsiyye ve cemile olan Celâl sahibi Cemîl bir Zatın tazelenen san'atlarıdır, tahavvül eden nakışlarıdır. Hikmetle değişen mühürleridir...
Meyveler, güzel tad, koku ve şekilleriyle iştahımızı açıp, kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Ta ki, nebatî hayat mertebesinden hayvanı hayat mertebesine terakki etsinler."
Görüldüğü gibi, İslâm âlimlerinin bu konudaki görüşleri tahavvülât-ı zerreye (elementlerin hal değiştirmesine) dayanmakta, topraktan canlılar tarafından alınan elementlerin, onların bünyelerinde kazandığı mertebelere dikkat çekilmektedir.
El-Câhız, İhsan-üs-Safâ, İbn-i Miskeveyh, Nizam-i Arûzî Semerkandî, Nasır-ı Tûsî, Mevlânâ Celâleddin-i Rumî, Muhammed Kazvini, İbn-i Haldun, Kınalızâde Ali Efendi, Abdü'l-Kadîr-i Bidil gibi İslâm âlimleri ve felsefeciler bu konuyla alâkalı olarak, ufak tefek ifade farklılıklarının ötesinde, esasta aynı manaları tekrar ettikleri İçin onların görüşlerine yer vermeye gerek görmedik.
Esasen İslâm âlimlerinin evrim diye bir problemi yoktur. Çünkü onlar, alfabenin 29 harfini bilen ve bununla istediği kelimeyi yazabilen birisinin, "balık" yazdıktan sonra, "kurbağa" yazmak için muhakkak "balık" kelimesindeki harfleri kullanmasının gerekli olmadığını çok iyi bilirler. Dolayısıyla balığı yaratan bir kudretin, kurbağayı da, maymunu da, insanı da ayrı ayrı yaratabileceğini düşünürler. Ve onlar; "Neviler için birer evvel baba lâzımdır... Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei (başlangıcı) en başta bir babada kesildiği gibi, nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir" görüşünü kabul ederler[64]
Doç. Dr. Salih ÜNLÜ
1978 Temmuzuydu. Bir tüp bebeğin meydana geldiği haberi, kısa zamanda dünyanın her tarafına ulaştı. Bu hâdisenin aslı neydi acaba?
"Bir anne adayının yumurta hücresi, babadan alınan sperm hücreleriyle tüp içinde biraraya getirilir. Böylece, yumurta hücresinin döllenmesi sağlanır. Vücut dışında döllenen bu yumurta, 60-70 saat tüp içinde bırakıldıktan sonra anne rahmine yerleştirilir. İşte, hâdisenin esası bundan ibaret. Yani bir bebek adayının, bu tüpdeki takriben üç günlük misafirliği...[65]
Acaba, böyle bir şeye niçin gerek duyuluyor?
Kadınların rahimle yumurtalıkları arasında uzanan fallop tüplerindeki tıkanıklık, iltihap, gelişme bozukluğu veya bunların çıkarılmış olması gibi durumlarda bu yola başvurulur. Ayrıca annede, babanın üreme hücreleri olan spermleri öldürücü maddelerin (antikor) mevcudiyetinden dolayı ortaya çıkan kısırlıklarda da kullanılan bir metoddur.[66]
Bu canlı, üç gün de olsa tüp içinde nasıl muhafaza edilecektir?
Tüpte döllenmeyi sağlamak için, öncelikle üreme hücrelerinin vücut dışında yaşamlarını sağlamak gerekecektir. Bunun için, hazırlanan ortamda embriyo (cenin)nun hücreleri yaşayabilmeli, döllenme olabilmeli ve daha sonra da bu embriyo tüp içinde gelişme gösterebilmelidir. Hücrelere hiç zarar vermemesi gereken bu ortamın, devamlı kontrol altında tutulması gereklidir.
Aslında, vücud dışı üreme olayı çok değişkendir. Kültür ortamı, diğer şartlar ve çevre şartları sabit tutulsa bile, yumurta hücresinin nitelikleri devamlı değişebilmektedir. Şunu hemen ilave edelim ki, bugüne kadar ideal manada, yani anne karnındaki gibi kültür ortamı hazırlanamamıştır.
Bu işlemin sağlıklı yürütülebilmesi için, gerekli teçhizat ile donatılmış embriyo laboratuarı olmalıdır. Tabii bu da yeterli değil.
Bunun hemen yanında, anneden yumurtanın alınması için bir operasyon odası gereklidir. İş yine bitmemiştir. Tüpte üç gün misafir edilen embriyonun, tekrar anneye transfer edilmesi gerekmektedir.
Yumurtalama zamanından hemen önce, genel anestezi altında bir operasyon yapılır. Kadının karın boşluğuna girilerek, olgun yumurta hücresi yumurtalıktan alınır. Vücuttaki şartlar, bir kültür ortamında taklid edilir. Bu sayede, yumurta hücresi ile babadan alınan üreme hücresinin birleşerek döllenmesi sağlanır.
Bebeği meydana getirecek embriyo bu dış ortamda, yani tüp içinde döllenmeye başlar. 60-70 saat sonra da, rahimde yuvalanacak olgunluğa erişmiş olur.
Embriyo eğer ölmezse, sonraki gelişmesini daha emniyetli şartlar altında sürdürecek, gebelik süresi sonunda da normal bir bebek olarak doğacaktır.[67]
Embriyonun tüpte döllenmesi; çeşitli branşlarda yetişmiş uzmanlara, modern laboratuarlara ve fevkalade masraflara ihtiyaç gösterir.
Sağlıklı bir annenin hamileliği sırasındaysa, bu olaylar sessizce gerçekleşir. Bu durumdaki embriyo, diğerinden daha emniyetli bir şekilde gelişme gösterir. Ana rahmine yerleştirilmeyen bir tüp bebek ise, bütün ihtimamlara rağmen tüpte ancak 8-9 gün yaşayabilmektedir.
Bu uygulama ile elde edilen yumurtaların vücut dışında döllenme şansı yaklaşık yüzde yetmiş, gebelik meydana gelme oranı ise yüzde 25-30 civarındadır. Üstelik böyle bir gebelikte düşük, dış gebelik ve çocukta anormallik nisbeti de oldukça artmaktadır.[68]
Burada insan sadece, bir engel dolayısiyle birleşemeyen yumurta ve spermin karşılaşmasını sağlıyor. Halbuki embriyo tek bir hücreyken, 60 trilyon hücreli bir insan haline geliyor. Geçirdiği gelişme safhalarının önemli bir kısmıysa, ilim için henüz meçhul!...
Bu kadar sıkıntı, telaş ve teknik hazırlık, istikbalin bebeğini üç gün misafir etmek için yapılıyor.
Bu süre içinde, onun hücrelerinin çoğalmasını biz mi sağlıyoruz? Hayır. Onları yerlerine ve görevlerine göre farklılaştırıp yerleştiren biz miyiz? Hayır. O halde yaptığımız, anne babadan aldığımız tohumları buğday gibi tüpün içine ekmekten başka nedir?!...[69]
Kur'ân-ı Kerîm, ana rahminde geçen safhayı da hayata dahil eder. Hadîslerde bu devrin terbiye yönünden önemine dikkat çekilerek, çocuğun ahlâkına iyi veya kötü tesirlerinin olacağından bahsedilir.
Peygamberimiz (a.s.m.) bir hadislerinde; cenin halindeki çocuğun her yönüyle anneden etkileneceğini; birtakım huy, karakter, sıhhat hastalık benzemeleri olacağını belirtmiştir.
Bugün ilim de, ırsiyetin genlerle tayin ve nakledildiğini ortaya koymuştur. Dolayısiyle ceninin rahimde, annenin psikolojik ve fizyolojik durumundan etkilendiğini o da teyid etmiş oluyor.
Pek kısa da olsa, ceninin dışarıdaki bu hayatının, onun ruhu ve bedeni üzerindeki tesirleri de ele alınması gereken önemli bir konudur.
Tüpe konan bu yumurta ve sperm evli çiftlerden alınabildiği gibi, böyle bir alâka bulunmaksızın gerçekleştirildiği de görülmektedir. Bitki ve hayvanlar üzerinde yapılan sûn'i döllenme çalışmaları, ıslah ve soylulaştırma gayesine hizmet eder. Aynı usulün insanlarda tatbiki, pek çok açıdan, altından kalkılamayacak pek çok problemi beraberinde getirecektir.[70]
Doç. Dr. Mehmet GÜNDÜZ
İnsan vücudu yaklaşık 60-100 trilyon hücrenin birleşmesinden meydana gelmiştir. Her bir hücre, 46 kromozom taşır. Bu kromozomlardan 44'ü vücut hücrelerine aittir. İkisiyse, cinsiyet kromozomudur.
Ortalama 170 cm. boyunda ve 70 kg. ağırlığında olan insan, bu hali birdenbire mi almıştır? Hayır. Varlıkların en şereflisi olan insanın hayatı, armut büyüklüğündeki ana rahminde başlar. Nasıl mı? İsterseniz, hayat hikâyemize kısaca bir göz atalım:[71]
Erkek tohumu olan meni hayvancığı (sperm), 22 somatik (vücuda ait) kromozomla, bir adet cinsiyet kromozomu ihtiva eder. Yani, toplam 23 kromozom.
Spermlerin yarısında X, yarısında ise Y koromozomu bulunur. Bir başka ifade ile; sperm hücresinin genetik yapısı ya 22-X, veya 22-Y şeklindedir. Bir cm3 menide, bu hayvancıklardan yaklaşık 120 milyon bulunur.
Kadın yumurtalıklarında oluşan yumurta (ovum) ise, 22 somatik kromozom, bir adet de cinsiyet kromozomu ifade eder. Bu cinsiyet kromozomu, X'tir. Yani, yumurtanın genetik yapısı 22-X olarak gösterilebilir.
Ayda bir tane olmak üzere oluşan bu yumurta, milyonlarca meni hayvancığının yalnızca bir tanesi tarafından döllenir.
Babanın spermalarının yarısı, X kromozomlu idi. Eğer babadan gelen bu sperm X kromozomu taşıyorsa, döllenmiş yumurta (zigot)daki kromozomlar XX olacaktır. Zira, babanın X kromozomu ile, annenin X kromozomu birleşmiştir.
Böyle XX yapılı kromozomların biraraya gelmesi, dişilik karakterini ortaya çıkarır. Yani, bu durumda meydana gelecek bebek kız olacaktır ve genetik yapısı 44-X'tir.
Şayet annenin X kromozomu, babanın Y kromozomu ile birleşmişse, çocuğun genetik yapısında XY kromozomları bulunacaktır. Bu ise, erkeklik karakteridir ve yavrunun erkek olacağını gösterir. Bunun genetik yapısını da, 44-XY şekline göstermek mümkündür.[72]
Hayat maceramız bitmiş midir? Hayır. Asıl bundan sonra başlar.
Cenin kız ise, 44-XX; erkek ise, 44-XY kromozomlu ve tek hücreli bir yapı olarak anne rahminde yer alır. Bu tek hücreli varlığa, "zigot" da denir. Zigot, anne rahmi içinde torba şeklinde asılıdır.
Rahminde asılı zigot, çoğalmaya ve farklılaşmaya başlar. İlk safhada, çıplak gözle görülmesi imkânsızdır. Zira boyu ancak, bir santimetrenin yüzde biri kadardır.
Bu yapı, durup dinlenmeden çoğalmaya devam eder. Bir iken iki, ikiyken dört, dört iken sekiz... Sonunda bu tek hücreden, binlerce hücrenin oluşturduğu organlar meydana gelir." Bu hücreler arasındaysa, insanı hayrette bırakan bir iş bölümü ve koordinasyon vardır.
Organları kemâle eren cenin, sonunda bebek olarak dünyaya gönderilir.[73]
Anne karnındaki bebek, "amniyon sıvısı" denen bir su içinde bulunmakta, göbeğinden beslenerek büyümektedir. Bu safhada, ilmi bazı usullerle çocuğun cinsiyetini öğrenmek mümkündür.
Bu metodlardan en çok kullanılanları, ultrasonografi ve bebeğın içinde bulunduğu sudan 20 cm alınarak hücrelerin incelenmesi metodlandır.
Ultrasonografi, bizim işittiğimizden daha yüksek ses dalgalarıyla çalışır. Bu ses dalgaları, bir maddeden geçirilerek bebeğin görüntüsü elde edilir. Ekrandaki uzuvların incelenmesiyle de, bebeğin cinsiyeti tayin edilir.
Bebeğin vücudundan, bulunduğu amniyon sıvısı içine hücreler dökülür. İkinci metodda, bu sıvıdan 20 cm3 alınır. Boyanarak, mikroskop altında incelenir. Ceninin cinsiyeti, bu suretle öğrenilir. Bu muamele, çocuğun cinsiyetini % 80-90 ihtimalle doğru olarak tesbit eder.[74]
Kur'ân-ı Kerîm'de, Lokman Sûresi'nin sonunda; "....Rahimlerde olanı (ancak Allah) bilir..." buyrulmaktadır. Halbuki bugün yukarıda beyan ettiğimiz gibi, çocuğun cinsiyeti tesbit edilebiliyor. O halde bu âyeti nasıl anlayacağız?
Hemen ifade edelim ki, âyette "rahimlerde olan"dan bahsedilmekte, sadece erkeklik dişilik diye bir had konulmamaktadır.
Bu ifadeyle; anne karnındaki bebeğin özel kabiliyetleri, gelecekte alacağı şekil, siması, duyguları gibi bütün hususlar kasdedilmektedir.
Doğacak bebek, acaba çok kabiliyetli birisi mi olacak? Akıl, hafıza gibi uzuvlar yönünden durumu ne olacak? Yine, bütün diğer insanlardan farklı olacağını bildiğimiz yüzü nasıl olacak.
Bu ve bunlara benzer birçok şeyi, biz bilemiyoruz. Ama, Allah (c.c.) bunların hepsini biliyor. Hem de, daha bilmediğimiz ve bilemeyeceğimiz pek çok şeyle beraber...
Âyette, bu ve bunlar gibi birçok keyfiyet kasdedilmektedir. Böyle olunca, doğacak çocuğun belli bir safhada cinsiyetini bilsek bile, yine de onun hakkında bilmediğimiz o kadar çok şey olacak ki... Hatta bunların büyük bir kısmını, bebek dünyaya geldikten sonra da bilememeye devam edeceğiz. Kaldı ki cinsiyet tesbit işlemi de, en erken cenin dört aylıkken mümkün olabilmektedir...
Bildiklerimiz, bilmediklerimizin yanında, Okyanustan ancak bir damla desek yeridir...[75]
Doç. Dr. Ali BİLGİN
"Allah O'dur ki: yedi göğü ve yerden de onların mislini yaratmıştır. Onların aralarında emri cereyan eder..."[76]
Cenâb-ı Hak, semavat ve arzı yedi tabaka halinde yarattığını bildirmektedir.
Evvelâ şunu hemen ilâve edelim ki, yedi, yetmiş ve yedi yüz gibi tâbirler, Arap üslûbunda çokluğu ifade ettiği için, "yedi tabaka" ile, o tabakaların çokluğuna da işaret edilmiş olabilir.
Aslında âyet-i kerîmenin bu ifadesinden çok değişik manaları çıkarmak mümkündür
Bugün anlaşıldığı kadarıyla feza, nihayetsiz bir boşluk olmayıp "esir" adı verilen bir madde ile doludur.
Nasıl ki, hidrojen ve oksijenden su, buhar ve buz gibi tabakalar teşekkül ediyor. Kadîr-i Zülcelâl, esir maddesinden de yedi kat semavatı, gayet ince bir nizam ile tanzim etmiş ve yıldızları onun içinde yaratmıştır. Hareket eden yıldızlar, balıklar gibi bu sema içinde gezerler.
Bu âyet-i kerîmeden, bütün görünen gökleri bu dünyanın bir seması sayıp, bundan başka altı sema tabakasının bulunduğunu da anlamak mümkündür.
Tabiî yeryüzü ile alâkalı ifadesinin de farklı mânâlara işareti söz konusu. Ancak biz burada, gerek semavat ve gerekse arzın yedi tabakasıyla alâkalı ifadelerin sadece bir cihetini, yani zahirî mânâsını ele alacağız.
Göklerin ve bizi üzerinde barındıran yer kürenin yedi ayrı tabakadan meydana geldiği, astronomi ve jeolojiyle ispatlanmış bulunuyor.
Belki pek çok kimse; "Tamam, atmosfer yedi katmandan ibaret olabilir. Uzaya yapılan yolculuklar sırasında buralardan geçiyoruz. Fakat 6370 km. yarı çapındaki dünyamızın yedi ayrı tabakadan yapıldığını nereden biliyorsunuz?" diye sorabilir. Zira, şimdiye kadar yapılan en derin petrol sondajlarında yedi km.den daha derine inmek mümkün olmamıştır. Ancak, yer içinin özelliklerini dolaylı yollardan öğrenebiliyoruz. Bu yollardan bazıları şunlardır:
a) Deprem dalgaları: Depremler sonucu meydana gelen dalgalar, farklı yoğunluktaki materyalleri geçerken hızları değişmektedir. Meselâ çok yoğun kayaları geçerken hızları artmakta, yoğunlukları düşük olan kayaların içinde de hızları azalmaktadır. Böylece yer içinin yoğunluğu hakkında bilgi toplanabilmektedir. Deprem dalgalarının diğer bir özelliği de bir katman (tabaka)'dan diğerine geçerken katmanı teşkil eden maddelerin fizikî özelliğine bağlı olarak yansıma ve kırılmalara uğramalarıdır. Deprem dalgalarının analizi sonucu, yerin yedi ayrı tabaka (katman)'dan ibaret olduğu, jeofizikçiler tarafından ispatlanmıştır.
b) Dünyanın yoğunluğu: Yapılan hesaplamalarda, dünyanın kütlesinin hacmine olan oranı, 5.5 gram/cm olarak tesbit edilmiştir. Halbuki dünya kabuğunu meydana getiren kayaların yoğunlukları 3 gram/cm dolayındadır. O halde, yer içindeki manto ve çekirdeğin yoğunlukları, ortalama değer olan 5.5 gram/cm den fazla olmalıdır. İşte yerin iç kısımlarının yoğunluğunun fazla oluşu, burasının fizikî ve kimyevî bileşimi farklı olan değişik katmanlardan yapıldığına ait bir başka delildir.
c) Dünyanın şekli: Bizi üzerinde barındıran dünyamız, tam bir küre şeklinde değildir. Peki, öyleyse nasıldır? Dünyamızın kutuplar bölgesi hafif basık, ekvator bölgesi ise, biraz şişkincedir. Kutupları birleştiren çap ile ekvatoru birleştiren çap arasındaki 43 km.lik bir fark vardır. Dünyanın ekvator bölgesinin şişkince, kutupların da hafifçe basık oluşu, arzın çekirdeğinin daha yoğun maddelerden yapıldığının bir diğer delilidir.[77]
Yukarıda verilen ön bilgilerden sonra, 6370 km. yarı çaplı ve yedi katlı dünyayı kabuğundan merkezine doğru tetkik edelim. Şekil l'de görüleceği gibi, bu yapı dıştan içe doğru şu yedi kattan meydana gelmiştir:
1- Sial
2- Sima Kabuk
3- Üst manto
4- Geçiş zonu Manto
5- Alt manto
6- Dış çekirdek
7- îç çekirdek Çekirdek[78]
Kabuk, dünyanın en dış kısmını teşkil eder. Kalınlığı 5 ile 70 km. arasında değişmekte, ağırlık ve hacim yönünden dünyanın % l'den daha az bir kısmını meydana getirmektedir. Sial ve Sima olmak üzere iki ayrı kattan meydana gelmiştir.
1- Sial, kabuğun en üst kısmında yer aldığından "kıta kabuğu" olarak da bilinmektedir. Dağları meydana getiren kısım bu sialdır.
2- Sima: Bunun kalınlığı 5 km. civarındadır. Bazik ve ultrabazik kayalardan meydana gelmiştir.[79]
Manto; üst manto, geçiş zonu ve alt manto olmak üzere üç ayrı kattan oluşur. Hacim olarak dünyanın % 83'ünü, ağırlık bakımından da % 66'sını teşkil eder.
3- Üst mantonun kalınlığı 360 km., yoğunluğu ise 3.3. 4.3 gr/cm arasındadır.
4- Geçiş zonu, üst manto ile alt manto arasında yer alır. Kalınlığı ise 600 km.'dir.
5- Alt manto, yoğunluğu ve elastikiyeti fazla olan kayalardan yapılmıştır. Kalınlığı 1900 km.'dir.[80]
Yerin 2900 km.'den itibaren 6370 km.'ye varıncaya kadarki bölümünü çekirdek teşkil eder. Bu da, dış ve iç çekirdek olmak üzere iki kısma ayrılır.
6- Dış çekirdek: Yerin 2900 km. ile 5150 km.'lik bölümünü içine alır. Dış çekirdeğin esas maddesini ergimiş haldeki demir ve nikel oluşturur. Deprem dalgalarından ikincil (S) dalgalar, dış çekirdeği geçemediklerinden bu kısmın sıvı durumda olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü ikincil dalgalar, sıvılardan geçemezler.
Şekil-1. yedi katlı dünyanın iç yapısı.
7- İç çekirdek: Dış ve iç çekirdek sınırında yoğunluk 12.3 gr/cm 'e, sıcaklık da 4300 dereceye ulaşır. Bu iç çekirdeğin bileşimini, kristalize demir ve nikel meydana getirir.
Bilindiği gibi, bizi üzerinde barındıran dünyamız dev bir mıknatıs özelliğine sahiptir. Bunun mağnetik alanı, sıvı olan dış çekirdeğin bir dinamo gibi düzenlenmesinden ileri gelir. Bu Özellik sayesinde pusula ibreleri hep aynı noktaya yönelir.[81]
"O'dur ki: Yeri göğü tabaka tabaka olarak yarattı. O Rahmanın yaratmasında hiç bir uygunsuzluk göremezsin,
imdi gözünü çevir bak, hiç bir çatlak görebilir misin?" [82]
Biz, atmosferin dibinde hayatımızı sürdürmekteyiz. Tıpkı denizin dibinde yaşayan balıklar gibi. Hava denizinin yukarılarına doğru yükselmeden önce, atmosferin genel, özelliklerini tanıyalım.
Atmosferde % 78 oranında nitrojen, % 21 nisbetinde oksijen ve az miktarda argon, karbondioksit, hidrojen ve diğer nadir gazlar bulunur. Bu oranın devamlılığı sağlanmamış olsaydı, yeryüzünde hayatın varlığı mümkün değildi.
Atmosfer ayrıca, zararlı radyasyonlara karşı dünyadaki canlıları koruyan bir bakıma şemsiye ödevini görür. Meselâ atmosfer, güneşten gelen ultraviyole ışınlarını filitre eder. Söz konusu filitre olmasaydı, bu ışınlar bütün canlıları öldürecekti. Yine atmosfer olmasaydı, gündüz dünyamızda ısı 100C'nin üstünde, geceleyin de dondurucu olacaktı. Demek ki atmosfer, ısı enerjisini de düzenlemektedir.
Atmosferin en önemli yönlerinden birisi de, rüzgârlar yardımıyla rahmet bulutlarını ihtiyaç duyulan alanlara taşımasıdır.
Atmosfer, nitrojen (azot), oksijen ve karbondioksitiyle en vazgeçilmez maddelere sahip olan büyük bir nimettir. Düşünün, oksijen olmasaydı vücudumuzun en küçük birimi olan hücrelerimiz çalışır mıydı? Oksijensiz yiyeceklerimizi yakamaz ve gerekli olan kimyevî enerjiyi sağlıyamazdık. Oksijen sayesinde hücrelerde oksidasyon adı verilen yanma olayı olmakta, yiyeceklere vücut veren moleküller kimyevî değişikliğe uğramaktadır.[83]
Atmosferin kalınlığı hakkında bir şey söylemek oldukça zor. Deniz seviyesinde 1 mil küp havanın ağırlığı 6 milyon tondur. 350 km. yukarıda aynı hacimdeki havanın ağırlığı ise, 60 gram kadardır. Buradan da anlaşılacağı gibi, yukarılara çıkıldıkça havanın yoğunluğu azalmaktadır. Yine 130-140 km. yukarıda yeterli hareket halinde hava molekülü olmadığından, ses dalgaları iletilememekte ve bunun sonucu bir çekicin bile sesini duymak mümkün olmamaktadır.
Atmosfer ve uzaya vücut veren katlar şunlardır (şekil 2):
1-Troposfer, 2- Stratosfer, 3- Kemosfer, 4- Mezosfer, 5—-İyonosfer, 6- Ekzosfer, 7- Mağnotosfer.
1- Troposfer: İçinde barındığımız en alt atmosfer tabakasına troposfer adı verilir. Troposfer, bölgelere bağlı olarak ısı ve nem oranı bakımından farklılık gösterir. Bunun kalınlığı 0 ile 16 km. arasında değişir.
2- Stratosfer; Atmosferin ikinci önemli tabakasını teşkil eder ve troposferin üzerinde uzanır. 11 ile 50 km.'ler arasında yer alır. Askeri uçakların pek çoğu bu katta yoluna devam eder. Isı, sıfırın altında eksi ellibeş (-55°C) dolayındadır. Stratosferde hiç bir rüzgâr olmadığı gibi, bunun sonucu bulut da yoktur.
3- Kemosfer: 80 km.'lik yüksekliğe ulaşır ve stratosferin üzerinde uzanır. Gaz molekülleri burada atomik gaza veya tersine dönüşür. Meselâ iki atomluk oksijen molekülü, atomlarına ayrılır. Hidrojen de aynı şekilde.
O2 O + O
► [Dönüşümü gösterir formül
H2 H + H
4- Mezosfer: Atmosferin orta kısmını teşkil eder. Bunun üç üstünde ve üç altında kat uzanmaktadır.
Şekil 2. Yedi katlı göklerin basitleştirilmiş şematik görünüşü.
5- İyonosfer: Mezosferin üzerinde 400 km.'ye kadar uzanır. Bu katta hava elektrikle yüklüdür. Sebebi de, havaya vücut veren gazların atomları elektronlarını kaybetmiş veya kazanmışlardır. Elektrikle yüklü atomları, yani iyonları ihtiva etmesi sebebiyle bu tabakaya iyonosfer denilmektedir.
İyonosfer, elektrikle yüklü parçacıkları ve radyo dalgalarını yansıtmaktadır. Yoksa, dünyanın öbür ucundaki radyo istasyonunun yayınını nasıl duyardık? İyonosferin alt kısımları alelade radyo dalgalarını, üst kısımları ise kısa dalga radyo dalgalarını yansıtır. İşte bu özellik sebebiyle kısa dalgadan, deniz aşırı ülkelerin radyolarını kolayca dinleyebilmekteyiz. Televizyon vericisinin dalgaları ise, buradan yansıtılamamakta ve bu tabakayı kesip geçmektedir.
6- Ekzosfer: İyonosferin üzerinde, havanın yoğunluğunun çok azaldığı kattır. Burada hava yoğunluğu çok az olduğundan sürtünme de ihmal edilecek kadar azdır. Dolayısiyle, insanların yaptığı suni uydular bu katta dünya etrafında dolaşır.
7- Magnetosfer: Uzayın sonsuzluklarını doldurur. Atmosferin, yani havanın yer almadığı uçsuz bucaksız bir mekandır. Kısmen ekzosferi içine almakta 64000 km. ve ötesindeki uzay mekanını kaplamaktadır.
Bu kısa izahtan da anlaşılacağı gibi, Kur'ân-ı Kerîm, ilimlerin en son hududuna işaret ederek beşeriyeti, Cenâb-ı Hakk'ın eserlerinden hikmet, sanat ve nizamı araştırmaya teşvik ediyor. Tabiî bu teşvik ve işaretler, aynı zamanda, her asırdaki insanın anlayış ve idrakine uygun ve değişik yorumlara da açık tarzda olmaktadır.[84]
Doç. Dr. Mehmet GÜNDÜZ
Atmosferde vuku bulan meteorolojik hadiseler, öteden beri insanların dikkatini çekmiştir. Bu sebeple de insanoğlu; yüzyıllardan beri ısı değişiklikleri, yağmur, şimşek, rüzgâr v.b. meteorolojik hadiseleri araştırmaktadır.
Atmosferin incelenmesi sonucu; "alçak basınç" ve "yüksek basınç", alanları ile bunların hareket yolları, rüzgârların yön ve hızları meteoroloji haritalarında gösterilmekte, bunlara göre hava tahminleri yapılmaktadır.
1957 yılından beri, atmosfere suni peykler atılıyor. Maksatlarına göre, değişik tip peykler kullanılmaktadır. Bunlardan bir türü de, hava değişmelerini çabuk sezme kabiliyetine sahiptir. Bu peykler, atmosferdeki ısı değişikliklerini tesbit ederek, hava kütlelerinin ve bulutların resimlerini çekerler. Aynı zamanda, hava kütlelerinin hareketlerini de bildirirler. Böylece, biz; merkezler arasındaki ısı farklarını, rüzgârların yönlerini, hızlarını, havadaki nem miktarını ve basınç farklarını öğrenebiliriz.[85]
Hava tahminleri, yukarıda saydığımız bilgiler elde edildikten sonra yapılabilmektedir. Bu işlem, uçaklar için 12 saat evvelden yapılmakta ve % 95 doğru çıkmaktadır. 24 saat önce yapılan hava tahmin raporlarında, % 10-20 nisbetinde yanılma payı vardır. Tahmin zamanı uzadıkça, yanılma payı da artmaktadır. Yapılan haritalara bakılıp, basit hesaplar yapılarak, hangi bölgeye ne zaman yağmur yağacağı tahmin edilebilir.[86]
Kur'ân-ı Kerîm'de, "Yağmuru, (mukadder olan vakit ve mahalde) O indirir..." [87]buyrulmaktadır. Halbuki biz, atmosferde cereyan edecek hâdiseleri yukarıda da belirttiğimiz gibi bilebiliyoruz. Şu halde bu, yukarıdaki âyetin manasına ters düşmüyor mu?
Hayır! Neden ters düşsün? Bizim bilebildiğimiz, ortaya çıkıp atmosferde kendini göstermiş hâdiselerdir. Yani, atmosferde kendisini belli eden olayları, duygularımız veya çeşitli cihazlarla tesbit edebiliyoruz. Yoksa henüz ortaya çıkmamış, kendisini belli etmemiş hâdiseleri değil!
Mesela, Balkanlar üzerinden soğuk bir hava kütlesi günde 400 km. hızla geliyor olsun. Bu hava kütlesinin gidiş yönünü, Anadolu olarak tesbit etmiş olalım. Buna göre; Kayseri'de havanın muhtemelen iki gün sonra soğuyacağını, rüzgârın şu yönden eseceğini, yağmur veya kar yağabileceğini söyleyebiliriz. Bu tesbit; Edirne'den kalkan Doğu Ekspresi'nin, yaklaşık 27 saat sonra Kayseri'ye varacağını söylemek gibi bir şeydir. Dört yıl sonra, ayın ne zaman tutulacağını biliyoruz. Ama dört sene sonra, belli bir gün ve saatte, Kayseri'nin falan muhitine, ne miktar yağmur yağacağını kimse bilemez ve söyleyemez. Çünki, hâdise görüp bildiğimiz bu âleme henüz çıkmamıştır. Bu sebeple bilemiyoruz.[88]
Zaten bu hâdiseleri bir süre önce bilmiş olmamız, çok fazla bir şeyi değiştirmiyor. Suyu buharlaştırıp atmosfere çıkaran ve yağmur olarak indiren yine Allah'tır.
Suyu, yüksek bir yerden aşağıya doğru dökün. Toplu halde ve artan bir hızla düştüğünü göreceksiniz. Ama yağmur tanecikleri böyle mi? Onlar, tane tane ve sabit bir hızla yere düşerler...
Evet, evet... Atmosferdeki 14 X 1012 ton suyu; her an, kim, hangi kuvvet ve kudretle buharlaştırıyor? Atmosferdeki sıcaklık farklarını, kim meydana getiriyor? Atmosferi, bu kadar intizamlı, ölçülü halde yaratan kimdir? Şu anda cereyan eden milyonlarca meteorolojik hâdise, kimin kudretiyle yapılmaktadır?!..[89]
Ömer SEVİNÇGÜL
Küçük bir çocukken dedeme sormuştum: "Deprem nasıl oluyor dedeciğim.." Bu, boyumdan büyük suali sormama hayret etmekle beraber, cevabını da vermişti: "Koca öküz başını sallıyor da ondan." Hiçbir şey anlamayarak mel mel baktığımı görünce izah etmişti: "Dünya bir öküzün boynuzları arasındadır yavrum. Öküz de bir balığın üstünde durur. Balık bir süt deryasında yüzer..." başını ağır ağır sallayarak daha buna benzer birçok şey anlatmıştı.
O zaman bunun bir hakikat olup olamayacağını düşünmemiş, böyle bir öküzün ne çok yem yiyeceğini, o kocaman balığın ne kadar hızlı yüzeceğini, süt deryasının kimbilir ne kadar büyük olduğunu hayal etmiştim. Beni eğlendirmişti bu mesele.
Aradan yıllar geçti. Okula gittim. Bir gün Fen Bilgisi dersinde öğretmen, "Dünya, güneşin çevresinde büyük bir hızla hareket eden bir uçağa benzer," dediği zaman şaşıp kalmıştım. Bu hususu etraflıca açıklamıştı öğretmen.
Peki, öküzle balık neyin nesiydi?
Daha sonra meseleyi enine boyuna araştırdım ve bu sözün bir hadîs-i şerîf olduğunu öğrendim. Her zaman hak ve hakikat söyleyen Peygamber Efendimiz bu sözüyle neyi anlatmak istemişti?
Nihayet anladım ki, bu mecazi bir sözdür, fakat halk hakikat anlıyor.
Bilindiği gibi söz üç manada kullanılır: Hakikat, mecaz ve kinaye.
Söz söylendiği manada kullanılırsa "hakikat" olur.
Söz, kendi manasından başka bir mana için söylenmişse ve kendi manasında kullanılmasına bir mani varsa "mecaz" olur.
Bir şey hakiki manasıyla değil de, bu hakiki mananın aksi ile ifade olunuyorsa o söze "kinaye" denir.
Mesela, "odun" kelimesi yakılacak şey manasında kullanılırsa "hakikattır. Şayet bu kelimeyle bir kimsenin kalın kafalı, zerafetten habersiz olduğunu anlatmak istiyorsak bu "mecaz" olur. Deyimlerimiz tamamen mecazi sözlerdir. "Ağzı kulaklarına varıyor" deriz ve bu sözümüzle bahsettiğimiz kişinin çok sevinçli olduğunu, memnuniyetini ifade ederiz; ağzın gidip de kulağa misafir olmasını değil.
Mecazın "akli" ve "lügavi" olmak üzere iki kısmı vardır. Ayrıca, alâkası teşbih olan mecazlara "istiare" başka türlü alâkası bulunanlara da "mürsel mecaz" denmektedir.
Kinaye ise, bir sözü kapalı söylemektir. Şair Eşrefin şu beytinde kinaye vardır:
"Maariften eser yok, cehlde geçtik Ebu Cehl'i, Müheyyayız cehalet çün eğer üstad lazımsa."
(İlimden eğitimden eser yok; cehalette, yani bilgisizlikte Ebu Cehl'i bile geçtik. Eğer cehalet öğretmek üzere iyi bir öğretmen aranıyorsa, biz hazırız.)
Şimdi gelelim asıl meseleye. Dünya öküzle balığın üstündedir, sözünde kastedilen mana nedir?
Peygamber efendimiz bununla şu üç manayı anlatmak istemiştir:
Birincisi: Cenâb-ı Hak yarattığı her mahluk için bir melaike vazifelendirmektedir. Bunlara "Müekkel Melekler" diyoruz. Dünyanın da iki tane müekkel melaikesi vardır ki, bunların isimleri "Sevr" ve "Hut"tur. Yani "Öküz" ve "Balık".
ikincisi: On dört asır önce, yani Peygamberimiz ve Sahabelerinin yaşadığı asırda en önemli iki geçim kaynağı çiftçilikle avcılıktı. Bu şimdi de kısmen böyledir. Ziraatın sembolü öküz, avcılığın sembolü ise balıktır. İşte, Peygamberimiz "Dünya öküzle balığın üstündedir," hadisiyle bu hakikata parmak basmış, insanların geçiminde en mühim iki kaynağı gayet beliğ bir tarzda ifade etmiştir.
Üçüncüsü: Bilindiği gibi, tekniğin henüz yeterince gelişmediği devirlerde dünyanın durduğuna, güneşin döndüğüne inanılırdı. Halbuki zamanla bunun tersinin doğru olduğu kesin olarak anlaşıldı. Eski bilgilere inanan insanlara bu gerçeği doğrudan doğruya anlatmak kolay değildi. Böyle yapılsaydı, belki de birçok insanlar İslâm nurundan istifade edemeyeceklerdi. Resûl-i Ekrem, bir edebi sanat yaparak cevap vermiş ye o asrın insanlarını tatmin etmiştir.
Dünya güneşin etrafında dönerken hayalî on iki menzilden geçer. Biz bunlara "burçlar" diyoruz. Bu burçlardan ikisinin adı "öküz" ve "balık"tır. Peygamber efendimize ayrı ayrı zamanlarda dünyanın ne üstünde durduğu sorulmuş, o da birinci defasında "öküzün", ikinci defasında "balığın" üstünde duruyor diye buyurmuştur. Bu cevaplarıyla, sual vakitlerinde dünyanın öküz ve balık burçlarından geçmekte olduğunu, fakat güneşin sabit olduğunu da on dört asır önceden haber vermiştir.
Mecazlı ve kinayeli bir sözle üç büyük hakikati en güzel şekilde dile getirmekle hem o asırdaki, hem de daha sonraki asırlardaki muhataplarını tatmin etmek fevkalade bir başarıdır. Burnu gururla büyüyen nice edebiyatçıyı mahcup ve zelil etmeye yeter!..[90]
Prof. Dr. E. Edip KEHA
Bu kısa sohbetimizde, "hayat nedir?" sorusuna cevap aramayacağız? Çünkü, hayatın mahiyeti üzerinde yüzyıllardır süregelen felsefî tartışmaları bir kaç sayfada ne sonuçlandırmak ve ne de özetlemek mümkün değildir. Biz tartışmamızı daha ziyade, biyolojik manada canlı ve cansız ayrımıyla, bunlar arasındaki farklılıklara ve bu farklılıkların devamını sağlayan faktörlerin üzerine bina edeceğiz.
Konuya girmeden önce, bir hususun açıklığa kavuşturulması faydalı olacaktır. Bizler İslâm itikadına bağlıyız. Bunun temel şartı, Allah'ın birliğine inanmak ve O'na ortak koşmamaktır. Yani, her şeyin O'nun kuvvet, kudret ve iradesiyle meydana geldiğini kabul etmektir. Aslında varlıkların yaratılmasında görev alan kanun ve prensiplerin, birer sebep olmaktan öteye bir fonksiyonları yoktur. Fakat bu konuda yapılan bir hata vardır. Sebebini ilmen veya tecrübe ile bildiğimiz olaylar bu sebeplere dayandırılırken, ilmin açıklamada âciz kaldığı şeyler için, "Allah (c.c.) yapmıştır" deniliyor. Esasında, ilim ve fennin araştırdığı ve Önümüze getirdiği, çeşitli olaylarla ilgili "nasıl" ve "niçin" sorularının cevapları, hiç bir zaman bu hadiselerin asil fail ve ustası değillerdir. Meselâ, üzerinde ders çalıştığımız bir masanın nasıl ve ne için yapıldığını çok iyi biliriz. Ağaçtan hazırlanan kerestelerin uygun boyutlarda kesilip, parçaların çivilerle birbirine raptedilmesiyle ortaya çıkmıştır. Hem de sandalyeye oturularak çalışılacak bir yükseklik verilmiştir. Peki... bütün bunları bilmemiz, bu masanın bir usta tarafından yapıldığını inkâr etmemize sebep olabilir mi? Tabii ki hayır. Bilâkis, bize ustasını çeşitli vasıflarıyla tanıtan birer bilgi kaynağıdır. Ve hatta diyebiliriz ki, masa, kendi varlığından daha çok, kendisini bir işe yarayacak tarzda insanların istifadesi için yapan bir ustanın mevcudiyetini, onun masa yapacak ilim, kuvvet ve kudrete sahip bulunduğunu gösterir.
Aynen bunun gibi, ilim ve fennin olayları izah ederken ortaya koyduğu sebepler, hiç bir zaman Allah'ın icraatının ortakları değillerdir. Aksine, bize Allah'ı daha iyi tanıtmaktadırlar. Bilindiği gibi, Rabbimizi isim ve sıfatlarıyla tanımaktayız. İslâm akidesine göre, Allah'ın zâtı hakkında düşünmemiz yasaklanmıştır. Fakat, sıfat ve isimleriyle ilgili olarak yapılacak tefekkürün ve bu yolla edinilecek Marifet-i nahiyenin nihayeti yoktur. İşte, ilmî araştırmalar sonucu, nasıl ve niçin sorularına bulunan cevaplar aslında, Allah'ın isim ve sıfatlarının tecelli etme şeklinden ibarettir. Ve hatta Cenâb-ı Allah'ı bu manada tanıyan ve bilen ilim adamlarının çalışmaları da bir tefekkürdür.[91]
Bütün canlılar, cansız moleküllerden ibarettir. Canlı varlıklarda bulunan bileşikleri teker teker incelediğimiz zaman, onların da diğer cansız kimyevî bileşiklerle aynı kanunlara tâbi olduğu görülür. Fakat, canlılarla cansızları karşılaştırdığımız zaman, önemli farklılıkların olduğunu görürüz.
Canlıları cansızlardan ayıran en önemli farklılık, üremeleri ve kendine benzeyen bir neslin devam etmesini sağlamalarıdır.
Üreme esnasında, o türün bütün özellikleri DNA adı verilen dev moleküllerde nesiller boyu muhafaza edilmektedir. Meselâ, bazı bakteriler milyonlarca yıl hiç bir değişikliğe uğramadan günümüze kadar gelmişlerdir. Bir canlı varlığa ait bütün özellikler, DNA molekülleri üzerine yazılmıştır. İnsanoğlu yazılarını taşlar ve metaller üzerine yazarak zor muhafaza ederken, bir bakteri DNA'sı üzerine kader kalemiyle tanzim edilen şifreler, milyonlarca yıldır hiç değişmeden kalmıştır. En küçük bir canlı dahi, devamlı çoğalarak neslini aynen devam ettirirken, en büyük cansızların, meselâ bir dağın bir başka dağı doğurduğu görülmemiştir.
Canlılar, kimyevî bileşim bakımından oldukça zengin ve karmaşık yapıdadırlar. Meselâ, çok basit bir bakteri olan ve ağırlığı gramın beşyüz milyarda biri kadar gelen bir Escherichia coli (Eşerişia koli) hücresinde 5000 çeşit bileşik bulunmaktadır. Bunların 3000 çeşidini proteinler, 1000 kadarını nükleik asitler, geride kalan kısmını da yağlar ve küçük bileşikler teşkil eder. E. coli'de bulunan protein molekülleri aynı işi yapsalar bile, insanlar ve diğer canlı türlerindeki proteinlerle aynı değildir. Her tür kendisine has farklı kimyevi yapıda protein ve nükleik asit moleküllerine sahiptir. Bütün canlı türlerinde bir trilyon farklı protein ve on milyar civarında değişik nükleik asit olduğu tahmin edilmektedir. Bu protein ve nükleik asitler, molekül ağırlıkları hidrojen atomunun 5-10 bin ila birkaç milyon katına ulaşan büyük moleküllerdir.
Canlılarda bir başka olağanüstü özellik de, bu kadar çeşit ve sayıdaki moleküllerin çok kısa bir zamanda ve basit maddelerden yapılmalarıdır. Yine, E. coli örneğini verelim: Bu bakteri yalnız su (H2O), amonyum iyonu (NH4) ve glikoz (CgH12O6) ihtiva eden bir ortamda üreyebilmektedir. Herbir E. coli hücresi yirmi dakikadan az bir sürede bölünerek iki E. coli hücresi meydana gelir. Her iki hücre de birbirinin aynısıdır. Yani, yirmi dakika içinde hücre tarafından su, amonyum iyonu ve glikoz gibi üç basit bileşikten 500 çeşit melokül birarada ve ihtiyaç duyulan oranda yapılmaktadır. Akılalmaz bir hızla cereyan eden bu molekül imalâtı, canlılarda vuku bulan olayların cansızlar âleminde olanlarla karşılaştırılamayacak kadar karmaşık olduğunu gösterir, örnek olarak zaten çok basit bir yapıya sahip ve tek bir hücreden ibaret E. coli bakterisini almıştık. İnsan ve diğer canlılarda trilyonlarca hücre olduğunu, ayrıca doku ve organ farklılıklarını da düşünürsek, karmaşıklık akıl ve hayalimizin erişemeyeceği bir noktaya çıkar.[92]
Şimdi, şöyle bir soru akla gelmektedir: Madem canlılardaki moleküllerin davranışları kimyevî ve fizikî prensiplerle açıklanabiliyor ve hatta hücre faaliyetlerine bazı müdahalelerde de bulunulabiliyor. Ayrıca, canlı hücre hakkında bir çok şey bilmiyor, "acaba lâboratuvarda kimyacılar tarafından bir canlı hücre veya virüs yapılabilir mi?"
Konunun mütehassısı bir biyokimyacı olarak bu soruya cevabımız "hayır" olacaktır. Fakat, niçin böyle düşündüğümüzü açıklamadan önce, canlı hücre yapısında çok önemli rolleri olan DNA ve protein moleküllerinin yapı özellikleri üzerinde biraz izahat vermemiz yerinde olacaktır.
DNA (Deoksiribo Nükleik Asit) molekülleri, virüslerde ve en basit bakterilerden en yüksek yapıdaki organizmalara kadar bütün canlılarda çekirdek görevi yapar Yani, o varlığa ait bütün bilgileri taşırlar. Söz konusu bilgiler DNA üzerinde şifre halinde bulunur ve bunlar da proteinlere RNA (Ribo Nükleik Asit) molekülleri aracılığı ile tercüme edilir. DNA moleküllerindeki şifre, dört çeşit bileşiğin farklı tarzlarda (bu bileşik kısaca A, G, S, ve T harfleriyle gösterilen adenin, guanin, sitozin ve timindir) sıralanmalarıyla teşekkül eder. E. coli bakterisindeki protein çeşidine bir göz atarsak, canlılarda DNA moleküllerinin ne kadar uzun olabileceğini tahmin edebiliriz.
Bir E. coli bakterisine ait DNA baz sıralanmasını ifade edebilmek için 2000 sayfaya ihtiyaç vardır. İnsanınki için ise yaklaşık bir milyon sayfaya gerek vardır. Bugün laboratuarda bu sayfanın onda biri kadar uzunluğunda bir DNA zincirini yapabilmek dahi mümkün değildir. Kaldı ki, DNA molekülü tek başına, ne bir virüstür, ne de bir canlı hücre. Çünkü, organizmalarda protein adı verilen ve her çeşit kalıba girebilen harikulade bileşiklerin de mevcudiyeti gerekmektedir.
Bütün bitki, hayvan ve bakterilerde bulunan proteinleri birarada mütalâa ettiğimizde, şu hayati fonksiyonların proteinler tarafından yerine getirildiğine şahit oluyoruz:
1- Hücre içindeki bütün kimyevî reaksiyonlar 'enzim' adı verilen ve tamamen protein olan katalizörler vasıtasıyla gerçekleştirilmektedir. Bunların sayesinde canlının ihtiyacı olan her şey, aynen gaz pedalıyla arabanın hızının ayarlanması gibi, en uygun hız ve miktarda yapılmaktadır.
2- Tırnak, deri, boynuz ve kıllar gibi canlıda koruyuculuk görevi yapan dokular protein yapısındadır.
3- Bağışıklık adı verdiğimiz ve canlıyı dışarıdan gelen mikroplar ve virüsler gibi zararlı amillerden koruyan bileşikler yine bir protein olan 'antikorlar'dır. Bunlar, o canlının kendisine ait olmayan şeyleri tanıyarak, bertaraf ederler.
4- Meselâ, oksijen taşıyan hemoglobin gibi, bir çok taşıma görevleri de bazı proteinlerce yerine getirilmektedir.
5- Hücre içi ve dışı arasındaki giriş çıkış trafiği de hücre zarlarında yeralan proteinler tarafından sağlanmaktadır. Yani, hücreye lâzım olan içeri alınmakta, artık ve fazlalıklar dışarıya tam bir ahenkle çıkarılmaktadır.
6- Sinirlerdeki uyartıların teşekkülü ve iletimi de yine bazı özel proteinlerce sağlanmaktadır.
7- Canlı vücudunun bir orkestra ahengiyle idare edilmesinde çok önemli rollere haiz olan hormonlardan bazıları da protein yapısındadır.
Yapılan araştırmalar, bu sıralanan fonksiyonlara daha başkalarının da ilâve edilebileceğini göstermektedir Bu kadarıyle bile, proteinlerin canlılar için ehemmiyeti ortadadır. Şimdi bu harikulade bileşiğin, yine aynı komplekslikteki yapısından bahsedelim:
Yeryüzündeki bütün canlıların proteinleri, 20 çeşit amino asidin farklı sıra ve oranlarda birleşmesi sonucu meydana gelmiştir. Daha önce, canlı türlerindeki proteinlerin, aynı fonksiyonu görseler bile, ayrı yapılara sahip olduklarını belirtmiştik. Bundan dolayı, bütün canlı türlerini göz önüne aldığımızda yüz milyar çeşitten fazla proteinin bulunacağını söylemiştik. Nasıl ki, 29 harfle ciltler dolusu kitaplar yazılarak bir çok manalar ifade edilmektedir. Aynı şekilde, milyarlarca hayati fonksiyon, 20 çeşit bileşiğin teşkil ettikleri dev moleküllere gördürülmektedir. "Dev moleküller" diyoruz, çünkü bazı hormonlar müstesna, en küçük proteinlerde bile asgari 100 amino asit vardır. Tabiî ki bu kadar çok sayıda amino asidin birleşmesiyle teşekkül eden protein zincirleri hücre içindeki zincir yapılarını muhafaza edemezler ve birbirlerinin üzerine kıvrılarak, üç boyutlu bir şekle katlanırlar. İşte, canlıdaki vazifesini, bir protein, üç boyutlu haliyle yerine getirebilir. Proteinlerin sahip olabileceği milyarlarca farklı üç boyutlu yapılarından yalnız birkaç tanesi fonksiyon görebilmektedir. Meselâ, 100 amino asitlik bir proteinin 10 (birin yanında 47 sıfırın bulunduğu bir sayı) farklı şekilde üç boyutlu yapısı olabilir. Bunlardan iş görecek olanı önceden kestirebilmek imkânsızdır. Dolayısiyle, belirli bir fonksiyonu yerine getirebilecek bir proteinde amino asit sıralanışının nasıl olması gerektiğini söylemek mümkün değildir.
Bir hücre hayatında vaz geçilmez yeri olan DNA ve protein moleküllerinin, yukarıda kısaca arzettiğimiz bazı özelliklerini gözönüne aldığımız zaman, canlı hücre yapımıyla ilgili suale, HAYIR şeklindeki cevabımızın gerekçelerini de görmüş oluyoruz. Bir virüsün veya hücrenin ihtiva ettiği molekülleri yapmaktan aciz kalmıyorsa, bunları laboratuarda sentezlemek mümkün olmayacaktır.
Günün birinde, teknolojinin daha da gelişerek insanoğlunun bu sentezleri gerçekleştirdiğini farzedelim. Bu, canlının tesadüfen ortaya çıktığına delil olamaz. Çünkü senelerin ve milyonların bilim adamının bilgi birikimiyle ortaya çıkabilen bir netice, ancak sonsuz bir ilmin göstergesi olabilir. Bunun sonucu olarak da, canlı hücredeki harikulade hayat faaliyetlerinin ve bunların sergiledikleri fayda ve güzelliklerin Asıl Fail'ini, Ustasını ve Saniini, sonsuz ilim ve kudret sahibi gibi bir çok sıfatlarla tanırız. Zaten gören gözü, işiten kulağı, düşünen aklı ve hisseden kalbi olanlardan beklenen de budur.[93]
Doç. Dr. Zekeriya ALTUNER
Günlük hayatta en sık karşılaştığımız kelimelerden birisidir bu. Ve çoğu zaman da manasını hiç düşünmeden kullanıveririz. "Hayat bir mücadeledir."
Bu söz, geçtiğimiz asrın ortalarında bilhassa Darwin felsefesinin takdiminden sonra, sistemli bir şekilde ve devamlı olarak gündeme getirildi. Çünkü, "Hayat bir mücadeledir" sözü, bu felsefenin temellerinden birini teşkil ediyordu.
Gerçekten Hayat bir mücadele midir? Bunun cevabını bir çırpıda vermek mümkün. Ancak, meselenin tatmin edici olması ve daha iyi anlaşılabilmesi için, çevremize bakmak, canlılar arasındaki münasebete nazar etmek gerek.
Yeryüzünde ilk hayatın ortaya çıkışından sonra, iki ayrı silsile halinde geliştiği görülüyor. Bitki ve hayvanların teşkil ettiği bu silsileler arasında, insanı hayrette bırakan son derece intizamlı biyolojik bir denge mevcut. Canlılar âleminde görülen bu muvazeneye sebep, mücadele mi, yoksa yardımlaşma mıdır?
İsterseniz, canlılar arasında cereyan eden bazı biyolojik hâdiseleri yakînen tetkik edelim. Ondan sonra, hayatın bir yardımlaşma mı, yoksa mücadele mi olduğuna siz karar verin.[94]
Bitkiler topraktan aldıkları suyu, havadan aldıkları karbondioksitle, güneş enerjisini kullanarak birleştirirler. Yeşil bitkilerin klorofil molekülleri sayesinde gerçekleştirdikleri bu olaya fotosentez (ışıkta birleştirme) veya özümleme adı verilir. Özümleme olayının bu kadarı, ilkokul kitaplarında dahi zikredilmesine rağmen, basit bir olay değildir.
Fotosentezin mahiyeti ilim adamlarınca hâlâ tam olarak bilinmemektedir. Bilinen şey; bitkilerin topraktan çamurlu suyu, havadan da zehirli gaz olan karbondioksiti emerek hayatın kaynağı olan milyarlarca ton besin maddelerini ve oksijen gazını hasıl etmeleridir. Hadisenin cereyan ettiği yeşil bitki, kapalı bir kutu gibi. Giren maddeler belli, çıkan maddeler belli. Fakat içeride neler oluyor? Güneş enerjisi nasıl kimyevî enerjiye dönüşüyor? Ne gibi reaksiyonlar meydana geliyor? Bunlar ve benzeri sorular hakkında bilinenler, bilinmeyenler yanında sanki devede kulak gibi.
Bazı ilim adamlarının yaptıkları hesaba göre, her sene fotosentez için 150 milyar ton karbondioksit ve 120 milyar ton su kullanılarak 100 milyar ton organik madde denen; seliloz, glikoz ve nişasta gibi karbonhidratlar elde edilir. Bu besin maddelerine ilaveten 110 milyar ton da oksijen üretilir. Teneffüs ettiğimiz havadaki bu oksijen, hayatın kaynağını teşkil eder. Ya oksijenin kaynağı nedir? Yapılan hesaplara göre, dünyamızda bulunan bütün oksijen miktarı, bitkilerin yaptığı fotosentezle üretilmiştir.
Bugün kullandığımız enerjinin kaynağı olan kömür, petrol ve tabiî gaz gibi yakıtlar da, seneler önce yaşamış bitkilerin yaptığı fotosentez neticesidir.
Bırakalım seneler öncesini de, elimizdeki kitaba, evimizin kapı ve döşemelerine, pencerelerimizin çerçeve ve perdelerine bakalım. Giydiğimiz elbiseden, yediğimiz ekmeğe varıncaya kadar hemen her şey, bitkiler vasıtasıyla yardımımıza koşturuluyor.
Şimdi biraz düşünelim; bitkiler esas olarak oksijen çıkarır, hayvanlar ise karbondioksit. Bitkilerin ihtiyacı temelde karbondioksit, hayvan ve insanlarınki ise oksijendir. Yine bitkiler, esas olarak hayvanların gıdası durumundadır. Hayvanların artık maddesi olan gübre ise bitkilerin en önemli gıdasını teşkil eder. İşte dünya çapında bir yardımlaşma misâli. Hayvanların bitkilere olan ihtiyacı ve bitkilerin de hayvanların gübresine olan ihtiyacı apaçık. Bu durum mücadele midir, yoksa yardımlaşma mı?
Büyük bir fabrikayı gezen bir adam, fabrikanın çarklarının birbirleri ile mücadele ettiğini, çıkan gürültülerin çığlıklar, imdat sesleri olduğunu zannetse, büyük bir hataya düştüğü açıktır. Meselâ; bir şeker fabrikasının hammaddesini alan kısmını canavarın ağzına benzetip, şeker pancarlarını yuttuğunu düşünebilir miyiz? Aynı şekilde bitkileri yiyen hayvanların, otlarla mücadele halinde olduğunu söylemek mümkün mü? Halbuki bitkiler, hayvanların imdadına koşturuluyorlar. Bitkiler, birer süt ve et fabrikası olan hayvanların hammaddesi değil midir?
Karada bitkiler hayvanların besini olduğu gibi denizlerde de buna benzer durum mevcuttur. Denizlerde büyük ölçüde fitoplankton adı verilen ve serbest olarak yüzen küçük bitkiler yaşar. Bunlar sularda su yosunları (Algae) ve diğer bitkilerle birlikte, canlılara gıda olurlar. Açık denizlerdeki bu küçük bitkiler, karaların çayır ve otlaklarına benzerler. Bundan dolayı genellikle "denizlerin çayırı" olarak bilinirler.
"Bunların ne ehemmiyeti var" demeyin. Deniz altı hayatı bu küçük bitkiciklere bağlıdır. Çünkü bunlar denizin ana besin kaynağını teşkil ederler.[95]
Denizlerde her sene iki milyon kere milyon ton (2X12) küçük bitki (fitoplankton) üretilir. Denizlerdeki canlıların, bu miktarı tüketmeleri lâzımdır. Aksi halde, artan miktar burada birikecek ve hayat kaynağı olan denizi yaşanmaz hale getirecektir. Ama bu küçük bitkileri, küçük hayvancıklar (zooplankton ve Karides gibi) ve küçük balıklar yerler. Bunlar da büyük balıkların besin kaynağıdır. Yapılan bir araştırmada büyük bir balinanın midesinde yaklaşık olarak 5000 riga balığı, her riganın karnında 7000 küçük karides ve her karideste 130000 tane tek hücreli küçük bitkinin bulunduğu tesbit edilmiştir. Bu tek hücreli küçük bitkicikler, hayatın devamı için çok miktarda üretilirler. Bir çay kaşığı suda yaklaşık olarak 1 milyon kadar bu canlılardan vardır. Bu tek hücreli varlıklar, diğer canlıların besin kaynağının esasını teşkil etmeleri yanında, bir tahmine göre, atmosferdeki oksijenin % 80'ini üretirler.
Özetle söylemek gerekirse, denizlerde son derece hesaplı ve dengeli bir besin zinciri vardır. Eğer büyük balık küçük balığı yemeseydi çok fazla miktarda meydana gelen denizlerdeki bu besinler, tüketilmediği için denizler kokuşup taşacak, hayat çekilmez hale gelecekti. Bir yumurtlamada milyonlarca yumurta bırakan bir balığın yumurtaları da neslin devamı yanısıra aynı zamanda canlıların besin kaynağıdır. Bu durum, canlıların birbirine yardım elini uzattığım açıkça göstermez mi?[96]
Hayvanlarla bitkiler arasındaki münasebetlerin, birbirine yardım, dolayısıyla insanlığa yardım olduğuna geniş manada diğer bir misal, çiçeklerle böceklerin ilişkisini verebiliriz. Böceklerle çiçeklerin yeryüzünde bol miktarda yaratılmaları, bu iki canlı organizmanın birbirine yardım ederek yaşamaları ile yakından alâkalıdır.
Çiçekli bitkilerin üçte ikisi böcekler vasıtasıyla döllenerek nesillerini devam ettirirler. Böcekler, çiçek tozları (polen) ve balözü (nektarları) ile beslenirler. Balözü ve çiçek tozu toplamak için çiçekten çiçeğe dolaşan böcekler, çiçeklerin döllenmesine vesile olurlar. Yani çiçekleri evlendirirler. Böylece bitkiler, bu evlilik neticesi nesillerini devam ettirebilirler. Böceklerin tozlaşma yoluyla bitkilere, dolayısıyla insanlığa yaptıkları yardımın ve hayata hizmetlerinin çok çeşitli şekilleri vardır. Biz sadece arıları misâl vererek, canlılar arasındaki münasebetin mücadeleye değil, yardımlaşmaya dayandığına dikkat çekmek isteriz.
Arıların döllenmede çok büyük rolleri vardır. Bu basit bir deneyle isbatlanmıştır. Üzeri çiçekle yüklü iki armut dalının birisi ince bir tülbentle arıların giremeyeceği bîr şekilde sarılmış, diğeri serbest bırakılmıştır. Meyva verme zamanında serbest bırakılan dalda bol miktarda armut teşekkül ettiği halde, tülbentle .örtülen dalda tek bir armut dahi meydana gelmemiştir. Muhakkak ki arıların bitkilere yaptığı bu yardımdan haberleri yoktur, Fakat her şeyi hikmetle yaratan yüce Yaratıcı hayatı, bu canlı organizmaların yardımlaşması ile devam ettirdiğini en açık şekilde göstermektedir.
Arıların tozlaşmada çok önemli vazife üstlendiğini söyledik. Arılar bu vazifeyi ifa ederken, sabahleyin hangi bitkinin çiçeğinden balözü (nektar) toplamaya başlamışlarsa, daima aynı türden çiçekleri ziyaret ederek, bu türün çiçekleri arasında döllenmeyi daha kolay ve emniyetli bir şekilde sağlarlar. Bu şekilde arılar döllenmeye yaptıkları hizmetle, bahçelerde mahsulün artmasına sebep olurlar Böylece sağladıkları fayda, baldan daha tatlı ve daha kıymetlidir.[97]
Canlılar dünyasında, karşılıklı faydalanma esasına dayanarak beraber yaşamanın çok çeşitleri vardır. Birbirinin eksiğini tamamlayıp, yardım ederek beraber yaşama şekline simbiyoz (ortak yaşama) adı verilir. Bunun bitki ve hayvanlar âleminde misalleri çoktur.
Bitkiler âleminde bu ortak yaşamın en güzel misâlini, "Liken" adı verilen her türlü kötü hayat şartlarına dayanıklı bitki grubunda görmekteyiz. Likenler, bazı su yosunları (algae) ile mantarların kendi yapı ve özelliklerinden farklı olarak meydana getirdikleri simbiyotik (ortak yaşayan) canlılardır. Mantar hücreleri, bitkilerin ihtiyacı olan su, karbondioksit, mineral madde ve mesken temini gibi bir kısım vazifeleri yerine getirerek ortaklığın bir hissesini, su yosunu hücreleri ise fotosentez yaparak besin maddeleri ve oksijen üretmek suretiyle diğer hissesini meydana getirirler. İki şuursuz canlının kurmuş olduğu bu şirket hiç bozulmadan, kavga gürültü çıkmadan devam eder. Hatta nesillerine dahi aynı özelliği aktarırlar. Yardımlaşma ve ortaklıktan haberi olmayan bu canlıların birbirlerine destek olarak bir hayat kurmaları enteresan değil midir?
Aslında bunların birbirinin ihtiyacına cevap vererek ortak bir hayat teşkil etmeleri, kâinattaki varlıkların birbirine yardım ettiklerini, birbirinin ihtiyacına cevap verdiklerini ve birbirleri ile dayanışma içinde olduklarını gösteren açık bir misâldir.
Karşılıklı yardımlaşmaya dayanan hayat tarzına bir misâl de hayvanlar âleminden verelim. Bir yengeç türü olan Pagurus ile deniz gülü (Actinya) arasındaki ortaklık çok enteresandır. Yengeç arka kısmını boş bir salyangoz kabuğuna saklar. Bu salyangoz kabuğu üzerinde aynı zamanda deniz gülü de bulunmaktadır. Deniz gülleri kendilerine yaklaşan hayvanlara yakıcı, zehirleyici kapsüllerini maharetli bir avcı gibi fırlatarak onları zehirler, felç eder. Fakat yengecin bulundukları salyangoz kabuğuna girmesine engel olmazlar. Yengeç deniz gülüne ayak olur, gezdirir. Deniz gülleri de yakıcı kapsülleri ile yengeci düşman hücumundan muhafaza ederler. Deniz güllerinin avladıkları hayvanları yengeç parçalar ve besin temin eder, bunun birazını da deniz güllerine bırakır. Böylece beraber avlanmış, beslenmiş ve gezmiş olurlar. İkisi de hayatlarından mennun olarak bu ortaklığı bozmadan devam ettirirler.[98]
Yeryüzünde milyonlarca canlı türü yaşıyor. Her bir türün milyonlarca mensubu mevcut. Bu canlılar birbirleri ile ve yaşadığı çevre ile öylesine iç içedir ki, aralarındaki dayanışma ve yardımlaşmaya hayran kalmamak elde değildir. Yapılan incelemelerden anlaşıldığına göre, hassas bir plân neticesi devam eden ilâhî dengeye, insan elinin karışması ile çok zararlı neticeler ortaya çıkıyor. Meselâ; İnsan, zararlı olarak kabul ettiği kuşların avlanmasını teşvik ediyor.
"Tarım ürünlerine zarar veriyor" diye böceklere savaş açıp, çeşit çeşit ilâçlar kullanıyor. Öyle ki, zararlı zannettiği canlıların nesilleri tükenme derecesine gelince, büyük problemlerle karşılaşıyor. Neticede hatasını anlayan insanoğlu, tekrar tabiî dengenin muhafazası için gayret sarfetmeğe başlıyor. Bunun enteresan bir misâli, 1835 yılında Avustralya kıtasında cereyan etmiştir. Amerika'dan, Avustralya'ya bir bitki çeşidi (Kaktüs) getiriliyor. Bu bitki, kısa zamanda süratle çoğalarak kıtayı istilâya başlıyor ve İngiltere büyüklüğünde bir alanı kaplıyor. Bu istilâ neticesi pek çok köy ve kasabada hayat felce uğramış ve göçler başlamıştır. Bunun üzerine yapılan incelemede, bitkinin süratle çoğalma sebebi anlaşıldı. Sebep, bu kaktüsün bulunduğu yerlerde "kaktoblastis kaktorm (Cactoblastis cactorm)" adlı kelebek cinsi bir böceğin bulunmaması idi. Çünkü bu böcek, kaktüsün gelişmesini kontrol altında tutuyordu. Avustralya'da böyle bir böcek olmadığı için, kaktüsün çoğalmasını kontrol eden bir mekanizma yoktu. Bunun üzerine Amerikan orijinli bu kelebekten Avustralya kıtasına götürülmüş ve burada çoğaltılarak kaktüs kontrol altına alınmıştır.
Bugün insanlık, canlıların birbirini kontrol ederek tabiî dengeyi muhafaza ettiğinden ders alarak, bilhassa ziraî mahsulün artımında bu gibi canlılardan istifade etmektedir. Bunun için zararlı bitki ve canlıları, yok etmede en güzel tedbir, yine tabiî kontrolü sağlayan canlılarla yapılan biyolojik tedbirlerdir. Bu bir savaştan ziyade, tabiattaki anarşi çıkaran zararlıları, ilâhî nizamın polisiye kuvveti olan canlılarla, kontrol etmektir. Bu da yine umumi hayata hizmettir. Kırmızı karıncalar buna güzel bir misâl teşkil eder. Bu kırmızı orman karıncalarının (Formicarufa) İtalya'nın Alp dağlarında 200 günlük bir zaman içerisinde 14 milyon kgr. böcek imha ettiği tesbit edilmiştir. Buna benzer misâller çoktur. Meselâ, kırlangıç cinsinden 100 gr. ağırlığındaki bir kuşun, günde ortalama 25-30 gr. böcekle beslendiğini araştırmalar göstermiştir. 1200 kuştan teşekkül etmiş bir koloninin 180 günlük bir dönem içinde, yavruları ile birlikte 7600 kgr. böcek tükettikleri anlaşılmıştır.
Kuşların ve karıncaların zararlı böceklere karşı yaptıkları bu hizmet, dekara 3 kgr. ilâç kullanmak suretiyle yapılacak olsa, geniş tarım ve ormanlık alanlarda tonlarca ilâç kullanılması gerekirdi. Ayrıca bu ilâçlar zararlıların yanında zararsız bir çok canlıyı da öldüreceği için faydadan çok belki zarar getirecek, toprağın kalitesini bozup, fauna (hayvan) ve flora (bitki) topluluklarını büyük ölçüde yok edecekti.[99]
Hayatta güçlü olanlar kazansaydı; filin insanın hizmetinde değil, insanın filin hizmetinde olması ve insanın ata değil, atın insana binmesi gerekirdi. Halbuki yaratılanlar içinde en zayıf, en güçsüz mahlûk insandır. En çok ihtiyaç sahibi de yine insandır. Çünkü insan, dünyaya geldiğinden itibaren öğrenmeye, bakıma, himayeye muhtaçtır. Böyle olduğu halde, her şey onun hizmetine verilmiştir. Kâinata şerefli bir misafir olarak gönderilmiştir.
"Hayat bir mücadeledir" diyenlerin, sadece dünyaya gelmek için geçirdikleri safhaları düşünmeleri bile hayatın bir yardımlaşma olduğunu anlamaları için yeterli olacaktır. Zira her şey o aciz yavrunun yardımına koşturulmaktadır.
Annenin vücudunun maruz kaldığı herhangi bir basıncı cenine ulaşmasını engellemek için, içi sıvı dolu sağlam bir zarla çevrilip, her üç saatte bir temizlenmesi, ceninin sıhhati için her tedbirin alınması, anne karnındaki ceninin mücadelesiyle mi gerçekleşmektedir? Hayatı bir mücadele olarak kabul edenler, kaç gün çalışarak annelerinin göğsünde sütü çıkarmağa muvaffak oldular? Veya kaç sene mücadele ederek güneşi kendi emirlerine hizmetkâr ettiler? Hangi kuvvetle atmosferi dünyanın etrafına bir zırh olarak giydirdiler?
Dünyada bütün canlılar için hayat şartlarını hazırlayan kudret, anne karnındaki cenini de hayat şartlarına hazırlayabilir. Aynı rahmet ve kudret bütün anneleri, âciz yavruların imdadına koşturduğu gibi, yırtıcı aslanı da yavrusuna hizmetkâr yapar.
"Hayat bir mücadeledir" fikri, yukarıda da işaret edildiği gibi Darwin'in "yaşamak için mücadele" veya "tabiî seleksiyon" görüşlerinden kaynaklanmaktadır. Bu görüşe göre, besin bulabilen canlılar hayatta kalmakta, zayıflar ise ölerek yok olmaktadır. Bir başka ifade ile, canlıların azalıp çoğalması beslenmeye bağlanır.
Halbuki, son zamanlarda yapılan incelemeler, canlıların azalıp çoğalmaları beslenme yönünden değil, bilhassa iklim faktöründen olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Zaten ihtiyaç ve rızkın iktidar ve çalışmaya bağlı olmadığına, rızkın iktidar ile ters orantılı olduğuna yavruların beslenmeleri en güzel misâldir. Çünkü aramızda en iyi beslenenler, en aciz olan yavrulardır. Herkes tabiattan gücü oranında istifade etmiş olsaydı; en tatlı baklavaları, en harika meyvaları fillerin, gergedanların, en âdi besinleri de yavruların ve çocukların yemesi gerekirdi. Halbuki bunun tamamen zıddı görülmektedir. En kuvvetli canlılar dahi, en aciz yavrularının hizmetinde ve yardımındadır.[100]
Netice olarak şunu söylemek mümkün: Kâinat çok muntazam bir fabrika gibi çalışıyor. En küçük vidasından en büyük çarkına kadar, bütün kısımları bir maksad için beraber işliyor. Atomdan galaksilere kadar mükemmel bir nizam mevcut. Güneşten göz hücrelerine kadar hepsinde en uygun bir dayanışma görülüyor. En uzak şeyle en yakın şey birbirine yardım elini uzatmış. Canlı cansız, büyük küçük bütün mahlûkat birbirinin ihtiyacına cevap verecek şekilde yaratılmış. İşte en geniş manada misâller: Güneşten gelen ışık ve ısı, bütün canlıların imdadına koşuyor. Gökten rahmet olarak inen yağmur, yeryüzündeki bütün canlıların ihtiyacını karşılıyor. Kısaca, bu kâinat fabrikasının otomatik olarak işlemesiyle, yeryüzündeki hayat devam ediyor.
Bazı yırtıcı hayvanların zayıf hayvanları avlamaları, büyük balıkların küçük balıkları yemeleri, bir mücadele ve kavga olmayıp, kâinattaki tabiî denge ve hayatın bir gereğidir.[101]
Doç. Dr. İrfan KÜFREVİOĞLU
"Yerde yürüyen hiçbir canlı hariç kalmamak üzere, rızıkları Allah'ın üstünedir..."[102].
"Nice canlı mahlûkat vardır ki, rızkını kendisi taşımıyor. Onu da sizi de Allah rızıklandınyor. O hakkıyla işiten, kemâliyle bilendir"[103].
Yukarıdaki âyetlerin ifadesine göre, bütün canlıları ömürleri boyunca rızıklandıran Allah'dır. Yaşadıkları sürece de rızıklarını verir, yâni rızık, Allah'ın garantisi altındadır.
Evet, sonsuz rahmet sahibi olan Cenâb-ı Hak, yeryüzünü bir nimet sofrası olarak sermiş ve canlıları da bu ziyafete davet etmiştir. Bu ziyafetten, gözle görülemiyecek kadar küçük olan mikroplar istifade ettiği gibi, tonlarca ağırlıkta olan balinalar da faydalanırlar. Biyoloji ilminin tesbit edebildiği kadarıyla, yeryüzünde 2 milyondan fazla bitki ve hayvan türü bulunur. Her bir türün de sonsuz denecek kadar çok sayıda fertleri vardır. Her birisinin midesi farklı, hisleri ve zevk aldığı besinleri farklı olduğu gibi, sofrası da farklıdır. Bu kadar canlıyı hergün mükemmel olarak kim doyuruyor?
Bütün canlıların rızkının Allah tarafından verildiğinin en güzel misâli, acizlerin çok daha mükemmel beslenmesidir.
Meselâ, anne rahmindeki çocuk kuvvetten tamamen mahrumdur. Fakat göbek vasıtasıyla en güzel bir şekilde beslenir. Dünyaya gözlerini açınca, birazcık kuvvet kazanır ve o kapı kapanır. Bu defa da ağız yoluyla, memeler musluğundan çıkan saf ve gıdalı bir sütle beslenir. Bebeğin yaşaması için gerekli olan yağlar, proteinler, karbonhidratlar gibi bütün gıdaları ihtiva eden bu sütte sadece demir ve bakır bulunmaz. Bu elementler de, bütün canlıların rızkına kefil olan Allah tarafından, yavru daha ana rahminde iken onun vücudunda depolanır. Ve bu işlem, 6 ay kadar devam eder[104].
Bu kanun, sadece insan yavruları için mi geçerlidir?.. Hayır. Bütün canlılarda benzer kanunları görmek mümkündür. Ormanın kralı unvanıyla her canlıyı titreten arslan, bir rızık bulduğu zaman kendisi yemez, aç yavrusuna getirir. Tavuk bulduğu darı tanesini civcivine verir.
Rezzakiyet (rızık verme) kanunu, kâinatta umumî bir şekilde devam eder. İnsanlar oksijen alıp karbondioksit verirken, bitkiler de karbondioksit alıp oksijen verirler. Bu bitkiler topraktan bazı maddeleri alarak, güneş ışığı sayesinde organik maddeleri meydana getirirler. Bitkiler, hayvanlar için rızık oldukları gibi, hayvanların bir kısmı diğer hayvanların, bir kısmı da insanların rızkıdır. Besin zincirindeki bu kanun devamlılık arzeder ve böylece yeryüzünde rızkı verilmeyen hiçbir mahlûk kalmaz.
Allah'ın bütün canlıların rızkına kefil olduğunu yukarıda belirtmiştik. "Peki, açlıktan ölenlerin olduğu söyleniyor. Bunun ilmî izahı nasıldır?" sorusu hatıra gelebilir. Bu hususu değişik cihetlerden ele almak mümkün.
İnsan vücuduna alınan gıdaların bir kısmı glikojen ve yağ halinde depolanır. Bu depolar açlık durumunda harcanır. Depolardaki gıdalar, insanın oldukça uzun bir süre yaşamasını sağlar. Doktor Dewey'in bu hususta yaptığı araştırma, oldukça ilgi çekicidir. Dört yaşlarında iki çocuk dikkatsizlikle ilâç içtiklerinden, yemek boruları ve midelerinde yanıklar meydana gelmiş ve yemek yiyemez olmuşlardı. Zayıf ve narin olan birinci çocuk, vücudundaki ihtiyatları kullanarak 15 gün yaşadı. Daha kuvvetli olan ikinci çocuk ise 90 gün dayandı.
Uzun süreli açlıklarla alâkalı bir araştırma yapan Doktor Bertholet'in elde ettiği sonuçlar da kayda değer. Buna göre uzun süren açlık durumlarında hasıl olan kilo kaybı, bilhassa yağ ve dalak gibi hayatî önemi az olan organ ve dokularda meydana gelir. Bu araştırma sonuçları; uzun süren açlıklarda vücut tarafından; yağın % 97'sinin, dalağın % 63'ünün, karaciğerin % 56'sının, adalelerin % 30'unun ve kanın % 17'sinin kullanıldığını göstermiştir. Halbuki aynı araştırmada, insan için hayatî öneme sahip olan beyin ve sinirlerde, herhangi bir ağırlık kaybının olmadığı tesbit edilmiştir. Bu da gösteriyor ki, açlık anında vücut için hayatî öneme haiz organlardan değil, diğerlerinden harcama yapılmaktadır. Böyle bir açlık durumunda yağların, keton cisimlerine çevrildiği ve beyin hücrelerinin imdadına gönderildiği, son yapılan araştırmalarla ortaya konmuştur.
Bu konuda yapılan denemeler, hiçbir şey yemeden ortalama 80 gün kadar yaşanabileceğini göstermiştir. Yalnız gıdanın kesilmesi birdenbire olmamalıdır. Aksi taktirde alışılmış olan âdetin terkinde vücut zayıf düşüp, ölüme götürebilir. Bu hususu İbn-i Haldun şöyle ifade eder: "Kıtlık görülen yerlerde çok yemeye alışanlar, az yemeye alışanlardan çok fazla kayıp verirler. Onları öldüren, karşılaştıkları kıtlık değil, daha önce alışmış oldukları tokluktur"[105].
Dünyada açlıktan öldüğü söylenen insanların % 20'sini Hindistan'da, % 35'ini ise Afrika'da yaşayan (1) yaşının altındaki çocukların meydana getirdiği ifade edilmektedir. Anlaşılan odur ki, insan vücudunda ve çevresinde her an hazır bekleyen mikroplar, vücudun zayıf olduğu anlarda hemen bedene hâkim olarak onu altedebilmektedir. Özellikle çocuklar bu hususta en zayıf durumda olduklarından, fazla oranda ölüme maruz kalırlar. O halde açlıktan öldüğü söylenenler, rızkın bitmesinden değil, rızkın azalmasından meydana gelen hastalıklardan ölürler.
Bu hususta, Prof. Dr. Sabahattin Zaim şu ifadeleri kullanır: "Dünyada nüfus artışının açlık ve kıtlığa sebep olması için, gıda maddelerindeki artış hızının nüfus artış hızından daha yavaş olması gerekir. Halbuki dünyada yılda % 2 nisbetinde artan nüfusa karşılık, gıda maddeleri üretimi % 4 oranında artmaktadır. Yani, dünyayı bütün olarak ele aldığımızda, bir kıtlık söz konusu değildir ve fert başına düşen ortalama gıda miktarı artmaktadır...[106].
Aynı yazar sözü edilen kitapta; gıda istihsalinin (üretiminin) en yetersiz olduğu Uzakdoğu, Güney Amerika ve Afrika'da dahi, son 30 yılda nüfus başına gıda üretim miktarının düşmeyip sabit kaldığım, diğer bölgelerde ise % 16 ile % 50 arasında arttığını ifade etmektedir. Aynı eserde, dünyanın bazı bölgelerinde aç sayılacak insanların varlığı, insan faktöründen azami istifade edilmeyişiyle açıklanmaktadır. Bu gibi ülkelerde, üretim faktörlerinden olan sermayenin bol olduğuna işaret edilir. Bu arada gelişme için kaynaklarda ve diğer imkânlarda görülen inkişafların, bütün ülkelerde, millî gelirin nüfustan daha hızlı artmasını sağlayacak durumda bulunduğu belirtilir.
Bu konuda İngiltere'de yapılan araştırma sonuçlarına göre, yeterli gübre kullanımı ile gıda üretimini en az 10 kat artırmak mümkün olabilecektir. Bu ise yaklaşık 31.5 milyar insanın beslenmesine imkân sağlamak demektir[107].
Bu husus Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle bildirilir: "Allah, kullarından kimi dilerse onun rızkını yayar (genişletir) veya onu kısar. Şüphesiz ki Allah, herşeyi hakkıyla bilendir"[108].
Yukarıda meâlen beyan edilen âyet-i kerîmeye göre, Cenâb-ı Hak, bazı insanlara rızkı bol, bazılarına da kıt vermektedir. Bu hakikat izaha gerek duyulmayacak kadar aşikârdır.
Bunun hikmeti, bir başka âyet-i kerîme ile şöyle ifade edilir: "Eğer Allah bütün kullarına (müsavat üzere, eşit şekilde) bol rızık verseydi, yer(yüzün)de muhakkak ki taşkınlık ederler, azarlardı. Fakat O ne miktar dilerse (rızkı o kadar) indirir. Şüphe yok ki, O, kulların her hali(nden) hakkıyla haberdardır, (herşeyi) kemâliyle görendir"[109].
Demek ki, dünyada açlıktan ölen olmadığı gibi, herkese verilen rızık da eşit değil. Kimine az, kimine çok. Fakat her ne hâl olursa olsun, insana düşen: O'nun rahmet kapısını çalmak, O'ndan talep edip istemek... Nasıl mı? Meşru yoldan çalışarak, sebeplere el atarak. Bize düşeni yaptıktan sonra da kısmetimize razı olup, O'na teşekkür ederek...[110]
Prof. Dr. İbrahim CANAN
Kur'ân-ı Kerîm bir âyetinde şöyle buyurur: "Yaş ve kuru her şey Kitâb-ı Mübîn'de vardır" [111]Ayette geçen "Kitâb-i Mübîn" tâbiri ile kastedilen şey nedir? İslâm âlimleri, bununla, hem Kur'ân-ı Kerîm'i, hem de "Levh-i mahfûz"u anlamışlardır.
Levh-i Mahfuz, sırrı ve mâhiyeti sâdece Allah tarafından bilinen ve içerisinde olmuş, olacak her şeyin yazılı bulunduğu bir levhadır. Yani Allah'ın kader kitabı.
Âyetin taşıdığı bu iki ihtimalden sadece birini kesinlikle iddia edemeyiz. Öyle ise, Kitab-ı Mübîn tabiriyle hem levh-i mahfuz ve hem de Kur'ân-ı Kerîm'in kastedilmiş olduğu söylenebilir.
Bu durumda, Levh-i Mahfuz'da her şey açık olarak bütün teferruatıyla yazılmış, Kur'ân-ı Kerîm'de ise özetlenmiştir. Aralarında ağaçla, ağacın çekirdeği arasında mevcut olan fark vardır. Söz gelimi, bir incir çekirdeği, nokta kadar küçüklüğüne rağmen, koskocaman incir ağacını (boyu, dalı, yaprağı, meyvesi, tadı, kokusu vs.) her çeşit hususiyetleri ile birlikte ihtiva etmekte, maddî manevî her yönünü, gözlerimizle görmemiz mümkün olmayan genlerde programlar hâlinde taşımaktadır. Bu ilmen ortaya konmuş bir gerçektir.
Binâenaleyh, Kur'ân-ı Kerîm'de de bu çekirdek misâlinde olduğu gibi, geçmiş ve geleceğin mühim hâdiseleri özetler ve işaretler hâlinde kaydedilmiştir. Ancak bunu herkesin görüp anlaması mümkün değildir. Bu sahanın ehli olan bâzı âlimler, bunları sezebilir veya görebilir.[112]
Akla şu sorunun gelmesi normaldir: Her şeye yer veren Kur'ân-ı Kerîm'de insanlık için çok mühim olan uçak, tren, elektrik gibi fennî icadların açık olarak anlatılmamasının sebebi nedir? Herkesin aklına gelen bu soruyu birkaç açıdan cevaplandırmak mümkündür:
1- Kur'ân'ın Asıl Gayesi Açısından: Kur'ân-ı Kerîm'in asıl gayesi bize fennî bilgi vermek, geçmiş ve gelecekle ilgili tarihî malumat sunmak değildir. O, ne bir tarih, ne de coğrafya, fizik, kimya, keşifler, icadlar kitabıdır. Bu çeşit kitaplarda bulunan türden bilgileri Kur'ân'da aramak, Kur'ân'ın asıl maksadını bilmemekten, onu hakkıyla tanımamaktan ileri gelir.
Kur'ân her şeyden önce bir din kitabıdır. Yâni, insanlara Allah'ı ve insanların Allah'a karşı vazifelerini tanıtan bir kitap. Esasen bütün dinler, insan için, iki meçhul olan " Yaratan" ı ve "yaratıkların vazîfeleri"ni açıklamaya çalışır. "Yaratan kimdir, nedir, nasıl bir varlıktır, neler yapmıştır, ne yapmaktadır, yaratmaktan maksadı nedir?" İnsanoğlu bunları öğrenmek ve anlamak ister. Yine isteriz ki, "mahlûkat nedir, nereden gelmiştir, sonu ve akıbeti ne olacaktır, bu dünyadaki işi ve vazifesi nedir", bilsin, anlasın.
İşte Kur'ân-ı Kerîm'in esas gayesi, bu soruları cevaplayarak insanlara Rablerini ve kendilerini tanıtmaktır.
Kur'ân-ı Kerîm, bununla beraber diğer mahlûklardan da bahseder. Arz ve semâ; ay, güneş ve yıldızlar, hayvanlar ve ağaçlar; dağlar, denizler ve nehirler onda hep geçit resmi yaparlar. Ancak bunlardan bahis de, esas itibariyle, yukarıda kaydedilen iki maksad içindir: Ya Allah'ın kudretini, onlar üzerindeki tasarrufunu belirtmek, bunları bir delil ve vasıta yaparak Allah'ı tanıtmak; ya da bunların insana olan faydalarını, yaratılış gayelerini belirterek insanlara kulluk vazifelerini hatırlatmak ve buna teşvik etmektir.
Kur'ân-ı Kerîm'de galeksiler, yıldızların sayısı veya güneşin çapı, dünyadan uzaklığı, neşrettiği şualar ve ısı derecesi gibi, fennî bilgiler yer almaz. Zira, bu çeşitten eşyanın bizzat kendisini tanıtan bilgiler, Allah'a sunulan ibâdet açısından ehemmiyet taşımazlar. Güneş, bunca azamet ve hizmetine rağmen, kulluk dairesi içerisindeki ehemmiyeti yönüyle, âyet-i kerîme'de bir "lamba", bir "mum"dur. Dünya da bâzan bir "beşik", bâzan bir "döşek"tir. Gök kubbesi ise, yıldızlarla süslenmiş bir tavandır.
Uçsuz bucaksız kâinatın, böylesi tasviri yanında, beşeri icadlar, Kur'ân'da nasıl zikredilme hakkı isteyebilirler? Zira bunlar, hem cisimleri ve hem de hizmetleri yönünden kâinatın parçalarına nazaran çok küçük ve sönük kalırlar. Öyle ise, Kur'ân-ı Kerîm'in, beşerî icadlara uzaktan ve dolaylı bir işarette bulunması onlar için yeterlidir. Gerçekten de öyle yapıldığını az ilerde göreceğiz.
2- İmtihan Sırrı Açısından: Kur'ân-ı Kerîm'in fennî icadlardan veya geçmiş ve gelecek hâdiselerden, herkesin anlıyacağı bir tarzda açık olarak bahsetmeyişinin bir diğer sebebi, "imtihan sırrı"nın gereğidir. Bununla şunu kastediyoruz: İnsanlar, diğer mahlûklar gibi, sabit, değişmez belli bir kabiliyet üzerine yaratılmamıştır. O, Yaratılışı itibariyle son derece terakki (yükselme) ve tedenni (düşme)ye müsaittir. Manen ilerliyerek meleklerden üstün olabileceği gîbi; ruhen, ahlaken geriliyerek hayvanlardan çok daha aşağılara düşebilecektir.
Cenâb-ı Hakk, insanları bu mahiyette yarattıktan sonra başı boş bırakmamıştır. Peygamberlerle, yüce hedeflere terakki edip yükselmenin şartlarını öğrettiği gibi, ilerlemeye mâni olacak engelleri, onu alçaltıcı, düşürücü sebepleri de göstermiş ve şöyle emretmiştir: "İşte sana iki yol, birinde gidersen yükseliş, diğerinde gidersen alçalış var. Sakın nefsine, şeytana uyup kendini alçaltma. Aksi takdirde bundan hesap verecek, ebedî hüsrana uğrayacaksın."
İşte insanın manen ve hattâ maddeten yükselmesi, bu gösterilen doğru yolu hür iradesiyle seçmesine bağlıdır. Hayat ise, böyle bir seçimin yapılması için verilen bir fırsattır, bir imtihandır.
Bu imtihanın gerçek mânada imtihan olması ve insanın yaptıklarından sorumlu tutulabilmesi için, seçim işinde zora mâruz kalmaması lâzımdır. Her şeyi aklı ile görmeli, iradesi ile seçmelidir.
Her devirde peygamberler gelerek, bu ilâhî tebliği tazelemişler, zamanla unutulan, perdelenen hakikatları yeniden akılların anlıyacağı şekilde açıklayıp gitmişlerdir. Fakat zorlamamışlardır. Hiçbir peygamber, tebligatını yaparken, insanlara zorla benimsetme cihetine gitmemiştir. Bir bakıma aklı şaşırtıcı olan mucizeler bile, tamamen susturucu, herkesi kabule zorlayıcı olmamıştır. Söz gelimi, Hz. Musa'nın asası, sihirbazların göz bağlayıcı iplerini yutarak, hilelerini iptal ettiği zaman sihirbazlar: "Harun ve Musa'nın Rabbine inandık" diye imana gelirken, Firavun: "Bu hepinize sihir öğreten büyüğünüz" [113]diyebilmiş, küfrüne devam edebilmiştir. Keza, Hz. Peygamber (aleyhisselâm) Mekke müşriklerinin talebi üzerine, parmağıyla işaret buyurduğunda gökteki "ay" ikiye bölündüğü zaman; onlar: "Muhammed sihriyle semâya da te'sir etmeye başladı" diyerek direnmeye devam edebilmişlerdir.
Demek ki, din bir imtihandır. Bu imtihanda, akla kapı açılır, fakat, irade elden alınmaz. Öyle ise, istikbâlde insanların keşfedeceği teknikten, karşılaşacakları hadiselerden herkesin görüp anlıyacağı şekilde Kurân-ı Kerîm'in bahsetmesi bu ana prensibe aykırı düşer. Çünkü, böyle bir şeye kimse itiraz edemiyeceğinden ister istemez herkes kabul etmek zorunda kalır.
3- Tedricen Terakki (Yâni Zamanla, Yavaş Yavaş İlerleme) Açısından: Bilindiği üzere, insanlar terakki kanununa tabidirler. Bu kanun, çeşitli fen ve âletlerin, zaman içinde, ihtiyaç çerçevesinde ve gayret nisbetinde tedricen (yâni kısım kısım ve peyderpey) ortaya çıkarılmasını gerektirmiştir. Eğer semavî kitaplarda, fenlerden açık olarak bahsetmek ilâhî bir kaide olsaydı, bu durum, sözünü ettiğimiz, tedricî terakki prensibi ile zıdlıklar arzederdi. Her şey hazırca verilmiş olacağı için insanlara gayret gerekmeyecek, bütün insanlar aynı mesajları alacağından, her tarafta aynı seviyede insan cemiyetleri olacaktı. Bu durum insanların tâbi kılındığı terakki prensibine aykırıdır.
4- İnsanlığın Şerefi Açısından: Cenâb-ı Hakk, Kur'ân-ı Kerîm'de fenlerden açık olarak söz etmemekle, insanlığa büyük bir şeref ve iftihar payı bırakmıştır. "Arzın halîfesi" (yeryüzünde yaşayan canlılar üzerinde sultan) ve "mükerrem (şerefli)" sıfatlarıyla anılan insanoğlunun kabiliyetlerini, şahsî gayretleriyle inkişaf ettirecek, bir kısım fenlere, icadlara ulaşması, diğer mahlukâta karşı ne büyük şereftir. Amerika'nın keşfinden ilk çalar saatin icadına, ilk dünya haritasını yapan Piri Reis'ten kan dolaşımını ortaya çıkaran İbnu'n-Nefs'e veyahut elektriği keşfeden Edison'a varıncaya kadar, insanlığa hizmet sunan büyük kâşiflerle, milliyeti ne olursa olsun, iftihar etmeyen, diğer mahlukâta karşı şeref payı hissetmeyen bir insan var mıdır?
İşte bu şeref, Cenâb-ı Hakk'ın insanlığa olan milyonlarca lütuflarından bir başkasıdır. İcad ve keşiflerde insanî pay, son derece az da olsa mevcuttur ve bu, haklı bir iftihar vesilesidir.
Şayet bu keşif ve icadlar Kur'ân'da açık olarak zikredilmiş olsa, söz konusu şereften mahrum kalacaktık.
5- Muhatabın Kapasitesi Açısından: Kur'ân-ı Kerîm, hitaplarında, öncelikle ekseriyetin anlayış seviyesini göz önünde tutar. Her devirde insanlığın dörtte üçünden fazlasını avam tabakası teşkîl etmiştir. Günümüzde bile, her ilme âit bir kısım meseleleri sâdece o ilmin mütehassısları anlar, geride kalanlar anlayamaz. Büyük çoğunluğu teşkil eden avamın (halkın) anlıyacağı seviyede konuşulduğu takdirde, daha üst seviyede olanların fazlasıyla anlıyacağı açıktır.
Ayrıca Kur'ân-ı Kerîm'in, sâdece bir asra değil, kıyamete kadar bütün asırlara hitabettiğini göz önüne alacak olursak, meselenin nezaketini daha iyi kavrarız.
İnsanların günlük müşahedelerine, ferdî tecrübe ve umûmî bilgilerine uymayan şeylerden açık bir şekilde bahsedilmiş olması, iki mühim mahzura sebep olurdu:
1- Bilhassa henüz tam olarak inanmamış, tereddütlü kimseleri dinden kaçırırdı. Dine muhalif olanlar da istihza ve alaylarını artırmada, bunları büyük bir koz olarak kullanırlardı. Söz gelimi Kur'ân, mikroptan haber vererek, içtiğimiz bir bardak suyun içinde milyonlarca küçük hayvancıkların varlığından söz etseydi, bu bilgi, mikroskobun icadından önceki insanlardan mü'min olanları şaşırtarak hurafelere sürüklerken, inanmayanları da iyice reddetmeye, alay etmeye sevkederdi.
2- İkinci olarak da, insanların dikkatini lüzumsuz, faydasız şeylere çekerdi. Hz. Peygamber'in (aleyhisselâm) gerek Kur'ân-ı Kerîrn ve gerekse şahsî haberleriyle, meselâ televizyondan bahisle, insanların bir gün gelip oturdukları yerden, dünyanın öbür tarafında cereyan eden hâdiseleri ânında görüp işitebileceklerini söyleseydi, ya da, elektrikten bahisle, küçücük bir düğmeye basmakla bütün bir şehrin gece iken gündüze çevrileceğine işaret etse idi, insanlar hayallerine hoş gelen bu çeşit meselelerin lüzumsuz münâkaşa ve dedikodularıyla meşgul
olurlar, asıl vazifelerini ihmal ederlerdi. Halbuki, dinin gayesi bu değildir. Onun asıl dâvası Allah'ı tanıtmak, insanların Allah'a karşı vazifelerini, birbirleriyle olan münasebetlerini tanzim etmek, maddî ve manevî terakkilerinin yollarını öğretmektir.
Hangi yönden ele alırsak alalım, aklımız, hiçbir surette fen ve tekniğin Kur'ân-ı Kerîm'de açık seçik olarak zikredilmesini uygun görmez.[114]
Mühimleri yukarıda belirtilmiş olan pek çok hikmet ve sebeplere binâen, Kur'ân-ı Kerîm'de açık olarak fenlerin ve ilimlerin zikrine raslanmaz ise de onlara çeşitli şekillerde "işaret" edilmiş olduğu görülür. Bir kaç misal vererek bunu belirtmeye çalışacağız.
A- Kevnî (kozmozla ilgili) bilgiler: Kur'ân-ı Kerîm'de sıkça kâinatla ilgili bilgiler verilir. Onun yaratılışı, nizâmı, ahengi, gece ve gündüzün birbirini takip edişi, yağmur, bulut, bitki, ağaç, hayvan vs. anlatılır. Bu bilgiler, eşyaya hâkim olan kanunları o kadar doğru bir şekilde aksettirirler ki, insanlığın her sahada gelişen ilmi bunları doğrulamaktan öte gidememiş, hiç birinin aksini söyleyememiştir.
Sözgelimi birçok âyette tekrarla bitkilerin erkekli, dişili çift yaratıldığını (er-Rahmân 52, Ra'd 3, Tâha 131) ifâde eden Kur'ân-ı Kerîm, bir âyette bilmediğimiz şeylerin de çift yaratıldığını [115]bir başka âyette de "her şeyin" [116]çift yaratıldığına dikkat çeker. Böylece iyi-kötü, çirkin-güzel, sıcak-soğuk, gece-gündüz, iman-küfür... çiftlerinden atomların yapısını teşkil eden pozitif ve negatif parçacıkları, elektriğin iki zıt kutbuna varıncaya kadar pek çok çiftlerin varlığını haber verir. Bu bilgiler günümüz için basit görünse de 14 asır öncesi için bir mucizedir.
Nûr âyeti burada kaydı gereken enteresan örneklerden biridir, insanlığın mühim keşiflerinden biri olan elektriğe işaret ettiği söylenebilir: "Allah göklerin ve yerin nurudur. Onun nûr'u, içerisinde ışık bulunan bir kandil yuvasına benzer. O ışık bir cam içindedir, cam ise, sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır; bu, ne yalnız doğuda ve ne de yalnız batıda bulunan bereketli zeytin ağacından yakılır. Onun yağı, nerdeyse ateş değmeden aydınlatır. Nûr üstüne nurdur. Allah dilediğini nuruna kavuşturur. Allah, insanlara misâl verir. O, her şeyi bilir." [117]Burada, "inci gibi parlayan bir yıldız" teşbihiyle ampule "ateş değmeden aydınlatan yağ"la da elektriğe işaret edildiğini, bu "yağ"ın, aslında, İklime tâbi olarak biten nebattan elde edilen malûm yağ olmadığını da "doğulu veya batılı olmayan bereketli zeytin ağacı" teşbihinden anlarız.
Âyetin üslûbundaki ulvîlik ve derinlik ve bilhassa teşbihler başka mânalar çıkarmaya da elverişlidir.
B- Tarihî Hâdiseler: Kur'ân-ı Kerim, târihte cereyan eden bâzı hâdiseleri beyan ederek de geleceğe ışık tutmakta, insanlığın ilim yoluyla elde edilebildiği tekniklere işaret etmektedir. Bu hâdiselerden bir kısmı, peygamberlerin mazhar olduğu mucizeler nevindendir. Bir kısmı ise, bu gruba girmez. Bir iki misal verelim:
1- Fil sûresi'nde, Mekke'yi işgal ederek Kabe'yi yıkma niyetiyle gelmiş olan Habeşistan ordusunun, kuşların attığı "siccîl" (denen pişmiş çamur parçaları) ile bozguna uğratıldığı anlatılır.
Burada, havadan atılma kaydıyla, bir kuşun taşıyabileceği büyüklükte parçacıklarla, bir ordunun bozguna uğratılabileceği gösterilmiş olmaktadır.
Uçaklardan atılan çeşitli silahlardan başka, bir nevi kuş sayılabilecek, istenen yükseklikte patlatılan top ve füze mermileri bu hâdiseyi tatbikata koymuştur.
2- Bedir Harbi'nde, Hz. Peygamber'in (aleyhisselam) mazhar olduğu bir mucize, yukarıda temas edilenden daha ileri durumu bildiriyor. Tefsir ve siyer kitaplarının açıkladığı üzere, Hz. Peygamber'in (aleyhisselâm) yerden alarak fırlattığı bir avuç toprak ve kumdan, düşmanların her birisinin gözüne bir miktar isabet ederek bozguna uğramalarına sebeb olur. Ayet-i kerime bu vakaya: "Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da (ey Resulüm) sen atmadın, ancak Allah attı" diyerek temas eder. [118]
Atılan merminin, hedefe tâkib ederek yakalaması, zamanımızda oldukça gelişmiş bir tekniktir. Ancak bu, şimdilik büyük ve bilhassa havâi hedeflerle sınırlıdır. Âyet-i kerîme, zamanla, insan gibi küçük hedefleri bulup yakalayan mermilerin geliştirilebileceğine, hatta bunun insan eliyle de atılabileceğine işaret etmektedir. Nötron bombası buna bir örnek sayılabilir.
C- Mucizeler: Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilen mucizeler de insanların ulaşacakları bir kısım fenlere işaret ederler.
Mi'rac mucizesi bunlardan biridir. Hz. Peygamber (aleyhisselâm), miraç mucizesiyle ruh ve cesed olarak semavata çıkmıştır.[119] Bilhassa hadîslerde gelen tamamlayıcı açıklamalara göre, semaya çıkış, ata benzeyen son derece sür'atli yol alan ve Burak denen bir binek vasıtasıyla olmuştur. Burak'ın sür'ati ile alâkalı tasvîr, çok dikkat çekicidir: Hadîs, Burak'ın gözünün idrak ettiği, ulaştığı son noktaya ön ayağını bastığını ifâde etmektedir.
Bu mucize, sema yolunun insanlara açık olduğuna işaret etmekten başka, bu yolculukta, fezanın uçsuz bucaksız genişliğine uygun şekilde ulaşılacak sür'atin büyüklüğüne de dikkat çeker.
Hz. Musa'nın asasıyla ilgili mucize de günümüzle ilgilidir. Çeşitli hârika işler gören bu asanın bir mucizesi, Hz. Musa'nın, kasden vurması ile yerden su fışkırtmasıdır. Hem de 12 gözlü bir su.[120]
Şimdi çok derinlere inebilen artezyen kuyuları ile çöllerde bile su fışkırtma işi, âdi işler sırasına girmiştir. Kaldı ki, yerden sâdece su değil, petrol ve tabiî gaz da fışkırtılmaktadır. Âyette 12 çeşme söz konusu olduğuna göre, gelecekte başka nimetlerin fışkırtılması da mümkündür. Nitekim bir hadîste Resûlüllâh (aleyhisselâm): "Rızık kapısı Arş-ı Alâ'dan tâ yerin derinliklerine kadar açıktır. Allah her kulunu himmet ve gayreti derecesinde rızıklandınr" buyurur.
Hz. İbrahim'in mazhar olduğu bir mucize bize ateşe dayanıklı maddeleri haber verir. Bilindiği üzere, puta tapan cemiyete boyun eğmeyen Hz İbrahim, kavminin tapmakta olduğu putları kırar. Bu davranışı ateşe atılarak yakılmak cezasına sebep olur. Ateşe atıldığı zaman Hz. İbrahim Allah'a sığınır. Cenâb-ı Hak ateşe şu emri verir: "Ey ateş İbrahim için soğuk ve selametli ol." [121]
Ateş Hz. İbrahim'i yakmaz.
Bu mucize, ateşte yanmayan bir maddenin varlığını haber verir. Nitekim insanlık çoktandır amyantı bulmuş ve daha da geliştirerek, çok hızlı şekilde atmosfere giriş yapması sebebiyle son derece ısınan feza gemilerini yanmaktan koruyacak maddelere ulaşmıştır.
Sonuç olarak şunu söyliyebiliriz: Kur'ân-ı Kerîm'de istikbalde ulaşılacak bilgi ve fenlerle ilgili âyetler çoktur. Bu çeşit âyetler, sâdece eski peygamberlerin mucizeleri veya târihi hâdiselerin hikâyeleri vesilesiyle vârid olmamıştır. İnsan ve kâinatın yaratılışını ve tabiatta cereyan eden (kevnî) hâdiseleri konu edinen âyetlerden, insanı tefekküre, ibrete teşvik eden âyetlere varıncaya kadar Kur'ân'ın pek çok mevzuya müteallik âyetlerinde bir kısım ilmî, fennî hakikatler mevcuttur. Her ilme mensup ihtisas sahipleri bunlardan kendi sahasına girenleri zamanı geldikçe bulup çıkarabileceklerdir.[122]
Prof. Dr. İbrahim CANAN
İslâmî kaynaklar, teknikte terakkinin dönüm noktalarını teşkil eden elbise, saat, gemicilik, demircilik, tıb ve zırh gibi bir kısım mühim meslek ve tekniğin peygamberler eliyle insanlığa sunulduğunu belirtir.
Bu konuda akla gelen bir soru şudur: Peygamberler bunları, Hz. İsa'ya gökten inen sofra misalinde olduğu gibi mutlak bir mucize olarak mı getirmişlerdir, yoksa ilmî bir esâsa dayamışlar mıdır?
Bu soruya "evet!" veya "hayır!" diye kesin bir cevap verilemiyeceği kanaatindeyiz. Ancak, bir kısım âyetlerin ışığında hiçbir kat'î iddiada bulunmaksızın bâzı açıklamalar yapılabilir.
Evet, birçok Kur'ânî işaretten öyle anlaşılıyor ki, peygamberlerin mazhar oldukları mucizevî teknikler, ilimle hiçbir alâkası olmayan mutlak bir mucize değildir. Aksine, beşeriyetin gelişmesi sonucu duyduğu yeni ihtiyaçları karşılamak üzere, Cenâb-ı Hakk, Hz. İsa'ya (aleyhisselâm) verilen mâide (sofra) gibi "gökten inme" mucizeler tarzında da peygamberlerine yeni teknikler verebilirdi. Ancak, bu şekilde yapılan ikramlar, ona mazhar olan peygamberlerin hayattan çekilmesiyle ortadan kalkardı. Arkadan gelen insanlar, maddî terakkilerinde, bunlardan örnek alamazlardı.
Peygamberlerin mazhar oldukları mucizevî teknikten bahseden âyetler incelendiği zaman, en azından bir kısmının "ilme" dayandığı ve "beşerî şartlara uygun olarak" verildiği hususunda ikna olunabilir. Bu maksadla iki örnek inceliyeceğiz:
Hz. Nuh'la İlgili Örnek: Hz. Nuh'un gemisiyle ilgili âyetler mevzuumuz açısından oldukça enteresan olsa gerektir. Âyetler, geminin inşaatıyla ilgili bâzı açıklamalar verir. Bu açıklamalara dayanarak, inşa ameliyesinin, fevkalade şaşırtıcı bir mucizeye dayanmayıp, o devir insanlarınca alışılmış ve malum âletler kullanılarak, hiç de yadırganmayan bir çalışmayla gerçekleştirildiğini söyliyebiliriz. Şöyle ki:
1- Gemi, biribirine sıkıca rabtedilmiş levhalardan mamuldür: Ayette, bu gemi, "zâtı elvâh ve düşür" olarak tavsif edilir [123]"Elvâh", levhalar demektir. Levha, tahtadan olmalıdır. "Düşür", lügatte, gemi levhalarını birbirine rabteden liften yapılmış ip mânâsına gelir. Bu kelimeden, o vakit, henüz madenî çivinin bilinmediği, dolayısiyle, tahtaların ana kalaslara iplerle rabtedildiği mânası çıkabilir. Ancak ağaçlardan tahta levhaların elde edilmesi, mutlaka balta, testere gibi madenî âletlerin varlığını zarurî kılacağından madenciliğin bilindiği de anlaşılır. Öyle ise, düşür ile, madenî çivilerin kastedilmiş olması daha kuvvetli ihtimaldir. Nitekim, çoğunluk itibariyle müfessirler de düsür'den çivi ve perçin'i anlarlar. Şu halde, bizzat âyetlerden hareket ederek, balta ve testere gibi madenî âletlerin imalinde gerekli olan bir sanayi daimin (metalürji) tâ Hz. Nuh (aleyhisselâm) zamanında varlığına hükmedilir. Bu da bize, daha önce kaydettiğimiz, çekiç, örs, kerpeten, iğne, gürz gibi âletlerin vücudunu Hz. âdem (aleyhisselâm) devrine kadar yükselten rivayetlerin sıhhatini kuvvetlendirir.
Bu yorum, demirin Hz. Davud'a (aleyhisselâm) yumuşatıldığı'nı haber veren âyete muhalif düşmez. Çünkü âyet, demirin Hz. Dâvud'la keşfedildiğini ifâde etmez. Belki, O'ndan itibaren geniş çapta kullanılmaya başlandığını ortaya koyar. Nitekim hâlen ele geçirilmiş bulunan demirden mamul en eski âletin M.Ö. 2700 yıllarına âit olduğu tahmin edilirken, Demir Devri'nin, Kenan diyarında M.Ö. 1200 yıllarında başladığı hesap edilmiştir. Hz. Davud'un da M.Ö. 1000 yılları civarında yaşadığı bilinmektedir. Arada görülen 200 yıllık farkın kısmen yorum, kısmen tahmin hatası olabileceği söylenebilir[124].
Ayetlerde gemi ile ilgili olarak sunulan bir başka teferruat, bize daha enteresan gözüküyor: Tennûr (fırın). Bu kelime, dilimizdeki tandır kelimesinin aslıdır. Bâzı müfessirler bu tâbire dayanarak, Hz. Nuh'un gemisinde buhar kazanının olabileceği tahminini de yürütürler. İlgili âyet şöyle: "Sonra azab emrimiz gelip te tennûr feveran edince (kazan kaynayıp fışkırınca) hemen ona, her canlıdan birer çift koy diye variyettik." [125]
2- Gemi, Allah'ın vahyi ile ve murakabesi altında inşa edilmiştir: Bu durumu belirten âyetlerden birinin meali şöyle: "Biz ona (Nuh'a) şöyle vahyettik: Bizim nezaretimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap." [126]
Bu gemi mucizesi, su üzerinde nakil vâsıtasının daha önce yokluğunu ifâde etmez kanaatindeyiz. Çok basit ve ibtidâî de olsa en azından sandal veya sal şeklinde deniz taşımacılığının mevcudiyeti kuvvetle muhtemeldir. Hz. Nûh, gemi inşaatine ilâhî vahiy ile, azamet, sistem, yeni teknik getirmiş olmalıdır. Bizzat âyet-i kerîmenin ifadesiyle dağlar kadar dağlara dayanabilecek sağlamlıkta, [127]en azından Hz. Nuh'un yaşadığı bölgelerde mevcut olan hayvanlardan birer çifti istiab edecek (içine alacak) büyüklükte, tahminen üç katlı[128] ve buharlı bir gemi o devir için hârika bir inkılab, gerçek bir mucize olmalıdır.
İnşa sırasında, inanmayanların "Nuh'un yanından her geçtikçe kendisiyle alay ettikleri"ni haber veren âyet [129]bu geminin belli bir ölçüde, normal bir inşa müddeti geçirdiğini gösterir. Alay, bilinmeyen bir şeyin mucizevî bir tarzda aniden inşasından dolayı olmayıp, sudan uzak bir yerde, böylesine iri bir geminin inşâsı sebebiyle olmalıdır. Geminin inşası, gökteki ayın bölünmesi (şakk-ı kamer) mucizesinde olduğu gibi, inkarcılara karşı, doğruluğunu ve peygamberliğini isbatlamak maksadıyla taleb üzerine, gösterilmiş bir mucize değildir.
Elmalılı Hamdi Efendi, yukarıda tasvir edilen evsaftaki buharlı sefîne-i Nûh hakkında: "O zaman böyle bir gemi yapılabilir mi idi, yapılsa unutulur muydu?" şeklinde hatıra gelebilecek sorulara şu cevabı verir: "Bu, vahy-i ilâhî ile yapılmıştır ve tecrübî olan pek çok sanatın zamanla unutulmasının tarihte örneği çoktur".
Hz. Süleyman'la İlgili Örnek: İkinci misâlimizi Hz. Süleyman'la ilgili âyetlerden vereceğiz. Âyetler, Hz. Süleyman'ın birçok mucizesinden bahseder. Bunlardan bazıları cinleri istihdamı (hizmet ettirmesi); karınca dâhil, hayvanların dilinden anlaması ve onlara emirler vermesi; iki aylık yolu havada uçarak bir günde katetmesi; Sebe melikesi Belkıs'ın tahtını göz açıp kapama ânında Kudüs'e celbetmesi; içeri girdiği zaman havuza giriyormuş zannını verdirerek, Belkıs'a eteklerini toplatacak camdan bir saraya sahip olmasıdır.
a) Önce şunu hatırlatalım: Bu kadar mucizeye mazhar olan Hz Süleyman'ın müstesna bir ilme sahip olduğu, yukarıda kaydedilen mucizeleri açıklayan âyetlerden önce belirtilir: "Gerçekten biz, Davud'a ve Süleyman'a bir ilim verdik de onlar şöyle dediler: " Hamdolsun o Allah'a ki bizi, mü'nıin kullarından çoğu üzerine üstün kıldı."[130]
b) Belirtmemiz gereken ikinci nokta şudur: Müstesna ilme sahip olmakta onlar yalnız değildir. Ayet-i kerîme, bilhassa Hz. Süleyman'ın etrafında "kitaptan bir ilme sahip" başkasından da söz eder. Üstelik Hz. Süleyman'ın mazhar olduğu Sebe Melikesi Belkıs'ın tahtını Kudüs'e celb mucizesi, Hz. Süleyman'a, "kitaptan bir ilme sahip" bir kimse marifetiyle müyesser kılınmıştır. Âyet şöyle: (Süleyman yanındaki istişare cemaatine şöyle dedi: "Ey cemaat, onlar (Belkıs ve kavmi) bana müslüman olarak gelmezden önce onun (Belkıs'ın) tahtını hanginiz bana getirir? Cinlerden bir ifrit dedi: "Sen yerinden kalkmadan önce, getiririm. Muhakkak onu taşımağa gücü yeten güvenilir bir kimseyim. Kendinde kitaptan bir ilim olan biri de şöyle dedi: "Ben gözünü kırpmadan önce onu sana getiririm". Derken Süleyman, tahtı yanında duruyor görünce dedi ki: Bu Rabbimin fazlındandır. Beni imtihan etmek içindir. Şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü yapacağım? [131]
Ayette dikkatimizi çeken bir iki noktaya parmak basalım:
1- "Kitaptan bir ilme sahip olan kimse"nin cinnî olmadığı açık. Zira, aynı sûrenin 17. âyetinde "Bir de Süleyman'a cinlerden, insanlardan ve kuşlardan ordular toplandı. Bütün bunlar sevk ve idare olunuyorlardı" dendiğine göre, Hz. Süleyman'ın istişare meclisinde yer alan ikinci mühim grup insandır. Melek değil. Öyle ise, o kimsenin insan olduğu görüşünde olan müfessirler daha haklı gözüküyorlar.
2- O kimsenin ilim almış olduğu "kitap" nedir? Herhalde dinî bir kitap, söz gelimi Hz. Davud'a gelen Zebur olmamalıdır. Çünkü dinî kitaplarda böyle bir tekniğin ilmi mevcud değildir, olamaz da.
3- İlmi, bir kısım kanun ve kaidelere dayanan kesin bilgi olarak anlayacak olursak, Hz. Süleyman'a verildiği belirtilen "ilm"in yazılmış bulunduğu bir kitabın söz konusu olabileceği hükmünü âyetten çıkarabiliriz.
Bu açıklamalardan şu netice çıkar: Hz. Süleyman'ın mazhar olduğu mucizeler, bir kısım ilmî düsturlara dayanmaktadır. Bu düsturlar kitap hâlinde yazılmış olmakla kalmamış, bir kısım insanlara da öğretilmiştir. Hz. Süleyman, bunlara vâkıf insanlardan müteşekkil güzide bir cemaatle saltanatını ve icraatini ilmî esaslar çerçevesinde yürütmüştür.
Eski devirlerde yaşayanların, Batılıların yakın zamana kadar israrla söyledikleri şekilde, vahşî, ilimsiz ve teknikten mahrum olmadıklarını gösteren bir başka haber, Hz. Süleyman'ın yaptırdığı camdan sarayla ilgili olanıdır. Âyet şöyle: "Ona (Bel-kıs'a): "Saraya gir!" dendi. O (Belkıs) sarayı görünce derin bir su zannetti ve (ıslanmasın diye eteğini kaldırarak) bacaklarından bir miktar açtı. (Süleyman): "O, camdan yapılmış şeffaf bir saraydır" dedi. [132]
Bu âyet, o devirde çeşitli ilim ve tekniğin son derece geliştiğini ifâde eder. Çünkü mesken inşaatı, mühendislik ve mimarlıktan başka, demircilik, marangozluk, camcılık, tezyin, dekor gibi yüksek bir medeniyetin mahsulü olan pekçok ilim ve tekniği gerektiren bir sektördür. Kendisine ilim verilmekle mümtaz kılındığı belirtilen saltanat sahibi bir peygamberin, hükümran olduğu cemiyette, böylesi bir ilmî teknik seviyenin olmadığı, her seferinde mucizevî yollarla bunları gerçekleştirdiği iddia edilemez.
Burada hatıra gelebilecek bir soru şudur: Hz. Süleyman bu kitabı ne yapmıştır?
Varlığı hususunda tahmîn yürütülmüş olan bu kitabın ilmine, mahdut sayılan kimseler vâkıf olmuş olabilir. Nitekim İsrailoğullarının tarihi, dinî kitapları olan Tevrat'ın bile mükerrer seferler maddeten yok edilmesi vak'alarına sahne olmuştur. Öte yandan, dört bin yıldan fazla bir müddet fiilen hükümran olan koskocaman Mısır medeniyeti bile, devâsâ piramidlerine rağmen, asırlar boyu tamamen unutulmuş, bilinmez olmuş iken 19. asırdan bu yana aydınlatılmaya başlanmış; dinî, tıbbî, edebî, terbiyevî her çeşit kitapları ortaya çıkarılmıştır. Ayrıca dünyanın her tarafında, geçmiş devirlerdeki insanların bıraktıkları son derece hârika eserlere raslanmaktadır. Bu eserler o kadar hârikadır ki; daha önce de belirttiğimiz üzere, "Batı medeniyeti dışında medeniyet yoktur, insanlık mutlak bir vahşet devrinden düz bir terakki yoluyla Batı medeniyeti seviyesine ulaşmıştır" düşüncesini hâla devam ettiren bir kısım Batılı yazarlar, o eserleri yorumda, çıkar yolu, onları, gökten inen devlerle izah etmede bulmuşlardır. Bizim açımızdan, çok garib görünse bile, peygambere, vahye inanmayanların düşecekleri safsatanın en mâkulü budur.[133]
Prof. Dr. M. Münip YEĞİN
İrade sahibi olmak, intizam içinde, başarılı ve sıhhatli bir hayatın anahtarıdır. Bu anahtar, insanları mes'ud eder. Onun zıddına "Hızlı yaşamak" diyebiliriz.
Hızlı yaşamak sözü ile hızlı sürülen bir aracın durumu arasında çok büyük benzerlikler vardır. Hareket halindeki bir otonun fireni tutmuyorsa, sür'ati artacak, önüne geleni çiğneyecek ve kendi sonu da felâket olacaktır.
İnsan denen mahlûk, aklını kullanmayıp yalnız nefsanî arzularıyla hareket ediyorsa, hızı artmıştır; durumu, boşuna akıp giden nehir suyuna benzer Akıl denen baraj ile sakinleştirilirse, gücü artacak, verimi yükselecektir.
Dünyada her şey canlıların rahat yaşayabilmesi için ölçülü ve ayarlı yaratılmıştır. Buna rağmen biz, havanın biraz sıcak veya biraz soğuk oluşu halinde hemen şikâyet ederiz. Halbuki bu kabil değişiklikler, bizim ibret almamız içindir. Dünyada mutluluğun anahtarı, intizamlı ve ölçülü yaşayıştır.
Vaziyeti hızlı yaşamak tabirine uyan kişilerde, ayarlı ve intizamlı bir hayat bulamazsınız. Onlar, vücudumuzun ihtiyacı olan normal besin maddelerini yeyip içmekle yetinmezler; daha fazlasını isterler. Müsriftirler, ferasetsiz ve anlayışsızdırlar; kendi nefislerine hudutsuz hak tanımışlardır. Başkalarını hiç düşünmezler, bencildirler. Geceyi gündüzü birbirine karıştırırlar, haram helâl tanımazlar. Onların hisleri, sadece hudutsuz zevk peşindedir. Akıl rafa kaldırılmıştır. Dolayısıyla hal ve hareketleri çok kere çocukça veya delicedir. Onlar ekseriya sigara, kumar, ve uyuşturucu müptelâsı olurlar.
Bunların her biri zevkli ve keyf vericidir. Lâkin, hiç bir canlının yaşaması için onlara ihtiyacı yoktur. Herbirinin ZEHİR olduğunu bildikleri halde, hiç bir kanun ve nizam tanımadan, önceleri küçük dozda ve ufak çocukların ellerini ateşe uzattıkları gibi denemek maksadıyla kullanılan bu maddeler, ateş gibi âni yakıcı olmadıkları gibi, kendilerine hoş gelir. Çünkü, hiç bir zehirli maddenin etkisi, ateşin alevi derecesinde âni değildir. Felâketlerin, ilk tadını veya ilk adımla başladığını anlamak çok zordur. Dolayısıyla bunların herbirini birer "Gizli Düşman" olarak görmek icap eder.[134]
Gizli Düşman, yalnız insandan olmaz. Pek çeşitli zevk verici maddelerin aynı maksatla kullanıldıkları bilinen bir gerçektir.
Bir düşman; sözünü, yüzünü, kıyafetini ve tavrını dosta benzeterek yanımıza sokulmuşsa, bize vereceği zarardan haberimiz olmaz. Vereceği zararı yalnız bir tek şeyle, yani AKIL ile önlemek mümkündür. Özetle söylemek gerekirse, hayat boyunca uyanıklık lâzımdır. Çünkü uyuyan kişinin aklını kullanması elbette kabil değildir.
Meselâ düşman, bulunduğumuz bölgeye uyutucu harp gazı atmış ise, uyku hali kaçınılmazdır. O halde önceden düşmanın böyle bir harp gazı kullanmasına fırsat verilmemesi icap eder. Yani, henüz aklımız başımızda iken gereken bütün tedbirler alınmalıdır.
Düşman ister açıktan, ister gizli şekilde gelsin, her hal ve vaziyete göre önceden tedbir almak, sadece akla mahsus bir marifettir. Aksi halde düşmana mağlubiyet ve ESARET kaçınılmaz olur. Netice olarak, aklını çalıştıranın şansı iyi gider, fakat aklını kullanmayanın şansı ise, hiç dikiş tutmaz.
Nitekim, alkol kullanmağa alışmış olanlar hemen daima "şanslarının fenalığından" şikâyet ederler ve güya içkiye şanssızlıkları sebebiyle devam ettiklerini tekrarlayıp dururlar. Bazı düşmanlar da içinde ufak patlayıcılar veya zehirli maddeler bulunan; saat, bilezik, dolmakalem, küpe v.s. gibi bilhassa çocukların hoşuna gidecek eşyaları hazırlayıp bunları düşman bildikleri halkın arazisine atıyorlar. Böyle cazip görünüşlü eşyaları görüp alanların kısa veya uzun zamanda bu tuzaklar tarafından ağır şekilde yaralanıp veya zehirlenip öldükleri az rastlanan hâdiselerden değildir.
O halde harp, hile demektir. Daha bu misâllere benzeyen çok sayıdaki hileleri ve taarruz vasıtalarını, maalesef insanlar yine insanlara karşı kullanıyorlar.
Her türlü hileden uzak kalabilmek için illâ (AKIL CEVHERİMİZE) sahip olmamız lâzımdır. Keza onun kıymetini bilmek ve ona lâyık olduğu selâhiyeti tanımak mecburiyetindeyiz.
İnsanoğluna lütfolunan akıl, Cenâb-ı Hakkı tanıyabileceği ölçüdedir. Hakkı tanıyanın, O'nun emirlerine uyması iktiza eder. Allah her türlü keyf veren maddeyi insana haram kıldığına göre, nefsimizin istediği veya başkaları tarafından tavsiye edilen ve hiç bir gıdai değeri bulunmayan bu tür maddelere karşı uyanık olmamız şarttır. Aklımıza danışmadan bunlara yaklaşmamız, bizi her an perişan edebilir.[135]
Günümüzdeki Tıp dilinde Tutsak yapan maddeler denen ve çoğu ilâç etkisi gösteren; ağrı azaltıcı (analjezik), ağrı dindirici (sedatif), uyuşturucu (narkotik), rahatlatıcı (ataraksik), uyarıcı (stimülan) ve ruhi durumu düzelten maddeler, bu çeşit tehlikelerle doludurlar.
Şayet yalnız tedavi maksadıyla kullanılırlarda, ilâçtırlar ve tababette yerleri doldurulamayacak değerdedirler. Diğer bir ifade ile, aklımıza danışarak kullandığımız zaman, tedavi edici değerleri yüksektir. Fakat uzun süre kullanıldıkları takdirde iptilâ durumu, yani o ilâca mübtelâ (esir olma) hâdisesi ortaya çıkar ki, böyle bir insan, insanlık vasıflarını ya kısmen veya tamamen kaybetmiş olur.
İlâç iptilâsı (ilâç esareti) şöyle tarif ediliyor: İlâca alışmış olan bünyeye, o ilâcın devamlı olarak verilmesinin icap ettiği bir alışkanlık derecesidir. İlâç kesilirse kişide ağır zihnî ve fizikî hastalık belirtileri ortaya çıkar.
Bir de itiyat (alışkanlık) tâbiri vardır ki, ilâca alışmış olan kişiye, arzu ettiği halde o ilâç verilmediği zaman, kişide herhangi bir hastalık belirtisi meydana gelmez. Meselâ yemeklerden sonra çay içmeğe alışmış olmak gibi.
İlâç esaretinde de, iptilâ derecesinde alıştığı ilâç kendisine verilmezse, kişinin yapamıyacağı hiçbir delilik kalmaz. Bu durum genellikle aklın baştan çıkmış olduğu bir hâli sergiler. İnsanı ilâç esaretine kadar götüren sebep, bu kabil ilâçların su-i istimalidir; yani, lüzumsuz yere kullanılmasıdır. İlâçlara bağımlılık, ya fizikî veya psikolojik özelliktedir.
Merkezi sinir sistemine etkili olan ve uzun süre kullanılınca iptilâ meydana getiren maddelerin en önemlileri; afyon, morfin, heroin, kodein, esrar, kokain, barbituratlar, amfetaminler, LSD ve benzerleri, alkol ve nikotindir.[136]
Ağrıdan muzdarip olanları muvakkat bir zaman için ağrılardan kurtarır. Bu etkisi beyindeki hissetme bölgesinin beyin merkeziyle olan ilgisini kesmesi şeklinde izah edilebilir. Böyle bir etkinin ameliyatlarda ve bazı âcil durumlardaki hizmeti çok büyüktür. Fakat aynı ilâcın kullanılmasına devam olunursa, vücudun hiç bir organı ile beyin arasında irtibat kalmaz. Bu yüzden ağrılar maskeleneceği için, bir çok organlarda meydana gelebilecek olan çeşitli yaralanmalar ve hastalık şikâyetlerinden habersiz kalınacaktır. Dolayısıyla muhtelif hastalıkların ve yaraların bu sahipsiz vücutta genişlemesi veya gangren derecesinde fenalaşması çokça görülür. Tababette çok kullanılan morfin ile ondan sentezlenen opiat grubundaki ilâçlar ve diğerlerinde bu durum söz konusudur.[137]
Yani ilk günlerde kullanılan doz miktarı az iken etkisi tam olduğu halde, müteakip alışlarda ilk doz kâfi gelmez, aynı tesiri elde edebilmek için zamanla miktarlarının artınlması icap eder. Opiat grubu, Alkol, Barbituratlar ve Amfetaminler toleransa sahiptirler.[138]
Günlük stresler ve üzüntülerden ve kavgacılık iç güdüsünden kısa süre kurtulmak imkânı hasıl olur. İsterse dünya yansın, onu kullanan kişinin umurunda değildir. Hiçbir manevi değerin onun nazarında yeri yoktur. O kendisini göklerde uçan bir kuş gibi gamsız hisseder. Bu suretle kaybedeceği nice değerlerden asla haberi olmaz. Aile bağları tamamen kopmuştur. Her hareketi robotlaşmıştır. Tek düşüncesi aynı halin devam etmesidir. Dolayısıyla aynı maddenin devamlı olarak temini yolunda feda edemiyeceği hiç bir şey yoktur. Böylece namus, ar, şeref, vicdan, utanma ve haysiyet gibi kavramların hiç birisi kalmaz. Heroin ve Esrar bu yönden en tehlikeli olanlar arasındadır.[139]
İlâç ilk alındığı zaman dünyayı toz pembe gösterir. Almışı tekrarlandıkça "Psikoz" denen bir durum ortaya çıkar. Bu haldeki şahıs yerinde duramayan, çok hareketli, saldırgan (mütecaviz), her şeyden yanlış mana çıkaran ve cinsiyet farkı kalkmış olarak ne yaptığını bilmeyen bir kişilik kazanır. Psikoz durumuna düşmüş olan şahıs için genellikle "Öldü" ibaresi kullanılır. Bunun anlamı "artık insanlıktan çıktı" demek olsa gerektir. Hakikatte de fazla dozdaki ilâç, nefes durması sonu ölüme sebeptir. Ufak dozda kullanan kişi, ilâcın etkisiyle tıpkı kuduz hastalığına yakalanmış gibi delilik hali gösterir. Tesiri geçtikten sonra ise, derin bir halsizlik ve zavallılık içine gömülür Bunlara misâl olarak Heroin, Amfetaminler ve LSD grubundaki maddeler, en başta yer alırlar ve kanunen yasaklanmışlardır. Bu grubda Amfetaminler ve LSD başta gelmek üzere yüzlerce sentetik madde mevcuttur. Heroin de ayni maksat için kullanılır.[140]
Uyuşturucu ilâçları kullanan kişilerde zaman mefhumu ve mesafe tahmini bozulmuştur. Gece ile gündüzü bile ayırt edemezler. Dolayısıyla mes'uliyet hissi tamamen yok olmuştur. Araba kullandığını farzetsek, onun nazarında dere tepe dümdüzdür. Karşıdan gelen veya önden giden diğer vasıtalara, binalara ve daha her yere toslarlar.
Evvelce seyrettikleri bir filmin kahramanı olarak sanki o sahneleri taklit ederler. Keza evvelce okudukları bir hikâyenin kahramanı olarak yaşamak isterler.
Önemli miktarda kokain temin ettikten sonra, kendilerini bir odaya kilitleyip 3 gün 3 gece fasılasız olarak kokain zevkleriyle vakit geçirenlere rastlanmıştır. Doz fazla gelirse kişi saldırgan olur. Bu durumda vücut ısısı yükselmiş, göz bebekleri genişlemiş, soluk alma anormalleşmiş, karın ağrıları, kusma ve adale kasılmaları meydana gelmiştir. Neticede kısmi felç ve solunum durmasıyla ölüm vukua gelir.
Kokain veya diğerlerine alışanlar, çok defa iğneyi yerinde bırakarak her 5-10 dakikada bir olmak üzere yeni dozların zerkini temin ederler. Bu yüzden sıklıkla damar iltihapları ve diğer organların mikrop alması sebebiyle vücudun bir çok hastalıklara yakalanması tehlikesi gün geçtikçe artmış olur. Zaman ve mesafe tahmininde bozukluk, ekseri uyuşturucuların hasıl ettiği bir durumdur.[141]
Uyuşturucuların ekserisi, ağrıları maskelediği gibi, akıl ve muhakeme kabiliyetlerini de zayıflatırlar. Her ne kadar bu hususun sinirlerdeki iletim yollarında meydana gelen bazı bozukluklarla izahı düşünülmüşse de, Etil Alkolden gayrılarına ait bir patolojik bulgu elde edilememiştir. Alkol kullananlarda ise, sinir liflerini bir kablo gibi saran ve lipid yapısında olan MYELİN adındaki kılıfın alkol tarafından yer yer eritilmesi sebebiyle, tembihlerin (impulsların) naklinde kısa devrelerin teşekkül ettiği kanaati hasıl olmuştur.[142]
Uyuşturuculardan bazılarının belirli dozlarda alındıkları zaman doping etkisi yaptıklarım ifade etmiştik. Bu devrede böbrekler, kalb, beyin ve etraf damarlarında muvakkat bir genişlemenin mevcut olacağı muhakkaktır. Fakat bilhassa NİKOTİN'in, dozu ne olursa olsun, adı geçen bu çok önemli organların damarlarını daralttığı tesbit edilmiştir. Dolayısıyla sigara içenlerde böbrek, kalb, beyin ve etraf dokuları iyi beslenememektedir. Nikotinin, "arterioskleroz" denen damar sertliği hastalıklarının meydana gelişinde tehlikeli bir role sahip olduğu biliniyor. Bilhassa kalb ve damar hastalıklarında sigaranın mutlak olarak terkedilmesi tababet ilmi tarafından zaruri görülüyor.[143]
Uyuşturucu maddelerin ekserisinde renk, koku ve tat bulunmadığı için her türlü içkilere karıştırılmak suretiyle istenilen kimseye farkettirmeden içirilebilirler. Hatta rengi, kokusu ve tadı bulunanlar bile, her türlü alkollü içkilere konarak alınabilir. LSD'nin içme sularıyla bile hiç farkettirmeden verilebilmesi, çok büyük bir tehlike teşkil eder. LSD'nin etkisi çok çabuk ve şiddetli oluyor. Onu alan kişi, şahsiyetini kaybediyor ve delirmiş hale geliyor. O kişide korku, üzüntü, sevinme, hasret duyma, vefakârlık, sevgi bağı, utanma, saygı duyma ve hareketlerini kontrol edebilme hassaları tamamen yok oluyor. LSD alanlarda pencereden düşme, suda boğulma karşıdan gelen arabanın üzerine doğru yürüme gibi hayatına mal olan hareketler sıklıkla görülmüştür. Şahıs tam bir mesuliyetsizlik nöbetine girmiş, akıl ve muhakemesini kaybetmiştir. Zamanımızda LSD'ye benzeyen yüzlerce maddenin sentezlendiği ve dünya gençliğini işe yaramaz duruma getirmenin yolları üzerinde onbinlerce araştırmalar yapıldığı bilinmektedir.[144]
Orijini nebat yaprakları olan bazı etkili maddelerin tütün gibi sigara tarzında hazırlanıp içildiği veya ağızda çiğnenmek suretiyle kullanıldıkları bilinmektedir. ESRAR ihtiva eden Hint keneviri nebatının taze uç kısımlarından hazırlanmış "BHANG" isimli karışım, bu alanda meşhur olmuştur. Keza yapılarında KOKAİN ihtiva eden Koka bitkisinin yaprakları ya çiğnenerek veya enfiye şeklinde buruna çekilmek suretiyle kullanılır. Bu nebatın Peru ve Bolivya'da çeşitli türleri mevcut olup yapraklarının önceleri İNKA yedileri tarafından And dağlarına tırmanabilmek için kuvvetlenmek maksadıyla çiğnendikleri kaydediliyor.[145]
A- Başlangıçta kullanılan doz miktarları küçüktür; aynı etkiyi elde edebilmek için müteakip günlerde doz'u artırmak icap eder. Meselâ LSD'de doz önce 200-400 mikro gram iken, birkaç gün sonra binlerce mikrogram ister. Hemen hepsinde ölüm sebebi nefes durmasına bağlıdır.
B- Alışkanlık yapan maddelere esir olanların tedavisi için mutlaka özel hastahanelere yatırılmaları ve daha sonra da 3 yıl kadar müddetle sıkı kontrolda bulundurulmaları gerekir.
C- Müptelâlarda en fazla görülen komplikasyonlar: Karaciğer sirozu, safra tıkanıklığı, akciğer abseleri, pulmoner fibrozis, pnömoni, tromboflebitis, tetanuslar, lokal abseler, venlerde (damarlarda) skleroz ve tıkanma, sistemik ve pulmoner mikozlar v.b. gibi.
D- İnsanı kendisine köle yapan bu ilâçların sayıları binlerle bile zor ifade edilebilir. Biz sadece en meşhurlarından birkaçını ve kısaca dile getirdik. Zamanımızda sentetik ilâçların sayıları çok artmıştır.[146]
1- Zamanımızda alışkanlık yapan zararlı maddeler kansız harp silâhları arasında yer almışlardır.
2- İnsanı kendi eliyle esir eden bu maddelerin hiç birisi, insanın yaşayabilmesi için lüzumlu değildir. Herbiri bazı hain kişiler tarafından tuzak olarak gençlere uzatılan birer zehirdirler.
3- Herbirinden nefis az çok zevk alır, fakat o kişi o esnada her şeyini ve bütün insanlık değerlerini kaybeder.
4- İnsanı hissiz yapan ilâçlar, sadece ameliyatlar esnasında kısıtlı olarak hekimlerin tatbik ettikleri miktarda ve nadiren kullanılmalıdır.
5- İnsan, bu maddelerin zararlarından korunabilmek için, emin olmadığı kişilerin elinden birşey içmemelidir. Ve hele her kişinin birbirine her türlü münasebet vesilesiyle ikram edebildiği sigara ve alkollü içkiler hiçbir zaman kabul olunmamalıdır.
Bunu yapabilmek için, daha önce sigara ve alkole asla alışılmamış bulunulması gerekir. Aksi halde kişi, ikram edileni kolayca kabullenmiş ve tuzağa düşmüş olacaktır.[147]
1- Daha çocukluk çağından itibaren insana, insanlığa yakışan özellikler öğretilmeli ve Akıl Cevherinin iyi istikamette kullanılması anlatılmalıdır.
2- İrade gücünün arttırılmasına vesile olacak bir talim ve terbiyeye ihtiyaç vardır. Bunun en emin yolu, Allah'a ibadet etmekten geçer.
3- Genç Nesil, Yaratılışımızın sebeplerini düşünecek bir zihniyete, halimize şükredebilecek bir ruh yapısına kavuşturulmalıdır. Bu husus, dini terbiyenin esasını teşkil eder.
4- İnsana düşünme fırsatını günden güne kısıtlayan bu günkü dünyamızda, hayvanlar ile insanlar arasındaki en önemli farklar üzerinde, daha fazla meşgul olunması gerekir. Böylece düşünmek ve düşünerek doğru istikametin bulunabilme seviyesine tekrar ulaşmak, mümkün hâle gelecektir.
Çünkü: Tefekkürden uzaklaşan İnsanlığın, saadete yaklaşması mümkün değildir.[148]
Prof. Dr. Selâhattin SALİMOĞLU
Bir şeyin helal veya haram olması, Allah'ın emrine tabidir. Allah bir şeye "helal" derse helal, "haram" derse haram olur. Yani din bir imtihandır, insanlara yapılan bir tekliftir.
Cenâb-ı Hak, cennete layık bir duruma getirmek için, insanları imtihana tabi tutuyor. Bu sebeple, bazı emir ve yasaklar koymuştur. Esas olan da bu emir ve yasaklara uymaktır.
Bu prensiplerin gerek insanın şahsî hayatına, gerekse cemiyet hayatına pek çok faydaları vardır. Dolayısiyle bunlar, o emir ve yasağa daha şuurlu olarak riayet etmemizi sağlıyor.
Dinimizin yasakladığı hususlardan birisi de, domuz etidir. Bu yasaklamanın, pek çok hikmeti vardır. Biz, burada sadece birkaçına işaret etmeğe çalışacağız.[149]
Domuz eti çok yağlıdır. Yenildiği takdirde, bu yağ kana geçer. Böylece kan, yağ tanecikleriyle dolmuş olur. Kandaki bu fazla miktardaki yağ; atar damarların sertleşmesine, tansiyon yükselmesine ve kalb infarktüsüne sebep olur.
Ayrıca, domuz yağı içerisinde "sutoksin" denilen zehirli maddeler mevcuttur. Vücuda giren bu zehirli maddelerin dışarı atılması için, lenf bezlerinin fazla çalışmaları icab eder. Bu durum, bilhassa çocuklarda lenf düğümlerinin iltihaplanması ve şişmesi şeklinde kendini gösterir. Hasta çocuğun boğaz bölgesi anormal bir şekilde şişerek, adeta domuza benzer. Bu sebeple, bu hastalığa "domuz hastalığı" (skrofuloz) adı verilir. Hastalığın ilerlemesi halinde, bütün lenf bezleri cerahatlanarak şişer. Ateş yükselir, ağrı başlar ve tehlikeli bir durum ortaya çıkar.[150]
Domuz etinde bol miktarda bulunan sümüksü bağ dokusu, kükürt yönünden çok zengindir. Bu sayede, vücuda fazla miktarda kükürt alınmış olur. Bu fazlalıksa; kıkırdak, kas ve sinirlere oturarak eklemlerde iltihaplanma, kireçlenme ve bel fıtığı gibi çeşitli hastalıklara yol açar.
Domuz eti devamlı yenirse, vücuttaki sert kıkırdak maddesinin yerini, domuzdan geçen sümüksü bağ dokusu alır. Bunun sonucu olarak, kıkırdak yumuşar; vücut ağırlığına tahammül edemeyerek altında ezilir. Böylece, eklemlerde bozulmalar meydana gelir.
Domuz eti yiyenlerin elleri pelteleşir, yağ tabakaları teşekkül eder. Mesela yiyen kimse sporcuysa; yorgun, tembel ve az hareketli olur. Bazı futbolcular bu sebeple mesleklerinden (!) olmuşlardır.
Aşırı Büyüme
Domuzda, büyüme hormonu da çok fazladır. Doğduğu zaman birkaçyüz gram olan domuz yavrusu, altı ayda yüz kiloya erişir. Bu kadar süratli gelişme, büyüme hormonunun fazlalığı sebebiyledir.
Domuz etiyle fazla miktarda alınan büyüme hormonu, vücutta doku şişliklerine ve iltihaplanmalara yol açar. Burun, çene, el ve ayak kemiklerinin anormal bir şekilde büyümesine ve vücudun yağlanmasına sebep olur.
Büyüme hormonunun en etkili yönü, kanserin gelişmesine zemin hazırlamasıdır. Nitekim domuz kesim işiyle uğraşanlar, erkek domuzların belli bir yaştan sonra mutlaka kansere yakalandıklarını ifade ederler.[151]
Domuz etinin ihtiva ettiği histamin ve imtidazol denilen maddeler, deride kaşıntı hissi uyandırır. Ekzama, dermatit, nörodermatit gibi iltihabi deri hastalıklarına zemin hazırlar.
Bu maddeler ayrıca; kan çıbanı, apandisit, safra yolları hastalıkları, toplar damar iltihapları gibi hastalıklara yakalanma ihtimalini artırır. Bu sebeple doktorlar, kalb hastalarına kesinlikle domuz eti yememelerini tavsiye ederler.[152]
Alman hekimi Prof. Reckevveg, "Domuz Eti ve İnsan Sağlığı" adlı eserinde bir hatırasını şöyle anlatır:
"Tedavi maksadıyla, bir çiftçi ailesinin biraz sapa yörede bulunan çiftliğine gitmiştim. Babada, müzmin antroz (dejeneratif eklem hastalığı) ve kalça eklemi iltihabı vardı. Ayrıca, karaciğerinden de rahatsız idi. Annenin, bacaklarında varis ve eziyet verici kaşıntısı olan ekmaza vardı. Ailenin kızları ise, kalp yetmezliği ve romatizmadan şikâyetçi idi. En sağlıklıları görünmesine rağmen oğulları da, anjin sonrası kalp yetmezliğinden ve kan çıbanından müşteki idi. Evin Öbür kızı ise, müzmin bronşitten muzdarip idi. Oğullarından bir diğeri de, domuz kıllanması ve müzmin plörite yakalanmış olup, devamlı tekrar eden fistül ifrazatından şikâyet etmekte idi.
Yukarıda sakinlerin hastalıklarından uzun uzadıya bahsettiğim çiftlik içinde, muayene sırasında garip bir olaya şahit oldum. Ailenin arasında, iri cüsseli bir domuz hiç istifini bozmadan, aşağı doğru sarkan kalın bir ağaç dalına abanarak sırtını kaşıyordu.
Hastalara, "Oradaki domuzu görüyor musunuz? Onun kaşınmasına ve iltihaplara yol açan maddeleri, etiyle beraber siz de yiyorsunuz. İşte bu maddeler, sizdeki hastalıkların yegane sebebidir" dedim.
Yukarıda kendilerinden bahsettiğim, Kara Ormanlar havalisinde oturan benzeri çiftlik sahiplerinden verdiğim nasihati dinleyenler, domuz eti yemekten vazgeçerek hastalıklarının çoğundan kurtuldular. Şimdi o çiftliklerin etrafındaki otlaklarda, İslâm ülkelerinde olduğu gibi küçük koyun sürüler yayılıyor."[153]
Domuz eti ile insana bulaşan tehlikeli hastalıklardan birisi de, trişin hastalığıdır. Domuzlar bu hastalığı, trişinli fare yemek veya trişinli domuz eti ile beslenmekle alırlar. Fakat trişin, domuzlarda ağır bir hastalık yapmaz. Halbuki insanlarda, çok tehlikeli ve öldürücü bir hastalık meydana getirir.
Domuz etiyle alınan trişin kurtçuklar, mide barsak yoluyla kana geçer. Böylece de, bütün vücuda yayılırlar. Trişin kurtçukları özellikle çene, dil, boyun, yutak ve göğüs bölgelerindeki kas dokularına yerleşirler. Çiğneme, konuşma ve yutma adalelerinde felçler meydana getirirler. Yine kan damarlarında tıkanıklığa, menenjit ve beyin iltihabına sebep olurlar. Bazı ağır vakalar, ölümle sonuçlanır. Bu hastalığın en kötü tarafıysa, kesin bir tedavi şeklinin olmamasıdır.
Trişin hastalığı, bilhassa Avrupa ülkelerinde yaygındır. Sıkı veteriner kontrolleri yapılmasına rağmen, İsveç, İngiltere ve Plonya'da trişin salgınları görülmektedir.
Yurdumuzdaysa, yerli hıristıyanların dışında hiç bir müslümanda trişin hastalığı görülmemiştir. Çünkü, ülkemizde hıristiyanlar dışında kimse domuz eti yememektedir.[154]
İnsan ve hayvanlar, yedikleri gıdaların az çok tesirinde kalırlar. Meselâ kedi, köpek, arslan gibi et yiyen hayvanların yırtıcı; koyun, keçi, deve gibi ot ile beslenen hayvanlarınsa daha uysal ve yumuşak huylu oldukları malumdur.
Bu durum, insanlar için de geçerlidir. Nebati gıdalarla beslenenenlerin, genellikle halim selim; et ve et ürünleriyle beslenen insanların ise daha sert mizaçlı oldukları tesbit edilmiştir.
Domuz, dişisini kıskanmayan bir hayvandır. Domuz eti ile beslenen insanlarda, kıskançlık hissinin zayıfladığı veya dumura uğradığı gözlenmiştir.
Fransız filozoflarından Savorin de beslenmenin mizaç üzerindeki bu tesirine çok önem vererek, "Bana ne yediğini söyle, senin ne olduğunu haber vereyim" demiştir.[155]
Yüce Rabbimiz, istifademiz için pek çok gıda yaratmıştır. Bunun yanında, bazı zararlı şeylerin yenilip içilmesini yasaklamıştır. Çünki O, sonsuz şefkat ve merhamet sahibidir. Kullarına, taşıyamayacakları yükleri yüklememiştir. Emir ve yasakları, insanların rahatlıkla altından kalkabilecekleri şeylerdir. Acaba insan içki içmeyince, domuz eti yemeyince ne kaybeder?[156]
Bir makinenin mühendisi, o makinenin hangi şartlarda ve nasıl çalışacağını da belirtmiştir. Meselâ katalogunda, bir makinanın 220 voltta çalışabileceği yazıyor. Bizse, daha iyi çalışabileceğini düşünerek, 500 volta takmış olalım. Bir anda, makinenin ne hale geleceği malumdur...
İşte insan vücudu da, Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı mükemmel bir motor ve harika bir makinadır. Bu makinanm en iyi nasıl çalışacağını da, elbette yapan bilecektir. Madem ki Allah'ımız domuz etini haram kılmıştır, öyleyse yememiz mahzurludur...[157]
Doç.Dr. İrfan KÜFREVİOĞLU
Fakülteden mezun olduktan sonra birkaç yıl öğretmenlik yapmıştım. Doğu Anadolu'nun şirin bir kazasında, lisenin kimya derslerine giriyordum. Çevre ile münasebetlerim sıcaktı. öğrenci, öğretmen, idareci, veli, halk... Her kesimden insanla gayet iyi diyalogumuz vardı.
Hele öğrencilerime iyice ısınmıştım. Onlara gösterdiğim yakınlıktan cesaret alarak bana rahatlıkla açılabiliyor, her türlü problemlerini serbestçe sorabiliyorlardı.
O yıllarda ülkemizde anarşi kol geziyordu. Hele doğuda daha korkunç boyutlardaydı. Görev yaptığım lisede, sınıfına göre yaşı bir hayli büyük, hattâ benden daha yaşlı öğrenciler vardı. İri yarı, babayiğit delikanlılardı. Onların bu yapılarından istifade eden bazı mihraklar, temiz kalbli delikanlılarımızın beyinlerini zararlı fikirlerle doldurmuş, çoğunu anarşist yapmışlardı. Kalblerindeki mukaddes imanlarını ve onunla birlikte birçok insanî hasletlerini de çalmışlardı
İşte bunlardan biri de ZİYA idi. Lise son sınıftaydı ve yaşı sınıfına göre büyüktü. Babayiğitti, yağız bir delikanlıydı. Birçok mânevi duygularını çalmışlardı ama "hoca saygı"sı henüz tamamen kaybolmamıştı.
Bir gün utana sıkıla söz hakkı istedi:
Hocam, izin verirseniz birşey sormak istiyorum", dedi.
İç dünyasında fırtınalar koptuğu, kafasının karmakarışık olduğu belli oluyordu. Kafasındaki sorunun ağırlığı altında eziliyordu. Ben durumu gayet iyi anlıyordum. Elimden geldiğince onu rahatlatmak, zihnindeki problemi samimî bir şekilde ve bütün açıklığı ile ifade etmesini te'min için:
O da ne demek Ziya, ben sizin sorularınıza cevap vermek için burada bulunuyorum, tabiî sorabilirsin, seni dinliyorum," dedim.
Fakat hocam, sorum Kimya ile ilgili değil.
Hiç farketmez, sen sorunu samimiyetle ve açıkça sor.."
Hocam! Görmediğimiz şeye inanmayız. Allah'ı da görmüyoruz, o halde O'na nasıl inanacağız? diyorlar.
Böyle soruların gayet normal olduğunu, çok kişinin aklına takıldığını, hattâ çok sorulan bir soru olduğunu anlatıp onu rahatlattıktan sonra dedim ki:
Bak Ziya, herşey gözle görülmez, diğer bir ifadeyle herşeye gözle bakılmaz. Bazı şeylere dil ile, kulak ile, burun ile veya akıl ile bakılır."
Bu ifadelerim sınıfta bir şaşkınlık havası uyandırmıştı. Kulakla veya dile bakmak ne demek, soruları gözlerinden okunuyordu. Devam ettim:
Meselâ, güzel bir yemek pişirsem ve "Ziya gel şu yemeğin tadına bak" desem ve sen de "Hocam, ben gözümle görmediğime inanmam, yemeğin tadına gözümle bakacağım" desen ve gözünü yemeğin içine soksan, gözün de yemekle beraber pişer ve kör olursun. Demek yemeğin tadına dille bakılır. Aynı şekilde "şu esansın kokusuna bakın" dediğimde gözünüzle esansı aramazsınız, veya "şu musikînin güzelligine bakın" dediğimde kulağınızla bakarsınız. Bir de akılla bakmak vardır. Madem ki san'atlı eser ortada vardır, o halde bu eserin bir mühendisi olacaktır, diye aklınızla anlarsınız. İşte Ziya, biz de Allah'ı aklımızla görüyoruz."
Daha sonra sınıfa yönelerek konuşmaya devam ettim:
"Arkadaşlar, konuya bir fenci gözüyle hep birlikte bakalım. Selimiye gibi hârika bir eser mimarsiz olabilir mi? Peki vücudumuz bu mimarî yapıdan daha mı aşağı? Muazzam bir şehir görünümünde olan vücudumuzda 70 trilyon kadar hücre var. 150 bin kilometreye yakın bir damar sistemi bütün vücudumuzu kaplamış. Bir uzvumuzda olan en küçük bir aksaklık, hayatımızın sonu olabiliyor. İç âlemimiz öyle hârika olduğu gibi ve bütün insanlar esas azalarda ortak olduğu halde, hiçbir insan diğerine benzemiyor. Sima, ses, ahlâk vs. özelliklerimiz hep farklı. Bu hâdiseleri tesadüfe verebilir miyiz?
Mes'eleyi isterseniz biraz daha açalım: Bildiğiniz gibi canlılar âleminin kâinatta ayrı bir yeri vardır. Cansızlarda görülen san'at hârikaları canlılar yanında çok geride kalır. En basit canlılar da bakterilerdir. Bunlar arasında ilim adamlarının en fazla araştırma yaptıklarından biri de Escherichia Coli bakterisidir. Mikroskop altında binlerce defa büyüttükten sonra görülen bu canlının ağırlığı gramın beşyüzmilyarda biri kadar, çapı ise santimin yüzbinde biri kadardır. Bu kadar küçük bir sahaya tam beşbin tane madde yerleştirilmiştir. Ayrıca her bakteri gerekli ortamını bulduğunda, su, amonyak ve şekeri gıda maddesi olarak kullanmakta ve 20 dakika içinde bölünerek içindeki madde sayısı 10 bine çıkmaktadır. Bu hâdise, mükemmel bir kimyacının rüyasında bile göremiyeceği bir durumdur. Zira bir kimyacı bir kapta ancak bir reaksiyonu yapabilir. Aynı zamanda ilmin bu kadar ilerlediği bir devrede, ancak çok uzun zaman almaktadır. Hal böyle iken, E.Coli bakterisi içinde aynı kapta 20 dakika zarfında 5 bin madde sentezlenmektedir.
En basit canlıda durum böyle hârika ise, diğer canlılardaki olayları kıyaslayabilirsiniz.
Konuya bir başka açıdan da bakılabilir.
İnsan gözü herşeyi görebilir mi dersiniz? Herşeyimiz sınırlı olduğu halde gözümüz mü sınırsız acaba? Nasıl ki kulağımız frekansı 20 ile 20.000 arasındaki sesleri işitebiliyorsa, gözümüz de dalga boyu 450 ile 800 nanometre arasında olan ışınları görebiliyor. Bu ışınların ötesini ve berisini göremiyoruz. Röntgen ışınlarını, ultraviyole ışınları, infrared ışınları., vs.'nin varlığı sabit olduğu halde, gözlerimizle göremiyoruz. O zaman bunların varlığını inkâr etmek mi gerekir?
Arkadaşlar, aslında biz kâinata anahtar deliğinden bakıyoruz. Yani görme sınırımız bu kadar dar. Bunu bildikten sonra "görmediğim şeye inanmam" demek ne kadar saçma, değil mi?"
Ders boyunca Ziya dalgın ve durgundu, iç âleminde fırtınalar koptuğu anlaşılıyordu. Elleri şakaklarında devamlı düşünüyordu. Dersin sonuna kadar onu kendi hâline bıraktım.
Aradan 3-4 gün geçmişti. Bir akşam Ziya bir arkadaşıyla evime geldi.
Hocam, içeri girebilir miyim?
Elbette Ziya, evimiz herkese açıktır.
Oturdular, hazır olan çaydan ikram ettim. Ziya çayı yudumlarken konuşmaya başladı:
Hocam, buraya bir maksatla geldim.
Hayrola Ziya, hayırdır inşâallah.
Hocam, Müslüman olmak için geldim.
Doğrusu şaşırmış ve irkilmiştim:
O nasıl söz Ziya, sen zaten Müslümansın.
Vallahi Hocam, sizin konuşmalarınızdan evvel kafamda bir sürü soru ve şüphe vardı. Okuduğum bazı kitaplar ve bazı insanlar kafamı tamamen karıştırmıştı. Büyük bir bunalım içinde idim. Sizin sohbetinizden sonra günlerce düşündüm ve birçok geceler uyuyamadım. Fakat kararımı verdim , ben artık Müslümanım. Aklıma, vicdanıma en uygun gelen fikirler İslâmî fikirlerdir. İnançsız olarak yaşamanın hayvani hayattan farkı yok.
12 Eylül geldi elimden silâhı aldı, siz geldiniz kalbimdeki küfrü çekip çıkardınız, size minnet ve şükran borçluyum. Artık insanlık yoluna ilk adımımı atmış bulunuyorum. Allah sizden razı olsun.
Evet Ziya, kâinatta en büyük hakikat Allah'a imandır. Aynı zamanda en çok şaşılacak şey de Yaratanın inkâr edilmesidir. Kararın beni çok sevindirdi. İnşâallah bundan sonra Hak yolundan ayrılmazsın...
İnanmak konusunda tek kaynak duygularımız değildir, akıl ve nakil de önemli roller üstlenir. Biz, Mesnevi isimli kitabın mutlaka bir yazarının olacağına, olması gerektiğine aklımızla hükmederiz. Ama yazarın isminin Mevlânâ olduğunu bilemeyiz. O zaman nakil devreye girer ve o zâtın Mevlânâ olduğunu söyler, biz de inanırız. Nitekim inanıyoruz.
Akıl, "her eserin bir ustası vardır, kâinatın da bir sanatkârı olmalı" hükmünü verirken; nakil, "O sanatkâr zât Allah'tır" derken; göz, şaşkınlık içinde, "Nerde, ben göremiyorum" diye sızlanmakta. Hangisine güveneceğiz? Benzeri hayvanlarda da bulunan göze mi, yoksa insanı diğer varlıklardan üstün kılan akla mı? İşte konunun can alıcı noktası! "Görmediğime inanmam" demekle, "Ben gözlerimle düşünürüm" demek arasında fark yok. Şu halde akıl ne işe yarayacak?...
Ömer Sevinçgül[158]
Prof. Dr. Faruk ÖZERENGİN
Akademik hayatım boyunca, bir hayli ülke gezip gördüm. Şunu müşahede ettim ki, yeryüzünde bütün insanların bir dinî inanışa ihtiyaçları vardır. Dini reddeden, kabul etmeyen bir toplum görmedim. Dinsizlik, tanrısızlık iddiasındaki insanları ise pek az gördüm... İnanan büyük çoğunluklara kıyaslandığında âdeta yok denecek kadar az inançsız kişi var...
Dinler ayrı ve başka olmakla birlikte, dine, Allah'a bağlılık bir ve aynı... Az bildiğimiz Uzakdoğu, Japonya ve Hindistan'da müthiş bir dindarlık var. Son derece liberal bildiğimiz Amerika'da da öyle... Hattâ yer yer taassuba varan bir dine bağlılık içindeler.
Bütün bu ülkelerin durumları gösteriyor ki, insanlar din hissi ve inanç ihtiyacı içindedirler. Ben şöyle düşünüyorum: Milyarlarca insanın içine, bu müşterek his nereden geliyor? Elbette ki, yaratılıştan getirdiğimiz bu his, Yaratıcı'nın insanlara verdiği bir histir. Sonradan olma ve öğretme ile olsa, bu kadar ortak bir his olabilir miydi? Köksüz bir inancın dünyanın her yanında ve yöresinde bu kadar yaygın ve tartışmasız kabulü mümkün değildir. Ama elbette ki, daha sonra görülen eğitimlerin bir sonucu olarak, kimi Hıristiyan, kimi Müslüman, kimi de bir başka dine bağlanmaktadır.[159]
Düşünüldüğü zaman görülür ki, etrafımızdaki cansız materyallerin bile bir mantığı vardır. Cansız1, ilimsiz, fikirsiz materyal, böyle bir mantığı nereden almıştır? Meselâ benim ihtisas alanıma giren "akışkanlar mekaniği" konularından bir örnek vereyim:
Kalın çaplı bir borudan su akıtalım. Bu kalın çaplı borunun ilerde çapı daralsa, yâni boru incelse, durum ne olacaktır? İnsanın aklına ilk gelen şey, suyun basıncının artacağı ve sıkışacağıdır. Halbuki fizikte deney yaptığımız zaman görüyoruz ki, tam tersi olur. Yâni geniş borudan dara geçen suyun basıncı azalıyor. Bir başka deyişle su zerreleri belli bir mantık içinde hareket ederek, birbirlerini sıkıştırmamak için hızlarını artırıyorlar. Dolayısıyla da basınç enerjisi, dinamik enerjiye, kinetik enerjiye dönüşüyor. Böylece, yolu birden daralan su, yapılması gereken en akıllıca işi yaparak yoluna devam eder. Halbuki ilk bakışta böyle olmaması gerekirdi. Kendini akıllı sanan insanlar, bazen bu mantığı kullanamaz, bir sinema çıkışı tıkanır kalır, ya da bir staddan boşalırken, Allah korusun en küçük bir panikte birbirlerini ezerler.
İşte bu noktada düşünmek gerekir... Cansız materyallerdeki bu mantık nereden gelmektedir? Bu küçük misâlden de görüleceği üzere, kâinatta mantıklı bir düzen var. Peki bu muhteşem mantıklı düzenin, bir düzenleyicisinin de bulunduğunu düşünmek gerekmez mi? Bu düzenleyiciye ALLAH demezseniz, ne diyeceksiniz?[160]
Matematikten hareketle de Allah'ın varlığına güçlü deliller gösterebiliriz. Matematik, ilk zamanlarda tam sayıları
saymakla başlamış, sonra gelişe gelişe kesirli sayılara, daha sonra da integral ve diferansiyel alanına kadar ilerlemiştir. Matematik, akla âit bir buluştur. Çünkü madde plânında matematik diye bir şey ortada yoktur. Dolayısiyle matematik, insan aklının bulduğu bir şeydir. Yüksek matematik yâni integral ve diferansiyeller de en ileri matematik oluyor. Fakat işin çok enteresan bir yanı şudur: Açıkça görüyoruz ki, kâinattaki birçok statik ve dinamik hareketler, aklın bulduğu matematik kanunlarına uyuyor. Demek kî, bir kanun ve nizâm var. Ve bu nizâmı insanlar önceleri bilmiyorlardı. Ancak, matematik bilgisi ilerledikçe, bilmedikleri bu nizâmı da keşfetmeye başladılar. O kadar ki, bizim güneş sistemimizdeki bir gezegenin varlığı, önce matematik yoluyla bulunmuştur. Hâni, önce matematikçiler hesaplayarak bu gezegenin varlığını söylemiş ve "Şurada, şu şekilde bir gezegenin olması gereklidir," demişlerdir. Bu sözden nice zaman sonra, teleskoplar gelişince bu gezegeni görebilmek mümkün olmuştur. Bu da gösteriyor ki, kafalardaki matematik, tabiat kanunlarıyla hemhal oluyor, bağdaşıyor. Matematik, fizikî bir olayı açıklıyor. Öyle ise, kafalarımızdaki matematik mantığı ile, dış dünyadaki tabiat düzeni belli bir organizasyona aittir. Şimdi ateistler söylesinler bakalım, kime aittir bu organizasyon? Öyle büyük bir nizâm ve sarsılmaz kanunlar vardır ki, asırlar boyunca insan araya araya ancak bir kenarını bulabilmiştir.[161]
Sinan BENGİSU
Denizlerdeki hayatın inanılmayacak kadar düzenli ve zengin olan dengesi, yüzlerce asırdan beri hiç bozulmadan sürüp gelmektedir. Bu öyle olağanüstü bir dengedir ki, her ünitesi birbirini bütünleyerek işler. Denizlerdeki milyarlarca canlı arasındaki denge, kendini bozacak her türlü sapmaları düzeltecek güçtedir. Şöyle ki: Besleyici tuzlar bitkilerin bolluğu yüzünden bir bölgede zarar görecek duruma gelirse; bu bitki bolluğu, bitkiyle beslenen hayvanların hücumuna uğrar. Bu sayede bitkiler de, kendi normal sayılarının seviyesine inerler. Fakat bu defa da hayvanî ölü organik maddenin çoğalmasına yol açacaktır. Böylece; bitki dengesi, çok bitki yiyenler ile bozulacak olursa, o zaman onları yiyen yırtıcı hayvanlar hücum edecektir. Neticede denge er geç yeniden sağlanacaktır. Çünkü Yaratıcımızın Mu'cizevî Plânında, tesadüfe, gelişigüzelliğe ve başıboşluğa yer yoktur.[162]
Binbir çeşit esrarengiz güzelliklerin sergilendiği denizler alemindeki yardımlaşma örnekleri, ilim adamlarını bu konuda inceleme yapmaya sevketmiştir. Araştırmacıların ortaya çıkardığı gerçeklerden biri de, hayvanların bu davranışlarından pek azını öğrenme yoluyla elde ettikleridir. O halde, bütün bu davranışları ve hayat programları, anne karnında veya yumurtada iken hücrelerine kodlanmıştır. Yâni en uygun yaşama düzeni, daha dünyaya gelmeden önce programlanmıştır. Dev balinanın hayat programını gözle görülmeyecek kadar küçük bir hücrenin içine yazan kudret, denizlerde bir hücre kadar tesadüfe yer bırakmamıştır. Ölüm ve hayat içinde yuvarlanan, tahrip ve tamir içinde çalkalanan, göçler içinde kaynayan denizler alemindeki yardımlaşma ve bunun yanısıra denge, ölçü ve san'at ispat eder kî; bu sayısız canlılarda olan doğum, ölüm, beslenme ve hayat süreleri, herbirini, hattâ bütün kâinatı aynı anda gören, teftiş eden bir tek Zât'ın (c.c.) yarattığı programa göre olmaktadır. Eğer her an kâinatın dengesini bozmaya çalışan sebepler başıboş bırakılsaydı veya maksatsız serseri tesadüfün, ölçüsüz kör kuvvetin veya şuursuz karanlık tabiatın eseri olsaydı; denizlerdeki, hattâ dünyadaki denge öyle bozulacaktı ki, bir senede, belki bir günde deniz karmakarışık şeylerle dolup, zemin bir mezbele, bir mezbaha, bir bataklığa dönecekti. Halbuki, hiçbir şeyde hakikî bir kirlilik ve çirkinlik görünmüyor. Evet, hiçbir şeyde dengesizlik olmadığı gibi, hiçbir şeyde ölçüsüzlük de yoktur.[163]
Besin piramidini incelediğimizde yemenin ve yenilmenin başıboş bırakılmadığını ve bir programa göre olduğunu belirtmiştik. Berber balıklarının hayat programında ise; büyük balıkların derilerindeki küçük parazitleri ve ölü deri parçalarını alarak onları temizlemek ve aldıklarını yemek vardır. Temizlenmek ihtiyacında olan balıklar özel yerleri bulunan bu temizleyicilere gelirler. Tıpkı saç kestirmek isteyen kimsenin berbere gitmesi gibi. Öteki balıklar berber balığını görünüşünden tanır ve onları yemezler.[164]
Soytarı balıkları, öldürücü deniz şakayıklarıyla ortak hayat sürerler. Deniz şakayığının kollarındaki diğer balıkları öldürmeye ve yemeye yarayan yakıcı hücreler, soytarı balığına bir zarar vermezler.
Deniz şakayıklarının 40-60 cm. çapındaki gövdeleri, etli bir kaideyle suyun dibine bağlanmıştır. Yaratığın ağzı ortadadır. Yakıcı hücrelerin sokmasıyla derhal ölecek ve yenilmek üzere deniz şakayığının ağzına sürüklenecektir.
Öyle iken, soytarı balıkları bu yakıcı hücrelerle çevrili sahada hiçbir zarar görmemektedirler. Hattâ bu balıklar herhangi bir sebepten korktukları zaman evlerine koşar gibi deniz şakayığının kolları arasına sığınır ve geceyi orada geçirirler. Deniz şakayıkları da bu ortalıktan faydalanırlar. Bir soytarı balığı hemen oracıkta yenip bitirilemeyen bir av bulduğu zaman, bunu deniz şakayığına götürür ve onunla paylaşır. Bir türlü kira olan bu ücretin dışında soytarı balığı deniz şakayığını temizlemekte ve etrafındaki suyu hareket ettirmektedir.
Soytarı balığı ile deniz şakayığı, kendilerine ortak yaşama programını bahşeden Yaratıcı'larını bilmeyebilir. Fakat; düşünebilen her insan, 150.000.000 km. öteden denizin derinliklerindeki nebati planktonların fotosentez yapmaları için ışığı imdada gönderen, hücreden insana, denizlerinden dağlarına kadar herşeyde yardımlaşmayı hayat kanunu olarak ortaya koyan Yaratıcımızı (c.c.) bilir. Balık ile insan arasındaki en büyük fark da budur.[165]
Yunus, genellikle tek yavru doğurur. Dişi yunusun gebeliği 11 ay ile bir yıl arasında değişir ve doğum genellikle yarım saat kadar sürer. Dişi bir yunusun doğum vakti geldiği zaman, iki yanında birer dişi yunus daha belirir. Teyze adı verilen bu yunusların ilk vazifesi, kan kokusuna gelebilecek köpek balıklarına veya diğer muhtemel tehlikelere karşı anne ve yavruyu korumaktır. Teyze yunuslardan biri, daha sonra da anne ile birlikte dolaşarak, yavrunun bakımında ona yardım eder. Yavru, derin sularda doğduğu anda nefes alabilmek için su yüzüne çıkmak zorundadır. Ana, hemen yavrunun altına dalar ve onu sırtıyla ite ite su üzerine çıkartır. Daima toplu halde yaşayan yunuslar, aralarından biri yaralandığı takdirde hemen onun yardımına koşar ve yaralı arkadaşlarını su yüzüne çıkararak nefes almasını sağlarlar.[166]
Bild der Zeit'ta neşredilen "gaddar görülen hayvanlar dünyası" başlıklı yazıda, konumuzla ilgili şu ifadeler yer almaktadır:
"Yemek ve yenilmek, hayvanlar dünyasında her gün rastlanan bir olaydır. Ve bu dünya, insana kolaylıkla 'gaddar tabiat' dedirtecek hâdiselerle doludur. Gerçekte bizim düşüncesizce gaddarlık diye tanımladığımız şey, bütün bu hayvanlara âit davranışların bir zincirlemesidir. Bitkiler ve hayvanlar, belli bîr olaya, belli bir tarzda tepki gösterecek şekilde programlanmışlardır. Tabiî ki öğrenilmiş davranışlar, bunlardan farklıdır. Dünyaya belirli bir programla gelen hayvan, çevresinin ona yolladığı sinyallere cevap verir. Bazen bu cevaplar, bizleri şaşırtıcı bir şekilde etkiler. Tabiatta biz insanlara böyle gaddar görünen şey, yemek ve yenilmekte, bir mânâ aramamaktan ileri gelmektedir.[167]
Deniz yıldızından mürekkep balığına, hamsiden balinaya, amipten su kaplumbağasına kadar herbir canlı, ayrı ayrı san'atlı yaratılışları, çeşitli silâhları, birbirinden orijinal savunma usûlleri ve farklı hayat programlarıyla, birer birer Yaratıcı'larına delil oldukları gibi, hepsi birden güneş gibi parlak bir şekilde Allah'ı (c.c.) göstermektedir. Denizler alemindeki göz kamaştırıcı ihtişam ve organizasyonun, hadsiz bir kudret, geniş bir ilim, nihayetsiz bir hikmet sahibini bildirdiğini, akıl ve kalb gözü ile gördükten sonra, hikmetini bilmeden "büyük balığın, küçüğünü yutmasını" hayat felsefesi olarak kabul etmek mümkün değildir. Denizlerdeki küçük balıkların da büyük balıklar kadar bulunması ve hayatlarını sürdürmesi gösterir ki; yutmak ve yutulmak başıboş bırakılmamıştır.
Balıkların bir defada milyonlarca yumurta yapması, yalnızca hayatta kalmak için verilmiş bir mücadele tarzında kabul edilemez. Bu sayısız yumurtanın yumurtlanması, nesillerinin devamını sağlamanın yanısıra, diğer canlılara gıda olarak bir yardım şeklinde programlanmıştır. Milyonlarca yumurtayı yumurtlayan balık, yumurtaların san'atkârı olamayacağı, sadece yaratılış programına uymak suretiyle yumurtlayabileceği gibi, denizlerdeki besin piramidi programı da kendiliğinden veya tesadüfen olamaz.
Herbir balığın fire vermeden milyonlarca balığı dünyaya getirmesi ve onların da yutulmadan hayatlarını sürdürmeleri halinde, denizlerin kısa bir zaman sonra taşarak bütün karaları istilâ edeceğini veya balıkla dolarak kokuşacağını düşünecek olursak, yutulmanın bir mücadele "değil", bir program gereği olduğunu görebiliriz.
Senede bir veya iki kere kuluçkaya yatan, bunun için de ortalama otuz yumurtaya ihtiyacı olan tavuğun, neredeyse bütün sene boyunca yumurta yapmasını, ne ile izah edeceğiz?
Etrafımızı saran ve hayatın bir yardımlaşma olduğunu gösteren bunca gerçeğe rağmen, binde bir oranındaki mücadeleye, yutma ve yutulmaya bakıp, hayatın mücadeleden ibaret olduğunu söylemek mümkün mü?[168]
Sinan BENGİSU
Mu'cize olmayan ne var ki? İçtiğimiz su, ciğerlerimize doldurduğumuz hava, bastığımız toprak, her akşam yıldızlarıyla üstümüze inen gece, güneş, ay... Hepsi de mu'cize değil mi?
İnsan Allah'a inandı mı, dilsiz taş, dağ ve yıldız yoktur, mu'cizesiz varlık yoktur. Acı çekip, çabalayıp kendini kelebeğe çevirmeye çalışan minik, alçak gönüllü bir tırtıl, mu'cizedir. Bir yumurta veya çekirdek, ışık dolu birer mu'cizedir.
Yumurtada canlının hayat programını yazan, çekirdekte dev ağaç fabrikalarının projelerini yerleştiren İlâhî kudret, canlıları yeryüzü denilen eğitim meydanına göndermektedir. Hayat programlarında en ufak bir başıboşluk, gayesizlik görünmediği gibi, canlıların çoğalmaları da tesadüfe terkedilmemiştir. Her çevredeki canlılar birbirleri ile son derece iyi bir ahenk içindedir. Bu ahengin, insan elinin müdahalesi ile bozulması, telâfisi güç zararları netice vermektedir.
Hayvanlardaki nüfus plânlaması ile ilgili tespitleri dikkatli bir analizle ele alırsak, plânlayan ilâhî hikmetin nokta nokta yeryüzünü nasıl kuşattığını daha iyi anlayabiliriz. Ve yine anlayabiliriz ki, bu muhteşem plânlamayı yapan, bütün canlıları mu'cizevî özellikleriyle yaratan; güneşi, havayı, ışığı, rüzgârı, hayat sahiplerinin imdadına gönderen; bitkileri hayvanların, hayvanları insanların imdadına koşturan, beden azalarını birbirlerinin yardımına, gıda zerrelerini beden hücrelerinin hizmetine yollayan Zât-ı Zülcelâl’dir (c.c.)...[169]
Canlı topluluklarında, nüfus yoğunluğu artarsa ne olur? Açlık faktörü başlamadan, nüfus kırıcı biyolojik bir mekanizma harekete geçer. Canlının hormon sistemi değişik çalışmaya başlar. Yumurtlama durur, cinsel organlarında gerileme başlar. Psikolojik davranışlar değişir: Tavşanlarda, tilkilerde, geyiklerde, farelerde olduğu gibi... Bu büyük keşfi 1962'de J. Colhoun fareler üstünde yaptığı deneylerle ortaya koymuştur: Vahşi Norveç farelerine bol gıda ve yer vermiş, hastalanmalarını önlemiş, yalnız nüfus yoğunluk faktörünü sağlamış, 27 ay sonra 20 çift fareden normal üreme temposu ile 5000 fare elde etmesi gerekli iken, ancak 150 fare kalmış, kapalı yerde bakılan fareler belirli bir nüfus yoğunluğuna ulaşınca, evvelce birbirine karşı şaşılacak kadar iyi davrandıkları halde, huyları değişmeye başlamıştır. Erkekler dişileri hırpalamaya başlamakta, dişiler yuva yapmamakta veya üstünkörü yarım bırakmakta, rastgele bir yerde doğurmakta, yavruları terk etmekte, sahipsiz yavrular diğerleri tarafından parçalanıp yenmektedir. Yavrularda ölüm % 90'a, anne ölümleri % 50'ye yükselmiştir. Durmadan boğuşma halindeki erkeklerin daha pek genç çağda bitkinleştikleri ve öldürüldükleri görülmüştür. Halbuki hepsine yetecek kadar bol gıda verilmiştir.[170]
Otto Koenning de buna benzer bir deneme yapmıştır. Beyaz balıkçıllar Wilhenminenberg'teki Enstitü'de kapalı bir yere almış ve bol gıda vermiştir. Beyaz balıkçılların sosyal ve aile hayatları alt üst olmuş, çiftleşme çok aşırı bir ölçüye varmış, fakat yavrular azalmıştır. Kavgalar birbirini kovalamış, kar gibi beyaz balıkçıllardan kısa bir süre sonra geriye üstleri başları kirli, kanlı, kendi yumurta ve yavrularını bile çiğneyen birer zavallı hayvanlar kalmıştır. Yaşayabilen yavrular, yavruluktan kurtulamamış, büyüdükleri ve yemlik yem dolu olduğu halde annelerinin peşinden koşmaya devam etmişlerdir. Ne annelik, ne de babalık yapabilmişlerdir.[171]
Aynı olaylar, hiç değişmeden tabiî çevrede de görülmektedir. Meselâ foklar, çoğalma mevsiminde bir adada üst üste yığınlar halinde toplanır, normal davranışlarını kaybederler. Kuzey denizinde İngiltere açıklarında Farne adası vardır. Çoğalma mevsiminde 4000 kadar fok bu adada toplanır. Ada kayalıklarının üstü âdeta bir et pazarına döner. Doğan yavruların çoğu bu kaynaşan hayvanların arasında ezilir veya açlıktan ölürler. Üremek için fokların yakındaki diğer adalara gitmeyip, yalnız bu adada toplanmaları ilgi çekicidir.
Âdeta bu adada nüfus yoğunluklarını ölçmektedirler. Böylece foklardaki nüfus patlaması önlenmektedir. Foklardaki bu program çok uzak bir zamanda ortaya çıkabilecek bir açlık tehlikesine karşı tedbir almalarını emretmektedir sanki.[172]
Bir başka misâl verelim: Kanada'da Suparior gölünde bir Royale adası vardır. Adada 600 baş Moose denen çok iri cüsseli bir geyik (ortalama 800 kilo) türü yaşar. 24 sene kadar evvel göl donunca Ontario'dan 19 ilâ 21 hayvandan ibaret bir kurt sürüsü adaya geçmiştir. Dave Mech, Philip C. Shelton, 10 sene süren bir araştırma ile geyiklerle kurtların ilişkilerini izlemişlerdir. Ada ormanlarını bir felâket halinde tahrip eden geyik sürüsünün sayısı kurtlar geldikten sonra hızla azalmış ve bugünkü 600 baş hayvan civarında duralamıştır. Kurtlar bilindiği gibi sosyal organizasyonu kuvvetli ve zeki hayvanlardır. Belirli usûllerle idare edilirler. Adada iki ayrı sürü halinde dolaşırlar. Büyük sürü 15 ilâ 17 fertten meydana gelmiştir. Cinsel hayatları yakından takip edilmiştir. Çiftleşme olmaktadır: Fakat 10 senedir, sürüye bir tek yavru eklenmemiş bulunmaktadır. Sürünün sayısı 21-22'nin üstüne çıkmamıştır. Her kurtun hayat sahası bir milkaredir. Geyiklerin sayıları ise 600'de karar kılmıştır.
Sürünün yıllık yavru sayısı 225 kadardır. Kurtlar yalnız yaşlıları, hastaları, sakatları ve küçük yavruları avlamaktadırlar. Ve her iki üç günde bir, tek hayvan avlayarak denge bozmamaya titizlikle dikkat etmektedirler.[173]
Arslanların belirli gruplar halinde sosyal hayatları malûmdur. Annelik, yavruları korumak, bakma hisleri örnek denecek mükemmelliyettedir. Fakat çevrede beslenme imkânları kötüleşmeye başlayınca beslenme hakkı yalnız hayatiyetini sürdürecek güçte olanlarındır. Öz anası dahi yavrusunu bir pençe darbesi ile uzadara fırlatır. Bir deri, bir kemik halinde sürüyü takip eden ve nihayet ölünceye kadar yalvardığı halde pay alamayan çocuklarına asla kulak asmaz ve çoğalma fonksiyonunu koruyabilecek şekilde dişiler ayakta kalır.[174]
Canlılarda çoğalmayı kısıtlamanın bir başka yolu daha vardır: Koku!... Farelerin nüfus yoğunluğu bir dereceye ulaşınca erkeklerin pisliklerinden bir koku çıkmaya başlar. Ve bu koku dişileri kısırlaştırır. Gebe bir fare kafesine bir yabancı erkek sokulsa değişik koku nedeniyle Fötüs'ün rahim içindeki gelişmesi durmakta veya düşükle sonuçlanmaktadır.
Un böceklerinde de böyle bir mekanizma işlemektedir. Unun gramında larva sayısı ikiye çıkınca çoğalma durur. Kurbağa tetartlarının kaynaştığı bir su birikintisine bir tetart salıverilse küçüklerin hemen yemekten kesildikleri ve kısa sürede öldükleri görülür. 120 litre suda bir büyük tetart altı küçük tetartın açlıktan ölmesine yeter. Hattâ büyük bir tetartın bulunduğu su küçüklerin akvaryumuna dökülse yine aynı sonuç alınır. Bu şimik maddenin bir su birikintisindeki kurbağa sayısını ayarladığı anlaşılmıştır. Aynı gözlemler balıklarda da yapılmıştır.[175]
Fillerde ayarlama bambaşkadır. Sosyal hayatları çok güçlü ve zeki olan filler, bir bölgede tehlike başlarsa uygun alanlara göç ederler. Doğu Afrika'daki Serengeti parkında 30 sene evvel hiç fil yoktu. 1958'de Grzimek, 60 fil saymış, sayıları 1964'de 800'e, 1967'de 2000'e çıkmıştır. Uganda'daki Kurkizon şelâlesindeki Millî Park'ta 10.000 fil birikmiştir. Fil sürüleri millî parklara sığmamaya başlayınca, herşey alt üst olmuştur. Fakat pek kısa süre sonra hayvanların nüfus sayılarını ayarlamaya başladıkları görülmüştür. Nüfus çokluğu fillerde dejeneresans yapmamıştır. Aksine normal ve sağlam dişilerin hayatlarını sürdürürken, dişilerinin doğumlarının aralarını uzatmaya başladıkları, doğum çifteşme arasındaki normal iki ay üç günlük sürenin 6 ile 10 aya çıktığı görülmüştür.[176]
Tüm hayvanlarda nüfus plânlaması sağlam bir usulle idare edilirken, fireni boşalmış bir çoğalmaya, Lemming'lerde, çekirgelerde rastlanmaktadır. Fakat evvelâ bir felâket gibi Avustralya'yı istilâ eden tavşanların bile nihayet bir adaptasyon mekanizması kurdukları görülmektedir... 1959'da Thomas Austin adaya 24 tane tavşan salmıştır. (O vakitki gemicilerin uzun deniz yolculukları için beraberinde canlı hayvanları da taşıdıkları bilinmektedir.) 6. senede tavşanlar 22 milyona çıkmış ve sonunda bir felâket halinde kıtanın bitki faunasını alt üst etmiştir. Avlamalar, zehirlemeler, virüsle hastalık vermeler bu felâketle savaşmaya yetmemiştir. Fakat zamanla tavşanların kendi nüfuslarını ayarladıkları görülmüştür. Kurak mevsimlerde erkekler dişilere yaklaşmamakta, yaklaşmaya kalksa gebe hayvanlarda düşük olmaktadır. Ancak bol yağmurlu yıllarda, üreme temposu artmaktadır.
Biz Lemming ve çekirgelere dönelim, İskandinavya yarımadası civarında yaşayan kemirci hayvanlardan bir nevi sıçan türü olan Lemming'lerin 1967 baharında milyonlarcası âdeta yerden fışkırırcasına ortalığı kaplamış ve sanki kollektif bir deliliğe tutulmuşçasma uzunluğu kilometreleri geçen kolonlar halinde Alaska'nın Tunduralarını, dağları, ırmakları, gölleri geçerek, bir tek istikamette ilerledikleri görülmüştür. 200 kilometrelik bir yolculuktan sonra Barrow burnunun sarp kayalarına ulaşmışlar ve Falezlerin tepelerinden bir an bile tereddüt etmeden Kuzey denizinin buzlu sularına atlamışlar ve ölmüşlerdir.
Buna benzer bir olay, Afrika'da şimdi nesilleri tükenmiş Antilop'larda görülmüştür. Nüfus fazlalaşınca 50.000'i aşkın hayvan sürülerinin çöllere doğru çılgınca göç ettikleri ve öldükleri bilinmektedir. Çekirgelerde de davranış başka türlü değildir. Çekirgeler belirli bir yoğunluğa kadar oldukları yerde yaşarlar. Yoğunluk bir Ölçüyü aşar aşmaz, ani bir değişme olur, boyları büyür, renkleri değişir, hemen gruplar ve sürüler teşkil eder ve sonunda milyarlarcası kilometrelerce süren gruplar halinde önüne gelen her bitkiyi tahrip ede ede çöllere veya denizlere açılır ve ölürler. Afrika'da 3200 km. uzağa Atlantik ortasına kadar gelen çekirge sürüleri görülmüştür.[177]
Hayvanların sadece doğum miktarlarının değil, cinslerinin de ayarlandığına dair deliller vardır.
Biyoloji bakımından dişi ve erkek organizmaların meydana gelmesi aynı şansa sahiptir. Fakat herhangi bir şey erkek ve dişi arasındaki dengeyi bozdu mu, araştırmacıların hiçbir şekilde anlayamadıkları bir ayarlama mekazinması vasıtası ile denge tekrar kurulmaktadır. Eğer erkeklerin sayısı fazla ise, doğumlarda dişi miktarı artmakta ve iki taraf eşit oluncaya kadar böyle devam etmektedir, dişi sayısı fazla ise, o zaman da doğumlarda erkek sayısı artmaktadır.
Bu ayarlama mekanizmaları insan toplumlarında da te'sirlerini göstermektedir. Özellikle bu, savaş sonraları pek açık seçik olarak görülür. Savaş yüzünden erkeklerinin çoğunu kaybeden bir ülkede yeni doğanların büyük bir kısmı erkektir.
Bizi asıl ilgilendiren olayın kendisinden çok, bu fizyolojik mekanizmaların arkasında hangi gücün olduğu, hangi ilim ve kudretin onun işlemesini belirlediğidir. Ne insan ne de hayvan, çocuklarının cinsiyetini önceden tesbit edemez ve buna te'sir edemez. Buna rağmen cinslerinin dağılması bir kanun düzeniyle akıp gitmekte, canlılar takım takım, bölük bölük hayatlarını devam ettirmektedir.
Güneşe, dünyaya, denizlere, dağlara, hâsılı Kâinata hükmeden ve bunları hayatın yardımına koşturan, sonsuz bir kudret, nihayetsiz bir hikmet sahibinden başka, hadsiz derecede hârika olan şu idareye hiçbir şey karışamaz. Çünkü; şu birbiri içindeki takım takım, bölük bölük nev'ilerin hepsini birden idare edemeyen, onlardan birisine karışsa elbette karıştıracaktır. Bir kelebek, yaratıcısını gösterdiği gibi, canlılar arasındaki ahenk ve plân da Rabbimizi bildiren parlak bir mu'cize değil midir?[178]
Zafer ÖRSDEMİR
Bir kuşun çıkardığı ıslık şeklindeki melodi, hayvanlar arasındaki en karmaşık haberleşme türlerinden birisidir ve bunun kompleksliğini anlayan bir kimse, bir daha "kuş beyinli" sözünü kullanmayacaktır.
Yakın zamana kadar kuş ötüşleriyle ilgilenenler sadece hangi ses ve nağmelerin kullanıldığını araştırdılar ve bu sesleri, onları tasnif ve sınıflandırmada kullandılar. 1920'lerden itibaren ise ilim dünyası, kuşların hangi sesleri çıkarttıklarından ziyâde, niçin şarkı söyledikleri üzerinde durmaya başladı.
Bu esrarı çözme yolunda en çok çalışanlardan birisi, Kornel Üniversitesi'nden Biyoloji Profesörü William Dilger oldu. Hayvan davranışları içinde en çok ilgimizi çeken onların haberleşmeleri olduğu için, Dilger de onların tabiî hallerini tetkik etti.
İlk öğrenilmesi gereken şeyin, ilk bakışta önemsiz gibi görünen, fakat kuşlar için çok mühim olan küçük hareketleri tesbit etmek olduğunu söyleyen Dilger, "Kanatların harikulade güzellik ve renkleri gibi aşikâr özellikleri tesbit etmek çok zor değildir. Fakat birçok hayvanın haberleşme teknikleri son derece mâhirane ve gizlidir. Bu haberleşme bazen göz şeklindeki küçük bir değişiklik, başın hafifçe aşağı veya yukarı kaldırılması veya kuyruk ve kanatların küçük hareketleri yoluyla olabilir. Bütün bu şeylerin kuşlar için çok büyük önemi vardır. Bizim de bunları görüp tesbit edebilmeyi öğrenmemiz gerekir," diyor.
Şimdi, ilim adamları, kuş şarkılarının esas fonksiyonunu tesbit etmek için çalışmaktadır.
Karatavuğun en mühim mesajı kendi cinsini belirtmek ve "Ben bir karatavuğum" dercesine bağırmaktır. Aynı türdeki ifadeye, ardıç kuşunda da rastlanır.
Acaba kuşlar hüviyetlerini niçin böyle yüksek sesle ilân etmektedir? Bunun en önemli sebebi, aynı türden olan bir kuşu kendisine cezbetmektedir. Başka bir fonksiyonu da, bulunduğu bölgede kendi hürriyetini, istiklâliyetini ilân etmek ve bir başkasının o bölgeye girmesini önlemektir.[179]
Bataklıktaki bir kamış üzerinde duran bir erkek karatavuk düşünün. 10 metre kadar ilerde bir başka erkek karatavuk daha vardır. Bu ikisi arasında gözle görülemeyen bir hudut çizilmiştir. İlkbaharda soğuk bölgeden göç edip buraya gelen her erkek kuş, bu boş bataklığı parçalara böler ve kendi hudutlarını çizer. En çok tercih edilen bölgeler, yuva yapmaya en müsait ve yavrular için en çok yiyecek olanlardır.
Yeryüzünde her gün sayısız kuşlar öter. Ve sayısız medh-ü senalar yaparlar yaratıcılarına. Ama bizim kısır ve yetersiz kulaklarımız duymaz onları. Yeryüzünde Allah'ın sayısız lütufları ve ihsanları var kullarının üzerinde, ama insanoğlunun kapalı gözlerini açıp onları görmesini bekliyor hepsi.
Prof. Dr. CecilHAMAR
Bir yuva kurmak isteyen her erkek kuş, yüksekçe bir yere çıkar. Öterek ve kanatlarını çırparak rakiplerine karşı kendi bölgesinin istiklâliyetini ilân eder. Bu iş, bölgeye gelen her erkek kuş tarafından da tekrarlanır. Sınırlar az çok daralır veya genişler. Fakat bir müddet sonra birbirleriyle tanışıp anlaştıktan sonra sınırlar ayrılmış olur. Bundan sonra erkekler vakitlerinin çoğunu kendilerine bir yuva alanı bulamayıp oraya gelmek isteyenleri kovmakla geçirirler.
Ötme ve gösteriş yapma, sık sık fizikî bir mücadeleyi veya bir kavgayı gösterir. Yerde bir şeyler gagalamak, her zaman kuşun bir şeyler yediğini göstermez. Kuşun bu hareketi kızgın bir insanın yumruğunu duvara vurmasına benzer ve kuş hakkına tecavüz edildiği zaman, bu hareketi sık sık tekrarlar.
Sınırların emniyetini sağlayıp tehlikeler bertaraf edildikten sonra erkek kuş da kendini doyurmak için ayrılır ve annenin olmadığı zamanlarda yuvayı bekler.
Eğer yiyecek türleri ve yuva inşaat malzemeleri birbirinden farklı ise, aynı sınırlar içinde birkaç tür kuş birarada yaşayabilir.[180]
Bir tehlike ânında kuşlar, nasıl hareket eder ve değişik türler birbiriyle nasıl haberleşir?
Tabiattaki tehlikeleri önceden tahmin edebilmek zor olduğu için kuşların tavırlarını tesbit etmekte bazı güçlüklerle karşılaşılır. Bunu halletmenin bir yolu, böyle bir tehlikeyi sizin meydana getirmenizdir.
Rockefeller Üniversitesi'nden Profesör Peter Marler de bir baykuşla bu yolu denemiştir.
Baykuş veya karga gibi ötücü kuşlar, vahşî hayattan
BİR ARAŞTIRMANIN NETİCESİ
Rockefeiler Üniversitesi'nden Fernando Nottebohm, insanda beynin sol yarımküresinin konuşmayı kontrol ettiği gibi kanarya ve ispinozlarda da beynin sol kısmının ölmeyi kontrol ettiğini keşfetti. İnsan dışındaki diğer canlıların beyinlerinde daim evvel böyle sağ sol ihtisaslaşması görülmemişti
Nottebohm, kuşun beyninde, yedek bölgeler bulunduğunu ve sol taraf hasara uğradığında sağ tarafın kontrolü ele aldığını tesbit etti O bu hususta şöyle diyor: "İnsanlar yıllardır beyinlerinde ne kadar yedek alan bulunduğu hakkında merak içindedir. Bu husus bilhassa hasara uğrayan bölgelerin diğer kısımlarca telâfi edilip, edilmediğini öğrenmek isteyen sinir mütehassısları için çok mühimdir. Çabuk iyileşen kuş beyninin incelenmesi, bu hususta bazı ipuçları verebilir."
bir tehlike ile karşılaşıldığında değişik bir ses çıkararak yardım isterler ve sürü halinde düşmanın üzerine saldırırlar. Bu sesi duyan her türdeki ötücü kuş, derhal hâdise yerine, yardıma koşar.
Dört değişik tür üzerinde yapılan incelemeler, bu seslerin birbirine çok benzediğini gösterir. Yardım seslerini duyan birçok değişik türden kuşlar bunun mânâsını anlayıp yardıma koşar ve çıkardıkları keskin ve devamlı seslerle diğer kuşların da hâdise yerini bulmalarını kolaylaştırırlar.
Marler'e göre ötücü kuşlar değişik durumlarda, değişik yardım sesleri çıkarırlar. Meselâ, birçok kuş, atmacaların hücumu esnasında hafiften başlayarak maksimuma ulaşan ve tekrar yavaşlayan tiz bir ses çıkarırlar. Bu seslerin kaydedilmesiyle elde edilen incelemeler, türler değişik olsa bile seslerin birbirine çok benzediğini ve yardım seslerinin, kuşların sürü halinde iken çıkardıkları sesten farklı olduğunu ortaya koymuştur.
Kuşların alarm sesleri, tehlikeyi haber verme işini en uygun şekilde yerine getiren bir tonda yaratılmıştır. Düz ve yalın tondaki sesler bu işi yaparken, tiz seslerde ayrıca bir kabadayılık havası sezilir.
Marler, yaptığı deneyler sonunda yavru kuşun 7 haftalık olmadan önce bir melodiyi öğrenmesi için iyi bir dinleyicilik devresi geçirmesi gerektiğini söylüyor. Ancak kış geldiğinde şarkı söylemeyi başaran kuşlar, gelecek bahara kadar uzunca bir zaman beklemek zorunda kalırlar. Bir veya iki hafta grup halinde yapılan antrenmandan sonra, artık şarkıyı tek başına söyleyecek hâle gelirler.[181]
Kuşlar birçok değişik sebepten dolayı öter; kur yapmak, tehlikeyi haber vermek, yuvanın sınırlarını ilân etmek veya sadece "Ben varım" demek için. Diğer hayvanlar da hemen hemen aynı sebepler için sesler çıkarır. Her ne kadar bunların sesleri kuşlarınki gibi, müzik zevkimize uymasa da, kendi aralarındaki haberleşmenin temel vasıtasıdır.[182]
Meşhur bir doktor şöyle demiştir:
"Hasta olduğumuz zaman neden hasta olduğumuza şaşarız. Halbuki şaşılacak şey hasta olmamız değil, nasıl olup da sıhhatli olduğumuzdur."
Sıhhatli halimiz bunun en güzel misâlidir. Zira vücudumuz her gün milyonlarca hastalık mikrobunun hücumuna maruzdur. Buna rağmen hastalanmayız. Yediğimiz gıdalar vasıtasıyla olsun, teneffüs ettiğimiz havayla olsun, veyahut da derimizdeki çatlakların, kesiklerin arasından olsun durmadan vücudumuza sayısız mikroplar girer. Buna rağmen hastalanmayız.
Burada akla derhal bir soru gelmektedir: Nasıl oluyor da bu kadar mikrop arasında sıhhatli kalabiliyoruz? Bizi hastalıklara karşı koruyan nedir?
Özellikle son 70-80 sene içinde yapılan araştırmalar neticesi ilim adamları bu sorunun cevabını vermiş bulunmaktadırlar. Bilginlerin vardıkları netice şudur: Vücudumuz mikroplara karşı kademe kademe savunma araçları ile mücehhez kılınmıştır.
Mikroplu bir toz tanesinin gözümüze kaçtığını farzedelim. Hattâ böyle bir durumu farzetmeye lüzum yok. Bu her gün olmaktadır. Fakat buna rağmen gözümüz hastalanmaz. Zira göz, giren bu mikroba karşı hazırlıklıdır. Evvelâ gözümüzün üst tarafından alt tarafına daimî bir yaş yağmuru vardır. Bu maddenin mikrop öldürme hassası o kadar kuvvetlidir ki, iki litre su içinde eritilecek bir damla gözyaşı, milyarlarca mikrobu öldürebilir.
Tükürüğümüzde ve vücudumuz tarafından imâl edilen diğer koruyucu maddelerde de, bu şekilde mikrop öldürücü kimyevî maddeler bulunmaktadır.
Hattâ bütün vücudumuzu kaplayan deride bile, mikropları öldürme hassası vardır. Meselâ dizanteri mikrobu ile dolu bir damla sıvı, bir cam parçası üzerine konsa saatlerce yaşar, fakat temiz bir elin avuç derisi üzerine konacak bu mikroplar, 20 dakika içinde ölür.
Burnumuzdan giren mikroplar, evvelâ burnumuzun içindeki kıllara takılırlar. Sonra burun içindeki boruların iç yanakları ıslak ve yapışkan bir madde ile kaplıdır. Bu madde sinek kâğıtlarının sinekleri yakalaması gibi mikroplan yakalar. Mikroplar fazla olur da bunu kaşındırırsa, buna karşı vücut aksırma ile karşı koyar. Aksırma ile mikroplar dışarı atılmış olur. Bu da olmazsa burnumuz akmaya başlar. Mikroplar bu yolla da dışarı atılırlar.
Buruna giren mikropların bütün bu engelleri aşarak ciğerlere girdiğini düşünelim. Vücut buna karşı da müdafaasız değildir. Zira ciğerlerin kalın, ince bütün borularının içi tıpkı burun gibi yapışkan bir sıvı ile kaplıdır. Bu sıvılara yapışan mikroplar da öksürük yoluyla dışarı çıkarılır.
Bazı mikropların derimizde kesiklerden, çatlaklardan ve yahut da burnun içindeki yapışkan maddelerden kurtularak vücudun içine sızdıklarını farzedelim. Bu yolla vücudumuza giren mikroplar, ilk anda yani 20 dakika sonra, iki misli çoğalırlar. İkinci 20 dakika sonunda 4 misli artarlar. Ve bu artış, böylece gittikçe çoğalmaya devam eder.
Bu duruma karşı vücut hareketsiz kalsaydı, bir iki saat içinde mikroplar milyonları bulurdu. Hattâ bir günde milyarları, trilyonları aşardı. Bunun bir sonucu olarak da hastalık başlardı.
Fakat iş bu safhaya girmeden önce, vücut derece derece tedbirler almaya koyulur. İlk tedbir, vücutta ateşin yükselmesidir. Vücuda mikrop girdiğini hisseden bünye derhal birtakım kimyevî maddeler çıkarmaya başlarlar. Bu maddeler bütün istikametlere yayılır.
Bilindiği üzere kan bir kısmı beyaz, bir kısmı kırmızı, milyarlarca yuvarlakçıkların biraraya gelmesiyle teşekkül eder. Bu yuvarlakçıklar gözle değil ancak mikroskopla görülebilir. İşte mikropların vücuda girmesi üzerine bünyenin çıkardığı kimyevî maddeler, bu alyuvarların dış zarlarının gevşemesine sebep olur. Gevşeyen bu zarlardan, alyuvarların içindeki su dışarıya çıkar. Bu suya plâzma adı verilir. Alyuvarların suları böylece dışarı çıkadursun, bünye bir yandan da lökosit adı verilen akyuvarlarla mikrop öldüren diğer bazı maddeleri de harekete geçirir.
Vücudun savunma tedbirleri içinde en enteresan ve te'sirli olanı, bu lökositlerdir. İşte bu lökositler, mıknatısla çekilmişçesine hızla giderek mikroplara yapışırlar ve onları yemeye başlarlar.
Yukarıda alyuvarların içindeki plâzma denen suların dışarıya sızdıklarını söylemiştik. Bu plâzmanın içinde fibrinojen denen bir madde vardır. Bu maddenin özelliği, derhal pıhtılaşmasıdır. Akyuvarlar mikropları imha ederken, bu fibrinojen de ciltteki kesikliğin etrafında pıhtılaşarak mikropların muayyen bir yerden öteye gidememelerine sebep olur. Bu takdirde mikrop giren yer şişer, kızarır ve cerahat toplar. Böylece mikroplarla vücudun diğer kısımlarının ilgisi kesilmiş ve araya âdeta bir duvar örülmüş olur.
Lökositlerin mücadelesi başarı ile sonuçlanmazsa vücut bu sefer dev lökositleri seferber eder. Bu dev lökositler, hem mikropları, hem de bazan onlarla boğuşan lökositleri yerler.
Bir lökositin veya dev lökositin yediği mikrop, her zaman ölmez. Lökositin içinde canlı olarak durur. Bu gibi mikroplar vücut için çok tehlikelidir. Zira bu gibi mikroplar bir sığınağa saklanmış gibidirler. Vücudun çıkardığı öldürücü maddeler artık bunlara te'sir etmez. Ancak vücudun buna karşı da bir mücadele vasıtası vardır. Bu mücadele vasıtası da lenf damarlarıdır. Lenf damarları vücuttaki et dokularının âdeta kanalizasyon borularıdır. Küçük lökositler olsun, dev lökositler olsun, mikroplar olsun bu lenf damarlarına girerek lenf suyu vasıtasiyle en yakın lenf guddelerine sürüklenirler. Bu lenf guddeleri vücudun stratejik yerlerinde bulunur. Lenf guddeleri mikroplar için süzgeç vazifesini görürler. Lenf suyu bir guddeden diğerine geçmek suretiyle, bütün mikropları temizler ve en sonunda boyun guddelerine gelir. Oradan da kana karışır. İşte bu safhada mikropların hemen hepsi temizlenmiştir. Boyun guddeleri mikroplar için dışarı çıkış kapılarının en sonuncusudur. Mikropların bütün bu engelleri aşarak vücuda girdiklerini kabul edelim. Vücut elleri bağlı seyirci mi kalacaktır? Hayır. Bu şekilde vücuda giren mikroplar bu sefer de kemiklerimizin içindeki iliklerimizin, karaciğerimizin, dalağımızın ve diğer bazı daha küçük organlarımızın müdafaa hattı ile karşılaşırlar. Bütün bu organlar da, mikropların temizlenmesinde süzgeç vazifesi görürler.
Burada akla bir soru gelmektedir: "Lökositler nasıl oluyor da, sadece mikroplara hücum ediyorlar? Nasıl oluyor da vücudumuzdaki diğer hücrelere saldırmıyorlar?"
Vücutta antikor adı verilen birtakım maddeler vardır. Bu maddeler kana karışan mikroplara yapışır. İşte küçük lökositlerle dev lökositler, antikorların bu şekilde damgaladıkları mikropları kolaylıkla keşfederek üstlerine saldırırlar.
Bir hastalıktan iyileşmek için antikorların vücutta bol miktarda olmaları icap eder. Meselâ çiçek hastalığına hiç yakalanmamış bir insanda çiçek mikropları ile mücadele edebilecek antikor bulunmaz. Vücuda bir çiçek mikrobu girdiği anda, bünyedeki antikor fabrikası derhal faaliyete geçerek bu mikrobu alt edecek antikorları sür'atle yapmaya başlar. Bu arada çiçek mikrobu da gittikçe çoğalır ve vücut hasta düşer. Fakat hastalık ilerlerken, antikorlar da sayısız denecek derecede artarlar. Bu artan antikorlar giderek çiçek mikroplarının üzerlerine yapışır ve lökositlerin kendilerini tanımalarını kolaylaştırır. Göğsümüze taktığımız rozetler nasıl bize aynı müesseseye mensup olduğumuzu kolaylıkla anlatıyorlarsa, antikorlar da aynen bu vazifeyi görürler.
Birçok hastalıklara ikinci defa yakalanmayışımızın sebebi, o hastalıklara karşı vücutta antikorların teşekkül etmiş olmasıdır. Zira bir hastalığa yakalanan vücut derhal o hastalığın mikropları ile mücadele edecek antikorları imal etmesini sür'atle öğrenir. Sonradan giren aynı mikroba karşı vücut artık hazırlıklıdır.
Aşıların vazifesi, muayyen bir hastalığa karşı, antikorların nasıl imâl edileceğini vücuda öğretmektedir.
Meselâ çocuk felci aşısı elde etmek için evvelâ, çocuk felci mikropları formaldehit denilen madde ile öldürülür. Sonra bu ölü mikroplar vücuda iğne ile aşılanır. Vücut bu ölü mikropları canlı zannettiği için, derhal antikor yapmaya başlar. Bu antikorlar, sonradan girebilecek canlı felç mikroplarını yok eder.
İşte bizi her an her taraftan saran trilyonlarca mikroba rağmen sağ ve sıhhatte kalışımızın tek sebebi, Rabbimizin vücudumuzda mikroplara karşı böylece çeşitli müdafaa imkânlarını yaratmış bulunmasıdır.[183]
Doç. Dr. Sefa SAYGILI
Bu sorunun cevabını plâsebo'da bulabiliriz. Plâseboyu sözlükler "hastayı tatmin etmek için verilen te'sirsiz madde" veya "Hastanın faydasına olmaktan ziyâde, onu memnun etmek için uygulanan madde" olarak tarif ederler.
Yeni bulunan bir ilâcın başarılı olup olmadığı denenirken pâsebolardan faydalanılır. Hastaların bir kısmına te'sir ettiği iddia edilen madde; diğer kısmına ise içinde bir şey olmayan, tadlandırılmış boyalı su veya haplar verilir. İşte bu sahte ilâcın adı plâsebodur. Plâsebo, diğer maddeyle aynı ambalaj ve görünüşle sunulur. Ve aradaki tedavi farkı değerlendirilerek, yeni ilâcın te'sirli olup olmadığı ispat edilir.
Başağrısı, uykusuzluk, anksiete (yersiz endişe), çeşitli ağrılar, korku, sıkıntı, deniz tutması gibi pek çok rahatsızlıkta, plâsebo ile oldukça iyi sonuçlar alındığı dikkati çeker. Plâsebo verilen 10 hastadan 6'sının başağrısı geçmişse, analjezis (ağrı dindirici) alan 10 hastadan yine 6-7'sinin düzeldiği hayretle müşahede edilir.
Doktorlar, uykusuzluk şikâyeti ile gelen hastalara, alışkanlık yaptığından dolayı uyku ilâcı vermek istemezler. Bunun yerine verdiğimiz plâsebonun genellikle ilâçlar gibi iyi sonuçlar verdiğini görürüz. Yâni, tıbben uykuyu kolaylaştırıcı hiçbir te'sirli maddeye sahip olmayan haplar, hastayı mışıl mışıl uyutabilmektedir. Tabiî hasta, hapların kendini uyutacağına ikna edilmişse...
Âcil servise bazen şiddetli sıkıntı, baş ağrısı, sancı gibi bir krizle ve "falanca" iğnenin kendisine vurulduğu zaman düzeldiğini söyleyen hastalar gelir. Bunlara, kendilerine iyi gelen iğnenin o olduğu söylenerek, "serum fizyolojik" adlı plâsebo enjekte edildiği zaman, hastanın gerçekten düzeldiği dikkati çeker. Krizi ilâç değil, hastanın inancı yenmiştir.
Bazı hastalarla karşılaşırız, bir doktorun verdiği ilâçlar yaramazken, bir başka doktorun yazdığı ilâcı "bu beni iyi etti" diye gösterirler. İki ilâcı, karşılaştırdığımızda, sadece piyasa isimlerinin farklı olduğunu ve içlerinde aynı maddeyi taşıdıklarını görürüz.
Plâsebonun te'siri üzerine çeşitli araştırmalar yapılmıştır. Başarıda; tedaviye olan inançla, iyi olma arzusu ve iradesi büyük bir rol oynar.
Plâsebonun te'sir edişinde, doktora güvenmenin veya hastaya bakan hemşirenin davranışlarının da rolü büyüktür. Meselâ hekimin öğretim üyesi olması, hastasını bıkmadan dinlemesi ve özenle muayene ederek ona güven vermesi, tedavinin başarısını büyük ölçüde artırır. Hastaya bakan hemşirenin kendisi plâsebonun te'sirine inanmazsa, tedavinin başarı şansı da oldukça düşmüş demektir.
Plâsebo haplarının dış görünüşleri de, hasta üzerinde büyük rol oynar. Fazla büyük ve ufacık haplar, orta büyüklükte olanlardan çok daha iyi te'sir etmekte; kırmızı, sarı veya kahverengi olanlar ise, yeşil ve mavi plâsebolara oranla üstün tutulmaktadır. Öte yandan acı hapların ve alışılmadık tarifelerin meselâ günde 10 damla yerine 9 damla te'sirleri daha çok olmaktadır.
Ağrı veya ıstırapların plâsebo ile birdenbire kaybolmasının, kuruntudan ibaret olmadığı da gösterilmiştir. Plâsebolar ve daha başka yardımcı araçlar, vücutta ölçülebilen te'sirlere sebep olurlar. Plâseboya inanç, birtakım ağrı hafifletici maddeler (beyindeki endorphinler gibi) üretilmesine sebep olmaktadır.
Bugün vücuttaki hastalıkların hepsinin % 50-80 oranında ruhî sistemimizle alâkalı olduğu kabul edildiğine göre, plâseboların bu geniş ölçüdeki te'sirleri de bize şaşırtmamaktadır.
Plâsebonun bu kadar müessir oluşu, bize şifânın ilâçlardan olmadığını ve Allah'tan geldiğini göstermektedir. İlâç sadece vesiledir. Cenâb-ı Hak şifâ murad etti mi, boyalı su bile faydalı olmakta, etmediğinde ise hasta için ne yapılsa fayda etmemektedir.
Köylünün biri müzminle şen hastalığı için ünlü bir doktora gitmişti. Doktor, hastasını muayene etti ve reçeteyi yazarak:
Bu ilâcı kaynatıp suyunu günde üç kere içeceksin, bir şeyin kalmayacak, dedi. Bir süre sonra iyileşen köylü, doktora teşekküre gelerek,
Doktor bey, dedi Tavsiyelerinize aynen uydum ve verdiğiniz kâğıdı kaynatıp günde üç kere suyunu içtim. Tamamen düzeldim, sağolun.[184]
Dr. Cenap ŞİRİN
"Ben yarayı tanzim ederim, Onu Allah iyileştirir." (Dr. Ambroise Pare)
Günlük hayatımızda oraya buraya çarparız, elimiz kesilir, ayağımıza diken batar yahut ameliyat olur, ya da yanarız. Bütün bunların hepsinin neticesi birdir: Yara. Bir müddet sızlar, kanar, şişer, iltihaplanır, sonra da iyileşir.
Yara iyileşir, ama nasıl? Yaranın iyileşmesi bir deprem, bir heyelan veya sel baskını gibi aniden mi olur? Yoksa bir sürü intizamlı, düzgün, birbirini takip eden hesaplı olaylar dizisi midir?
Bir yarada gelişmekte olan Fizyolojik biokimyasal ve histolojik hâdiseler, neden sağlam bir yerimizde olmaz? Yaralayıcı âlet yaraladığı organımızda hangi şifreleri çözmekte, hangi kapıları açmakta ki bu muntazam ve muazzam değişmeler vukua gelmektedir. Vücudumuzda bulunan milyarlarca, trilyonlarca hücre nasıl bu şekilde kodlanmış ki ayağımızın ucu da, başımızın üstü de yaralanmaya aynı cevabı veriyor.
Bir kol saatinin birkaç marifeti olması karşısında hayretimizi ifade ediyor, bu kadar küçük bir kutuya, bu kadar marifetin yerleştirilmesini takdir edip, teknolojiye hayranlığımızı ifade ediyoruz. Bir milimetrenin yüzde biri kadar çapta olan bir hücreye binlerce marifeti kodlayan, kaydeden, yerleştiren ilim sahibinin, ilmî kudreti ve kuvveti hayret ve hayranlık ifadelerinin ne kadar ötesindedir.
Kaza ile ya da cerrahın neşteri ile doku bütünlüğü bozulduğu yani yaralanma meydana geldiği zaman bir seri çarpıcı değişiklikler başlar. Önce kılcal ve daha büyük damarların çapları geçici olarak daralır. Böylece kan kaybı asgarî seviyeye inmiş olur. Sonra bütün o bölgenin damarları alabildiğince genişler. Yara içine kan hücreleri ve serum hücum eder. Yara içerisinde birkaç saat içinde proteinden müteşekkil gevşek bir bağ oluşur. Bu ağın boşluklarını kan serumu alyuvarlar ve akyuvarlar doldurur. Akyuvarlar yara içinde aktif olarak hareket ederler. Yara içindeki ölü doku ve hücreleri, artık ve yabancı maddeleri sarıp yutarlar, parçalarlar. Akyuvarlar, lökosit, monosit, lenfosit v.s. olarak isimlendirilen çeşitli kan hücreleridir. Yara iyileşmesinde bunlardan herbırinin ayrı bir görevi vardır. Ancak bu görevler kısmen bilinmekle birlikte büyük kısmı henüz karanlık kalmaktadır.
Yaralanan bölgedeki diğer değişmeler ise şunlardır: Kılcal damarlar yara içine doğru uzamaya başlarlar ve yaranın karşı duvarından gelen kılcal damarla ucuca birleşirler.
Derinin üst tabakalarında gevşeme meydana gelip deri hücreler hızla bölünmeye ve çoğalmaya başlarlar ve yara üstünü örtecek şekilde yara üzerine doğru göç ederler. Böylece yara üzeri ikinci gün taze deri ile örtülmüş olur.
Yara içinde hücrelerin ilerlemesi rastgele olmayıp "temas yönelimi" ve "temas inhibisyonu" adı verilen kanunlara tâbidir. Göç eden hücreler, yara içindeki protein ağını bir platform olarak kullanırlar.
Yaralanan doku içerisinde bu bahsettiğimiz "yara iyileşmesi mekanizması"nı çalışmaya başlatan ve devamında vazife alan bir sürü kimyasal olaylar ve kimyasal maddelerin rolü olduğu bilinmekte, çoğu ise sır olarak kalmaktadır.
Yara içinde üçüncü gün kollagen adı verilen bir protein görülmeye başlar. Kollagen lifler şeklindedir. Kollagen liflerinin örgüleri ve istikametleri san'atkârane bir intizam gösterirler.
Bundan 300 sene kadar önce yaşamış bir hekim olan Ambroise Pare "Ben yarayı tanzim ederim, onu Allah iyileştirir" demiştir. Günümüzde de 300 sene öncesine göre hiçbir şey değişmemiştir. Bütün cerrahî müdahalelerin temeli, yaranın iki dudağını karşı karşıya getirmek esasına dayanır. Bizim karşı karşıya getirdiğimiz iki yara dudağını birleştirip kaynaştıran Allah'tır.
Eğer Cenâb-ı Hak dokularımıza yarayı tamir edip iyileştirme hassasını vermeseydi bugün cerrahların elinden ne gelirdi acaba? Şurası bir gerçektir ki; kalb nakli ameliyatları ile meşhur Dr. Barnard'ın mahareti ve ilmi herhangi bir iltihap hücresinden fazla değildir.
Bozulan bir arabanın, bir uçağın veya robotun kendi kendini tamir ettiğini henüz duymadık. İnsanlığın ilmi henüz bu seviyeye gelmedi.
Şu kâinatta hiçbir şey başıboş ve tesadüfi değildir. Bir dershanedeki sıraların ardarda dizilmesi, pencerelerin salona değil bahçeye açılması, kara tahtanın ön duvara asılması, lâmbaların tabana değil tavana asılması o dershaneyi akıl sahibi bir elin düzenlediğini gösterir. Elbette vücudumuzdaki düzen ve intizam da o vücudu yaratan Hâlik'ımızı bize işaret eder.[185]
Dr. Tevfik ÖZLÜ
Hepimizin âşinâ olmasına rağmen "Ağrı nedir?" diye sorulsa, hiçbirimiz onu doğru dürüst tarif edemeyiz. Ağrının ne olduğu hakkında söylenmiş sözlere bakacak olursak, onu kelimelerle ifade etmenin herkes için aynı zorluğu taşıdığını göreceğiz. Meselâ; 1942'de Sir Thomas Lewis: "Ağrının tam bir tarifini yapmaktan çok uzağım, çünkü hiçbir zaman yararlı bir gayeye hizmet edemeyecektir." derken, 1969'da Sargent, "Ağrının tanımı lüzumsuzdur, çünkü herkes ne olduğunu bilir" demekteydi.
Halk arasında çok değişik tabirler olmasına rağmen başlıca üç tip ağrıdan söz edilir: Batıcı ağrı, yanıcı ağrı ve sancı. Ayağımıza bir iğnenin batmasıyla, batıcı tipte ağrı hissederiz. Bu tip ağrı duyusunun nakliyle görevli sinir telleri, kalın ve myelinli tabir ettiğimiz çok sür'atli bir nakil tabiiyetine sahip olan liflerden meydana gelmiştir. Böylelikle ağrıyan yer, beyinde hemen tesbit edilmekte ve ağrıya sebep olan âmilin vücuttan uzaklaştırılması için gerekli olan refleks cevap, vakit geçirilmeden verilmektedir. Halbuki yanıcı ve sancı tipindeki ağrılar ekseriyetle vücudun derin kısımlarından kaynaklandığından, bunların beyine geç olarak iletilmesi pratikte bir kusur teşkil etmez. Bu farklı yaratılışta takip edilen hikmet, herhalde yerden tasarruf olsa gerektir. Çünkü eğer vücudumuzda oldukça yaygın olarak bulunan ince (c tipi myelinsiz) sinir tellerinin yerini, myelinli kalın lifler alsaydı, sadece sinir sistemimiz şimdiki bedenimiz büyüklüğünde, olacak ve normal bir insan vücudunda diğer organlarımız için yer kalmayacaktı.
Ağrı, vücutta doku hasarı ile birlikte ortaya çıkar. Hasarlanan hücrelerden açığa çıkan proteolitik enzimlerin te'siriyle, çevre sıvılarda bulunan bir cins proteinden bradikinin vb. peptitler meydana gelir. Bu peptitlerin ağrı reseptörü (alıcı) olarak görev yapan sinir uçlarını uyarması sonucu meydana gelen impulslar, ağrı duyusunun nakliyle alâkalı sinir lifleri yoluyla beynin ilgili merkezlerine ulaştırılır.
Ağrıya karşı vücutta iki türlü reaksiyon ortaya çıkar.
Bunlardan birisi, vücudu ağrı doğuran âmilden uzaklaştıracak şekilde gelişen motor aktivitedir ki, bu ilk cevap genellikle refleks olarak ortaya çıkar. Ayağımıza bir çivi batacak olsa, gayr-i ihtiyarî olarak ayağımızı çividen uzaklaştırırız. Bu çok hızlı işleyen refleks mekanizma, yaratıcımız tarafından verilmiş olan ve hayvanlarda da bulunan gayet mükemmel bir korunma yoludur. Diğer cevap ise, şahıstan şahsa oldukça farklılık arzeden psişik reaksiyonlardır. Ağlamak, anksiyete (sıkıntı), deprasyon (ruhî çöküntü) vb. gibi... İnsanların ağrıya karşı gösterdikleri bu tip reaksiyonlar çok farklı olmasına rağmen, yapılan çalışmalarda ağrıyı idrak şiddetinde ciddî bir farka rastlanmamış, bilâkis ağrı eşiğinin (ağrının ilk hissedildiği noktanın) bütün insanlarda hemen hemen aynı olduğu neticesine varılmıştır.[186]
Bu duygunun, kişiyi bedenindeki tahribattan haberdar etmek ve onu bu tahribata karşı çareler aramaya mecbur
kılmak için yaratılmış olması son derece büyük lütuf olsa gerektir. Ağrının var oluş sebebi dediğimiz bu fonksiyonun insanın ihmalkârlığına uğrayıp te'sirsiz kalmaması için, diğer duyguların aksine olarak ağrı duygusuna karşı vücutta zamanla tolerans (adapte) gelişmez. Bilâkis hasar devam ettikçe ağrı şiddetlenir. Sonunda kişi kendisine izdırap veren bu ağrıdan kurtulmak için çareler aramak mecburiyetinde kalır. Bu, hepimizin nefsinde tecrübe ettiği bir husustur. Bu dediklerimizi, çok dayanıklı veya ihmalkâr olsalar bile, bir diş ağrısıyla sabahı zor edip, erken saatlerde diş doktoruna koşan okuyucularımız, hemen tasdik edeceklerdir.
Ağrı ile alâkalı reseptörler, vücudumuzda bazı kısımlar hariç oldukça yaygın olarak bulunmaktadır. Burada yeri gelmişken hemen belirtelim ki, vücudumuzun bazı kısımlarında ağrı reseptörlerinin bulunmayışı tesadüfi değil, Yaratıcımızın herşeyi içine alan ilmine ve hikmetine tâbidir. Meselâ akciğerlerimizin üzerini saran zar (visseral plevra) ağrıya hassas değilken, göğüs duvarımızın iç yüzünü örten zar (parietal plevra) ağrıya duyarlıdır. Eğer visseral plevrada ağrı reseptörleri bulunsa idi, her nefes alıp verirken ağrı hissedilecek ve hayattan bir lezzet alamayacaktık. Ağrı duyusunun alıcı şeklinde görev yapan bu reseptör sistemi, âdeta vücudumuzun alarm tertibatıdır. Eğer bu sistem sinyal vermeseydi, bedenimizdeki birçok hastalık ve harabiyetten haberimiz olmayacaktı. Nitekim istatistikler büyük çoğunlukla hastaların hekime başvurma sebebinin ağrı olduğunu göstermektedir.
Ağrıdan kurtulmak arzusu sayesinde, birçok hastalığın erken devrede teşhis ve tedavisi yapılabilmektedir. Konuyla ilgili bir hâtıramı nakletmek istiyorum. Kan kanserine yakalanmış genç bir hasta boyun, koltuk altı ve kasık bölgelerindeki lenf bezleri dış görünüşünü bozacak ölçüde şiştiği halde hekime müracaat etme ihtiyacı duymamıştı. Arkadaşlarının ısrarları neticesi muayeneye gelen bu hastaya, o âna kadar niçin muayeneye gelmediği sorulduğunda, ağrısının olmadığını söylemişti. Bu cevap hastalığının ağrısız seyretmesinin bu hasta için ne büyük talihsizlik olduğunu ortaya koyuyordu. Eğer ağrısı olsaydı, muhtemelen tedavi için elimizde daha geniş imkânların olduğu bir devrede hekime başvuracaktı.
Netice olarak diyebiliriz ki, ağrı hisi canlılara hayatın devamı ve muhafazası için verilmiş olan ilâhî bir nimettir. O halde bundan sonra bir yerimiz ağrıdığında hemen şikâyet etmek yerine; ağrının, ilâhî bir nimet olduğunu düşünerek sabredin ve ağrıyı doğuran sebebi ortadan kaldırmak için gayret sarfedin. Şunu da asla unutmayın ki âlemde hiçbir şey hikmetsiz olarak yaratılmamıştır. Ve ilk bakışta çirkin görünen bazı şeylerin arkasında bizim için büyük hayırlar vardır.
Hâdiselere biraz daha ibretle bakacak olursanız, bunların çeşitli örneklerini görecek ve onların arkasında büyük bir merhametle hükmeden kudretin varlığını hissedeceksiniz.[187]
Dr. Cenap ŞİRİN
Kör barsak da denilen Appendiks, şekillerde görüldüğü gibi, ince ve kalın barsaklarm birleştikleri yerde bir çıkıntı gibi duran, takriben bir kurşun kalem kalınlığında ve işaret parmağımızın uzunluğunda olan bir organımızın adıdır.
Appendiksin iltihaplanmasına apandisit adı verilir ve sık rastlanır. Belirtileri tipiktir, teşhisi kolaydır ve ameliyatı gerektirir. Basit bir ameliyatla apendiks çıkarılarak (apendektomi) mes'ele halledilmiş olur. Tehlikesi yok denecek kadar az olan bu ameliyatı, hepimizin yakınlarından bazılarının geçirdiğine şahit olmuşuzdur.
Appendiks, sindirim organlarında yer aldığı halde sindirim hâdisesine iştirak etmez. İltihaplanması halinde ameliyatla çıkarıldığı zaman, kişi yine normal hayatını sürer ve bir eksiklik hissedilmez. Bu yüzden bazı kişiler son zamanlara kadar appendiksin "tabiatın bir yanlışı ve fazlalığı" olduğunu ileri sürmekteydiler. Şöyle düşünüyorlardı: "Çıkarılması insana zarar vermeyen bu organ niçin vardır? Bir vazifesi olması gerekmez mi?"
Zaman ve tıbbın ilerleyişi, bu kişilerin yanıldığını ortaya çıkarmıştır. Appendiksin fonksiyonu tonsillalara (bademcik) benzer. Bilindiği gibi ağız, sindirim sistemimizin başlangıç noktasıdır. Vücudumuzda en yoğun şekilde mikrop (hastalık etkeni mikro organizmalar) burada barınır. Yine kalın barsaklar da ağız gibi bol mikrop barındıran bir organımızdır. Bademcikler nasıl ağızdaki mikroplara karşı vücudumuzun bir sigortası ve bekçisi ise; appendiks de kaim barsaklardaki mikroplara karşı aynı şekilde vücudumuzun bir sigortası ve bekçisidir. Yani kalın barsaklardaki bademciğimizdir.[188].
Yine son zamanlarda yapılan araştırmalara göre; appendiksi alınan şahıslarda normal şahıslara oranla daha sık kalın barsak kanseri görüldüğü bildirilmektedir.[189].
Appendiksin vazifeleri hakkında araştırmalar henüz sürmektedir ve ispatlanmamış bir halde birçok iddia mevcuttur.[190]
Dr. Öenap ŞİRİN
Mide sindirim sistemimizin en önemli organıdır. Yemek borusundan gelir ve onikiparmak barsağı ile barsaklara açılır. Kabaca "J harfi şeklindedir" diye tarif edebiliriz. Her organımızda olduğu gibi midede de san'at-ı İlâhî'nin akıllara durgunluk verecek inceliklerini gözleriz.
Boşken mide muhteviyatı 50 ml. kadardır. Gıda alımından sonra, mide hacmi 1000-1500 ml.'yi bulur ve mide karın boşluğunda oldukça geniş bir yer işgal etmeye başlar. Gıdaların hazmedilmesinden sonra, hacim yine küçülür. Bu kadar aşırı elastikiyet, hareket kolaylığı sağlayarak insanın günlük çalışmalarında midenin engel teşkil etmesini önler. Yine karın boşluğu içine birçok organın rahatça yerleşmesini sağlar.
Midenin "hava cebi" denilen yukarı kısımlarına yerleştirilmiş bir elektirikî uyarı merkezi (pacemaker) vardır. Buradan her 3-4 dakikada bir uyaran, kalkarak mide duvarından aşağı kısımlarına kadar yayılan bir dalgalanmayı (peristaltizm) meydana getirir. Bu hareketler midenin boşalmasına yardım ettiği gibi içindekinin iyi sindirilmesini de te'min eder.
Mideye gıdaların girişi bir düzen dahilindedir. Mide, yemek borusu ile o şekilde birleştirilmiştir ki gıdalar mideye; kuyuya taş düşer gibi değil, mide duvarından kayarak inerler. Mide ile yemek borusunun birleşmesinde bu incelik hesaplanmamış olsaydı, yuttuğumuz her lokmanın sesini karnımızda duyacaktık. Gıdalar yine mideyi bir nizam dahilinde terkederler. Bu düzeni de mide kapısı (pilor) te'min eder. Mide kapısı (pilor) ameliyatla çıkarılarak yerine sun'î pilor yapılan şahıslarda "dumping sendromu" denilen bir hastalık görülür. Bu hastalığı izah etmek üzere pek çok fikir ileri sürülmüş, fakat hiçbiri tatmin edici bir açıklamayı getirememiştir. Ancak şurası kesindir ki, hastalık pilorun yokluğundan kaynaklanmaktadır. Pilor ne kadar hassas bir şekilde ayarlanmıştır ki piloru olan kimselerde "dumping sendromu" görülmemektedir. Biz bu ayarı yapmaktan aciziz.
Midenin iç yüzünü mukoza adı verilen bir tabaka kaplar. Mukoza içinde asit, pepsin ve mukus ifraz eden bezler yer alır. Mukoza, sanki yeryüzündeki dağlar ve vadiler gibi kıvrımlar gösterir. Bu kıvrımlarla az bir sahaya geniş bir mukozanın yerleştirilmiş olduğu görülür. Böylece sindirimi sağlayan yukarıdaki saydığımız maddelerin, yeterli miktarda salgılanması mümkün olur. Eğer bu kıvrımlar olmasaydı mide iç yüzü, alan olarak küçülecek, dolayısiyle sindirim bezlerinin sayısı azalacaktı. Böylece sindirimi sağlayacak kadar salgı sağlanamayacaktı.
Mide asidi hidroklorik asit (HCL)'dir. Yukarıda bahsettiğimiz mukoza içinde yer alan bezler tarafından salgılanır. Birçok araştırmalara rağmen bunun nasıl husule geldiği henüz kesin olarak bilinmemektedir. Saf mide suyunda HCI yoğunluğu PH 1 kadardır, Kandaki hidrojen iyonu, yoğunluğuna göre mide suyunda bir milyon kez fazladır. Bu, biyolojinin en hayret verici olaylarından biridir.
Mukos, kabaca "sümüksü madde" diye ifade edilebilir. Mukoza üzerine devamlı yapışarak her türlü gıdayı eriten mide salgısının, midenin kendisini eritmesine mani olur. Bu korunmada mukozanın özel yapısının da etkili olduğu düşünülmektedir. Ancak bu özellik henüz aydınlatılamamıştır.
Görülüyor ki mide kaba bir torba değil, kimya ve mühendislik hesaplarının en incesiyle kurulmuş bir san'at eseridir. Bu hesaplarda en ufak bir hata bulamıyoruz. Bulamadığımız gibi bu eserde birçok ilmî sırlar olduğunu seziyoruz. Demek ki ilmi bizden çok üstün olan biri var ve mideyi yapan O'dur.[191] ,
Prof. Dr. Selâhaddin SERT
Size, "Hiç mikrop yediniz mi?" diye bir soru sorulsa, herhalde "Mikrop da yenilir miymiş?!" diye cevap verirsiniz. Halbuki yediğimiz gıdaların birçoğu mikroplar ile hazırlanmaktadır. Bu nasıl oluyor demeyin. Oluyor işte. Meselâ, her gün üç vakit soframızdan eksik etmediğimiz ekmek, bunlardan sadece birisi. Belki de diyeceksiniz ki, "Ekmeğin mikropla ne münasebeti var? Bizim bildiğimiz ekmek hamurdan yapılır." Evet, ekmek hamurdan yapılır. Fakat, hamura ayrıca maya denilen bir madde de ilâve edilir. İşte, bu maya içerisinde faydalı mikroplar bulunmaktadır.
Maya mikropları hamura katılmasaydı, yediğimiz ekmeğin, ne buram buram tüten kokusu, ne o lezzetli tadı, ne de sünger gibi yumuşaklığı olurdu. Biz de kaskatı bir ekmek yemek zorunda kalırdık.
Evimize gelecek misafir için, çeşit çeşit çörekler ve pastalar hazırlanır. Bunların içerisine hamur mayası veya başka isimle satılan mayalardan katılır. İşte bu mayalar da, pastaların kabarmasını, yumuşamasını ve tadının güzel olmasını sağlar.
Yoğurdun nasıl yapıldığını hiç merak ettiniz mi? Yoğurt da mikropların bize bir hediyesidir. Durun, "Yooo, bu kadarı da fazla " demeyin.
Birçoğunuz bilirsiniz. Yoğurt yapmak için süt içerisine yine yoğurt katılır. Katılan bu yoğurtda başlıca iki tür bakteri vardır. Bu bakteriler çoğalarak sütü yoğurt haline getirirler.
Böylece biz de yoğurt yeme imkânına kavuşmuş oluruz. Bu bakteriler olmasaydı, seve seve yediğimiz çok faydalı bir gıda olan yoğurttan mahrum kalacaktık.
Sirkenin nasıl hazırlandığını görenleriniz olmuştur. Sirke çoğunlukla üzüm suyundan yapılır. Önce üzüm sıkılarak suyu çıkarılır. Bu su, birkaç hafta kendi haline bırakılır. Bu süre içerisinde tadı, kokusu değişir ve üzüm suyu sirkeye dönüşür.
Acaba, üzüm suyu bekletilmeyle neden sirke olmuştur? Bu işte de mikroplar rol oynamıştır. Mikroplar toprakta, havada, suda kısaca her tarafta bulunur. Üzüm üzerinde de mikroplar vardır. Bu mikroplar üzüm sıkılırken üzüm suyuna geçerler. Ayrıca havadaki mikroplar da üzüm suyuna düşerler.İşte bu faydalı mikroplar faaliyete geçerek, üzüm suyunu sirkeye çevirirler.
Midesi sağlam olanların zevkle yediği turşular da mikropların marifetiyle olur. Bildiğiniz gibi turşu, daha çok salatalık, biber, domates, lahana, elma gibi sebze ve meyvelerden yapılır. Turşusu yapılacak ürünler ayıklanarak temizce yıkanır. Plâstik bidon, fıçı veya küplere koyulur. Üzerine tuzlu su doldurulur. Arzu edilirse acı biber, sarımsak, hardal gibi tad ve koku verici maddeler de katılır. Kapakları kapatılarak birkaç hafta beklenir.
Bu bekleme sırasında, ürünlerde bulunan faydalı mikroplar derhal çalışmaya koyulurlar. Sebze veya meyvelere güzel bir tad ve lezzet kazandırarak onları turşuya dönüştürürler.
Peynir yapımında da mikroplardan yararlanılır. Penisilyum adı verilen küf mikropları bazı peynirlere özel olarak katılır. Bunlar peynire hoş bir koku ve lezzet verir. Katılan küf türüne göre, çok değişik tad ve lezzette peynirler elde edilir.
Bazı peynirlerde mavi yeşil benekler görmüşsünüzdür. İşte bunlar çoğunlukla penisilyum küfleridir. Bu küflerin, antibiyotik elde edilmesinde de kullanıldığını her halde hatırlanılşsınızdır. Mikropların peynirlere katkısı sadece bu kadarla kalmaz. Bilirsiniz, peynir yapıldıktan hemen sonra tüketilmez. İştahla yenilebilmesi için birkaç ay bekletilir. Bu süre içerisinde peynir "olgunlaşarak", daha lezzetli bir tada ve hoş bir korkuya kavuşur. İşte bu olgunlaşmayı da yine mikroplar yapar.
Ayrıca, olgunlaşma sırasında faydalı mikroplar, çıkardıkları bazı maddelerle, peynirdeki zararlı mikropları da öldürürler.
Sabah kahvaltısında parlak siyah rengi, kendine has bir tadı ve güzelliği ile soframızı süsleyen zeytini, pek çoğumuz severek yeriz.
Ancak, ağacından yeni koparılmış zeytinde o nefis tad ve lezzeti bulmak mümkün değildir. Üstelik bu zeytinler yenilemeyecek kadar da acıdır.
Yediğimiz zeytinin bu güzel ve hoş tadının nasıl meydana geldiğini merak edenleriniz olmuştur.
Öyle ya, dalındayken zehir gibi acı olan zeytin, nasıl oluyor da çok hoş ve lezzetli bir hale geliyor? Fakat asıl hayret edilecek şey, bu işte de mikropların rol oynamasıdır. İsterseniz bunun nasıl olduğunu kısaca anlatalım.
Önce, zeytinler ağaçtan toplanır. Yaralı bereli olanlar ayrılır. Sağlam zeytinler, içerisinde tuzlu su bulunan fıçılara veya havuzlara koyulur. Birkaç ay bekletilir. İşte bu esnada faydalı mikroplar faaliyete geçerler. Fermantasyon denilen bir olay meydana getirirler. Fermantasyon ile acılar gider, yerini hoş bir tada bırakır.
Şimdi biraz düşünelim: Mikroplar sayesinde ekmek, yoğurt yiyebiliyor, ayran içebiliyoruz, çeşit çeşit peynirler, sirke ve turşular hep mikropların hediyesi. Öyle ise, bu mikroplar ordusunu bizim hizmetimize koşturan ve bize sayısız nimetleri yedirip içiren Allah'a teşekkür etmeliyiz. Bu nimetleri yiyip içerken, O'nun Rızık Verici ismini daima hatırlayıp, minnettar olmalıyız.[192]
Prof. Dr. Alparslan ÖZYAZICI
Malûmdur ki bütün Peygamberlere, kendi zamanlarında muteber olan nesneler ile ilgili mu'cizeler verilmiştir. Meselâ cahiliyye asrında güzel söz söylemek ve şiir, en rağbette olan meta olduğu için, Peygamber Efendimize (s.a.v.) o cihetten mu'cize gelmiştir.
Fevkalâde beliğ olan Kur'an âyetleri inmeye başladığı vakit, şâirlerin şiirleri hükmünü kaybetmiş ve bu şâirlerden bir kısmı, imana gelmiştir. Hz. Musa (a.s.) zamanında sihir revaçta olduğundan, Musa'nın (a.s.) mu'cizesi, elindeki asâ ile sihirbazların sihirlerini yutması tarzında olmuştur. Hz. İsa (a.s.) zamanında da tıp ilmi revaçta olduğundan, mu'cizelerinin çeşidi o nev'iden olmuş, İsa (a.s.), Allah'ın (c.c.) izniyle ölüleri diriltme mu'cizesi göstermiştir.
İşte yukarıda belirtilen Hz. İsa'nın (a.s.) mu'cizesine dair, Sözler isimli kitapta geçen aşağıdaki pasaj, bir hayli zihnimi meşgul etmişti. Mevzu şöyle belirtiliyordu:
Kur'an, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın nasıl ahlâk-ı ulviyyesine ittibaa, beşeri sarihan teşvik eder. Öyle de, şu elindeki san'at-ı âliyeye ve tıbb-ı Rabbânî'ye, remzen terğib ediyor. İşte şu âyet işaret ediyor ki: "En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî Âdem! Me'yus olmayınız. Her dert, ne olursa olsun dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür."
Acaba ölüme muvakkat hayat rengi nasıl verilebilirdi? Hemen hatırıma kalbin değiştirilmesi mes'elesi geldi. Acaba ölmek üzere olan şahsın kalbi değiştirilince hayatı biraz daha uzuyor ve eceli geciktiriliyor mu? Ancak son senelerde, bilhassa vücudun yabancı organı red mekanizması yüzünden başkasının kalbi alınıp, diğerine pek takılamıyor. Bu işin reklâmcıları gibi, biz de bir cihette ümitsizliğe düştük.
Sonra, hatırıma, kalbe yapılan masajlar geldi. Kardiyoloji dersi hocamız derste bir vak'ayı nakletmişti. Bir kalb hastası, doktorunu ziyaret ettikten sonra muayenehaneden çıkarken, tam o esnada kalbi sıkışır. Doktor gelir ve hiç bir uyuşturma muamelesi yapmadan, hastanın göğsünü yarar, kalbe masaj yapar ve hastanın kriz hali geçer. Hasta hâdiseden sonra epey bir müddet daha yaşar. Demek şahsın eceli dolmamış ki, Cenâb-ı Hak o anda doktoru onun yardımına koşturdu.
Gene aynı hocamızın beyanına göre, bu tip masaj çok rizikolu ve her zaman da tatbiki imkânsız olduğundan vazgeçilmiş, daha pratik ve rizikosu az bir hâl düşünülmüştür. Onun için de, hasta sırt üstü sert bir yere, meselâ zemine yatırılacak; göğüs kafesine var gücüyle basılacak ve zemin ile göğüs kafesi arasında âdeta sıkışan kalb, kriz anında çalışmaya başlayacak. Bu bahsettiğimiz metod, hastanelerde ölmek üzere olan bazı hastalara, son bir ümid saikasiyle yapılmaktadır. Şimdiye kadar ne ölçüde netice alınmış ve kaç kişiye faide sağlanmış, o da şüpheli.[193]
Açık kalb ameliyatları yapılırken, kalb âdeta durdurulmakta ve ana damarların bağlandığı başka bir cihaz, kalbin vazifesini üzerine almaktadır. Bu tip ameliyatlarda veya başka kalb ameliyatlarında kalbde âni bir durma hâsıl olsa, kalb elle sıkıştırılmakta, masaj yapılmakta, âdeta şahsın hayatiyeti muvakkaten kaybolup, tekrar gelmektedir.
Bu mevzu ile alâkalı hâtıra gelebilecek diğer bir mes'ele de, kalbe takılan pil mevzuudur. Kalb, bazı hallerde tam blok diye adlandırılan hale girer. Kalbin çalışması, kısa ifade ile kendi başına değildir. Bir merkeze, yani sinir sistemine bağlıdır. İşte kalbi uyandırmaya, yani çalışmasını sağlayan uyarıcılara karşı kalb âdeta lâkayd hale gelirse, kalbin durması mümkündür. İşte bu gibi hallerde, kalbe takılan pil bu ikaz vazifesini üzerine alır ve şahsın bir müddet daha hayatını devam ettirmesi ümid edilir.
"Pekâlâ, bütün bu mes'eleler, ecel birdir, tagayyür etmez hakikati ile bir zıtlık teşkil etmiyor mu?"
Bilâkis, bütün bu yardımlar, gene insanın belli olan eceline kadar yaşamasını te'min eden vasıtalardır. Zira aynı ameliye, bir hastayı ölüme götürüyor, bazısına da biraz daha yaşama fırsatı veriyor. Hastanede dipdiri dolaşan bir hasta akrabamın, daha iyi olurum ümidiyle yattığı ameliyat masasından kalkamadığını öğrendiğim vakit, şahsın mukadder olan eceline yetişmek için hastaneye gelmiş olduğunu anladım. Nice böyle hastalar vardır ki, "ecel birdir, tagayyür etmez" hakikatinin tecellisine mazhar .olmuşlardır.[194]
Mehmet DİKMEN
Rönesans'la birlikte Avrupa'da herşeyin iyiye gittiği düşüncesi yaygın bir kanaattir. Aslında her konuda durum böyle değildir. Nitekim Batılılar, 15. yüzyıldan itibaren, geçmiş asırlara göre daha pis ve pasaklı olmuşlar, bu hâl onlarda 19. yüzyılın başlarına kadar devam etmiştir.[195]
Yaklaşık 400 yıl süren Avrupa'nın bu pislik dönemi meşhurdur. Bu dönemde halka açık banyolar kapatıldığı gibi, evlerde temizliğe ayrılan bölümler de başka işlerde kullanılmaya başlanmıştır. Yıkanma bütünüyle unutulup gitmiş, yemekten önce el yıkama âdeti bile, ortadan kalkmıştır. Yıkanma unutuldukça pislik artmış, pislik arttıkça da kötü kokular çoğalmış; bütün bunlara çare olarak da, Avrupalı, yıkanıp temizlenmeyi düşünme yerine, güzel kokular ve parfüm imali yoluna gitmiştir.
Pislik zamanla öylesine fecî bir hâl almıştı ki, büyük ölçüde çocuk ölümleri oluyor; sık sık çıkan salgınlar binlerce insanı birden imha ediyordu. Meselâ 1501 yılında Fransa'nın Bordeux şehrinde çıkan bir kolera salgınında 17 bin kişi ölmüştü. Ve bu rakam, şehrin nüfusunun yarıdan fazlasını teşkil ediyordu.
XVII. yüzyılda Paris gibi büyük şehirlerde su, son derece az bulunur bir nesne olmuştu. Şehrin nüfusu gittikçe artıyor, fakat kullanılan su miktarı çoğalmıyordu. Bütün şehirde 40 çeşme, bir o kadar da kuyu vardı. Kullanımı zarurî olan su, sokaklardaki sakalardan sağlanır veya çeşmelerde uzayan kuyruğa girilerek te'min edilirdi.
Halk temizlik anlayışından öylesine uzaklaşmış idi ki, evler bir yana, sarayların bile tuvaleti yoktu. Halkın toplu olarak bulunduğu tiyatrolarda dahi, tuvalet mevcut değildi. Herkes ihtiyacını kapı arkalarına, merdiven diplerine giderirdi.
Mark Kemmerich'in "Tarihteki Garip Vak'alar" isimli kitabında, bu konuda şunlar anlatılır:
"Paris'te (Ondördüncü Louis) zamanında hiç kimse sokakta giderken tepesine pis bir şey dökülmeyeceğinden emin olamazdı. Ancak geniş caddeler biraz emniyette idi. Her an bir pencere açılarak sür'atle söylenen bir (Gare L'eau) seslenişinden sonra bir lâzımlık veya leğen muhteviyatı aktarılırdı. Şehrin hiçbir sokağında bundan ve korkunç bir kokudan kurtulmak mümkün değildi. Umumî helalar olmadığı için sokak köşeleri, sarayların ve kiliselerin civarı, bu hizmetleri görürdü. Aynı şeylere bugün Napoli'de de tesadüf edilmektedir. Paris'te (Palais de Justice)'de ve hattâ (Louvre)'da bu nev'i kirletmelere rastlanırdı.
Bu sarayın avlusunda, salonlarında, kapı arkalarında güpegündüz bu nev'i tabiî ihtiyaçlar görülür ve kimse birşey demezdi. Yalnız (Üçüncü Henri) biraz titizlenmiş ve 1587 senesi ağustosunda bir tebliğ ile her sabah kendisi kalkmadan önce, bahçedeki ve salonlardaki bütün pisliklerin temizlenmesini emretmişti. Buna rağmen, İspanya ve Fransa kral sarayları, hattâ (Ondördüncü Louis) devrinde şiddetli ve fena bir koku yayar ve bunu ıtriyat kokuları bile bastıramazdı. Bunun için onyedinci asırda birisi lâzımlığı keşfetmiş, bu ihtira buluş saraylara kabul edilerek kokunun biraz önü alınmıştır."
Aynı eserde pencerelerden sokağa lâzımlık dökme âdetinin ancak 1780 tarihinde men edilebildiğinden; İngiltere'de , helanın 17'nci asırda icadedildiğinden ve İsveç sarayında ise yirminci asrın başlarında bile henüz hela mevcut olmadığı için herkesin, hattâ misafir krallarla prenslerin bile koridorlardaki paravanların arkasına gidip def-i hacet ederlerken paravanın alt tarafından ayaklarının göründüğünden bahsedilmektedir."[196]
Avrupa, böylesine pislik içinde yüzerken bizde durum ne idi?
Selçuklu devrinde Konya, Kayseri gibi önemli şehirlerde halk için yapılmış hamamlar vardı. Türkler, Malazgirt zaferinden sonra Anadolu'yu ele geçirdiklerinde, Bizans'tan kalma hamamları bazı değişikliklerle kullanmaya devam ettiler, bunlara yenilerini eklediler. Bilhassa şifalı su kaynaklarına büyük önem verdiler. Ilıca ve kaplıcalar yaptılar. Bunları sağlık amacıyla kullanmaya başladılar.
Selçuklular gibi, Osmanlılar da temizliğe çok önem vermişlerdir. Sultan I. Murad XIV. yüzyılın ikinci yarısında, başkent Bursa'da çeşitli hamamlar yaptırdı. Asıl büyük hamamlar, Sultan Fatih zamanında yapılmıştır. İstanbul'un fethinden sonra Ağa Hamamı, Ebû Vefa Hamamı, Çukur Hamam gibi meşhur hamamlar inşâ edilmiştir.
Bu dönemde, Bursa sular şehri haline gelmiş, evlerde bile kaplıca suları akıtılmıştır. XV. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı ülkesinde her eve su sağlanmışken, Avrupa dizboyu pisliğe gömülmüş haldeydi.
Fatih, hamamların yamsıra İstanbul'da 200 çeşme yaptırdı. II. Beyazıd 70 çeşme daha ilâve etti. Kanunî 700 çeşme ile İstanbul'u suya kandırdı.
İstanbul'da XVII. yüzyıl ortalarında 302 hamam faaliyette idi. Bunun dışında saray, konak ve evlerdeki hamam sayısı 15 bine ulaşıyordu.[197]
XVI. yüzyıldan itibaren Avrupalılar'ın, Türkiye'ye geliş gidişleri artmıştı. Bunlardan eli kalem tutanlar, Osmanlı ülkesinde gördükleri güzellikleri, bilhassa harikulade temizliği, neşrettikleri hâtıralarında anlata anlata bitirememektedirler:
Türkiye'ye gelen Pierre Belon 1553'te Türkiye hakkında bir kitap yayınlamış, bu eserinde temizlik için ayrı bahis açmıştı. Hamamlarla birlikte genel temizlik kaidelerini ele alan Belon, bebeklerin temizliğine ne kadar dikkat edildiğini, altlarının ne büyük bir itinayla temizlendiğini de özene bezene yazmaktaydı.
Yabancı gezginlerin ilgi çekicilerinden biri de Paolo Giovio adlı İtalyandır. İstanbul'da uzun süre kalmış ve incelemelerde bulunmuş olan yazar, normal temizlik kurallarından başka, askerin temizliğini de anlata anlata bitiremez:
"Türk askeri sıhhatli ve temizdir. Avrupa ülkelerinde askerlerin bulunduğu yerlerde kokudan geçilmezken, Türk askerleri tam aksine pırıl pırıl... Avrupa'dakilerin pisliğini, kokusunu bir yana bırakın. Sebep oldukları hastalıklar da cabası. Burada ise askerlerin yüzünden sanki sağlık akıyor..."
Kanunî devrinde İstanbul'a gelmiş olan bir İspanyol gezginin yazdıkları, Avrupa'nın o asırdaki durumunu açıkça dile getirmektedir:
"Türkler, biz Hıristiyanlar'ın pis olduğunu ileri sürüyor. Halbuki yıkanmak zararlıdır. İspanya'da hayatı boyunca iki defa yıkanmış erkek veya kadın yoktur. Yıkanmanın pek çok kişiye zararı dokunduğu görülmüştür. Hele biz Hıristiyanlar, alışık olmadığımız için bize iyi gelmez."
Buradaki birinci yıkanış vaftiz yıkanışı, yani vaftiz suyunun dökülmesidir. Avrupalılar'in bundan sonra "kutsal su"dan mahrum olmamak için, yeniden yıkanmayı akıllarından bile geçirmedikleri anlaşılıyor.
Yıkanmanın zararlı olduğunu yazan sadece bu yazar değildir. XVII. yüzyılda Türkiye'ye gelmiş olan bir başka yazar Grelot, bu konuda, 1680'de yayınladığı kitabında şunları yazıyor:
"Türkler, yıkanmada mübalâğaya kaçarlar; bu kadar sık yıkanmasalar, muhakkak ki daha az hasta olurlar (!). Hemen her gün yıkandıkları için de beyinleri sulanmaktadır (!). Ne var ki Türkler'in umumî helaları da çok temizdir. Bizdeki gibi mabetlerin civarına ve duvarlarının dibine küçük ya da büyük abdest bozanlarını hiç görmedim... Türklerin kendi yemek takımları ayrı, kedilere ve köpeklere yiyecek verdikleri kaplar ayrıdır. Köpekler, bizdeki gibi, insanın tabağında arta kalanını tabaktan yemez. Türkler bu âdetimize çok sinirleniyor. Hattâ sırf bu yüzden bize köpek diyenleri bile işittim."
1655'te İstanbul'a gelen Jean da Thevenot şöyle yazar:
"Fransızcadaki 'Türk gibi kuvvetli' meseli boşuna söylenmemiştir. Çünkü Türklerin çoğunluğu sıhhatli ve kuvvetlidir. Temizlik ve sağlık için Türkler sık sık hamama gider. Şehirlerinde çok güzel hamamlar olduğu gibi, hiç değilse bir hamamı olmayan köy de yoktur. Türkler çok yaşarlar, az hasta olurlar. Bizdeki böbrek rahatsızlıklarını, daha başka birçok hastalığı bilmezler. Bunun başlıca sebebi sık sık hamama gitmeleri ve az yiyip içmeleridir."
Dr. A. Brager'in, 1836'da basılan "Neu Annees a Constantinople" adlı eserinde de şunlar kayıtlıdır:
"Türkler'de yıkanma işi hayrete değer. Paris'te ancak yarım yüzyıldan beri birkaç banyo var. Londra, Berlin, Viyana gibi şehirlerde ise o da yok. Gerçi elli yıldır Avrupa'da temizliğe önem verilmektedir. Fakat Türklerin yüzlerce yıldan bu yana, temizlik konusunda vardıkları yere ulaşmaktan henüz uzağız. Bugün bir Avrupalı, en fakir bir Türk köylüsü kadar temizlik kurallarına uymaz. XII. yüzyılın ortalarına kadar Paris'in ne derece pis bir şehir olduğunu herkes bilir. O zamandan beri, bu konuda ilerlemekle övünürüz ama, Türklerin bugünkü temizlik seviyesine gelmemiz için daha en az elli yıla ihtiyacımız vardır."[198]
Batı'nın o meşhur pislik dönemleri artık çok gerilerde kaldı. Şehirleri, caddeleri, her tarafı pırıl pırıl, tertemiz. Görünüşteki bu imrenilecek temizliğin yanısıra, yine de Avrupalının, Müslümanın temizlik anlayışından uzak yönleri, tiksinilecek halleri vardır.
Bilhassa Avrupalıların akmayan suda yıkanma âdetleri vardır ki, bu usul temizlik, her devirde bize ters gelmiştir. Avrupalılar, Amerikalılar banyo küvetini doldurup içine girerler. Lavaboyu kapatıp içine doldurduğu su ile elini yüzünü yıkar. Bizim anlayışımızda bu, tek kelime ile pisliktir.
Bu konuda Hacettepe Hastanesi eski Acil Servis Şeflerinden Op. Dr. Timuçin Altuğ'un şu tespitleri de manidardır:
"Batılıların elbiseleri ve görünüşleri belki bizi aldatabilir ama, onların içyüzleri korkunç denecek kadar kirlidir. Bunu Avrupa'da 5.5 sene Hıristiyanlar arasında yaşamış bir Türk hekimi olarak söylüyorum. Avrupa'daki Türk işçisi, ameliyata gelirken mutlaka iyice yıkanır. Gusül abdesti alır. Tertemiz çamaşırlarını giyer, ameliyat sonu ne olur ne olmaz diye pırıl pırıl ameliyat masasına çıkardı. Alman hastalar ise, Hıristiyan dininden oldukları için, Türk usulü yıkanmadan, gusül abdesti almadan, etek tıraşından ve taharetten habersiz, bütün pislikleri ile ameliyat masasına çıkarlardı. Bazen 1 Türk hastası geldiğinde, yanımdaki Alman hemşirelere göğsüm kabararak işçimizin temizliğini gösterirdim. Biraz sonra ameliyathaneye giren bir Alman'ın abdestten, taharetten nasibini almadığı için iğrenç durumunu işaret ederdim. Hayatında Türk usulü yıkanmamış, eteğini tıraş etmemiş, gusül abdesti veya namaz abdesti almamış, tırnaklarını kesmemiş, sünnet olmamış ve yüznumaradan çıkarken kâğıtla silinen, taharetten nasibini almayan bir Hıristiyanla, İslâm dininin bütün kaidelerine harfiyyen riayet ederek tertemiz olan bir Türk işçisinin bir olmayacağı gün gibi aşikârdır."
Ortaçağ Avrupası'nın pisliğini ifade eden bir karikatür: Sokağa lâzımlık dökmek o kadar yaygın hale gelmiş ki, yabancılar uyarılmak zorunda kalınmış.[199]
Mehmet DİKMEN
Klâsik mânâda matbaacılık; bir yazıyı, birbirinden ayrı harfleri bir araya getirerek çoğaltmak gayesi ile basmaktır.
Yakın zamana kadar tarihte matbaayı ilk kullanan miletin Çinliler olduğu yolunda yaygın bir kanaat vardır. Halbuki son araştırmalarda elde edilen bulgular, matbaayı Çinliler'in keşfetmediklerini, bunu Uygur Türkleri'nden alarak geliştirdiklerini ortaya koymuştur.
Paris'teki Bibliotheque Nationale'de Milâdî 9. asırdan kalma bir takım basılı Uygur metinleri vardır. Bu metinler, dinî mahiyettedirler.[200]
İngiliz bilgini Carter de, dünyada var olan en eski matbaa harflerinin Uygur dilinde olduğunu savunmuştur. Bunlar, sert, dayanıklı ağaçtan yapılmış ve hareket ederek basım yapan harflerdir.[201]
Türkler tahta harflerden dizgi usulü ile baskı yaptıkları sırada Çinliler, ancak blok baskıyı biliyorlardı. Yani, basılacak metin yekpare bir blok üzerine kazınıp basılıyordu. Bu yüzden genellikle baskı işlerini Türkler'e sipariş vererek yaptırdıkları sanılmaktadır. Türkler'in oturduğu bölgelerde bulunan Çin dilinde yapılmış çeşitli baskılar, bunu göstermektedir [202]
Çinliler daha sonra Türkler'den dizgi usulünü öğrendiler. Bunu geliştirerek, ilk defa 1041'de tahta harfler yerine demir harfler kullanmaya başladılar[203].
Doğu Türkistan'da Uygur Türkleri'nin bulup Çinliler'in geliştirdiği matbaacılık, daha sonra İslâm âleminde kullanılmaya başlanmıştır.
Matbaanın Avrupa'ya geçmesi ise, Haçlı seferleri yolu ile ve Endülüs İslâm Devleti kanalı ile olmuştur. Prof. Risler, "La Civilisation Arabe" adlı eserinin 171. sayfasında şöyle demektedir:
"Kumaşların üstüne tahta kalıpları basma usûlünü Haçlılar'ın Mısır'da öğrendikleri ve Mısırlılar'ın çoktan beri vâkıf oldukları bu san'atın da Avrupa'da matbaacılığın teşekkülüne sebep olduğu muhakkaktır. O sırada aynı san'at Endülüs'te çok ileri gitmişti.
Kurtuba'da 3. Abdurrahman'm kâtibi, resmî vesikaları henüz mekanizması keşfedilmemiş olan ibtidaî bir matbaa sayesinde teksir ediyordu"[204].
Prof. Dr. Philip K. Hitti de, aynı hususu te'yid eder. D. Sigrid Hunke, bu matbaada sadece resmî evrakların değil, para ve diğer kâğıtların da basıldığını söyler[205]
Dizgi yoluyla baskıyı, Batı'da bir meslek şeklinde ilk kullanan Gutenberg'dir. Bu yüzden yanlış olarak matbaanın mucidi sayılmıştır.
Gutenberg, 1400 yılında Meinz'de doğmuş, 1444 yılında yine Meinz'de kurşun ve kalay karışımından harfler dökmeye başlamış, 1450 yılında da ilk matbaasını kurmuştur.
Bundan sonra matbaa Avrupa'da hızla yayıldı. 1470'de Köln'de ve daha sonra Almanya'nın bütün şehirlerinde matbaalar açıldı. İtalya'da ilk matbaa 1465 yılında; Fransa'da 1470 yılında, Londra'da da 1477 yılında açıldı. İngilizler, 1639 yılında da matbaayı Amerika'ya götürdüler[206].
Osmanlı Türkleri XV. yüzyılda İtalya'da basılan Arapça ve Farsça bazı kitapları görmüşlerdi.
İstanbul'da ilk matbaayı 1492 yılında Yahudiler açtılar.
Bu matbaada İbranice eserler, Tevrat, dilbilgisi, tarih kitapları basılırdı.
Yahudiler'den sonra matbaacılığa Ermeniler el attılar.
Osmanlı uyruklu Ermeniler, 1565-1923 yılları arasında 194 matbaa açmış, 598 gazete ve dergi çıkarmış, 4000'i aşkın da kitap basmışlardı[207].
Maksurîzâde, Netaicü'l-Vukuat adlı eserinde, 1587 yılında Sultan 3. Murad'ın Arapça yazılarla kitap bastırmak ve gümrük ödemeden böyle eserleri Türkiye'ye sokup satmak hususunda bir yabancıya ferman verdiğini belirtti.
Braton Bandini ve Orozio Bandini adlı 2 tüccar kardeş, aldıkları bu ferman ile ilk önce Euklides'in Arapça çevirisi olan ve 1594'te Roma'da basılan Tahrur'ul-Öklides fi usûli'l Hendese adlı kitabı Türkiye'ye getirmişlerdir [208].
İlk Türk matbaası, ancak 18. asrın ilk çeyreği içinde açılabilmiştir. Memleketimizde bu gecikmede sosyal, ekonomik ve psikolojik bazı sebeplerin te'siri olmuştur.
Sultan 3. Ahmed devrinde, Sadrazam Nevşehirli İbrahim Paşa tarafından Fransa'ya gönderilen Sait Mehmet Efendi, Paris'te matbaacılığı yakından inceleme imkânı bulmuştu. 28. Çelebi Mehmed'in oğlu olan Said Mehmet Efendi, matbaanın sağladığı faydaları yerinde görüp öğrenince, yurda dönüşünde bu konu ile ilgili bazı çalışma ve temaslara başladı. Konuya yabancı olmayan Macar asıllı İbrahim Müteferrika adlı zat da (1674-1742) bu çalışmalara katıldı.
Nihayet, Mehmed Said Efendi ile İbrahim Müteferrika, birlikte yazdıkları bir dilekçeyi devrin sadrazamı Nevşehirli İbrahim Paşa'ya sundular. Dilekçede, baskı yoluyla fakir öğrencilere ucuza, hatasız kitap te'min edilebileceği izah ediliyordu. Bu büyük yeniliğe eskiden beri taraftar olan sadrazam, kurdurttugu bir komisyona, teklifi inceletti. Şeyhü'l İslâm Abdullah Efendi'nin de verdiği müsbet fetva ile, artık matbaanın kurulmasına hiç bir mani kalmamış oluyordu.
Sultan 3. Ahmed, 1726 tarihinde neşrettiği bir ferman ile Şeyhü'l İslâm'ın fetvasına dayanarak gerekli izni verdi. Ancak, o gün için yaygın bir meslek kolu olan hattatlardan gelecek tepki gözönüne alınarak matbaada dinî kitapların basılması yasaklanmıştı. Bu tedbirlere rağmen, hattatlar loncası, bu müsaadeye büyük tepki gösterdiler. Divit ve hokkalarını bir tabuta koyarak İstanbul sokaklarında protesto gösterilerinde bulundular.(10).
Gerekli izni alan İbrahim Müteferrika, matbaasını, Sultanahmed semtindeki kendi sokağında açtı. Dârü't-Tıbaatı'l Ma'mure adı verilen bu matbaada ilk basılan eser, bir sözlük idi. İsmail Cevheri adlı bir âlimin yazdığı "Sihah-ı Cevheri" adlı eseri, Vanlı Mehmed Efendi Osmanlıca'ya tercüme etmişti. Gerekli görüşmelerden sonra, bu kıymetli eserin Kitab-ı Lügat-ı Vankulu adı altında basılarak yayınlanmasına karar verildi.
1727 yılının aralık ayında başlayan baskı çalışmaları, 31 Ocak 1729'da sona ermiş; böylece ilk Türkçe kitap neşredilmişti.
Vankulu Lügati, çoğu dil bilginlerince, Asım Efendi'nin Kamus'undan daha çok tutulur. 2 cilt olarak basılmıştır. Birincisi 666, ikincisi 756 olmak üzere 1422 sahifedir. 1000 adet olarak yayınlanan bu eser, zamanında yüksek bir fiyat sayılabilecek bir meblâğdan (35 kuruştan) satışa sunulmuştur.
Birinci cildin başında III. Ahmed'in fermanı ile, Şeyhü'l-İslâm'ın fetvası yer almaktadır.[209]
Matbaacılığın 15. yüzyıl ortalarında Avrupa'da yayılmasına rağmen Osmanlı'da 1727'ye kadar gecikmesinin en mühim sebebi; gerek İstanbul'da gerek taşrada hattatlıkla geçinenlerin çok büyük bir sayıya ulaşmasından kaynaklanmaktadır. Yani sebep büyük ölçüde ekonomiktir. Mes'elelerin bazı çevrelerce iddia edildiği gibi gericilikle, yobazlıkla bir ilgisi yoktur.
Osmanlı Askerî Kuruluşunu Avrupa’da tanıtan Kont Marsigli, kendisinin İstanbul'da bulunduğu zaman şehirde 90 bin hattat'ın olduğunu söyler. Yani 90 bin ailenin el yazısı ile geçinmesi söz konusudur. Padişahlar, bu kadar insanı işsiz bırakmanın sosyal ve ekonomik bazı buhranlara yol açmasından çekindikleri için, yerli matbaalara izin vermemiştir.
Matbaacılığın birden kabulü, böyle büyük bir zümreyi işsiz bırakmak demekti. Bu yüzden ilk Türk matbaasının açılmasına izin verilirken, dinî eser basmamak kaydı konulmuştu.
Zaten, Avrupa'da basılmış Türkçe, Arapça ve Acemce eserlerin 3. Murad devrinden itibaren, padişah fermanı ile Türk piyasasında satılmaya arzedilmesi de, mes'elenin taassupla bir ilgisi olmadığını apaçık göstermektedir.
Matbaacılığın geç girdiği başka devletler de vardır[210].
Yukarıda belirtiğimiz ekonomik sebepten ayrı olarak şu 2 endişenin de Türk matbaacılığının gecikmesinde bir ölçüde rol sahibi olduğu ileri sürülmüştür:
1- Dinî kitapların baskı sırasında gerekli saygıyı görmemesi endişesi...
2- Yazma kitapların san'at değeri ve estetik güzelliği yanında, basılı eserlerin rağbet bulmama endişesi... Nitekim ilk zamanlar, basılmış eserler daha ucuz ve hatasız olduğu halde, pahalı yazma nüshalar, onlara tercih edilmiştir...[211]
Mehmet DİKMEN
Çiçek aşısını ilk olarak İngiliz Dr. Edward Jenner'in bulduğu o kadar çok söylenip yazılmıştır ki, gerçeğin başka türlü olacağı kimsenin aklından geçmez olmuştur. Oysa ki Jenner'den bir asır kadar önce, Osmanlı Türkiye'sinde çiçek aşısı biliniyor ve uygulanıyordu.
Çiçek, en az kolera, veba kadar korkunç hastalıktı bir zamanlar. Ünlü İngiliz tarihçisi büyük Operatör Kenneth Warker 1954'de yayınlanmış Tıp Tarihi adlı eserinde 18. yüzyıl Avrupası'nda çiçek salgınından 60 milyon kişinin öldüğünü söyler. Her ülke halkından % 80'i ergeç çiçeğe yakalanıyor ve halkın dörtte biri de yakalandığı bu hastalıktan ya ölüyor, ya kör oluyor, yahut da çiçek bozuğuna yakalanıyordu.
Avrupa'nın çiçek salgınlarından büyük teleflere uğradığı, harplerde ölenlerden fazla insan kaybettiği o yıllarda, Osmanlı Türkiyesi'nde durumun nasıl olduğuna bir göz atalım:
1717 yılında İngiltere'nin İstanbul büyükelçiliğine "Sor Edward Montagü" adlı bir sefir tayin edilir. Tahtta III. Ahmed bulunmaktadır (1703-1730).[212]
Sör Montagü, hanımı Lady Mary Montagü ve 3 yaşındaki oğlu ile birlikte Mayıs 1717'de yurdumuza gelmiş, Temmuz 1718'e kadar 15 ay kalmıştır.
Bayan Montagü kocasının âdeta sağ kolu gibi çalışıyordu. Türk kadını gibi giyiniyor, Türk mahallelerini geziyor, her sınıftan Türk kadını ile dostluk kuruyordu. Halkın durumunu, örf ve âdetlerini bu yolla öğrenip gördüklerini kocasına aktarıyordu.
Vaktinin büyük bir bölümünü, İngiltere'deki yakınlarına İstanbul'daki hayatı anlatan mektuplar yazarak geçiriyordu. Dünya Edebiyat Tarihine "Montagü'nün Mektupları" adıyla geçen bu yazılar, birçok bakımdan medeniyet tarihine ışık tutmaktadır.
Bayan Montagü, yaptığı inceleme ve gözlemleri sırasında ülkemizde çiçek hastalığına karşı aşılama yapıldığını da görmüş, öğrenmişti. Bu müşahedelerini, İngiltere'deki dostlarına yazdığı mektuplarla bildirdi.[213]
Lady Montagü ayrıca İstanbul'da iken oğlunu, Londra'ya dönüşünde de kızını çiçeğe karşı aşılattı. Böylece çiçek aşısı yaptıran ilk İngiliz olarak tarihe geçti.
Lady Montagü'nün amacı, bu korkunç hastalığın aşısını bütün İngiltere'de yaygınlaştırmaktı. Bu yüzden İngiltere'ye döndüğü zaman elçilik doktoru Maitland'ın da yardımıyla çiçek aşısı üzerine ilk denemelerini yaptı. O günlerin ünlü bir gazetecisi Steele, bu soylu kadın sayesinde pek çok kişinin hayatının kurtulduğunu yazar. Ünlü Volter de "Felsefî Mektuplar" adlı kitabının 11. mektubunda Montagü'nün İngiltere'deki çiçek aşısının yaygınlaştırılması ile ilgili faaliyetlerine geniş yer verir.[214]
Ne var ki Lady Montagü'nün bu gayretleri fazla bir netice vermeyecektir. Zira bazı Tıp Fakültesi hocaları, bazı papazlar, bayan Montagü'nün bu çalışmalarına karşı çıkmakta gecikmemişlerdi. Bilhasa papazlar çiçek hastalığının Allah'tan günahkârlara gelen bir ceza olduğunu, onunla uğraşmamak gerektiğini söylüyorlardı.
Çiçek aşısının yaygınlaşmasında ve bütün dünyaya tanıtılmasında hiç şüphesiz İngiliz Dr. Edward Jenner'in büyük rolü olmuştur. Bu bakımdan çiçek aşısı deyince ilk olarak onun ismi akla gelmekte; aşıyı ilk olarak O'nun bulduğu zannedilmektedir.
Aslında Jenner, bu işi ilmî olarak ele alan ve bu konuda ilk eser veren bir araştırmacıdır. Bu konuda yazdığı eser, "Çiçek aşısının sebebi ve etkileri üzerine bir araştırma" adını taşımaktadır. Ve Lady Montagü'nün çiçek aşısından bahsetmesinden 80 yıl sonra, 1798'de yayınlanmıştır.
Ancak aradan 80 yıl geçmesine rağmen Jenner de batıl inançlarla, cahilce korkularla mücadele vermek zorunda kalmıştı. Kimileri aşılamanın büyük salgınlara yol açacağını ileri sürüyor, kimileri aşı olanların inekte olduğu gibi boynuz ve kuyruklarının çıkacağını iddia ediyordu. Hattâ Jenner'in kitabı çıktığı 1789 yılında, bir de Aşı Düşmanları Derneği (Anti Vaccanation Society) kurulmuştu. Amacı Jenner'le mücadele idi.
Jenner (1749-1823), İngiltere'nin Sadbury köyünün doktoru idi. Çiçek aşısını ilk defa 1796 yılının 14 Mayıs günü, James Philipps adında 8 yaşındaki bir çocuğa uygulamıştı.[215]
Le Monde'dan Tere: Prof.Dr. İbrahim CANAN
Charles Seignebos: "Şarklılarla temas ile batılılar medenîleştiler. Bu medenîleşmenin meydana gelişi tamamen malûm değilse de, biz Avrupalıların Müslümanlara borçlu olduğumuz şeylerin hesabı çok uzundur," der. Haksız da değildir. Çünkü İslâm Medeniyeti, modern büyük müesseselerden en azından, ikisinin temelinde yatmaktadır. Biri hastane, diğeri rasathanedir. Bir diğeri ve üçüncüsünü de ona borçlu olmamız kuvvetle muhtemeldir ki, o da üniversitedir.
Aşağıdaki satırlarda, İngiltere'nin Leeds Üniversitesi'nde hocalık yapan M.R.Y, EBRIED (Sâmîler'le ilgili araştırmacı) ile M.J.L. YOUNG'un (Arablar'la ilgili araştırmacı) bu husustaki beyanlarını bulacaksınız.
Ortaçağ, modern dünyaya üç mühim müessese miras bıraktı: Hastahane, Rasathane ve Üniversite. Çoktandır biliyoruz ki, bunlardan ikisi İslâm Medeniyeti'nden intikal etmiştir. Birçok astronomik âletler, Yunanlılar tarafından icat edilmiş de olsa, Rasathane Müslüman halifelerin, bir başka deyişle İslâm Peygamberi Hz. Muhammed'in (s.a.v.) takipçilerinin himayesinde dâimi bir müessese halini almıştır. Bize kadar ulaşan vesikalara nazaran, yeryüzünde ilk daimî Rasathane, Halife Me'mûn, (Milâdî 813-832) tarafından, devlet merkezi olan Bağdat'ta 830 yıllarında kurulmuştur. Müslümanların tıbba en mühim hizmetleri, pek çok hastahaneleri kurmaları ve bunların bakımını yürütmeleri olmuştur. Onlar hastahaneyi, bir müessese olarak icat etmemiş olsalar bile, hastahanelerin teşkilâtlanma, mâlî imkânlarını sağlama ve bakımları konularında pek çok yeni gayret ve itinâ getirmişlerdir. Bu konulardaki fikirlerinden pek çoğu, bugünkü hastahanelerde, hâlâ gözle görülecek şekilde, te'sirlerini devam ettirmektedir.
Aynı şekilde Ortaçağ'ın üçüncü müessesesi olan Üniversitenin de varlığını büyük ölçüde İslâm Medeniyeti'ne borçlu olduğu, dolaylı şekilde ispat edilebilir.
Üniversitelerde asırlarca okutulan tıbbî, felsefî ders kitaplarının müellifleri arasında Avicenne (İbn-i Sina), Averroes (İbn-i Rüşd), Albategnius (Mehmed İbn-i Câbir, İbn-i Sinan el-Harrâm), Avempace (İbn-i Bâcce), Avenzoar (Ebû Mervan Ab-dül' Melik bin Ebi'1-Alâ), Albucasis (Ebû Kaasım Hallâf İbn-i Abbâs) ve Alpetraglus (Ebû İshâk el-Batrûcî) gibi İslâm müellifleri baş köşeyi şereflendirirler.
İslâm ve Hıristiyan dünyası arasındaki büyük husûmete rağmen, Avrupa üniversitelerinin bu ders kitaplarından istifâde etmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Fakat gitgide artan pek çok deliller, bizzat üniversitenin menşeini Ortaçağ İslâm Dünyası'nda aramamız gerektiğini ifâde etmektedir.
Avrupa'da ilk üniversiteler kurulduğu zaman, en büyük İslâmî ilim ve irfan merkezleri, bir asrı çoktan aşan bir müddetten beri faaliyet göstermekte idi. Fas'taki Karaviyyîn Camii Medresesi 859'da kuruldu. Kurtuba Medresesi onuncu asrın bidayetinde, Kahire'deki el-Ezher Camii Medresesi 972'de, yine aynı şehirde Dâru'l-Hikmet, onbirinci asırda kurulmuş oldular.
İlk yüksek tahsil merkezleri Avrupa'da çok daha sonraları ortaya çıktılar. Bologne, Paris, Montpelliler üniversiteleri onikinci asırdan daha evvel kesin olarak mevcut değildiler. Bu üniversiteler Hıristiyan Avrupa'da zuhur ettikleri vakit, İslâmî benzerleri ile aralarında pek çok ortak vasıflar vardı. Talebeler, çoklukla, "milletler" hâlinde düzenlenmişlerdir. Yâni, ikametgâhları itibariyle geldikleri memleketlere göre gruplar teşkil ediyorlardı. Kahire'de el-Ezher Üniversitesi'nde Faslı, Yukarı Mısırlı, Iraklı., talebeler için müstakil yurtlar vardı... Paris Üniversitesi'nde talebe cemaati İngiltereli, Hollandalı ve diğer milletlerden talebeler ihtiva ediyordu. Talebelerin bu coğrafî esasa göre tanzimi Lincoln, Worcester ve Hereford Kollejleri'nde olduğu üzere Oxford'un bazı kollejlerinde de te'sir bırakmıştır.
Bir diğer benzerlik noktası, kendini, üniversite hocalarının hususî bir kıyafet taşımalarında gösterir: Resmî merasimlerde ve derslerde giyilen hususî cübbeler gibi. Hıristiyan Avrupa'da giyilmekte olana benzeyen geniş cübbeleri giyme âdeti, İslâm'ın ilim ve irfan merkezlerinde çok eskiden beri mevcuttu.
Hıristiyan Avrupa'nın ilk irfan müesseselerinde kullanılmakta olan tâbirler de İslâmî tabirlerle bir benzerlik arzetmektedir. Üniversiteyi ifâde etmek üzere kullanılan ilk tâbir "Studium Generale " tâbiridir ki, bu Arapça'daki "Dersleri takip için umûmî meclis" mânâsına gelen ve Arapça akademik bir tâbir olan "Meclis-i Amm" tâbirinin bir tercümesine benziyor.
Diğer bir müşterek nokta: Geniş bir şekilde her tarafa yayılmış olan talebelere ücretsiz eğitim sunma âdetidir. Keza, İslâm memleketlerinde bir diyardan diğerine giden seyyah talebe geleneği, Hıristiyan memleketlerinde kendini tahsil hayatının bir vasfı olarak ortaya koymadan çok önce, meşhur olmuştu. Müslüman talebeler, bir mes'ele üzerinde, herşeyi bir hocanın bileceğini kabul etmiyorlardı. Bu sebeple, bir tahsil merkezinden diğerine seyahat, bu talebelerin tahsil hayatında yer etmişti. Bu devamlı seyahatler, İslâmî terbiyenin en bariz vasıflarından biri olan İcâzef'in, yani "tedris müsaadesinin menşeinde yer alır. İcazet, bir hoca tarafından belli bir eğitim programının sonunda talebeye verilen diploma idi ki, bu, talebeye tahsil ettiği mevzularda ders verme hakkını tanıyordu. Bu müsaade daha dokuzuncu asırda mevcuttu. Daha geniş bilgi elde etmek gayesiyle bir akademik merkezden diğerine seyahat eden talebeler için, bu "tedris etme müsaadeleri " bir nev'i pasaport ve hususî mevzularda bir nev'i selâhiyet vesikası mahiyetini taşıyordu.
Burada enteresan bir hususu kaydetmeden geçemeyeceğiz: Bugün üniversite ile ilgili ilmî bir seviyeyi ifâde için kullanılan lisans (licence) tâbiri, "tedris müsaadesi" mânâsına gelen Lâtince'deki "Licentia doçenti" tâbirinden gelir ki, bu tâbir, bidayetten beri, Hıristiyan üniversitelerde, talebelere verilen diplomalara denilirdi.
Ortaçağ İslâm üniversitelerinde profesörler, tedris ettikleri şeylerde, ilk Hıristiyan üniversitelerindekilerden daha hürdüler. Binâenaleyh, Avrupa'da diploma verilmesi hakkı rektöre has iken Müslümanlarda her hocanın "tedris müsaadesi" verme hakkına sahip olması, bizi hayrete düşürmemelidir. Bu farktan sarf-ı nazar edecek olsak, "İcazet" ve "licentia doçenti" üniversite hayatında birbirinin aynı olan iki vasıta idi.
İslâm Üniversitesi tatbikatı ile Hıristiyan dünyasının üniversite tatbikatı arasında bu benzerlik, İspanya'da birbiri ile temasa imkân veren müesseselerin oynamış olduğu rolle izah edilir. Müslüman İspanya, Ortaçağ’ın en büyük akademik merkezlerinden biriydi. Tuleytula'nın Hıristiyanlar tarafından zabtından (1085) sonra, bu memleket, İslâm irfan meyvelerinin Hıristiyan Avrupa'ya geçtiği ana yol oldu. Tuleytula'da Rahip Raymond (ölümü: M. 1251) Arapça eserleri Lâtince'ye tercüme etmek ve böylece bunları Hıristiyan ilim âleminin istifadesine arz etmek için hususî bir mektep açtı.
Müslümanların felsefî, ilmî ve tıbbî eserlerinin teşkil ettiği hazineler, Hıristiyan profesör ve talebelerin istifâdeleri için Lâtince'ye tercüme edildiler. Şu halde Hıristiyan talebelerin, üniversitelerin teşkilâtlanmasıyla ilgili fikirleri, bu kitaplar vasıtasıyla İspanya'dan götürmüş olmaları kesindir.[216]
Mehmet DİKMEN
İlimler tarihinde yer alan en büyük astronomlardan biri de Uluğ Bey'dir.
Uluğ bey, Aksak Timur'un torunudur. Babası Muiniddin Şahruh Mirza'dır. 22 Mart 1394 tarihinde Güney Azerbaycan'ın Sultaniye şehrinde dünyaya gelmiştir. Asıl adı, Muhammed Taragay (veya Turgay) ise de, dedesinin sağlığında Uluğ Bey diye anılmaya başlanmış, asıl adı kullanılmaz olmuştur.
Uluğ Bey 11 yaşında iken Kur'ân-ı Kerîm'i ezberlemiş; Arapçayı mükemmel şekilde öğrenmişti.
19 yaşına geldiğinde 1413 yılında babasının ülkesine hükümdar oldu. Fakat kendini idarecilikten çok ilme verdi. 25 Ekim 1449 yılında Semerkant yakınındaki Bağrın köyünde vefat etti. Türbesi, Semerkant'ta dedesi Timur'la aynı çatı altında bulunmaktadır.[217]
Uluğ Bey, 36 yıllık hükümdarlık döneminde, matematik ve astronomi ilmine büyük hizmetlerde bulundu. Sarayını bir akademi haline getirmişti. Zamanın en meşhur bilginlerini orada toplayarak ilmî tartışmalar yaptırıyordu.
Uluğ Bey, Buhara ve Semerkant şehirlerinde han, hamam, saray gibi binaların yanısıra medrese ve Rasathane gibi ilmî kuruluşlar da yaptırmıştı. Onun zamanında Semerkant, ilim dünyasında önemli bir ilim, kültür ve san'at merkezî durumuna gelmişti.[218]
Uluğ Bey'in en büyük eseri, Semerkant Medresesi inşaasından kısa bir süre sonra Semerkant'ta yaptırdığı büyük rasathanedir.
Uluğ Bey Rasathanesi de denilen bu rasathane, Semerkant Medresesi'nde yapılan matematik ve astronomi çalışmalarını pratiğe uygulamak, sonuçlarını hazırlanacak bir eserle ilim dünyasına sunmak gayesiyle yapılmıştı.
Uluğ Bey, 1121 'de yapımına başlanan rasathanenin inşaası bittikten sonra, rasathane müdürlüğü görevini, Gıyaseddin Cemşid'e verdi. Rasat ve hesaplama işlerini o idare ediyordu. Gıyaseddin 1429 yılında ölünce yerine Bursalı Kadızâde Rûmî görevlendirildi. Rûmî'nin 1430 yılında ölümü üzerine rasathanenin müdürlüğüne, Kadızâde'nin talebesi Ali Kuşçu getirildi.[219]
İlim tarihinde önemli bir yeri olan Uluğ Bey Ziyc'i adlı eser, adlarını belirttiğimiz bu âlimlerin ve yardımcılarının uzun süreli ve sistemli çalışmaları sonucu ortaya çıkmıştır.
Ziyc, bir nev'i yıldız katalogudur. Uluğ Bey'den önce de Ziycler hazırlanmışsa da, bu Ziyclerde hem rasat ve hesap hataları vardı, hem de yıldız sayıları çok azdı. Uluğ Bey Ziyci ise, büyük ölçüde hatadan uzaktı. Yıldız sayıları da hayli arttırılmıştı. Denebilir ki, bu Ziyc, dürbünün astronomide ilk uygulama tarihi olan 1610 yılına kadar yazılmış Ziyclerin en mükemmelidir. Bu eser ile ortaya konan ilmi kaidelere, ilim dünyası ancak asırlar sonra katkıda bulunabilecek seviyeye gelmiştir.
Ne yazık ki Uluğ Bey'in ölümünden sonra, bütün bu çalışmalar durmuş, rasathanede görevli kıymetli ilim adamlarının herbiri bir tarafa dağılmıştır. Ali Kuşçu da, önce Tebriz'e, daha sonra Fatih Sultan Mehmed'in ısrarlı daveti üzerine İstanbul'a gelerek üniversitede görev almıştır.
Semerkant Rasathanesi, gerek ilmî kadrosu, gerek binası, gerekse kullanılan rasat âletleri bakımından, o zamana kadar benzerine rastlanmamış bir hüviyete sahipti. Rasathanede kullanılan rasat âletlerinin bazılarının bizzat Uluğ Bey tarafından ilk defa icat edildiği bilinmektedir.
Uluğ Bey Ziyci adlı eser, ilim dünyasının büyük ilgi ve merakını çekmiştir. Bizler, Uluğ Bey'in adını ve eserini bile bilmezken, Batı dünyası ilim adamları O'na "15. yüzyılın astronomu" unvanını vermişlerdir. Bunun yanısıra, merkezi Amerika'da bulunan Milletlerarası Astronomi Derneği 'Internationalle Astronomie Union), ayın görünen yüzünde bulunan bir bölgeye (kratere) Uluğ Bey Krateri adını vermek hakşinaslığını göstermiştir.[220]
İstanbul'da ilk rasathane, 1577 yılında Müneccimbaşı Takıyyüddin tarafından kurulmuştur. Aslen Mısırlı olan Takıyyüddin İstanbul'a gelmiş, Saraya müneccimbaşı olmuştur. Takıyyüddin, zamanın padişahı III. Murad üzerinde büyük nüfuzu olan Hoca Saadettin Efendi'nin yardımıyla, Padişah'tan rasathane kurmak iznini çıkarmıştı. Kabataş sırtlarında böylece ilk rasathane kurulmuştu.
Bu rasathanede 1577'de görülen kuyruklu yıldızın hareketleri yakından izlenmiştir. Ancak rasathanenin ömrü uzun olmamıştır. 1578 yılında çıkan bir veba salgınında pek çok sayıda İstanbullunun ölümünü rasathane çalışmalarının uğursuzluğuna bağlayan bazı cahil çevreler, Padişah'a te'sir ederek rasathaneyi yıktırmışlardır. Bundan sonra Osmanlı'da modern mânada kurulan ilk rasathane, 1911 yılında Rasat-hane-i Âmire adıyla kurulmuş olan Kandilli Rasathanesi'dir. 1577'den bu tarihe kadar astronomik gözlemler yapacak başka bir te'sis kurulmamıştır. Ancak 1868 yılında yalnızca meteorolojik gözlemler yapmak üzere Beyoğlu tepesi üzerinde bir meteoroloji gözlemevi kurulmuştur. Bu gözlemevi de faaliyetini 31 Mart 1909 yılına kadar sürdürmüş, 31 Mart ayaklanması sırasında tahrip ediliştir.[221]
31 Mart'tan sonra işbaşına gelen Hükümetin Maarif Bakanı Emrullah Efendi, devrin en büyük astronomi bilginlerinden Fatin Hoca'yı 1910 yılında Rasathane-i Âmire'yi kurmakla görevlendirdi.
1 Temmuz 1911 günü Rasathane-i Âmire, 5 kişilik kadrosuyla 2 katlı ahşap bir binada çalışmalara başladı.
Rasathanenin modern bir gözlemevi olması, daha sonraki yıllarda gerçekleşti. Bir Alman firmasından dürbün getirtilerek çalışmalara başlandı. Ayrıca Fatin Hoca, depremleri ölçen sismoloji servisinin kurulması için de büyük çabalar sarfetti.
Artık kuruluşun çalışma alanı gibi adı da değiştirilmiş, Kandilli Rasathanesi olmuştu. Kandilli Rasathanesi'nin ilk astronomi gözlemi 1936 yılında Bursa'da yapıldı.
Fatih Hoca 1944 yılında yaş haddinden emekli olup yerini genç kuşaklara bıraktı. O günden bugüne çok büyük gelişmeler kaydedildi.[222]
Amerika'nın ilk keşfini araştıran Müslüman araştırmacılardan Nureddin Durki bir dergiye yazdığı ilmi makalesinde, son yıllarda yapılan ilmi çalışmaların eski tezleri kökten çürüterek Amerika Kıtası'nın Müslümanlar tarafından keşfedildiğini ortaya çıkardığını ileri sürdü. Kristof Kolomb'un eski dünyadan yeni dünyayı ziyaret eden ilk insan olmadığını, bundan dolayı kendisine Amerika'nın kâşifi unvanı verilemeyeceğini belirtti. Amerikalı Dr. Bary'nin ilmî bulgularına dikkat çeken Nureddin Durki, araştırmaların Kolomb'dan yüzlerce yıl önce eski kıtadan Amerika'ya gidenlerin varlığını ortaya serdiğini kaydetti. Bu araştırmalar Amerika'ya ilk gidenlerin içinde Müslümanlar'ın da bulunduğunu doğruluyor. Amerika'ya giden ilk Müslümanlar'ın burada anıt eserler ve yazılar bıraktıkları belirtiliyor.
Abdullah Nureddin Durki Müslüman olduktan sonra iki yıl Mekke'de Üniversitede Arapça öğrendi. Daha sonra New Meksiko'da 20 yıl boyunca plânlama ve inşaat yapımıyla ilgilendi. New Meksiko'da bulunduğu yıllarda Amerika'nın güney eyaletlerinde Kızılderililer'in eserlerini ve anıtlarını araştırmak için keşif ziyaretlerinde bulundu. Durki, ayrıca Bary'nin çalışmalarını gördü ve onlardan yararlandı. Durki yazdığı makalede şu önemli soruya cevap aradı: "Müslüman Araplar Kolomb'dan önce ABD'yi ziyaret ettiler mi?" Bu soruya cevabı Durki şöyle veriyor: "Ben ABD'deki ve Avrupa'daki yaşıtlarım gibi çocukluğumda, Amerika Kıtası'nı keşfedenin Kristof Kolomb olduğu yolundaki inançla büyüdüm ve daha sonraki yıllarda, 1492 yılından önce; bazı Sibiryalı kavimlerin Bering Boğazı'ndan Amerika Kıtası’na geçtiklerini öğrendim. Biz iki Amerika Kıtası'nın da yüzyıllar boyunca uzlet içinde yaşadıklarım sanıyorduk. Bu inanç birkaç sebebten kaynaklanıyordu. Bu sebeblerden biri de, Hıristiyanlık inancına göre dünyanın düz olması inancıydı. Bu inanca göre denizlerin ötesine gitmek isteyen insan bir müddet sonra kendisini boşlukla karşı karşıya bulacak ve atmosfere doğru düşecekti, 1492 yılından önce gemiler, bu sebebten dolayı Amerika'ya gidemiyorlardı. Ancak biz Müslüman coğrafyacıların isimlerini ve çalışmalarını öğrendikçe, gerçeğe daha çok yaklaştık. Hicretten sonra 337'de Makdisî'den, Beyrunî'ye ve ondan da İbn-i Hulle'ye kadar birçok Müslüman coğrafyacı, haritalar hazırlamıştı. İbn-i Hülle Mavsilî de milâttan sonra 1275 yılında yaptığı haritada dünyayı yuvarlak olarak gösteriyordu. Kaşgarî de miladi 1333 yılında çizdiği haritada dünyayı yuvarlak olarak çizmişti. Ancak 1492 yılına kadar dünyanın düz olduğu inancı Hıristiyan âleminin zihinlerinden silinemedi. Halbuki Müslüman coğrafyacılar coğrafî kıyaslarla ve kurdukları rasathaneler vasıtasıyla ve kendilerinden önceki coğrafyacıların çalışmalarından istifade ederek dünyanın yuvarlak olduğu gerçeğini öğrenmişlerdi. Çağdaş birçok araştırma, Kristof Kolomb'un Amerika'ya gitmesinde Müslümanların hazırladıkları haritalardan yararlandığını ortaya koyuyor. Bu konuda Kristof Kolomb'un en çok Endülüslü ve Mağribli Müslüman coğrafyacılardan ve özellikle de Mağribli coğrafyacı Ömer Marakeşî'nin çalışmalarından istifade ettiği belirtiliyor. Müslümanların coğrafi bilgilerinden istifade eden Kristof Kolomb, nihayet dünyanın yuvarlak olduğu inancına varmıştı. Bunu destekleyen deliller de var. Bunlardan biri de birinci yardımcısı Mağribli yani Faslı olması.
Tabiî bu gerçeği, Avrupa'nın resmî sicilleri ve arşivleri inkâr ediyor. Ancak şunu da bilmemiz gerekir. 1492 yılı, Müslümanların 8 asır İberya Yarımadası'na hükmettikten sonra Cebelitarık boyunca geri dönmelerine rastlayan dönemdir. Bu dönem, ayrıca engizisyon mahkemelerinin akıllara durgunluk verecek vahşet izlediği ve Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için zorladığı dönemdir. 1492 yılında dünyanın yuvarlak olmadığı inancından kurtulduktan sonra, Avrupa'nın şimdi yeni bir yanlıştan daha kurtulması gerekiyor. Kaldırılması gereken bu ikinci tez de, yelkenli gemilerin eski dönemlerde denizaşırı sahillere varamayacağı inancıdır. Zira son yıllarda okyanuslar ötesine eski teknolojiyle ve yelkenlilerle yapılan yolculuk gayet başarılı geçmiştir."
Öküz derisinden yapılan "Berdan" adlı gemi, kaptan Dr. Tumitiy Sıfırten'in başkanlığında, İrlanda'dan Kuzey Amerika sahillerine ulaşmıştır. Son yıllarda yine hobi olarak bazı denizciler, küçük yelkenlilerle okyanus ötesi seyahatler yaptılar ve bu yelkenliler eski dönemlerde yapılan yelkenlilerin tekniğine uygun düşüyordu. Bazı insanlar tek başlarına sörfleriyle birlikte denizaşırı turlar düzenliyorlardı. Bunlardan biri de tek başına Atlantik Okyanusu'nu aşmayı başarmıştır. Bütün bu deliller, Kristof Kolomb'dan önce Amerika'ya o günün teknikleriyle gidilebileceğini ispatlıyor. Bulunan paralar, el âletleri ve arkaik mimarî eserler, bunu doğruluyor. Bunlar içinde en önemlisi de duvarlara oyulmuş nakışlar, sembolik yazılar ve kayalar üzerine yapılan kazılardır. Bu keşifler Kristof Kolomb'dan önce de Amerika'ya seyahatler yapıldığını gösteriyor. Çinliler, Japonlar, Pasifik Okyanusu halkı, Akdeniz havzası halkı, Kuzey Afrika halkları ve Araplar milâttan önce dördüncü yüzyıldan itibaren Amerika'yı sömürgeleştirmişlerdir.[223]
Son yıllarda "tahmini antropoloji" adında bir dal geliştirildi. Bu dalın en önemli simalarından biri de Bary Fell. Fell, hayvan cildi konusunda uzman birisi. 1976 yılında yayınladığı "Milâddan Önce Amerika" adlı kitabında Avrupa'dan, Kuzey Afrika'dan, Mesih'den bin yıl önce Amerika'yı sömürgeleştiren ilk Amerikan sakinlerinden bahsetmiştir. Daha sonra Bary Fell, "Amerika Hayatının Hikâyesi" adında bir kitap yazdı ve bu kitapta bu bin yılın hikâyesini anlatmıştır.
Her iki kitabında da Fell arkaik mimarî eserleri keşfeden, karşılaştırmalı lisanları ve tılsım gibi sembolleri ve hatları çözen keşifçilerden bahsediyor. Bütün bunları kendi tezine kanıt olarak ileri sürmüştür. Yazarın kitabında işlediği en önemli konulardan biri de, yazarın Kolorido'da yaptığı incelemeler. Yazar bu vadide yaptığı araştırmalarda kurtçuk yazısı adı verilen ve kurtçukların hareketlerine benzeyen yazıları incelemesidir. Yazar ikinci kitabını da yazdıktan sonra Kuzey Afrika'lı ve Arap âlimleriyle yazışmalar ve görüşmelerde bulunmuş ve yaptığı keşifler, Arap uzmanları ve âlimleri hayrete düşürmüştür. Bu ziyaretleşmeler ve yazışmalar sonucu büyük bir gerçek ortaya çıkmıştır.
Büyük vadide bulunan oyma yazılar ve kurtçuk yazılarının Libya'da kullanılan Berberi alfabesine benzediği ortaya çıkmıştır. Yazılar aynı zamanda İslâm'dan sonra ortaya çıkan Kufî, Nesîh ve Mağribi hatlarına da çok benziyor. Libyalı Dr. Mahmud Cari, 1935 yılında Teksas'da madenî altın bir para bulunduğunu, para üzerinde ilk anda anlaşılmayan, ancak üzerinde durarak anlaşılabilen Arapça yazılar yeraldığını belirtiyor. Bu paranın üzerinde bulunan Arapça üç harf "Ş, M, S", arapça'da "Şems" olarak okunuyor; güneş mânasında. Arapça okuyabilen ve yazabilen herkesin kolaylıkla anlayabileceği bir anlamı var. Bunun keşfinden sonra, eğik hatlar alanında binlerce keşif ve fotoğraf yeniden ele alındı. Kolarodo'da derinlemesine yapılan araştırmalar sonunda, bazı Arapça dinî tâbirler ortaya çıkarıldı. Bu tâbirler "La ilahe illallah", "Bismillah", "Muhammedü'r Resûlüllah" gibi kitabeleri içeriyordu. Bunların yanında şahıs isimleri de vardı.
Bu araştırmalar konusunda Bary Fell, sadece kapıyı araladı, bundan sonra gelecek araştırmacılar, bu araştırmalardan daha kesin sonuçlar alacaklardır. Ve yine gelecek araştırmacılar Amerika'da hâlâ yaşayan Arapça dilini ve kültürünü daha iyi keşfedecekler. Bugün kesin olarak bilinen bir şey var, o da Amerika'nın ilk önce Kristof Kolomb tarafından keşfedilmediği ve Araplar'in 1492'den yedi asır evvel bu kıtaya geldikleridir.
Ehlen ve Sehlen Dergisi açıkladı:
Müslümanlar keşfetti Zaman Gazetesi'nin konu ile ilgili haberi.[224]
Mehmet DİKMEN
Pirî Reis ünlü Türk denizcilerinden biridir. 1465 yılında şimdi bir vilâyet olan Karaman'da doğmuştur. Ünlü bir Türk denizcisi olan Kemal Reis'in yeğenidir.
Pirî Reis, dünyada modern haritacılığın öncüsüdür. Çizdiği iki dünya haritasının parçaları, günümüze kadar gelmiştir.
Pirî Reis'in ünlü haritalarının ilki, 513 tarihinde çizilmiştir. 60x85 cm. ebadındaki bu harita 1517 yılında Mısır'da Yavuz Sultan Selim'e takdim edilmiştir.
Haritada İspanya ve Doğu Afrika, Atlas Okyanusu, Amerika'nın o tarihlerinde bilinen parçaları ile Antil adaları bulunmaktadır. Bu tarih, Kristof Kolomb'un Amerika kıtasına ayak basmasından 10 yıl sonra çizilmiş en eski Amerikan haritasıdır.
Piri Reis'e âit ikinci harita ise, 1528 yılırında çizilmiştir. 68x69 cm. ebadındadır. Atlas Okyanusu'nun kuzey sahilleri, Kuzey ve Orta Amerika'nın kıyıları yer almaktadır.[225]
Pirî Reîs'in haritaları 1929 yılında Topkapı Sarayı'nda yapılan genel bir düzenleme sırasında müzeler müdürü Halil Ethem Eldem tarafından bulunmuştur.
1935 yılında Tarih Kurumu, haritalardan birini Yusuf Akçura'nın kaleme aldığı izahları içine alan tanıtıcı bir broşürle bastı. 1939 yılında çeşitli ülkelerin gazetelerinde harita yayınlandı... 1956 yılında, Georgetown Üniversitesi, Piri Reîs'in haritasıyla ilgili radyoda bir açık oturum düzenledi. Oturuma iştirak eden bütün haritacılar, Piri Reis'in haritasının olağanüstü bir keşif yaptığı konusunda fikir birliğine vardılar.
Harita, teknik yönden mükemmellikleri yanısıra, Ortaçağ haritalarında hep var olan eksik ve kusurlardan da uzaktı. Haritada bilinen yerler çizilmiş, bilinmeyen yerler ise boş bırakılmıştı. Bugün ilim çevreleri Pirî Reis haritasını, Kuzey Amerika'nın en eski, en orijinal, ilk ilmî haritası olarak kabul etmektedirler.
Piri Reis haritası, uydular ve uzay gemilerinden çekilen dünya fotoğrafları ile karşılaştırılınca, doğruya son derece yakın olduğu anlaşılmış, bu netice de büyük bir ilgiye sebeb olmuştur. Uydu ve uçağın olmadığı 16. yüzyılda böyle bir haritanın nasıl çizildiği halen merak konusu olmaya devam etmektedir.
Pirî Reis'in haritası ilim adamları tarafından defalarca incelenmiştir. Amerikalı haritacı Arlington H. Mallery ve Amerikan Donanması haritacılarından Walters; Westen gözlemevi yönetmem Mr. Linehamm, bunlardan bazılarıdır. Hepsi de haritaların doğru olduğu tesbit etmişlerdir.
"Science et vie" adlı ilmî derginin Eylül 1960 sayısında şu ifadelere yer verilmiştir.
"Pirî Reis'in yaptığı ilk harita üzerinde Amerika Hidrografi dairesince yapılan inceleme ve araştırmada, bu haritaların günümüzdeki deniz haritalarıyla aynı olduğu büyük bir hayretle tesbit edilmiştir."
Prof. Charles Hapgood ve Matematikçi W. Strachan, harita üzerinde son çalışan bilginlerdendir. Bunlar uydularla çekilen dünya fotoğraflarıyla Pirî Reis'in haritalarını karşılaştırmışlar ve pek çok noktada benzerlik bulmuşlardır.
Hapgood ile Strachan, sırrını çözemedikleri bu gerçeğin içinden, haritaların çok eski ve yapıları belirlenemeyen haritalardan kopya edildiğini söyleyerek çıkmaya çalışmışlardır. O eski haritaların da daha eski haritalardan, onlar da daha eskilerinden alındığını iddia etmek gibi bir garabet göstermişlerdir. İlk ve en eski haritaların ne zaman yapıldığı sorusu cevapsız kalmıştır. Bazıları da en eski haritaların 200-300 bin yıl Önce yaşamış, uzaydan gelen yaratıkların kurduğu dev medeniyetler tarafından yapıldığını ileri sürmüştür. Nitekim Erich Von Daniken, bu haritaların, Pirî Reis zamanındaki imkânlarla yapılmasının düşünce ve mantık dışı (!) olduğunu iddia ettiği "Tanrıların Arabaları" adlı kitabında şöyle demektedir:
"Bu haritaları bu kadar doğru bir şekilde çizebilmenin mümkün olabilmesi için, ya Pirî Reis'in veya yardımcılarının uçabilmeleri ve fotoğraf çekebilme imkân ve kabiliyetlerinin olabilmesi gerekmektedir. Ancak Pirî Reis'in kalyonlarından ve çektirilerinden başka bir vasıtası olmadığına göre..."[226]
Pirî Reis, "Deniz Kılavuzu" sahasında ilk eser olma özelliğini taşıyan ünlü kitabı Kitabü'l Bahrîyye'de Amerika kıtasından şöyle bahsetmektedir:
"Bahr-i Mağrib (Büyük Okyanus), Septe Boğazı'ndan batıya doğru 4000 mil eninde ulu bir deniz olup bu denizin bir ucunda Antilya kıtası bulunmaktadır" (Sh. 77-85).
Kitabın 78. sahifesinde ise, Antilya dediği Amerika kıtasının hicrî 870, milâdî 1465 tarihinde bulunduğunu söylemektedir. Bu tarih, Kristof Kolomb'un Amerika'yı keşfinden tam 27 sene öncesidir. Bu demektir ki, Amerika kıtasının varlığı, Kristof Kolomb'dan önce Müslümanlarca bilinmekteydi.[227]
Prof. Dr. İbrahim CANAN
Batı son asırlarda, dünya çapında elde ettiği, siyâsî ve iktisadî başarıların da te'siriyle beşeriyetin tek medeniyeti olduğuna, bunun da kendisi tarafından temsil edildiğine inanmıştır. Ortaya atılan teoriye göre, insanlığın bidayetinden beri, yeryüzünde, geriye dönüşü olmayan, hep düz istikamette giden tek bir medeniyet hareketi vardır. Bu medenî akış, zaman içerisinde bir memleketten diğer bir memlekete geçip oralarda parlama gösterirse de, farklı bölgelerde müşahede edilen bütün bu medenî tezahürler, bir hat istikametinde giden aynı hareketin ifâdeleridir. Bunlar da bir diyardan diğerine "yayılma" suretiyle geçmiştir. Bugün bu medeniyetin temsilcileri Batılılardır. Bütün dünyaya bu medeniyet hâkim olacaktır, öbürlerine "medeniyet" sıfatı izafe edilemez [228].
Şüphesiz böylesine bencil bir "medenî terakki" anlayışı, Toynbee'nin tescilliyle[229] "Dünya Coğrafyası" adını verdiği bir kitapta, sadece Akdeniz Havzası ile Avrupa'dan bahseden bir yazarın durumunu andırır ve birçok tezadları beraberinde getirir. Burada teferruata girmeden şu kadarını söyleyeceğiz: Beşer tarihinde ortaya konmuş olan her çeşit medeni icad ve keşifleri, kendine bağlı medeniyet cereyanı silsilesi içerisinde görmek isteyen, kendi dışında kalanlara bunu yakıştıramayan bîr espri, hâriçte gördüğü medenî bir fazîleti, ya kendine mâl edebilmek için binbir te'vil ve izahlara girişecek veya bir kısım sathî ve çocuksu yorumlar yaparak sağ duyu sahipleri nezdinde gülünç durumlara düşecektir.
Bu vesile ile, geçen yıllarda, hem ticarî, hem de ideolojik maksadlarla kasıtlı bir propaganda ile hakkı olmayan bir şöhrete kavuşturularak birçok safderunları bir hayli meşgul etmiş bulunan bir kitabı misâl vereceğiz:
Tanrıların Arabaları.
Bu kitap, insanlığı mutlak bir vahşetten başlatarak tedrici olarak tekâmül ettiren ve terakkinin en ileri seviyesini elinde tuttuğunu zannederek, kendi dışında kalanlara medeniyeti, terakkiyi münasip görmeyen Batı zihniyetinin mücessem bir örneğini teşkil etmektedir[230].
Yukarıda hususiyetlerini belirtmeye çalıştığımız örosantrik (Avrupa bencilliği taşıyan) zihniyete sahip bir kimse, günümüzde ilerleyen arkeolojik ve etnolojik bilgilerin mutalarını (verilerini) anlamak ve değerlendirmek isterse, pek tabiî olarak iki durumla karşı karşıya kalacaktır: Ya peşin hükümlerden vazgeçecek, fikirlerim tashihte bulunacak ve geçmiş devirlerde insanların değişik medeniyetler kurduğunu, metodları ve vasıtaları farklı bile olsa ileri teknikler meydana getirdiğini kabul edecek veya örosantrik (euro-centrique) inadında devam ederek elde ettiği bulguları izahta zorluk çekecek ve safsatalara düşücektir.
Sözkonusu kitabın müellifi, maalesef ikinci yolu tutarak, bugünkü insanlığa ayrı bir ced izafe ederek, bunun ibtidâî insanla fezadan gelen devlerin çiftleşmesi sonucu ortaya çıktığını, etnolojik ve arkeolojik çalışmaların ortaya çıkardığı mükemmel eserlerin de fezadan gelen devler tarafından yapıldığını ileri sürüyor. Yine iddiasına göre, mukaddes kitaplarda zikri geçen âsi milletlerin başlarına gelen felâketler, fezadan gelen bu devlerin marifetidir, onların hikâyesinden başka bir şey değildir.
Bir kısım iddialarının cevaplandırılmasını, cedlerinin maymundan olduğuna inananlara bırakarak, bizi ilgilendiren bir iki noktaya temas etmek istiyoruz. Müellifin ilmen ilerlemiş insanlar veya en azından ilâhî vahye mazhar peygamberler tarafından yapılabileceği mazinin hârikalarından biri, 16. asır Osmanlı amirallerinden Pirî Reis tarafından yapılmış olan dünya haritasıdır. Doğruluk ve mükemmelliğinin fevkalâde oluşu sebebiyle, Pirî Reis'e ve onun şahsında insanlığa çok görülen bu eserin izahı sadedinde şu tekellüflü ve çocuksu ifâdeye yer verilir: "Haritaların çizildiği dönemlerde böyle bir teknik bulunmadığına göre, ne yolla çizildiklerini nasıl anlayacağız? Düşünce boyutlarımızı aştığı ve mantık kaidelerine uymadığı için belki hiç aldırmayacağız. Ya da bütün cesaretimizi toplayarak haritaların bir feza gemisinden çekilen fotoğraflar aracılığı ile çizildiğini ileri süreceğiz. Pirî Reis'in haritaları şüphesiz asıllarının kopyasının kopyasıydı. Onaltıncı yüzyılda çizildiklerini kabul etsek bile, nasıl çizildikleri yolunda en ufak bir açıklama yapamayız.."[231]
Aslında müellifin "hârika" olarak vasıflandırdığı herşeyi fezadan gelenlerle izah yolunu tutması, hükümlerinde ikna edici vesikalardan ziyâde zihninde taşıdığı bir kısım peşin hükümlere dayandığının delili olmakta ve müellifin, farkında olmadığı fikrî bir bocalama içinde buluduğu kendi ifâdelerinden anlaşılmaktadır. Meselâ, Peru'da kuru çamurun içinde bulunmuş olan ve fevkalâde mükemmelliği belirtilen bir takvimle alâkalı, olarak: "Bu (mükemmellik) de onu tasarlayan, ortaya koyan ve kullananların bizden üstün bir uygarlık seviyesine ulaşmış olduğunu ispatlamaktadır" yorumunu yaptıktan sonra: "Kendimize olan sonsuz güvenimiz bu ispatı nasıl kabul edecek bilmiyorum"[232] diyerek, Batılı üstünlük psikozunu ortaya koyar.
İşte bu pisikozdur ki, sahiplerini, geçmiş asırları vahşete mahkûm etmeye, onlarda görülen "kemâl"i, "vahşi" ye yakıştıramadığı için izah sadedinde gülünç durumlara düşmeye sevkedecektir: Bir heykel üzerindeki şekillerde okunan bir kısım astronomik bilgilerle alâkalı şu yorum bunun bir örneğidir: "Bu astronomi bilgisini, yapı san'atında bile pek geri olan ibtidâî insanlar mı bir araya getirmişti, yoksa bu bilgi dünya dışı bir kaynaktan mı gelmişti?"[233]
Müellifin içine düştüğü tezadı ele veren bir başka ifâdesi, Tassili'deki (Sahra) bâzı mağaralarda keşfedilen bir resimle alâkalı, der ki: "Resmin beş metre boyunda olması, onu yapan vahşinin hiç de sandığımız kadar vahşi olmadığını açıkça gösterir"[234].
Geçmiş devirlerde yaşamış olan insanların, Batılıların zannettikleri kadar vahşî olmayacakları ihtimâline yer veremeyince, müellifin kafasında sorular çoğalıyor: "... İbtidâi mağara adamları hangi eğitim, hangi öğretim sonucu takım yıldızları tam yerlerine çizmeyi başarmışlardır? Kristal mercekler hangi yüksek tekniğin dükkânından çıkmadır? 1800 santigrad dereceden sonra erimeye başlayan platini kimler eritmiş ve şekil vererek süs eşyası yapmıştır? Boksitten, büyük güçlüklerle elde edilebilen alüminyumu Çinliler hangi bilgilerle çıkarmışlardır?"
Bu çeşit medenî faziletleri sadece kendine mahsus gören örosantrik (euro-centrique) zihniyetin cevabı, kendini gülünç kılacak da olsa şudur: "Bizden önce, yüksek bir kültürün, ya da eşit seviyede bir teknolojinin varlığını kabul edemeyeceğimize göre bir tek nazariye kalıyor: "uzaydan bir ziyaretçi"[235].
Kayd-ı İhtirazı: Burada, hatırımıza gelen bir endişemizi kaydetmek isteriz: Eskiden kalma eserler ve arkeolojik buluntulardan çıkarılan bilgi ve yorumlara ne dereceye kadar güvenebileceğiz? Bunlarla alâkalı olarak verilen mânâlar, yapılan izahlar, bir kısım şahsî tahminler, yakıştırmalar mıdır, yoksa gerçekten doğru mudur? Ne dereceye kadar vak'aya mutabıktır? Meselâ Sahra'da yeni keşfedildiği ileri sürülen resmin eskiliği, bir aldatmaca olup olmadığı nereden malûm? Zira gerek bulunduğu iddia edilen eşyalar ve gerekse bunlardan çıkarılan mânâlar hususunda bizi endişeli ve ihtiyatlı olmaya sevkeden haklı bazı sebebler, ilim adına ilmî maskelerle işlenen sahtekârlıklar, şarlatanlıklar vardır.
Önümüzde böylesi menfi örnekler olduğu müddetçe, gerçekten ilim olan şeyleri bile kuşku ile karşılarsak, hasbî olarak ilmî çalışma yapan kimselerin efkâr-ı umûmiyenin ihtiyatını fazla suçlamamalan gerekir.[236]
Mehmet DİKMEN
Uçmak, yüzyıllar boyunca insanların en büyük özlemi olmuştur. Çevrelerinde kuşların ve kanatlı böceklerin uçuştuklarını görmek, insanları her devirde, uçmak düşüncesiyle meşgul etmiş; zaman zaman bazı girişimlere itmiştir.
Tarihte, ilk uçma denemelerinin İslâm âleminde yapıldığını, bilhassa Türklerin bu konuya yakından ilgi duyduklarını görüyoruz.
Uçma üzerine ciddi çalışmalar yapan ilk ilim adamı, İsmail Cevheri adlı bir Türk bilgindir. Horasan'ın Farab şehrinde, tahminen 950 yıllarında doğmuştur. Çocuk yaşta iken babası ölünce, devrin ünlü bilginlerinden dayısı İbrahim Farabî tarafından büyütülmüş, yetiştirilmiştir. Daha sonra Bağdat'a giderek tahsiline devam etmiştir. Arap gramerine çok meraklı olduğu için bu dilin çeşitli lehçelerini öğrenmek maksadıyla Suriye, Hicaz ve tüm Arap yarımadasını dolaşmıştır. Bu arada Sıhah-ı Cevheri adında meşhur Arapça Lügatini yazmaya başlamış en mûkemmel Arap dili lügatini ortaya koymuştur..
İsmail Cevheri'nin lügat çalışmaları yanısıra aklını taktığı bir mes'ele vardır: Uçmak... Kuşlar ve böcekler kanatlarını çırparak uçtuklarına göre, insanların da aynı şekilde uçmalarına ne mani vardır?
Cevheri, merakını çeken, aklını meşgul eden bu uçuş konusunu derinlemesine tetkike başladı. Kuşları inceledi, büyüklüklerine göre kanat genişliklerini tesbit etti.
Artık uçabileceğine iyice kanaat getirdikten sonra bir gün, iki büyük kapı kanadı ile evinin damına çıktı ve kapı kanatlarını kollarına bağlattı.
Yapılan uçma denemesi şehirde duyulduğu için, evin etrafını kalabalık bir halk kitlesi sarmıştı. Dostları ve akrabaları onu bu işten vazgeçirmek için çok uğraştılar. Fakat İsmail Cevheri kararını vermişti. Mutlaka bu uçma deneyimini yapacak, yüzyıllardır insanlığın rüyasını gördüğü bu idealini gerçekleştirmeye çalışacaktı.
İsmail Cevheri, dostlarının, öğrencilerinin ve halkın meraklı bakışları arasında, kollarına takılan kapı kanatlarını çırparak, kendini damdan boşluğa bıraktı. Ancak, hızla yere düşüp hareketsiz kaldı. Halk koşup başına geldiklerinde büyük Bilginin düşmenin etkisiyle hayata veda etmiş olduğunu gördüler. Tarih, 1010 yılı Ağustos ayının ilk günleriydi. İsmail Cevheri, böylece ilk uçma deneyini yapan ve bu uğurda hayatını veren kişi olarak tarihe geçti.
Ölümünden sonra, yazdığı lügat, Vankulu diye anılan Mehmed Kani Efendi tarafından Türkçeye çevrildi ve 1729 yılında 2 cilt olarak İbrahim Müteferrika'mn matbaasında basıldı...[237]
Anadolu Selçuklu Devleti'nin kurucusu Süleyman Şah'ın oğlu Kılıç Arslan'ı Bizans İmparatoru Manuel Komnen İstanbul'a davet etmişti. İmparator, Kılıç Arslan şerefine hipodromda tantanalı şenlikler düzenlemişti. Bizanslılar bu meydanda bütün hünerlerini gösterirler. Bu esnada Kılıç Arslan'la beraber gelen bir Türk, At Meydanı'ndaki Dikilitaş üzerinden havaya uçacağını bildirdi. Bu adam, Dikilitaş üzerine çıktı. Sırtında gayet uzun ve geniş bir elbise vardı. Bu beyaz elbise, paraşüt gibi şişiyordu.
Gerçekten kısa bir süre havada kaldı, fakat sonra yere düşerek parçalandı. Tarih 1159'u gösteriyordu. Bizans tarihçileri onu Serakino, yani Şarklı diye kaydetmektedirler. Adı bilinmeyen bu Türk de, ilk paraşütçüdür.[238]
Prof. Muhammed Hamidullah'ın ifadesine göre Endülüslü İbn-i Fernas da kanat takıp uçmaya teşebbüs eden ilklerdendir. Bir cihaz icad etmiş ve onunla belli bir mesafe uçmayı da başarmıştır. Ne yazık ki bir kaza sırasında ölmüştür, (vefatı: Hicrî 388).[239]
17. yüzyılda yaşamış bir Türk bilgini olan Hezarfen Ahmed Çelebi, kanat takarak uçmayı başaran ilk insan sayılabilir. Yaşadığı devirde kendisine "bin bir fen bilen" mânâsına gelen hezarfen denilmesi, bilgisinin genişliğini göstermeye kâfidir.
Ahmed Çelebi, kendisinden önce yaşamış büyük bilginlerin eserlerini okuyor, araştırmaları ile ilgileniyordu. Onun en çok alâkasını çeken konu, Beyrunî ve İbn-i Sina ile çağdaş olan (10. yüzyılda yaşamış bulunan) İsmail Cevheri'nin uçuş denemesi idi. Ahmed Çelebi önce, İsmail Cevheri'yi uçuş denemesinde başarısız kılan sebepleri araştırmakla işe koyuldu. Rüzgâr akımlarını, denge unsurlarını hesapladı. Uçmak için kendine kuşlardan kartalı örnek olarak seçti.
O devirde büyük bir spor alanı olan İstanbul'daki Okmeydanı'nda, önce 9 kadar deneme yaptı. Her denemede hatalarını düzelterek kendini uçuracak kanatlara son şekli verdi.
Nihayet bir gün Galata Kulesi'nden bu kanatlarla lodos rüzgârına karşı havalanıp Boğaz'ın mavi sularını aştı ve Üsküdar'a bir kuş gibi süzülerek Doğancılar semtine indi.
Ahmed Çelebi böylece bir çeşit planör uçuşu yapmıştır. Bunun için kendisine ilk planörcümüz diyebiliriz.
Bu hâdisenin görgü tanıklarından biri, Evliya Çelebi'dir. Bu olayın IV. Murat zamanında gerçekleştiğini söylemektedir. IV. Murad 1623-1640 yılları arasında hükümdarlık yaptığına göre, bu başarılı uçuşun bu yıllar içinde cereyan ettiği kesindir.
Bu tarihçiler, uçuşun, IV. Murad'ın saltanatının ilk yıllarına rastladığını söylemektedirler.
Padişah, olayı Sarayburnu'ndaki Sinanpaşa köşkünden seyretmiş, Hezarfen Ahmed Çelebi'yi sonradan bir kese altınla mükafatlandırmıştı. Ancak Ahmed Çelebi, bu mükâfattan gayri, Padişah'tan himaye görmedi. Zira, Çelebi'nin bilgi ve hünerini çekemeyen bazıları, Padişah'ı evhamlandırıp onun Cezayir'e sürülmesine sebep oldular. Bir söylentiye göre de, Padişah, onun saraydaki nüfuzlu, fakat kıskanç adamlarının husumetini çekmeden ilmî araştırmalarını sürdürebilmesi için Cezayir'e göndermiştir.
Hezarfen Ahmed Çelebi, daha sonra Cezayir'de öldü.[240]
Yine IV. Murad'ın padişahlığı sırasında Lagari (Cılız) Hasan adında bir Türk, değişik bir uçuş denemesinde bulunmuştur.
Hâdiseyi, Evliya Çelebi, ünlü Seyahatname'sinde şöyle anlatmaktadır:
"Lagari Hasan Çelebi, Murad Han'ın Kaya Sultan adındaki lekesiz bir yıldızı andıran kız evlâdı dünyaya geldiği gece, bu sevince kendisini kurban etmek istedi. Elli okka (65 kilo) barut macunundan yedi kollu bir fişek icat etti. Sarayburnu'ndaki Padişah'ın önünde fişeğe bindi. Çırakları fişekleri ateşlediler. Lagari: 'Padişahım, seni Allah'a ısmarladım. Ben İsa Peygamberle konuşmaya gidiyorum' diyerek dua ve minnet duygularıyla göğün üstlerine yükseldi. Yanındaki fişekleri ateşleyip denizin üstünü kandil kandil aydınlattı. Göğün çatısında büyük fişeğinin barutu bitip de aşağı doğru düşerken ellerindeki kartal kanatlarını açıp Sinan Paşa Köşkü önünde de denize indi. Oradan yüzerek Padişah'ın önüne geldi. Yeri öptü: 'Padişahım, İsa Peygamber sana selâm söyledi' diye şakaya başladı. Kendisine bir kese akçe bağışlandı ve yetmiş akçeyle süvari yazıldı. Sonra Kırım'da Selâmet Giray Han'a gidip orada öldü. Rahmetli çok sevdiğimiz bir dostumuzdu. Allah rahmet eylesin..."
Lagari Hasan Çelebi'nin göğe yükselmek için kullandığı âlet, ilkel bir füze sayılabileceğine göre, ona da ilk füzecimiz demek yanlış olmaz herhalde.
Endülüslü Abbas bin Fernas, Farablı İsmail Cevheri, Hezarfen Ahmed Çelebi ve Lagari Hasan Çelebilerin başlattıkları uçuş deneme ve çabaları daha sonra Avrupalılar tarafından devam ettirilmiştir. Nihayet 21 Kasım 1783'de Montgolfier kardeşler, Paris yakınlarında yaptıkları balonla ilk havalanış denemesinde başarılı olmuşlar, insanoğlunun yüzyıllardır süren hayalini ve özlemini gerçekleştirmişleridir...[241]
Evliya Çelebi, Seyahatname, c. 1, s. 670, 671, İst. 1314.
Sızıntı, sayı: 37, s. 23-24.
Yıllarboyu Tarih, Haziran 1984, s. 39.
Yıllarboyu Tarih, Kasım 1982, s. 26.
Tercüman Bilimler Ansiklopedisi, c. 1, s. 106-107.[242]
Mehmet DİKMEN
Günümüzden 1200 küsur yıl önce Harran Üniversitesi Rektörü (Başmüderris) ve fizik kimya porfesörü Cabir bin Hayyan, bir fizik dersinde Öğrencilerine şu açıklamayı yapıyordu:
"- Madde, yoğun bir enerjidir. Yunan fizikçilerinin maddenin bölüne bölüne nihayet bölünüp parçalanamaz en küçük bir parçada son bulduğuna ve eşyanın bu sayısız parçalardan meydana geldiğine dair iddiaları yanlıştır. Cüz'i lâyetecezza (yunancası atom) adı verilen parçalanmaz kabul edilen bu nesne de parçalanır ve bundan enerji hâsıl olur. Bu öyle bir güçtür ki, Allah göstermesin, Bağdat gibi bir şehri bile yok edebilir."
Cabir'in, atomun parçalanabileceğim ve bu parçalanmadan dolayı büyük bir enerji ortaya çıkacağını belirten bu sözleri, ancak 20'nci asırda gerçekleşmiştir.[243]
Harran, Osmanlı Devleti'nin Rakka eyaletine bağlı bir ilçeye adını vermiş, çok eski bir yerleşim merkezidir. Tarihi M.Ö.1500 yıllarına dayınır. Harran, Yavuz Sultan Selim tarafından fethedilip Osmanlı Devleti'ne katılmıştır. Bugün Urfa'nın "Akçakale" ilçesine bağlı bir bucak merkezi olup Altınbaş adıyla anılmaktadır.
Abbasiler devrinde Harran'da ilk kuruluş tarihi kesin bilinmeyen ve günümüzde bir kısım kalıntıları hâlâ duran bir Müsbet İlimler Üniversitesi vardı. Burada Matematik, Astronomi, Fizik, Kimya, Tıp, Farmakodinami ve Tabiat ilimleri tedris edilmekteydi. Üniversiteye doğu memleketlerinden olduğu gibi, İtalya, İspanya gibi Batı memleketlerinden, özellikle de Bizans'tan pek çok öğrenci gelirdi.
İşte bu ünlü Üniversitenin rektörü günümüzden 12 asır önce atomun parçalanacağım ileri süren ünlü bilgin Cabir bin Hayyan'dı.
Cabir, Horasan'ın merkezi Tus şehrinde 721 tarihinde doğmuş, henüz küçük bir çocukken Türk olan ailesiyle beraber, Irak'ın Küfe şehrine göçedip yerleşmişti. Abbasilerin hizmetinde uzun yıllar bulunmuş, nihayet Halife Harun Reşid tarafından Harran Üniversitesi Fizik Kimya müderrisliğine tayin edilmişti. Kısa bir süre sonra da buraya Reisü'l Müderrisin (Rektör) olmuştu.
Cabir yaşadığı çağda kimya ilminin en büyük ismi idi. Razi ve İbn-i Sina gibi İslâm âlimleri ondan bahsederken "üstadlar üstadı" derler. XV. yüzyılın ünlü İtalyan bilgini Cardonne de, onu dünyanın gelip geçmiş 12 dâhi insanı arasında sayar. Britannica Ansiklopedisi ise, ondan "İslâm kimyasının babası" diye bahseder. Bacon (1214-1294) ondan hayranlıkla söz eder.[244]
Cabir'in irili ufaklı 826 kitap yazmış olduğu tesbit edilmiştir ki, bu sayı gerçekten şaşırtıcı bir rakamdır. Eserlerinin 112'si uygulamalı fizik ve kimya, 70'i Teorik Kimya, 144'ü madenler fizik ve kimyası ve 5OO'ü teorik ve pratik fizik, kimya, matematik, astronomi ve felsefe konularındadır.
Cabir'den önce Yunan fizikçileri, maddenin bölüne bölüne nihayet bölünmez bir parçada karar kılınacağına inanırlardı. İslâm fizikçileri de bu teoriyi kabul edip atomu, "parçalanmaz" mânâsına gelen cüz'i lâyetecezza tabiriyle Arapçaya tercüme etmişlerdi. İşte Cabir bin Hayyan, asırlardır gelen bu düşünceye karşı çıkmış, atomun parçalanmasının mümkün olduğunu ve bu gerçekleştiğinde de korkunç bir enerjinin ortaya çıkıp her yeri altüstü edebileceğini iddia etmiştir. Bu iddiasıyla o , Einstein'den bin küsur yıl önce, atom fiziği ilminin de temelini atmış oluyordu.
Ona göre, cisimleri teşkil eden atomların kontrol altında parçalanıp değerlerinin değişmesi sonunda, madenleri birbirine dönüştürmek mümkün olabilir. Cabir bu teorisini Kitabü'l-mükteseb fi sanaati'z Zehep adlı eserinde izah eder.
Cabir'in bu eseri, 820 yıllarında yazdığı sanılmaktadır.[245]
Kur'an-ı Kerîm'de atomla ilgili olarak şöyle buyumlmaktadır. "Yerde ve gökte hiçbir zerre (atom) Rabbinden gizli değildir. Bundan daha küçüğü veya büyüğü şüphesiz apaçık bir kitaptadır. " [246]
Görüldüğü gibi maddenin en küçük parçası için Kur'an'da zerre tabiri kullanılmıştır. Zerreden daha küçüğü tabiriyle de atomun daha küçük parçalara bölünebileceğine, dolayısıyla parçalanabileceğine işaret edilmiştir.[247]
Yıllarboyu Tarih, Ağustos 1980, s. 11.
Hayal Tarih Mecmuası, Eylül 1968, s. 68-69.
Yıllarboyu Tarih, Nisan 1980, s. 4.
Müslüman İlim Öncüieri Ansiklopedisi, s. 65.[248]
Mehmet DİKMEN
Asıl adı Ebû'l Ali Hüseyn İbn-i Abdullah İbn-i Sina...
980 yılında Buhara yakınlarındaki Afşan'da doğdu. 5-6 yaşlarında iken babası ile Buhara'ya gitti. İlk tahsilini burada yaptı. Matematik, fıkıh, kelâm, mantık, felsefe dersleri aldı. Daha sonra tıbba merak sardı. Çalışmalarında deney ve gözlemlere büyük önem veriyordu. Genç yaşta ünlü bir doktor olup çıkmıştır. Bir ara Buhara Sultanını yaşlı bir doktorun aracılığıyla tedavi etti. Mükâfat olarak saraya alındı. Buradaki kütüphaneden büyük istifade etti.
Daha sonraları Hemedan Emîrini tedavi etti. Başarısı dolayısıyla vezirlikle taltif edildi. Ancak bir mes'eleden dolayı hükümdarla arası açıldı.
Kaçıp gizlenmek zorunda kaldı, Meşhur eseri Kanun'u bu sırada yazmaya başladı. Yakalanarak atıldığı hapiste de eserini yazmaya, ilmî çalışmalar yapmaya devam etti. Sonra yine kaçtı.
Büveyh Emîri Alâüddevle'nin hizmetine girdi. Burada filozof ve seçkin âlimlerden teşkil edilen bir ilim hey'etine başkanlık etmeye başladı. 57 yaşında iken vefat etti.[249]
İbn-i Sina, yorucu ve sıkıntılı geçen hayatına rağmen 270 kadar eser vermiştir.
Onun en büyük hizmeti tıp sahasında olmuştur. Buluşlarından bazıları şunlardır:
Aristo ve Galien, kanı ruhun karargâhı olarak belirlemişti. İbn-i Sina ilk defa kanın gıda taşıyan bir sıvı olduğunu keşfetti. Küçük ve büyük kan dolaşımlarından söz etti.
Kalbin karıncık ve kapakçık sistemini de yine o keşfetti.
Şeker hastalığında idrardaki şekerin varlığını keşfeden O'dur. İbn-i Sina'nın şeker hastalığı ile ilgili yaptığı açıklamalar, 700 yıl sonra anademi âlimi Thomas Willis tarafından doğrulanmıştır.
İnsanlık, hastalığı teşhis metodunda İbn-i Sina'ya çok şeyler borçludur. O'nun nabız hakkındaki gözlemlerini modern tıp, geliştirmekten başka bir şey yapmamıştır.
Ameliyatta hastaya uyutucu ilâç vermek de İbn-i Sina'nın keşiflerindendir.
Barsak parazitlerinin keşfi de İbn-i Sina'ya aittir.
İlk filtreleme fikri de İbn-i Sina'ya aittir.
Alkolün steril özelliğinden faydalanarak yaraları cerahatsız tedavi usulünü de, O ortaya koydu. Böylece Hipokrat'tan beri gelen yanlış bir tedavi metodunu düzeltmiş oldu. Artık, yaralar, kabuk bağlayıncaya kadar şiddetli ağrılar altında haftalarca bekletilmiyor, sterilize edilerek bir gecede iyileştiriliyordu.
Bugün cerrahide kullanılan pek çok âletleri, 1000 yıl önce İbn-i Sina ortaya koymuştur.
İbn-i Sina, ilâçla tedavi vasıtalarının ruhî tedavi vasıtalarıyla da desteklenmesi fikrindedir. Ruhî tedavinin, hastanın maddî gücünü, hastalığa direncini artıracağını, moralini yükselteceğini ileri sürmektedir.
İbn-i Sina, Avrupalılara koruyucu hekimlik ve ilâç bilim sahalarında da asırlarca ustalık ve hocalık yapmıştır.
İbn-i Sina, kadın hastalıkları ve doğum sahasında da yıllarca otorite olarak kabul edilmiştir.[250]
Batı dünyası, İbn-i Sina'yı büyük üstad sayarlar ve Avicenna diye anarlar. Eserleri, gerek bilgi, gerekse fikir bakımından Batı âlemini çok derin şekilde etkilemiştir. Ve bu etki yüzyıllar boyu devam etmiştir.
Doğumunun 1000. yılı bütün dünyada İbn-i Sina yılı olarak kabul edilmiş, eserleri ve fikirleri yeniden incelemeye alınmış, Unesco tarafından bu konuda seminerler ve sempozyumlar hazırlanmıştır.
Bugün Paris Tıp Fakültesi'nin büyük holünde îbn-i Sina'nın resmi asılı durmaktadır. Bu da O'na verilen değeri göstermektedir.
Amerikalı İlimler Tarihi araştırmacılarından Will Durant şöyle demektedir:
"Ortaçağda İbn-i Sina, tıp yazarlarının en büyüğü, Razi en büyük doktor, Beyrunî en büyük astronom, İbn-i Heysem en büyük optik âlimi, Cabır de en büyük kimyager idi."[251]
Yıllarboyu Tarih, Şubat 1981.
Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi. Tercüman Bilimler Ansiklopedisi.
Avrupa Üzerine Doğan İslâm Güneşi, Dr. Sigrid Hunke.
Zafer, İbn-i Sina, sayı: 53.[252]
Mehmet DİKMEN
Bilimler tarihinde, mikrobun hastalık sebebi olarak keşfi XIX. asırda Fransız âlimlerinden Pasteur'e izafe edilirse de, mikrop aslında XV. yüzyılda keşfedilmiştir. Ve kâşifi de, büyük bir İslâm bilgini ve hekimi olan Akşemseddin'dir.
İstanbul'un fethinde Türk ordusunun maneviyatını takviye ve idare vazifesiyle Sultan Fatih'e refakat etmiş olduğu için Bizans'ın manevî fatihi sayılan bu kahraman bilgin, milâdın 1389 tarihinde dünyaya gelmiş ve 1459 tarihinde 70 yaşında Göynük'te vefat etmiştir.
Akşemseddin dinî ilimlerde olduğu gibi tıbbî ilimlerde de büyük bilgiye sahipti. Hastalıkların teşhisini yanılmadan koyar, ilâcını da bizzat kendisi hazırlardı. Bitkiler üzerinde geniş araştırmaları vardı.
Akşemseddin, o yıllarda binlerce kişinin ölümüne sebeb olan bulaşıcı salgın hastalıklarla da yakından ilgilenmişti. Resûlüllah Efendimizin, "Ölümden başka her derdin devası vardır" sözleri kendisine rehberlik etmekteydi. Hastalığın tedavisi, hiç şüphesiz hangi yollarla bulaşıp yayıldığının tesbitine bağlıdır. Akşemseddin bu konuda, araştırmalar yaptı. Sonunda "Maddetü'l Hayat" adlı eserinde şu neticeye vardı:
"Hastalıkların insanlarda teker teker ortaya çıktığını sanmak hatalıdır Hastalık insandan insana bulaşmak suretiyle geçer. Bu bulaşma gözle görülemeyecek kadar küçük, fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur."
Bu ifadeleriyle Akşemseddin mikrobun tarifini yapmış, her türlü hastalığı gözle görülmeyecek kadar küçük canlıların meydana getirdiğini, dünyada ilk defa ileri sürmüş oluyordu. Mikroskobun 17. yüzyılın yarısından sonra keşfedildiği hatırlanırsa, Akşemseddin'in bu fikirlerinin değeri daha iyi anlaşılır. İsmail Hami Danişmend "Tarihî Hakikatler" adlı eserinde bu hususta şunları söyler:
"Akşemseddin'in mikroplar hakkındaki izahatı bir nazariye değil, tecrübeye dayanan bir keşif mahiyetindedir.
Maddetü'l Hayat adlı tıbbî eserinde hastalıkların vücuda giren bir takım görünmeyen tohumlardan hâsıl olduğunu, kuluçka devirleriyle yani vücuda girişlerinden hastalığın meydana çıkışına kadar geçen süreleriyle beraber tesbit ve izah ederek bakteriyoloji ilminin esaslarını kurmuştur.
Bu kuluçka devrelerini tesbit edebilmek için, teçrübî sahada çalışmış olmak gerekir.
Fakat acaba nasıl çalışmış ve ne gibi âletlerden istifade etmiştir? Bunların tamamiyle tesbiti kabil değildir. Netice itibariyle Akşemseddin Hazretleri, yalnız Türk tababet tarihinde değil, dünya tıp tarihinde de çok büyük ve nurlu bir şahsiyet olmuştur."[253]
Akşemseddin'den 400 yıl sonra, Fransız kimyacısı ve biyoloji bilgini Pasteur (1822-1895) laboratuarında yaptığı deneylerle aynı sonuca ulaşacak, mikrobun hastalık sebebi olduğunu ilim dünyasına kabul ettirecekti.
PEYGAMBERİMİZ VE TIB
İranlı bir hekim Medine'ye gelmiş yerleşmişti. Fakat günler geçtiği halde kimse viziteye gelmiyordu. Medine'de başka hekim de yoktu. Bugün işsizlikten çok sıkıldığını, geri dönmek istediğini Peygamberimize (s.a.v.) bildirdi. Peygamberimiz de ona; "Ben ve Ashabım hasta olmuyoruz, öyle ise gıdebilirsiniz" dedi. Hekim Peygamberimizden (s.a.v.) bu hasta olmamasının sebeblerini kendisine açıklamasını istedi. Peygamberimiz de, bunun sebeblerini, İslâm Dini'nin prensiplerinde aramak lâzım geldiğini söyledi ve buna uyarak. "Ben ve Ashabım sofraya acıkmadan oturmaz, doymadan kalkarız," dedi İranlı hekim "Beni irşat ettiniz. Demek ki İslâm Dini sizi hastalıklardan korumaktadır. Bu dini bilmeyen benim vatandaşlarımın niçin çok hastalandıklarını şimdi anladım," dedi ve memleketine avdet etti.
Osmanlı prenslerinden meşhur Said Halim Paşa'nın hâtırasında şöyle bir fıkra anlatılmaktadır:
Bu hastalığa müptela olan Prens'e Avusturya'da meşhur bir doktor tavsiye ederler. Prens kalkıp oraya gider. Sefarethanede misafir edilir. Türk elçisi, doktorla temas kurarak Prens'i hangi gün muayene edebileceğine dâir randevu ister Prens muayenehaneye vardığında pek çok insanların sıra beklediğini ve gelecek haftaya kadar bütün günlerin dolu olduğunu görür.
Fakat bu sırada hır arka kapı açılarak, bir uşak, doktorun Prens'i beklediğini söyler. Prens bu kapıdan içeri girince doktoru selâmlar ve memnun olduğunu söyler Doktor ise şöyle konuşmaya başlar:
Sayın Prens, sizi elçiniz tavassut etti diye ve prens olduğunuz için içeri aldığımı zannetmeyiniz, sizi sadece Müslüman olduğunuz için, benim üstadım olan muhterem Peygamberinizin hatırı için bekletmediğimi bilmelisiniz, der ve şöylece ilâve eder: Beni böyle meşhur bîr doktor yapan sizin Dininizin ve Peygamberimizin koyduğu prensiplerdir der ve yukardaki hâdiseyi tekrarlar ve su hadîs-i şerifi de ilâve eder:
"Mide (çok yemek, vakitsiz yemek) hastalıkların evidir. Perhiz de baş ilâcıdır."
Em. Vet. Mehmet Afşin, Hakses, Mayıs 1970.
Pasteur'un en önemli buluşu hiç şüphesiz kuduz aşısıdır. Pastör bu aşıyı kuduzlu tavşan omirliklerinden elde etmiş ve 1884 yılında ilk olarak köpekler üzerinde deneyerek başarı elde etmişti. Pastör'ün kuduz aşısını insan üzerinde denemesi 1885 yılında gerçekleşmiştir.
Kuduz aşısının keşfi, bütün dünyada büyük yankılar uyandırdı. Asırlardır tedavisi imkânsız bir hastalık olan kuduza karşı korunma aşısının bulunması, gerçekten büyük hâdise idi.[254]
Osmanlı Devleti, Avrupa'daki, tıbla ilgili gelişmeleri anında değerlendirmeyi bilmiş; her türlü yenilikleri geciktirmeden yurdumuza getirmiştir. Bu hususta bilhassa Sultan II. Abdülhamid Han'ın teşvik ve destekleri büyük rol oynamıştır.
Sultan Abdülhamid Han, Pastör'ün kuduz aşısını insana uygulayıp netice almasından bir yıl sonra, Mekteb-i Tıbbiye hocalarından 3 kişilik bir ilim hey'etini derhal Paris'e göndermişti.[255]
İşin daha da enteresanı, Sultan Abdülhamid, bu hey'etle birlikte Dr. Pastör'e, I. dereceden mecidiye nişanı ile 10.000 Fransız Frangı tutarında bir bağışı, Enstitü kurma çalışmalarına destek olmak üzere göndermişti.
Böylece, 1888'de resmen kurulan ünlü Pastör Enstitüsü'nün açılmasına yardım edenlerin arasında, büyük bir pay da Sultan Abdülhamid'e ve dolayısıyla Osmanlı Devleti'ne âit oluyordu.
Paris'ten 1887'de yurda dönen hey'et, yalnız kuduz aşısını değil, bakteriyoloji alanındaki en son yenilikleri de öğrenmiş bulunuyordu.
1893 yılında İstanbul'da çıkan salgın bir hastalığın kolera olduğu kesin şekilde anlaşılınca, mevcut kuruluşlardan faydalanmanın yanısıra, Pastör Enstitü sü'nden de yardım istenmişti.[256]
1893'ün Eylül'ünde bir Fransız uzman İstanbul'a geldi. 3 ay kadar kalıp Paris'e dönerken, yerine başka bir uzman gönderildi. Bu uzmanların teklifi ile, 1894 yılında, Tıbbiye'nin bahçesinde yapılan ek binada ilk Bakteriyoloji müessesesi kuruldu. Bu yer, araştırmalara kifayet etmeyince, Nişantaşı'nda bir konak tâdil edilerek bu müesseseye tahsis edildi.
Bakteriyoloji alanındaki çalışmaların, zaman zaman bazı ilim adamlarımızın hayatına mal olduğu da olmuştur. Fakat buna rağmen, Türk ilim adamları, halkın sağlığı için her türlü çalışma ve fedakârlıktan geri durmamış, ilmî araştırmalardan geri kalmamıştır.[257]
İsmail Hami Danişmend, Tarihî Hakikatler, c. 2.
Time Life, Sağlık ve Hastalık.
Yıllarboyu Tarih, Ekim 1980.
Yıllarboyu Tarih, Nisan 1980.[258]
Mehmet DİKMEN
Türkistan'ın Hive şehrinde 973 yılında doğan Beyrunî, hayatı boyunca 113'ten fazla eser kaleme almıştır. Geometri ve Trigonometri'de büyük bir varlık göstermiştir. Fakat o, asıl başarısını, astronomi alanında ortaya koymuştur. Yıldızların uzaklığını, yüksekliğini ve açılarını tesbite yarayan usturlab denilen ölçüm âletlerini geliştirmiş; bunun yanısıra yeni yeni âletler yapmıştır.
Beyrunî, kendi yaptığı âletlerle, dünyanın çapını ve ekliptik eğilimini de doğruya çok yakın bir şekilde hesaplamıştır. "Kanunu'l-Mes'udi fi'l hey'e ve'n-nücum" adlı eseri, dünyada yazılmış ilk astronomi kitaplarından biri sayılabilir.
Beyrunî'nin bilinmesi gereken önemli bir yönü de, Kâinata âit kendinden önceki görüşleri sarsması, dünyanın kendi ekseni etrafında ve güneşin çevresinde döndüğünü, Kopernik ve Galile'den 500 yıl kadar önce, ilmî bir şekilde açıklamasıdır.
Bu konuda, Dr. Sigrid Hunke şöyle demektedir: "Daha 1000 senesinde Beyrunî, Kopernikvâri dönüşü izah etmişti. Batı bunun farkına varmadığı için, bu açıklama, astronomi ilmine âit düşünce sahasında kaldı. Beyrunî'ye göre, gündüz ve gece değişikliğini yapan güneş değildi. Aksine kendi ekseni etrafında dönen, gezegenlerle birlikte güneşin etrafını da dolaşan Dünya idi. Dünya, gezegenlerle birlikte yer değiştirmekte, güneşin etrafında bir devri tamamlamaktaydı. Kopernik'in eserinin ortaya çıkışından çok önce ortaya atılan bu ateşli iddia, Hristiyan düşüncesine ve İncil'in sözlerine aykırı düştüğünden "Hristiyan Batı", bu iddiayı kabul etmedi. Yüzlerce yıl sonra, ne Kopernik, ne de astronom arkadaşları, Hristiyan dinine aykırı düşen bu iddiayı, karşılaştıkları gizli açık baskılar bir yana, teleskop olmaksızın mevcut gözlem aletleriyle isbat edebilecek durumda değillerdi. Onun için toplumun tasvibini sağlayıncaya kadar, aradan bir asırdan fazla bir zaman geçmesi gerekmişti. Oysa Beyrunî'nin olağanüstü açıklaması, o zaman ne kadar az yardımcı araçlara dayandırılmıştı."[259]
Polonya'nın Torun şehrinde 1473'te doğan Kopernik, 18 yaşında Crocovia Üniversitesi'ne girdi. Burada tanıştığı ünlü astronom ve matematikçi Albert Brudzewski'nin te'siriyle astronomiye karşı büyük bir ilgi duymaya başladı. Daha sonra Polonya Üniversitesi'nde hukuk öğrenimi gördü. Tahsilini tamamlayıp memleketine geri döndüğünde, bir köye çekildi. Yakından ilgi duyduğu astronomi ile ilgili çalışmalara girişti. Gözlemevi olarak kullandığı bir kaleye, bazı astronomi âletleri yerleştirerek çeşitli gözlemlere başladı. Bu çalışmalar neticesinde, o günkü Batı'nın astronomi anlayışını kökünden sarsacak meşhur eserini kaleme aldı. "Gökkürelerin Dönüşü" adlı bu eserinde Kopernik, dünyanın kendi etrafında ve güneşin çevresinde döndüğünü ve bu dönüşü bir yılda tamamladığım söylüyordu. Dünya gibi diğer gezegenlerin de güneş etrafında döndüğünü iddia ediyordu. Ne yazık ki Kopernik, bu konudaki ilmî açıklamalarını serbestçe neşredemedi. Eserini kendi el yazısı ile yazıp, güvendiği bir bilgin arkadaşına gönderdi. Israrlara rağmen, göreceği tepkilerden çekinerek, bu kanaatini 30 yıl gizlemek zorunda kaldı. Nihayet bir gün yakın bir arkadaşı, onu eserini neşir konusunda ikna etti. Yine de Kopernik, kiliseden ve çağının sözde aydınlarından öylesine korkuyordu ki, yazdığı önsözde: "Bu kitabı dilerseniz okuyun, ama içindeki görüş ve iddiaları ciddîye almayın." cümlesine yer veriyordu.
Eserin ilk baskısı eline geçtiğinde, Kopernik son anlarını yaşıyordu. Gerçekten de 3-5 suskun ilim adamının dışında, Kopernik'in bu iddialarım ciddiye alan pek çıkmadı.[260]
Galile, 1564 yılında, İtalya'nın Piza şehrinde doğdu. 1581'de girdiği Piza Üniversitesi'nden 1589'da mezun oldu. Burada yardımcı profesör olarak göreve başladı.
Galile, Kopernik'in fikirlerini öğrenmişti. Ona hayrandı. Fakat kilise, onu "sapık fikirli" olarak ilân ettiğinden, açıktan sahip çıkamıyordu.
Galile çalışmalarını ilerletip kuvvetli deliller bulunca, kanaatlerini açıkça söylemeye başladı. "Kâinatın merkezinin dünya değil güneş olduğunu, gezegenlerin ve dünyamızın güneş etrafında döndüğünü" ileri sürüyordu. Bu iddialara, kilisenin yanısıra, devrin bilgin ve aydınları da karşı çıktılar. Kiliseye göre Galile, İncil'e karşı geliyordu. İncil'deki bir sözün yorumundan, onlar kâinatın merkezinin dünya olduğu sonucunu çıkarıyorlardı. Galile, İncil'in sözünün doğru, fakat yorumunun yanlış olduğunu söyleyerek karşılık veriyordu.
Nihayet, kendisi Roma'ya çağrıldı ve orada Engizisyon Mahkemesi tarafından ortaya attığı görüşlerle dine karşı çıkmak suçundan yargılandı. 22 Haziran 1633 günü, Engizisyon Mahkemesi şu karara varmıştı: "Galile kiliseye karşı işlediği suçları ve küfürleri samimiyetle, temiz bir kalb ve inançla geri almazsa, mahkeme tarafından ömür boyu hapse mahkûm edilecektir."
Yaşlı ilim adamı, kilise hey'eti önünde diz çöktü, titrek bir sesle kilisece küfür sayılan iddialarını bir daha kimseye öğretmiyeceğine ve bunlardan nefret ettiğine dair yemin etti. Kendisine uzatılan ve üzerinde işlediği bütün günahlar teker teker yazılı olan kâğıdı titreyen elleriyle imzaladı. Mahkeme salonundan çıkarken, kendi kendine şu sözleri mırıldandığı duyuldu: "Ben ne dersem diyeyim, dünya yine de dönüyor."
Mahkeme, Galile'yi her ne kadar serbest bırakmışsa da, 8 Ocak 1642'de ölünceye kadar, onu gözaltında tutmaya devam etmiştir.[261]
Galile hakkında verilen mahkûmiyet kararı, yıllar boyu Vatikan ve ilim dünyası arasındaki ilişkilerin gergin kalmasına sebeb olmuştur. Nihayet Papa II. Jean Paul 1979'da Papalık Bilimler Akademisi'nin önünde yaptığı bir konuşma ile, bilim ile inançlar arasında herhangi bir ayrılık olmadığını ifade etmiştir. Beraberliğin bir nişanesi olarak da, Galile'ye itibarının iade edileceğini söylemiştir.
Papa II. Jean Paul, 1980'de çeşitli ilim adamları, din bilginleri ve tarihçilerden oluşan bir komisyonu, Galile dâvasını yeniden incelemek üzere görevlendirmiştir.
Bu komisyon, neticede, kilisenin Galile'yi mahkûm etmekle büyük hata işlediğini kabul etmiştir. Böylece Galile, 350 yıl önce tahkir edilerek mahkûm edildiği kilise tarafından beraat ettirilerek aklanmış, itibarı geri verilmiştir.[262]
Yıllarboyu Tarih, Şubat 1982. s. 4.
a.g. dergi, Nisan 1984, s. 46-47.
Bilim ve Teknik, sayı: 120, s. 14.
Tercüman Bilimler Ansiklopedisi, c. 1, s. 66.[263]
Nezih ÖZOKUR
Tarihi okuyanın hafızası çoğalır derler ama sadece okumak yetmiyor. Bir de, harfler arasındaki boşluğu bile çözebilecek dikkat gerekiyor. Çünkü, bugün olduğu gibi dün de, hain eller oralara kadar uzanmıştır.
Daha yakın tarihte gemiler dolusu arşivimiz, yok bahasına Bulgaristan'a satılmıştır. Buna rağmen yine de elde kalan vesikalar, araştırmalarımız için kâfi gelmektedir.
Nelerin bize ait olduğunu ve nasıl alındığını, tarihin derinliklerine indikçe daha iyi anlıyoruz.
Müslümanlar daha 12. asırda barutun formülünü kesin şekilde tespit etmiş, barut fabrikaları kurmuşlardır. Ve bunu 13. asrın yarısında da roketler için itici madde olarak kullanmışlardır.
O devre âit kitaplarda "Alev püskürterek hareket eden, işleyen ve yanan yumurtalar", "Gök gürlemesi gibi gürültü" yapan roketlerden söz edilmekte ve ilk defa "füze ile harekete geçen torpillerin" şekillerine varıncaya kadar detaylı bilgiler verilmektedir. İşte bunlardan biri, Hasanü'r Rahman adlı Müslüman bilginin 1275 yılında kaleme aldığı "Harp Tarihi" adlı eserdir. Bu asırda ilim adamlarının destekleyicisi, bizzat Sultanlar olmuş, "Güherçile" denilen kimyevî maddenin, tahrip gücünü araştırmak üzere kimyagerler görevlendirilmiştir, lâboratuvarda geceli gündüzlü süren çalışmalar sonunda, birçok kimyevî keşiflerde bulunulmuştur. Bu keşiflerden Avrupa ancak 2 asır sonra haberdar olabilmiştir. O da çok kötü kopyalama usulleri ve İtalyanca tercümeler vasıtasıyle...
Endülüslü Müslümanlar 1325'de İngilizlerle tutuştukları savaşta düşmanlarına toplarla karşı koymuşlardır. Yine 1329'da Fransızlara karşı mermiler ve namlular konuşurken şaşkına dönen Fransa kralının yaptığı tek şey: "Sevgili İsa, beni ve halkımı kurtar!" diye, inlemek olmuştur.
Bunu biz değil onlar söylüyor. Fransız Tarihçisinin savaş meydanındaki hâtıralarından alınmadır.
Yıl 1847. İstanbul Beylerbeyi Sarayı'nda o gün her zamankinden farklı bir canlılık vardı. Salonlar, koridorlar ve merdivenlerdeki bir takım kimseler, ellerindeki tel bobinleri sağa sola seriyorlardı. Devrin Padişahı Abdülmecid (1823-1861) ve saray halkı, merak ve heyecan içinde onların bu hareketini seyretmekteydi.
İnsanların çok uzak mesafeden birbirleri ile temas ve haberleşmesini sağlayacağı söylenen bir âletin tecrübesi yapılacaktı o gün. Amerikalı bir araştırmacı olan Samuel Mors'un bulduğu bu âletin değerini, ne anavatanı olan Amerika'da ve ne de Avrupa'da anlayacak kimse çıkmamıştı. Çaresiz kalan Mors, Müslümanların ilme ve ilim adamlarına verdikleri kıymeti duyarak şansını denemek için İstanbul'a kadar gelmişti.
Eksik olan parçalardan bir kısmım İstanbul'dan te'min etti ve saraya telgraf hatları çekti.
Herşeyin hazır olduğu söylendiği zaman Sultan Abdülmecid'e "Emredin yazalım" denilmiş, Padişah da, "Beklenen gemi geldi mi, Avrupa ne hâl içindedir?" sözlerini verici cihaza yazdırmıştı. Alıcı cihaza kaydedilen bu sözler bir kâğıda yazılıp Padişah'a getirilince, Sultan Abdülmecid hayretler içinde "Maşaallah, maşaallah" diyerek, Samuel Mors'u elmaslı bir madalya ve üzerinde kendi imzası olan bir ihtira belgesi (Patent) ile taltif etmiştir. Yine dünyada ilk telgraf hattı 9 Eylül 1855'te İstanbul Edirne Varna Kırım arasında kurulmuştur.
Tarih 3 Aralık 1719. Lâle devri. Padişah III. Ahmed (1673-1736), şehzadelerinin sünnet düğününü yaptırtıyor. Günlerce süren eğlencelerin 13, günü, deniz rengârenk kayıklarla dolu. Sahil sarayında eğlenceleri seyredenler, birdenbire denizden koca bir timsahın çıktığını görerek şaşkınlık ve hayretler içinde kaçışıyorlar.
Sarayın sahiline yaklaşan dev timsah sahile varınca ağzını açıyor ve içinden, ellerinde pilâv ve zerde taşıyan adamlar dışarı çıkarak Padişah'a yemek ikram ediyorlar.
Eğlence olsun diye yapılan bu timsah, denizaltı gemisinin ilk şeklinden başka birşey değildi. Tersane Başmimarı İbrahim Efendi'nin yaptığı bu denizaltı, Topkapı Sarayı müzesi kitaplığında "Surnâme-i Vehbi" adıyla bilinen (Seyyid Ahmed Vehbi)'nin kitabında kayıtlı olup dünyada denizaltıcılığın başlama noktasına ait ilk vesikadır.[264]
Mehmet DİKMEN
Dünyamızın her tarafında gece ve gündüz süresi 24 saat olarak cereyan etmemektedir. Yeryüzünde, gece ve gündüzlerin aylarca, haftalarca sürdüğü kutup mıntıkaları yanısıra, güneşin batmadan yeniden doğduğu, yani, gecenin hiç bulunmadığı bölgeler de vardır. Buralarda oturanlar her gün 5 vakit namazlarını nasıl kılacaklardır? Oruçlarını nasıl tutacaklardır?
Bu gibi yerlerde namaz kılma mes'elesinde, biri fetva, diğeri ihtiyat ve takva diyebileceğimiz iki görüş vardır.
Birinci görüşe göre: Namazın sıhhati için vakit şarttır. Vakit girmedikçe, namaz mükellefiyeti, tahakkuk etmez. Çünkü fıkıh usûlünün umumî kaidesine göre: "Namazın sebebi vaktin girmesidir. Vakit girmeyince, sebeb yoktur. Sebeb olmayınca da müsebbeb (namaz) olmaz."
Bu hükümden dolayı, kutuplarda ve diğer anormal vakitli yerlerde yaşayan kimseler, hangi vakte rastlarsa o vakit namazım kılarlar. Tahakkuk etmeyen vakit namazını kılmak zorunda değildirler. Kılmadıkları için hiçbir mes'uliyetleri de yoktur. Bu, tıpkı, ayakları kesik bir kimseden, abdestte ayaklarını yıkama mecburiyetinin ortadan kalkması gibidir. Vakti olmayan namaz da mükellefin omuzlarından düşer.
İkinci Görüş: Kutuplar gibi gece ve gündüzlerin anormal uzunlukta olduğu yerlerde, namaz ve oruç gibi ibâdetlerin ifası hususunda, bâzı âlimler, Müslümanları ibâdetlerin feyzinden mahrum etmemek için, ihtiyat ve temkin yolunu benimsemişler, takva cihetini tercih etmişlerdir.
Buna göre, kutuplar gibi anormal vakitli yerlerde oturan kimseler, namazlarını aynı meridyen üzerinde kendilerine en yakın bulunan normal vakitli yerlerin takvimlerine uymak suretiyle kılarlar. Oruçlarını da aynı şekilde ifa ederler.
Bu şekilde düşünen İslâm âlimleri, "Ancak bir sene kadar uzun sürecek Deccal günlerinde namaz vakitleri takdir edilir..." mealindeki hadîs-i şerifin işaretine dayanmaktadırlar. [265]
Görüldüğü gibi hadîs-i şerifte, 1 gün, bir sene kadar uzadığı takdirde 5 vakit namazın normal 24 saatlik vakit üzerinden takdir yoluyla kılınabileceğine ima edilmektedir. Demek ki kutuplarda vakit yok diye namazı terk yerine, takdir yoluyla, namazları 5 vakit kılmak mümkündür. Ve bu daha ihtiyata uygundur. Böylelikle Müslümanlar ibâdetlerin feyz ve nurundan nasibsiz kalmamış olurlar. Kutuplarda takdir yoluyla günde beş vakit namazın kılınabileceğini söyleyenler; güneşin batıp hemen doğması sebebiyle sabah veya yatsı ve vitir namazlarının vaktinin olmadığı yerlerde ise, bu namazların sakıt olmayacağını, kazasının gerektiğini söylerler. Çünkü, her ne kadar namazın sebebi vakitse de, asıl sebeb ve illet, emr-i İlâhîdir. Allah'ın "namaz kılınız" şeklindeki emir ve hitabıdır. Bu cihetle her Müslüman 5 vakit namazla mükelleftir. Vakti olmayan namazlar ise, kaza edilir. İmam-ı Şafiî'nin de içtihadı bu şekildedir.
Oruç ibadetinde de aynı durum vardır. Orucun, sebebi olan ayı görmek mümkün olduğu halde, imsak ve iftar vakitleri taayyün etmemektedir. Bu sebeble, oruç ibadetinin de mükelleften sakıt olacağını söyleyen âlimler olduğu gibi, namazda olduğu şekilde takdir yoluyla oruçların tutulması gerektiğini söyleyenler de vardır.[266]
Arabia'dan Tere: Dr. Tevfik ÖZLÜ
"İkindi namazı, kişinin ruh ve bedenine te'sir eden pek çok hastalığa deva olabilir."
İlk bakışta abartılmış gibi görünmesine rağmen bu iddia, Kahire'de düzenlenen ve Kur'an-ı Kerim'deki tıbbî gerçekler üzerine yapılan "Milletlerarası İslâm Konferansına sunulan bir tıbbî araştırma tebliğinin özüdür.
İkindi namazının deva olabildiği hastalıklar listesinde yer alan isimler şunlardır:
Hipertansiyon, kardionörozis, aşırı şişmanlık, tirozis, habituel abortus (tekrarlayan düşükler), cinsî iktidarsızlık, dismenore (ağrılı âdet görme), psöriyazis, katarakt, astım ve migren.
Sadece ikindi namazının terkedilmesi sebebiyle kişi'ye te'sir eden ciddî hastalıklar var mıdır? Toplantıya bu teori ile gelen Dr. Zübeyr Kerami, buna "kesinlikle evet!" diyor.
Teorisini açıklamak ve buluşunu daha da aydınlatmak için "Arabia" dergisine yaptığı açıklamada Dr. Kerami, İslâm'ı kucaklama kararının sebepleri arasında en başta gelenin, Kur'an'da "salât-ül vusta", ya da orta namaz olarak geçen ve islâm'ın büyük bir mu'cizesi niteliğindeki ikindi namazı olduğunu söyledi. Bu namazdan Kur'an'da iki kere bahsedilmişti. İlki "Bakara sûresinin 238. âyetidir ki, meâlen: "Namaz (alışkanlığınızı) ve özellikle orta namazı titizlikle koruyun) ve Allah'ın huzurunda huşu ile durun" buyurulmaktadır. İkinci âyetin geçtiği "Asr" sûresi ise, bir yeminle başlar: "Velasr; zeval bulan gün hakkı için." Bazı tefsirlere göre buradaki "asr" tabiri ile ikindi namazının vakti kastedilmiştir. "Ne zaman Kur'an'dan bu âyetleri okusam, özellikle niçin ikindi namazının belirtildiği hususunda hayrete düşerdim" diyen Dr. Kerami bu düşüncesine inandırıcı bir cevap aramakla bir süre uğraştı.
Dr. Kerami, Kur'an'da ikindi namazının üzerinde özellikle durulmasının; bu namazın istirahat zamanına rastgelmesi sebebiyle vaktinde kılınmasının çok zor olduğu gerekçesiyle alâkasını kabul etmedi. Zira O'na göre sabah ve akşam namazları da, ikindi namazından kolay değildi.
Dr. Kerami'nin, bulduğu sebeplerden en önemlisi, beyinde bir merkez olan vücudun biyolojik saati ile ikindi namazı arasındaki senkronizmdir (eş zamanlılık). Acil bir durumla karşı karşıya kalındığında gerekli reaksiyonları başlatan kortizon ve adrenalin isimli başlıca iki hormonun ağırlığı bilinmektedir. Bu iki hormon, biyolojik saat içerisinde farklı zamanlamaya sahiptir. İlk plânda bize gerekli olan adrenalindir.
Dr. Kerami, adrenalin te'sirlerini özetle şöyle sıralıyor: "Adrenalin nabzı hızlandırır, kan damarlarını daraltır, aşırı kan basıncına, aşırı ter ve tükrük salgısına sebep olur, kanda alyuvarların sayısını artırır, kanamayı durduran pıhtılaşmayı hızlandırır, ihtiyaç duyulduğunda bütün vücudu devamlı ve güçlü bir aktiviteye hazırlar ve sonunda bütün fonksiyonlar için vücudu normal durumuna (eski haline) getirir."
Ancak adrenalinin tehlikeli bir tarafı da vardır. Yüksek gerilim ve tekrarlayan korku, "psikosomatik" diye adlandırılan ciddî hastalıklara sebep olabilir. (Gerilim ve korku anlarında adrenalin salgısı çok miktarda artmaktadır. Bunun devamlılığı ya da sıkça tekrarı "psikosomatik hastalıklar" diye bilinen bir grup hastalıklara yol açabilir.) Tehlike ve keder gibi durumlar, daha önce bahsedilen reaksiyonları husule getirir.
Dr. Kerami: "Kandaki adrenalin artışının, yukarıda sayılan bütün hastalıklara (hipertansiyon, kardionörozis vb.) yol açan en önemli faktör olduğunu bulduk." diyor. Bunda en önemli nokta, ikindi namazının bu hormon üzerine nasıl bir te'sir yaptığıdır. "Bu namaz, gerçekten büyük bir te'sire sahip" diyen Dr. Kerami, "İkindi namazı, sayılan hastalıklara sebep olan adrenalin isimli hormonun miktarının düşürülmesine yardım eder" dedikten sonra şöyle ilâve ediyor: "Bu hormon kandaki en yüksek seviyesine öğleden sonra saat 3.00 ilâ 4.00 civarında, yani ikindi namazı vaktinde ulaşır."
"İkindi namazı, beynin bir merkezi olan hipokampusu uyararak bir gevşeme (rahatlama durumu) hâsıl eder" ve bu sırada parasempatik sistem uyarılıp sempatik sistem baskı altına alınır. Bu olay, sempatik sistemin aktif olduğu vakitte, diğer bir ifâdeyle ikindi namazı vaktinde olursa büyük önem kazanır. "Sinir sisteminin çoğu kere birbirine zıt yönde çalışan iki kısmı olan sempatik ve parasempatik sistemlerden ilki, yukarıda sözü edilen adrenalin vb. hormonlar vasıtasıyla iş gören bir sistem olup özellikle tehlike ve stres durumlarında vücutta hâkim hâle geçer. Parasempatik sistem ise, vücudun normal fonksiyonlarının devamında rol oynar. (Sempatik sistemin te'sirinin uzun sürmesi, ya da sık sık tekrarlamasının psikosomatik hastalıklara yol açtığını yukarıda söylemiştik.)
Dr. Kerami'nin vardığı sonuç şudur: "Bu namaz ruhî faydalar yanında kişiye tıbbî bir korunma da te'min etmektedir."[267]
PM.'den Tercüme: Ayhan HALAÇ
Hiç bilmediğimiz bir şey hakkında konuşmamalı ve yazmamalıyız. Ben de oruç konusunda bir yazı yazabilmek için, yaklaşık 1 ay boyunca oruç tuttum.
Yazımın başında hemen belirtmeliyim ki oruç, İslâm Ülkelerinin dışında da hızla yayılıyor. Bu konuda birçok kişi araştırma yaparken, hastalıkların önlenmesi için orucu tavsiye eden mütehassıs doktorların sayısı her geçen gün artıyor.
Şu anda Batı Almanya'daki 29 klinikte, oruç ile tedavi yapılıyor. Ve oruç, hemen hemen her hastalığı tedavi ettiği gibi, fazla kiloların da sağlıklı bir şekilde atılmasını sağlıyor. Oruç Mütehassısı olarak bilinen Dr. Hellmut Lützner'e göre oruç, vücudun senelerce depo ettiği zehirleri ve pislikleri dışarıya atmanın en tabiî yoludur.
Ben, bu yazıyı kaleme almadan önce birincisinde 10 gün, ikincisinde ise 25 gün boyunca oruç tuttum ve yaptığım araştırmalarda şu sonuçları elde ettim:
1- Oruç tutan kişi açlık hissetmiyor.
2- Oruç, vücudun ve düşüncenin hassasiyetini artırıyor.
3- Oruç, insanın formunda kalmasına, herhangi bir mâni teşkil etmiyor.
Oruç tutarken, sadece fazla kiloları atmak düşüncesinden hareket etmeyerek, orucun manevî te'sirlerini araştırmak istedim. Zira yeme ve içmenin, insanın bedeni ile birlikte ruhuna da te'sir ettiğini biliyor ve bunlardan sakınmakla, zihin ve ruhun berraklaşacağına inanıyordum.
Oruç, insanlık tarihi kadar eskilere dayanır ve bütün canlılarda, ortak bir özellik olarak göze çarpar. Haftalarca veya aylarca oruç tutmak, tabiattaki birçok canlının hayatında her sene görülmektedir. Ve oruç tutma istidadı olmaksızın canlıların sağ kalması mümkün değildir.
Bugün birçok gelişmiş ülke, bolluk içinde yaşıyor. Fakat bu bolluğa alışmış olmaları yüzünden de artık hiçbir zorluğa cesaret edemiyorlar. Bu ülkelerde aşırı beslenmeden doğan hastalıklar, bir çığ gibi artarak yayılıyor.
Her milletin, kendine has bir yemek listesi bulunur. Ve ailece hep beraber yemek yeme, aile fertlerinin birbirine olan bağlılık duygularını geliştirir. Hattâ iş icabı olarak birbirini daha iyi tanımak isteyenlerin yaptıkları ilk iş, bir restorantda buluşmaktır. İşte bu "belirli vakitlerde aynı yemekleri paylaşma hâdisesinin" güçlendirdiği sevgi ve saygı duygularını, acaba oruçtan daha iyi hangi şey sağlayabilir?
"Dinî bayramların mânevi havasını tatmak için, oruç tutarak hazırlanmak şarttır" diyen Münihli Psikolog Jürgen Von Schedît, sözlerine şöyle devam ediyor:
"Oruç, gelenek olmaktan çıkınca, içindeki gizli kıymetler de yok oluyor. Diğer bir ifade ile insan maddiyata fazla dalınca, maneviyatın kokusunu bile alamıyor."
Herkesin bilmesi gereken bir başka oruç da, hastalanan bütün canlıların insiyaki olarak tuttukları oruçtur. Sıhhatini kaybeden canlılar, yeme ve içmeyi terkederler. Bunun açıklaması şudur: Tehlikeye mâruz kalan vücut, hazım ile uğraşmayı istemez. Çünkü bu hâdise ile, canlının aldığı gıda enerjisinin üçte biri harcanır. Bu sebeple vücut gerekli enerjiyi almayı tercih eder ve bütün gücünü, hastalığa karşı savunmaya yöneltir.
Orucun unutulan kıymetlerini Batı Dünyasına tekrar anlatmakta büyük payı olan Dr. Otto Buchinger (1882-1970) "Şifalı Oruç" adındaki kitabında, bizzat kendisinin büyük bir hastalık neticesinde oruca başladığını yazmaktadır. Tehlikeli bir mafsal romatizmasına yakalanan Buchinger, hastalığın arttığını, kaslarının eriyerek karaciğerinin büyüdüğünü ve safra kesesinin tekrar tekrar iltihaplandığını görünce oruç tutmaya başlamıştır. Buchinger, Alman oruç uzmanlarının en tecrübelisi sayılan Gustav Riedl'in kontrolünde oruç tutmuş ve tamamiyle iyileşerek sıhhatine kavuşmuştur.
Dr. Buchinger, onbinlerce hasta üzerinde yapmış olduğu araştırmalarını şu cümleyle özetler: "Tansiyon düşüklüğü gibi istisnalar hariç, hiçbir hastalık yoktur ki, orucun faydası olmasın veya tamamiyle iyileştirmesin! Oruç, bıçağa gerek duyulmayan bir ameliyattır."
Ben, tutmuş olduğum oruç neticesinde, zihin ve ruhumda şu tespitleri yapabildim:
* Oruç sırasında, daha iyi bir konsantrasyon (düşünceleri bir noktada toplama kabiliyeti) sağladım.
* Vücudumla birlikte düşünce ve his dünyamda, büyük bir hassasiyet elde ettim.
* Günlük streslerimin (gerginliklerimin) azaldığına şahit oldum.
* Yürüme ve bisiklete binme gibi bazı sporlarda, vücut dayanıklığının arttığını farkettim.
Oruç mütehassısı Dr. Lützner de, eski 10 bin metre koşucularından 54 yaşındaki bir sporcunun en iyi derecelerini, 49. oruç gününde elde ettiğni belirtmiştir.
Oruç mütehassıslarından biri olan, bayan Dr. Helga Bühler, "açlık grevi" ile "oruç" arasındaki farkı şöyle belirtmektedir:
"İkisinin arasındaki tek fark, insanın niyetidir. Oruç, pozitif ve istekli bir harekettir. Açlık grevi ise, öfke ve gazaptan kaynaklanır. Bilindiği gibi öfke ve sinirlilik hâlleri mide asidi üretmekte, mide asidi ise acıkmaya sebep olmaktadır. Dolayısıyla oruçlu kişi açlık hissetmezken, diğeri büyük bir açlıkla karşı karşıyadır."
Oruçlu bir insan, yemek yeme telâşesinden kurtulduğu gibi, ikide bir de yemek hazırlamak veya bulaşık yıkamak derdinden de kurtuluyor. Bu arada insan, bambaşka şeylerden kurtulduğunu da anlıyor. Psikolog Jurgen Von Scheidt, bu konuda şunları söylüyor:
"Özellikle kendini eşyaya bağımlı hissedenler için bağımsızlık kazanmak, son derece kıymetlidir. Orucun verdiği bağımsızlık duyguları ile, böyle bir hazineye sahip olmak mümkündür. Oruç ile, esas problemleri bağımlılık olan bütün insanların, uyuşturucu madde müptelâlarının ve alkoliklerin psikoterapi yoluyla tedavi edilmeleri mümkün oluyor."
Dr. Hellmut Lützner, "Oruç Sayesinde Yeni Doğmuş Gibi" adlı kitabında, şu gerçekleri dile getiriyor:
"Oruçlunun hissettiği acıkma safhaları, aslında tedavi seanslarıdır. Bu safhalar, hastalıklı ve zararlı maddelerin dokulardan koparıldığı ve vücutta dolaştığı saatlerdir. Oruç sırasında bazı vücutlarda meydana gelen ağız ve ter kokuları, bu zararlı maddelerin vücuttan atılması sebebiyledir."
Dr. Hellmut Lützner, şöyle devam ediyor: Oruç tutmanın verdiği zevki, sağlamış olduğu şu faydaları öğrendikten sonra, daha iyi tadabilirsiniz.
* Güçlü bir maneviyat.
* Kendi ruh dünyanıza ve vücudunuza karşı, gitgide artan bir alâka.
* Tasavvur ve hatırlama gücünde elde edilen artış.
* Kendinize olan güveninizin sağlanması ve kararların büyük bir soğukkanlılıkla alınabilmesi.
* Tad alma duygusunun güçlenmesi ve oruçtan sonra, çok daha sağlıklı bir beslenmenin elde edilmesi.
Bütün bu sayılan faydaların oruçla elde edilmesi, gerçekten hayret vericidir. Orucun ilk günlerinde ortaya çıkan güçlükler ise, basit bir yolla giderilir. Oruca başlanılan günlerde bol meyve yemek, midede kalan et parçalarının çürümesine mani olmakta, böylece mide bulantısı veya baş ağrısı gibi rahatsızlıklar da giderilmektedir.
Yazımızı Dr. Buchinger'in bir sözü ile noktalıyoruz. "Oruç, bıçağa gerek duyulmayan bir ameliyattır."[268]
Prof. Dr. İbrahim CANAN
Kur'ân-ı Kerîm, İslâmiyetten önce gelip geçen bütün dinlerde değişmez bir esas olarak orucun farz kılındığını bildirmekten başka, arkadan gelenlerin nefsânî arzularına (şehvetlerine) uyarak dünyevî ve uhrevî felâketlere mâruz kaldılarım da haber verir. Çok yemenin zararları hususunda, Hz. Peygamber pek açık ifadelerle az yemeyi tavsiye etmekte ve: "Âdemoğlunun doldurduğu en zararlı kap karnıdır.
Âdemoğluna belini doğrultacak kadar lokma kifayet eder. Eğer Âdemoğluna nefsi galebe çalar da fazla yeme zorunda kalırsa, bu durumda karnını üçe ayırsın; biri yemek, biri su, biri de rahat nefes için olsun..." buyurmaktadır.
Resûlüllah'ın (s.a.v.) biri sabah, biri de akşam olmak üzere günde iki sefer yediği, yemek yeyince de iyice doymadan sofrayı terkettiği rivayetlerde belirtilmiştir. Abdullah İbn-i Ömer, Ashâb'ın doyuncaya kadar hurma bile yemediklerini söyler. Hz. Âişe, Resûlüllah'ın (s.a.v.) vefatından sonra ümmette zuhur eden ilk belâ'nın Tokluk olduğunu söylemiştir.
İslâm âlimleri Sünnette gelen bu tavsiyelerden mülhem olarak, ittifakla, çok yemenin zararlarına dikkat çekerler. Meselâ İbn-i Sina, "Bütün hastalıklar yenilen ve içilen şeylerden ileri gelir" der. Gazâlî: "İnsanoğlunu felâkete atan şeylerin en büyüğü batın şehvetidir. Hz. Âdem ve Havva da bu sebeple cennetten çıktı... Karın, dertlerin ve âfetlerin neşvü nema bulduğu (bitip büyüdüğü) yerdir" der. Âlimlerimiz, Kur'ân-ı Kerim'de geçen: "Yiyin, için, fakat israf etmeyin" âyetini kastederek: "Cenâb-ı Hak tıbbı yarım âyette hülâsa etmiştir" demişlerdir.
Özetle diyecek olursak, Gazâlî, İbn-i Sina gibi İslâm âlimlerinin beslenme hususunda iki prensipte ısrar ettikleri görülür:
1- Hakikî açlık hissedilmeden, yâni iyice acıkmadan yemek yememek.
2- Hakikî iştah mevcut iken, yâni iyice doymadan sofrayı terketmek.
İki yemek arasında hiçbir şey yememek gerektiğini de ayrıca kaydedelim.[269]
Hastalıklara karşı mukavim olmak için çok yemek gereklidir, fikri yanlıştır. Bu fikir, gıda sanayiinin ortaya çıkmasıyla, sanayiciler tarafından ürettikleri mallara fazla sürüm sağlamak için kasden ortaya atılmıştır. Yapılan propaganda ve reklâmlarla iyice zihinlere kazınmıştır. Son derece zararlı bir peşin hükümdür. Sıhhat için yemek gerektiği fikrinin yanlışlığını göstermek zımnında günler ve hattâ haftalarca aç kalan insanlarda kalb, beyin, kan gibi vücudun kıymetli organlarının ağırlıklarında hiçbir kayıp bulunmadığı belirtilir. Yeni bir keşif edasıyla kısaca "açlık yüzünden ölüm yoktur" şeklinde ifâde edilen bu nokta, İslâm âlimlerinin ısrarla üzerinde durduğu bir husustur. Meselâ İbn-i Haldun çok yemeye alışan kimselerin kıtlığa mâruz kaldıkları zaman, az yemeye alışanlara nazaran çok fazla zayiat verdiklerini kaydettikten sonra: "Onları öldüren karşılaştıkları açlık değil, daha önce alışmış oldukları tokluktur," der.[270]
İfâde edildiğine göre vücut, acıktığı zaman, bünyede birikmiş olan zararlı maddeleri ve hatta hücreleri yiyerek temizlemek suretiyle kanser ve verem dâhil her çeşit hastalığa sebep olan dahilî âmilleri bertaraf etmektedir. Bu sebeple Dr. Bertholet oruç için: "Bıçaksız ameliyat" tâbirini kullanmaktadır. İlk günlerde oruçluda görülen ağız kokusu, sözünü ettiğimiz zararlı maddelerin temizlenme ve tasfiye edilmesi sonucu vukua gelmektedir. Daha amiyane bir tâbirle, vücudun yaktığı zararlı maddelerden hâsıl olan duman durumundadır.
Tedavi alâmeti olan bu koku için Hz. Peygamber (s.a.v.), "Nefsimi kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki oruçlunun ağız kokusu Allah katında misk kokusundan daha hoştur" der. Dinî emirlerde birinci hedef Allah rızası olduğu için bütün amellerin manevî yönü, Allah'a bakan ciheti gösterilerek teşvik edilmektedir. Dünyevî tarafı söz konusu edilmez. Namaz, zekât, sadaka, hac gibi bütün ibadetler için daima manevî hususlar gösterilmekte, söz konusu edilmektedir. Bunların dünyevî faydaları, ferdî ve içtimaî maslahatları dahi tazammun ettiğini hepimiz biliriz. Oruç için de durum böyledir. Nasslarda sıhhî yönü hususunda ısrar edilmemiş bulunması yokluğuna delil teşkil etmez. Oruca olan teşvike verilen ehemmiyette her yönü dâhildir.
Orucun diğer ibadetler arasında mümtaz bir yer tuttuğunu şu hadîs-i kudsîden öğrenmekteyiz: Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: "Her hayırlı amel on mislinden yedi yüz misline kadar mükâfat görür. Oruç bundan müstesnadır. Zira o bana mahsustur, onun mükâfatını da ancak ben veririm."
Burada belirtmemiz gereken bir diğer fikir, hastalarla ilgili. İştahı olmayan hastalara zorla yemek yedirmenin sâdece faydasız değil, son derece zararlı olduğu ifade edilir ki, bu vesile ile Hz. Peygamber'in (s.a.v.) iki hadîsini kaydedeceğiz: "Hastalarınızı yemeye ve içmeye zorlamayın. Zira Allah onlara yedirip, içirmektedir", "Birinizin hastası bir şey arzu ederse ondan yedirsin."
Perhizin mühim bir yer aldığı nebevî tababette, hastalara umumiyetle (un, süt ve baldan mâmûl) hafif çorba tavsiye edildiğini son olarak kaydedelim.
"Allah'ın Resûlü'nde sizler için en iyi örnek vardır" (Kur'an).[271]
Cüneyd SÜAVİ
Dakikada yüzlerce mantık işlemi yapan, binlerce bilgi ünitesi depolayabilen bilgisayarlar günümüz insanının en fazla dikkat ve hayranlığını çeken yeniliklerden biridir. Fakat şunu hatırdan çıkarmamalıdır: "Hiç bir zaman, hiçbir kompüter kendi kendine düşünmez. Onun düşünmesi demek, uzmanlarca hazırlanmış emirleri izlemesi ve gereken işlemleri otomatik olarak yapmasıdır." Hangi işlemi nasıl ve ne şekilde yapacağı uzmanlar tarafından tespit edildikten sonra, bu bilgiler kompüterin hafızasına yerleştirilir. Daha sonra kompüter, dakikanın binde biri gibi bir zamanda, çözülecek problem için lüzumlu bilgiyi hafıza kısmı içinden bulur, çıkarır ve lüzumlu matematik mantık işlemlerini yaparak kontrol edip neticeyi gösterir.
Elektronikte olduğu gibi, tabiî ilimler sahasındaki araştırmalar da derinleşmiştir. Bunun neticesinde canlılar alemindeki göz kamaştırıcı sırlar, düşünebilenleri âdeta büyülemektedir.
Isısı kutup soğuğu ile tropikal bölgeler sıcağı arasında değişen her yerde karlı tepelerden tutun da okyanusların derinliklerine varıncaya kadar dünyanın her köşesindeki bütün hayvanlarda görünen hayat faaliyetleri araştırmacıları hayrete düşürmektedir.
Bir arının, yuvasını en dakik ve ince mimarî hesaplara göre yapması, bir örümceğin, ağını en sağlam şekilde örmesi, termit böceği ordularının gökdelenlerini inanılmaz mükemmellikte inşa etmesi, bir tırtıl sineği veya bir sivrisineğin operatör doktor gibi çalışması karşısında hayret etmemek mümkün değil gerçekten. İlk bakışta şuurlu davranış hissini veren bu tarz hareketler, aslında organizmalarda veraset (kalıtım) yoluyla nesilden nesile geçmektedir. Tıpkı göz rengi, vücut yapısı, kanat şekli.. vs. gibi bir karater olup, sonradan kazanılmış değildir. Meselâ: yumurtasından henüz yeni çıkmış ufacık örümcekler, tamamen düzgün örülmüş ağlarını dokumayı, annelerinin nasıl yaptığını görmedikleri halde aynı işi aynı mükemmellikle başarmaktadırlar. Bu mükemmellik insanı hayrete sevkedecektir. Hayret ise hayranlığa...
Hayranlık hissedecek olgunluğa varamamış olan kimseler, çevrelerindeki mükemmellikleri basitleştirmek arzusu içindedirler. Fikirler arzuların üzerine binince, harikuladeliklere basit bir isim verilerek geçiştirilmektedir. Derinlemesine düşünmeyi engellemek için kullanılan bu basit ve soğuk kelimelerden biri de "içgüdü"dür. Bu konudaki düşüncesini Wolfgang Bechtle, şu cümlede özetliyor: "İçgüdü kelimesini kullanmayı sevmem. Bu kelime daha çok insanî bir gurur ifade etmekte, hayrete düşmemizi engellemektedir."
Pekçok şuursuz hayvanların birkaç gün içinde ortaya koyduğu eserler, yıllarca ilim tahsil etmiş ihtisas sahibi ilim adamlarını geride bırakmaktadır. Hayvanlar ölçüp biçmeyi, statik hesaplarına uygun şekilde yuvalarını inşa etmeyi, düşünmeden, otomasyon olarak yapmaktadır. Aynen bir kompüter gibi, kafasının içindeki bölümde programlanmış emirleri takip etmekte ve yapılması icabeden işleri programa göre en üstün şekilde uygulamaktadırlar. Örümcek, mimarlık fakültesini bitirmemiştir. Tırtıl sineğinin cerrahlık öğrenimi yapmasına imkân yoktur. Arı geometri ilmini tahsil etmemiştir. Fakat buna rağmen, bütün bu ilimleri biliyormuşcasına hareket etmeleri, ancak bu hayvanların dünyaya gönderilmeden önce, onların dünya şartlarına göre programlanması ile izah edilebilir.[272]
İlâhî sevk ile hareket eden hayvanları, otomasyon sistemi ile çalışan fabrikalara benzetebiliriz. Fabrikadaki otomasyon sistemi insan eli ile düzenlenmekte ve bilgisayarların yapacakları işlemlere göre programlanması yapılmaktadır. Sistem bu tarzda düzenlenirken, bilgisayarın, nerede, hangi işlemin yapılması için ne çeşit emirler vereceği ayarlanmaktadır.
İmalât hattı üzerinde akış cereyan ederken, bilgisayarlar her an "Bilgi Alış-Verişi"nde bulunmaktadırlar. Alıcı verici telsizle konuşur gibi, işlemi yaptıktan sonra geri merkeze,
Ben şu işi yaptım. Tamam, dercesine bilgi iletmektedir. Bu anda kontrol ünitesi harekete geçmekte ve yapılan işlemi bükere de o kontrol etmektedir. İşlemde bir hata olduğu anda kontrol ünitesi:
Burada hata var. İşlemi geri çeviriyorum. Tamam, der gibi merkeze haber vermektedir.
Herhangi bir hata olmadığı anda, bütün bilgileri toplayan genel merkez,
İşleme devam, emrini vermekte ve sistemin çalışması da böylece sürüp gitmektedir.
Bütün işlem ve kontrollerin, bilgisayarlar tarafından yapıldığı, "imâlat hattı" yanında çalışan hiçbir insanın bulunmadığı sistemlere "Full Otomasyon" sistemi denilmektedir. Full Otomasyon sistemi ile çalışan bir fabrikaya giren bir insanın takdir ve hayranlık hislerinin coşmaması mümkün değildir. "Seri üretim", "yükleme", "boşaltma", "taşıma"., vb. fonksiyonların hiç insan eli değmeden zincirleme olarak yapıldığını gördükten sonra bütün bu fevkalâde faaliyetlerin daha önceden hafızada programlandığını düşünecek ve o programcıyı içinden tebrik edecektir. Çünkü, nerede, hangi işlemin yapılması için ne çeşit emirler verileceğini şuursuz madenî cihazların programlayamayacağı açıktır. Ayrıca otomasyon sisteminin bir gayeye yöneltilmiş olması, her ne kadar fabrikada yönetici görünmese bile, yöneticinin varlığını ortaya koymaktadır.[273]
Bir arı, bir örümcek, bir tırtıl, topraktaki maddeler ve suyun belirli bir kompozisyonundan teşekkül etmiştir. Ne arı, ne örümcek ne de diğerleri akıl ve ilim sahibi değildir. Organizmada yer alan su ve topraktaki hiçbir elementin de ilim ve akıl sahibi olduğunu kabul etmek, zaten mümkün değildir. Yalnız insanlarda ilim tahsil etmek ve ilmin ışığında akıl yürütebilmek kabiliyeti vardır.
Fakat şu da kesindir ki, belirli konularda hayvanlar akıl düzenine insanlardan daha çok yakındır. Âdeta insanlardan daha akıllıca hareket etmektedirler. Meselâ; ortalama 36 günlük ömrü olan arı, bazı Prof.'ların yanıldığı hesapların tatbikatını şaşmaz bir doğrulukta yapmaktadır. Termitler termiraryum denilen gökdelenlerini inanılmaz mükemmellikte inşa etmektedir. Bütün hayvanların kâinat ile olan münasebetlerindeki ahengi sağlayacak program en mükemmel şekilde hazırlanmıştır.
Hayvanların belirli hayat devrelerinde görülen bizi durup düşünmeye sevkeden icraatların programlanmasını acaba kim yapmıştır?[274]
Yoksa ilmi ezelden ebede uzanan , nihayetsiz kudret ve rahmet sahibi olan Allah mı?
Full Otomasyon sistemi ile çalışan bir fabrikanın programlayıcısını tebrik eden her akıl sahibinin, yeryüzündeki sayısız hayvanların akıllara durgunluk veren harika faaliyetlerini programlayan Allah'ı takdir ve tazim etmesi gerekmez mi?
Akıl ve ilimden uzak hayvanların âlimâne, dâhiyane icraatları içgüdü dışgüdü gibi kelimelerle değil, ancak ilâhî program ile izah edilebilir.
Bir talebeme dedim, bir gün söz arasında,
Peki yavrum inşallah!
Hafifçe gülümsedi, hayretle dedi bana:
Siz de inanırsınız demek, hocam, Allah'a,
Ben de gülerek dedim: Yanlış sordun sanırım. Şöyle sormalı îdin:
İnanır mısınız siz de bir şeye ondan başka?
Hayır yavrum inanmam.
Ne bana inanırım, ne sana inanırım. Ne de bu kâinata. İnanırım çünkü ben o bir olan Allah'a.
Birden şaşırdı sordu:
Peki nerde o amma?
Gölünün önündeki Perdenin arkasında.
Prof. Dr. A. N. TARLAN[275]
Hastalığı önleyecek tedbirlerin başında temizliğin geldiğini hepimiz biliriz. Temizlik kaidelerinin çok küçük yaşlardan beri insanlara öğretilmesi lâzımdır. Halbuki hayvanların çoğu ebeveyninden görmemesine rağmen temizlik bilgilerine sahiptirler.
Birçok kimseler ev hayvanlarının dışındaki bütün hayvanları pis zannetmek hatasına düşerler. Gerçekten temiz sayılamayacak domuz gibi istisnai hayvanlara bakıp bütün hayvanları suçlandırmak doğru değildir. Çünkü hükümler istisnai hallere göre değil, ekseriyete göre verilir.
Allah hayvanların hepsini temizlik bilgileri ile birlikte dünyaya göndermiştir. Temizlikle ilgilenmeyen hayvan hemen hemen yok denecek kadar azdır. Ve bu nizam, dünya kurulalıberi devam etmektedir. Meselâ yeraltındaki sarayında yatıp kalkan porsuk, pis hayvanlardan sayılmasına rağmen gerçekte hayvanların en temizlerinden biridir. Kürkünü daima temiz tutmakta ve sık sık değiştirdiği bir yeri hela olarak kullanmaktadır. İninde de zaman zaman temizlik yapmakta ve kirlenmiş samanlarla birikmiş çöpleri dışarıya taşıyarak yuvasına uzak bir yere yığmaktadır.
Kürklü hayvanlar postlarını temizlemek için çok kere garip usullere başvururlar. Meselâ; tilki, ağzına koca bir yosun demeti almakta ve bununla suya girmektedir. Bütün vücudunu yavaş yavaş suya gömmekte, bu arada yalnız ağzı ile ağzında tuttuğu yosunlar dışarıda kalmaktadır. Postundaki bütün pireler bu durumda boğulmamak için yosun demetinin üzerine çıkmaktadırlar. İş bu dereceye gelince, Tilki pireli yosunları atmakta ve temizlenmiş vaziyette soğuk sudan çıkmaktadır.
Filler derilerini temizlemek için çamurların içinde yuvarlanırlar. Hortumları bu arada onlara duş vazifesi görür. Bahçe hortumu gibi vücutlarının orasına burasına su fışkırtırlar. Bazen vücutları çamurla kaplanırsa da kuruyan çamur çok geçmeden dökülür ve bütün pislikleri beraberinde götürür. Arslan, kaplan ve bütün büyük yırtıcı hayvanlar ev kedileri kadar temizdirler. Kürklü küçük hayvanların çoğu, vakitlerinin büyük bir kısmmı tuvaletlerine ayırırlar. Meselâ sıçanlar, uyanık kaldıkları zamanın yarısında kürklerini dişleri ve ayakları ile sistematik bir surette temizlemekle meşgul olurlar.
Foklarla gergedanlar kuvvetli masaj taraftarıdırlar. Bu maksatla taşlara sürtünerek vücutlarını zamanla ayna gibi cilalarlar. Samur, yaşlı ağaç gövdelerinin içinde kendine bir oyuk oymakta ve güzel kürkündeki son toz taneciği de düşünceye kadar bunun içinde yuvarlanmaktadır.
Dişleri olan bütün hayvanlar ağızlarının bakımına önem verirler. Kurdun dişleri çirkin bir sarı renkte olabilir. Ama bu renk, o dişlerin tabii rengidir. Yoksa daima temiz tutulan bu dişlerde besin artığı ararsanız bulamazsınız.
Tuvaletlerine özellikle düşkün olan kurtlar, tüylerini pirelerden ve bitlerden temizleyen toz banyosu yaparlar. Hemen hemen bütün kuşlar suya girerek yıkanmakta ve esaret hayatında dahi bu alışkanlıklarından vazgeçmemektedirler. Ayrıca kuşların çoğunun kuyruk çevresinde küçük bir yağ guddesi vardır; Hayvan yıkanıp temizlendikten sonra, bunun sayesinde tüylerini yağlayıp yumuşatır.
Kuşların yuvalarının temizliğine de diyecek yoktur. Yuvasını pisleten kuş yoktur denilse yeridir. Yavrularının temizlikle ilgileri olmadığı müddetçe, anne bunların pisliğini gagasıyla toplar ve yuvasından aşağıya atacak yerde biraz öteye uçtuktan sonra yere bırakır.[276]
Hastalandığınız veya yaralandığınız zaman ne yaparsınız? İlk yapılacak iş muhakkak ki bir doktora veya bir hastahaneye müracaat etmektir. Ayrıca bu gibi hallerde hayvanların neler yaptığım düşündünüz mü? Onların kendilerini muayene edip tedavi edecek doktorları yoktur tabii. Fakat yapılması gerekeni de en güzel şekilde yapabilirler. Çünki yaratılışları ile birlikte, hastalıklardan korunma ve tedavi hususunda ihtiyaçları olan bilgilerle programlanmışlardır. Büyük bir hayvanat bahçesinin müdürü şöyle demiştir: Hayvanlardan birisi hastalanır da rahatsızlığının ne olduğunu anlayamazsak, doğup büyüdüğü memlekette yetişen her türlü bitkiyi getirip önüne koyarız. O çoğu zaman kendisine lâzım olan ilacı bulur çıkarır, onu yer ve iyileşir. Ancak bu usul fayda vermediği takdirde veteriner çağırmayı düşünürüz.
Tabiat alimleri, hayvanların hastalık veya yaralanma karşısında çok mantıkî davrandıklarını ve tatbik ettikleri metodların da en modern tıbbî buluşlar ayarında olduğunu belirtmekteler. Doktor Wilbur Pearson'a göre: Hayvanlar en amansız hastalıklarla ne şekilde mücadele etmek gerektiğini mükemmelen bilmekteler. Meselâ doktorlarımız vitaminin vücuda lüzumunu yeni yeni anladıkları halde, onlar vitaminlerden çoktandır faydalanmaktaydılar. Hayvanlar bundan başka güneş ışınlarının bazı ağrılara ne kadar faydalı olduğunu bilirler. Bazı hallerde de dinlenmenin ve gölgenin lüzumuna göre davranırlar. Temizlik hususunda hassasiyetle durmakta, kırılmış kemikleri yerine koyabilmekteler.
İlkbahar gelince bütün hayvanlar; inekler, koyunlar, atlar, keçiler niçin çayırlara akın ediyorlar dersiniz? Bütün kış boyunca yedikleri samanla artık yetinmez oluyorlar da ondan. Dışarıda bulabildikleri yeşillik az da olsa,bütün gün otlamaktan geri kalmıyorlar. Halbuki ahırlarında kalsalar bütün gün otlayarak aldıkları besini belki de yarım saat içinde yiyebileceklerdir. Fakat bunun bir rolü olmuyor. Acaba hayvanlar yeşilliğin A vitamininin kaynağı olduğunu keşfetmişler mi?
Dr. Pearson'un tetkikleri akılsız hayvanların akıllı insanlardan daha akıllıca ve düzenli bir hayat sürdüklerini ortaya koymuştur.
Yırtıcı bir hayvan, avını parçaladığı zaman, ilkönce karaciğerini yemeyi tercih eder. Karaciğer ise vücudun vitamin bakımından en zengin olan kısmıdır. Aynı zamanda güneş ışığının D vitaminini meydana getirdiğini ve bunun kemik hastalıkları na çok faydası olduğunu da göz önünde tutarlar.
Hayvanların yaratılışları ile birlikte Yaratıcısı tarafından yapılan programa uygun hareket etmeleri hayvanların çok seyrek hastalanmalarının başlıca sırrıdır.
Hayatı büyük ölçüde idare eden bu programlar sayesinde, hastalanan bir hayvan ilk başvurulacak ilacın müshil olduğunun farkındadır. Bir kediyi veya köpeği ot yerken görmüşsünüzdür. Otlar onlara müshil tesiri yapar. Hem et hem de meyve yiyen bir kısım ayıların bildikleri bir cins böğürtlen onlar için en mükemmel müshil ilâcıdır. Ayıların kış uykusundan kalkar kalkmaz ilk yaptıkları iş bu böğürtlenlerden bulup yemektir.
Yalnız bitkiyle beslenen geyikler, sindirim cihazlarının aşırı faaliyetini önlemek için, meşe gibi ağaçların ince kabuklarını ve dallarını yerler.
Hayvanlar gerektiği zaman çok sıkı bir perhiz takip etmesini de bilirler. Ateşi olan bir hayvan derhal serin, havadar, gölgeli ve su kıyısında bir yere çekilir. Orada sessizlik içinde oturarak çok az yer ve her zamankinden fazla su içerler, ateşimiz olunca doktorlar bize de aynı şeyi tavsiye etmezler mi?
Romatizma ağrıları çeken bir hayvan kendine derhal güneşli ve kuru bir yer arar. Doktorların yakın bir zamanda ortaya çıkardıkları bir gerçeği, ısının romatizma gibi hastalıkları meydana getiren toksinleri (zehirleri) vücuttan attıklarını, hayvanlar programlama neticesinde bilmektedirler.
Bazı vahşi hayvanlar ise yaralandıklarında mağaralardaki sarımsı şap parçaları ile yaralarını itinayla ovuşturmakta ve böylece kanamayı durdurmaktadırlar. Çünkü şapın sıkıştırıcı ve kanamayı durdurucu özelliği vardır.
Yılanların en büyük düşmanlarından biri olan mangoların yılanlarla mücadelesi hemen hemen her zaman mango tarafından kazanılmaktadır. Fakat mangonun bazen mağlûp olduğu da olur. Yerli halk zehirli yılan tarafından ısırılan mangonun derhal ormana daldığı ve bazı bitki köklerini panzehir olarak yediğini söylerler.
Hayvanlar alemindeki bu kabil harikuladelikleri içgüdü kelimesiyle bir çırpıda izah etmek mümkün müdür? İçgüdü en kısa tarifiyle "hayvanların doğuştan getirdikleri, ırsi özellikte bir türe mahsus çoğu kere hayati önemi haiz davranış modelleri"dir. Fakat bu tarifle bu davranışlar izah edilebilir mi? Yapılan şey burada, birtakım hayret verici davranışlara bir isim vermekten ibaret oluyor, The World Book Enyclopediae'nin içgüdü ile ilgili maddesinde şöyle deniliyor: "Birçok psikologlar artık anlayamadıkları kompleks davranışlar için içgüdü tabirini kullanmıyorlar. Zira bugün bir davranışın içgüdü olduğunu söylemekle onu hiç de izah etmiş olmadıklarını biliyorlar. Genellikle içgüdü kelimesi 'henüz anlaşılamayan davranışları' ifade ediyor. Filozof John DeweyTin dediği gibi 'bir davranışın içgüdü olduğunu söylemekle; uyku ilacı, uyku getirici özelliğinden dolayı insanı uyutur, demek arasında bir fark yok".
"İnsanların mahiyetini anladıkça büyülendikleri bu program; Dünya ve içindekileri yaratan Allah'ın (c.c.) ilim, hikmet ve iradesiyle yazılmıştır" hükmü, bütün ilmi araştırmaların ışığında açıkça görünmektedir.[277]
Mehmet DİKMEN
İlk insan Âdem (a.s.)dan beri insanlık, birbirine zıt iki yolda yürüyegelmiştir. Bu, kıyamete kadar da böyle devam edecektir.
Bu yollardan biri, iman ve hidayet yolu; diğeri de küfür ve dalalet yoludur.
İnsaf ve vicdan ışığında bakıldığında, bütün güzelliklerin, hayır ve kemâlatın, huzur ve saadetin iman yolunda; çirkinlik, şer, tahrip ve hakka tecavüzlerin de küfür yolunda olduğu açık bir şekilde görülecektir.
Dış dünyadaki bu kutuplaşma ve zıtlaşma, insanın iç dünyasında da cereyan etmekte, duygular ve hisler arasında çatışma şeklinde ortaya çıkmaktadır. Kalp, akıl, vicdan insanı iman yoluna sevkederken, nefis, his, heva ve vehim de inkâr yoluna iterler.
İnsanın iç dünyası bu zıtların çarpışmalarına her zaman sahne olur. Bunlardan hangisi ağırlık kazanırsa, insan o cephede yerini alır, o yolda yürümeye başlar.
Biz bu yazımızda, insanı küfre sevkeden, fikrî sapıklığa (dalalete) düşüren sebep ve sâiklerin mühimleri üzerinde duracağız.[278]
Geçmişte ve günümüzde insanların küfre girmesine sebep olan sâiklerin başında Cehil gelir. Feza araştırmaları yapan insan da eğer Allah'a inanmıyorsa, inanmamasındaki birinci sebep Cehalettir.
Burada kastedilen cehalet, eşyanın var oluşundaki niçin ve neden'i muhakeme eksikliği, basit ve sathî düşünmedir.
Kâfirin cehaletine, cahilce fikir ve iddialarına pek çok örnekler verilebilir.
Allah'ı bilmeyen ve tanımayan cahiller, geçmişte "Allah varsa, biz de görsek ya, niye yalnız Peygamberle konuşuyor, bizimle de konuşsa ya" gibi hezeyanlar söylemişlerdir. Dün Mekke sokağında, okuma yazma bilmeyen bir cahilin söylediği bu gibi sözleri, günümüzde okullarda hocalık yapan bir başka cahil söylemektedir; "Gözümle görmediğime inanmam" demektedir. Cahillerin sözleri hep böyledir. İddiaları hep birbirine benzer. Çünkü, kalpleri birbirinin aynıdır. Kur'an bunu böyle haber veriyor.
İnsanın, gözü önündeki, hatta kendindeki tevhid delillerini, kudret mucizelerini göremeyip, olmayacak şeyler istemesi cehaletine tipik bir misaldir.
Öyle bir cehalet ki, gözüne taktığı gözlüğün bir ustası olduğunu kabul eder de, gözünün yaratıcısı olduğunu düşünemez. Kainatı yaratan tek bir Allah'ı aklına sığıştıramayıp reddeder, Allah'a ait olan sıfatları zerrelere verir, maddeye ezeliyet nisbet eder. Bu ve benzeri pekçok mantıksızlar, hep küfrün cehaletinden ileri gelmektedir.[279]
Kafirin cehaletinin bir sebebi de, taassup ve taklid'dir.
Geçmiş Peygamberler, kavimlerini imana ve tevhid'e davet ederken, karşılarına çıkan en büyük engel, bu olmuştur. Onlar, kavimlerinin taassubu ve atalarının sapık inançlarına körükörüne bağlılıkları ile ciddi mücadele vermişlerdir.
Kur'an'da da bu husus üzerinde önemle durulur. Yanlışlığı vurgulanır.
Amr Bin Asa, bir gün: "Sen akıllı bir adamsın, İslamiyeti kabulde gecikmene ne sebep oldu?" diye sorulmuştu. Amr Bin As'ın cevabı düşündürücü ve konumuza ışık tutucudur:
"Biz, bizden önceki kuşaktan yaşlı tecrübeli, bize hâkim bir toplulukla bir arada bulunuyorduk. Onlar karşılıklı dağlar arasındaki bir dağ yolunu tutup gittiler. Biz de oraya çıkıncaya kadar onlara uyduk. Onlar Peygamber (a.s.m.)ı inkâr ettiler. Onlarla birlikte biz de inkâr ettik. O zaman yaptığımız iş üzerinde hiç düşünmedik. Sadece onları taklid ettik. Onlar ölüp gidince, işler bize kaldı. Kendimiz düşünüp karar vermek zorunda kaldık. Peygamber (a.s.m.)ın işine bizzat bakıp doğruluğunu anlayınca, İslâmiyet sevgisi kalbimize düştü..."
Günümüzde de durum değişmiş değildir. Çağdaş inkarcılar da, kendilerine büyük tanıdıkları, üstad kabul ettikleri şahısların ilkelerine, doktrinlerine, ideolojik fikirlerine, taassupla bağlı, körükörüne sâdıktırlar.[280]
İnsanların iman yoluna girmelerine mâni olan ikinci husus, kibir'dir.
Şeytanın Hak'tan sapmasına, rahmetten kovulmasına, bu duygu sebep olmuştur.
Kibir; büyüklenme, kendini yüksek görme hissidir. Aslında bu duygu, kişiye, mensup olduğu cemaati ve o cemaatın izzetini, haysiyetini, dinini, mukaddesatım ve güzel gördüğü insanî değerleri üstün tutması için verilmiştir. Fakat kişi, bunu kötüye kullanır. Hakkı yüceltecek yerde hakkın inkârına alet eder. Kibir duygusunun asıl yeri, Allah hesabına, bütün kâfir ve inkarcılara karşı üstün olmak, imanın izzetini korumak uğrunda hiç kimseye baş eğmemektir. Fakat tefekkürsüzlük, düşüncesizlik, gaflet yüzünden insan bu duygu ile şirazeden çıkar, Allah'a ve Resulüne isyan bayrağını açar. Nitekim Nemrud'un ve Fir'avun'un kibri, onları, Allah'a karşı üstünlük taslamaya sevkederken; Ebû Cehü'in kibri de onu Hz. Peygamber'e karşı kendini üstün görmeye sevketmiştir.
Rivayete göre Musa (a.s.) Fir'avun'a:
İman et, mülk ve saltanatın sende kalsın, teklifinde bulunmuştu. Fir'avun da:
Hâmân ile bir görüşeyim, dedi. Hâmân ona:
Nasıl olur, aramızda tapılan bir rab iken şimdi ibadet eden bir kul mu olacaksın? diyerek Firavunu Allah'a itaattan vazgeçirmiştir.
İnsanın, vahyin bildirdiği ilahî ve Rabbânî hakikatler karşısında kendi cüz'î anlayışına ve aklına güvenmesi; vahyin ışığından, peygamberliğin nurundan müstağni kalması da onu delâlete atan bir çeşit kibir halidir.[281]
İnsanı küfre atan mühim bir sebep de, inhiraf denen duyguların yanılmasıdır. Tıpkı suyun içindeki bir cismi kırılmış gibi yanlış görme, hükmü ona göre verme ve o hüküm üzerinde fikir yürütmedir.
Bu hususu Bediüzzaman Hazretleri şöyle ifade eder: "İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazen batıl eline gelir, hak zannederek koynunda saklar.
Hakikati kazarken, ihtiyarsız dalâlet basma düşer, hakikat zannederek kafasına giydiriyor."
Kişiyi inkarcılığa sürükleyen inhirafın pek çok sebepleri vardır. Mühimlerinden bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:
a- Maddî meselelerle devamlı meşguliyet, insanı maneviyattan uzaklaştırır. İmanî hakikatlara karşı insanı anlayışsız hale getirir. Maneviyattan uzaklaşan insanların ilâhî hakikatleri anlamasını beklemek faydasızdır. Bu bakımdan böyle kimselerin, dünyevî mesleklerinde ne kadar başarılı da olsalar, dine ve imana ait meselelerdeki itirazlarını ciddiye almamak gerekir.
b- Allah Teâlâ'yi yarattığı varlıklara (mahlûkata) kıyas etmek de, mühim bir yanılma ve inkâr sebebidir.
Allah kâinatın yaratıcısıdır. Herşey O'nun mahlûkudur. Usta, eserine benzemeyeceği gibi Kâinatın yaratıcısı da kâinata benzemeyecektir. Meselâ, Selimiye Camii Mimar Sinan'ın eseridir. Onun mimarlık kabiliyeti bu eserde görünür. Fakat Mimar Sinan'ın kendisi Cami'ye benzemediği gibi, onun sıfatları da caminin hususiyetlerine benzemez. Bunun gibi, Cenab-ı Hakk'ın kayıtsız ve hudutsuz sıfatlarını, insan kendi cüz'î ve mahdut sıfatları ile mukayese etmemelidir. Aksi taktirde bu yanlış kıyas, insanı birçok mantıksız düşünce ve sorulara sevkeder.
c- İmânî meselelerin yüceliği sebebiyle, aklın onların mahiyetini tamamen kavrayamayacağını düşünmemek...
Bir şeyin varlığını bilmek başka, mahiyetini bilmek başkadır. Kainatta varlığını bildiğimiz halde, mahiyetlerini bilemediğimiz o kadar çok şey var ki... Mahiyetini kavrayamayışımız, o şeylerin varlığını inkâr etmeyi nasıl gerektirmiyorsa Allah Teâlâ'nın, meleklerin, Cennet ve Cehennem'in mahiyetlerini bilmememiz de onları inkâr etmeyi gerektirmez.
Binaenaleyh, insan, haddini bilmeli, iman hakikatlerini anlamakta dar aklını, kısır düşüncesini ölçü almaya kalkışmamalıdır. Aksi halde, aklıyla kavrayamadığı, beş duygusu ile idrak edemediği herşeyi inkâr etmek cür'etini kendinde görür, "gözümle görmediğime inanmam" gibi safsatalara düşer.
d- Kâfirlerin sayıca çokluğu, onların bazı imânî meselelerin inkarında birleşmeleri de insanı dalâlete atan sebeplerden biridir.
Halbuki, kıymet ve ehemmiyet, sayı çokluğunda değildir. Nitekim, hayvanlar, sayıca büyük bir çoğunluğa sahipken, insan bütün hayvan türleri üstünde hâkim olmuştur. İşte kâfirler ve dalâlet yolunda gidenler de, Allah katında hayvandan daha değersiz, daha aşağıdırlar. Onların sayıca çokluğunun, inkârda birleşmelerinin hiç kıymeti yoktur.
e- Maneviyatta ihtisas sahibi kimselere müracaat etmemek... Bir ilmin münakaşa konusu olmuş bir meselesinde, o ilmi bilmeyen kimselerin, başka bir ilimde ne kadar büyük ve kudretli de olsalar, sözleri geçerli değildir. Meselâ, büyük bir mühendisin, bir hastalığını teşhis ve tedavisinde bir küçük doktor kadar sözü geçmez. Aynı şey manevî meselelerde de geçerlidir. Madde ile çok meşgul olduğundan maneviyattan uzaklaşmış, aklı gözüne inmiş, manevî meseleleri idraki daralmış kimselerin manevî meselelerdeki inkârları geçerli olamaz. Başta Peygamberimiz olarak umum 124 bin Peygamber ve asırlarca yetişmiş büyük âlimler imânî meselelerde ihtisas sahibidirler. O meselelerde onların sözleri dinlenir.[282]
İnsanı küfre ve dalâlete atan sebeplerden biri de zulüm'dür. Yani insanın haddinden tecavüz etmesi, sefahet ve günahlara dalıp boğulması; kalb, ruh ve vicdanını karartması, iman nurunu söndürmesidir.
İşlenen her bir günah, insanın kalp ve ruhunda yaralar açar, iman nurunu karartmaya başlar, insan günahta ısrar ettikçe kalbi, siyahlana siyahlana iman nurunu bütünüyle kaybedecek derecede katılaşır. Bu bakımdan her günah işinde küfre gidecek bir yol vardır.
İşlenen günahların lekeleri tevbe ile hemen silinmezse, kalbi tamamıyle kaplayıp insanı küfre kadar götürebilir.
Günahların insanı nasıl küfre götüreceğini bir misalle açıklığa kavuşturalım:
Gizli gizli günahlar işleyip, haksızlıklar eden insan, bu günahları insanlar bilmediği halde, meleklerin bildiğini düşününce, rahatsızlık duymaya başlar, bu rahatsızlıkla ya dönüş yapar, tövbe ederek, bir daha işlememeye çalışır. (Böyle olursa netice müsbettir, kurtulur.) Ya da meleklerin günahını gördüğünden duyduğu rahatsızlık sebebiyle "Keşke melekler olmasaydı" der. İşte o halet-i ruhiyede meleklerin yokluğuna dair basit bir iddia, zayıf bir delil eline geçse, ona çelik halat kuvvetinde bir delil gibi sarılır ve bu çürük fikre meylederek meleklerin varlığını inkara kalkar.
Bu durumdaki insanlara söylenecek söz şudur: Henüz vakit geçmiş, tevbe kapısı kapanmış değildir. Derhal geçmiş hatalarınıza tevbe edin, günahlarınızdan vazgeçerek ibadetlerinizi yapmaya gayret edin, kurtulmanız mümkündür. Yoksa, sanki ilmî ve fikrî bir hakikati varmış gibi psikolojik bir çöküntünün verdiği değersiz iddialarla inkâra sapar, mes'ud dünyanızı ellerinizle tahrip etmiş olursunuz.[283]
Sinan BENGİSU
Ya Allah ezelidir veya madde... Allah'ın varlığını kabul etmeyen materyalistler maddeye ezeliyet vermek zorunda kalmışlardır. 20. yüzyılın ilim sahasında kâinatın başlangıcı olduğu, ezeli olmadığı ve ebedi olamayacağını ispatlayan pek çok ilmî deliller, inkarcıların temel felsefesi olan materyalizmin idam hükmünü infaz etmiştir.
"Bugünkü ilimden pek az birşeyi dahi hakikaten anlamış olan bir kimsenin materyalizm hastalığına karşı muafiyet kazandığı muhakkaktır" diyor Bawing.
Albert Camus da şu gerçeği kesinlikle ortaya koyuyor:
"Marxizmin hatasız olabilmesi için 20. asrın bütün keşiflerini inkâr etmek gerekecektir. Marxizm bugün ancak Heiesenberg'e, Bohr'a, Einstein'a ve zamanımızın en büyük âlimlerine karşı koymak şartı ile ilmî olduğunu iddia edebilir."
Atomlardan yıldızlara kadar her varlığın hayret verici mekanizmalarıyla beraber şaşmaz intizamları "Bir" olanı, "mutlak ilim ve kudret sahibini" bildirdiği, Allah'ın büyüklüğünün pırıltılarını aksettirdiği halde, Allah'ı inkâr eden kimseler de yok değildir. İlâhî kudretin pırıltılarından doğan tabiatın nereden idare edildiğini anlayamayan ve o pırıltıların nereden geldiğini bilmeyen kimseler madde ve kuvvet ezelidir, şuurludur vs. diyerek çalışmaktadırlar. Meselâ, "Sosyalizm Işığında Bilim ve Din" kitabında şu cümlelere rastlıyoruz:
"Madde hiçbir Tanrı tarafından yaratılmamıştır. Madde ve enerji öncesiz ve sonrasız olarak vardır ve durmaksızın biçim değiştirirler."
Davit Foster'in ise kâinattaki ilim ve irade mahsulü eserleri ve hadiseleri gördükten sonra, idrâki "Allah vardır, kâinatı yaratan O'dur" hakikatini hazmedemeyince ne kadar gülünç duruma düştüğü, kitabına "The Intelligent Universe" "Zekâ sahibi kâinat" ismini vermesinde ve atomların da, gezegenlerin de şuurlu olduğunu iddia ederek "Kâinat şuurlu bir yapıdır" şeklindeki ifadesinde açıkça görülmektedir. Ve yine görülmektedir ki, birtek ilâhı kabul etmeyen kimseler atomlardan yıldızlara kadar herbir şeye ilâhlık vermeye, yâni herbir zerrede mutlak ilim, kudret, ezeliyet gibi sıfatları kabul etmeye mecbur olmuşlardır.[284]
Maddelerin ve kâinatın ezeli olmadığını ilmî deliller ışığında izah eden bir kimsenin karşısında, ekseriyetle materyalistler tarafından klâsik bir sual çıkarılmaktadır. "Madem herşey yaratılmıştır. O halde Allah'ı kim yarattı?"
Bu sual, evvelâ temelde hatalıdır. Çünkü sualler zincirleme sonsuza kadar gider... Ayrıca biz;
Kâinatın, Kur'an'ın, Resûlüllah'ın (s.a.v.) bildirdiği bir Allah'a (c.c.) inanıyoruz.
O'nun için; mekân, zaman, sınır, acizlik, başlangıç, son vs. yoktur. Bütün bunlar madde için, eşya için geçerlidir. Halbuki O (c.c.) ne maddedir, ne şekildir, ne de düşünebileceğimiz başka bir şeydir. O, eşi benzeri olmayan, herşeye hakkıyla kadir olandır.
Şayet bir kimse ezeli olmayan bir Allah'tan bahsediyorsa, kendi kafasındaki Tanrı'dan bahsediyor demektir, gerçek Allah'tan (c.c.) değil... Yunanlıların Zeus'dan bahsetmesi gibi...
Bir kimsenin mimar olabilmesi için çeşitli vasıflara sahip olması gerekir. Bu vasıflar olmazsa o kimsenin mimar mevkiinde olması da mümkün değildir. Hayat, ilim, cüz'i irade gibi sıfatları taşımayan birine mimar denmesi beklenebilir mi?
Kainatın mimarı olan Allah'ın (c.c.), Yaratıcı'mızın da kudsi sıfatları vardır. Kudret sahibidir, Hayat sahibidir, Vücudu zatidir, Ezelidir, Ebedidir, hiçbir şeye benzemez, Gâni'dir, Kerim'dir, Rahim'dir, ilh...
Allah'ın (c.c.) bütün varlıkları yaratması, yaratılmasını (haşa) gerektirmez. Akıl görünen misaller istediği için bu mevzûyu birkaç misâlle daha da açıklığa kavuşturmaya çalışalım.
Bir nefer emri onbaşıdan, o da yüzbaşıdan ve nihayet başkumandan da emri padişahtan alır, "Ya padişah kimden emir alıyor?" şeklinde bir soru sorulmaz. Zira padişah da birinden emir alsa, o da raiyyet derecesine iner ve emir aldığı zât padişah olur. Bu halde birinci şahıs padişah değildir ki: "Padişah kimden emir alıyor?" diye bir soru sorabilelim. Padişah denilince emir veren, fakat emir almayan bir Zât hatıra gelir.
Devir ve teselsülün imkânsızlığını açıklamak için verdiğimiz misâlden anlaşıldığı gibi, bu kâinatın yaratılışının; zâtı, esması ve sıfatlarıyla ezeli ve ebedi olan Allah'a (c.c.) dayanması zaruridir.
Bütün mahlûkat, yaratıp fakat yaratılmayan bir Zât-ı Zülcelâlin kudretiyle "yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine" getirilmişlerdir.
Dünyamız ışığı nereden almaktadır?
Güneş'ten.
Ay ışığını nereden almaktadır?
Güneş'ten.
Merih, Jüpiter v.s. gibi gezegenler ışığını nereden almaktadır?
Güneş'ten.
Peki, Güneş ışığını nereden almaktadır?
Güneş ışığını başka bir yıldızdan almaz. Bizatihi kendisi ışık neşredicisi durumundadır.
Demek ki: Dünya'nın, Ay'ın, diğer gezegenlerin ışığını Güneş'ten alması Güneş'in ışığını başka bir yerden almasını gerektirmiyor. Aynen bu misâl gibi, Allah'ın (c.c.) bütün varlıkları yaratmış olması, yaratılmasını gerektirmemektedir.[285]
İnancımıza mutlaka bir sebep arayan materyaliste vereceğimiz en kısa cevap şu olacaktır:
"Şunun veya bunun için, şundan veya bundan dolayı değil, aslında Allah Var Olduğu İçin İnanıyoruz..."[286]
Vehbi VAKKASOĞLU
18. asrın ortalarında doğan büyük dâhi, edip, şair, ressam, mütefekkir, devlet adamı Goethe; Avrupa Edebiyatında bir devir açan adam olarak tanınır. Fakat onun bilinmeyen ve hatta kasıtlı şekilde gizlenen bir yanı vardır ki, bu da Avrupa'da, özellikle Almanya'da ilk İslâm sempatisini uyandıran kişi olmasıdır. Bir çok Avrupalı onun açtığı aydınlık çığırdan giderek İslâm'ı bulmuştur. Bernard Shaw, bu gerçeği şöyle dile getirir:
"19. asırda Cariyle (Karlayl), Goethe (Göte), Gibbon gibi insaflı ve namuslu mütefekkirler, Hazret-i Muhammed'in dinindeki yüksek kıymeti sezmişler ve bu suretle Avrupa'nın İslâmiyete karşı davranışında bir değişme olmuştur. Daha şimdiden milletime ve diğer Avrupa milletlerine mensup çok kimseler Muhammed'in (s.a.v.) dinine girmiş bulunuyorlar.. Avrupa'nın İslâm'laşmağâ başlamış olduğunu söyleyebilirim."
Alman Müslümanlardan olup İslâm'a büyük hizmetleri dokunan imanlı insan Hacı Ahmed Schmiede de bu gerçeği şöyle anlatır:
"...Biz Alman Müslümanlarının İslâm camiasına ayak basarken eli boş gelmediğimizi, İslâm edebiyatına ölmez Gothe'mizin eserleriyle iftiharla girdiğimizi kaydetmeliyim."
Goethe, İslâm'a karşı ilk alâka ve muhabbeti daha 23 yaşındayken duydu. Teolog Herder'in kendisine verdiği Kur'an tercümesine dair araştırmalar yaptı ve Kur'an'ı tam olarak aksettirmekten çok uzak olan bu tercüme bile onu hayran bıraktı. Hıristiyanların İslam dinine müsamaha ile yaklaşmalarını "nurlandırıcı bir tolerans" olarak gördü.
İslâm'a hizmetkâr bir Alman Müslüman olan Ahmed Schmiede'nin deyimiyle, "Goethe'nin zamanında Müslümanlık hakkında mevcut eserler, dinimizi bitaraf göstermekten çok uzak idi."
Kur'an tercümelerine varıncaya kadar, kaleme alınan her kitapta, Müslümanlık ancak kötüleniyordu. Bu kadar düşmanca tasvirlerin satırları arasından yine de İslâm'ın yüce hakikatini, Kur'an'ın azametini duyabilmek, atılan çamurların arasında pınarın berrak suyunu seçebilmek için gerçekten hidayet ışığına ihtiyaç vardı. Biz inanıyoruz ki, Goethe, hidayete kavuşmuştur. Allah, zulmet içinde hüsnüniyetle nur arayan kimseyi tek bırakmaz. Goethe ise, arıyordu. 23 yaşında iken Goethe'nin meşhur Alman Mütefekkiri Herder'e yazdığı bir mektupta şu sözleri okuyoruz:
"Kur'an'da Musa'nın dua ettiği gibi dua etmek istiyorum: Ya Rabbi, dar göğsümü genişlet!"
O tarihlerde kaleme alınan bir takım yapraklarda Şairin kendi eliyle yazdığı Kur'an âyetleri, Arapça gramerine ait notlar vs., Gothe'nin genç yaştan itibaren Kur'an'a ve Arap diline vukuf kazanmağa cehdettiği bize malûm olur. En çok tekrar ettiği âyetler, Allah'ın, gözü gören insanlar için tabiatta tecelli ettiğini beyan edenleridir. Burası bilhassa dikkate değer bir husustur:
Bir çok hidayete erenler gibi, Goethe'yi de, İslâm mesajının tabiat hâdiselerine uygunluğu, Kur'an'da ifadesini bulan İlâhî kanunun, tabiat safhalarına mutabakatı heyecana getirmiş, hayranlığa, vurgunluğa götürmüştür.
Daha ziyade hissiyattan doğma bu vurgunluktan sonra, bir an gözün açılıyor. Görüyorsun ki, vurulduğun bir zahiri güzellik değildir. O, öyle bir şümullü sistemdir ki, onun yanında bütün diğer dünya görüşleri ve dinler sönük kalır. Goethe, bu hakikati, Eckermann'la yaptığı konuşmalarda şöyle dile getirir:
"Görüyorsunuz ki, bu inancın hiç bir eksikliği yoktur. Biz, bugün ne kadar sistemlerimiz varsa, daha ileri gidemedik. Zaten, hiç kimsenin ondan daha ileri gitmesi mümkün de değildir. Müslümanların bu felsefi sistemi, faziletin hangi basamağında durduğumuzu öğrenmek üzere kendimize ve başkalarına tatbik edebileceğimiz yararlı bir ölçüdür."
Ve itiraz kabul etmez bir kesinlikle İslâm'ın şümulünü anlatır:
"Çılgınlıktır, herkesin her hususta
Kendi özel görüşünü övmesi.
Madem ki islâm, Allah'a teslim olmak manasınadır:
Öyle ise hepimiz İslâm'da yaşayıp ölmekteyiz!"
Bu kesin teslimiyet, Goethe'yi en çok cezbeden noktadır. İslâm fikriyatında önemli gördüğü hususları sayarken, Şair en başta,
"Allah'ın bilinmesi mümkün olmayan iradesine karşı kayıtsız şartsız teslimiyet" unsurunu zikreder ve der ki:
"İslâm, yaşıma uygun düşen bir şiiriyete yer verir. ...Allah'ın birliği, iradesine teslimiyet, peygamberin aracılığı, bütün bunlar inancımıza, tasavvurlarımıza uygun gelir."
Allah'ın birliği hususunda Goethe'den doğrudan doğruya İslâmî bir taviz vermezlik müşahede edilir:
"Bir olan Allah'a iman, daima ruh yükseltici etki gösterir. Zira, bu inanç insana, kendi iç âleminin vahdetini (birliğini) hatırlatır."
Ve İslâm'ın esası olan vahdaniyete atfen Şair, Hz. İsa'yı da tam İslâmî düşünce tarzı ile töhmetten kurtarır:
"İsa temiz duygu ile düşünürdü
Sadece tek Allah'ı sakinlikle;
Onu (İsa'yı) Tanrı yapanlar
Mukaddes niyetini rencide etti.
Ve böylece hak olduğu görülür
Muhammed'in başardığı;
Yalnız vahdet mefhumu ile o
Bütün âleme galip geldi."
Bu teslimiyet inancı dev Şairi, gözümüzü yaşartan, asil bir tevazuya, tertemiz bir imana götürür:
"Kur'an'ın ezelden olup olmaması diye
Bir şüphe beni uğraştırmaz!
Kitapların kitabı olduğuna iman ederim.
Müslüman olarak bana farz olduğu gibi!"
Kur'an-ı Kerîm, Şair'in yol göstericisidir:
"Dalâlet beni şaşırtmak ister;
Ancak sen şüphelerimi dağıtmasını bilirsin.
Amellerimde, şiirlerimde,
Sen yoluma istikamet verirsin."
Goethe'nin sevdiği gelini hastalandığında Şair, bir doktor dostuna yazdığı mektupta, ümitsizliğe kapılmadığının sebebini açıklar:
"Başka bir diyeceğim yok. Bu mes'eledeki dayanağım, yine de İslâm'dır."
1831 yılında kendisinden teselli isteyen bir kadına Goethe der ki: "Bu hususta kimse başkasına nasihat veremez. Herkes, ne yapacağını bizzat kendisi tayin eder. Maamafih kendimize ne türlü cesaret vermeğe çalışırsak çalışalım: Biz hepimiz İslam'da yaşıyoruz."
Bu ve benzeri sözlerden anlaşılıyor ki, Goethe İslâm'ın esası olan "Allah'a teslimiyet" kaidesini bizzat yaşayarak, hayatında ve eserlerinde canlandırarak değerlendirmiştir.
Yukarıdan beri getirdiğimiz misalleri okuyanlar, zannımca, Goethe'nin en azından fikren Müslüman olduğu kanaatına varmaktan kendilerini alamazlar. Fakat bunlardan başka, bu büyük Alman Şairi'nin, hakikaten, fiilen ihtida etmiş (Müslüman olmuş) olabileceğine delâlet eden kuvvetli alâmetler de mevcuttur. Şöyle ki: Napolyon'a karşı ittifak kurmuş devletlerden olan Rusya'nın ordusuna mensup bir Müslüman Başkırt taburu, 1816 yılında uzunca bir müddet Weimar şehrinde kalır. Şair'in günlük hatıra defterinden anlaşıldığı üzere, İslâm asker ve zabitleri Goethe'ye büyük izzet ve ihtiramda bulunurlar, "özel iltifat" gösterirler. Şair'in evinden Müslüman misafirler eşik olmaz. Nihayet Goethe, Başkırt Müslümanlarının İmamı ile görüşür ve bir gün Weimar Protestan Lisesi'nin salonunda kılınan toplu namaza katılır.
Şairimizin sözü geçen İslâm din adamı huzurunda şehadet kelimesi getirip getirmediğini kesinlikle bilmiyoruz. Ancak, unutmayalım ki, yukarıdaki şaşırtıcı bilgileri gün ışığına çıkaran Müslüman olmayan âlimlerdir. Goethe'nin etrafında toplanan bilgi mecmuu içerisinde bu son gerçeği, yani fiilen Müslüman oluşunu ortaya atarlar mı? Bilmem, bu kadar feragat ve âlicenaplık beklemek fazla değil mi? Onun için bu husustaki araştırmayı, Müslüman olan Germanistlerden beklememiz daha doğru olur.
Ancak, ortada Goethe'nin kendi sözü vardır. Weimar'daki hâdiselerden az sonra te'lif edilen meşhur "Batı Doğu Divanının çıkacağını müjdeleyen ilânda Şair, herkesi hayrete düşüren bir ifade kullanarak "bizzat kendisinin de Müslüman olduğu hususundaki şüpheyi reddetmediğini" açıklar.
Sanırım ki, büyük Alman Şair ve mütefekkirinin İslâm'la ilişiğinin, bizzat ihtida hâdisesine kadar varmış olabileceği merkezindeki düşüncemiz, yukarıda arzedilenler karşısında, herhalde dayanıksız bulunmaz. Fakat kesinlikle şunu söyleyebiliriz ki, İslâm dini, medeniyeti, ahlâkı, Goethe'nin hayatı boyunca son derece önemli etki göstermiş, eserlerine ruh vermiş ve Şair'i en azından fikren Müslüman olarak davranmağa ve hareket etmeğe sevketmiştir.
Geçenlerde bu mes'eleyi konuştuğum bir Türk gazetecisi bana şu soruyu sordu:
"Farzedelim ki, Goethe'nin Müslüman olduğu kesinlikle anlaşılır. Bu anlayış Goethe'yi değerlendirmemizde bir değişiklik yapacak mıdır?"
Bu soruya şöyle cevap verdim: "Goethe, şahsı hakkında anlaşılanların aynı olarak daima o bildiğimiz Goethe'liğinde kalır. Fakat, böyle bir durumda Alman edebiyatı, dünya edebiyatı hiçbir şey kaybetmeksizin, İslâm edebiyatı bir büyük Şair ve Mütefekkir kazanmış olur."
Elbette Goethe gibi bir zekâ tarlasının münbit zemininde gelişip boy atan fikir ve düşünceler çok ehemmiyetlidir. Çünkü, Goethe dünyanın takdirini kazanmış bir edebiyat adamı ve zekâ harikasıdır. Time Lıfe International Dergisi'nin, Batı âleminin hayat ve eserleri bilinen 17 dâhisi üzerinde yaptığı bir zekâ testinde Goethe 210 puanla birinci seçilmiştir.
Almanya'nın en büyük Şairi ve bu ankete göre de Batı'nın en büyük dâhisi Goethe'nin Peygamberimiz hakkındaki şiirlerinden birkaç örnek ve birkaç düşüncesiyle sözü biterelim:
Şiir ve notlarını, Bakara süresindeki, "Mağrip ve Meşrık Allah'ındır" mealindeki âyetin ışığında yazan Goethe, "Hz. Muhammed'in Terennümü" adlı şiirinde, "Resûlüllah'ı, küçük bir pınardan fışkıran, sonra ruhani kuvvetler sayesinde bütün ırmakları ve nehirleri kucağına alan, muazzam bir zaferle ulûhiyyet ummanına getiren bir İlâhî akarsuya benzemiştir."
O'nun dilinde Peygamberimiz şöyle anlatılıyor:
"Sevinç sevinç berrak
Ve yıldız yıldız parlak
Bir dağ pınarı
Üstünde beyaz bulutların
Ve kuytusunda bir yeşil yamacın
Aziz ruhlar sallamış beşiğini
Veda edip çocuk tazeliğiyle bulutlara
Raks eder gibi iner mermer kayalara
Haykırır sevincini semalara
Dağ geçitlerinde
Önüne katar renk renk çakılları
Ve bağrına basar kardeş pınarları
Çiçeklenir ayak bastığı yerler
Ve nefesiyle yeşerir çimenler
Yoldaşı olur şimdi ırmaklar
Ovaları doldurur gümüş ışıklar
Bir ses yükselir pınarlardan
"Kardeş ayırma bizi koynundan,
Bekliyor Yaratan.
Yoksa bizi çölün kumları yutacak
Güneş kanımızı kurutacak
Kardeş,
Dağın ırmaklarını, ovanın ırmaklarını
Hepimizi alıp koynuna
Eriştir bizi yüce Rabbına
Ezelî Derya’nın yanına."
Peki, der, dağ pınarı
Kendinde toplar bütün pınarları
Ve haşmetle kabarır göğsü, kolları
Ülkeler açılır uğradığı yerlerde
Yeni şehirler doğar ayaklarının altında...
Kulelerin alev zirvelerini
Ve haşmetli mermer saraylarını
Bırakıp arkasında
Yürür mukadder yolunda
Dalgalanır başının üstünde binlerce bayrak
İhtişamının şahitleri
Evlâtlarını Rabbine ulaştırarak
Karışır İlâhî ummana coşarak!"
Goethe, hayran, hatta müridi olduğu Hafız'dan naklen şöyle der: "Ne başardımsa Kur'an'a borçluyum."
Kur'an'ın Almanca tercümelerini beğenmeyen Şair, bunları Kur'an tefsiri olmaya lâyık görmemiş, eksik ve noksan bulmuştur. Kur'an'dan önce Arap edebiyatının şaheserleri olan "Muallâkat-ı Seb'a" adıyla Kabe'nin duvarlarına asılan şiirleri inceleyip Almanca'ya çevirmiştir. Onları Kur'an üslûbu ve edebiyatıyla karşılaştırdıktan sonra şöyle demiştir:
"Kur'an'ın üslûbu, muhtevasına ve gayesine uygun bir şekilde, kafi, yüce, haşyet verici ve hakikaten muhteşemdir!"
Batı Doğu Divanında da Kur'an hakkında şöyle der: "Kur'an'ın içinde pek çok tekrarlar vardır. Onu okuduğumuz zaman, bu tekrarlar bizi usandıracak sanılıyor. Fakat biraz sonra bu kitap bizi kendisine çekiyor. Bizi hayranlığa ve sonunda büyük saygıya götürür. Bu kitap bir millet için gönderilmiş olmakla birlikte son derece pratik olduğundan ebediyyen te'sirini kaybetmiyecek ve diğer milletleri etrafına toplayacaktır."
Kur'an hakkındaki bu tasdik ve takdirinin bir fiilî ifadesi olarak, her yıl, Kur'ân-ı Kerim'in indirilmeye başlandığı Kadir gecesini ihya ettiğini 70 yaşındayken açıkladı.
Goethe'nin Peygamberimiz (s.a.v.) hakkındaki tesbiti de imanının bir güzel isbatıdır. Hz. İsa'yı da, Hz. Muhammed'i de birer peygamber olarak kabul eder. Bu yüzden de Peygamberimizi kabul etmeyen, Hz. İsa'yı da Allah'ın oğlu sayan İlâhiyatçılarla münakaşalar eder. Lavater adlı İlâhiyatçı arkadaşıyla bu sebepten arası açılmıştı. Daha 23 yaşındayken Peygamberimiz hakkında bir naat yazmış ve Kur'an'dan aldığı ilhamla kahramanı Peygamberimiz olan bir esere başlamış, fakat bitirememişti. Resûlüllah'a hürmet ve muhabbeti çok mükemmeldir. O'nun insanlar üzerindeki te'sirinin emsalsizliğinden ve şahsiyetinin ulaşılmazlığından bahseder.
1827 tarihinde "Kahramanlar" adlı eseri yazarak Kur'an'ı ve Peygamberimizi takdir eden tarihçi filozof Thomas Carlyle'a gönderdiği mektupta: "Biz her millete kendi lisanından bir peygamber gönderdik" mealindeki âyetten bahsediyor ve "Allah'ın Kur'an'dâ söylediği haktır" diyordu...
Hele Peygamberimiz hakkındaki şu tesbitleri ne kadar isabetlidir:
"Hiç kimse Hz. Muhammed'in prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Avrupa'ya nasip olan bütün başarılara rağmen, bizim konulmuş olan bütün kanunlarımız, İslâm kültürüne göre eksiktir.
Biz Avrupa milletleri medenî imkânlarımıza rağmen Hz. Muhammed'in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız. Şüphe yok ki, hiç kimse bu yarışmada Onu geçemeyecektir."
Goethe, ihtiyarlık yıllarında ilham kaynağının artık tamamiyle İslâm olduğunu şöyle anlatır:
"İslâm, yaşıma uygun düşen bir şiir ilham ediyor bana: Allah'ın sırrına varılmaz iradesine teslimiyet, dünyanın bir karar üzere durmayan yaşayışı karşısında rindane bir tavır, iki dünya arasında yalpalayan bir sevgi, saflaşan ve bir mecazda ifadesini bulan gerçek... Bir ihtiyara yetmez mi bunlar?.."
Goethe son nefesinde de imanını işaret etmekten geri durmamıştır. Bu olayın da içyüzünü öğrenmek oldukça ilgi çekicidir: "Geçen sene F. Almanya'da Rias Radyosu'nda Goethe'nin ölümününü anlatan Leo Kettler demişti ki: 'Goethe ölüm saatinde şehadet parmağıyla göğsüne devamlı (W) harfini yazıyordu. Bu işaretle belki imzasını atmaktaydı...'
Muhafazakâr Hıristiyanların haç işareti ettiklerini bildiğimizden bu tahmini bizi tatmin etmedi ve dikkatimizi çekti. Akla uygun, kuvvetli bir ihtimaldir ki, Goethe Lâtin harfi (W)'yi değil, İslâm alfabesiyle Allah lâfzını yazmıştır ve bu gerçek Arapça bilmeyen şahıslar tarafından yanlış anlaşılmıştır. Arapça bilen birçok Müslümanla beraber Berlin Hürr Üniversitesi'nin İslâmiyet ve İlahiyat Enstitüsü'nde Ord. Prof. Dr. Fritzs Steppat da bu işaretin öyle mânâsız W harfini değil, Allah kelâmını ifade ettiğini makul görüyorlar.
Çünkü Merhum imanını zaten açıklamıştır. Divan'ında şöyle cesurane bir sözü vardır: "Bu eserin Yazarı Müslüman olduğunu reddetmez." Bazı muhalifleri Goethe'nin Müslüman olduğunu iddia etmekle onu zor duruma düşürüp itibarını sarsacaklarını sanmışlardı. Merhum da bu iddiayı kabul etti."
Başta da belirttiğimiz üzere Goethe'nin Avrupa'da ve bilhassa da Almanya'da ve Almanca konuşulan ülkelerde İslâm konusundaki te'siri çok büyük olmuştur. Çünkü ilk kabullenen bir bakıştır. Ve inşaallah o imanla ölmüştür. Avusturyalı büyük bir Antropoloji Âlimi olan Prof. Dr. Ömer R.B. Ehrenfels, bu te'sirin canlı bir örneğidir.
Berlin'de Moslemische Revue adlı mecmuanın da kurucusu tanınmış bir âlim ve yazar olan Dr. Hamid Marcus da, Goethe'nin islâm hakkındaki yazılarından etkilenmişti. Ve daha niceleri... Alman misyoneri, diplomatı ve ilim adamı olan Muhammed Emin Hobohn da, Goethe'den te'sir kapmış, müslüman olmuştur.[287]
Doç. Dr. Sefa SAYGILI
İnsan, beden ve ruhdan meydana gelir. Beden, ruhun bineği ve aletidir. Ruh, bedende tasarruf etmektedir. İmam-ı Gazali, bedeni bir şehre benzetmiş, ruhu bu şehrin padişahı olarak görmüştür. Akıl padişahın veziri, şehvet ise maliye bakanıdır.
Bu ruhun varlığı, araştırma ve laboratuvara konu olmadığı için müsbet ilimlerce henüz kabul edilmiş değildir. Halbuki ruhun varlığına dair pek çok delil mevcuttur. Yazımızda bu delillerin birkaçını sıralamak istiyoruz.
1- Her insan sıklıkla kendisinden bahseder. "Görüşüm" der, "şahsiyetim" der, kısacası "ben" der. Bu "ben"in yerini insan vücudunda aradığımızda, insan hücrelerinden başka bir şey göremiyoruz. Bakıyoruz ki üçte ikisi su olan ve gramında 5 milyar olmak üzere yaklaşık 3x10 (=300 trilyon) hücreden oluşan insanın "ben"i için yer yoktur. Bu hücrelerde ise, onlara ait gerçeklerden başka bir şeye rastlamıyoruz. Acaba "ben" nerededir?
2- İnsan vücudu devamlı değişmektedir. Her an vücudumuzda sayısız hormon ve enzimler yapılmakta, hücreler ölmekte ve yerine yenileri gelmektedir. Aldığımız gıdalarla hücrelerimiz tazelenmekte, aynı zamanda hücre içindeki maddelerin yerine başka maddeler gelmektedir. Böylelikle, sözgelimi birkaç sene sonra insan zerresine kadar olmak üzere tamamiyle değişmektedir. Şu andaki vücudumuzun bir süre sonra, oraya buraya saçılacağı, kendimizin bambaşka maddeden yeniden oluşacağımız tıbben bir hakikattir.
Gözle görülmeyen zerresine kadar bambaşka olan şahsın "ben"i aynı kalmaktadır. İnsanı maddeden ibaret sayarsak, "ruh"u inkâr edersek, izah nasıl olacaktır?
3- Bir şey yapmak, konuşmak istediğimizde bu fikir zihnimize nereden, nasıl gelmektedir? Kim söylemektedir?
4- Meselâ yürümek istediğimizde, sayısız mekanizma karışık hâdiseler zinciri ile harekete geçmekte ve yürümemiz sağlanmaktadır. Biz bu sırada bunların farkında bile olamıyoruz. Acaba bu sayısız olayı düzenleyen, arada en ufak bir aksaklık olmasını önleyen kuvvet nedir?
5- İnsana hareket sağlayan kuvvet, yani canlılığı devam ettiren güç nedir?
6- Canlı ile ölü arasındaki fark nedir? Bir kimse öldüğünde; vücudu da, içinde beyni de, kalbi de, bütün sinir sistemi de muhafaza olunduğu halde, niçin bir madde yığınından başka bir şey değildir?
7- Bir hücrenin çalışmasını düşünelim. Sayısız hâdiseler cereyan ediyor. Düzenli bir şekilde hücrede hayat sürüp gidiyor. Herşey ölçülüp biçilmiş gibi, büyük titizlik dikkati çekiyor. Karışıklık ve tehlike meydana gelmiyor. Acaba bu mükemmel işleyişi, bizim farkına bile varamadığımız bu organizasyonu sağlayan nedir?
8- Hücredeki karışık olaylar nereden yönetilir? Çekirdek (nukleus) diye cevap verebiliriz. Nukleusu ise enzimler ve haberci RNA aracılığı ile DNA içindeki genler idare eder. Kısacası, hücrenin beyni olan DNA'nın en yüksek seviyesi, genlerin bütünü şeklinde düşünülebilir. Fakat bunun nereden yönetildiği aranırsa, cevap ne olacak?
9- Aynı soruyu insan beyni için soralım. Vücudu beyin idare eder. Beynin de alt merkezleri, üst merkezleri vardır. Bazı merkezler diğerlerinin emrindedir. En yüksek merkez, en yüksek seviye hangisidir? Korteks mi (beyin kabuğu)? Belki evet. Çünkü şuurlu çalışmamız ve irademiz kortekse bağlıdır. Fakat burası da en yüksek seviye olamaz. Çünkü retiküler formasyonda bir bozukluk olunca, korteks sağlam olsa bile insan uyku veya narkoz halinde olmakta, duyumlar meydana gelmemektedir.
Buna göre beyinde en yüksek seviye, kati olarak belirtilemez. Beynin en yüksek seviyesi, onun bütünüdür gibi yuvarlak bir sonuca varılır. Gerçekten ancak her bölümü normal ve sağlıklı olduğu zaman, her bir bölümü kendi görevini en mükemmel bir şekilde yapabilir. Peki, beyni idare eden en yüksek seviye nedir?[288]
İnsan, beden ve ruhdan meydana gelmiştir. Ruhun bedeni terk etmesiyle ölüm olur ve ruh asıl vatanına kavuşur. Bu vatanı da, ruhun dünyada tasarruf sahibi olduğu bedeni nasıl kullandığı belirler.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri'nin dediği gibi: "Eğer Allahu Teâlâ, seni bu beden memleketinde padişah etmese idi ve saltanat işlerini sana ısmarlamasa, bırakmasa idi ve sana âleme numune olmak için bu nüshayı bahş etmese idi, sen o cihanın sultanını nasıl tanıyabilirdin?"[289]
Mehmed KIRKINCI
Batı'dan kaynaklanan "Ruh çağırma (!)" modası, memleketimizde, bilhassa yüksek sosyete arasında gelişme istidadı gösterdiğinden, bu konunun, çeşitli cepheleriyle incelenmesinde fayda vardır.
Ruh çağırdıklarını iddia edenler, bâzı gafil ve safdil insanları muhtelif şekillerde aldatmaktadırlar. Bunlardan en yaygını şudur: Medyum, yâni, ruh çağıran kişi bir masa üzerine birkaç fincan dizer ve birtakım harfler serer. Güya, çağıracağı ruhun ismini söyler. Biraz sonra fincanda kımıldanmalar başlar, masadan "Tak, tak!.." sesleri yükselir. Bu arada, harfler sağa sola doğru hareket eder. Harflerin kımıldanmasından sözde ruhun suallere verdiği cevapların belirlenmesine çalışılır.
Ruh çağırma hâdisesinin, gerçekten ruhlarla bir ilişkisi var mıdır? Medyumların çağırıp konuştuklarını iddia ettikleri, hakikaten ölmüş insanların ruhları mıdır? Eğer bunlar, ölmüş insanların ruhları değilse, masaya vurarak ses çıkaranlar kimlerdir?
Bu suallere ancak, ilim ve mantığın, aklî ve naklî delillerin ışığında cevap aranabilir.
Önce şunu belirtelim ki, kâinatta hiçbir şey gayesiz, sahipsiz ve başıboş değildir. Hiçbir şey kendi hâline bırakılmamış, tesadüfe havale edilmemiştir. Kâinatta canlı cansız her mahlûk bir nizâmın esiridir, bir murakabe ve te'sir altındadır. Hiçbir şey, Cenâb-ı Hakk'ın koyduğu ihatalı ve şümullü kanunların hükmünden hariç değildir.
Mütemadiyen nizâm ve intizâm altında cereyan eden bu kanunları tefekkür eden her insan anlar ki, hayatı bu kanunlarla idare eden Zât, ihatalı ilmi ve küllî iradesiyle o hayatı, ölümden sonra da bir nizâm altında devam ettirecektir.
Hem Allahü Azimüşşân'ın, insan ruhunu, mahlûkat içinde en müşerref ve en mükerrem bir mahiyette yaratıp, o ruhu yüksek meziyetlerle süslemesi, kâinatı ona teveccüh ettirmesi ve onu kendisine muhatap ve dost olarak seçmesi apaçık gösteriyor ki, o Zât-ı Zülcelâl, bu meziyetlere sahip ve bu liyâkatlara mazhar kıldığı insan ruhunun tasarrufunu, başka ellere teslim etmez. Birtakım sefih cambazlara bırakmaz.
İnsanın kendi cesedi üzerindeki tasarrufu dahi elinde değildir. Meselâ, yediği bir lokmanın, boğazından geçtikten sonra, nasıl taksim edildiğini, her âzâya ne kadar dağıtıldığını dahi bilememektedir. Kendi iç alemindeki bunca tasarruftan haberi olmayan insanın, ruhlar üzerinde tasarruf dâva etmesi ne kadar gülünç bir iddiadır, tarif edilemez.
Yerde ve gökte ne varsa, hepsi Cenâb-ı Hakk'ın tasarrufu altındadır. Binâenaleyh, ruhlar da kendi irâdelerine terkedilmemişlerdir. Nitekim, onlar kendi iradeleriyle, diledikleri gibi hareket edebilselerdi, belki de, bir kısmı dünyaya bile gelmek istemeyecek, gelse de gitmek istemeyecekti.
İsrâ sûresi, 85. âyetinde, "Ruh Allah'ın emrindendir" buyurulmaktadır. Âyet-i kerîmede apaçık olarak, insan ruhunun, Allah'ın emrinden geldiği bildirilmektedir. Emr-i İlâhî'den gelen bir ruha, hangi kuvvet te'sir edebilir ve onda tasarruf sahibi olabilir?
Yine pek çok âyetlerde, insan ruhunun, ölümden sonra da başıboş bırakılmadığı, ölümle birlikte muhasebesinin de başladığı beyan edilmektedir. Meselâ, kâfirler hakkında beyan olunan Enfâl sûresinin 50. âyetinde, "Melekler kâfir olanların canlarını aldıkları zaman yüzlerine ve arkalarına vurup onlara, 'cayır cayır yanmanın acısını tadın, çekin' derlerdi..." buyurulmaktadır. Mü'min sûresi, 46. âyette de, "Onlar (kabir içinde kıyamet gününe kadar) sabah ve akşam ateşe arzedileceklerdir" buyurulmaktadır. Bu âyette de açık olarak, kâfirlerin kıyamet gününe kadar ateş ile azâb görecekleri bildirilmektedir. Nahl sûresi 32. âyette ise mü'minler hakkında şöyle buyurulmaktadır: "Bunlar (o kimselerdir ki) melekler ruhlarını en iyi hâlde alır. Ve onlara: 'Selâm sizin üzerinize olsun. Yaptıklarınızın karşılığı olarak Cennet'e giriniz' derler."
Ölümden sonraki hâller ve kabir azabı hakkında Hazret-i Resûlüllah'ın (s.a.v.) pekçok hadîsleri mevcuttur. Misâl olarak, yalnız bir iki tanesini zikredelim: Bir hadîs-i şeriflerinde Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: "Kabir (herkesin ameline göre) ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur." Diğer bir hadîs-i şeriflerinde ise, "Ölü, kabre defnedildiği zaman ona, birine Münker, diğerine Nekir denilen kara yüzlü ve gök gözlü iki melek gelip: "Siz bu Zât (Hz. Peygamber) hakkında ne dersiniz?" diye sorar. Eğer o mü'min ise, "O, Allah'ın kulu ve Peygamberidir. Şehâdet ederim ki, Allah'tan başka hiçbir İlâh yoktur. Şehâdet ederim ki, Muhammed muhakkak O'nun Peygamberidir!" der. Melekler de: "Biz de (dünyada) böyle ikrar ettiğini biliyorduk" derler. Sonra o ölünün kabri enine ve boyuna yetmiş arşın genişletilir, orası nûrlandırılır. Sonra ona, 'uyu' denilir. Bunun'üzerine o der ki: "Aileme döneyim de (şu saadetimi) onlara haber vereyim." Melekler de şöyle derler: "Sen uyu, ancak kendi ehlinden, kendisine en sevgili olan kimsenin uyandırabileceği bir güveyinin (yahut gelinin) uykusu gibi uyu." O, ba's vaktine (kıyamet gününe) kadar bu hâlde kalır. Eğer, ölü bir münafık ise, cevabında der ki: "İnsanlardan işittim. O'na Allah'ın Peygamberi derlerdi de, ben de öyle derdim. Hakikatte O bir Peygamber midir, değil midir, bilmiyorum." Bunun üzerine melekler: "Biz de öyle söylediğini biliyorduk" derler. Artık toprağa: 'Onu olanca şiddetinle sık' denilir. Toprak da onu sıkar, kaburga kemikleri birbirine geçer ve artık o, kıyamet gününe kadar bu hâlden kurtulamaz."
Yukarıda zikredilen âyet-i kerîme ve hadîs-i şeriflerden açıkça anlaşılıyor ki, âlemde, her mahlûk gibi, ruh da, başıboş değildir. İnsanın ölümünden sonra ruhu, âlem-i berzah denilen kabir âleminde daimî bir murakabe ve muhasebeye tâbi tutulmakla, bir kahır veya taltife muhatap olmaktadır.
Ayrıca, şunu da belirtelim ki, âlem maddeye münhasır olmadığı gibi, ruh da, yalnız insana münhasır değildir. Ruhanî âlemler hadsizdir; o âlemlerde yaşayan mahlûklar da nihayetsizdir. Nitekim, meleklerin, cinlerin, şeytanların, kısacası rûhânî varlıkların sayısını ancak Allahü Azimüşşân bilir.
Şimdi, bu rûhânî varlıkların, "ruh çağırma" iddiası ile irtibatlarının olup olmadığım etraflıca tahlil edelim:
Rûhânî varlıkların en büyük taifesi meleklerdir. Melekler "Nurdan" yaratılmıştır. Melekler, Allahü Azimüşşân'a mutlak itaat ederler, hiçbir surette âsî olmazlar. Bu ibâd-ı mükerremler; müzaheret, zikir, teşbih, ibâdet, marifet gibi vazifelerle meşgul olur. Cenâb-ı Hak hesabına, O'nun namıyla, kuvvet ve emriyle iş görürler. Elbette, bütün fiilleri mutlak hayır üzerine olan bu mukaddes mahlûklar; günahkâr insanların ayaklarına inmez, medyumlara tâbi olmazlar.
İnsan ruhlarının ve meleklerin İlâhî tasarruf altında olduklarını bildiren pek çok âyet-i kerîme mevcuttur. Bunlardan bir kısmını zikredelim:
Tahrim sûresi altıncı âyette şöyle Duyurulmaktadır: "...O melekler Cenâb-ı Hakk'a, kendilerine emrettikleri şeylerde asla âsî olmazlar. Neye de me'mûr edilirlerse yaparlar." Yine melekler hakkında, Enbiyâ sûresi, 26-27. âyetlerde: "Doğrusu onlar ikram olunmuş kullardır. O'nun sözünün önüne geçmezler, hep O'nun emriyle hareket ederler" buyurulmaktadır. Enbiyâ sûresinin 19-20. âyetlerinde de: "Göklerde ve yerde kim varsa hepsi O'nundur. O'nun huzurundaki (melekler) O'na ibâdet etmekle asla kibir göstermezler, asla yorulmazlar. Gece ve gündüz O'nu teşbih ederler. Ve, (Allah'a ibâdet etmekten) onlara fütur gelmez" buyurulmaktadır. Görülüyor ki, meleklerin, medyumlarca celbedilmesi mümkün değildir. Çünkü, onlar bu gibi süflî işlerden münezzeh ve müberrâdırlar.
Yukarda zikrettiğimiz âyet-i kerîmelerden kat'iyyetle anlaşıldı ki, medyumlara haber getirenler melekler olamazlar.
İnsan ruhlarına gelince, bunlar derece ve mertebe itibariyle dörde ayrılırlar[290]
Mahlûkat içinde en seçkin ve mümtaz olan bu nûrânî zâtlar, beşeriyetin kumandanlarıdırlar. Cenâb-ı Hak indinde en makbul, en mümtaz ve meleklerden üstün olan bu âli ruhların, süflî ve günahkâr insanların çağırmalarıyla gelmeyeceklerini, her akıl, vicdan ve inanç sahibi tasdik eder.[291]
Bakara sûresi, 154. âyette, Cenâb-ı Hak: "Sakın Allah yolunda öldürülmüş olanlara 'ölüdürler' demeyiniz. Hayır, onlar ölü değil, diridirler. Fakat siz duyamazsınız, sezemezsiniz" buyurmaktadırlar. Şehitler, umum müfessirlerin beyanlarıyla, velî hükmündedirler ve "Şühedâ hayatı" denilen ayrı bir hayat mertebesinde bulunurlar. Hayatlarını Allah için feda eden bu mücahidler zümresinin ruhlarının da, bu düzenbazların âleti olmayacakları açıktır. [292]
Bu ruhlar, Allah'a ve âhirete inandıkları hâlde, sâlih amel işlemeyerek, sefahete düşüp, günahlara daldıklarından, kabirlerinde azaba mâruzdurlar. Bunların, medyumların ayağına gelmeleri hiç düşünülemez. Zira, kendi hesaplarını vermekle başbaşadırlar.[293]
Kitab ve Sünnet ile sabit olduğu üzere, Allahü Azimüşşân'a, Peygamber-i Zîşân'a, Kur'ân-ı Kerîm'e ve âhiret gününe inanmayan bu ruhlar da, kabirde daimî ve elîm, şiddetli bir azaba mâruzdurlar. Kahhâr-ı Zülcelâl'in kahrına muhatap olan bu ruhları, kim bırakır ki, gelsinler, masaları tıkırdatsınlar?
Yukarıda izahlardan, meleklerin ve insan ruhlarının, medyumların ayaklarına gelmeyecekleri anlaşılmıştır. Öyleyse, medyumların irtibat kurmaları neticesinde, gelip masaya vuranlar kimlerdir?
Bu suale yeterli cevap verebilmek için insanların yaratılmaları ile ilgili hikmetler üzerinde biraz durmakta fayda vardır. İnsan sûresinin,2. âyetinde meâlen şöyle buyurulmaktadır: "Hakikat, biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeble onu işitici ve görücü yaptık..."
Ayetin mealinden açıkça anlaşıldığı üzere, insan bu dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Dünya, onun önüne, bir müsabaka yeri olarak açılmıştır. Elmas gibi ruhların, kömür gibi ruhlardan ayrılmaları bu müsabakayı gerektirmektedir. Bu müsabakada iyilerle kötülerin birbirinden ayrılmaları, şeytanların yaratılmasını iktizâ eder. Tâ ki, şeytanlar beşere musallat olsun, iyilerle kötüler birbirlerinden ayrılsınlar.
Nitekim, şeytanların hayırdan mahrum ve şer üzere yaratılmış mahlûklar oldukları ve insanlara musallat olup, onları iğfal edecekleri Kur'ân-ı Kerîm'in A'râf sûresinin 11-12. âyetlerinde, şöyle beyan buyurulmaktadır: "Andolsun sizi yarattık, sonra size suret verdik, sonra da meleklere, secde ediniz dedik. Hepsi secde ettiler. Yalnız iblis etmedi, o secde edenlerden olmadı. (Allahü Teâlâ) dedi: 'Ben sana secde emretmiş iken seni alıkoyan nedir?' O da: 'Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın' dedi. (Allahü Teâlâ): 'Öyleyse, oradan hemen in. Sana orada kibirlenmek gerekmez. Hemen çık, çünkü sen alçaklardansın' dedi. (O da): 'Bana dirilip kaldırılacakları güne kadar mühlet ver dedi. (Hak Teâlâ da): 'Sen mühlet verilmişlerdensin' dedi. (İblis), 'Öyle ise dedi. 'Sen beni azgınlığa mahkûm ettiğin için onları gözetlemek üzere Senin doğru yolunda oturacağım. Sonra, andolsun, onların önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından kendilerine geleceğim (musallat olacağım). Sen de onların çoğunu şükredici (kimse)ler bulmayacaksın.' Allah (c.c.) dedi ki: 'Zem ve tahkire uğramış ve kovulmuş olarak çık oradan. Yemin ederim ki, onlardan kim sana uyarsa Cehennemi bütün sizlerden dolduracağım.'"
Âyet-i kerîmede, iki nokta mes'elemizle yakından ilgilidir. Birincisi; şeytanların beşere musallat olmasına, tâ kıyamete kadar müsaade edilip mühlet verilmesi; ikincisi ise, şeytanların insanlara, önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından sokulabilmeleridir. Bunun için şeytanlar, daima insanların süflî ve hayvani arzularını işletmekte, onları aldatmakta, doğru yoldan saptırmaktadırlar. İğfal yollarından biri de, medyumları maskara olarak kullanmaları ve onlara yanlış haberler vererek beşeri ifsad etmeleridir.
Şu hakikati de belirtelim ki, bu imtihan meydanında, Rabbini bilen, Kur'ân ve Resûlüllah'a uyan, sâlih amel işleyen müttakî mü'minler üzerine şeytanların hiçbir hâkimiyeti olamaz. Yâni, onlara musallat olamazlar. Şeytanlar ancak, itikadı zayıf, ameli noksan, sefâhete düşkün, emr-i haktan uzak, hâsılı Kur'ân'ın nurundan tam istifade edememiş insanları kötülüğe sürükler ve oyuncak hâline getirebilirler. Bu tip insanları baştan çıkarmak için fırsat kollarlar. Bu sebeble, Müslüman bir insan, Kur'ân'a uymayan herhangi bir hareket ve amelin şeytanların eseri olduğunu anlamakla, onların elinde oyuncak olmaktan kurtulabilir. Bir kısım kimseler de, hem şeytanların çeşitli iğfallerine kapılmakta, hem de işe ilim süsü vererek bu bâtıl mesleği cazip göstermeye çalışmaktadırlar.
Ancak, Hazret-i Allah (c.c.), mû'cize ve ibret dolu şu âyetleri, bu kimselerin başlarına birer necm-i sâkıp gibi vurarak onları âleme rezil ve rüsvay etmektedir: "Haber vereyim mi size, şeytanlar kimin üzerine inerler? Vebal yüklenici her bir sahtekâr üzerine inerler. Onlar (Şeytanlara) kulak verirler ve ekseri yalan söylerler."[294]
Evet, çağırıldığı zaman gelenler ve medyumların masalarına vurarak ses çıkaranlar, şeytanlar ile, cinnîlerîn fâsık olan kısımlarıdır. Üstad Bediüzzaman Hazretleri bu konuda şunları söylemektedir:
"Bu mes'ele, felsefeden ve ecnebiden geldiği için ehl-i îmana çok zararları olabilir. Ve çok sû'-i istimalâta menşe' olmakla beraber içinde bir doğru olsa on yalan karışıyor. Çünkü, doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mihenk, bir mikyas olmadığından ervâh-ı habîse ve şeytana yardım eden cinnîlerin bu vesile ile hem onun ile meşgul olanların kalbine ve hem de İslâmiyet'e zarar vermek ihtimali var. Çünkü maneviyat namına Hakâik-ı İslâmiye'ye ve akide-i umumiyeye muhalif ihbarat oluyor. Ervâh-ı habîse iken kendilerini, ervâh-ı tayyibe zannettirip belki, kendilerine bâzı büyük velîler namını verip İslâmiyet'in esasatına muhalif sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikati tağyir edip, safdilleri tam aldatabilirler." [295]
Mevzu ile ilgili olarak, Mevlânâ'nın şu mısralarını nakletmeyi yerinde bulduk:
"Cin insana galip gelir ve ona musallat olursa, insandaki insanlık sıfatı kaybolur."
"Her ne söylese, onu cin söylemiş olur. İster bu baştan, ister öbür baştan, hakikatte söz cinnindir."
"Böyle bir zamanda insanın kendi benliği gitmiş, tamamiyle cin hâkim olmuştur. Bu anda bir Türk, ilhamsız olarak Arabça söyler."
Cinlerin insanlara musallat olmaları hususunda Ebû Hüreyre (r.a.) demiştir ki, "Nebiyy-i Ekrem (s.a.v.) bir gün buyurdu ki, 'Cin (taifesinden) bir ifrit dün gece namazımı bozdurmak için bana ansızın hücum etti. (Lâkin) Allahü Teâlâ (beni galip getirip) ona istediğimi yapmaya fırsat verdi. Sabah olunca hepiniz onu görüp seyredesiniz diye mescidin direklerinden birine bağlamak istedim. Fakat Süleyman bin Dâvud (a.s.)'ın: 'Yâ Rab, beni mağfiret et ve benden sonra kimseye nasib olmayacak bir mülkü, bana bağışla' demiş olduğu hatırıma geldi de ifriti köpek gibi kovdum."
Darülfünun eski müderrislerinden meşhur Babanzâde Ahmed Naim Bey'in, bu hadîs-i şerifin ışığı altında cinler hakkında yaptığı fikri tetebbuat cidden takdire şayandır. Babanzâde, bu husustaki açıklamalarının ilk kısmında, mahlûkat nevilerinin sayılarını bilmenin ancak Allah'a mahsus olduğunu ifâde eder ve hayat sahibi mahlûkların, yalnız insan ve hayvanlar olmadığını belirtir. Bu iki taife dışında, melek ve cin gibi lâtif mahlûkların da bulunduğunu, Peygamberimizin ihbarı yanında, asfiyânın da şehâdetlerini delil göstererek beyan eder. Meleklerin tamamının rûhânî olup, Allah'ın emrine itaatten zerrece ayrılmadıklarını, karargâhlarının semâvat olduğunu belirttikten sonra, cinler taifesi hakkında şu bilgilere yer verir: "Cinler, insanlar gibi yeryüzünde yaşarlar. Kâfir ve mü'minleri vardır. Değişik şekil ve kılıklara girebilirler. Melek ve cinlerin varlıkları Kur'ân'ın beyanı ve Peygamberimizin ihbarıyla sabittir. Bunları inkâr etmek, Kur'an ve Peygamberimizin sözlerini tekzip olacağından küfürdür."
İlmin her hakikati idrâk edemeyeceğini ifâde eden Ahmed Naim Bey, "İlim, herşeyi bilirim dediği gün, teveccüh ettiği gayelerden sapmış, ilmîlikten çıkıp cehle düşmüş olur. Halbuki, ilmin gayesi hakikatleri inkâr değil, araştırmaktır. Henüz yetişemediği saha ve hakikatleri inkâr etmenin hiçbir fayda'sı olamamakla birlikte, zararları çoktur" der.
Ahmed Naim Bey, bir kısım fikir sahiplerinin, "İlmin tasdik ettiğini kabul ederiz, etmediği hakkında da hüküm veremeyiz" şeklindeki fikirlerini de tenkid etmekte, bu hususta şöyle demektedir: "Eğer bu felsefe, hakikati arama aşkından kaynaklanıyorsa, akıl ve naklin kahir te'yidiyle müberhen olan, Nübüvvet-i Muhammediyye'ye istinad eden bu haber-i sahih neden araştırılmıyor? Herhalde hakikati araştırmaya âşık olan bir kimse, bu sahaya biraz yüzünü çevirip aramaya çalışsa doğru yolu bulabilir."
Ahmed Naim Bey, "Bugün, bâzı kitablarda, güya ruhların çekilen fotoğraflarına rastlanmaktadır. Bu fotoğrafların ruhlarla hiçbir ilgisi yoktur" demekte, bunların, cinlerin fotoğrafları olabileceğini kaydederek, alafranga cinciliğin, telekinezi ve ektolasmın cin ve şeytan tâifeleriyle ilgili olduğunu söylemektedir. Babanzâde, medyumların, elleri değmeden, sandalyelerin havada dolaşmalarının ve fincanların masa üzerinde kıpırdanmalarının cin ve şeytanlar tarafından yapıldığını belirtmektedir...
Ahmed Naim Bey, bu konuda, İngiltere'nin en büyük fizik ve astronomi âlimlerinden Kroks'u (Krookes) delil göstererek şöyle der: "Tecrübelerini, fizik âleti üzerinde icra eden Kroks, tetkiklerini İngiliz Yüksek Kraliyet Cemiyeti'ne haber verdiğinde, kendisi için 'aldanmıştır, gözü bağlanmıştır' diyen münkirlere hitaben, 'Haydi benim aldanmış olduğumu kabul edeyim. Ya şu fizik âlâtının da aldanmış, gözünün bağlanmış olduğunu nasıl teslim edeyim' demiştir."
Babanzâde, Batı'da cinlerin esrar ve hakikatlerini araştırmak ve bu taifeyle irtibat kurmak isteyen pek çok cemiyetin bulunduğunu ve bu konuda yüzlerce mecmuanın çıkarıldığını kaydeder. Hattâ artık bu konuyla ilgilenmeyi ar saymayan yüzlerce profesörün bulunduğunu belirtir. Bunlardan Birmingham Üniversitesi Rektörü Sir Olivier Lodge ile, Charles Richet ve Lazarref gibi zâtların da bulunduğuna kail olduklarını söyler. Ahmed Naim Bey, bu konuda şu hakikati de vurgular: "Bu babda, bu zâtların cinlerle ilgili olarak vermiş oldukları malûmatlar, eksik ve yetersiz, muvazenesiz ve yarımyamalaktır. Bu sebeble, bunlardan alınan malûmat pek iptidaîdir. Ancak bu bâbda, itikad ve inancımız, vahy-i semavî ile malûmat sahası fevkalâde genişlemiş olan Muhbir-i Sâdık'ın (s.a.v.) beyanatınadır. Hükümlerimiz, o sadık beyanın hududu ile hududludur. O'ndan nasıl telâkki etmiş isek, öylece kabul eder, O'na kendiliğimizden birşey katmayız. Avrupalı ve Amerikalı ilim erbabından bahsedişimiz onların bu bâbdaki fikir ve nazarları bize uysun uymasın yalnız vahyi inkâr edenlere, malûmat sahalarının henüz pek dar olduğunu, hakikatleri kendilerince meçhul olan herşeyi uluorta, düşünmeden, inkâra kalkışmanın, hakikat namına tehlikeli ve ilim namına küfür ve ilhad olduğunu anlatmak içindir."[296]
Hocam,, son zamanlarda sık sık gündeme getirilen bir konu tenasüh. "Ruhun bedenlerde dolaşarak birçok defalar dünyaya gelmesi" inanç veya iddiasının, İslâmî esaslara göre durumu nedir?
Bütün semavî dinlerin akîde ve esaslarına zıt düşen tenasüh fikrinin hiçbir ilmî istinadı yoktur. Tenasüh fikrini iddia edenlerin sayısı, dünya nüfusu içerisinde istatistikî değerlendirmelere giremiyecek kadar azdır.
Öncelikle şunu belirtelim:
Kâinatta yıldızlardan zerrelere kadar her ferd, her mahlûk mutlak bir irâdenin, ihatalı bir ilmin, kahhâr bir kudretin tasarruf ve hâkimiyeti altındadır; bir nizâmın esiridir. Yâni, bütün mevcudat, Allah'ın tebdir ve tanzimiyle konup kaldırılmaktadır. O'nun mutlak ilim ve iradesiyle vazife görmektedir. O haşmetli güneşlerin, o uçsuz bucaksız sistemlerin, yaratıldıklarından bu yana "Kemâl-i intizam ve hikmet ile bir saniye kadar şaşırmayarak hareket etmeleri ve vazife görmeleri" gösteriyor ki, ruhlar ve bedenler başıboş olamaz, bu nizâma muhalefet edemezler. Ruhu, bu nizâmm dışına çıkaran tenasüh iddiası, hikmet-i İlâhiye'ye tamamen zıt ve Allahü Azimüşşân'ın lütuf, kerem, ihsan ve inayeti gibi kudsî sıfatlarına büyük bir iftiradır.
Evet, Cenâb-ı Hakk'ın hikmet ve rahmeti bu çirkin hurafeyi reddeder. İnsanı âleme halife ve sultan yapan, "yer ve gökleri onun emrine veren, âlemin özü ve özeti olarak onu en yüksek fıtratta, en mükemmel surette, en geniş ve küllî istidatta yaratan Kudret-i İlâhiyye, bu mâhiyetteki bir ruhu hiç, binler derece aşağıya düşürerek farelerin, köpeklerin, yılanların... daha ayıbı maymunların cesetlerinde dolaştırır mı? Adalet ve hikmeti, rahmet ve şefkati, lütuf ve ihsanı buna müsaade eder mi? Bu hâl, O Hakîm-i Zülcelâl'in, hâşâ şanına yakışır mı?
Dinimiz, insanlara o kadar ehemmiyet vermiştir ki, kabirlerinin çiğnenmesine bile müsaade etmemiştir. Kabristanlardaki kemikleri ve o kemikleri misafir eden toprakları çiğnemeye müsaade etmeyen Hak Teâlâ, hiç insan ruhunu, hayvanların cesetlerinde barındırır mı?
Kendisine, "Köpek" denildiğinde kızan insanoğlunun ruhunu, Cenâb-ı Hak hiç köpek cesedine sokup da oğlunun kapısına bağlatır mı? Yahut eşeğin bedenine sokup, oğlunu ona bindirir mi? Bu iğrenç safsataya inanan bir insana, hiç "İnsan" denilebilir mi?
Yeniden dünyaya gelme iddiası "âhirete iman" gibi esaslarla da çelişiyor, değil mi?
Tenasüh iddiası, Cenâb-ı Hakk'ın va'dine de muhaliftir. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın emir ve nehiylerinin icabı mutlaka tahakkuk edecektir. Mü'minlere Cennet'i va'd etmiştir ve bu va'dini yerine getirecektir. Ulûhiyyetini inkâr eden şerir insanları, kâfir ve münafıkları da ebedî azâb ile cezalandıracaktır. Ne mü'minler mükâfatsız kalacaklar, ne de kâfir ve münafıklar, tenasüh iddialarıyla azâbtan kurtulabileceklerdir.
Tenasüh iddiası, peygamberlerin gönderilmeleri ve semavî kitapların indirilmeleri hakikati ile de bağdaşamaz. Eğer ruhlar, dünyada başıboş bırakılsalar ve hareketlerinde serbest olsalardı, peygamberlerin gönderilmelerine ve kitapların inzaline ihtiyaç kalmazdı. Peygamberlerin en büyük dâvaları, Allah'ın varlığı ve birliğinden sonra ebedî hayattır, âhiret hayatıdır. Cenâb-ı Hak onları, insan nevinin terakki ve tekâmülünü temin etmek, beşe-
Kur'an-ı Kerim Buyurdu ki:
ARTIK DÜNYAYA DÖNÜLMEZ
"Nihayet o müşriklerin herbirine ölüm geldiği vakit, şöyle diyecekler: Rabbim, beni dünyaya geri çevir. Tâ ki, ben terk ettiğim imanı yerine getirip salih amelde bulunayım Hayır, 'Artık Dünyaya Donülmez' Müşriklerden herbirinin söylediği bu sözler, söyleyene âit faydasız bir lâftır. Önlerinde ise bir mezar vardır; diriltilecekleri güne kadar oradadırlar." [297]
rin nazarını ebedî hayata çevirmek için göndermiştir. Halbuki, tenasüh, peygamberlerin gönderilmesi ve kitapların indirilmesi hakikatleriyle tam bir tenakuz içindedir.
İnsanın mükerrem bir mahlûk olarak yaratıldığını, semâvat ve arzın, gece ve gündüzün, hayvan ve bitkilerin onun emrine verildiğini, küre-i arza halife tâyin edildiğini, "Ahsen-i takvîm"de, mümtaz bir surette yaratıldığını, bir kısım meleklerin, onu gözetmek ve muhafaza etmek için çalıştırıldıklarını, bakî bir hayata mazhar kılındığım, mü'minlerin ebedî olarak Cennet'te, kâfirlerin Cehennem'de kalacaklarını bildiren Kur'ân-ı Mübîn de tenasüh iddiasını tamamen reddetmektedir.
Tenasüh iddiası niçin yanlış ve tezatlarla dolu bir iddiadır?
Tenasüh varsa ve vâki ise, bütün insanlara şâmil olması, az çok her insanın, hâlihazır bedenine girmeden önce misafir olduğu bedenleri ve o bedenlerde iken yaptığı işleri hatırlaması gerekir. Milyarlarca insanın yaşamadıkları, bilmedikleri ve inanmadıkları bir hurafeyi, ısrarla piyasaya sürmenin mantık ve muhakeme açısından hiçbir değeri olamaz. Bu hurafe, insanların zihinlerine hangi maksatla yerleştirilmek istenmektedir? Doğrusu, bu husus düşündürücü ve ibret vericidir.
Tenasüh iddiasında bulunan üç grup insan vardır: Bunlar, birkaç çocuktan, psikopat ve ideolojik düzenbazdan ibarettir. Bugüne kadar, sadece birkaç çocuk, başka cesetlerde yaşa-
Resûl-i Ekrem (a.s.m.) Buyurdu ki:
Ölenler, Dünyaya Geri Dönmezler
Resulullah (s.a.v. ) babası Uhud'da şehid düşen Câbir'e bir gün şunu söyledi:
"Allah babana ne söyledi haber vereyim mi ya Câbir " Dedi ki 'Ey Abdullah! Dile benden istediğini vereyim 'Baban şunu söyledi 'Ey Rabbim, bana yeniden hayat ver Senin yolunda ikinci kere öleyim ' Allah ona 'Benden daha evvel kesin hüküm çıkmış bulunuyor: 'Ölenler artık dünyaya dönmeyecekler' cevabında bulundu.
Bu hadiste, tenasühçü görüşlere, ruhların yeni bedenler bulup dünyaya geri döndükleri inancına da reddiye vardır.
dıklarını iddia etmişlerdir. Halbuki, altı veya yedi yaşlarındaki bu çocukların sözleri, hukuk ve ilim açısından bir değer taşımaz. Çünkü bunlar reşit değildirler. Kendi çocukluk dünyalarını yaşayan, temyize henüz kabil olmayan, hayâl ile gerçeği ayırt edemiyen tufeylilerin sözleriyle bir mes'ele isbat edilemez. Zira, çevrelerini kendileriyle meşgul etmek, ilgilerini çekmek, itibarlarını yükseltmek, tanınmak ve "aferin" almak gibi birtakım psikolojik te'sirler altında kalabilirler. O hâlde, onların ciddiyetten uzak, hayal mahsûlü konuşmalarının hukukî ve ilmî bir değeri olamaz. Zaten, tesbitlere göre, kendilerine tenasüh isnat edilen bu çocukların sayıları belli bir adedi geçmemektedir. İşte, bütün tenâsühçülerin dayandıkları delil ve bağlandıkları ip, bu çocukların saçma sapan sözlerinden ibarettir.
Psikopatlara gelince, bunların aklî muvazeneleri bozuktur; ifadelerinde çok yönlü çelişkiler mevcuttur. Ciddî bir tedaviye muhtaç olan bu insanların ifadeleri üzerinde yorum yapmanın abes olduğu açıktır. Bunların beyanları da hukuk açısından geçersizdir; itibar olunamaz.
Tenasüh fikrini kabullenen üçüncü grup da, belli bir ideoloji namına hareket eden samimiyetsiz ve kasıtlı kişilerdir. Allah'a ve âhirete inanmayan bir kısım dinsiz ve materyalist insanlar kasten, milleti ifsat etmek, dinî temayülleri kırmak, umumî itikad ve inancı sarsmak için, para ve menfaat karşılığında uydurma vak'alar hazırlamakta, üç beş zavallıyı teyp gibi kurup, umumî efkârı bulandırmak istemektedirler.
Netice olarak, birkaç çocuğun, bir grup psikopatın ve bir takım kasıtlı kişilerin asılsız iddialarına dayanan bu hurafeye hakikat kisvesi giydirilemez.
İmam-ı Rabbani buyurdu ki:
Cehennem Kimin İçin?
Bazı mülhidler var ki, bâtıl olarak şeyhlik mesnedine oturmuştur; tenasühün cevazına hükmederler. Zannederler ki; nefis, kemâl haddine ulaşmadıkça, bedenlerde döner durur. Bu mânâdan olarak derler ki:
Nefis, kemal haddini bulduğu zaman, bedenlerde tekallübden fariğ olur. Hatta, bedenlerle alâkası da kalmaz. Zira onun yaratılmasında gaye kemâldir. Onun kemâli ki müyesser oldu; maksad dahi hâsıl olmuş olur.
Bu kavil, sarih küfürdür; tevatür ile dinde sabit olanı inkârdır.
Herbir nefs ki, kemal haddine ulaştı; o zaman cehennem kimin için olacak? Ve kim azap görecek?
Onların bu kavli, aynı zamanda cehennemi ve uhrevî azabı inkârdır. Keza, cesedlerin haşrini dahi inkârdır. Zira onların fâsid kanaatine göre, nefsin cesede ihtiyacı kalmamıştır ki; cesedler haşrola... Zira o, kemalâtına bir âlettir.[298][299]
Doç. Dr. Sefa SAYGILI
Freud, 1856 yılında Avusturya'da doğdu. Tüccar olan babası, 2 çocuğunun olduğu ilk evliliğinden sonra, 40 yaşındayken 20 yaşındaki bîr kızla ikinci evliliğini yapmıştı. Freud, Yahudi idi. Siyonizme inanıyordu. Çocukluğu ve gençliği, yahudilere karşı o zamanki aşağılayıcı muamelelerle geçti. Babası da kendisine yapılan küçültücü hareketleri oğluna anlatıyor ve onu kinlendiriyordu. Freud bu telkinlerle, yahudi olmayanlara karşı intikam hırsı ile büyüdü.
Nörotik (bir çeşit ruh hastası) bir annenin baskısı altında yaşayan bir genç kızla nişanlandı. Nişanlı geçirdiği 5 yıl gibi uzun bir süre boyunca, ailevî ve dinî baskı neticesi, cinsî eziklik ve durgunluk acıları çekti.
Evliliği sırasında ise mutsuzdu, cinsî yönden tatminsizdi. Kendisini yalnız hissediyordu. Evliliğini bitirmek istiyor, fakat durumu, yahudi oluşu ve başka sebepler, buna mâni oluyordu.
Freud, önce ruhî hastalıkların çocuklukta tecavüze uğramakla ortaya çıktığını iddia etti. Sonradan bu şahısların hastalıklarından dolayı hayal gördüklerini farkedince, bu ilk teorisinden vazgeçti.
Doktorluğu sırasında, Anna adındaki nörotik bir kızı teferruatlı bir şekilde tetkik etti. Bu kızın eziklik duyduğu bir takım cinsî meseleleri vardı.
Freud'un yüksek zekâsı ve yahudi tabiatı, aşağılanma içinde şekillenen ruhî yapısı; insanlardan intikam alma arzusu ve tatminsizliği ile birleşince, kızın cinsî kaynaklı hasta olduğunu iddia etti ve bu görüşünü bütün nörozlara (bir çeşit ruhî hastalık) uyguladı.
Daha sonra bu mekanizmanın pisikozlarda ve normal insanlarda da geçerli olduğunu ileri sürdü. Kurduğu teoriye psikanaliz adını verdi. Bu teoriye göre; insanların bütün davranışları, hattâ çocuğun annesine bağlılığı ve sevgisi, hep cinsî hazza yönelikti. Nöroz, psikoz gibi ruhî hastalıklar, cinsî isteklerin doyurulmamasına ve bastırılmasına bağlanıyordu.
Freud, tesbitlerini küçük bir hasta grubuna dayandırıyordu ve çalışmalarında ilmîlikten uzak, kontrollü olmayan gözlem metodlarını kullanmıştı. En basit bir işi gereksiz ayrıntılarıyla karmaşık bir şekilde ele alıyor, mevcut olmayan problem ve sırları keşfediyordu. Kendi teorisini desteklemek için en ince ve en garip ayrıntılar üzerinde duruyordu.
Sosyal ilimler, spekülasyonlara (uydurma fikirler) açıktır. Tabiî ilimlerdeki gibi katı kaideler yoktur. Sosyal bir hâdise, birkaç türlü izah edilebilir. Belki hepsi yanlıştır, belki hepsinin doğru olan bir yanı vardır. Doğru olanı ispatlamak da, yanlış olanı çürütmek de çoğu zaman mümkün olmaz. Bu yüzden tarih boyunca her felsefeci, kendi şahsiyet, hayat tarzı, kompleks ve saplantılarına göre bir görüş ortaya atabilmiştir.
Neslin devamı için zarurî olan cinsîliğin, muhakkak ki önemi vardır ve bozukluğu da, bazı rahatsızlıklara sebep olabilir. Fakat Freud, cinsîliği kendi ruhî yapısı, tatminsizliği ve yahudi tabiatıyla bütün ruhî hastalıklara ve giderek normal insanlara tatbik etmiştir.
Freud'un teorisine göre çocuk, tam bir cinsî sapıktır.
Dünyada bilinen bütün sapıklıkları; devre devre çocuğa mâletmiştir. Bu teoride çocuk ilk yaşında meme emerken cinsî haz duyar (oral safha). Sonra cinsî hazzı (1-3 yaş) dışkı yapmaya kayar (anal faz). Daha sonraki dönemde ise cinsiyetinin farkına varır. Erkekse annesine aşık olur. Babasını rakip sayarak düşman olur. Babasının ona zarar verebileceğinden (iğdiş) korkarak bu sefer babasına saygı ve hayranlık duymağa başlar. Buna Oedipus kompleksi adını verir. Bütün insanların şahsiyetlerinin teşekkülünde bu kompleksi tesirli görür. Ruh hastalıklarının, ahlâkın ve dinin, bu kompleksin saplantısından ortaya çıktığını iddia eder. Fakat bu takılmanın niçin ve nasıl olduğunu ve bazı kimselerde neden meydana geldiğini izah edemez.
Freud, bu garip ve mantık dışı iddialarını bir Yunan efsanesine dayandırır. Bu efsanede bilmeden babasını öldüren Oedipus, yine bilmeden annesi ile evlenir ve kral olur. Annesi olduğunu öğrenince de üzüntüsünden gözlerini oyar ve o diyarı terkeder.
İşin dikkat çekici yanı, bu sapık efsanenin kahramanı Oedipus'un gerçeği öğrendiğinde kendisini cezalandırmasına rağmen, Freud'un bunu kendi görüşleri doğrultusunda saptırıp yorumlaması ve bu sapıklığı bütün insanlığa mâlederek âdeta insanlardan intikam almasıdır.
Freud, sadece iptidai insanları ruh sağlığı yerinde olarak görüyordu. Çünkü bu insanlar içgüdü dürtülerini bastırma, engelleme ve yüceltme gereği duymadan duyurabilmekteydi. Çağdaş antropologlar bunun böyle olmadığım göstermişler ve Freud'un bu iddiasında da isabet etmediğini ispatlamışlardır.
Freud'un ölümünden sonra bir çok kişi başıboş ve hayvanca yaşamak için bu hurafelere sarıldılar. O zamanki bozulmuş Hristiyanhğı hakir gören fikir de, bunu kolaylaştırdı. Böylelikle suçluluk hissi ve vicdan azaplarından kendilerini kurtarıyorlardı. Üstelik bütün bunları medenî olmak için yaptıklarını söyleyerek kendi kendilerini de aldatıyorlardı. Bu kişilerin psikanaliz teorisinin yayılmasında büyük rolleri oldu ve giderek Freud'un fikirleri ve cinsî serbestlik cereyanları kitlelere mâloldu.
Freud, bu sapık mekanizmanın kızlarda nasıl olduğunu açıklayamaz.
Freud'dan sonra, bu kompleksin meydana gelme yaşından çok önce küçük çocuğun güçlü bir şekilde annesine bağlı olduğu ve bu temel bağın kız ve erkek çocuklarında ortak görüldüğü, ilim adamlarınca anlaşılmıştır. Erkek çocuk daha doğmadan önce bir ceninken, anne onun dünyasıdır. Onu sarar korur ve besler, doğumdan sonra bile durum aynıdır. Annenin yardımı olmadan hayatta kalması imkânsızdır. Onun şefkat dolu alâkası eksilse, ruh sağlığı bozuk olur. Çocuğu hayata bağlayan ve ona canlılık veren yine annedir. Freud, çocuğun annesine duyduğu bu haklı bağlılığı, cinsî hazla izah etmeye kalktı. Üstelik kız çocuklarının da anneye bağlı oluşuna gözlerini kapadı.
Freud, Oedipus kompleksi teorisini Hans isimli bir çocukta ispat (!) ettiğini ileri sürer. Fakat sonradan yapılan tarafsız incelemeler, Hans'ın anne ve babasının Freud'un müridi olduğunu ve çocuğa bazı şeylerin zorla telkin ettirildiği ve yorumu Freud'un kendi görüşleri doğrultusunda saptırdığı anlaşılmıştır. Çocuk Freud'un iddiasının aksine babasından değil annesinden korkmaktadır. Freud, birçok çocuğun başına gelebilecek ve tedavi gerektirmeyecek hafif bir ürkmeyi, teorisi doğrultusunda saptırmıştır.
Freud, hayatının diğer bölümünde insanın her davranışını cinsî haz prensibiyle izaha (!) devam etti. Tâ ki, Birinci Dünya Harbi başlayıncaya kadar. Bu sıralar, her yanı savaş heyecanı kaplamıştı. İnsanlar acımasızca birbirini öldürüyor, gözler kandan başka şey görmüyordu. Freud, bu durumu cinsî hazla bir türlü açıklayamadı ve bu sefer cinsî hazzın yanına, "saldırganlık dürtüsünü" ekledi. Yâni insan davranışlarının kaynağı (!) olan şuuraltında, cinsî haz ve saldırganlık (yıkıcılık) dürtüsü bir aradaydı.
Freud'a göre yıkıcılık, insanlarda değişmez bir oranda vardı, ya içe (intihara kadar varabilir) veya dışa (cinayete gidecek şekilde) dönerdi. Fakat daha sonra yapılan istatistikler incelendiğinde, bazı toplumlarda intihar ve cinayetlerin yüksek, bazılarında düşük oluşu göze çarpmış ve Freud'un bu hipotezini de çürütmüştür. Çünkü bu dürtü her insanda olsaydı, bütün toplumlarda bu iki fiilin sayıca birbirine yakın olması gerekecekti.
Freud, insanı yıkıcı içgüdüleri denetim altında tutulması gereken bir varlık olarak tanıtıyordu. İnsan bencildi, her hareketinin altında cinsîlik yatıyordu.
Bütün nevrotik eğilimler çocukluk döneminden kaynaklanıyordu. Freud insanı, cinsî enerjinin (libido) harekete geçirdiği ve çalıştırdığı bir makine, bir robot olarak görüyordu. Hiç şuurlu hareketi yoktu. Şuurlu biri görünen davranışları, şuur altının bir ürünüydü. İrade, aldatmacaydı. İşin enteresan yanı, insanın tasarruflarında hür olmadığına, yegâne hâkimin Allah olduğuna inanmayan, mistik diyerek karşı çıkanların, bu saçma düşünceyi sahiplenmeleridir.
Freud'un bu fikirlerinde, uzun yıllar kokain alışkanlığının da tesirli olduğu ileri sürülmüştür. Freud kokain adlı uyuşturucu maddeyi uzun yıllar kullanmıştır. Bu konuda inceleme yapan İngiliz tıp tarihçisi E.M. Thornton 1983'de İngiltere'de, bir yıl sonra da ABD'de yayınlanan "Freudçu Safsata" adlı kitabında, kokainin insana canlı hayaller gördürdüğünü, bu yüzden de Freud'un rüyalara önem verdiğini belirtir. Bu araştırmacı, Freud'un meslek hayatı boyunca gösterdiği kıskançlıkları, hırçınlıkları, başkalarını kendine düşman görmesini, ani bayılmalarını, kalp atışı düzensizliklerini, hafıza yanılmalarını, âni ve aşırı his değişmelerini hep kokain iptilâsmın sonucu olarak görür.
Freud hayatının son dönemlerinde, bir fikr-i sabit gibi ölüm düşüncesi ile ilgilenme illetine tutuldu. 40 yaşına girdikten sonra, her gün ölümü düşünür oldu. Ölümden korkusu o kadar büyüktü ki, başkasından ayrılırken (yeniden görüşmek üzere) dedikten sonra (belki de bir daha görmeyeceksiniz) diye ekler olmuştu. Sanki dilinin bir cezası olarak çene kanserine yakalanınca, bu ölüm korkusu daha da arttı. Bu sefer ölüm içgüdüsünden bahsetmeye başladı. Artık ona göre hayatın gizli gayesi ölümdü ve bu sebeple insanın ölmek zorunda olma düşüncesi de, ölüm korkusunu hafifletmeye çalışan bir teselli şekliydi. Derken 1939 yılında Londra'da hesap âlemine göçtü.[300]
1. Reich Freud Anlaüyor, W. Reich, Payel Yayınları, 1982, İst.
2. Psikalaniz ve Psikoterapi, Prof Dr. Orhan Öztürk, 1985, Ankara
3. Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları, Erich Fromm, 1983, İst.
4. Psikalanizin Bunalımı, Erich Fromm, Dost Yay., 1982, İst.
5. Psikanalizin Babası Freud Kokainmandı, Bilim Dergisi, Nisan, 1985[301]
Doç. Dr. Sefa SAYGILI
Freud'un teorisi, çeşitli ruh hastalıklarında tedavi gayesiyle de kullanılmıştır. Bu tedaviye psikanaliz, yapana ise psikanalist adı verilir. Zaten Freud'un ilk gayesi tedaviydi.
Teorinin ortaya atıldığı yıllarda ruhî hastalıklar için geliştirilmiş tedavi teknikleri yoktu. Bu boşlukta psikanaliz hızla yaygınlaştı. Tıbbın dışında sosyal ilimler tarafından da benimsendi; akademik ve entellektüel hayatta güçlendi, batıda halk arasında da yayıldı ve popüler oldu. O kadar ki, psikanalistler kendilerinden yardım isteyen hastalarına yetişemediler, arz ile talep arasındaki dengesizlik, meslekî gelir ve itibar yönünden, psikanalizi en muteber meslekler arasına soktu.
Zamanla ruhî bozuklukların sebepleri aydınlatılmaya ve tedavi neticeleri ortaya çıkmaya başlayınca, yeni tedavi metodları ortaya atıldı ve psikanaliz hemen hemen terkedildi.[302]
Pek çok hastalıkta mahzurlu olan Psikanaliz, ruh hastaları veya ruhî problemi olanların çok az bir kısmına tatbik edilebilir. Bu tip hastalarda da şu özelliklerin bulunması, ayrıca gereklidir.
Hastanın tedaviye arzulu olması ve kendi isteğiyle gelmesi şarttır.
Hasta en azından normal zekâya ve problemlerini anlatabilecek kabiliyete sahip olmalıdır.
Hastanın kendisini tanımaya, incelemeye ve değiştirmeye samimî isteği bulunmalıdır.
Büyük emek ve zaman isteyen tedavi türü olduğu için, hastanın ekonomik gücü ve zamanı olmalıdır.
Hastanın hayat şartları da mühimdir. Ailesi ona destek olmalı, fakat çok müdahele etmemelidir. Ayrıca büyük şehirde oturmalıdır.
Tedavi süresince alkol ve uyuşturucu ilâç almamalıdır.
Kısaca, psikanaliz, üst sosyo kültür seviyede, zeki, kendini tanımaya (!) yatkın, his ve fikirlerini açıklayabilen, parası ve zamanı olan ve büyük şehirlerde yaşayan, istekli bir mutlu azınlığın faydalanabileceği bir tedavi metodudur.[303]
Psikanalist olabilmek için ruh hekimliğinden sonra en az 3-4 sene, haftada 2-3 kere birer saatlik psikanalizden geçmek şarttı. Bir yanda kendisi geçerken, bir yandan da seçilmiş hastalara uzun süre kontrollü olarak psikanaliz yapmalı; bu süre içinde ayrıca öğretici seminer ve derslere devam etmeliydi. Böylece klâsik psikanaliz eğitimi, ortalama 5-6 yıl sürüyordu.[304]
Psikanaliz için çok sakin, loş bir oda seçilir. Hasta konforlu ve rahat koltukta uzanırken, psikanalist onun arkasında ve göremiyeceği bir yerde oturarak sessizce onu dinler, zaman zaman da söze karışarak, telkinde bulunmadan hastanın anlattıklarına kısa yorumlar getirir.
Psikanaliz tedavisi uzun zaman alır. Hasta, birer saat süren, tedavi seanslarına, haftada ortalama 2-3 defa olmak üzere en az 3-4 sene aksatmadan devam etmek zorundadır.
Klasik psikanaliz sırasında ferdin aklına gelen her düşünceyi hiçbir baskı, kontrol ve gizlemeye uğratmadan açığa vurması beklenir. Buna "Serbest çağrışım" adı verilir. Zaman içinde, çağrışımlar o anla ilgili şartlardan bağımsızlaşmaya başlar, yeni yeni hatıralar doğar. Yeni bir çağrışım ferdin zihnine gelince, bunu söylemeye karşı hemen bir "mukavemet" belirir. Kişi bu, mukavemeti kırmak ve aklına geleni söylemek zorundadır.
Bu tedavide halledilmesi gereken çok önemli bir mukavemet reaksiyonu, hastanın psikanaliste karşı beslediği hislere "transfer" durumudur. Analist, bu hisleri yerinde kullanarak hastanın tedavisinde faydalanır.
Tedavinin herhangi bir safhasında başarısızlık, tedaviyi kesmek için yeterli sebebdir.[305]
Freud, her davranışı ve ruhî hastalığı, çocukluktaki cinsî sapmaya bağlamaktaydı. Şahsın rahatsızlıklarından, davranışlarından, küçüklüğünü ve özellikle ailesini mes'ûl tutuyordu. Şahıs, çevresi ve o sırada olan hâdiseler tesirli değildi.
İşte Freud, bu sapmaların şuur dışına itildiğini ve bunların ancak psikanalizle şuur seviyesine çıkarılıp boşaltılabileceğini iddia ediyordu. Tedavi de bu teoriye dayanmaktaydı.[306]
Psikanalizin birdenbire parlamasının sebebi açıktı. "Bunalım Çağı" olarak adlandırılan bu yüzyıl, insanları giderek daha da büyüyen bir yalnızlığa itmişti. Sosyal hayatta değerini kaybetmiş hıristiyanlık, boş olduğu anlaşılan politik akımlar ve felsefe, insana bir emniyet hissi vermekten uzak bulunuyordu.
Psikanaliz, bu ihtiyaçları tatmin edeceğini iddia ediyordu. Belirti düzelmese de tenkid etmeden sabırla ve az çok yakınlıkla dinleyen birisi ile konuşabilmek de, zaten hastaya büyük rahatlık veriyordu. Ayrıca psikanalize devam etmek, moda hâlini almıştı.
Psikanaliz bir bakıma hıristiyanlık, politika ve felsefeden boşalan yeri doldurabilecek bir alternatifti. Freud'un, hayatın bütün sırlarını ilmî olarak ortaya çıkardığı ileri sürülüyordu. Hayatın mânâsı artık anlaşılmıştı. (!) Psikanalize devam edenler, çocukluk saplantılarını (!) hatırlayıncaya kadar hekimle konuşmakla herşeyin halledileceğine, ondan sonra mutluluğun kendiliğinden geleceğine inanmışlardı. Öyle ki, herkes veya hiç olmazsa bütün liderler psikanalizden geçirilse, dünyada halledilmesi gereken hiçbir ciddi mesele kalmayacağı, her yerin güllük gülistanlık olacağı inancı yaygınlaşmıştı.
Bu yayılmaya karşılık psikanaliz, tedavide hiç başarılı olamadı ve iddialarının da hiçbiri gerçekleşmedi.
Psikanalize tâbi tutulan nevrotik hasta grubu ile, psikanalize uygun görülüp de çeşitle sebeplerle tatbik edilemeyen hasta grubu karşılaştırıldığında, her iki grupta da iyileşme oranının eşit olduğu, büyük bir hayretle tespit edildi. Bu kıyaslama, nevrotik çöküntüden muzdarip olan askerlerde, hissî düzensizlikten rahatsız olan çocuklarda ve suçlularda tekrarlandığında, netice her zaman aynı çıkıyordu. Arada, istatistik önemi olan bir farklılık görülmüyordu.
Ayrıca, psikanalizde, "hastanın iyileşmesi"nden de ne anlaşıldığı bilinmiyordu. Freud'a göre, hastanın iyileştiğini
söylemesi ve psikanalistin de buna inanması yetiyordu. Birçok hasta, bıktırıcı psikanaliz seanslarından kurtulmak veya psikanaliste hoş görünmek için durumlarında değişiklik olmadığı hâlde düzeldiklerini söylüyorlardı.
Çok istekli ve yatkın gibi görünen bazı hastalar, psikoterapiye alışkanlık geliştiriyor ve bir çeşit psikanaliz tiryakisi olabiliyorlardı. Nitekim, gelişmiş ülkelerde psikanaliz, çok kişi için hayatın bir parçası olmuştu. Bu bakımdan bu tür gelişmenin kendisi, o cemiyet için bir problem teşkil etmekteydi.
Bazı hastalar psikanalistin yorumunu sindiremiyor ve tedaviyi reddediyorlardı. Bu da bir bakıma hastalıklarının artması ve alevlenmesi mânâsını taşıyordu.
Sonra psikanaliz sayesinde "içini dökmek" moda ve teşvik edilen bir tutum olmuştu. Hiçbir sansür, hiçbir utanma duygusu, hiçbir kontrol olmadan konuşmak, bu engellerin faydasını gideriyor, problemleri büyütüyordu.
Kısa bir zaman öncesine kadar, ABD ve Avrupa ülkelerinde herkesin özel psikanalistinin bulunması, neredeyse normal bir hale gelmişken, psikanaliz artık yerini, geliştirilen yeni tedavi metodlarına terk etmiştir. Psikanalist olmaya istekli talebeler ve psikanaliz yaptırmak isteyen hastalar, yok denecek kadar azalmıştır.
Freud'un en büyük iddiası olan "ruhi bozuklukların psikanalizle tedavi edilebileceği" görüşü de iflâs etmiştir.[307]
1. Psikanalizin Bunalımı, Erich Fromm, Dost Kitabevi, 1982
2. The Effects of Psychotherapy, R.S. Rachman Pergamon Press, 1971
3. Müslüman Psikologların Çıkmazı. Malik Babikir Bedrî, İnsan Yayınları, 1984
4. Psikanaliz ve Sonrası. Prof. Dr. Engin Geçtan. Hür Yayınları. 1981
5. Medikal Psikoloji, Prof. Dr. Rasim Adasal, Minnetoğlu Yayınları, 1977.
6. Ruhî Bunalımlar ve İslâm Ruhiyatı. Dr. Mehmed Tevfik, 1985.
7. Psikanaliz ve Psikoterapi. Prof. Dr. Orhan Öztürk. 1985
8. Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları. Erich Fromm. Arıtan Yayınevi. 1983[308]
Doç Dr. Sefa SAYGILI
Görüşlerini yaydığı yıllarda Freud'un pekçok talebesi oldu. Fakat bunlardan bir kısmı, onun ateist (din tanımaz) görüşleri ve cinsiyeti ön plâna alması sebebiyle şiddetle saldırarak ondan ayrılmış, diğer bir kısmı ise, "cinsi haz" prensibini reddederek yeni teoriler kurmuşlardır. Freud'un görüşlerini devam ettirenler azınlıktadır.
Psikolojide ekol meydana getirmiş talebelerinin teorileri incelendiğinde, çoğunun Freud'u reddettiği görülür.
Alfred Adler (1870-1937), psikanaliz teorisinin hepsini ve şuurdışı ile ilgili görüşleri geçersiz saydı. "Aşağılık duygusu"nu esas alarak "ferdi psikoloji"yi kurdu ve hastayı, çevresinin bir parçası olarak gördü.
Adler'in teorisinde şahsiyet, cinsiyetle değil; ferdin kendisine, diğer insanlara ve topluma karşı geliştirdiği davranışların mahsulü olarak gelişir.
Freud'un insanı yıkıcı bir varlık olarak tarif eden, içgüdülerin esiri olarak sayan görüşlerine ve karamsarlığına karşılık, Adler, insanı çeşitli durumlara uyabilme kabiliyeti olan, olağanüstü işleri başarabilen, insanların yücelmesi için yapıcı gayretler gösteren, iyi veya kötü olmayı kendi iradesiyle seçen ve çevreye istediği şekli verebilen bir varlık olarak tarif etmiştir.
Freud gelişme teorisini, çocukları müşahede etmeden, yetişkinlerin serbest konuşmalarından edindiği bilgilerle ortaya atmıştır. Oysaki Adler; çocukları ailede, okulda ve diğer eğitim merkezlerinde doğrudan incelemiştir.
Cari Gustav Jung (1871-1961) hayat enerjisini cinsi hazza inhisar ettirmeye karşı çıktı ve psikolojiye "ortak alt şuur" kavramını getirerek, "Analitik psikoloji" adlı teorisini kurdu. Jung'un "kişilik teorisi", Freud'çu psikanalizden daha az kötümser ve daha fazla mistik ve dinî temayüllüdür. İnsanın cinsiyet ve saldırganlık rollerine çok daha az önem verir.
Otto Rank (1884-1939), "İnsanın doğarken dölyatağından ayrılması" nı ruhî çatışmaların çekirdeği olarak kabul etti. Ona göre insan, anne karnında pek mutludur ve hayatı boyunca da bu anlara hasretlik duyar.
Harry Stack Sullivan (1892-1949) göre nörozlar, güvensizlik hisleri ve şahıslararası münasebetlerde saygı kazanamamaktan ileri gelir. Erginlik öncesi çağda cinsiyetin önemli bir rolü yoktur.
Karen Horney (1885-1952) ise; şahsiyetin, davranışların ve davranış bozukluklarının teşekkülünde çevreye ve kültüre öncelik verdi. Çocuğun doğduğu andan itibaren yabancı, düşman bir dünya karşısında yalnız, yardımcısız, çaresiz olduğunu, bu durumdan ruhî çatışma duyduğunu ileri sürdü. "Temel anksiete" adını verdiği bu çatışmayı, nörotik belirtilerin kaynağı olarak gördü. Libido teorisini şiddetle reddetti.
Freud, yetişkinlere ait davranışları, "çocukluk döneminde geliştirilen tepkilerin tekrarlanarak yaşanması ve onların değişik şekildeki ifadeleri" olarak açıklıyordu. Horney ise, yaşanan zaman içinde davranışların ortaya çıkış şeklinin mânâ ve önem taşıdığı görüşünü savundu.
Erich Fromm (1900-1980) kişilik gelişmesinde davranışa ve davranış bozukluklarında kültüre büyük önem verdi. Fromm'a göre; sevgi ve kin, güçlü olma tutkusu ve boyun eğme isteği gibi insanlardaki karakter farklılıklarına sebep olan faktörlerin hepsi, sosyal münasebetlerin neticeleriydi. Freud ise, bunları, çocukluktaki cinsî saplantılarla açıklıyordu.
Gordon Allport, Abraham Maslow, Cari Rogers gibi psikologların kurduğu "hümanistik (insanî) psikoloji", beden ve ruh olarak ele aldığı insanı, dinî görüşe yakın mânâda değerlendiriyordu. Hümanistik model, müsbet bir insan tabiatı kavramına sahipti. İnsan tabiatı esasta iyiliğe yönelikti. İnsan, "Freud'un iddia ettiği gibi içgüdülerinin yönettiği bir robot olmayıp, alınyazısını çizmekte, tercih hürriyetine sahip aktif bir iştirakçi ve kendi kendisinin arkadaşıdır."
Martin Heidegger, Jean Paul Sartre, Edmund Husserl gibi öncüler ise, "eksistansiyel (varoluşçu) psikoloji" yi savundular. Bu psikoloji, insanın kendisini, yaşamakta olduğu zaman içinde var edebileceği ve değiştirebileceği prensibinden kaynaklandı. Bu ekole göre; insan hayatı, geçmişi ve içgüdüleri ile sınırlanamaz.
Wilhelm Reich (1897-1957) Freud'un hayatta iken reddettiği ve çatıştığı talebelerindendi. Marksistir. Freud'un cinsî haz prensibini, diğerlerin aksine aşırıya kaçan görüşlerle savunmuştur. Öyle ki, Freud'u, teoriyi sulandırmak ve bozmakla itham etmiştir.
Reich'e göre, bütün ruh hastalıklarının sebebi cinsî bozukluklardır ve düzelmeleri, bu bozuklukların iyileşmesine bağlıdır. Bu yüzden, cinsiyet üzerindeki bütün kısıtlamalar kalkmalı ve cinsî münasebetler, serbest bırakılarak açıkta dahi yapılabilmelidir.
Reich, hekimliği sırasında, birtakım ahlâk ve tıpdışı uygulamaları sebebiyle şarlatanlık ve sahtekârlıktan tutuklundı. Mahkemede "libido" adlı hayat enerjisini bulduğunu iddia etti. Mikroskopta gösterebileceğini söyledi. Kimse birşey göremeyince ruh hekimlerinden teşekkül eden bilirkişi heyetine muayene ettirildi. Akıl hastası olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine yatırıldığı akıl hastanesinde ölünceye kadar kaldı.
Kısacası, talebeleri arasında Reich dışında cinsî hazza Freud'un yüklediği fonksiyonu veren yoktur. Herbiri kendine göre bir teori geliştirmiş, sayıları kadar görüş ortaya çıkmıştır. Hepsi de birbirlerini reddetmişlerdir.
Cenab Şehabettin'in bir sözünü hatırlayarak yazımızı bitiriyoruz. "Körler elele de tutuşsalar, sonu ya bir uçurum, ya da bir çukurdur."[309]
Ömer SEVİNÇGÜL
Diyorlar ki: Dünyaya bir kere gelinir. Sonun başlangıcı yoktur. Gülün, eğlenin, bir yıldırım hızıyla geçen ömrünüzü zevk ve safa ile geçirin. îman, âhiret, ibâdet, helâl, haram, ölüm gibi size sorumluluğunuzu hatırlatacak ve zevklerinizi kısıtlayacak kavramları düşünmeyin. Siz bir kelebek kadar hür ve kayıtsız olmalısınız. "İç bade, güzel sev, var ise aklü şuurun Dünya var imiş, ya ki yok imiş ne umurun."
Bu bir hayat felsefesidir ve adına Hedonizm denir. Dilimizde "Hazcılık" veya "Zevkçilik" diye ifade edilebilir. Kökleri Eski Yunan'a kadar gider. İlk filozofu Epikür'dür. Felsefe tarihleri, her ne kadar Epikür'e "İlk" diyorlarsa da, bu beni tatmin etmiyor. Kanaatime göre ilki şeytan, ikincisi nefistir; Epikür, ancak üçüncü olabilir! Daha sonra bu fikirlerin bir benzerini Ömer Hayyam'da görüyoruz.
Felsefe, Nedim'in, "Gülelim, eğlenelim, kâm alalım dünyadan," mısrasıyla sloganlaşır. Günümüzün maddeci toplumları; zevk kıskacının kurbanı oldular. Bu salgın hastalık, bazı şer odaklarının marifetiyle, vatanımızı hedef almış durumda. Gençlerimizin beyinleri, sözde sanatlarla yıkanıyor; şarkı sözlerine kulak verin, kâfi.[310]
Evvelâ, Hedonizm'in içyüzü üstünde durmak istiyorum. Bir sistemin kabul görmesi için, toplumun tamamına, yahut ekseriyetine hitap etmesi gerekir. Oysa Hazcılık, kısmî bir azınlığı içine alıp, çoğunluğu dışarıda bırakıyor. Çünki, cemiyetin ekseriyetini çocuklar, hastalar, fakirler, ihtiyarlar ve musibete uğrayanlar teşkil ederler. Dilediği gibi eğlenmek, her arzusunu tatmin etmek, her zevki tatmak, ancak belli bir gruba vergidir. Hem genç olacak, hem sağlıklı, hem zengin ki, keyif peşinde koşabilsin. Karnını doyuramayan fakire, ızdıraplar içinde inleyen hastaya, kabir kapısında ölümü bekleyen ihtiyara "Ye, iç, eğlen, keyfine bak," demek gülünç olmaz mı? Fakir, ancak bu dünyada tadamadığı lezzetlere, âhirette kavuşacağını düşünüp, ümit ederek teselli olabilir. Hastalar, aczini anlayıp, Yaradan'ına dua etmekle huzura kavuşur.
Beli bükülmüş, fâni zevklerden elini çekmek zorunda kalmış ihtiyarlar ise, ölümün yokluk olmadığını, ebedi bir âleme gitmek için vasıta olduğunu düşünmekle tarifsiz kederlerden kurtulabilir.
Şark tefekkürünün âbidelerinden olan Sadi'nin de dediği gibi; "insanlar bir vücudun azalarıdırlar." Organların karşılıklı yardımlaşmalarıyla hayat devam eder. Toplum hayatı da, fertlerin dayanışmasına ve birbirleriyle müsbet mânada ilgilenmesine bağlıdır.
Akıl, kalb ve vicdan sahibi her insan, şâir hemcinslerine merhamet eder, etmelidir. Çevresindeki kişilerin dertlerine, kederlerine, ızdıraplarına kayıtsız kalabilenler, insanî özelliklerini kaybedenlerdir.
Ağlayan yetimlere, kıvranan açlara, inleyen hastalara ve titreyen ihtiyarlara rağmen zevkini düşünenlere, sadece keyif için yaşayanlara insan mı denir?[311]
Hazcılar, çalışmayı da sevmezler. Kazanmak için ter dökmek istemezler. İş, zamandan ve keyiften fedakârlık etmeyi gerektirir. Şu halde zevk için harcanacak parayı nerden temin edecekler? Şüphesiz saf ve masum insanların sırtından. Bu sebeple, cemiyette zevkçilik arttıkça, vurgunculuk da çoğalıyor. Bir yanda gayrimeşru kazancı meslek haline getirenler, diğer yanda çalıştığı halde yeterince kazanamayanlar. Dünya, zâlim asalaklarla, mazlum vatandaşların dünyası.
Zevk, gaye olalı, aile müessesesi zayıfladı. Çünki, cemiyetin çekirdeği olan aile, ancak fedakârlıklarla ayakta durabilir. Kadını, "yasak zevklerin aracı" kabul eden zihniyet, "şefkat kahramanı anayı" tanımaz. Çocuk ise, keyif aracı olan parayı paylaşarak azaltan düşmandır; doğmadan öldürülmeli. Yaşasın nüfus plânlaması!
Aşiretleri devlet yapanlar, kahramanlardır. Esir milletleri, efendi haline getirenler, ideal adamlarıdır. Ölüm uykusuna yatmış cemiyetleri ayaklandıran, coşturan ve yüce hedeflere koşturanlar, alperenlerdir. Şahsî arzuları peşinde sürüklenenler kahraman olamazlar. Sefahat döşeğine rahat için yatanlar, fedakârlık edemezler. Benciller, ölüme gülümseyen, mânâ için yaşayıp, dâva için ölenleri anlayamazlar. Bunlardan meydana gelen toplum, içinden çürümüştür.
Hayatın gayesini zevk zannedenlerin beyinleri, midelerine inmiştir. Maddî zevkten başka zevklerin de olabileceğine ihtimal vermezler. Açı doyurmanın, yetimi okşamanın, düşküne yardım etmenin hazzına yabancıdırlar. Gürültülü müzikten, kasıkları patlatan komediden, şehvet kokan edebiyattan hoşlanırlar. Ömürleri, yeni zevkleri hayâl etmekle geçer. Zevkin sınırı yoktur. Tekrarlanan hazlar, tad vermez olur. O zaman yeni ve değişik zevklerin peşine düşerler. Bulamayınca, sıra aklı uyutmaya gelir. Yeni dostları afyon, eroin ve alkoldür artık. Uyuyan, uyuşan ve sızan bir cemiyet ortaya çıkar. Böyle bir toplum, dostu düşmandan ayırt edemez. Hürriyet kapısı kapanmaya, esaret kapısı açılmaya başlar. Ruhun cüzzamı olan bu korkunç hastalığa yakalananlar, manen ölüdürler. Ölülerse, mülklerini koruyamazlar. İşte bunun için materyalist dış odaklar ve onların içerdeki kuklaları, zevki ve hazzı gaye olarak gösteriyorlar![312]
Zevk nedir? Zevk, vasıtadır. Ferdî hayatın ve neslin devamı için yaratılmıştır. Yiyeceklerde zevk olmasaydı, yemek yemek bir azap olurdu. Yiyemez, içemez ve zarurî ihtiyacımız olan gıdaları alamazdık. Hayat devam etmezdi. Keza, evlilikte lezzet olmasaydı, aileler kuramaz, çoğalamaz, yeryüzünü şenlendiremezdik. İnsan nesli kesilirdi. Halbuki biz, îman ve ibâdet için yaratıldık. Bu yüce vazifeleri yapmak için yaşamalı, neslimizi devam ettirmeliyiz. Yanlış olan, vâsıtayı gaye yerine koymaktır. Zevk için yaşayanlar, eşeğini doyurup, kendisi açlıktan ölenlere benzerler.
Zevk ve lezzetin yaratılmasındaki bir hikmet de şudur: Biz bu dünyaya bir imtihan için gönderildik. Burası ücret ve mükâfat yeri değildir. Her pâdişâh gibi, şu dünya mülkünün mâliki olan Allah'ın da bazı emirleri ve yasakları var. Haram zevkler de bu imtihanın bir parçası. Bizden, meşru dairede kalmamız isteniyor. Hür bir irâdeyle yaratılmışız. Helâl çizgisinde yaşayıp cenneti kazanmak da elimizde, haram zevklere kapılıp cehenneme gitmek de.
Aslına bakarsanız, Allah'ı tanımayan, âhireti bilmeyen ve kulluk şuuruna ermeyen kişi, dünyada da mutlu olamaz. Çünkü dünyanın lezzetleri geçicidir. Zevkin bittiği yerde elem başlar. Ölüme kadar sürer gider bu nöbet. Hazların fâni olduğunu düşünmek bile, hayatı zindan etmeye yeter. Hayattan tam zevk alanlar, ancak inananlardır. Onlar bilirler ki, lezzetler geçicidir, ama nimetleri veren Allah bakidir. Tükenen nimetlerin devamını da yaratmaya muktedirdir. Bu dünyada vermese bile, ebedî saadet yeri olan âhirette verebilir. Şu halde lezzetin sonunu düşünüp kederlenmek manasızdır. Evindeki bir sepet elmanın biteceğini düşünerek üzülen fakir bir adam, öğrense ki, padişah kendisini elmasız bırakmayacak, her ne zaman elması kalmasa o yine verecek, sevinir ve lezzetini tam alır.[313]
İnsanı hayvandan ayıran en mühim özellik, akıldır. Fakat bu müstesna kabiliyet, yerinde kullanılmazsa belâ olur. Çünkü, akıl sayesinde geçmişi ve geleceği düşünmek mümkündür. İnanmayan adam, geçip giden güzel günlerini hatırlayarak hayıflanır. Gelecek zaman ise, meçhul tehlikelerle doludur. Ölümü herşeyin sonu sanan için, mazi, bir yoklar ülkesidir. İstikbâl ise, kendisini yutacak bir ejderha ağzıdır. Allah'a teslimiyeti olmadığı için, her olay ruhunu titretir. Dış görünüşüne bakılırsa mutlu zannedilir, lâkin iç dünyası, acılarla cehenneme dönmüştür. Oysa inanan kişi için ölüm yokluk değil, bir başlangıçtır. Nuranî âhiret âlemine geçiş vasıtasıdır. Gelecek ise, sonsuz merhamet sahibi olan Allah'ın emrindedir. Dünya da, içindekiler de fanidir, ama O daimîdir.
Eğer insan bu dünyada ebediyyen kalacak olsaydı, belki zevkine gereğinden fazla önem verebilirdi. Fakat yeryüzünde her an ölüm rüzgârları esiyor. Çevremizde ölümlü hayatın kavgasına şahit oluyoruz. Her yaratıkta ölümün yüzünü görüyoruz. Dün dalında gülümseyen çiçekler, bugün ayaklar altında. Bahar ve yazın yeşil gelinleri olan ağaçlar, kışın kefenler içinde. Masmavi göklerde serazat uçan kuşlardan artakalan, bir avuç tüy yumağı. Elif gibi dik duran gençler, bir de bakıyoruz ki, dal gibi eğilmişler. Zevk cilasıyla parlayan gözler toprakla doluyor. Sevdiklerimiz bizi birer birer terkediyorlar. Bütün yollar kabre çıkıyor. Şeksiz şüphesiz biliyoruz ki, bizim de sonumuz ihtiyarlık ve ölümdür. Şu halde, hâkimiyet davasında hayattan hiç de geri kalmayan ölümün bizden bir isteği olmalı. İşte, insanın en önde gelen meselesi budur ve hiç kimse bu gerçeğe kayıtsız kalamayacaktır. Zevkperest, ölüm karşısında titrerken, müslüman rahattır. Çünkü ölüm, toprağa girip çürümek değil, sevgili Peygamberine ve sair sevdiklerine kavuşmak demektir. Başkalarını dehşete düşüren Azrail, güvenilir bir emanetçidir. Ve onlar için cenaze merasimiyle, düğün alayı, aynı şeydir. Gidiş Rahman ve Rahim'e olunca, kabir gülistana döner.[314]
Şu gelecek kıssa, zevk için yaşayanların hâlini ne güzel anlatıyor: Adamın biri seyahat ediyormuş. Karşısına bir şahıs çıkmış ve onu evine davet etmiş. Beraber gitmişler. Seyyah bakmış ki, karşısında bir saray. Şahane bağlar, bahçeler ve şadırvanlarla çevrili misafir odasına girmiş, orada geniş sofralarla karşılaşmış. Bazı adamlar saz çalıyor, bazı kadınlar ise şarkı söyleyip dans ediyorlarmış. Oturmuş, güzel yemeklerden yemeye, şaraplardan içmeye ve çevresindeki manzarayı seyretmeye başlamış. Fakat o sırada yanına bir adam gelmiş ve "Sen de, yanında oturan diğer misafirler de, biraz sonra îdam edileceksiniz," demiş. Adam araştırmış, bu sözün doğru olduğunu anlamış. Kat'i kanaati gelmiş ki, yemekten sonra öldürülecek. Şimdi düşünelim: Acaba bu adam, hiçbir şey olmamış gibi, yeyip içmeye, gülüp eğlenmeye devam edebilir mi? Ölüm korkusu, lezzetleri acılaştırmaz mı? Bu şartlar altında hayattan zevk almaya imkân var mıdır? Asla! İşte dünya âşıklarının hâli budur.
Hayatın gayesi zevk değildir, diyoruz. Öyleyse niçin yaratıldık? Şimdi de bu sorunun cevabını arayalım:
"Çoklukta birlik" diye tarif edilen ahengin en mükemmelini kainatta görmekteyiz. Her yaratık, kendisine düşen vazifeyi eksiksiz olarak yerine getiriyor. Cansızlar, hayata hizmet ediyor. Hayatın en ulvîsi de insana verilmiş. Hiç tereddüt etmeden diyebiliriz ki, kâinat insan için çalışıyor. Bitkiler hayvanların, hayvanlar ise insanların emrinde. Her mahlûkun bir gayesi olduğuna göre, insan da bir maksat için yaratılmıştır. Aksini düşünmek abes olur. Şu halde bu nasıl bir gaye olmalı? Bu sorunun cevabı, Rabbimizin kelâmıdır. Bütün ilâhî kitaplar aynı noktaya parmak basarak diyorlar ki: Temel vazifeniz, sizi yoktan var eden ve sayısız nimetlerle yaşatan Allah'ı tanıyıp, kulluk etmektir. Sonsuz bir gençlik, ebedî bir saadet ve tükenmez zevkler isterseniz, O'nun emirlerine itaat edip, yasaklarından sakınınız. Dünyanın zevkleri, aldatıcı seraba benzer. Fâni lezzetlerin cazibesine kapılarak gerçek hedefinizi unutursanız, azaba uğrayanlardan olursunuz. İsyan ve küfür nankörlüktür.
Misafir, ev sahibinin sözüne itaat etmelidir. Kendisini yediren, içiren, istirahatını temin eden zatı dinlemeyerek, içinden geleni yapan adam nankördür. Vazifesi teşekkürken, misafirhane sahibini tanımak istemeyen misafir, kahra müstahaktır. İşte, dünya misafirhanesine gelip de nimetlere mazhar olan, fakat Allah'ı bilmeyen kulun hâli bu misale benzer.
Seyrettiğim bir bilim kurgu filmi, bana "Allah'a kul olmak," gerçeğini çok iyi anlatmıştı. Nakletmek istiyorum: Zengin bir adam, robot üretmek için büyük bir fabrika kuruyor, milyarlarca lira para sarfediyor. Gaye, onları bazı mühim işlerde çalıştırmak. Robotlar yapılıyor. Her nasılsa, bazılarının kumanda cihazları bozuluyor. Robotlar isyan ediyorlar. İş yapmadıkları gibi zarar da veriyorlar. Başıboş ve serserice yaşamak hevesine kapılıyorlar. O zat, önce îkaz ediyor. Durum düzelmeyince robotları feci şekilde tahrip ediyor. O gelişmiş cihazları, biz insanlara benzetiyorum. Kâinat fabrikası bizim için kuruldu. Cansız olsun canlı olsun bütün makinalar bize hizmet ediyor. İbâdet gibi yüce bir gaye için yaratılmışız. Nimetler, lezzetler ve zevklerle de imtihan olunuyoruz. Bir hesap gününün bulunmadığını, ölümün yokluk olduğunu düşünmek abes olur. Çünkü nice hikmetlerle yaratılan şu kâinat, boş yere çalışmış olur ki, bu durum abeslerin en büyüğüdür. Şu halde, âhiret kurulacak, hesap günü gelecek. Asîler ceza, inananlar da mükâfat görecek. Kendi rahatı için başkalarını vasıta yapanlar, er geç azaba duçar olacaklar.[315]
Yeri gelmişken bir konuya daha temas etmek istiyorum: Batılı psikologlar, daima nefisle ruhu birbirine karıştırmak gibi affedilmez bir hataya düşüyorlar. Pek tabiî, bizdeki taklitçiler de aynı hatayı tekrar ediyorlar. Sonuç, nefsin isteklerini, sanki ruhun arzularıymiş gibi kabul etmek ve psikolojik sistemleri bu yanlış kabule dayandırmak oluyor. İşte tavsiyeleri: "Hiçbir arzunuzu bastırmayın, içinize atmayın, bir an önce tatmin edin." Bu fikirler, kabul de görüyor. Günahlar, ilmî kisvelere bürünerek meşrulaşıyor. Böylece, azgın ihtiraslarına sınır koymayan "bilimsel sapıklar" ve "aydın zâlimler" çoğalıyor. Zayıflar eziliyor, masumlar lekeleniyor, kuzular kurtlara peşkeş çekiliyor.
Halbuki, ruh ayrı, nefis ayrı varlıklardır. İkisi aynı kişide bulunmakla birlikte, mîzaçları taban tabana zıttır. Birinin zevk aldığından, diğeri tiksinir. Nefis, kötülüklere meftundur. Lügatinde "doymak" kelimesine yer yoktur. Hep daha fazlasını ister. Şımarıktır, isyankârdır, yüzsüzdür. Aldıkça daha çok kuvvetlenir. Nihayet öyle bir raddeye gelir ki, insana "Hayatın gayesi zevktir," hükmünü verdirir. Mesuliyetten kaçar. Kaideler, yasaklar ve kanunlar, onun en sevmediği kavramlardır. Dini ve ahlâkı da sırf bunun için sevmez. Çünkü bunlar insana, başıboş olmadığını, hayvan gibi istediği yerde otlayamayacağını, ibâdet için yaratıldığını hatırlatır. Ona, Allah'a isyanın nankörlük olduğunu söyler.
Ruhun da kendine has gıdaları vardır. O, ilimle olgunlaşır, ibâdetle teneffüs eder ve tefekkürle yücelere erer. Yaratıklardaki harika sanatları görerek Rabbini düşünmek, muhatap olduğu nimetler için minnet duyarak şükretmek, en mühim gayesidir. Bu yolla, geçmişin elemlerinden ve geleceğin endişelerinden kurtulur. Teslimiyet ve tevekkülle huzura kavuşur. Organlar, yaptıkları işe göre kıymet alırlar. Sadece maddî zevkler için kullanılan kabiliyetler, değerlerini kaybederler. Ruh, bu gerçeğin farkındadır. Aklını ve diğer manevî cihazlarını midesine ve cinsî isteklerine hizmet ettirenlerin mutlu olmaları kabil midir? Efendilerin uşaklara köle olduğu yerde, saadetten bahsedilebilir mi?[316]
Hazcılığın sonu Pesimizm, yâni karamsarlık felsefesidir. Çünkü, "Devam etmeyen şeyde lezzet yoktur." Dünya nimetlerinin ve kendisinin fâni olduğunu bilen insanın mesut olması mümkün müdür? Aklı uyuşturan maddelerin sefahat toplumlarında çoğalması da bu hakikati gösterir. Yine, maddî hazlara doymuş Batı cemiyetlerinde intihar olayları daha çok görülüyor ki, bu durum, mutlu olamadıklarının en açık delilidir. Mesut bir insan niçin aklını uyutsun ve niye intihar etsin!
Şuna hep inanmışımdır; eğer zevkine düşkün olanlar, cennetteki lezzetlere şüphesiz inansalar, herkesten ziyade ibâdetle meşgul olurlardı. Çünkü her hazzın aslı oradadır. Dünya zevkleri ise, bir gölgeden ibarettir. Hedonistlere şunu söylemek isterdim: Zevk ve safa içinde sonsuza kadar yaşamak mı istiyorsunuz, hiç durmayınız; îman ab-ı hayatından ve ibâdet şerbetinden içiniz. Yarın çok geç olabilir. Öbür güne ise hiç güvenmeyiniz.
Sözün kısası, "Hakiki zevk ve elemsiz lezzet ve kedersiz sevinç ve hayattaki saadet, yalnız îmandadır ve îman hakikatları dairesinde bulunur." Bundan dolayı zevk ve saadet isteyenlere söylenecek söz şudur: "Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı îman ile hayatlandırınız ve ferâizle zinetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle muhafaza ediniz."[317]
Doç. Dr. Sefa SAYGILI
Bu yazımızda yaşadıkları 19. asırda fikirleri büyük revaç görmüş ve hakikati buldukları zannedilerek din gibi benimsenmiş; fakat aradan geçen kısa süreler bile onları yalanlamaya yettiği için terk edilmiş bazı şahısları ele alacağız.
Dünyayı aldatanlar listesinde yer almaya layık gördüğümüz bu isimlerin birçok ortak özellikleri mevcut:
Çoğu sıkı Hıristiyanlık eğitimi görmüş, fakat bu bozulmuş din onları tatmin etmediği için ateizmi seçmişler. İslâmiyeti bilmemekteydiler ve Hıristiyanlığa karşı çıkmalarına karşılık, İslâmiyet aleyhine tek bir ciddî tenkid dahi getirmemişler. Ancak ya tımarhaneye kapatılacak kadar ruhî dengeleri bozuk veya en azından garip bir şahsiyet yapısına sahipler.
Bu şahıslar; demografinin kurucusu Malthus, septisizmi başlatan Schopenhauer, diyalektizmi kuran Hegel, fenomenizmin babası Mill, evolüsyonizmin fikir sahibi Spencer ve ileride ele alacağımız pozivitizmin sahte peygamberi Comte ile nihilizm cereyanının sahte ermişi Nietzche'dir.[318]
İngiliz Ekonomicisi... Anglikan papazıydı. 18. asır sonlarının çok gözde bir eğlencesi, mükemmel toplumlar hayal etmekti. Amerika'da ve Fransa'daki ihtilâl hareketleriyle doğan idealizm, bazı hayalci düşünürlere, insanın mükemmelliğe erişmesinin pek yakın olduğu ve dünyada bir cennet kurmanın kısa zamanda mümkün olacağı fikrini ilham etmişti.
Bu hayalci düşünürlerin içinde iki tanesi, İngiltere'de Godwîn ve Fransa'da Condorcet, en fazla kalabalık toplayanlardı. Bunlara göre, insanlar yakında uykuya ve cinsiyete ihtiyaç duymayacak; ölüme çare bulunacak; savaş, suç, hastalık, bıkkınlık, kıtlık vs... dünyadan kalkacaktı.
Malthus'ün babası da bu fikirleri savunuyordu ve çocuğu île sık sık tartışıyordu. Malthus, bu tartışmaları renklendirmek için çeşitli fikirler ileri sürüyordu. Daha sonra bunları, babasının teşviki ile yayınlayacak ve ünlü "nüfus teorisi" ortaya çıkacaktı.
Malthus, o zamanın hayalci görüşlerini çürütmek için birtakım aşırı fikirler ileri sürüyordu. Bu teori, o zamanki İngiliz zenginlerinin menfaatlerine pek uygun düştüğünden büyük yankı uyandırdı ve bu buluşundan dolayı 1805 yılında Halleyburg Üniversitesinin profesörlüğüne getirildi.
Bu teoriye göre, insanların aç ve fakir oluşlarının sebebi, nüfusun çokluğuydu. Büyük çoğunluk ölürse, açlık ve fakirlik ortadan kalkacaktı. Malthus'ün "nüfus kanunu" adını verdiği bu insanlık ve ilim dışı iddiaya göre, insanlar geometrik bir oranla (1.2.4.8.16 gibi) üremekte, buna karşılık ziraî üretim aritmetik bir oranda (1.2.3.4.5 olarak) artmaktaydı. Açlık ve fakirliğin sebebi buydu. Meselenin halli mi? Bunun için, insanlar eşit olmamalı, fakirlere yardım edilmemeli, ölümü önleyici tedbirler alınmamalıydı. Sonra fakirler niçin evleniyordu. Cinsî perhiz onlar için en uygun yoldu.
Görüldüğü gibi Papaz Malthus, geometrik ve aritmetik oran gibi tamamen hayâl mahsûlü sözlere dayanarak kâinatta olup bitenlerin hepsini açıklayabilecek bir anahtar (!) keşfetmiş, fakirliğin ilmî sebeplerini izah edecek, sözde mantıkî cevap bulmuştu. Halbuki bugün, gıda üretiminin nüfusa oranla çok daha büyük bir hızla arttığını herkes bilmektedir. Ekonomik buhranlar, üretim azlığından değil, tam aksine çokluğundan doğmaktadır.
Malthus, nüfus artışına örnek olarak Amerika'yı göstermiştir. Fakat bu artışın, doğumdan ziyade göçlerden meydana geldiğini görmek istememiştir.
Tarihin tetkiki de Malthus'ü yalanlamıştır. Sözgelimi (M.S.) 2. yüzyılda Roma İmparatorluğu'nun bazı eyâletlerinde nüfus azalmıştı. Rostoutzeffe göre: "Nüfus azalınca, imparatorluğun umumî mahsûlü gittikçe düzenini kaybetti. Böylece kıtlık baş gösterdi, endüstri yıkılmaya başladı. Giderek hızlanan bu yıkılmayı artık hiçbir şey durduramadı."
Bugünkü Fransa'yı da örnek olarak gösterebiliriz. Biliyoruz ki 19. asırdan beri Fransa'nın nüfusu, diğer milletlere göre pek az artmıştır. Fransız uzmanlara göre nüfusun bu derece az çoğalması şu neticeleri doğurmuştur. "Millî zenginliğin artışı, nüfusu hızla çoğalan ülkelere göre daha az bir nisbette olmuştur. Ücretler de daha az bir artma göstermiştir, kısacası Fransa'da nüfusun artmaması, ekonomik gelişmeye engel olmuştur."
1800 yıllarında, yani Malthus'ün bu konuları yazdığı sırada, dünya nüfusu 2 milyar olarak tahmin ediliyor. Aradan geçen 190 senede bu sayı 5 milyara yükselmiştir. Buna karşılık sanayi inkılabı sayesinde mamul madde üretiminde muazzam bir artış olmuş, bu maddeler sanayileşmiş ülkelerden gelen gıda maddeleri ve hammadde ile mübadele edilmiştir. Hareketliliği artırmak üzere her çeşit taşıma araçları geliştirilmiştir. Fazla nüfus, göç yoluyla yeni gelişen ülkelere aktarılmıştır. Şu halde Malthus'ün dehşet verici tahminleri ya gecikmiş veya belirsiz bir zamana kalmıştır.
Gıda üretimi ise, Malthus'ün devrinden bu yana, teorisinin aksine muazzam miktarda artmıştır. Bu sahada otorite olanların bildirdiklerine göre; daha verimli metodlarla, boş arazinin sulanması ve işlenmesiyle, hayvanî gıdalar yerine nebatî gıdaların geçmesiyle, haşaratla daha iyi mücadele etmekle ve tekniğin ziraatte kullanılmasıyla, bu miktarın önemli ölçülerde arttırılması da mümkündür. ABD ve Kanada'daki ihtiyaç fazlası olan tahıl üretimi bile, Malthus'ün teorisini iflâs ettirmeye kâfidir.
Yaşadığı yıllarda teorisi büyük kabul gören ve profesörlüğe getirilen Malthus'un kehanetlerinin hiçbiri gerçekleşmedi. Böylelikle her bakımdan temelsiz ve saçma olan ünlü nüfus teorisi de, tarih müzesinde yerini aldı.[319]
Alman filozofu... Schopenhauer'in büyük babası, Danzig'in zenginlerindendi; fakat iflâs etmişti. Büyükannesi ise delirmişti. Onların dört oğlundan birincisi aptaldı, ikincisi de aklını kaçırmıştı. Heinrich adındaki dördüncü oğul ise, Schopenhauer'ün babasıydı ve oldukça başarılı bir işadamıydı. Fakat bir gün kendisini mağazasının arkasındaki kanalda ölü buldular; bu suretle onun da intihar etmiş olduğu anlaşıldı.
Schopenhauer'ün annesine gelince, Johanna Trosiener adını taşıyan bu dul kadın, Almanya'da romanlarıyla kendini tanıtmış, dünya nimetlerine düşkün bir yazardı; bencil, oynak, analık şefkatinden mahrum bir yaratıktı. Goethe, bu kadına oğlunun ilerde ünlü bir adam olacağını söylemişti; fakat o, "Bir aileden iki dâhi çıkmaz!" diyerek hem buna inanmadı, hem de kendinin de bir dâhi olduğunu anlatmak istedi. Hattâ bir gün oğlunu merdivenlerden aşağı itti ve sakatlanmasına sebep oldu. Schopenhauer, kendini rakip gören annesinin yanından ayrıldı ve 24 yıl boyunca onu görmedi.
1818'de "İrade ve Tasavvur Olarak Dünya" adındaki büyük eserini yayınladı ve bu eseri bitirdikten sonra, İtalya'ya seyahat etti. Venedik'te kaldı; burada modern hayata daldı. Metresiyle gezerken, kendisi gibi kötümser olan İngiliz şairi Byron'la tanıştı ve onunla sefaheî âlemlerine daldı. Fakat bir süre sonra Berlin'e geldi ve buradaki üniversitede doçent oldu. Hegel'le mücadeleye girişti. Verdiği dersleri, Hegel'le aynı saatlere koydurdu. Amacı, Hegel'in talebelerini kendi dershanesine çekmekti. Fakat umduğu olmadı; âdeta boş sıralar karşısında kaldı. Öfkelendi ve kötümserliği daha da arttı.
1820-1839 yılları arasında meyus, serseri ve kısır bir hayat geçirdi; sıhhatinden ve insanlardan şüphelenmeye başladı. Berlin'e yayılmış olan koleradan çok korkuyordu. Her yerde gözüne hırsızlar, dolandırıcılar görünüyor, gece yarıları parasını saklayacak yerler arıyordu. Hattâ silahları ile yatıyor, hiçbir şeye güven duymuyor; günlük masraflarını kimse anlamasın diye Yunanca ve Latince kaydediyor; cimrice ve âdeta tımarhanelik bir akıl hastası gibi yaşıyordu. Pipolarını dolapta kitliyor ve berberin usturasından korkarak kendi kendini traş etmek zorunda kalıyordu.
1831 yılında kolera yüzünden Hegel gibi Berlin'den kaçtı, Frankfurt'a yerleşti. Burada bekâr olarak çekici ve iddiacı bir dille ünlü filozofların, kadınların, dinin, aşkın, âdetlerin aleyhinde şiddetli hücumlarla dolu yazılar yazdı. Daha sonra bir ailenin yanında iki odalı bir pansiyona yerleşti. Burada tam 30 yıl köpeği ile beraber, insanlardan uzak yaşadı. Büyüye ve spiritizme de inanıyor ve hayat tarzında Kant'ı taklid ediyordu.
En büyük rakibi olarak gördüğü Hegel'e ömrü boyunca sövüp saydı. Onu, şarlatan ve sefil bir yaratık diye nitelendiriyor; teorisinin demagogların işine yarayan skolastik ve ukalaca bir şiirden başka bir şey olmadığını iddia ediyordu.
1851'de "Meze ve Artıklar" adlı eseri ve daha sonrakiler ile şöhrete kavuştu. Hep bu anı beklemişti. Yaşı yetmişi bulmuştu; fakat yıllarca beklediği ve nihayet kazandığı şöhret, onu bir çocuk gibi sevindirdi. Yemeklerden sonra flütünü çalmaya; dostlarına, kendi hakkındaki en küçük haberleri bile göndermelerini rica etmeye başladı.
Schopenhauer, aşktan, aile ve hattâ vatan sevgisinden mahrum bir insandı. Kibirli olduğu kadar da öfkeli ve hesabını pek iyi bilen bir hasisti. "İhtiyaç içinde olan bir arkadaşı hakiki dost saymam; o bir borç isteyendir sadece" diye düşünen ve "İnsanın bilgisi arttıkça ıstırabının da artacağına" inanan bu kötümser insan, aynı zamanda herşeyden şüphelenen bir paranoiddi. Bu durumdan ölünceye kadar kurtulamamıştı. Aklına geleni çekinmeden söyler, özenle giyinir, birtakım aşağılık cinsî münasebetlerden zevk alırdı. Son derece hırslı ve kavgacı bir şahsiyete sahipti.
Ona göre, kâinatı idare eden şey, kör ve akıldışı bir iradeydi. Tabiatta ve cemiyette hiçbir kanunilik yoktu, ilmi bilme de imkânsızdı. Tarihte ilerleme yoktu, halk tiksinilecek bir yığındı. Diyordu ki: Hayat demek, iş demektir. İş de mücadele etmektir. Mücadele ise boştur. O halde hayat sefalettir... Aynı, kendi hayatı gibi.[320]
Alman filozofu... Onun düşüncesinde, idealizmle materyalizm birbirini yalanlayarak çelişip dururlar. Hegel'in şahsiyetinin teşekkülünde birçok ikilikler vardır ve bunlar düşüncesine yansımıştır. Stuttgart'ta bir mal memuru olan babası, onu Protestan papazı yapmak istemişti. Hegel 18 yaşındayken ilahiyat fakültesine girmiş ve 5 yıl okumuştur. Bu eğitimin şekillendirdiği mistik yapı, bir süre sonra zıttına dönüşmüş, başta Hristiyanlık olmak üzere her türlü inancı inkâr eden bir tanrıtanımazlığa varmıştır. Hegel daha sonra, maddeciliğin de yetersiz olduğunu görerek, yeniden (ama daha yüksek seviyede) idealizme ulaşırken, gerçekte akıldışı olan herşeyi çürütmek ve dünyadaki akıl denilen insanî melekeyi hâkim kılmak istemiştir.
Hegel'e göre fikirde üç hareket vardır: Tez, antitez, sentez... Dünya fikir hayatında kurduğu diyalektiği, komünistler aynen benimsemişlerdir. Ama onun maddeden ruha geçiş yolunu tıkayarak ve böylece fikir namusuna kıyarak... Hegel materyalisttir, her şeyi maddede bulur, ama maddeyi tahkik ede ede, bundan bir üst inanışa yol bırakır. Arar, bulur ve tasdik eder. Bulamadığı zaman ise yolu oraya kıvırır ve orada bırakır.
Hegel felsefesini Alman devleti himaye etmiş ve bu felsefeyi aykırı düşünmeye engel olacak kadar resmî bir görüş saydırmıştır. Zaten Hegel, daima kuvvet ve düzenin dostu olmuş, gerçekçi ve dış hayattan çekingen, oldukça soğuk ve sert biri olarak, içten kuvvetli bir hayal gücüyle düşünmüştür.
Zamanında ve ölümünden bir süre sonra Almanya'nın resmî ideolojisi halindeydi. Öyle ki, üniversite hocalarının çoğu onun görüşlerini savunuyordu. Fakat daha sonra dünyayı aldatan diğer kişilerin akıbetine uğradı ve "Hegel felsefesi" yıkıldı. Bunda, kendi felsefesinde bıraktığı açık noktalar yanında; müşahede ve tecrübeye dayalı ilimlerin Hegel ekolüne karşı koyuşunu ve tabiat ilimlerinin gelişmesini, bir de tarih araştırmalarının neticelerini gösterebiliriz.[321]
İngiliz filozofudur. Tarihçi, iktisatçı ve psikolog olan James Mill'in oğludur. Babası, kendisine fikir arkadaşı yapmak ve doktrinlerini onun şahsında sürdürmek amacıyla daha pek küçük yaşta düşünmeye ve öğrenmeye alıştırmıştı. Çocuğun hislerini körletip sadece zihnini geliştirme gayesi güden bu eğitim tarzı, onu düşünen bir robot haline getirmişti. Mill, daha 3 yaşındayken birçok Yunanca kelime ve matematik öğrenmiş ve 7 yaşına kadar hemen hemen bütün eski Roma ve Yunan sanat eserlerini okumuştu.
Mill'in sıhhat durumu pek bozuktu. A. Comte'a yazdığı mektuplarda, daima yorgunluğundan söz ederdi. Bir ara ağır bir buhran geçirdi.
Mill, hiçbir okul ve üniversiteye gitmeden yalnız babasının öncülüğü sayesinde yetişmişti. Çocukluğunda hiçbir dini eğitim almadığını söylüyordu. Aşırı çalışmakla geçen kuru ve hisden uzak hayatı yüzünden, 20 yaşında bir zihin yorgunluğuna tutuldu.
Mill'e göre, insan, ancak vak'aları idrak edebilir, onun ötesine geçemez ve kendiliğinden bir şeyi bilemezdi. İdrakin dışında hiçbir objektif hakikatin olmadığını iddia ederdi.
Yani maddî dünyanın şuurumuzun bir faraziyesi olduğunu, objektif hakikatin biz onu idrak ettiğimiz için mevcut bulunduğunu söylerdi.
Mili, hürriyetin sadece yetenekleri gelişmiş insanlar için olduğunu, halk yığınlarının buna layık olmadığını belirtiyordu. Ona göre en üstün iyi, faydadır. İyiyi kötüden ayıracak ölçü, fayda ölçüsüdür.
Mili, yaşadığı yıllarda birçok düşünürü peşine taktı ise de, bugün taraftarı kalmamıştır.[322]
İngiliz filozofudur. Babası, imansız ve dinsiz denilecek kadar inançsız bir insandı. Oğluna da dinsizliği aşılamaya gayret etti.
Spencer, Darwinciliğin tesirinde kaldı. Sosyal Darwinizme geçişi temsil eder. O, toplumların sunî kurulmuş, birlikler olmayıp, kendiliklerinden var olduklarını savunur.
Spencer'in felsefe tarihinde evrimcilik (evolüsyonizm) adını alan bütün bu görüşleri, son çağda pek çok hücuma uğramış ve birçok tartışmalara yol açmıştır. Eserleri, Avrupa dillerinin hemen hepsine çevrilmiş ve birçok defa da basılmış olan Spencer, ihtiyarlık yıllarında şöhret peşinde koşmaktansa, hayatın kolay elde edilir nimetlerinden faydalanmaya çalışmadığı için üzüntü duymuş ve emeklerinin boşa gittiğini düşünmüştü.
Necip Fazıl'a göre; Spencer'in evrimciliği; ilk ve son illiyet noktasından mahrum, başın ve sonun hesabını vermekten müstağni, uçları görünmez tek çizgi üzerinde bir tecrübecilik usulüne dayanır; ve artık hiçbir şeyi halledemez durumda çırpınan metafizik arayış cehdinin toprağa inmesi ve tatbikî bir dehaya kavuşması şeklinde tecelli eder.[323]
1. Filozoflar Ansiklopedisi. Cemil Sena (4 cilt)
2. Felsefe Ansiklopedisi. Düşünürler Bölümü. Orhan Hançerlioğlu (2 cilt)
3. Çağdaş Felsefe. Prof. Bedia Akarsu.
4. Sosyoloji Tarihi. Prof. N.Ş. Kösemihal.
5. Düşünce Tarihi. Orhan Hançerlioğlu.
6. Dünyayı Değiştiren Kitaplar. Robert B. Downs.
7. Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu. Necip Fazıl Kısakürek.
8. Filozofların Özellikleri. Prof. Dr. Nihat Keklik.[324]
The Washington November Çeviren Yunus ÇELİKÖRS
Tıbbî araştırmalar, rahatça ağlayabilen kişilerin daha sağlıklı bir hayat sürdüğünü göstermektedir. Kişinin, keder ve elemden ağlayıp içini dökmekle, büyük ölçüde rahatlayacağı öteden beri bilinmektedir. Ağlamanın ayrıca kan dolaşımı ve solunum sistemine de iyi bir fizikî çalışma sağladığı, ilim adamları tarafından belirtilmektedir.
Gözyaşları kendi başına bir ilâç özelliği göstermektedir. Zira gözyaşlarının zararlı bakteri ve virüsleri öldüren bir enzimi ihtiva ettiği, uzun zamandır bilinmektedir. Minesota St. Paul Ramsey tıp merkezi psikiyatri araştırma labaratuarı müdürü Dr. William Frey tarafından yapılan bir araştırmada, insanın duygulanarak veya sinirlenerek döktüğü gözyaşlarının kimyevî bakımdan farklı olduğu ispatlanmıştır. Duygulanma sonucu akıtılan gözyaşlarmda daha yüksek konsantrasyonda protein bulunmaktadır. Dr. Frey, ayrıca bu tür gözyaşlarının stress sonucunda meydana gelen ve vücuda zararlı olan kimyevî maddeleri bertaraf etmekte olduğuna inanmaktadır.
Kalb hastalıkları, pektik ülser, kolit, deri döküntüleri ve gerilimlerin yol açtığı pek çok hastalığın kaynağı, içe dökülmüş (bastırılmış) gözyaşları olabilir. Günümüzde, erkeklerin çalıştığı pek çok işte çalışmak zorunda kalan hanımlar, onlarla aynı baskılar altında kalmakta ve bunları kontrol etmeye mecbur olmaktadır.
Oysa ki ağlamak; gülmek gibi, duygunun bir çeşit dışa vurulma şeklidir. 1972'de Amerika'da yapılan bir araştırmaya göre artık erkeklerin ağlaması da, toplumun kabul ettiği bir olay olmaya başlamıştır. Başka birini ağlarken gördüğümüzde ilk tepkimiz "Ağlama!" demektir. Bunun başlıca sebebi, ona yardım edemediğimiz için kendimizi suçlu hissetmemizdir. Ağlamak, ızdırap çekmekte olduğumuzu açıkça ortaya koymaktadır. Fakat toplumumuzda her türlü dert ve ızdırap gizlenmeye çalışılmakta ve insanlar, daima iyi durumda oldukları intibaını vermek istemektedir.
Wisconsin Marquette Üniversitesi psikiyatri bölümünden Prof. Margaret Crepau, ağlamakla sağlık arasında bir alâka olup olmadığını araştırmak üzere üç grup hasta üzerinde çalıştı. Bu üç gruptan birincisinde ülserli, ikincisinde kolitli (ki bu hastalıklar gerilim sonucunda ortaya çıkmıştı) ve üçüncüsünde sağlıklı kişiler bulunmaktaydı. Her gruba, hangi şartlarda ağladıkları ve ağlarken neler hissettikleri soruldu. Sağlıklı grup en sık ağlamakta ve ağlamanın kendileri için faydalı olduğuna inanmaktaydı. Kolitli ve ülserli hastalar nadiren ağladıklarını, ayrıca kendilerini tutabilirlerse hiçbir zaman ağlamayacaklarını belirttiler. Pek çoğu ise ağladıklarında çocuk gibi azarladıklarını, ağlamanın kontrolü kaybetmek demek olduğunu ve kontrolü kaybetmiş görünmeyi hiç istemediklerini yazdılar. Crepau, bunların dış kontrolü muhafaza ederken, iç kontrolü kaybettiklerini ve bundan da dokuların zarar gördüğünü söylemektedir. Yani artan sindirim salgıları, mide iç mukozasını delerek zarar vermektedir.
Günde ortalama onüç bin defa gözlerimizi kırparız. Su, müküs, yağ, protein, tuz ve lizozim isimli mikrop öldürücü enzim; kornea, burun ve boğazdaki mukoz membran üzerinde devamlı salgılanarak nemlendirme vazifesini görürken, bu organları ayrıca zararlı bakteri ve virüslerden de temizlemektedir. Ağladığımız zaman gözyaşı bezlerinden gelen gözyaşları, her iki gözün dış köşesinden akarak göz üzerine dağıtılır ve gözün üstünü yıkar. Ayrıca göz kapaklarından burun kanalına drene olarak burun ve boğazdan akar. Ağladığımız zaman burnumuzu çekmemizin sebebi budur. Burun içine olan akış yeteri kadar hızlı olmadığı zaman, gözyaşları taşıp akarak yanaklardan süzülür.
Ağlama; dolaşım, solunum, damar ve sinir sistemini uyarır. Nabız hızlanır, kan basıncı yükselir. Yutağın kasılması boğazda bir tıkanıklık hissi uyandırırken, diyaframın kasılmasıyla da hıçkırık başlar. Şiddetli bir öksürme ile akciğerden dışarıya saatte 70 mil süratle hava atılır. Kısa süreli ağlama, iyi bir egzersizdir. Bunun da ötesinde göz, burun ve yüzü yıkayan ılık tuzlu su, ana rahmindeki amnion sıvısına benzer. Ağlamak; gerilimi azaltarak kendimizi yenilemiş ve tazelenmiş hissetmemizi sağlar.
Ağlar gibi olduğunuzda ağlamamak için çabalarsanız, ense çene ve göğüs kasları kasılır. Dolayısı ile soluğunuzu tutarsınız. Bu durumda da, ağlarken olduğu gibi burun tıkanır ve burna kan toplanmaya başlar. Gözyaşları, burun kanalı ile burnun içine drene edilerek basınç düşürülmedikçe, burun tıkalı kalacaktır. Tıkanıklık halinin uzaması durumunda ise, burnun virüslere karşı olan direnci zayıflayacaktır. Bu sebeple bazı araştırmacılar, ağlamayan kişilerin daha fazla nezle olduğuna inanırlar. Tabiidir ki bunların hiçbiri, sağlıklı olmak için her zaman ağlamak gerekir anlamına gelmez. Tek bir damla gözyaşı dökmeden sağlıklı olan kimseler de vardır. Bazı insanlar aynı rahatlığı dua ederek, bazıları ise sağa sola bağırarak duyabilirler. Fakat gülmek dışında bu yolların hiç biri ağlamak kadar tedavi edici değildir. İnsanı, diğer canlılardan ayıran önemli özelliklerden biri de, duygulanarak gözyaşı dökmektir. Ancak vücudun yüzyıllardır bilinen bu fonksiyonunda, hâlâ çözüme ulaşmayan pek çok nokta vardır.
Bebekler doğar doğmaz ağlamaya başlarlar. Bu gözyaşları hissî değildir. Ve altı hafta boyunca akıtılan gözyaşları da hissî olmayacaktır. Bu göz sulanmaları, merkezî sinir sistemi olgunlaşınca gerçek gözyaşına dönüşecektir. Antropolojist Ashlyen Montegu'ya göre, gözyaşı dökmeden hıçkırarak ağlandığı zaman fazla hava yutulacak, bu da mukoz membranı kurutacak, dolayısı ile bütün vücut enfeksiyona maruz kalabilecektir. (Mukoz membranda virüs ve bakteri öldürücü enzimlerin bulunduğu nemli bir müküs vardır.) Mesaj oldukça açıktır, demek ki gözyaşı dökmeden ağlayanlar, büyük tehlikelere maruzdur.
Ağlama ilk lisanımızdır. Bebekteki değişik ağlamalar; acıktım, altımı değiştir, kucağına al gibi basit ihtiyaçlarımızı haber veren değişik mesajlar taşır. Ağlama oldukça kompleks mesajları haber verebilir. Yapılan araştırmalar, ağlamanın bebeklerin rahatsızlıkları ile alâkalı ipuçları taşıyabileceğini gösterdi. Bebek ağlamalarındaki şifreleri çözmek amacıyla, artık bilgisayarlar kullanılıyor. Bu cihazlara hasta ve normal bebeklerin ağlamaları kaydedilmektedir. Bilgisayar, yeni kaydedilen bir ağlamayı, daha önceden kaydedilmiş hastalıklı çocuk ağlamalarıyla kıyaslamakta ve ortak karakteristikleri teşhis etmek suretiyle analiz yapmaktadır. Bebeklerin ağlamalarındaki farklılık normal insan kulağı ile farkedilememekle birlikte, bilgisayar bu farklılığı teşhis etmekte ve bebeğin rahatsızlığına ait ipuçları vermektedir.
Kızını evlendiren bir anne gibi pek çok insan, mutlu oldukları zaman da ağlar. Eğer duygulandığınızda gözyaşı dökerek ağlamaz veya ağlamamak için çaba sarfederseniz kontrolünüzü kaybeder ve pek çok hastalığı davet etmiş olursunuz.
Duygulandığınızda, ağlamak için fazla direnmeyiniz. Sizi kimse ayıplamayacaktır.[325]
Prof. Dr. Yaşar BAĞDATLI
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Mikrobiyoloji İnfeksiyon Hastalıkları Bilim Dalı profesörlerinden Yaşar Bağdatlı İslâmî taharetlenmenin en uygun yol olduğunu kaydederek, "En iyi temizlenme el ve su ile olur. İnsanın avucunun içinde, cildinde koruyucu bakteriler vardır" dedi.
Son günlerde el temizliği konusunun gündemde bulunduğunu hatırlattığımız Prof. Bağdatlı taharetlenme konusundaki sorularımızı şöyle cevapladı:
El temizliği ile ilgili olarak bazı endişelerden sıkça bahsediyor. El temizliği hakkında bizi aydınlatır mısınız?
Elimiz dış dünya ile alâkamızı sağlayan en önemli organlarımızdan birisi. Dış alemle ilgisi deyince yiyecek içecek ilişkisinden tutun yazışma ilişkisine, tokalaşmalara, tuvalet sonrası temizlik gibi bütün faaliyetlerde eller ön planda. Dolayısıyla hastalıkların yayılmasında da en önemli uzuv olarak eli görüyoruz. Çünkü yiyecek içeceklerle temas halinde. Hastalık etkenleriyle temas ile hastalık etkenlerini alabiliyor, yine elimizi yüzümüze gözümüze sürmek suretiyle elimizdeki mikropların vücudun değişik bölgelerine geçişi sağlanıyor. Netice olarak,görüyoruz ki hayatın yüzde 60-70 oranını dolduran bir faaliyet organı. Bu kadar işleri gören bu kadar mikroplara bulaşan ellerimiz, aynı zamanda hasta olmadan yaşayan bir organizma. Bu nasıl oluyor, bunu açıklığa kavuşturmak lâzım. Ehliyetsiz insanların konuşmasının da temelinde bu yatıyor.
İnsan vücudunda öyle bir sistem var ki yani Allah böyle yaratmış, her sisteme bir bekçi koymuş. Meselâ insanın elinde, avucunun içinde, cildinde ve diğer organlarında koruyucu bir bakteri var. Kendi sistemi içinde var ve biz buna tıbbî adıyla flora diyoruz. Flora bakterileri yerleşik ve oranın sakinidirler. Görevi de diğer hastalık yapan mikroplara karşı vücudu korumaktır. Herkes zannediyor ki ben bir mikroplu şeye dokunursam, mikroplu bir şey yersem hasta olacağım. Bu yersiz bir düşünce. Düşününüz ki insan vücudu hem içinden hem dışından sayılamayacak kadar mikroplarla haşir neşir hergün. Ve bizler sağlıklı olarak hayatımıza devam ediyoruz.
Ayrıca bağışıklık diye bir sistem var, bu da muhtelif şekilde işler ve vücuda giren bir yabancı maddeye karşı vücut bizden habersiz bir savaş veriyor, daha enteresanı bir yabancı mikropla, bir cisimle vücut karşılaşınca, o hatıra hücreleri, bellek hücreleri de dediğimiz hücreler onları tanıyor ve geldiğinde vücudu hemen harekete geçiriyor.
Bir de her sistemin belirli bir ısısı var ve bunlar da ayrıca koruyuculuk yapıyorlar. Bu kadar koruyucu sistem varken bazıları hemen bir mikropla karşılaşınca hasta olacağız diye yaygarayı koparıyorlar. Eğer onların dediği doğru olsa, hiçbirimizin sağlıklı olmamamız lâzım. Eğer içtiğiniz suyu, yediğiniz bir meyveyi alıp mikroskobun altına koysam o kadar mikrop göreceksiniz ki, kaynıyor. Ama hasta olmuyoruz Elhamdülillah, çünkü bunun mekanizması var. Bu kadar olumlu işleyen mekanizmayı yok gibi göstermek tedirginlikten başka bir şey değil. Yani insanların huzurunu ve rahatını kaçırmaktır. Bir de psikonevroz dediğimiz, insanların hastalık psikolojisi içine girmesine sebep oluyor.
İnsan huzursuzluk içine girince de bir stres oluşuyor. Stres sonucu oluşan bazı maddeler var ki bu bağışıklık sisteminin çalışmasını engeller, yavaşlatır. Günümüz insanında en çok gördüğümüz hastalık sebebi bu stresler.
Bu kadar önemli olan ellerin temizliğine gelirsek...
1987'de uluslararası kongrede bir Fransız bu meseleyi gündeme getirerek, Müslümanların elle taharetlenmelerini tenkit etti. Ben cevap verdim, ama tatmin edici değildi. Bunun üzerine bir araştırmaya giriştik. Hastanede 70 kişilik bir araştırma grubu aldık. Alman grup içinde toplumun bütün seviyelerinden insan vardı. Bunların, tuvalet öncesi ve sonrası ellerini kontrol ettik. Bu kontrolde de temizlenme şekillerini de dikkate aldık. Baktık, elle temizlendikten sonra, yıkamadan önce ellerinde dışkıya ait mikroplar bol miktarda var. Eller yalnız su ile, ama oğuşturarak üç dakika yıkandığında, hastalık yapmayacak kadar az mikrop kalıyor ellerde.
Peki sabunla yıkayınca...
Sabun kullanılırsa, eller biraz daha temizleniyor, ama yine mikroplar tamamen yok edilemiyor. Ancak dediğim gibi bu mikroplar hastalık yapacak kadar değiller. Bu kalan mikroplar da ellerdeki biraz önce bahsettiğimiz flora bakterileri tarafından temizleniyor.
Üç dakika su altında yıkanılması gerekir dediniz bu biraz uzun değil mi?
Öyle ama, en idealini üç dakika olarak tesbit ettik. Yoksa bir buçuk, üç, beş dakikalarla da denemeler yaptırdık, ancak sıhhatlisi üç dakikada bulduk. Bizim görevimiz faydalı ve zararlı olan yanları açıklamaktır bunu herkes bilsin.
Diğer temizleme maddelerinin üzerinde de araştırmanız oldu mu?
Tabiî, piyasada temizlik için kullanılan bütün maddeleri tesbit ettik. Bizim en çok kullandığımız alkol var ki bunun da yan tesirleri oluyor. Meselâ eldeki yağ tabakasını eritiyor, yine elin korumasını yapan flora bakterilerini yok ediyor, bu da tabiî mikroplara zemin teşkil ediyor. Yine alkolü el temizliğinde kullanırken bunun devamlı olması gerekiyor. Ancak devamlı kullanımda da egzama tipinde elde yaralar oluşuyor. Alkolden sonra zefiran, savlon, lizol dediğimiz maddeleri denedik ve ilginçtir bazılarının mikropları uzaklaştırmak yerine mikrop ürettiklerini gördük...
Şu anda biz ameliyathanelerde temizlik aracı olarak "hipiscrup" diye bir maddeyi alkol yerine kullanmaya başladık.
Sabunlarla yaptığımız tesbiti de söylemem gerekir ki, mikrop bulaşmasında bunların nasıl bir rolü oluyor diye araştırdığımızda, sabunların kendini temizleme özelliği ve mikrobun bir başkasına sabun aracılığı ile bulaşmanın olmadığı tesbit edildi. Sabunlar arasında da sıvı sabunların daha başarılı olduğunu farkettik. Mikropları uzaklaştırma bakımından sıvı sabunların terkibine eğer hepseklorefen, kloran gibi maddeler konmuş ise sıvı sabunlar daha başarılı oluyor temizlemede. Bizim ameliyat öncesinde temizlemek için kullanmaya başladığımız hipiscrupta da bu maddeler var.
Ancak bir insan su ve sabunla temizlendiğinde hastalıklara karşı korunmuş olacaktır... Biz temizleyici olarak hep suya yükleniyoruz, ancak suyun da temiz olması lâzım, suyun kendisi bulaştırma aracı ise, bu ayrı mesele...
Tuvaletlerin yapısı da mikrop bulaşmasında önemli olmuyor mu?
Alfranga tuvalet dediğimiz klozet tipi oturaklı tuvaletlerden çok hastalık bulaşıyor. Bilhassa insanların genital bölgesi dediğimiz yani edep bölgesi ile ilgili hastalıklar, mantar hastalıkları, parazitler, varsa yaralar onların mikrobu o oturağa bulaşıyor sonra da oraya oturanlara geçiyor. Bunu Batılılar da gördü. Meselâ Hutchinson isminde bir bilim adamı, basilli dizanterinin etkenini oturakta üretmiş. Yine Nevton adlı bir başka bilim adamı da, tifo bakterilerinin 11 gün klozetlerde kaldığını tesbit etmiş. Şimdi Avrupa ev ve otellerinde alafranga tuvaletlerinden kaçmaya başladılar. Bizde hayrettir alafranga sokulmaya çalışılıyor. Çok özel durumlar için portatifleri var ama, bir kişiye mahsus. Biz umuma açık olan yerler için zararlıdır diyoruz. Bir de fışkırtma su ile makat civarını temizleme şeklinin mahzurları var. Yaptığımız araştırmada bu şekilde temizlemenin olmadığını tesbit ettik. En sıhhatli temizlik ise önce kâğıt, sonra su ile temizlenilmesi. Zaten hadis-i şerifte de taş artı su ile temizliği makbul olarak tutuyor Peygamberimiz. Bezzar kitabında bu geçiyor.
Biz burada taşı denemedik. Arabistan'daki taşın özelliği vardır. Sıcak taşın hem radyasyon, hem ısı, hem mekanik etkisi var. Dolayısıyla taşla temizlik, sadece taşı sürmekle değil. Bez ile kurulanmayı da ben tasvip etmiyorum. Çünkü, bez ince liflerden meydana geliyor ve artıklar örgülerin arasında kalabilir ve onları temizlemek zordur. En iyisi tuvalet kâğıdıdır. Tuvalet kâğıdının üzerine yazı yazılamadığı için, fıkhî bakımdan da caizdir.
(Röportaj: M. Ali EREN - Zaman Gazetesi)[326]
Dr. Erdinç İŞÇİLER
Ağız suyunu teşkil eden tükürük, karışık bir sıvı olup, ağız çevresinde bulunan başlıca üç çift tükürük bezi ile (parotis, submandibular, sublingual) ağız mukozasında dağılmış, birçok küçük tükürük bezi tarafından salgılanır. Her beze ait tükürüğün, farklı bir vazifesi vardır. Parotis bezinden çiğneme tükürüğü, çenealtı bezinden (submandibular bez) tatma tükürüğü, dilaltı bezinden ise (sublingual bez) yutma tükürüğü meydana gelir. Bir günde salgılanan tükürük miktarı ortalama 1-1.5 lître'dir. Bu miktar, insandan insana farklılık gösterebilir ve uyku esnasında çok azalır. Ve işin hayret verici noktalarından birisi de budur.
Tükürük, ağızda mekanik ve fizikî yönden koruyucu rol oynar. Ağzın içi; dil ile yanakların da yardımıyla bakteriler çözeltilerek uzaklaştırılır. Tükürük, asit baz dengesini sabit tutması sebebiyle, hastalık yapıcı mikropların faaliyetine mâni olur. Birçok özelliğinden dolayı mikropların çoğalmasını önler. Tükürüğün bünyesinde mevcut olan Sulfosiyanürün, hafif bir mikrop öldürücü özelliği vardır. Sindirimdeki rolü, ise gıdaları ıslatma, eritme ve yutma sırasında gözlenir. Bu harika sıvının kıymeti, her hangi bir sebeple ağzımız kuruduğunda daha iyi anlaşılır. Çünkü tükürüksüzlük, tad almayı da imkânsız kılar.
Tükürüğün faydaları, tahmin edilenden çok daha fazladır. Ve özellikle ilâç zehirlenmelerinde rol oynayan maddeler, bu sıvı yardımıyla zararsız hale getirilir. Meselâ kurşun, civa ve bizmut gibi ağır metallerin iyonları, tükürükle dışarı atılır. Hatta, kanda olduğu gibi tükürük içindeki alkol miktarından faydalanılarak, trafik kazalarında şoförlerin içki alıp almadıkları tesbit edilebilmektedir.
Tükürük, yutulduktan sonra da vazifesine devam etmektedir. Şayet, tahriş edici gıdalar yutulduğu veya şahsın mide barsak ile ilgili bir rahatsızlıktan ötürü bulantısı olduğu zaman, yutulan tükrük muhtemelen mide barsak kanalındaki tahriş edici maddeleri sulandırmak veya asit oranım düşürmek suretiyle de rahatsızlığın atlatılmasına yardımcı olur.
Tükürük ve diş çürükleri arasındaki münasebet: Tükürük, yoğun çözeltileri sulandırır ve zararlı maddeleri yıkar. Bu arada, ağızdaki bakterilerin tesiriyle meydana gelen asitleri sulandırarak uzaklaştırır. Tükürükle devamlı yıkanmanın faydası, özellikle alt kesici dişlerde görülebilir. Bu dişler, dilin temizleme tesiri yanında tükürükle her zaman yıkandıkları için en az çürüyen dişlerdir; Tükürük, terkibinde bulunan bikarbonat ve fosfat bileşikleri sayesinde asitleri nötralleştirir. Çürüğe eğilimli kişilerin tükürüğünde bulunan fosfor miktarı, çürüğe dirençli şahıslara nisbetle daha azdır. Ağzımızdaki mikroorganizmalar, tükürüğün içinde devamlı olarak salgılanan üreyi azotlu ürünlere ve amonyağa çevirmektedir. Bu şekilde meydana gelen amonyak, hem asit teşekkülünü Önlemekte, hem de asitleri üreten bakterilerin gelişmesini firenlemektedir. Ayrıca diş minesinin, tükürük yardımıyla mineral bakımından devamlı olarak beslendiği, deneylerle tesbit edilmiştir. Böylece mine tabakasının mikroplara karşı direnci artmaktadır. Ancak bu koruyucuyu tesir, tükürük salgısının diş yüzeyi ile doğrudan temasında mümkün olmaktadır. Diğer bir deyişle diş yüzeyinde bakteri plâğı (Dişlerin temizlenmeyen yerlerinde bakterilerin teşkil ettiği organik tabaka) olmamalıdır. Bu sebeple ağız ve diş temizliğine yeterli itina gösterilmesi gerekir.
Her ne kadar tükürüğün bolluğu ile çürüğün önlenebileceği garanti değilse de, tükürüğün azalmasıyla çürüklerin arttığı bilinmektedir. Ve tükürük, bir flor deposudur. Flor, dişlerdeki mine dokusunun sağlıklı ve asitlere karşı dayanıklı olmasını sağlar. Yine flor, bakteri plâklarındaki mikroorganizmaların asit üretimini ve mine aşındırıcılıklarını önler. Başlangıç dönemlerindeki çürüklerin giderilmesini sağlayarak mine yapımını hızlandırır.
Görülüyor ki "tükürük" diyerek geçtiğimiz bu sıvı, sağlığımızın korunması için bize ihsan edilen en tesirli silahlardan biridir. İnsanoğlu bu nimete karşı şükretmen" ve her yutkunuşunda, Rahman ve Rahim ismiyle tecelli eden Rabbine karşı vazifesini yapıp yapmadığını düşünmelidir.[327]
Mehmet DİKMEN
İslâm'da insan haklarına verilen değeri anlayabilmek için, dünyanın İslâm'dan önceki durumuna kısaca bir göz atmak faydalı olacaktır. Şöyle ki:
1- Dünya yüzündeki bütün devletler, monarşi ile idare edilmekteydi. Başta bulunan kral, hükümdar veya imparator, idare ettiği halk üzerinde tam bir yetki sahibiydi, istediğini asar, dilediğini sürer, kimseye karşı yaptıklarından hesap vermek zorunda kalmazdı.
2- İnsanlar sınıflara ayrılmıştı. Hükümdarın yalan çevresi, akraba ve hısımları (asilzadeler) imtiyazlı bir sınıftı. Bunun yanı sıra horlanan, hakları çiğnenen geniş bir halk kitlesi de, ayrı bir sınıfı meydana getirirdi. Sınıflar arasında derin uçurumlar vardı.
3- Kölelik en vahşî bir şekilde uygulanıyordu. İnsan haysiyeti, ayaklar altına alınmıştı.
4- Üstünlük Ölçüsü. İnsanlar ırk ve renklerine göre farklı muamelelere maruz kalır, soy sop üstünlüğü, yegâne üstünlük ölçüsü kabul edilirdi. İnsanlar akıl, bilgi, kabiliyet, ahlâk ve faziletlerine göre değerlendirilmezdi.
5- Temel hak ve hürriyetlerin hiçbiri yoktu. Din ve vicdan hürriyeti, mülkiyet hakkı, mesken edinme hürriyeti, fikir hürriyeti gibi temel hak ve hürriyetlerin hiçbirisi, sıradan bir vatandaş için sözkonusu değildi. İnsanlar inanç ve fikirlerinden dolayı olmadık zulüm ve eziyetlere mâruz bırakılırlar, vicdanlar baskı altında tutulurdu.
6- Hukukun temel prensipleri ayaklar altındaydı. Hukukta eşitlik, kânun hâkimiyeti, cezaların şahsîliği ve kanuniliği gibi temel hukukî mefhumların hayal edilmesi bile imkânsızdı. Bağımsız ve tarafsız bir yargı adaletinden söz edilemezdi. Şahsî arzu ve emirler kanun yerine geçer, aynı suçu işleyen farklı sınıflara mensup kişilere farklı cezalar uygulanırdı.[328]
İşte dünya böylesine karanlık bir tablo içinde iken, İslâm dini gelmiş ve insanlık tarihinin en büyük inkılâbım gerçekleştirmiştir.
İnsaflı bir gözle incelenirse, gerek Kur'an-ı Kerim'de, gerekse Hz. Peygamber'in sünnetinde, Batı dünyasında neşredilen insan hakları beyannamelerinden asırlar önce, günümüzde ulaşılan en nihaî insanî hedeflerin tesbit edilmiş olduğu görülecektir.
Nitekim, Hz. Peygamber'in (a.s.m.) Veda Haccı esnasında yaptığı konuşmanın (Veda Hutbesi) insan hakları açısından taşıdığı esaslar, bunun en açık misalidir.
Bu hutbe, M. 632 yılında 100.000'den fazla müslümanın karşısında okunmuştur. Yani, İnsan hakları ile ilgili ilk yazılı metin kabul edilen 1789 İnsan ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesi'nen 1157 yıl önce...
İslâm'm insan haklarına getirdiği yeni esasların, Batı'daki insan hakları mücadelesi üzerinde de büyük tesiri olmuştur.
Avrupa'nın hakperest filozof ve düşünürlerine insana değer verme düşüncesini ilham eden, onlara aklın gücünü tanıtan, Rönesans'ı gerçekleştirmede görüş ufku açan ilk kaynak, İslâm düşüncesi olmuştur.[329]
İslâm'ın insan haklarına getirdiği esasların, hak ve hürriyetlerin neler olduğuna geçmeden evvel, O'nun insana ne gözle baktığını, nasıl bir kıymet verdiğini kısaca şöyle özetleyebiliriz:
İnsan, diğer yaratıklardan farklı bir değere sahiptir. Bu kıymet, Allah'a iman ve O'nun emirlerine uymakla daha da artar. Bu sayede insan, kâinatın gözbebeği ve en şerefli bir misafiri olur. İnsan, insanlık değerini, doğumu ile, hatta, ana rahminde teşekküle başlaması ile birlikte kazanır ve hayatı boyunca taşır.
İnsan olmaktan gelen değerlilik, herkesi kuşatmıştır. Kadın, erkek, büyük küçük, siyah beyaz, zayıf kuvvetli, fakir zengin hangi din ve milletten, ırk ve renkten olursa olsun, bu şefkat gölgesi hepsini içine almıştır.
Bu suretle İslâm dîni, her ferdin kanını kanunsuz olarak dökülmekten, ırzını çiğnenmekten, malını gasp edilmekten, meskenini tecavüzden, nesebini bozulmaktan, vicdanını baskıdan korumuştur. İnsanlık şeref ve haysiyetini, gerçek bir teminat altına almıştır.[330]
İslâm'm insanlığa getirdiği temel hak ve hürriyetler şunlardır:
1. İslâm, ırk ve renk ayırımına son vermiştir. Bütün insanlar Hz. Adem'den gelmiştir. İnsanın ırkını ve rengini kendi seçmesi mümkün değildir. Bu, tamamen Allah'ın takdiri iledir.
İnsanları böyle bir konuda farklı gözle görmek, bazı ırk ve renkleri kınayıp bazılarını üstün kabul etmek, İslâmî açıdan olduğu kadar, insanî açıdan da son derece yanlış ve zararlıdır.
Yüce Allah Kur'an-ı Kerim'de insanları bir erkek ile bir dişiden yarattığını, sonra sayıları çoğalınca birbirleriyle kolayca tanışıp yardımlaşsınlar, ünsiyet ve ülfet etsinler diye onları kavim ve kabilelere, ırk ve milletlere ayırdığını beyan eder. [331]
Görüldüğü gibi, insanların ayrı ırk ve renkten oluşu, birbirlerine üstünlük için değil, tanışıp yardımlaşmaları içindir.
İslâm'ın bu anlayışına ışık tutacak bir hâdise şöyledir:
Ashaptan Ebû Zerr hazretleri siyah derili Bilâl-i Habeşî'ye bir gün kızmıştı. Bu kızgınlığı esnasında ona: "Siyah kadının oğlu" diye hakaret etmişti. Annesinin renginin siyahlığından dolayı onu ayıplamıştı. Durum Hz. Peygamber'e (s.a.v.) haber verilince Peygamberimiz son derece kızmış ve Ebû Zerr'e şunları söylemişti:
Ey Ebû Zerr!.. Sen Bilâl'i, annesinin renginden dolayı ayıplamışsın öyle mi? Demek ki sen hâlâ cahiliye zihniyeti taşıyorsun!.."
Bir anlık öfke ile ağzından çıkan ve kendisinin de istemediği bu sözden dolayı Ebû Zerr hazretleri çok üzüldü, pişman oldu. Ağlamaya başladı ve kendini yere atarak yüzünü toprağa yapıştırdı ve şöyle dedi:
Bilâl ayağı ile yanağıma basıp çiğnemedikçe, vallahi yüzümü yerden kaldırmayacağım.." Bilâl-i Habeşî'den tekrar tekrar özür diledi.[332]
2. İslâmiyet soy sop üstünlüğüne ve bununla övünmeye de son vermiştir. Ashab-ı Kiram'ın bulunduğu bir mecliste, Sa'd bin Ebî Vakkas, sahabenin ileri gelenlerinden bazılarına neseblerini (soylarını) saymalarını teklif etti. Kendisi de bu arada kendi soy ve sopunu baştan sona sıraladı. Topluluğun içinde İran asıllı Selmân-i Fârisî de vardı. Onun, Kureyş ileri gelenleri gibi övünebileceği meşhur bir nesebi yoktu. Soyunu sopunu teferruatlı olarak da bilmiyordu.
Hz. Sa'd, ona da nesebini saymasını teklif edince, O, bu teklifi son derece yadırgamış ve cevaben şöyle demişti: "Ben İslâmoğlu Selmân'ım.. Nesebimi sizin gibi bilmiyorum. Bildiğim bir şey var, o da Allah'ın beni İslâm ile şereflendirdiğidir..."
Sa'd'ın lüzumsuz, aynı zamanda cahiliyet devri zihniyetini andıran bu nesep sayma teklifinden Hz. Ömer de rahatsız olmuştu. Selmân'ın bu manidar cevabı o kadar hoşuna gitti ki, "Ben de İslâm oğlu Ömer'im" diyerek Hz. Selmân'ın cevabına nazîre yaptı.
Hâdiseyi Hz. Peygamber (s.a.v.) duyunca, o da Selmân'ın cevabını çok beğenmiş, "Selmân bendendir, benim ailem (ehl-i beytim)dendir.." buyurmuştur.
Hz. Peygamber, ayrıca Kureyş'in en soylu ailelerinin kızlarını, azatlı kölelerden olan bazı sahabilerle nikahlayarak soy sop üstünlüğüne dayanan cahiliye zihniyetini yıkmıştır.[333]
3. İslâmiyet, halka idarecilerini kontrol ve denetleme hakkı getirmiştir. Devlet idaresinde keyfî tasarruflara, zulümlere, haksızlık ve kanunsuzluklara son vermeyi hedeflemiştir.
Hz. Ebû Bekir halife seçildiği zaman, halka yaptığı konuşmasında bu hususu şöyle dile getirmiştir:
"Ey insanlar, sizin en iyiniz olmadığım halde, taşınıza idareci seçildim. Vazifemi İslâm'a uygun şekilde yaparsam, bana itaat edin. Doğru yoldan saparsam beni ikaz edin."
Hz. Ömer de halifeliği sırasında bir gün camide müslümanlara: "Ben doğru yoldan ayrılırsam ne yaparsınız?" diye sormuştu. Onlar: "Seni kılıçlarımızla doğrulturuz.." cevabını verdiler. Hz. Ömer bundan son derece memnun kalmıştı.
İslâm tarihinde, idare ettiği halk tarafından mahkemeye şikayet edilen ve hâkim huzuruna çıkarılan hükümdarların var olduğu bilenen gerçeklerdendir...[334]
4. Fikir ve vicdan hürriyeti. Fikir ve vicdan hürriyeti, insanın hayat hakkından sonra gelen en mühim hakkıdır. Kişinin bu hakkını tanımamak, onu öz benliğinden sıyırıp hayvanların seviyesine indirmek demektir. Bu sebeple İslâm, fikir ve vicdanların baskı altında tutulmasına kesinlikle izin vermemiştir. "Dinde zorlama yoktur" prensibiyle İslâm, inanç esaslarını kimseye zorla kabul ettirmeyi doğru bulmamıştır.
İslâm'daki din ve vicdan hürriyetini batılı bir yazar Mişovd şöyle dile getiriyor:
"Hıristiyan milletler adına esef ederim ki, bunlar dînî müsamahayı Müslümanlardan öğrenmeye muhtaçtırlar. Kur'an, kuvvetle değil, ikna yolu ile intişar etmiş ve süratle yayılmıştır. Müslümanlar mağlup ettikleri milletleri, kendi dinlerini muhafazada daima serbest bırakmışlardır."[335]
5. İslâmiyet, kölelik müessesesine de büyük bir titizlikle eğilmiş, onu hukukî bir statüye kavuşturmuştur.
İslâm Dîni geldiği sıralarda bütün dünyada kölelik, en vahşi ve insanlık dışı tatbikatıyla hüküm sürmekteydi.
İslâmiyetin bütün dünyada yaygın olan bu müesseseyi, tamamiyle ortadan kaldırması elbette beklenemezdi. Bu sebeble O, köleliği temelden ve bir anda ilga yoluna gitmemiş, fakat bu müesseseyi büyük bir islahata tabi tutarak, ona en insanî ve en medenî şekli vermiştir. Ayrıca kölelikten hürriyete geçiş yollarını artırıp kolaylaştırarak, köleliğin dolaylı olarak ortadan kalkmasını sağlayacak formüller koymuştur.
6. Mülkiyet Hürriyeti. Allah'ın insana verdiği çeşitli duygular arasında mal sevgisi, mülk edinme arzusu da vardır. Kur'an-ı Kerim'de bu husus açıkça belirtilmiştir.
Fıtrat dini olan İslâm, bu sebeble ferde mülkiyet hakkı tanımış, ona, bu duygusunu meşru şekilde tatmin etmesi için zemin hazırlamıştır. İslâm'ın tanıdığı mülkiyet hakkına, sahibinin izni olmadan hiçbir şekilde müdahale edilemez.
7. Hukukta Eşitlik. İslâmiyet bütün insanları hukuk önünde bir tarağın dişleri gibi eşit kabul etmiştir. Şahısların içtimaî durumuna, soyuna sopuna göre imtiyazlı muamele yapılmasına müsaade etmemiştir.
İslâm'da kanun hakimiyeti ve hukukun üstünlüğü esastır. Bir devlet reisi ile halktan biri kanun karşısında eşit muamele görür. Suçlu olan, devlet reisi bile olsa, mutlaka cezasını görür.
Fatih Sultan Mehmed'in bir Rum mimarı ile, Hz. Ali'nin bir Yahudi ile, Selâhaddin-i Eyyûbî'nin bir Ermeni ile hakim huzuruna çıkmaları bunun en çarpıcı örnekleridir.[336]
Mekke'nin fethi günü Manzum kabilesinin soylu ailelerinden bir kadın hırsızlık yapmış, suçüstü yakalanmıştı. Cezalandırılması gerekiyordu. Fakat soylu bir aileye mensup olduğu için, ailenin şerefinin lekelenmesinden korkuluyor, bu yüzden kadının cezadan affedilmesi isteniyordu. Fakat bunu nasıl sağlayacaklardı? Hz. Peygamber'e bunu nasıl söyleyeceklerdi. Nihayet, Peygamberimizin çok sevdiği Üsâme bin Zeyd'i O'na elçi olarak göndermeye karar verdiler. Üsâme, Hz. Peygamber'in huzuruna çıkarak durumu anlattı. Ondan suçlu kadını affetmesini istedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu teklife çok kızdı. Derhal dışarı çıkarak şu tarihî konuşmayı yaptı:
"Ey müslümanlar, sizden evvelki milletlerin yıkılıp helak olmalarının, tarihten silinip gitmelerinin sebebi nedir, biliyor musunuz? Onlar; ileri gelenlerden biri suç işlediğinde ona ceza vermezlerdi. Halktan biri suç işlediğinde ise, cezanın tatbiki için adetâ can atarlardı. Bu zulüm onların yıkılıp gitmelerine sebep oldu. Yemin ederim ki, suçu işleyen kızım Fatıma bile olsaydı, onu cezalandırmakta hiç tereddüt etmezdim."
Bunun üzerine ceza hemen uygulandı. Hz. Ebû Bekir'in, halife seçildiği zaman yaptığı konuşmasındaki şu cümleler de, bu noktadan dikkat çekicidir:
"İçinizden zayıf olanlar, haklarını alıncaya kadar benim nazarımda en kuvvetlidir; Kuvvetliler de ben onlardan başkalarının haklarını alıncaya kadar, benim yanımda en zayıftırlar."
8. Cezaların Şahsîliği ve Kanuniliği. İslâm'da kanunsuz ceza olmaz ve ayrıca suç işleyenin yerine başka birinin cezalandırılması da söz konusu değildir. Bu konuda bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulur:
"Muhakkak ki Allah Teâlâ, miktarı belli cezalar dışında kanlarınızı akıtmayı, mallarınızı almayı, ırz ve namusa tecavüzü haram kılmıştır."
Cezaların şahsîliği prensibi, En'âmi sûresinde şöyle ifade edilmiştir: "Herkesin kazandığı, ancak boynunadır. Kimse, başkasının (günah) yükünü taşımaz.." [337]
9. Mahkemelerin Bağımsızlık ve Tarafsızlığı. İslâm'da adalet müessesesi olan mahkemeler, her türlü dış baskıdan, şahsî kin ve garazlardan, keyfî tasarruflardan uzak tutulmuş,hâkimlerin tarafsızlıklarını kaybetmelerine müsaade edilmemiştir. İslâm mahkemelerinde devlet reisleri sıradan vatandaşlarla birlikte hakim önüne çıkmışlar, suçlu görüldükleri takdirde de cezalandırılmışlardır.
10. Mesken masuniyeti ve hususî hayatın dokunulmazlığı. İslâm'da şahsın hususî hayatına karışmaya, meskenine izinsiz girmeye kimsenin hakkı yoktur. İnsanların gizli hallerini araştırmak, İslâm'da yasaktır.
11. Seyahat Hürriyeti. İslâm'da seyahatin ibret almaya ve sıhhat bulmaya sebep olduğu kabul edilir. Bu sebeple seyahat yapılması teşvik edilmiştir. Kanunsuz ve keyfî olarak şahısların seyahat hürriyetinin engellenmesi söz konusu değildir.
12. Yaşama hakkı, can, mal ve namusların tecavüzden korunma teminatı. Bu husus, Veda Hutbesinde Allah Resulü tarafından en güzel bir şekilde ortaya konulmuştur:
"İnsanlar! Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz Mekke nasıl mübarek bir şehir ise, can, mal ve namuslarınız da öyle mukaddestir. Her türlü tecâvüzden korunmuştur."
13. Sosyal Güvenlik. İslâm dîni insanın, yaşlılık, hastalık, felâket ve kazalar karşısında mağdur ve perişan olmaması için, onu himaye etmiş, getirdiği sosyal güvenlik tedbirleri ile muhtaç durumda kalan fertlerin geleceğini teminat altına almıştır. İslâmiyet, herşeyden önce insanları çalışmaya sevkederek malî bakımdan kendilerini güvenceye almalarını teşvik etmiştir. Ayrıca getirdiği çeşitli tedbirlerle onlara aile içinde, «komşu ve akraba muhitinde, ayrı bir güvenlik sağlamıştır. Bütün bu güvenlik tedbirleri yetersiz kaldığı yerlerde de devlet bizzat ferdin güvenliğini teminat altına almıştır. Zekât müessesesi ve vakıflar en mükemmel sosyal güvenlik kurumlarıdır.
14. Çalışma hürriyeti, ücret adaleti ve eşitliği. İslâm'da çalışma, emek sarfetme büyük bir değer ve teşvik görmüştür. Dilenmek, başkasına yük olmak, hoş karşılanmamıştır. Hatta ailesinin nafakasını helâl yoldan temin etmek için çalışmak, farzları yerine getirmek şartıyla ibadet bile kabul edilmiştir. "İnsan, ancak çalıştığının karşılığını alır" âyet-i kerimesi de, İslâm'ın emek ve çalışmaya verdiği ehemmiyeti gösterir...
Çalışma hürriyetini meşru kazanç yolundan olmak şartıyla tam bir teminat altına alan İslâm, işçi ile işveren arasındaki münasebetleri de en güzel şekilde tanzim etmiştir. İşveren, işçisinin emeğini hakkıyla ödemek zorundadır. Onun saflık ve bilgisizliğinden istifade edip düşük ücretle çalıştırması veya ücretini zamanında ve tam ödememesi yasaklanmıştır.
"İşçinin ücretini, alın teri kurumadan ödeyin" prensibi, işçinin hakkını en mükemmel şekilde teminat altına almıştır.
Bir hadis-i kudsî'de Cenabı Hak: "Bir işçi çalıştırıp ta ondan istediği randımanı aldığı halde ücretini ödemeyen kimseye ben kıyamet gününde hasım olurum" buyurmuştur.
Buna mukabil, işçi de kendine tevdi edilen işi, eksiksiz, kusursuz yapmaya çalışacak, aldığı ücreti hak etmeyi prensip edinecektir.
15. Çocukların Himayesi. İslâmiyet, doğumundan itibaren çocuklara sahip çıkmış, onların beslenme ve giyim masrafları için anne babaya çeşitli yardımlar yapmış, bu iş için hazineden ödenekler ayırmıştır. Bugün çocuk parası adı altında bütün zengin devletlerde bu yardım yapılmaktadır. Resûlüllah Efendimiz, harpte kadınların ve bilhassa çocukların öldürülmemesini, İslâm ordusuna ısrarla tenbih etmiştir.
16. Temel Eğitim Mecburî ve Parasızdır. "İlim öğrenmek kadın erkek her müslüman üzerine farzdır." hadis-i şerifi, temel eğitim mecburiyetini getirmektedir. İslâm'da temel eğitim müfredatı titizlikle hazırlanmıştır.
Temel eğitimin içine dinî, ahlâkî, edebî bilgilerin öğretilmesi yanında, meslekî eğitim de girmektedir. İslâmiyet, dinî bilgilerle birlikte çocuğun meslek sahibi kılınmasını da zaruri görmektedir. Temel eğitim devletin himayesi altında ve meccanî, yani parasızdır.[338]
Sebahattin ÇELEBİ Mustafa ÇİMEN
"(Yâ Musa! Allah'ı apaçık görmedikçe sana inanmayacağız) demiştiniz de, gözleriniz göre göre sizi yıldırım çarpmıştı. Ölümünüzden sonra, şükredersiniz diye sizi tekrar diriltmiştik. Bulutla sizi gölgelendirdik, kudret helvası ve bıldırcın indirdik, (Verdiğimiz rızıkların iyi ve güzel olanlarından yiyin) dedik. Onlar bize değil, fakat kendilerine yazık ediyorlardı." [339]
Peygamberleri katleden İsrailoğulları'na, Allah'ın gökyüzünden indirdiği "Kudret Helvası" (Menn), Kur'an-ı Kerim'de böyle anlatılıyor.
Allah, İsrailoğullarını, çölün kızgın sıcağından korumak için üzerlerine bulut göndermişti. Yağmursuz ve bulutsuz çöl; ateş fışkıran ve yalım saçan bir "cehennem" gibiydi. Allah onları serinletmek için bulut göndermiş, yiyecek ve içecek stokları tamamen tükenince de gökyüzünden, Kudret Helvası ile bıldırcın indirmişti. Böylelikle, daha önce bir cehennemden farksız olan çöl, onlar için rahatlığın yaşandığı cennet bahçelerine dönüşmüştü. Ancak İsrailoğulları, Allah'ın bunca nimetine karşılık, bir kerecik olsun şükretmeyi, onurlarına yakıştıramanuşlardı.[340]
Mardin'in küçük ilçesi Cizre'de ilkbahardan yaza girerken hemen hemen her sene Kudret Helvası yağıyor. Önce gökyüzünde mütevazı şimşeklerin çaktığını belirten Cizreli Şeyh, Mehmet Bahir Haşimi, gökyüzünden kar yağar gibi helva yağmaya başladığını, ancak helvanın Cizre'nin sadece ağaçlık bölgelerine yağdığını söylüyor.
Baldan ve şekerden daha tatlı olduğu belirtilen helva, sadece meşe ağaçlarının yapraklarının üzerine yapışıyor. Helva, özüne zarar verecek yapraklara yapışmıyor. Helvanın, piyasadaki şeker ve tatlılara oranla içerdiği asit, oldukça az.
Biz, bu haber üzerine çalışmalarımızı sürdürürken, Bitlis'in Mutki ilçesine de Kudret Helvası'nın yağdığı haberi geldi. Ancak dağlık ve ormanlık bölgeye ulaşmamız mümkün olmadı.[341]
Kudret Helvası, Kitab-ı Mukaddes'te de geçiyor. Hıristiyanlar Kur'an'ın "Menn" dediği Kudret Helvası'na, "Tornana" diyorlar. Tevrat'ın (Eski Ahit) Sayılar Bölümü, 11. Babındaki ayette şöyle deniliyor:
"Ve mann, kişniş tohumu gibi idi ve görünüşü ak günlük görünüşü gibi idi. Kavm dolaşır ve onu devşirirlerdi ve yerlerdi ve tencerelerde haşlar ve ondan pideler yaparlardı ve tadı taze yağ tadı gibi idi. Ve geceleyin ordugâh üzerine çiğ indiği zaman üzerine mann inerdi."
Yine Kitab-ı Mukaddes'in Çıkış bölümünde yeralan ayetler de Mann'ın varlığına işaret ediyor:
"Ve vaki oldu ki, akşamleyin bıldırcınlar çıkıp ordugâhı kapladılar ve sabahleyin ordugâhın etrafında çiğ düşmüştü. Ve düşmüş olan çiğ kalkınca, işte, çölün yüzünde, toprağın üzerinde, kırağı gibi küçük, yuvarlak bir şey vardı. Ve İsrailoğulları görüp birbirine dediler: Bu nedir? Çünkü o nedir bilmediler. Ve Musa, onlara dedi: Bu Rabbin yemek için size verdiği ekmektir."
Kudret Helvası'na Hıristiyanlar ve Museviler en az bizim kadar inanıyorlar. Ancak Kitab-ı Mukaddes'e tabi olduklarını söyleyen Yehova Şahitleri, Mann'm hâlâ yağdığına inanmıyorlar.
Yaklaşık 10 Hristiyan arasında yaptığımız soruşturmada, hepsinin de "Mann"ı bilmesi ve bize bilgi vermesi dikkatimizi çekti. 'Annemden, babamdan ne gördüysem onu yaparım, ona inanırım. Araştırma yapmam. İnsan araştırınca kafası bulanıyor' diyen ve sadece pazardan pazara kiliseye giden bir Hristiyan bile, bize Mann'ın ne zaman ve nasıl yağdığını anlatabildi. Oysa, İslâm'a inanmış birçok kimseye "Mann"ı söylediğimizde bize inanmadıkları gibi, "Böyle birşey mümkün olamaz" cevabını verenler hiç de az değildi.[342]
Müfessirler, "Kudret Helvası"nın (Menn) ne anlama geldiği konusunda değişik görüşler ileri sürüyorlar. Ali bin Ebu Talha, İbn Abbas'tan naklederek, "Kudret Helvası, onların üzerine ağaçlara iniyordu ve onlar bu helvadan istedikleri şekilde yeyip besleniyorlardı" diyor. Mücahit ise, Kudret Helvası'nın yapışkan birşey bulduğunu belirtiyor. Süddi, "Onlar, (Ey Musa, burada bu şekilde nasıl olacak, bizim için yiyecek nerede?) dediler. Bunun üzerine Allah Kudret Helvası'nı indirdi. O zencefil ağacının üzerine düşüyordu" derken, Katade ise, Kudret Helvası'nın onların bulunduğu yere kar iner gibi indiğini, sütten daha beyaz, baldan daha tatlı olduğunu söylüyor. Katade ayrıca fecrin doğuşundan güneşin doğuşuna kadar olan sürede helvanın yağdığını kaydediyor.[343]
Kudret Helvası'nı araştırmak üzere Cizre'ye giderken, yolda Sabah gazetesi'nin Melodi ekinde yeralan bir mektup dikkatimizi çekti. Mektup aynen şöyle:
"Çocukluğumda yaşadığım olayı hâlâ unutamıyorum, o zamanlar Mardin'in Cizre ilçesinde oturuyorduk. 1965 yılının Haziran ayında birdenbire toz şekerine benzeyen birşeyler yağmaya başladı. Cudi Dağı'nın kavak ormanlarına geniş bir alana yağan bu maddeler bir anda meşe ağaçlarını tamamen kaplamıştı. Hepimiz merakla gidip toz şekerine benzeyen şeylerin tadına baktık. Büyükler bunun kutsal helva olduğunu söylediler. Hatta şeker gibi tatlı olan bu maddeleri toplayıp kilo ile satmışlardı. O zamanlar bunun ne olduğunu pek anlayamamıştım. Sadece büyük bir heyecan ve sevinç yaşanmıştı, Fakat büyüdükçe, o zamanlar şahid olduğum bu olayın olağanüstü bir durum olduğunu farkettim..."
Evet... Tüm dünya Kudret Helvası'nm varlığına inanıyor. İngiliz Bilim Dergisi Nature Ocak 1981 sayılı nüshasında konuyu işlemiş. Bütün bunlara rağmen Kudret Helvası'nm varlığını kabul etmeyen ve alay eden birileri var.
Allah'ın Hz. Musa ve kavmine gönderdiği helva hep yağacak... O'nu ve Kur'an'ı inkâr edenlerin başına, belki de, Ebabil kuşlarının getirdiği "taş" misali...[344]
Op. Dr. Yalkın BEKTÖRE
Teyp, televizyon, video v.s. aldığınız en basit bir cihazın yanında dahi, onu yapan firma tarafından konmuş bir kullanma kılavuzu (prospektüs) olduğunu ve üzerinde önemle; "Bu Kılavuzu Okumadan Cihazınızı Çalıştırmayınız" ibaresini görmüşsünüzdür. Eğer o cihazın kullanılması esnasında gerekli prensiplere uyulmazsa, arıza yapacağı veya rantabl çalışmayacağı kesindir. Basit bir cihaz, makine için böyle olursa, kul yapısı bu cihaz ve makinelerle kıyaslanamayacak kadar mükemmel, muhteşem, komplike bir yapıya sahip olan insanın da mutlaka bir kullanma kılavuzunun olması gerekir. İşte bu kılavuz Kur'an'dır.
"Bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve Allah'a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren Kitab'dır." [345]
Eğer Kur'an-ı Kerim'deki emirlere uyulacak olsa, fert ve ferdin teşkil ettiği toplum olarak âzami randıman alınacak hem dünya, hem de âhiret hayatında huzur, mutluluk, saadet bulunacaktır. Aksi takdirde, aynı cihaz ve makinaların yanlış kullanılmaktan doğan arızaları gibi, fert ve topluma ait bir takım arızalar, bozukluklar ortaya çıkacaktır.
İnsanlığın daima huzur ve mutluluğu için prensipler vazeden İslâmiyet, yüce kılavuzunda öylesine muhteşem ikazlarda bulunmuştur ki, bunlardan birinin dahi ihlâli, insan için fevkalâde büyük zararlara yol açmaktadır.
"Tan yerini ağartan, Geceyi Dinlenme Zamanı, güneş ve ay'ı vakit ölçüsü Kılandır. Bu Güçlü Olanın, Bilenin Nizamıdır." [346]
"UYKUNUZU DİNLENME VAKTİ KILDIK. GECEYİ BİR ÖRTÜ YAPTIK. GÜNDÜZÜ, GEÇİMİ SAĞLAMA VAKTİ KILDIK. " [347]
Âyet-i Kerimelerinde görüldüğü gibi, Cenab-ı Hakk'ın geceyi dinlenme zamanı olarak belirlediği apaçık ortadadır. Gelelim geceyi dinlenme zamanı yapmayıp, fazla kazanmak, fazla üretmek, teknolojik yarışta daha ileri gitmek, velhasıl daha fazlaya sahip olmak için, isteyerek veya istemeyerek vardiya yapan veya fazla mesaî gibi çalışmalarla geçinen kişilerin uğrayacağı zararlara:
İnsanın Çalışma Gücü (Fizyolojik ve Psikolojik) 24 saatlik bir zaman içinde düzenli birtakım iniş çıkışlar gösterir. Öğleden önce en yüksek seviyeye çıkan güç, yatsıdan itibaren düşerek saat: 03 civarında en alt seviyeye iner.
İnsan vücudunun hayatî fonksiyonları, çalışma gücündeki değişiklikler gibi, 24 saat içinde bazı değişiklikler gösterir. Buna "Biyolojik Ritm" diyoruz. Biyolojik ritmdeki değişiklikler, organik ve psikolojik birçok fonksiyonlar incelenerek ortaya konmuştur. Neticede, biyolojik ritmdeki değişiklikler ile çalışma gücündeki azalıp çoğalmaların, birbiri ile fevkalâde bir uyum içinde olduğu görülmüştür. İşin dikkat çekici yanı, suni ışıklandırma veya karartma ile insanda bu biyolojik ritmi kesinlikle değiştirmek mümkün değildir. Öyleki, uzun yıllar gece hemşireliği yapmış olanlarda bile önemli bir değişme tesbit edilememiştir. Laboratuvar şartlarında, günlük aydınlık ve karanlık sürelerini tersine çevirmek ve biyolojik ritmi de buna uyacak şekilde değiştirmek imkânı, ancak bazı hayvanlarda sağlanabilmektedir. Meselâ gece kümeslerde ışık yakılarak, tavukların daha fazla yumurtlatılması gibi.
Bu ritmin nasıl düzenlendiği veya nasıl yönetildiği henüz aydınlanmamıştır. Spontan bir endojen düzenleyici, bir "iç saat", bir "iç senkronizatör"den söz edilmektedir. Esasında yazımızın başında geçen âyet-i kerimelerden de anlaşılacağı üzere, düzenleyicinin "Kim" olduğu bellidir, ancak birçok insan, maalesef o yüce kudretten habersizdir.
Sokaklardaki fotoselli lâmbaların karanlık olunca yanıp, güneşin ışımasıyla sönmesi gibi, Yüce düzenleyici de gece ile birlikte insan organizmasının bütün faaliyetlerini yavaşlatmakta, âdeta rolantide çalışmaya başlatmaktadır.
Geceyi dinlenme ve uyku zamanı olarak değerlendiremeyenler, aşağıdaki zararlara katlanmak zorundadır.
1- Gece çalışmak zorunda kalan kişilerin organizması, gündüz saatlerinde çalışanlardan daha fazla zorlanacak, yedek güçlerine başvurmak zorunda kalacak ve iş sonrası yorgunluk ta o ölçüde artacaktır. Binaenaleyh gece çalışan insanlar, ilmî olarak "Bedenlerine ait bütün fonksiyonların en düşük ve en verimsiz olduğu saatlerde çalışmak zorunda kalan mağdur kişiler" şeklinde tanımlanabilir.
2- Biyolojik ritm ile düzenlenen uyku, gece saatlerinde çalışan kişilerde bozulur. Bu durum, daha fazla yorgunluk sebebiyle zaten artmış olan uyku ihtiyacının giderilmesini daha da zorlaştırır. Uyku bozukluğunda; süre genellikle 4 saate iner. Derin uyku blokları parçalanmış olur. Ne kadar elverişli şartlarda olursa olsun, gece çalışıp gündüz uyumak zorunda olan kişilerde bile bu bozukluklar ortaya çıkar.
3- Uyku alışkanlığı, irade veya arzu ile kısa zamanda değiştirilemez. Bu itibarla gece işine başlıyanlar, ilk birkaç gün veya bir hafta, önemli rahatsızlıklarla karşı karşıyadır. Yorgunluk, hazımsızlık, deprasyon, kusurlu sirkülasyondan dolayı ürpermeler ve üşümeler, iç sıkıntıları görülür. Uzun vâdede ise, müzmin endüstriyel yorgunluk husule gelir ki, bu devrede kişi gündüz uyumasına rağmen müzmin yorgunluk arızaları gösterir.
4- Sindirim sistemi salgılarının 24 saatlik biyoloji ritmi ile, gece çalışmaları dolayısıyla değişmiş olan yemek saatleri arasındaki uyumsuzluktan, iştahsızlık ve sindirim sistemi bozuklukları ortaya çıkar. Gece işinin, ülseri kolaylaştıran risk faktörlerinden biri olduğu kabul edilmektedir.
5- Vücudun bütün fizyolojik fonksiyonları, biyolojik ritme uyarlar. Buna göre, gündüz saatlerinde çalışan bir vücudun aşınma ve yıpranmasına göre tamir işi azdır. Organlar, azamî şekilde fonksiyonlarını ifâ ederler. Gece ise, bu organların âdeta tamir, bakım, regenerasyon faaliyeti başlar. Gece çalışmak suretiyle, organizmanın bu günlük auto-regenerasyon faaliyeti de sekteye uğrayacaktır.
6- Gece çalışmalarında ailevî ve sosyal münasebetlerde zorluklar ortaya çıkar. Aile fertleri, gece çalışmasının yükünü ve zorluklarını birlikte taşımak durumundadır: ya bütün ailenin günlük hayatı buna göre düzenlenecek, ya da aile fertleri arasında uyumsuzluk artacaktır. Ayrıca aile dışı sosyal münasebetlerdeki zorluklar daha fazla olup, bunların giderilmesi oldukça güçtür. Bu münasebetler, ancak uykudan fedakârlık etmek suretiyle sağlanır. Dolayısıyla gece çalışan kişilerin bu münasebetlere uyum sağlaması imkânsızdır.
7- Gece çalışmalarında dikkat, hissetme ve refleks gibi fonksiyonların yavaşlamasından dolayı (özellikle fabrika ve ulaşım vasıtaları gibi yerlerde) iş kazaları ve riskinin artması kaçınılmaz olmaktadır. Meselâ, bir havagazı fabrikasının göstergelerini okumakla görevli işçilerin, 24 saat boyunca yaptıkları yanlış okumaların grafiği çıkarıldığında, eğrinin yazının başında bahsedilen güç eğrisiyle çakıştığı tesbit edilmiştir.
8- Sindirim sistemi hastalığı olanlar, peptik ülserliler, tüberkülozlular, epileptikler, diabetikler, 25 yaştan küçük ve 50 yaştan büyükler, gece kesinlikle çalıştırılmamalıdır. Gece işi, bebek bekleyen ve emzikli olan kadınlar için de sakıncalıdır. Bu konuda birçok ülke, sosyal güvenlik kanun ve mevzuatıyla tedbir almak gereğini duymuştur. Meselâ; Batı Alman kanunları, işçi kadınların hamileliğinin başladığı dönemden itibaren emzikli dönemin sonuna kadar gece 20.00 ile 06.00 arasında çalıştırılmasını yasaklar. İngiltere'de 1937'den beri fabrikalar kanunu, kadın ve çocuklara bazı istisnalarla gece işini men etmiştir.
İşte bütün bunlar: "Geceyi bir örtü yapıp uykuyu dinlenme vakti olarak seçmemenin" neticeleri. Ve ilâhî nizama uyulmamasının, dar akıllarımızla ortaya konan zararları. Peki ya, acaba hikmetine eremediğimiz zararlar ve uğradığımız kayıplar ne ola ki?[348]
Ali TORUN
Kâinatın en harika varlığı insandır. Çıplak gözle görülen veya görülmeyen tehlikelerle burun buruna yaşayan insanoğlu kaza ve hastalık nedeniyle çeşitli organ, uzuv ve dokularını kaybetmektedir. Çeşitli nedenlerle organ, uzuv ve doku kaybına uğrayan insan sayısı tahminlerin çok üzerindedir. Sadece Amerika Birleşik Devletleri'nde her yıl 135 bin kişinin kalçasını, 110 bin kişinin dizini ve onbinlerce kişinin de diğer vücut azalarını kaybettiği düşünülürse, istatistiklere giremeyen diğer ülke insanlarının kayıpları da dikkate alındığında ürkütücü rakamlarla karşı karşıya bulunduğumuz görülür.
Çeşitli organ, uzuv ve doku kaybına maruz kalan insanların ızdıraplarını, maddî ve manevî sancılarını bir an için bir kenara bırakacak olursak muazzam bir organ, uzuv ve doku pazarının mevcudiyeti kendiliğinden ortaya çıkar.
Bir yandan bu çileli insanların ızdıraplarını dindirmek, diğer yandan bu işten kazanç sağlamak amacı ile organ, uzuv ve doku sanayii kurulmuştur. Kazanç oranı diğer sanayi dallarından aşağı kalmayan hatta onlardan kat kat fazla olan bu ilginç sanayi dalının gelir miktarını nazara vermek için sadece Amerika Birleşik Devletleri'nde vücut denen harika cihazın yedek parçalarına ödenen meblağı vermek sanırım yeterlidir. Amerikan vatandaşlarının yıllık olarak vücut yedek parçalarına ödedikleri rakam 2 milyar doların üzerindedir. Kaybetmeden kıymetini idrak edemediğimiz vücut azalarından sadece kalp valfinin yedek parça olarak satış fiyatının 2 bin dolar olduğunu söylersek, varın sahip olduğunuz hazinenin değerini siz belirleyin. Metal ve plastikten yapılan vücut parçalarını üreten, vücudumuza takan ve sadece vücut görüntüsünü veya kısmî olarak orijinalinin görevini belirli süreler için yerine getiren bu suni organlar için, organın mucidine ödediğimiz meblağı, yaptığımız hayır duasını düşünürken, bize o organın orijinalini ücretsiz olarak üretip ızdırap duymadan vücudumuza takan Zâta (c.c.) şükran borcumuzu ödemek için neler yaptığımızı düşünmek zorundayız..
Aslında fazladan bir şey yapmamız istenmemektedir. İstenilen vücud denen harika cihazın bekası, daha sağlıklı kullanılması ve bizim bu harika cihazdan daha iyi istifade etmemiz içindir.
Vücudun bir yerde Günlük Bakımı olan abdest almayı çok fazla bulanların otomobillerinin motor bakımlarını yaptırırken gösterdikleri hassasiyetleri göstermemelerini anlamak mümkün değildir.
Harika bir cihaz olan insan vücudu elektriki, elektronik ve mekanik parçalardan meydana gelmiştir. Yıldırımlı ve statik elektriğin yoğun olduğu dönemlerde vücud üzerinde yoğunlaşan statik elektrik fazlasını deşarj etmek için yüzü koyun yere uzanmayı akıl eden insanoğlunun gene, sürekli faaliyet halinde olan vücut denen harika cihaz üzerinde biriken fazla elektriği deşarj etmenin en ideal yolu olan abdest almayı ilmi bulmamasını anlamak mümkün değildir. Elektrik, iletken üzerinde hareket eder. Her zaman en kısa yoldan toprağa ulaşmanın yollarını arar. Islak olan maddeler ideal bir iletkendir. Ampulde, TV'de, çeşitli cihazlarda kullandığımız elektrik için iki tel kullanılır. Biri elektriğin kaynağına bağlanan bu tellerden diğeri her zaman toprağa bağlanmak zorundadır. Çünkü elektrik toprağa dönmediği sürece işe yaramaz. Elektrik tellerine konan kuşun bir ayağı toprağa değmediği için elektrik, kuşu çarpmaz. Biz hissetmesek de gözle görmesek de vücutta biriken elektriğin fazlalığı gerek su ile abdest alırken, gerekse toprakla teyemmüm ederken toprağa akar ve vücutta kullanılan parçalar rahatlar, daha sağlıklı çalışır. Vücutta biriken elektrik fazlalığı toprağa layıkı ile deşarj edilmezse çeşitli hastalıklara neden olur. Abdest alan kişilerde sinirsel rahatsızlıklara daha az rastlanılmaktadır. Düzenli namaz kılan kişilerde romatizma vakalarına daha az rastlanılmaktadır. Bizden istenilenleri yapmamız halinde sağlayacağımız faydalardan sadece ilmin ispat edebildiklerini sıralasak aylarca tefrika edilebilecek kitap yazmak gerekir.
Şimdi isterseniz insan denen makinanın suni yedek parçalarına geçelim. Yedek parça tabirini özellikle kullanıyorum, çünkü mânevi anlamda sahip olduğumuz vücudu idrak etmediğimiz sürece vücuda elektrikî ve mekanikî bir düzen gözü ile bakıyoruz demektir. Elektrikî ve mekanikî düzenlerin elemanlarına da yedek parça tabir edilir... Bugünkü imkânlar ile insan vücudunda kullanılabilen 50'nin üzerinde organ, uzuv ve doku çeşitleri vardır. İnsan vücudu; ıslak, sıcak ve tuzlu olup sürekli hareket halindedir. Kendine has bağışıklık ve direnç sistemi vardır. Bu sistem vücuda uyum göstermeyen yabancı maddeleri reddetmektedir. Bu nedenle vücutta kullanılacak suni organ, uzuv ve doku çeşidi sayısı 50 civarındadır.
Halen kullanılabilen suni azalar daha ziyade mekanikî parçalar olup, ya estetik görünümü düzeltmekte veya kısmî olarak orijinalinin vazifelerini yerine getirmektedir.[349]
Ali TORUN
Arı denilince ilk akla gelen baldır. Yüzlerce arının binlerce çiçekten binbir zahmetle toplayıp özümledikleri çiçek özlerinin, ölüm hariç her derde deva olduğu asırlardır bilinmektedir.
Arıların ikinci önemli özelliği ise, karıncalar gibi ideal bir toplum hayatı sürdürmeleridir.
Böylesine düzenli bir hayat tarzına sahip olan bal arılarının ideal bir işbirliği ile şahane mimari yapılar ortaya koyabilmesi, binbir derde deva olabilecek ilaç sanayiinin dahi muvaffak olamadığı bir ilaç olan Bal'ı asırlardır aynı kalitede üretebilmesi için, tüm ayrıntıları ifade edebilecek bir lisana sahip olmaları gerektiği biliniyor, ancak bu lisan bir türlü öğrenilemiyordu.[350]
Bal arıları dans ederek konuşuyor. Bunu ilk kez Nobel ödüllü Kari Von Frisch ortaya atmıştı. Ancak teoride hangi arı dansının ne anlama geldiği bilinmiyordu. Batı Almanya'da Würzburg Üniversitesi yıllar süren araştırmalarının meyvelerini toplamaya başladı. Ve bal arıları ile konuşmaya muvaffak oldu.
Kovandan çıkan öncü işçi bal arısının çiçeğe gidişini, kovana dönüşünü ve kovana girer girmez yaptığı tüm hareketleri dikkatli bir şekilde inceleyerek tüm bu bilgileri bilgisayara kaydettiler. Yapılan gözlemlerde çiçekten aldığı çiçek özü numunesi ile kovana dönen arı, kovana girer girmez arıların kırmızı ışığa karşı körlük özelliğinden yararlanılarak kovan kırmızı ışık süzmesi ile aydınlatıldı. Kovana, mini, çok hassas mikrofonlar yerleştirildi. Kovana giren öncü işçi bal arısı kanat çırparak görevden döndüğünü, verilecek mesajı olduğunu ifade etti. Öncü arının kanat çırpışını antenleri vasıtası ile algılayan kovan sakinleri antenlerini dans eden arının kanatlarının hemen yanına doğru uzattılar. Çünkü dans eden öncü arı kanatları ile havayı titreştirerek çok kısa mesafede etkili olan ses sinyalleri veriyordu. Öncü arının çizdiği sekiz şeklinin tam ortasındaki hat, bulunan çiçeğin kovan ile güneş arasındaki açısını gösteriyordu. Kanat çırpış hızı ile sekiz şekli üzerinde dans ediş süresi ise bulunan çiçeğin kovana olan uzaklığını belirtiyordu.
Öncü arının dansını yakından takip eden arılar çiçeğin bulunduğu yer hakkındaki bilgileri aldıktan sonra kovanı terk edip tarif edilen yerde bulunan çiçeğe giderken öncü arının çevresine diğer arılar geçiyor ve öncü arı dansını tekrar ediyordu. Öncü arının dansını yaklaşık 200 ila 300 bal arısı takip etti. Dansı takip eden her arı tarif edilen çiçeği eli ile koymuş gibi kolayca buldu ve enfes çiçek özlerini toplayıp kovana getirdi.
Öncü arının danslarını defalarca seyreden ilim adamları öncü arının tüm yaptığı hareketleri, kanat çırpış hızlarını bilgisayara kaydetti: Şimdi sıra gelmişti kovan ahalisi ile konuşmaya...
Arılar ile konuşmanın tek yolu arı kılığına girip dans etmekten geçiyordu. Öyle ise dans edecek mini bir robot arıya ihtiyaç vardı. İlim adamlarının tercümanlığını yapacak mini mekanikü robot arının mucidi Danimarka Odense Üniversitesi Elektronik Mühendisi Bent Bach Andersan'dır.
Normal bal arısından biraz iri olan robot arı, tek kanatlı olup bilgisayar ile kontrol ediliyor. Robot arının tek kanadı arının göz yuvalarında bulunan menteşelere tutturulmuştur. Üstten mekaniki bir tel ile elektriki mıknatıs bağlıdır. Robot arının kanat çırpış hızı bu elektromıknatıs ile sağlanıyor. Başının üzerinden madeni bir çubuk ile bilgisayar kontrollü motora bağlanan robot arının başının hemen üzerinden başka bir boru sarkıyor." Bu borudan çiçek özü yerine kullanılacak sulu şeker damlatılıyor.
Robot arı kırmızı ışıkla aydınlatılan kovana dikkatlice indirildi. Bu işlem çok dikkatli yapılmalıydı, aksi takdirde kovan ahalisi kovana giren yabancı arılara karşı muhafız arılar vasıtası ile saldırıya geçiyordu. Arılar ürkütülmeden kovana sarkıtılan robot arı sanki dışarıdan gelmiş öncü arı gibi elektromıknatıs yardımı ile kanat çırpmaya başladı. Robot arının altında bulunan arılar hemen dans pistini boşalttılar. Antenlerini dikip robot arının kanat hareketleri ile vereceği mesajı algılamaya hazırlandılar. Bu esnada bilgisayar devreye girerek daha önce kaydedilen bilgiler ışığında robot arıyı sekiz şekli çizecek şekilde dans ettirmeye başladı. Robot arı daha önce görevden dönen arının dansını tekrar ediyordu. Robot arı dansına bir süre devam ettikten sonra çevrede bulunan bal arıları gövdeleri ile dans pistine vurmaya başladılar. Bal arıları bu hareketleri ile dans eden arıya tarif ettiğin çiçek adresini anladık. Şimdi bize topladığın çiçek özlerinden numuneler ver de, hem çiçeğin kokusunu alalım hem de bulduğun çiçeğin çiçek özünün ne kadar kaliteli olduğunu anlayalım diyorlardı. Robot arının karın boşluğuna yerleştirilen hissediciler bal arılarının gövdeleri ile dans pist tabanına vuruşlarını hisseder hissetmez bilgisayar, robot arının başının üzerinden sarkan mini hortumdan bir miktar şekerli su damlatıyor. Çiçek özü niyetine verilen şekerli suyu tadan bal arıları dans pistini terk ederek tarif edilen çiçeğe gidip orada bulunan sulu şekeri alıp kovana döndüler. Bu deney çeşitli uzaklık ve açılara yerleştirilen çiçekler ile denendi. Her seferinde bal arıları robot arının tarif ettiği çiçekleri bulup çiçek özlerini aldılar.
Normal öncü bal arısının tarif ettiği çiçeğe 300 bal arısı giderken robot arının tarif ettiği aynı çiçeğe 20 ila 100 bal arısı gitti. Yani robot arı normal bal arısı kadar güzel tarif yapamamıştı. Ancak 100 arıya dahi bir çiçeğin bulunduğu yeri tarif edebilmek başlangıç için muazzam bir başarı idi. En azından bilim adamları dertlerini arılara anlatacak kadar "Arıca" lisanını öğrenmişlerdi.[351]
1. Robot arı sekiz şeklinin dışında başka şekiller oluşturacak şekilde dans edecek. Arıların bu dans sonucu hareket tarzları gözlenecek.
2. Robot arı hep aynı noktada durarak sadece kanat çırpışları ile dans ederek normal arılara bir çiçeğin bulunduğu yeri tarif etmeye çalışacak.
3. Robot arı dans ederken 1500 metre uzaklıkta bulunan bir çiçeği tarif ederken kanat çırpışları ile 250 metre uzaklıkta bulunan başka bir çiçeği tarif edecek. Arıların bu dans sonucu hangi çiçeğe gideceği gözlenecek.[352]
Bunca masraf, bir o kadar da emekten sonra "Arıca" lisanı öğrenilirse bundan kazancımız ne olacak? Arıların istenilen adreslere gönderilmesi ile sadece gül balı, sadece karanfil balı vs. balı üretimi imkân dahiline girecek.
Arıların hayat tarzlarını düzenleyen arı örf ve adetleri hakkında bilgiler edinilebilecek. Belki de arıların bal yapma formülü öğrenilecek, ballar suni olarak üretilecek.
Hepsinden önemlisi arılardan askeri güç olarak istifade edilmesidir. Şu yıllarda Amerikan sınırlarından binlerce vahşi Afrika arısı girmeye başlamıştır. Geçtiği ekili alanı talan eden vahşi[353] arıları, şu ana kadar durduracak bir yol bulunamadı. Güney Amerika'dan başlayan vahşi Afrika arısı göçü güzergahı üzerinde bulunan tüm ülkeleri silindir gibi ezerek geçti. Arıca lisanının tam öğrenilmesi ile birlikte bu vahşi arılar ekili alan haricinde bulunan kısımlara yönlendirilebilir. Haberleşmeden tutun da taarruz kuvveti olarak dahi kullanılabilir. Düşünün bir kere mevziye girmişsiniz, düşman mermilerinden emin bir vaziyette cephede bulunuyorsunuz. Bir anda tepenizde sizi çiçek sanan binlerce arı gördünüz. Bir askerin bırakın böyle bir anı yaşamasını, böylesi bir ihtimali düşünmesi bile ürkütücü... Mekke'nin Ebabil kuşları ile korunması bu ihtimalin uzak olmadığını gösteriyor.
Temennimiz ilim adamlarının faydasız ilme talip olmamaları yönündedir.
Kaynak: National Geopraphy, January 1990, sayfa: 134
İsmail ARİCIOGLU
Sonbaharda yaprakların birer birer döküldüğünü gördüğümüzde "aman sen de, basit bir olay" der geçeriz. Halbuki bir yaprağın dalından kopup yere düşmesi, onun ilkbahardaki teşekkülü kadar ilmî ve kanunî bir çok biyokimyevî olayların sonucudur.
Bitki fizyolojisinde "absisyon" olarak adlandırılan yaprak dökülmesi, başlı başına bir inceleme konusudur ve burada cereyan eden biyokimyevî olaylar, bütün detaylarıyla bilinmemektedir. Bir yaprağın dalından kopuncaya kadar geçirdiği absisyon olaylarını şöyle sıralayabiliriz: Sonbahar geldiğinde mevsim sebebiyle çevre şartlarında meydana gelen değişmeler (günlerin kısalması, sıcaklığın azalması vs.) yapraklardaki hormon dengesine tesir etmektedir. Meselâ büyümeyi teşvik edici oksin ve sitokinin grubu hormanların miktarları yaprakta azalırken, absisik asit ve etilen gibi engelleyici hormonların miktarları tedricen artar. Halbuki bu durum, bahar ve yaz mevsimlerinde tersinedir. Sonbaharda engelleyici hormonlardan hususan absisik asit, yapraktaki mezofil hücrelerinin gen merkezlerine tesir edecek proteaz, RNA ve klorofillaz gibi parçalayıcı enzimlerin sentezini teşvik eder. Bu enzimler de sırasıyla protein, RNA ve yaprağa yeşil rengi veren klorofil moleküllerini parçalarlar.
Böylece yapraklar yeşilliğini kaybederek yavaş yavaş sararıp, hücrelerindeki parçalayıcı enzimlerce parçalanan besin maddeleri yaprak sapından geçerek, bitkinin kök ve gövdesindeki parankima hücrelerinde depolanırlar. Bu sayede yapraktaki besin maddeleri israf edilmezken, maksimum tasarruf esaslarına uyulmuş olur. Çünkü ilkbaharda yapraklar yeniden teşekkül ederken, depo edilen bu maddeler yapı malzemesi veya enerji kaynağı olarak tekrar kullanılacaktır.
Besin maddelerinin gövdeye taşınmasını müteakiben yapraktaki hormonlar da yaprak sapına giderek, sapın gövdeye yakın bir yerinde absisyon tabakasının teşekkülüne sebep olurlar. Buradaki hücrelerde absisik asit ve etilen hormonları, sellülaz ve pektinaz enzimlerinin sentezini teşvik ederler. Bu enzimler de hücre arasındaki bağlantının yavaş yavaş gevşemesine ve hücrelerin birbirinden ayrılmalarına sebep olurlar. Bu ayrılma, önce sapın dış kısımlarında başlayıp içeriye doğru devam eder. Sadece en iç kısımda yaprağa su getiren odun boruları kalır. Bunlar da cansız ve çok ince olduklarından, bir esinti veya yağmur damlası gibi küçük bir dış tesire maruz kalan yaprak kolayca kopar ve yere düşer.
Yaprak yere düştüğünde, yapısında çok az miktarda besin maddesi kalmıştır. Bunlar da topraktaki mikroorganizmalar tarafından parçalanarak gübre haline getirilir. Yaprağın koptuğu yerde yeni hücreler meydana gelerek buradaki açıklık bir kallus dokusuyla tamamen kapatılır. Bu doku, bitkideki su kaybını önler. Ayrıca çeşitli dış tesirlerden, meselâ kışın soğuklarından, havadaki zararlı gazlardan veya bakteri ve mantarlar gibi patojenlerden bitkinin korunmasını sağlar?
Buraya kadar çok öz olarak anlatılan bu harika sistemi yapraklara yerleştiren kudret, gönderdiği kitabında "Onun İlmi Dışında Bir Yaprak Bile Düşmez" [354]diye hıtabederek bu hususta dikkatimizi çeken ve bir yaprağın bile kendi ilmi dışında dökülmediğini hatırlatan Rabbimızden başka kime ait olabilir?[355]
Hüseyin BAYRAM
Mübalağa etmeyeyim ama, aşağı yukarı hergün Hıristiyanlık propagandası ile ilgili, okuyucularımızdan birkaç haber ve belge geliyor. Yok incil dağıtmışlar, yok kitap göndermişler... Son günlerde de bol bol "9 ipucu ile bu Kişi'yi tanıyabilir misiniz?" yazılı kağıtlar. Hıristiyanlık anlayışına dayalı bir Hz. İsa portresinin parçalarını ortaya çıkaracak dokuz soru... Arkasından bedava kitaplar. Okuyucularımızın gayret ve heyecanlarını takdir ediyoruz ama bundan alınacak bir ibret, bir ders yok mudur? Niye biz de Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) en çarpıcı 9 yönünü tanıtıcı bir faaliyete girişmiyoruz? Gerçekten onun bu günlere apaçık ışık tutan dokuz sözünü Hıristiyan dünyasının düşünen beyinlerine, onların anlayabileceği şekilde gönderip takdim etsek neticesiz mi kalır sanıyorsunuz? Muharref Hıristiyanlık muhatap müşteri bulur da, orjinalitesini koruyan İslâmiyet ortada mı kalır? Getirdiği kitabın sadece Hz. Meryem'in, Hz. İsa'yı dünyaya getiriş sahnesinde anlattıklarını, bugünkü gelişmiş tıp ve jinekoloji açısından ele alsak bile, düşünenler için büyük değişikliklere vesile olur. En azından Hz. Kur'an ve Hz. Muhammed'e (s.a.v.) karşı bakış ufuklarında büyük farklılıklar meydana getirebiliriz...
"The Lancet" Dergisinin Aralık 24/31, 1983 sayısının 14777 sayfalarında Michel Odent, "Su Altında Doğum" başlıklı yazısında şunları söylüyor:
"Bizim inanışımıza göre ılık su, doğumun birinci dönemini, noradrenalin ve diğer katekolaminlerin (Adrenalin, noradrenalin vücudu stress ve heyecan durumlarına hazırlar) salgılanmasını azaltmak yoluyla kolaylaştırmaktadır. Sinirsel iletimde ve kasların doğrudan gerilme tesirinde, ayrıca preferik damar faaliyetlerinde değişiklikler meydana gelmektedir. Bununla birlikte diğer faktörleri mantığa uygun biçimde açıklamak zordur. Meselâ bizim bulgularımıza göre bazen kadının yalnızca suyu görmesi ve suyun havuzu doldurduğunu işitmesi gerekli inhibisyonlar için yeterli olmakta ve kadın, havuz daha tam olarak dolmadan doğum yapabilmektedir. Bizim müşahedelerimize göre, su, doğum yapan kadınların çevresinde olup bitenlere karşı ilgisiz olmalarını sağlayacak bir şuur durumuna kavuşmalarını temin etmektedir.
Havuza giren kadınların bazen doğumları su altında, alışılmadık bir hızla cereyan etmektedir. Ayrıca kadınların çekingenliklerini azaltma mevzuunda da yardımcı olmaktadır.
Bunun için özel bir su gerekmez. Normal şekliyle sular yeterli olur. Netice olarak diyebiliriz ki, herhangi bir hastahanede doğum odasının ve ameliyathanenin yakınında böyle bir havuz yapmak son derece faydalıdır."
Bu ifadelerden sonra dönüp Kur'an'ımıza baktığımızda Hz. Meryem'in doğum hâdisesinde şu ifadeleri görüyoruz: "Sonra doğum sancıları Meryem'i bir hurma ağacına dayanmaya götürdü (mecbur etti) "Ah ne olaydım, bundan önce ölseydim de, unutulmuş olsaydım" dedi... Meryem'i (Cebrail) aşağı tarafından şöyle çağırdı: " Sakın üzülme, Rabbin senin alt yanında bir "Su arkı" yarattı. Hurmanın dalını kendine doğru silkele, üzerine devşirilmiş taze hurmalar dökülsün. Artık ye, iç, gözün aydın olsun" [356]
Niçin yaş hurma... Yaş hurma hakkında, en yeni ilmi araştırmalarda şöyle denmektedir: Hurmada Oxytoksin maddesi gibi, rahim kaslarını kasıp doğumu hızlandırıp, doğumdan sonra da ağızları açık kalan damarları sıkıştırıp kanamayı önleyen bir madde vardır. Ayrıca hurma, kalın bağırsakları da temizleyip lavman vazifesi görerek doğum ameliyesini kolaylaştırmakta faydalıdır.
Hurmadaki madde, rahim kaslarını kasarken aynı zamanda ağrı da meydana getirecektir. O sırada yukarıda anlatıldığı gibi suyun içinde doğum yapmak veya yakında su sesini, şırıltısını duymak hatta suyun bir yere dolduğunu bilmek, gereksiz yere duyulacak ağrıları yok ederek, çok rahat ve sakin durumda doğum yapılmasını sağlayacaktır.[357]
İsmail YEDİLER
İngiltere'de ülke çapında bir araştırma yapıldı... Araştırmanın neticeleri, evli çiftler arasında şok tesiri yaptı. Psikologlar, psikiyatrisler ve doktorlar tarafından yapılan bu araştırma neticesinde, evli her 100 kişiden 60'ının beslediği kedi, köpek, balık ve kuş gibi ev hayvanını, karısı veya kocasından daha çok sevdiği anlaşıldı. Bu insanların, hayvanlarına, eşlerinden daha fazla ilgi gösterdikleri de araştırmayla tesbit edildi.
İnsanlardan mânevi duygular, aile kudsiyeti, sadakat ve vefa gibi üstün hisler koparılıp atılınca, onlardan doğan boşluk hayvan sevgisi ile doldurulmak isteniyor. Her biri bir tür kadar kıymetli olan ve ahsen-i takvimde yaratılan insan, mukaddesattan soyulunca dört ayaklılardan da hakir duruma düşüveriyor...
Arkadaşımız Uzeyir Lokman Çaycı'nın Paris'ten bildirdiklerine göre, köpekler için berberler, özel mezarlıklar, şampuanlar, losyonlar, parfümler, kremler var... Gazete ve mecmualarda köpeklerin sağlık sigortalarının yapılması üzerine yazılar yazılıyor. "Dört ayaklılar kulüpleri" kuruluyor. Köpeklerin cenazeleri özel ambulanslarla yüksek ücretlerle yaptırılmış mezarlara taşınıyor ve sonra ziyareti de hiç ihmal edilmiyor. "Dört ayaklılar kulübü"ne üye olan köpeklerin sahiplerine ayrıca üye kartları veriliyor. Kulüpler köpeklerin eğitimini ve haklarını savunmayı üzerlerine alıyorlar. Kulüplere kaydolan köpeklerin uçak masrafları da kayıtlı oldukları kulübe ait. Köpeklerin elbiseleri de oldukça pahalı... 1000 Frangı bulanları var. Kışlık ve yazlıklar bilhassa köpek berberlerinde satışa sunuluyor. Ayrıca köpekler için Tatil kulüpleri de var. Yerleşme bölgelerinden 2 km'den 40 km'ye kadar uzaklıkta bulunan bu kulüplerin haricinde Köpek Eğitim Merkezleri de az değil. Köpekler için pekçok dergi de çıkıyor. Meselâ Belçika'da yayınlanan Woef-Wouf isimli dergilerin yıllık abone ücreti 950 Frank...
Usa Today gazetesinin "İstatistiklere Bakış, Milleti Yönlendirir" adlı köşesinde "Düşünülecek Şey" başlığı altında ABD'de köpeklerin yiyeceğine harcanan paranın, insan yavrusu bebeklere harcanandan daha fazla olduğu bildirildi.
Bilhassa köpeklerin ön plana çıkmasında bana göre, Batı'da sadakat ve vefa hislerinin insanlar arasında yok denecek kadar azalmasının rolü büyük. Çünkü köpek, "köpek gibi sadık" dedirtecek kadar darb-ı mesellere geçmiştir. İnsanların kalbinden kudsi duygular silinip "dört ayaklılardan da aşağı" damgası alınlarına vurulunca, köpeklerin kıymetinin artması mecburi istikamet olmuştur. Bu münasebetle Efendimiz'in (a.s.) bir Hadis-i Şerifini de hatırlayalım: "Kıyamet yaklaştığında, bir kimsenin Köpek Yavrusunu yetiştirmesi, kendi çocuğunu yetiştirmekten daha cazip gelir."[358][359]
Prof. Dr. Münip YEĞİN
Yaradılışımızın icabı olarak, her kişi kendisinde noksan olan şey'in hasretini duymaktadır. Bunun yanında her şeyi tamam olan insan, sahip olduklarının kadrini bilmiyor ve çok kere (sanki bir mirasyedi gibi) onların farkında bile olamıyor. Konunun şu misal ile açıklanmasında isabet vardır: (Bir çocuk, ayakkabısı olmadığı için ağlayıp dururken, birden bire gözüne iki ayağı bulunmayan sakat bir çocuk ilişiyor. Dehşete kapılmış durumdadır, göz yaşlarını silip "Yârab, sana şükürler olsun ki, benim ayaklarım var; meğer ben ne kadar şanslıymışım, beni affet Allah'ım.." diye, yalvarıp huzura kavuşuyor). O halde insan, haline şükredici olmalıdır. Kendisinde mevcut olanları iyi tanımalı ve onların kıymetini takdir etmelidir.
Özetlersek: Yoklukta kendimizden aşağı olanlara bakıp müteselli olmalı. Varlıkta ve ilimde bizden üstün olanlara bakıp onlara yetişebilmek için gayret göstermeliyiz.
İnsanoğlu bu dünyada daima adalet aramıştır. Öncelikle bilmek lâzımdır ki, dünyada asla hakiki adalet yoktur. Mutlak adalet, kıyamet gününde ortaya çıkacaktır. Dünya bir eğitim ve imtihan meydanıdır. Burada aklımızın ermediği, duygu ve hassalarımızın fark edemediği çok karışık mes'eleler vardır. Bazı misaller verelim.
Işıklar âlemi içinde görünür ışınların yeri, sadece % 4 kadar bir yer işgal eder. Diğerleri: Alfa, Beta, Gamma, Radyo, Televizyon, IKS, Ultrason, Infraruj, Ultraviole, Mion, Laser, Radar ve diğer kozmik ışınlardan ibaret, görünmeyen tabiattadırlar. O halde % 96'lık göremediğimizin yanında sadece % 4'lük görüş alanımız vardır. Dolayısıyla istatistiki yönden bizim görüyoruz zannettiklerimiz bile şüpheli mevkide kalıyorlar. Yani biz çok az şeyi görebiliyoruz.
Dokunmak hissimizi ele alırsak, gözlerîrnizin göremediği nice küçük varlıkları ve uzaktaki galaksiler ve seyyareler gibi nice büyük yaratıkları temas ederek tanımamız mümkün değildir.
Diğer hislerimizin güçleri de hemen hemen bu misallerdeki gibi zayıftır ve herşeyi anlamamıza yetmez.
Ancak, hislerimizin üstünde "Akıl" dediğimiz en kıymetli bir varlığımız mevcut. Bir çok noksan yanlarımızı onunla tamamlamak mecburiyetindeyiz. Nitekim aklımız sayesinde bir çok cihazlar imal edilmiş ve bazı meçhullerin bilinmesi veya farkedilmesi mümkün hale gelmiştir. Lâkin meçhullerin sayıları az değil ki...
Yine akıl sayesinde, dünyada görülen bazı muvazenesizliklerin sebeplerini inceleyebiliriz. Meselâ: Doğuştan uzvu noksan yaratılmış olan bir yavru üzerinde düşünelim.
Bazılarımızın zannettiği gibi böyle bir doğuş, asla "Allah'ın adaletsizliği" değildir. Bu tabloda aklını çalıştıran insan için büyük ibretler vardır.
Nasıl ki, vatan kurtulsun diye nice insanlar canlarını feda ederler ve diğerleri o vatan toprakları üzerinde şehid ve gazilerinin sayesinde yaşamağa devam edebilirler...
Allah'ın Mülkü olan bu dünyada, Cenâb-ı Hak insan neslinin devamını ve huzurlu olmasını ister. O sebeple diğer insanların hallerine şükretmeleri ve hallerinden memnun olmaları takdir olunmuştur. Genelde kendisi sağlam olan kişi, herkesin aynı şekilde bulunduğunu zannedecektir. Noksansız bir vücudun ancak bir lütuf olduğunu farkedebilmek, ancak sakat kişileri görmekle mümkün hale gelebilir. İşte bu yüzden bizim nazarımızda birer zavallı gibi kabul edilen sakatların, insanlık âleminin selâmet yolunu bulabilmesinde büyük hizmetleri vardır. Dolayısıyla onların, Allah katında birer şehid ve gazi kadar mübarek kişiler oldukları kanaatındayım. Ancak, insanoğlu buna benzeyen daha bir çok hikmetleri anlamaktan uzaktır.
Bizzat sakatların ve hastaların, Cenab-ı Hakk'ın bu takdirinden haberleri bile olmayabilir.
O halde tekrar edersek: Dünyaya noksanlıkla doğanlar veya sonradan sakatlananların durumlarında adaletsizlik yoktur. Ortada sadece çok anlamlı hizmetler ve derin hikmetler mevcuttur. Bir tarafdan diğer insanların onları görerek, hallerine şükretmeleri ve gönül huzuruna kavuşmaları murat edilmiştir. Diğer taraftan alkol, sigara, uyuşturucu maddeler, zararlı ışınlara maruz kalış, hastalıklar ve sair zararlı şeylerden ve tehlikelerden korunulmasının gerektiği, aksi halde o kişilerin kazanacağı yavruların bunlar gibi sakat olacağı (insanın gözüne sivri kalem batırılmışcasına) hikmet olarak anlatılmak istenmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın bu lütuflarma rağmen günden güne iz'ansız, ferasetsiz, hissiz, şükürden uzak ve bencil özellikteki kişilerin sayıları artmakta ve sakat gençlerin sayıları da o nisbette çoğalmaktadır.
Keza gayrimeşru evlât edinmeler, boşanmalar, üveylikler, aile geçimsizlikleri gibi Cenab-ı Hakk'ın emirlerine uymayan bütün hareketlerin, netice olarak gençlik problemlerini arttırdığı herkesçe biliniyor. Fakat insan, dünyadaki bu harikulade ibret tabloları karşısında hissiz ve bir nevi kör hali ile hâlâ gönül huzuru ve saadet arıyorsa, elbette bulamıyacaktır. Genç nesil, hatalı ana ve babaların yanlışlarını görüp hiç olmazsa kendileri doğru istikamete yönelmezlerse, insanlığın gelecek nesilleri için çok daha karamsar olmak icap eder.[360]
Mehmet DİKMEN
Cezalandırmada tarih boyunca muhtelif telakkiler hakim olmuş ve cezaların gayesi, bu telakkiler ışığında belirlenmiştir.
Eski devirlerde (takriben 18. asra kadar) cezaların gayesi; yıldırma, intikam ve teşhirden ibaretti. Yakmak, çarmıha germek, uzuv kesmek, kemik kırmak, kızgın demirle dağlamak, vs. o devirlerde çok görülen ceza şekilleriydi.
Ayrıca o devirlerde, suç ile ceza arasında uygunluk da yoktu. İdam cezası bazen en basit suçlar için bile uygulanabilirdi. İngiliz Ceza Kanununda, 18. asra kadar 200 kadar suça idam cezası tatbik edilmiştir. Fransız Ceza Kanunu ise, 215 ayrı suça idam cezası uygulamıştır. Bu suçların çoğu da hafif suçlardı.
Zamanla ferdî intikamın yerine, içtimaî ve ilâhî intikam gayesi kaim olmaya başlamıştır. İçtimaî intikamda, korkutma ve yıldırma;
İlâhî intikamda ise, işlenen suçun keffaretinin ödenmesi maksatları hâkimdir.
18. asırdan itibaren batılı mütefekkirler, cezalardaki intikam gayesi ile mücadele etmişler ve onun yerine cezalandırmada başka gayelerin ikamesine çalışmışlardır.[361]
İslâm ceza hukukunda cezanın gayesi; suçluya zulmetmek, işkencede bulunmak veya ondan intikam almak değildir. Zira Hz. Peygamber (a.s.m.), insanlar üzerinde terör estirmek ve istibdad kurmak için değil, alemlere rahmet olarak gönderilmiştir.
Dini naslardan ve müçtehitlerin ifadelerinden anlaşıldığına göre, İslâm'ın cezalandırmada takib ettiği gayeler şunlardır:[362]
İslâm hukukundaki ceza tatbikatında ibret vericilik ve suç işlemeyi önleyicilik esas alınmıştır. Yani İslâmî cezalar, suç işlenmeden önce suçun işlenmesine engel olacak ve başkalarına ibret verip onların suç işleme meylini kıracak özelliktedirler.
Bu sebeple İslâm'da ağır cezalar, halkın gözü önünde icra edilir. Cezalandırmanın alenî olarak halk huzurunda yapılması, insan psikolojisiyle yakından ilgilidir.
İbret vericilik ve önleyicilik gayesi; cezalandırma işleminin teşhiri ve halkın huzurunda alenî olarak ifası ile en güzel şekilde temin edilmiş olur. Çünkü böylelikle halkın suça karşı nefret duyma ve ayıplama duyguları daima uyanık tutulmuş olur. Hiç kimse, suçlunun o andaki durumuna düşmek ve halkın huzurunda utanç verici hallere girmek istemez. Bu duygu da suça olan meyli kırar.[363]
İslâmî cezalarda suçluyu ıslah gayesi de vardır. Ceza, suçlunun ahlâkını güzelleştirmek, onu uslandırarak bir daha suç işlemeyecek şekilde ıslâh etmek için uygulanır.
İslâm'da cezalandırma, babanın çocuğunu terbiyesi veya doktorun hastasını tedavisi gibidir. Yoksa suçluya zulüm ve işkence etmek, intikam almak için değildir.[364]
Suça karşı ceza, mutlak adaletin gereği olan keffarettîr. Ceza suçun keffaretini, karşılığını ödetmek suretiyle mutlak adaleti sağlar. Böylece mağdur taraf da tatmin ve teskin edilmiş; cemiyette huzur ve asayiş temin edilmiş olur. Bu sebeple Resûlüllah Efendimiz bir hadîslerinde şöyle buyurmuşlardır:
"Adaletin tahakkuku için yeryüzünde uygulanan bir ceza, yeryüzü halkı için, 30 sabah yağmur yağmasından hayırlıdır."
Kötü bir iş yapana, yaptığıyla mukabele, adalet gereğidir. Kur'an'da bu hususa şöyle temas edilir:
"Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür. Fakat kim affeder, tarafları sulh ederse, mükafatı, Allah'a aittir. Şüphe yok ki o zalimleri sevmez..." [365]
Görüldüğü gibi, suç işleyenin müstehak olduğu miktarda cezalandırılması adalet gereği olmaktadır. Bununla birlikte mağdurun, suçluyu affetmesinin ayrı bir fazileti vardır.
Cezalandırmada mümaselet de şarttır. Yani verilen ceza, işlenen suça denk ve uygun olmalıdır. Verilen cezanın suça nisbetle ağır olması, cemiyette adaletin değil, zulüm ve huzursuzlukların kaynağı olur. Cezanın keffaret vasfı taşıması; suçlu açısında da büyük bir lütuf ve rahmettir. Zira fakihlerin ekseriyetinin görüşüne göre, bir suçun dünyada çekilen cezası, bu suçun günahlarını örter, ahirette ayrıca o suçtan ceza görmeyi kaldırır.
Nitekim Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
"Kim suçlardan birini irtikab eder de onun cezasına çarptırıhrsa, bu, onun keffaretidir."
Cezalandırmada ıslâh gayesi esas alındığı içindir ki, suçlu suçu işledikten sonra bir pişmanlık gösterirse, mümkün mertebe cezanın uygulanmaması cihetine gidilir. Çünkü bu durumda cezalandırmanın en mühim gayesi tahakkuk etmiştir.
Hz. Peygamber Efendimiz, kendisi bizzat gelip hırsızlık yaptığını itiraf eden birine "senin hırsızlık yaptığını sanmıyorum" demiştir.
Aynı şekilde Sahabeden Maiz adlı biri Resûlüllah'a gelip zina yaptığını büyük bir pişmanlık içinde ikrar edince ona, "Sen iyi düşün. Zina yapmamış, sadece öpmüş veya bunun gibi birşey yapmış olabilirsin" demiş, böylelikle ona ikrarını geri aldırmak istemiştir. Fakat Maiz ikrarında ısrar etmiş ve neticede zina cezasına çarptırılmıştır.
Burada şunu belirtmek gerekir ki, bu her iki durumda da suç sübût bulmamıştır. Çünkü suçun işlendiğini bilen ve gören yoktur. Suçlu, yaptığı işten pişman olarak suçunu bizzat itiraf ve ikrar etmektedir. Kendinin bu ikrarı olmasa, ona hukuken suç isnadı mümkün değildir.
Bu sebeple Resûlüllah Efendimiz, onların, işledikleri suçlardan dolayı gerçek bir pişmanlık içinde olduklarını görünce, suçlarını bizzat kendilerinin itiraf ederek hukuken sübut bulmasını istememiştir. Onların sadece kendi kendilerine tevbe ve istiğfarda bulunmalarını yeterli bulmuştur.
Suçlunun ikrarına ihtiyaç olmaksızın, delil ve şahitleriyle sübut bulmuş bir suç vakıasında ise, durum bundan farklıdır. Suçlunun pişmanlık duyması burada nazara alınmaz.
Zira: Had cezalarında suçludan ziyade cemiyetin (kamunun) menfaati esastır. Bu gibi ağır suçların cemiyet içinde yaygınlaşmaması, fitne ve huzursuzluklara sebep olmaması için suçlunun durumu ne olursa olsun hukuken sabit olan suçun cezası infaz edilir. Ancak kısas bundan, müstesnadır. Çünkü kısasta maktulün velileri, suçluyu affetmek yetkisine sahiptirler. Ve Kur'an'da bu af teşvik edilmiştir.
Tâzir denilen, cezası hâkimin takdirine bırakılmış suçlarda ise, daha ziyade suçlunun durumu esas alınır. Hakim suçluda ıslâh olacak bir hal görürse, cezayı kaldırabilir veya hafifletebilir. Tabii ki bu arada kamunun menfaatı da gözetilmelidir.[366]
Mehmed KIRKINCI
Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "Sizden her kim bir münkeri (kötülük) görürse onu eliyle düzeltsin. Eğer ona muktedir olamazsa diliyle, diliyle de yapamazsa kalbiyle (buğz etsin); bu da imanın en zayıf derecesidir." [367]
Bazı âlimler, münkeri def vazifesini devletin bizzat "Kuvvet kullanarak", âlimlerin "Tebligatta bulunarak"; avâm-ı nâsın ise "Kalben buğz etmekle" yapacaklarını beyan etmişlerdir.
Nitekim, Fetava-i Hindiyye'de Emr-i Bi'1-Ma'ruf bahsinde şöyle buyrulur: "Emr-i Bil'l-Ma'rufu ümerâ el ile, ulemâ dil ile, avâm-ı nâs ise kalb ile yapar."
Evet, bir münkeri kuvvet kullanarak defetmek devletin vazifesidir, zira kuvvet kullanmak selâhiyeti onundur, ferde verilmemiştir. Kuvvet kanundadır, kanunu tatbikle de devlet vazifelidir. Fertler kendi sahalarını tecavüz ettikleri takdirde buna bir hudut çizmek mümkün değildir. Zira her kuvvetliden daha kuvvetlisi de çıkar. Bu ise çeşitli zulümlere, anarşiye, kargaşaya yol açar. Meselâ, ölüm cezasını hak etmiş bir kimseyi cezalandırmak devletin vazifesi iken, bu vazifeyi bir fert kendi başına yapmaya kalkışamaz.
Fertlerin kuvvet kullanma hususundaki saha tecavüzleri fiilî anarşi doğuracağı gibi, bir âlimin yapması gereken vazifeyi bir cahilin yapmaya kalkışması da fikrî anarşi meydana getirir. Bu da netice itibariyle yine fiilî anarşiyi doğurur.
Bir kısım âlimler de bu noktadan hareketle söz konusu hadîs-i şerifi şöyle izah etmişlerdir:
Bir insan bir münkeri gördüğü takdirde, onu eliyle önlemek durumundadır. Lâkin bu kimse o münkeri önlemeye muktedir olsa dahi, böyle bir teşebbüsle daha büyük bir fitneye yol açacağını yakînen bilirse, el ile önlemekten vazgeçer, dil ile, nasihat yoluyla önlemeye çalışır. Bu durumda da yine bir fitnenin çıkacağım bildiği takdirde bu defa hiç olmazsa o münkere kalbiyle razı olmaz, buğz eder.
Hadîs-i şerifte geçen "İman Zaafiyeti"meselesini de kısaca izah edelim. Bir münkerle karşılaşan bir mü'minin yapması lâzım gelen asgari tepki, kalben buğz etmekdir. Yoksa bu hadîs, "O münkeri defetmeye gücü yetmeyen bir mü'minin imanı zayıftır" şeklinde anlaşılmamalıdır. Nitekim İmam-ı Nevevî bu hadîste zikri geçen "İman Zaafiyeti" mes'elesini "sevabın noksaniyeti" olarak tefsir etmiştir. Yine birçok âlimlerimiz, hadîste geçen iman lâfzına, "Amel" mânâsı vermişlerdir.
Hadiste geçen "Her kim" lafzıyla, bu hadîsin herkese şâmil olduğu mes'elesine gelince:
Her mü'min kendi selâhiyet sahası içerisinde cereyan eden bir münkeri defetmekten veya hiç olmazsa ona buğz etmekten mes'uldür. Nitekim bir hadîs-i şerîfte, şöyle buyurulmuştur:
"Hepiniz çobansınız, hepiniz idare ettiği riayetinden mes'uldür."
Aile reisi, aile fertlerinden; öğretmen öğrencilerinden... ve nihayet devlet, bütün bir milletten sorumludur. Bu mes'uliyetin bir ciheti de râiyeti kötülüklerden korumak, onların işledikleri münkerleri defetmektir. Bu vadide gerek fertler, gerekse devlet kendine düşen vazifeyi yapmakla mükelleftir.[368]
Mehmed KIRKINCI
Ehl-i Sünnet âlimleri, devlet reislerinin adaletli, idarî, siyasî ve askerî işlerden iyi anlayan iktidar sahibi, dirayetli kimselerden seçilmesi lüzumu üzerinde ittifak etmişlerdir. Böyle liyakatli devlet reislerine itaat, bilittifak vâcibtir.
Ancak, yine Ehl-i Sünnet âlimleri, cebir ve kuvvet kullanarak zorla iktidara gelmiş olan devlet reislerine de, liyakat şartına bakmadan itaati gerekli görmüşlerdir.
Çünkü devlet otoritesine yapılan isyan, büyük bir fitne ve şerre yol açar. Malûmdur ki, isyan ile ortaya çıkan nifak, kargaşa ve anarşinin kapısını kapamak fevkalâde zordur. Hattâ bazen bu kargaşa, milletlerin ve devletlerin hayatına bile mal olabilmektedir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) mü'minlerin huzur ve sükûnuna, birlik ve beraberliğine büyük ehemmiyet vermiş, umumî asayişin bozulmaması için devlet reislerinden gelebilecek zulüm ve baskılara karşı ümmetine isyan etmeyip tahammül göstermelerini tavsiye etmiştir.
Hz. Huzeyfe'den nakledilen şu hadîs-i şerîf bu mevzuya ışık tutmaktadır:
"Benden sonra benim doğru yolumdan gitmeyen ve benim sünnetimle amel etmeyen hükümdarlar olacaktır.
Ben buna yetişirsem ne yapayım, yâ Resûlâllah? diye sordum.
Dinler ve itaat edersin. Sırtın dövülse ve malın alınsa bile yine dinle ve itaat et, diye buyurdular".[369][370]
Resûlüllah Efendimizin ümmetine, yöneticilerden gelecek haksızlık ve zararlara sabırla mukabele tavsiyesi, onları zulme boyun eğmeye davet değil; bilâkis isyan yoluyla, devlet ve millet bütünlüğünü zedeleyecek daha büyük zulüm ve zararlardan kaçındırmak hikmetine mebnidir.
Malûmdur ki, Kur'ân-ı Azîmüşşân, değil zulüm yapmayı, zulme en ufak bir meyil ve rıza göstermeyi bile şiddetle yasaklamıştır. Bu bakımdan Sevgili Peygamberimizin, zalim idarecilere itaat emrini, zulme razı olmak mânâsında düşünmek abestir. Bu emir, zulmün define çalışmaya mani de telâkki edilmemelidir. Zira, itaat içinde de zulmü giderecek çeşitli imkân ve fırsatlar, uygun şartlar, meşru yollar bulunabilir. Ancak bütün çabalara rağmen, zulmü gidermeye İtaat içinde meşru bir çare bulunamazsa, cüz'i ve şahsî hukukunu umumun selâmetine, âmmenin menfaatine feda etmek idrak sahibi, muhakemeli bir Müslümandan beklenen olgun bir davranıştır.[371]
İbn-i Abbas (r.a.)'dan gelen başka bir rivayete göre Nebi (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Her kim Emîrin yapmış olduğu birşeyi kötü görürse sabretsin (isyanla hareket etmesin). Çünkü her kim sultana (itaatten) bir arşın ayrılırsa cahiliyyet ölümü ile ölür." [372]
Hadis Profesörü Kâmil Miras Bey bu hadîsi şöyle açıklar: Vahiy ile müeyyed olan Peygamberimiz (s.a.v.) âmme velayetini taşıyan bir kısım âmirlerin gayrimeşrû hareketlerde bulunacaklarını, nübüvvet nuruyla görüyor ve biliyordu. Bu vaziyet karşısında Müslümanlara sabır ve sükûn ile hareket etmelerini ve bozgunculuktan kaçınmalarını vasiyet ediyordu. Ve her kim sabırsızlanarak bilintihab âmme velayetine haiz olan sultandan, yani millî otoriteyi temsil eden devlet reisinden ve İslâm ümmetinden bir karış ayrılırsa, cahiliyet ölümü ile ölür buyuruyor ki, bunun mânâsı "başsız ve içtimaî nizamdan mahrum cahil milletlerin âsi bir ferdi olarak ölür" demektir. Yoksa kâfir olarak ölür demek değildir.
Vatanın bütünlüğünün muhafazası, namus ve iffetin korunması, mal ve canın emniyeti hep devletin varlığı ve devamı ile kâim olduğu için, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) itaat üzerinde ısrarla durmuştur. Müslümanları her türlü isyan ve bozgunculuktan, nifak ve şikaktan şiddetle menetmiştir.
İtaatdaki hikmet ve maslahatı kavramayan nice milletler, Cenâb-ı Hakk'ın en büyük ihsanlarından biri olan devlet nimetini ellerinden kaçırmışlar; birlik ve bütünlüklerini istiklâliyetlerini muhafaza edememişlerdir. Bunun tarihte pek çok misâlleri vardır.[373]
Resûlüllah (s.a.v.) bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyurur: "Allah'a isyan olan şeyde kula itaat edilmez. İtaat ancak ma'ruftadır."
Bir başka hadîs-i şerifte de Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
"Sizin başınıza öyle kimseler imam (reis) olacak ki bazı hareketlerini güzel bulup memnun kalacaksınız. Bazı davranışlarını da çirkin bulacaksınız. Kim o davranışların kötü olduğunu o reislere söylerse (müdahane ve nifakdan) kendini korur. Kim de (dil ile söylememekle beraber kalben) buğz ederse, ilâhi mes'uliyetten kurtulur. Kim de (bu fena işlerden) memnun kalır ve onlara uyarsa helâka gider" [374]
Bütün müçtehidler, müceddidler ve diğer İslâm âlimleri itaat etmemekle isyan etmeyi birbirinden tamamen ayrı mütalâa etmişlerdir. Onlar, Allah'ın emrine muhalif durumlarda hiç kimseye itaat etmemişlerdir. Bununla beraber kat'iyyen isyana teşebbüs yahut teşvik de etmemişlerdir. Bilâkis mü'minleri isyandan men etmek hususunda gayret ve himmetlerini esirgememişler ve bu vadide bütün Müslümanlara, halleriyle, örnek olmuşlardır.[375]
Ord.Prof. Ali Fuad BAŞGİL
Meyvalar geldi. Kendimin nerede olduğumu unutarak postaya sordum:
Oğlum, elma soymak için bıçak bulunur mu?
Yasak, efendim. .
Yıkamak için musluk?
Sol tarafta, dipde, kapısı aralık, küçük bir yüznumaranın taharet musluğunu gösterdi. Bunu içimin almadığını gören posta hakimane bir öğüt verdi:
Burada çok efendi yattı. Bir haftada alıştılar. Sen de alışırsın.
Hücrede iliklerime işleyen rutubetli bir soğuk var. Tavandaki yüz mumluk lâmbayı kucaklayacağım geliyor. Dışarıda soba var mı diye hücre kapısının deliğinden baktım. Geniş ve önü açık koridorun dip tarafında gözüme bir soba ilişti. Kapıdaki nöbetçiye sordum:
Soba yanıyor mu?
Taş kömürü çok tozlu. Kuvvetli yanmıyor.
Hayırlı olsun, dedim.
Paltoma, boyun atkıma sarındım. Boz battaniye serili sedire oturdum. Beyaz badanalı hücre duvarlarına şaşkın şaşkın bakıyorum. Gözüm saatte. Dakikaları sayıyorum. Saat akşamın sekizi oldu. Hücremin demir mandalı yine gacırtiyle çevrildi, kapı açıldı. Bizim hanım, evden battaniye, yastık, kuru meyve beni otel odasında sanarak, bir de pijama getirmiş. Hepsi makbule geçti.
Evden gelen battaniyeyi üstüme aldım. Yastığı da sedirin kum torbası üzerine koydum. Dirseğimi dayayarak derin bir düşünceye daldım. İçimin vicdan levhasında iki hayal belirdi. Biri, şerrin ve şeytanlığın, diğeri hayrın ve insanlığın hayali. Önce şerrin hayali konuştu:
Sen, dedi, bittin, büyüdün, ihtiyar oldun, şu hayatın bir türlü mânâsını anlamadın, gittin. Birşeyler öğrendim sanıyorsun. Fakat hayatı hiç öğrenmedin. Bunu, bari kalan ömründe öğren. Hayatın mânâsı, yiyip, içip eğlenmektir. Mukaddes olan ömrü en keyifli bir şekilde yaşamaktır. Bunun için ne lazımsa yapmaktır.
Millet ve memleket meselesi sana mı kaldı? Senden evvel çokları bu işlerle uğraştı, ömürlerini senin gibi kahr içinde bitirdi. Düşün biraz; İstanbul'un en nefis yerlerinde dayalı döşeli evin var. Baremin en yüksek maaşını alıyorsun. Sıfatın, mevkiin çoklarını imrendiriyor. Ne istiyorsun başka? Ye, iç, keyfine bak. İnsan dünyaya iki defa gelmez. Akan ırmaktan iki defa aynı su içilmez.
Peki, benim insan olarak vazifelerim yok mu?
Sen'yat keyfine bak. O vazifeleri başka insanlar görsün. Ömrünün sonlarında olsun, sözlerimi dinle: Ok gibi doğru sözlü olma. Seni yabana atarlar. Yay gibi eğri ol ki, seni elde tutsunlar. Muhitini kendine elbisen gibi giydir: Aldat, yalan söyle, olduğundan başka görün. Düşündüğünden başka konuş. Millet işleri dediğin şeylerle satranç oynar gibi oyna.
Bu sözler birer zehirli ok gibi ciğerime saplanmıştı. Öyle ya, önümde rahat bir hayatın imkânları dururken, niçin başıma dert ve düşman topluyordum.
Bunalmış ve içimi bir yeis ve pişmanlık bürümüştü. Yolumdan caymak ve kalan ömrümü şerrin dediği gibi, sırf kendim için yaşamak istiyordum. Birdenbire hayrın ve insanlığın hayali seslendi:
Dur, karar vermeden beni de dinle. Ben şerrin ve şeytanlığın fikrinde değilim. Eğer onların fikri doğru olsaydı, insanlık bugün hâlâ mağara hayatı yaşardı. İnsanlığın bugünkü terakkisi, temiz tıynetli insanların feragat ve fedakârlığı sayesinde olmuştur.
Onlar hedonizma ve egoizma edebiyatı yapıyorlar. Feragat ve fedakârlığın değerini inkâr ediyorlar. Bu meziyetlerin yüksek zevkinden seni mahrum bırakmak istiyorlar. Vatana ve insanlığa hizmet etmenin ve vazife duygusuna bağlı yaşamanın bir zevki vardır ki, bunun yerini fizikî zevklerden hiçbiri tutmaz. Tutmadığını sen kendin nefsinde duyuyor ve yaşıyorsun. Üzüntü ve keder gibi, rahat da izafidir. Başkalarına rahat gelen bir hayat, sana ızdırap kaynağı olur. İnsanlar hep aynı suyun demiri değildirler. Ve, bereket ki, böyledir. Herkes şerrin öğütlerini dînleseydi, yeryüzünden rahat ve saadet kalkardı. İnsan dünyaya borçlu gelir ve bu borç, içtimaî hayatta vazife adı alır. Hak, vazifenin bir karşılığı ve mükâfatıdır. Evvelâ ana babamız, sonra sayesinde yiyip yaşadığımız cemiyet ve milletimize karşı borçlarımız ve vazifelerimiz var. Bunları sadakatle ödemek insan için ölçülmez bir zevk ve meserret kaynağıdır. Borç ve vazifelerini inkâr eden egoist, yaşadığı mantar hayatını hayat sanıyor.
Sana ilim nimeti veren kudret, bunu sırf kendin için değil, başkalarının da faydalanması için vermiştir. Gerçi, başkalarına faydalı olmak kolay bir iş değildir. Çünkü o başkaları senden faydalandıklarını çok kere görmezler. Sen bundan üzülür, ızdırap çekersin. Fakat mazur gör. Bunu onların bilmezliklerine ver.
Gittiğin yol, hayrın ve insanlığın yoludur. Ondan şaşma. Üzülme, sen mazlumların gönüllerinde yaşayacaksın. Kaderine boyun eğ. Kader levhasının yazısını değiştiremezsin. Herkesin yolunun sonu ebediyettir. Ebediyette ise, erken gidenle geç giden birdir.
İçime bir ferahlık düştü. Üzüntüm sona erdi. Saat on ikiyi geçiyordu. Yorgun asabım dinlenmek ihtiyacındaydı. Sarındığım palto ve battaniye beni ısıtmış, uykuya hazırlamıştı. Başımı yastığıma koyarak, daldım.[376]
Gina Lambrossa'den
Cemil MERİÇ
Herkesin bildiği vücut ve ruh farkları bir yana, kadını erkekten ayıran önemli bir fark vardır. Aşağı yukarı ötekilerin temeli bu fark. Kadın özgecidir, daha doğrusu merkezi dışındadır. Yani nazlarının da kaygılarının da bir başkasıdır kaynağı. Sevdiği ve sevilmek istediği biri: Koca, çocuklar, baba, dost vs...
Çevresindekilerin ne sevinçlerine yabancı kalabilir, ne acılarına; kadın onlarsız kâm alamaz hayattan. Onlara beğendirmek için yapar, onlar beğenmiyor diye yıkar. Onların hoşuna gitmeye çalışır. Damak zevkleri de kulak, göz, kafa zevkleri de vızgelir kadına. Düşündüğü ve kendisini düşünen biri yoksa, kendisiyle beraber kâm alacağı, kendisiyle beraber hareket edeceği, kendisi için hareket edeceği biri yoksa zevk almaz hayattan, çalışamaz, iş göremez. Başkaları için yaşamaya can atan kadın, kendisini başkalarına feda etmeye hazır olan kadın, başkalarından gördüğü iyiliklere sonsuz bir minnettarlık görmeyince, başkaları kendisiyle ilgilenmeyince, kendisi için yaşayan, kendisi için hayatını fedadan çekinmeyen biri olmayınca mahvolur. Böyle birine kavuşunca coşar, üzülüyorsa böyle birinden mahrum olduğu içindir. Asabiyetleri, böyle birini beklediğinden. Aydınlatacağı biri yoksa, alevi söner kadının.
Çocuklara bakınız: Kız, bebeklere düşkündür. Erkek, tüfeğe. Kız, anne olmak ister, öğretmen, hastabakıcı olmak ister. Küçüklerle oynamaktan, onları okşamaktan, okşanmaktan hoşlanır. Kendisini annesine veya hocasına beğendirmek için deli divâne olur. Erkek kendinden büyüklerini arar. Ya arabacı olmak ister, ya general. Kumanda edecek, herkes boyun eğecek ona.
Kadının hayatında en bahtiyar çağ, bütün varlığını ailesine, bütün varlığını cemiyete verebildiği çağdır. Gerçek ve tabiî bir heyecan. Kendi başkaları için çırpınır, başkaları onun için. Kadın çocuğu için hem sütanne, hem terbiyeci, hem sevgili olduğu yıllarda bahtiyardır.
Uğrunda didineceği kimsesi yoksa, kendisine bağlanacağı, kendine bağlayacağı kimsesi yoksa; ölür gider kadın. Evlenmemiş bir kız düşünün. Ne kardeşi var, ne yeğeni. Sevmiyor ve sevilmiyor. Acılarını dindirecek kimsesi yok. Fedakârlık edemiyor. Duyguları hiç kimsenin işine yaramıyor, ne öğretmen, ne hemşire. Canlı bir hedefi yok. Ne olur bu kızcağız? Solar ve kurur. İşsizlik, ilgisizlik, en büyük felâket kadın için. Heyecansız bir hayat, bağlanamamak, kendine bağlayamam ak. Ölümden beter.[377]
Yalnız kadın mı? Dişi hayvanlar da, bitkiler de başkası için yaşar. Çiçekler taç yapraklarını feda'ederler aşka. Dişi, kendini feda etmese, hayat bir hamlede sona ererdi. Kadının bu fedakârlığı daha derin bir ilahî ilhamdan kaynaklanır.
Kadın egoizmden mahrum. Yani bel kemiksiz. Bunun için erkeğe muhtaç. Sabit bir noktaya ihtiyacı var. Yoksa rüzgârın önünde bocalar durur. Belli bir hedefe yöneltilmek zorundadır.
Bu susuzluk, zekâ noksanından doğuyormuş. Kötü bir terbiyenin eseriymiş. Yalan... En iyi terbiye bile kadının başkasına dayanma hasletini yok edemez. Bilâkis zekâsı geliştikçe bu ihtiyaç da büyür. Kendini bir kasırgaya tutulmuş hisseder kadın: Düşünceler, düşünceler. Hangisini seçecek? Hangisine inanacak? Değeri ne bunların? Ne işe yararlar? Kadının zekâsı: Seziştir, muhakemeye dayanmaz. Bu zekâ, uçarak varır hedefe. Adım adım değil. Ama neden varır? Nasıl varır. Bulduğu gerçeğin kendisi midir? Bu sualler mahveder onu. Demek kadın zekî olduğu ölçüde kendisine destek olacak bir başka zekâya muhtaç. Kendisininkinden farklı bir zekâya. Zekâsını tamamlayacak bu zekâ, aydınlatacak, sezişlerini değerlendirecek. Yoksa limonlukta yetiştirilen çiçekler gibi yaprak yaprak dökülür bu zekâ. Kır çiçekleri kadar olsun yaşayamaz.
Kadın, kadın kaldıkça desteksiz edemez.
Ya arzularını feda edecek, ya menfaatlerini...
Gerçek sevinci feragatte bulmuş kadın. Annelikte bulmuş. Kendini çevresindekilere adamakta bulmuş. Ve tarih boyunca menfaatleriyle gönlü arasında sallanmış durmuş kadın, rakkas gibi. Menfaatlerini feminizm bayraklaştırmış, gönlünü annelik doyurmuş. Kendini bir ara iç güdülerine bırakmış kadın, ama yine hayâl kırıklığına uğramış, etrafındakilerin nankörlüğü kahretmiş onu. Yine akla koşmuş, yine menfaatlerinin sesine kulak kabartmış. Çok geçmeden boşlukta duymuş kendini ve tekrar aşka dönmüş.[378]
Erkeğin tatmadığı bir acı bu. İstediği, iradesine tâbi olun. Menfaatleri çok defa arzulariyle ahenk halinde... Kadını mes'ut etmek için erkeği terbiye etmek lâzım...
Kadının kurbanı olduğu trajedilerin kaynağı olan aksi tesadüfler, ne beşeri kanunlar, ne erkeklerin kötü oluşudur. Bu facianın kaynağı kadının misyonu... Başkalarına ihtiyacı oluşu, başkalarını sevişi... Başkaları tarafından sevilmek isteyişi... Kanunî durumunu düzeltmişiz, mes'ut olacak değil ki. Kadını mes'ut etmek için erkeği terbiye etmek lâzım. Erkek kadını daha iyi anlamalı, ona daha iyi yardım edebilmeli ki, acıları dinsin, kadının. Kızının bütün ruhunu tanıyan baba onun istikbâlinden niçin endişe eder? Yeteri derecede siyasî haklara sahip olamayacağı için mi? Yoksa erkeğin hâkimiyetine karşı kanunların kızını koruyamayacağından mı? Hayır, nasıl bir facia içine yuvarlandığını bildiği için tasalanır. İnsanları tanıdığı için tasalanır. Tasalanır, çünkü genç kadının kendine güvenini kibir, çırpınışlarını bencillik, hassasiyetini budalalık, idealizmini yapmacık sanacaklardır. Kızı da insanları onun kadar tanısaydı, yahut insanlar kızını kendi tanıyabildiği gibi tamyabilseler idi ne kadar, ne kadar rahat olurdu.
Aslına bakarsanız, toplumun durumu da babanınkinden farksız. Kadını arzularını tanımadan onu nasıl mutluluğa eriştirebilirîz, onu ve onunla birlikte erkeği, yani cemiyeti. Bunun için hem erkeği, hem kadını aydınlatmak, ikisini de faydasız anlaşmazlıklardan kurtarmak lâzım.[379]
Çapa Tıp Fakiiltesi'nde, dersini bitirip sınıftan çıkmak üzere olan Prof. Cevat Babuna öğrencilerinin şu sorusuyla karşılaşır:
Hocam, erkek hayatının sonuna kadar çocuk sahibi olabilme kabiliyetini korurken, kadın belli bir yaştan sonra bu kabiliyeti geri gelmeksizin kaybediyor, neden?
Prof. Cevat Babuna, kendinden emin öğrencilerine döner ve:
Neden insanlar çocukken de çocuk yapma istidadında değillerdir dersiniz?" diye sorar. Ve devam eder:
Meselâ 5 yaşında, 6 yaşında da çocuk yapabilseler. Çünkü doğacak neticeyi taşıyabilecek güce ve sorumluluğa henüz ermemişlerdir. Kadın ve erkek çocuk yapma hakkına, ancak doğacak çocuğun bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek hale geldiklerinde sahip olabiliyorlar. Peki bu hakkı neden 40-50 yaşlarından sonra kadın kaybediyor da erkek kaybetmiyor? Bildiğiniz gibi doğum olayı kadının fizyolojik dengesini zorlayan bir stres, bir travmadır. Elli yaşın üstündeki kadınlarda muhakkak ki doğumun ölümcül tehlikeleri olacaktır. Görüyorsunuz bu yük taşıyabileceği hale gelince kadına veriliyor. Taşıyamayacağı yaşa gelince de alınıyor. Erkek için ise böyle bir durum söz konusu değil.[380]
Dr. Faruk BEŞER
Kadın ile erkeğin biraraya gelmelerinden gaye, insan neslinin sürdürülmesidir. Sevgi, karı ile kocanın birbirlerini tamamlamaları, birbirlerinde huzur bulmaları, cinsi ilişki ve ona götüren esaslardan zevk almaları hep o nesli sürdürme için yolu açma, avans verme kabilinden şeylerdir. Hal böyle olunca, düşünelim: Erkeğin birden çok kadınla evlenmesi, neslin sürdürülmesine açıkça olumlu etki eder ama, kadının birden çok erkekle evlenmesinin bu açıdan herhangi bir faydası var mıdır?
Önyargısız her psikologun söylediği üzere, erkeğin ihtiyaçları arasında "o benimdir" duygusu bulunmasına karşılık, kadının ihtiyaçları arasında "ben onunum" duygusu hakimdir. Bu duygu kadının başını erkeğin bağrına koyması, onun da bağrına basması ile kendini gösterir. Bir baş birden çok bağra konulmaz, ama bir bağra birden çok baş basılabilir.
Birden çok koca ile evlenen kadından doğan çocuk kimin olacaktır. Onun ihtiyacı olan baba şefkatini hangi koca gösterecek ve hangi baba onunla çocuğunu kucaklayıp okşama duygusunu yaşayacaktır? Bakımını, nafakasını hangi baba üstlenecek, o hangi babanın mirasını alacaktır? Aynı belirsizlikler "teaddüd-i zevcâf'ta mevcut mudur?
Erkekteki "o benimdir" duygusu, böyle bir şeyin pratikte olmasına imkân verir mi? Tarih boyunca böyle bir şey olmuş mudur? Hatta erkeklik psikolojisi bu noktada genellik arzetmiyor mu? Horoz, koç, boğa vb. isteyerek ortak kabul ederler mi?
Böyle bir uygulama günümüzde olmadığı gibi, hukuki anlamda tarih boyunca da olmamıştır. Olabileceğini iddia edenler fedakârlık edip bunu önce kendi karılarında ispatlamalıdırlar. Bakalım birden çok kocaya karılık yapabilecekler mi? Yok eğer bundan sadece yatmayı kastediyorlarsa bunu fahişeler fazlası île yapıyorlar. Kendi karılarında yapamıyorlarsa ve buna rağmen başkalarını teşvik ediyorlarsa demek ki dillerinin altında bir bakla var ve bizler elhamdülillah onun ne olduğunu çok iyi biliyoruz.
Patalog ve Genel Cerrah
Prof. Dr. Ahmet Mazhar ÖZMAN'a soruldu:
KADIN KABURGA KEMİĞİNDEN Mî?
Erkeğin topraktan, kadının ise erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmasının hikmeti nedir?
Asıl hikmetini Allah (c.c.) bilir. Biz hekimlere göre bu hikmette bir mânâ var.
Kaburga insanın en kıymetli kemiğidir. Çünkü kan yapıcı maddeler yalnız burada imal edilir. Malum kanın insandaki yeri ise hayattır. Kadının erkekteki yeri de kan gibi hayatî öneme sahiptir.[381]
Dr. Faruk BEŞER
Kur'ân ve hadîslerde geçen İslâmî emir ve yasaklar, dünya ve âhirete ait vaadler, herhangi bir istisna yapılmadığı sürece hem erkekleri, hem de kadınları kapsar. Bunların erkeklere ait yüklem ve zamirlerle ifade edilmiş olmaları önemli değildir. Bu, hem Arapça, hem de İslâm hukuk metodolojisi bakımından böyledir.
Erkeklere hitap eden bir emir veya yasağın, ayrıca kadınlar için de tekrar edilmesi gerekmez. Çünkü bu, ifade ettiğimiz gibi Arap dilinin ve hukuk mantığının bir gereği olduğu gibi, Kur'ân'm kendisine has üslûbu ve ifade mantığının da bir gereğidir. Zira Kur'ân, herşeyden önce mü'min erkeklerle mü'min kadınları, birbirlerinin dostları ve velileri olarak ilan eder:
"İnanan erkekler ve inanan kadınlar birbirlerinin velîsidirler. Onlar, iyiyi emreder, kötüyü önlerler. Namaz kılar, zekât verirler ve Allah Resulüne itaat ederler. İşte onlara Allah merhametle muamele edecektir. Doğrusu Allah, gücünün önüne geçilemeyen ve herşeyi yerli yerince yapandır." [382]
Nitekim bu âyet-i celilede, "Onlar iyiyi emrederler, kötüyü önlerler" sözü ve âyetin sonuna kadar diğer fiiller ve zamirler, hep erkekler için kullanılan ifadelerdir. Buna bakarak, bu âyetin kadınları dışta bıraktığını söylemek mümkün mü? Hayır.
Kur'an, açıkça hem inanan erkeklere, hem de inanan kadınlara cennetin güzelliklerini ve nimetlerini va'detmiştir. Nitekim Tevbe Sûresi 72. âyette şöyle buyurulmuştur:
"Allah, inanan erkeklere ve inanan kadınlara içlerinde ebedî kalacakları, altlarında ırmaklar akan Cennetler (bahçeler) ve Adn Cennetleri'nde hoş meskenler va'detmiştir. Ve ayrıca onlara, en büyük nimet olarak Allah'ın hoşnutluğu var. İşte bu büyük başarıdır."
Kısaca belirttiğimiz bu esaslardan anlaşılmaktadır ki, Kur'ân-ı Kerim'in kadını ihmal ettiği, muhatap olmadığı iddiası yanlıştır.
Ancak, "Cennette erkeklere temiz kadınlar va'dedildiği halde kadınlara erkeklerin va'dedilmediği" söylenerek tenkit konusu yapılırsa, buna verilerek cevap şudur:
Bu dünyada ve âhirette, bir kadının kocası dışında çeşitli erkeklerle düşüp kalkması isteniyorsa, bu sağduyusunu yitirmemiş insan için iğrenç bir istektir. Mü'min bir kadın, öbür dünyada da yalnızca kendi eşiyle birlikte olmayı yeğleyecek ve burada olduğu gibi temiz ve iffetli bir hayat sürecektir.
Esasen bu konu kadın ve erkeğin ruhî ve fizikî yapısıyla alâkalı olduğu için, bu açılar gözardı edilmeden ilmî olarak düşünülecek ve ahlaken düşük, hasta ruhlu ekstra kişilerce anlaşılamayacak bir konudur. Konu biraz da, insanla hayvanı birbirinden ayırma meselesidir. .
İslâm sadece erkeklerin dini değil. Kur'ân sadece erkeklere hitap etmiyor. Kur'ân-ı Kerîm'de kadınlara has uzunca bir sûre vardır: (Nisa sûresi). Kur'ân'da bazı kadınlara da Allah'ın vahiy (ilham) gönderdiği zikredilir. [383]"Kadınlar erkeklerin şakîkidirler." "Şakik" tam ortadan ikiye bölünen bir bütünün bu eşit parçalarından her biridir. "Kadın olsun erkek olsun, kim iyi işler yaparsa cennete girecektir." [384]"Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler..." [385]"Erkeklerin kazandıklarından bir payı olduğu gibi kadınların da kazandıklarından bir payı vardır." [386]
Kur'ân'da kadın ya da dişi anlamına gelen "nisa, nisve, imrae, ünsa" kelimeleri türevleriyle beraber 85 defa, erkek anlamına gelen "racul, zeker, mer'" kelimeleri de yine türevleriyle beraber 86 defa geçmektedir.
"insan" kelimesinin kadını kapsamadığını söyleyen hiç bir İslâm âlimi, hatta Müslüman yoktur.
Genele hitap ederken Arap dilinin gereği, ya eril (müzekker), ya da dişil (müennes) bir kalıpla hitap edilecektir. Sosyal hayatın bütün yüküyle erkeklerin omuzunda olduğu bir toplumda eril kalıbın seçilmesinden normal ne olabilir? Üstelik bu dil Araplar'ın İslâm'dan önce de konuştukları dildir. Onlar o zaman da böyle konuşuyorlardı. Kendi dilleriyle gelen Kur'ân'ın, bu dili bozması düşünebilir mi? Aynı özellik tamamen Fransızca'da ve kısmen İngilizce'de de vardır. Aynı iddiayı onlar için de söyleyebilir misiniz?[387]
Mehmet DİKMEN
Şeytanlar, hayra hiç bir kabiliyeti olmayan, sırf şer işleyen ruhanî bir varlık nev'idir. Şeytanların başı olan İblis, Nar-ı Semûm'dan, yani dumansız ve harareti çok şiddetli bir ateşten yaratılmıştır. [388]İbüs'in asıl adı, Azâzil idi. Âdem (a.s.)'e secde etmekten yüz çevirmesi ve Cenâb-ı Hakk'ın bu secde emrine kibirlenerek isyan etmesinden sonra, "İblis" ve "Şeytan" isimlerini aldı.
Şeytanların bütün meşguliyet ve gayretleri, insanları imandan çıkarmak, günah işletmek ve küfre girmelerine sebeb olmaktır. İnsanlığın mânevi terakkisinde, Allah'a kulluk vazifesini yerine getirmesinde en büyük engel, şeytandır. Kur'ân-ı Kerîm'de şeytan, insan için "adüvv-ü mübin = apaçık bir düşman" olarak tavsif edilmiştir. Mü'minlerin her an onun şerrinden Allah'a sığınması (istiâze etmesi) lâzımdır. Nitekim, Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'de pek çok âyet-i kerîmede ınü'minleri şeytandan istiâzeye, yani Allah'a sığınmaya davet etmiştir.
Aslında şeytanın kendi başına bir gücü yoktur. Vesvese ve desiseleri de zayıftır. Fakat yaptığı işler, tahribat, yıkıp bozmak nev'inden olduğu için, cüz'î bir vesvese ve desîse ile büyük neticeler meydana getirmekte; büyük zararlara sebeb olmaktadır. Bu yüzden güçlü görülmekte, bazı sapık mezhep ve inanç sahiplerince ilah kabul edilmektedir. Halbuki bir binayı yapmak ne kadar zor, yıkmak ise ne kadar kolaydır. Bir insanın yaşaması için, ne çok şartların bir arada bulunması lâzımdır. Halbuki diğer bütün şartlar mevcut olduğu halde, bir uzvun kesilmesiyle veya birkaç dakika nefes alamamakla o insan ölüme maruz kalmaktadır. Şeytanın da yaptığı ve yaptırdığı bütün işler, hep böyle tahribat cinsinden şeylerdir. İşte gücü ve desiseleri aslında gayet zayıf olduğu halde, büyük tahribat ve zararlar meydana getirdiği içindir ki, müslümanlar her zaman şeytanın şerrinden Allah'a sığınırlar.
Hem insanın nefsi, şehvet ve gazab gibi his ve duyguları da, şeytanın her türlü telkin ve desiselerine karşı alıcı verici durumunda olduklarından, bazan şeytanın ufak bir vesvese ve desisesi, insanı hemen te'siri altına almakta ve mânevi pek büyük felâket ve zararlara atabilmektedir.
İşte mü'minlere şeytanın şerrinin büyük gösterilmesi ve aldanmamaları için tekrar tekrar ihtarlarda bulunulması bu yüzdendir. Yoksa şeytanların kâinatta îcad ve fiil cihetinde, hiçbir güç ve kuvvetleri, Allah'ın mülküne hiç bir müdahaleleri yoktur.[389]
Melekler insandaki ulvi duyguları harekete geçirir, ona iyiliği telkin ederler. Şeytanlar ise, insandaki süflî» duyguları körükleyerek onu her dâim kötülük işlemeye sevk ederler. Hadîs-i şerifte bu husus şu şekilde belirtilmiştir: "İnsan kalbine iki yönden baskı ve telkin gelir. Birisi melektendir ki, hayırı söyler, hakkı tasdik eder. Kalbinde bunu bulan kimse bilsin ki, bu, Allah'tandır. Ve Allahü Teâlâ'ya hamdetsin.
Diğer telkin ise, Şeytandan gelir; şerri teşvik eder, hakkı yalanlar ve insanı hayırdan meneder. Kalbinde bunu bulan kimse, derhal Şeytanın şerrinden Allah'a sığınsın."
Manen yükselmek, ruhen inkişaf etmek isteyen herkes, Şeytanın içinde uyandırdığı süflî ve kötü arzuları susturmak ve onunla mücadele etmek zorundadır.[390]
İnsan için şeytanın kendisinden kurtuluş yoktur. Hayatı boyunca ona musallat olur, vesvese vermeye çalışır.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) bu hususta:
"Sizden herbirinizin bir şeytanı vardır" buyurmuşlardır.
Mü'min için şeytantan kurtuluş bulunmamakla beraber, onu kendinden uzaklaştırmak ve zayıflatmak için çareler vardır. Resûl-i Ekrem (s.a.v.):
"Yolculukta insan devesini zayıflattığı gibi, mü'min de şeytanını zayıflatabilir" buyurmuştur.
Şeytanın vesvesesi, Allah'ı anmak ve O'ndan yardım dilemekle giderilir. Felâk sûresinin tefsirinde Mücahid der ki: "Hannas olan Şeytan kalbe yerleşir. Allah'ı zikrettiği vakit toparlanıp kaçar, kalp gaflete dalınca yeniden faaliyete geçer. Âdeta karanlık ile aydınlığın çarpışması gibi çarpışıp dururlar. Aydınlığın gelmesiyle karanlığın gitmesi gibi, Allah'ı hatırlamakla Şeytan uzaklaşır. Bu sırra işareten Kur'an'da: "Şeytan onlara galebe çaldı da, Allah'ı zikri onlara unutturdu" [391]buyrulmuştur."[392]
Ebu Hüreyre anlatıyor:
"Bir gün bir mü'minin şeytanı ile bir kâfirin şeytanı karşılaşırlar. Kâfirin şeytanı yağlı, semiz, parlak ve temizdir. Mü'minin şeytanı ise, zayıf, pis, kirli ve çıplaktır. Kâfirin şeytanı, mü'minin şeytanına:
Bu ne hâl? diye sorar. Mü'minin şeytanı:
Ne yapayım, bir adama düştüm ki, adam yiyeceği zaman besmeleyi okur, ben aç kalırım. İçeceği zaman besmeleyi okur, ben susuz kalırım. Giydiği zaman elbiseyi besmele ile giyer, çıplak kalırım. Temizlendiği zaman besmele ile temizlenir, ben de pis kalırım, der. Bunun üzerine kâfirin şeytanı da:
Ben öyle bir adam ile arkadaşım ki bunlardan hiçbirisine besmele getirmez. Yemesinde, içmesinde ve giymesinde ben kendisine ortak olurum, der." [393][394]
Şeytan, insanı yoldan çıkarmak için pek çok yolları dener, birçok hileye başvurur. Bu hile ve desiselerin en mühim bazıları şunlardır:
1. Şehvet ve öfke... Bunlar şeytanm giriş yollarının en büyükleridir. Bu sebebledir ki, hadîs-i şerifte:
"Şeytan kanın bedende cereyanı gibi insan vücuduna hülûl eder. Onun yollarını açlıkla (oruçla) daraltınız." buyrulmuştur.
Çünkü şeytanın insana en büyük hulul yolu şehvettir. Açlık ise şehveti kırar.
2. Hased ve hırs... Kul bir şeye haris oldu mu, artık hakkı görmekten kör ve hakikati duymaktan sağır olur.
3. Tama'... Şeytan insana tama' ettiği şeyleri çeşitli hilelerle sevdirir.
4. Acelecilik... Acele anında insan düşünmeye fırsat bulamaz. Şeytan da bu anda ona vesvese verebilir.
5. Cimrilik ve yoksulluk korkusu... Bu korku, insanı infaktan alıkor ve mal yığmaya davet eder.
6. Şeytanın kalbe nüfuz ettiği kapılarından biri de dine hizmette mezheb ve meşreb taassubudur. Böylece onu, kendi mezheb ve meşrebinde olmayanlara karşı kin tutmaya, onları küçümsemeye ve hakaretle bakmaya sevkeder.
İnsanları hakir görüp onlarda kusur aramak kötü bir haslettir. Fakat şeytan bu kötü hasletleri dine hizmet perdesi altında insana hoş gösterir ve yerleştirir. Kişi bu hareketiyle din namına bir gayret sarfettiğini sanarak kendisinde sevinç ve neş'e hisseder. Halbuki o, tamamen şeytanın tuzağına düşmüştür.
7. Şeytanın aldatma yollarından biri de, kulu, insanlar arasındaki mezheb, meşreb ve görüş ihtilâfları ile ve bu husustaki dedikodularla, meşgul etmesidir. İbn-i Mes'ud anlatıyor:
"Bir cemaat Allah'ı zikretmek üzere bir yere toplanmıştı. Şeytan onları dağıtmak için ne kadar çalıştı ise muvaffak olamadı. Bu defa yakındaki dünya işlerini konuşan başka bir cemaate gitti. Onların arasına kolaylıkla fesad tohumu ekti ve birbirlerine düşürdü. Kavgaya başladılar. Şeytanın maksadı, bu dünya ehilleri değildi. Az ötedeki zikir meclisini dağıtmaktı. Nitekim muvaffak da oldu. Döğüş ve kavgayı gören zikir erbabı onları ayırmak için hemen koştular ve ayırdıktan sonra da dağılıp gittiler... Şeytanın isteği de böylece yerine gelmiş oldu,"
8. Şeytanın kalbe giriş kapılarından biri de cehalet ve gafletleri veya günahlara dalmaları sebebiyle akılları darlaşan, muhakemeleri kıtlaşan bazı kimseleri, imanı mes'eleler üzerinde düşünceye sevkedip, şüpheye düşürmesidir.
9. Sû-i zan... Kim bir insan hakkında kötü düşünmeye başlarsa, şeytan bu kimseyi o adamın aleyhinde gıybet etmeye sevkeder. Yahut o adamın hakkına riayet ettirmez. Ona hakaret gözüyle baktırır. Şeytanın hile ve desiseleri, insana nüfuz yolları elbette sadece bunlardan ibaret değildir. Kişilere, devirlere, şartlara göre çok değişik şekiller arzeder.[395]
Hedley CANT
Çevremde bulunan birkaç Müslümanla, zaman zaman sohbetler yapardım. En çok dikkatimi çeken şey, gusül abdestiydi. Bu hususta epeyce düşündüm ve araştırma yaptım. Evvelâ, basit bir temizlik şekli olarak ele aldım. Biz Amerikalılar bol bol yıkanırız. Çünkü bizde taharet yok. Kâğıtla silinme de gereken temizliği yapmaz. Bunun için her gün veya günaşırı yıkanmak zorunda kalırız. Zaten hela ile banyo bir aradadır. Tuvaletten kalkan, duşun altına girebilir. Öyle ise, Müslüman olan bir Amerikalı, neden gusül abdetsi alsın diye düşündüm.
Düşüncemi Amerikalı Müslüman arkadaşıma açtım. "Daha geniş düşünebiliriz." dedi. Zaten, ondan beklediğim de bu idi. Çünkü arkadaşım üniversitede ilim adamıydı. Bir de düşünmeye, tahlile, tenkide açık olmayan bir din, gerçek olamazdı. Dedim ki: "Temizliğin yanında ne gibi faydalarını gördünüz?"
Evvelâ durakladı, sonra yüzüme Baktı. Bekliyordum. İnsanla ilgili her şeyi araştırmaya kararlıydım. Dedi ki:
Bu konuya zaman ayırabilecekseniz geniş geniş konuşalım.
Çok sevinmiştim. Benim acı tenkitlerim, haklı görüşlerim vardı. Arkadaşıma yardımcı olabilirdim. Hemen kabul ettim.
Üniversitenin kafeteryasına çekildik. Sütlü kahvelerimizi içerken, arkadaşım konuya girdi:
Her şeyi bütün olarak ele almak zorundayız. İslâmiyet bir bütün olduğu gibi, İslâmiyet içinde gusül abdesti de bir ünitedir ve bir bütündür. İsterseniz, gusül abdestini, bütünüyle ele alalım. Evvelâ ben anlatayım. Siz de notlarınızı alınız. Sonra görüşlerinizi ve tenkitlerinizi sıralarsınız. Arkasından da ben cevaplarımı veririm.
Bu girişe "güzel" demekten başka çare yoktu. Arkadaşım anlattı:
"Gusül abdesti, Müslüman olanla ilgili bir ibadettir. Müslüman olmayanlar için gusül abdesti söz konusu olamaz.
Gusül abdestini Allah emrettiği için alırız. Yani İslâm dininde Allah emreder, Müslüman da emre itaat eder. Bir Müslüman gusül abdesti alırken, "kirden, pisten temizleneceğim" diye düşünmez. Gusül abdesti alması gerektiği için yıkanır. Amma bu arada temizlenmiştir de... Olabilir. Asıl olan "emre itaat" tir. Maddî temizlik, sonradan ve kendiliğinden gelen bir hâldir. Hemen şunu da belirteyim ki, gusül abdesti gibi, maddî temizlik emri de vardır. Bu sebeble gusül abdesti alan, her türlü maddî temizliğini de yapacak. Bu da ayrı bir konudur."
Ben, müdahale ettim: "Rica ediyorum, ayrı konulara girmeyelim. Gusül abdesti üzerinde duralım."
Arkadaşım ikazıma teşekkür etti. Benimle aynı fikirde olduğunu belirtti ve:
"Gusül abdesti, bir emir olduğuna göre, gusül abdesti ile uzaktan yakından ilgili emirler de vardır. Meselâ Müslümanın zina etmesi, içki içmesi haramdır. Öyle ise, gusül abdesti alma emrine uyan Müslüman; "İçki içme, zina etme!" gibi emirlere de uyacaktır. Bu durumda dinî emirlerine uyan bir Müslüman iki şekilde cünüp olur: Biri, eşiyle; diğeri de uykuda...
Eşi ile cünüp olmak, iradeli bir davranıştır. Öyle bir zamanda cünüp olmalı ki, namaz vaktini kaçırmamalı. Yıkanma zamanı bulmalı. İşine geç kalmamalı, soğukta yıkanıp, hasta olmamalı.
Dikkat edilirse gusül abdesti alma mecburiyeti, insanın sık sık cünüp olmasını önlüyor. Bilindiği gibi sık sık cünüp olmak, insanın sinir sistemine ve beyin yapısına zararlıdır. Bir kısım hastalıkların sık sık cünüp olmakla ilgisi vardır. Hatta sık sık cünüp olanlarda verem, psikiyatri ile ilgili çeşitli rahatsızlıklar görüldüğü gibi, çıldırma, intihar gibi haller de görünür. Fakat her hastalığı yalnız cünüplüğe bağlamak ilmî olmaz. Kısacası aşırı sıklıkta cünüp olmanın, insan sıhhatini menfî yönde etkilediği bir gerçektir.
Bir de kadının aybaşları halinde ve doğum sonrasında eş ilişkileri yasaktır. Böylece erkek korunmuş oluyor. Erkekteki cinsî mayi (Meni), erkek için bir enerji kaynağıdır. Cünüp olmadan evvel erkeğin gücü, düşüncesi, davranışları başkadır. Cünüp olduktan sonra, daha başkadır.
Meselâ cünüp olmadan evvel erkek kendini daha güçlü ve hareketli hisseder, mes'eleleri daha iyi anlar. Karısına alâka duyar. Cünüp olunca, bunlar tamamen tersine döner. Şayet sık sık ve biraz da zorla cünüp olmalar tekrar edilirse, erkek havası inmiş futbol topuna döner. Bir nevi yıkılır.
Her cünüplükten sonra yıkanma mecburiyeti, kadını da cünüp olmaktan alıkor. Yine erkek korunmuş oluyor. İslâmiyette, kadının cinsî hayata düşkünlüğü, kötü sayılmıştır. Böyle bir kadın, erkeği çok zor duruma düşürebilir.
Dengeli bir cinsî hayat, dengeli insan tipini ortaya koyar. Cinsî hayattaki ifrat ve tefrit, her davranışta anormal sonuçları doğurur.
Bu kısa açıklamamla bilhassa şunu belirtmek istedim: İnsanı yaratan, insanlara böbrek üstü kapsülleri koyan, meni denilen cinsî sıvıyı, belli yerde toplatan Allah, vücut makinasının en iyi şekilde çalıştırılması için gereken emirleri de vermiştir. Bunlardan biri de gusül abdestidir."
Arkadaşımın konuşması burada bitti. Açıklamaları bana yeni yeni görüş ve düşünce ufukları açtı. İslâmiyette aile hayatına verilen önem anlaşılıyordu. Çocuk bakımı, çocuk sıhhati kendiliğinden hallediliyordu. İslâmiyet öyle bir dindi ki her emrin birbiriyle birçok bağlantısı vardı. Bunları anlamak akademik bir çalışmayi gerektirirdi. Bu sebeble, görüş ve düşüncelerimi belirtmek için arkadaşımdan zaman istedim.
İslâm'a ait kitapları okudukça, "Ben de Müslümanım" dedim. Ve önümdeki kâğıdın üzerine şu cümleyi yazdım. "İyi bir insan, İslâmiyeti yaşıyor demektir. İslâmiyeti yaşayan da iyi bir insandır." Bu cümleyi Müslüman arkadaşıma söylesem, diyecek ki, bizim için önemli olan ibadet etmektir. İyi olma halimiz kendiliğinden meydana gelir.
Şimdi bu gerçeği çözmeye çalışıyorum.[396]
Prof. Dr. Muhammed HAMİDULLAH
Malûmdur ki, Müslümanlar namazlarında Kur'ân-ı Kerîm'in bâzı parçalarını okumakla (kıraatla) mükelleftirler. Müslümanların ana dili ve vatanı ne olursa olsun, bu usûl, Hz. Peygamber zamanından beri değişmemiştir. İstikbalde de böyle mi olmalıdır?
İlk nazarda müminin Allah'ına anladığı bir dil ile kulluk etmesi tabii ve temenniye şâyân görünüyor, bunun için de en iyi vasıta ana dilidir. Fakat mes'elenin daha derinlemesine bir tedkiki, bu çözümün aksini ortaya koyuyor; sebeblerini inceleyelim:
Her şeyden önce dua ile namaz arasında açık bir ayırma yapmak icabeder. Namaz dışındaki duada mü'minin ihtiyaçlarını ve dileklerini Rabbine istediği dilde bildirmesi yasak değildir. Bu şahsî bir mes'eledir ve kulun Hâlik'ı ile olan vasıtasız münasebetleri ile ilgilidir. Buna mukabil namaz kollektif, umumî bir ibâdettir ve namaza iştirak eden diğer mü'minlerin ihtiyaçları da nazar-ı itibara alınmalıdır. Namaz, prensip olarak ve tercihen cemaatle kılınır; tek başına ferdî olarak kılınan namaza müsaade vardır, fakat asla tercih edilmez, tercih cemaatle kılınan namazdır.
Şayet İslâmiyet herhangi bir bölgenin, ırkın, milletin dîni olsaydı, şüphesiz bu bölgeenin, bu ırkın veya bu milletin dili kullanılabilirdi. Fakat, bütün ırklardan ve dünyanın bütün noktalarında oturan ve her biri diğerleri tarafından anlaşılmayan yüzlerce dili konuşan mü'minlere sahip cihanşümul bir dînin icabları başka olacaktır. Çince bilmeyen bir Türk'ün Çin'e gittiğini ve sokaklarda çing çang çung'a benzer sesler işittiğini farzedelim. Aşikârdır ki o hiçbir şey anlamıyacaktır ve şayet bu sözler ezanın, Allahü Ekber'in tercümesi ise, hiçbir şey'in farkına varamayacak ve meselâ Cuma namazını kaçıracaktır. (Çin'deki camiler Türkiye'deki minareleri ile kendini belli eden camilere hiç benzemez.) Aynı şekilde Türkiye'den geçen Çinli Müslümanın, Türkiye'deki Müslümanlar kendi dilleriyle ibâdet ettikleri takdirde, dindaşlarıyla ortak hiçbir tarafı olmıyacaktır. Şu halde cihanşümul bir dînin bâzı müşterek esasları olmalıdır. Bu mevzuda ezan ve kırâet şüphesiz iki esas unsuru teşkil eder.
Misâl olarak beynelmilel kongre ve toplantıları zikredebiliriz. Meselâ, Birleşmiş Milletler'de herkes kendi lisanını değil, fakat Fransızca, İngilizce gibi müsaade edilen dilleri kullanılır. Umumun menfaati için, hususî menfaat feda edilir.
Mes'elenin daha az mühim olmıyan diğer bir cebhesi vardır: Hiçbir tercüme asla orijinalinin yerini tutamaz. Kur'ân-ı Kerîm'in yüzden fazla Türkçe tercümesi vardır ve her gün bunlara bir yenisi katılmaktadır. Bu da yeni âlimlerin, eskilerin tercümelerini kifayetsiz bulduklarını gösterir. Bütün diller için ve bir dilden diğer bir dile tercüme edilen herhangi bir eser için bu durum varittir. Şu halde kifayetsiz bir şey mi, yoksa hatasız orijinal mi kullanılmalıdır. Burada şu noktayı bilhassa tebarüz ettirelim ki, İslâm'dan başka hiçbir din, peygamberine gönderilen vahyin orijinaline sahip değildir. Bugün Hıristiyanların, Yahudilerin, Mecusîlerin sahip olduğu dinî kitablar, tercümeler, toplamalar, v.s.dir. Müslümanların, vahyin orijinaline, Kur'ân-ı Kerîm'e sahip bulunmaları, kendileri için ne büyük bir şanstır.
Şunu da unutmayalım ki, namazda kullanılacak pek az kelime vardır. Önce ezan ve ikamet, sonra Allahü Ekber, Sübhâne rabbiye'l-azîm, Sübhâne rabbiye'l-alâ gibi ifadeler, Fatiha sûresi ve iki kısa sûre vardır. Hepsi bir sahifeyi dahi aşmaz. Ve bu kelimelerin ekseriyeti herkesçe bilinir, bütün Müslümanların dillerine geçmiştir. O derece ki, çocuk veya yeni başlayan biri onların mânâsını zahmetsiz ve büyük bir gayret sarfetmeden öğrenir. Bu ifadelerin mânâsı bir defa öğrenilince artık itiraza yer kalmaz.
Bir gün genç bir üniversite talebesi söylenilenin anlaşılması zarureti üzerine ısrarda devam etti. Nihayet ben ona şöyle cevab verdim: "Şayet siz bana muntazaman günde beş vakit namaz kılacağınıza dair söz verirseniz, ben size ana dilinizde ibâdet için izin veriyorum."
Derhal münakaşayı kesti ve bir daha bu mevzuda konuşmak için yanıma gelmedi. Diğer bir ifade ile dîni ve îmanı mevzileştirmek isteyenler, onu bizzat tatbik etmek istemeyenlerdir. Hiç olmazsa umumiyetle böyledir. Bir mü'minin, bir imansızdan veya ameli olmayan birisinden nasihat almaya ihtiyacı yoktur.
Son olarak, namazda Kur'ân-ı Kerîm'in tercümesinin okunmasının caiz olduğunu ileri sürmek için İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe'nin fetvasına istinad ettiklerini söyleyen yazarları ele alalım. Bu yazarlar niçin hakikati tam olarak ifade'den kaçınıyorlar? İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe hazretleri başlangıçta bu kanâatta olmasına rağmen, zamanla fikrini değiştirdi Hidâye ve Dürrü'l-Muhtar bu hususu sarahatle kaydediyorlar ve normal hallerde sadece Arabça metin okunmasına cevaz veren umumî kanaata iştirak etti.[397]
Mehmet DİKMEN
İntihar, İslâm'ın haram kıldığı büyük günahlardan birisidir. Bir Müslümanın kendi kendisini öldürmesi, başka birisini öldürmesinden daha büyük bir cinayet ve günahtır. Bu sebeble âlimler, intihar edenin cenaze namazını kılınır mı, kılınmaz mı şeklinde ihtilâfa bile düşmüşlerdir. Bu ihtilâf, başkasını öldüren katil hakkında yoktur. Katilin cenaze namazı kılınır.
Kalbinde îmanın zerresi olan bir kimse, böyle büyük bir günaha ve kötü akıbete razı olmaz, kendini öldürmeye teşebbüs etmez.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, intihar etmenin büyük günah olduğunu pek çok hadîs-i şeriflerinde haber vermiştir. Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulur:
"Kendini boğarak öldüren kimse, Cehennem için boğmuş olur. Kendini vuran kimse, Cehennem için vurmuş olur."
Demek oluyor ki mü'min te'sirinde kaldığı dünyevî bir hâdisenin tazyikine tahammül edemeyip böyle büyük bir günahı işlemeye teşebbüs etmemelidir. Zira mü'minin nazarında dünyanın en büyük ve en kötü hâdisesi bile, âhiret mes'elesi yanında büyük sayılmaz, korkutucu olmaz. Dünya nasıl olsa fânidir, gelip geçicidir.
Bu gün dayanılmaz zannederek intihara insanı zorlayan hâdiseler, bir müddet sonra aslında hiç o derece üzülmeye değmediği ortaya çıkabilir, zamanla unutulur, yerine yeni mes'eleler zuhur eder.
Sabrın, musibetin geldiği ilk anda gösterilmesinin hikmeti de buradadır.
İmanlı insanlar böyle fâni ve muvakkat şeyleri, geçmeyecek elem ve keder sanarak onların altında ezilmezler. Bu da geçer yahu, diyerek sabır gösterirler, sabrın sevabını kazanmaya çalışırlar. Böylece o musibetli hâli haklarında rahmete çevirirler.
İntihar edenin cenaze namazı kılınır. Çünkü ortada imandan çıkmak gibi bir durum yoktur. Sadece îman zafiyetinden, hâdiselerin tazyikine dayanamama durumu vardır. Bu sebeble intihar edenin cenaze namazı kılınır. Ancak o müntehir, âhirette intihar cezasını çektikten sonra, Cennet girmeye hak kazanacaktır.
İntiharın büyük günah oluşunun sebeblerinden biri de, insanın kendini öldürmeye selahiyetli olmamasıdır. İnsan vücûdu, Allah'ın binasıdır. O binayı kim yaptı ise, o yıkacaktır. İnsanın kendi vücuduna ve nefsine sahip olması söz konusu değildir...[398]
Mehmet DİKMEN
Cenâb-ı Hak, kâinata büyük bir temizlik kanunu koymuş ve bütün mahlûkatın bu kanuna itaat etmelerini emretmiştir. Çevremize şöyle bir göz gezdirdiğimiz zaman, atomlardan güneşlere, zerrelerden yıldızlara kadar bütün varlıklarda, bu temizlik kanununun hükmettiğini görürüz.
Kandaki alyuvarlar, vücuda giren zararlı mikrop ve maddeleri yok ederek bu emre uyarken, her zaman içimize alıp verdiğimiz nefes de kanı temizleyerek aynı kanuna tâbi olduğunu gösterir. Göz kapakları, gözleri siler. Sinekler, kanatlarını süpürüp temizlemekle o emri dinledikleri gibi, gökyüzündeki koca bulut ve hava da dinler. Hava, yeryüzüne konan toz topraktan ibaret süprüntülere üfler, temizler. Bulut, ıslak bir sünger gibi zemin bahçesine su serper, toz toprağı yatıştırır. Sonra kendisi de (âdeta) gökyüzünü kirletmemek için süprüntülerini toplayıp intizam içinde çekilir, gider. Göğün güzel yüzünü ve gözünü silinmiş, süprülmüş parıl parıl parlar halde bırakır.
Bütün bunlar, Allah'ın kâinata koyduğu temizlik kanununun ne derece intizam içinde işlediğinin örnekleridir.
Kâinattaki bu umumî temizlik hakikati, Cenâb-ı Hakk'ın Kuddûs isminin bir cilvesidir.
Atomlardan yıldızlara kadar bütün varlıklar, Allah'ın, Kuddûs ismine dayanan kâinattaki bu muazzam temizlik kanununa itaat edip temizliklerine son derece dikkat ederlerken, elbette insanın bu umumî kanundan, İlâhî âdetten uzak kalması düşünülemez.
Nitekim Cenâb-ı Hak, kâinata koyduğu temizlik emrine, mahlûkatın en eşrefi ve en mükerremi olan insanı da muhatap kılmış, onu maddî ve manevî temizlikle mükellef tutmuştur.
Canlı cansız bütün varlıkların boyun eğdiği böyle ulvî bir kanuna, insanın lâkayd kalması, yerler ve gökler Rabbinin emrine karşı gelmesi; elbette büyük bir gaflet ve isyandır. Hem Allah'ın, hem de mahlûkatın hukukuna karşı işlenmiş büyük bir zulümdür.
İşte temizlik hakikati Kuddûs ismi gibi İsm-i A'zamdan sayılan bir isme istinad ettiği içindir ki, hadîs-i şerifte temizlik îmanın nurundan ve kemâlinden sayılmıştır. Âyetlerde de maddî ve manevî temizlikler, Allah'ın sevgisini ve rızasını kazanmağa vesile gösterilmiştir.[399]
Vehbi VAKKASOĞLU
İstanbul eski Merkez Vaizlerinden Hacı Cemal Öğüt Efendi, geniş kültürlü, münevver din adamlarımızdandır.
Özellikle sağlık konularına büyük ilgi duymuş ve bu konularda sadece vaazlarıyla değil, yazdığı eserlerle de halkı aydınlatmaya uğraşmıştır. Unesco'nun katkısıyla Verem Savaş Derneği'nin yaptığı bir toplantıda, "İçtimaî ve Ahlâkî Temizlik: Yerlere ve Yollara Tükürenlerin Suçları" isimli eserini dağıtır. Bir gün sonraki toplantıda, Unesco temsilcisi olan Doktor, bu kitabı göstererek, "bunu bana kim verdi?" diye sorar. Hoca Efendi de "ben verdim" der. Fransız Doktor, "kitabın yazarını tanımak istediğini" söyleyince de, Hoca kendisini, "ben yobaz"diye takdim eder. Toplantıda bulunan Tevfîk Sağlam Paşa, hemen söze girerek:
"Hocam, yobaz olsan seni bu toplantıya çağırır mıydık" deyince, hoca taşı gediğine koyar:
"Paşam maalesef, yıllarca sizin durumunuzdakiler bizlere "yobaz", bizim durumumuzdakiler de buna tepki olarak sizlere "gavur"dediler. İşte şimdilerde ancak birbirimize yaklaşmaya, birbirimizi anlamaya çalışıyoruz. Sizlerin ve bizim bir ve beraber oluşumuzla ancak millî birlik ve beraberliğimiz sağlanabilir. Ve ancak bu suretledir ki, vatanımızın kalkınması yolunda ciddi adımlar atılabilir. Elbirliğiyle aramızdaki sun'î uçurumları kapatmak bugünümüzün ve yarınımızın en hayatî faaliyetidir kanaatindeyim."
Hoca'nın sözlerini hararetle tebrik eden Unesco temsilcisi Doktor Etienne Berthet ise şu dikkate değer açıklamayı yapar:
"Hoca Efendi, ben sağlık ve temizlik konusunda Unesco bünyesinde bazı çalışmalar yapmak istedim. Bu maksatla da, Fransa'daki en yetkili Kardinallere ve Hamambaşı'na müracaat ederek, dinimizin bu konulara dair görüşlerini sordum. Fakat, hiçbirinden sağlık ve temizlik konusunda ciddi bir bilgi alamadım. Sonradan anladım ki, Hıristiyanlığın bu konuda getirdiği kayda değer bir fikir yoktur. Fakat şimdi sizin kitabınızdan öğreniyorum ki, İslâmiyet, temizlik ve sağlık konusunda incelemeye değer bir hazine gibidir. Bunu anlamama vesile olduğunuz için size çok teşekkür ederim."[400]
Türkiye'de, 39 yılan türünün bulunduğu, bunlardan sadece 8 türünün zehirli olduğu bildirildi. Genellikle sevilmeyen ve görüldüğünde öldürülen bu hayvanların, tabiat dengesinin sağlanmasında büyük yararları olduğu ve korunması gerektiği belirtildi.
Bilim Teknik dergisinde yer alan inceleme yazısında, Türk toplumunda, yılanların hainlik sembolü olarak bilindiği, bu yanlışlığın günümüzde de devam ettiği belirtildi. Bu sebeple, yılanların zehirli zehirsiz olup olmadıklarına bakılmaksızın görüldüğü yerde öldürüldüğü, tabiatta dengenin bozulmasına sebep olunduğu ifade edildi.
Toplumumuzda, "Yılanın başı ezilmeli", "Koynumda yılan beslemişim" gibi deyimlerin sıkça kullanıldığı belirtilen yazıda, bu tür yanlış ifadeler sonucu, tabiatta yararlı bir hayvan türü olan yılanların yok edilmeye çalışıldığı kaydedildi.
Türkiye'de bilinçsizce yılan öldürülmesine son verilmesi gerektiği belirtilen yazıda, şu görüşlere yer verildi:
"Dünyada olduğu gibi, ülkemizde de insanlar, yılanların başının ezilmesi gerektiği inancındalar. Oysa, bu, yanlış bilgi sahibi olmaktan kaynaklanıyor.
Yılanların çok az türünün zehirli olduğu kaydedilen yazıda, söyle denildi:
"Dünyadaki yılan çeşitlerinin yüzde 85'i zehirsiz, geri kalan yüzde 15'i zehirlidir. Bu oran Türkiye için de aynıdır. Özellikle gündüz hareket halinde zehirli yılan görülmesi ihtimali oldukça az. Çünkü zehirli yılanlar gece avlanarak beslenirler. Gündüz diğer yılanlar gibi rahat hareket edemezler. Ancak, rahatsız edildiklerinde veya üzerlerine basıldığında hareket edip insanı sokarak zehirleyebilirler.
Zehirli yılan korkusuyla, yararlı yılan türleri öldürülüyor ve Türkiye'nin tabii zenginliklerinden biri daha bilinçsizce yok ediliyor.
Ülkemizde toplam 39 tür yılan bulunuyor, bunlardan ancak 8 türü zehirli. Bu zehirli yılanlar da yurdun belirli bölgelerinde yaşıyor."[401]
Tabiatta bitkilere zarar veren bazı hayvanların, yılanlar tarafından yenilerek yok edildiği vurgulanan yazıda, daha sonra şu görüşlere yer verildi:
"Büyük korku duyulan yılan, tarıma zararlı olan başta fare olmak üzere bazı zararlı hayvanları yiyerek insanlığa yarar sağlıyor. Biyolojik dengenin bozulmamasına katkıda bulunuyor.
Yılanlar, tabiatta gerçek bîr denge elemanı niteliği taşıyor. Bu gerçeği bilerek, yılanların görüldüğü yerde öldürülmelerinin doğru ve yararlı bir davranış olmadığı herkesçe anlaşılmalı."
Yazıda ayrıca, tabiatı seven her yaştan ve her meslekten tüm vatandaşların bu konuda duyarlılık göstermesi de istendi.[402]
Abdülkadir KANDEMİR
1974 senesinin ilkbaharında Çin'in Liaoning bölgesi sakinleri hayvanlarında garib bir durum sezdiler. Yılanlar kış uykusuna yattıkları deliklerinden don tutmuş toprak üstüne çıkarak sürünmeye, fareler yuvalarından panikle sağa sola kaçmaya başlamışlardı. Tavuklar, atlar vs. diğer evcil hayvanlar sahiplerini hayrete düşürürcesine asabi asabi sıçrıyorlardı.
Bu olaylar bir kaç hafta artarak devam etmiş ve Hiacheug şehrini vuran hafif yer sarsıntılarında ise zirvesine ulaşmıştı. Şehirdeki sivil savunma görevlileri nüfusu yarım milyon olan şehir sakinlerini tahliye etmeye o zaman hazır idiler.
Dolayısıyla şehri yerle bir eden depremden birkaç saat önce şehir tamamen boşaltılmıştı.
Şehri kurtaran hayvanlar insanlığı hayvanatı kullanmak suretiyle depremi önceden hissetmede yeni merhaleye sokmuştur. Bu konuda Amerika'da bir jeoloji kuruluşu Kaliforniya'da tabiî afetler hakkında haber almada hayvanları gözetleyecek gönüllülere finansal kaynak sağlamaktadır.
Bununla beraber Batılı bilim adamları bu olayı hafife almaya devam ediyorlar.
Ancak meşhur Alman fitik bilgini Helmut Tributsh'in bu korudaki şüphecileri ikna eden olayın sırrını açıklayan ve 1982'lerde ABD'de yayınlanan "When Te SnakesAvvake": Yılanlar Uyanınca adlı kitabı bu konuda güçlü ve mukni bir delil teşkil ediyor.
Helmut Tributsh olayın bir sır olmadığını söyleyerek, hayvanların bu önsezisinin depremden önce yayılan iyon'lara ya da yerden yüklü atomlara tepki göstermesinden başka birşey değildir diyor. Helmut bu olayı keşfetmeye, bin kişinin ölümüne yüzbin kişinin evsiz kalmasına yol açan 1976 Alp depreminde başladı. Yerle bir olan bu köylerden bir tanesi Helmut'un çocukluğunun geçtiği köydü.
Güney Amerika'da yaptığı araştırmalardan döndüğünde depremin meydana getirdiği şiddetli yıkım onu hayrete düşürmemiştir.
Onu hayrete düşüren arkadaşlarının ve akrabalarının deprem hakkında anlattıkları hikayelerdi: Felaketin meydana gelmesinden birkaç saat önce köpekler ulumaya başlamış, inekler yerlerinden kurtulmak için iplerini koparmışlardı.
Helmut Tributsh köy koy dolaşarak benzer hikayeleri topladı. Avrupa'nın büyük arşivlerini taradı ve mazisi bin seneye dayanan belgelerde eskiden hayvanların benzer hikayelerini buldu.
Mesela M.Ö. 4. asırda farelerin, yılanların, gelinciklerin, Eski Yunan'da yere batmasından önce Hils şehrinden kaçtıkları söyleniyor. Ortaçağda da benzer rivayetler mevcuttur.
Alman filozof Immanuel Kant büyük Lişbona depreminden önce kuşların sürüler halinde kenti terkettiğini, farelerin deliklerinden kaçtıklarını yazmıştır. Avrupa ve Amerika'da yüzlerce hikâye olmakla beraber konu uzak maziden 20. yüzyılın sonlarına doğru istihfaf ve tecahül meselesi olmaya devam edegelmiştir.
Lakin Çin'deki durum zengin şifahî tarihe sahip Avrupa toplumlarındaki benzerleri gibi değildir. Burada devlet kırsal kesimi Maotsi Tong kültürel devrirrınin öngördüğü veçhile konuyla alakalı doğru ve güvenilir hikâyeleri derlemeye sevkediyor.
60'lı yıllarda Çin sismografik bilgileri toplamak için profesyonel bilginler nezaretinde "Milli Deprem Tahmin Dairesi" kurmuştur. Bu kuruluşun bünyesinde binden fazla gönüllü vatandaş hayvanatın depremle ilgili bilinen vakalarını arşivtemektedirler.
Hayvanlar vücut hareketiyle tehlikeli işaretler verip bu hareketler peyder pey artarsa, kuruluş deprem alarmı veriyor ve insanları tahliye etmeye başlıyor. Burada şunu da kaydedelim:
Program birçok yalan alarmlarla dolu. Lakin aynı zamanda üç büyük depremde çalışmaya başlayalı beri yüzbin insanın hayatını kurtardığı da bir gerçek.
Bu olayı ilmî olarak izah etmek isteyen Helmut Tributsh, ister denizde ister karada isterse havada yaşasın, bütün hayvan nevilerinin ızdırap verecek bir tek sinyalini araştırmaya başladı.
Gerçekleştirdiği uzun deneyler neticesinde bu tek sinyalin pozitif iyon'lar olduğunu keşfetti. Bunu şöyle izah ediyor:
Bir şelalenin yanında durduğunuz zaman pek çok iyon'a maruz kalırsınız. Bu durum pozitif iyonlar saçarak sizi mutlu ve sevinçli kılar.
Sıkıntılı ve zor durumlarda da pozitif iyonlar gönderilerek işlemin tersi meydana gelir. Büyük basınç altındaki kayalar da yer sarsıntısı öncesi şiddetli tazyik esnasında pozitif iyonlar saçarlar.
Rahatsız eden bu iyonlar salınır salınmaz yılanlar deliğinden çıkıyor, köpekler deli deli sıçrıyor ve uluyor, kuşlar semada öbek öbek dolaşıyor, zira iyonlar semaya da sirayet ediyor.
Tavuklar sığnaklarına girmeyi reddediyor, çünkü iyonlar kapalı mekanlarda birikiyor, balıklar bile asabi oluyorlar, zira pozitif yüklü atomlar su altında rahatsız edici bir elektrik akımı oluşturuyor. Bunlar Tribusth'nin söyledikleri.
Öyleyse insanlar bunlardan niçin etkilenmiyor? Tributsh, sebebin gelişmedeki pratikliğin bir neticesi olduğuna inanıyor.
Diyor ki; fizyokimyanın işaretleriyle hissetmek ve gözetlemekle ilgili belirli bir enerjiyi kaybettik. İnsanlarımızdan cüz'i bir kısmı depremi vukuunun eşiğinde hissediyorlar.
Helmut Tribusth'nin nazariyesi başlangıçta küçümsenerek kabul edildi. Çünkü öldürücü depremler nadiren meydana geliyor ve nazariyesini deney konusu yapmak neredeyse mümkün gözükmüyordu. Lakin jeologlar Arizona Üniversitesi'nin laboratuvarlarında, Alman bilginin söylediklerinin tıpkısını gerçekleştirdiler: Taş basınç altında gerçekten pozitif iyon saçıyordu. Bu ve Çin'deki fıtrî rasathane hayvanatın yer sarsıntısını önceden hissetmesinin bazen tamamen doğru çıktığını gösteriyor.
Helmut Tributsh'ın fikri bir başka tuhaf olayın anlaşılmasına yardım etti. Depremi takip eden acaip kızıllık ve deprem öncesi sisin varlığı pozitif iyonların varlığını izah ediyor.
İyon salgılanmasından kaynaklanan elektrikten dolayı havada parlaklılık meydana geliyor, sis ise iyon havada daima mevcut bulunan milyonlarca hava cisimcikleriyle ilişkiye geçtiğinde ortaya çıkıyor.
Neticede bir grub Amerikalı bilgin H. Tributsh'ın nazariyesini kabul etti. Lakin çoğu hâlâ hayvanatın tahminini şüpheyle bakarak daha çok sismografik raporlara itimat ediyorlar.[403]
[1] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 9-10.
[2] Prof. Dr. Alâaddin BAŞAR, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 11-12.
[3] Prof. Dr. Alâaddin BAŞAR, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 12-14.
[4] Prof. Dr. Alâaddin BAŞAR, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 14.
[5] Prof. Dr. Alâaddin Başar, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 14-15.
[6]Ömer Sevinçgül, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 16-19.
[7] Doç. Dr. Mehmed Yıldız, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 20-23.
[8] Prof. Dr. E. Edip Keha, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 24-27.
[9] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 28.
[10] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 28-29.
[11] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 29-30.
[12] Daha fazla bilgi için: Fosiller ve Evrim. Tercüme; Â. Tatlı, Cihan Yayınları 1984.
[13] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 30-34.
[14] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 34.
[15] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 34-35.
[16] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 35-36.
[17] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 36-37.
[18] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 37.
[19] Daha fazla bilgi için şu kitaba bakılabilir; Şişli, N. ve ark. Genel Biyoloji, Millî Eğitim Bakanlığı yayını, 1979, Ankara.
[20] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 37-38.
[21] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 38.
[22] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 39-41.
[23] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 42.
[24] Mü'minûn: 23/ 12-14.
[25] Mehmet Sofuoğlu, Sahih-i Müslim ve Tercemesi, VIII, 114.
[26] "Alaka" kelimesinin mânâlarından birisi "kan pıhtısı" diğeri de "yapışan" veya "asılıp tutunan şey"dir. "Yapışan şey" ceninin bu safhasına daha uygun düşmektedir.
[27] Mü'minûn: 23/ 14
[28] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 43-44.
[29] Fâtır: 35/ 11.
[30] Secde: 32/ 7.
[31] Mü'minûn: 23/ 12.
[32] Hicr: 15/ 33.
[33] Araf: 7/ 11.
[34] Nuh: 71/ 14.
[35] Mü'minûn: 23/ 14.
[36] Sâ'd: 38/ 72.
[37] Hacc: 22/ 5.
[38] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 45-46.
[39] Hacc: 22/ 5.
[40] Tîn: 95/ 4.
[41] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 47.
[42]Dr. İsmail Arıcıoğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 48-50.
[43] Hucurat: 49/ 13.
[44] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 51-52.
[45] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 53-54.
[46] Prof. Dr. İbrahim Canan, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 55.
[47] Bu taksimin yanlış anlaşılmaması için şunu belirtmek isteriz: İslâmî görüş doğrudan nassa, âyet ve hadîste gelen açıklamaya dayanır, bunu öbürleri ile karıştırmamak gerekir. Evrimci görüş, daha çok, modern çağda mevcut ibtidâî kavimlerde rastlanan bazı müessese ve an'anenîn ifratkâr bir kıyasla ilk insanlara teşmiline ve bu prensipten geliştirilen spekülasyona dayanır. İlmî görüş ise, dünyanın her tarafında yaşayan farklı cemiyetlerin sunduğu benzer kültürel unsurların, yani objektif verilerin yorumuna dayanır. Bu sonuncu spekülatif sayılamaz.
[48] Tatlı, Â.; Fosiller ve Evrim. Tercüme: Cihan Yayınları, 1984.
[50] Mü'min: 40/ 21, 82.
[51] Kasas: 28/ 76-78.
[52] Rum: 30/ 9-10.
[53] Daha fazla bilgi için bak: Canan, İ.; Peygamberimizin Hadîslerinde Medeniyet, Kültür ve Teknik, Cihan Yayınları, İstanbul 1984. Prof. Dr. İbrahim Canan, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998:55-62.
[54] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 63-65.
[55] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 65.
[56] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 66.
[57] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 66-67.
[58] Hakkı, İ.; Marifetnâme, s. 29
[59] a.e.g.,s.3O.
[60] a.g.e., s. 18.
[61] a.g.e., s. 164.
[62] İslâm-Türk Ansiklopedisi Mecmuası, No. 87, s. 2, 1947. 70
[63] Yazır H.: Hak Dini - Kur'ân Dili, Cilt 1, s. 329-330.
[64] Prof. Dr. Âdem Tatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 67-72.
[65] Doç. Dr. Salih Ünlü, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 73.
[66] Doç. Dr. Salih Ünlü, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 73.
[67] Doç. Dr. Salih Ünlü, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 73-74.
[68] Doç. Dr. Salih Ünlü, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 75.
[69] Doç. Dr. Salih Ünlü, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 75.
[70] Doç. Dr. Salih Ünlü, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 76.
[71] Doç. Dr. Mehmet Gündüz, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 77.
[72] Doç. Dr. Mehmet Gündüz, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 77-78.
[73] Doç. Dr. Mehmet Gündüz, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 78-79.
[74] Doç. Dr. Mehmet Gündüz, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 79.
[75] Doç. Dr. Mehmet Gündüz, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 79-80.
[76] Talâk: 65/ 12.
[77] Doç. Dr. Ali Bilgin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 81-83.
[78] Doç. Dr. Ali Bilgin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 83.
[79] Doç. Dr. Ali Bilgin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 83-84.
[80] Doç. Dr. Ali Bilgin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 84.
[81] Doç. Dr. Ali Bilgin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 84-85.
[82] Mülk: 67/ 3.
[83] Doç. Dr. Ali Bilgin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 85-86.
[84] Doç. Dr. Ali Bilgin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 86-89.
[85] Doç. Dr. Mehmet Gündüz, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 90.
[86] Doç. Dr. Mehmet Gündüz, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 90-91.
[87] Lokman: 31/ 34.
[88] Doç. Dr. Mehmet Gündüz, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 91.
[89] Doç. Dr. Mehmet Gündüz, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 92.
[90] Ömer Sevinçgül, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 93-95.
[91] Prof. Dr. E. Edip Keha, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 96-97.
[92] Prof. Dr. E. Edip Keha, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 97-99.
[93] Prof. Dr. E. Edip Keha, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 99-102.
[94] Doç. Dr. Zekeriya Altuner, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 103.
[95] Doç. Dr. Zekeriya Altuner, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 103-105.
[96] Doç. Dr. Zekeriya Altuner, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 105-106.
[97] Doç. Dr. Zekeriya Altuner, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 106-107.
[98] Doç. Dr. Zekeriya Altuner, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 107-109.
[99] Doç. Dr. Zekeriya Altuner, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 109-110.
[100] Doç. Dr. Zekeriya Altuner, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 110-112.
[101] Doç. Dr. Zekeriya Altuner, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 112.
[102] Hûd sûresi: 11/ âyet: 6.
[103] Ankebût sûresi: 29/ âyet: 60.
[104] Tekman, Ş. ve Ömer, N., Genel Biyokimya, Fatih Yayınevi Matbaası, İstanbul, 1981.
[105] Canan, İ.; Hz. Peygamber'in Sünnetinde Terbiye, Üçüncü Baskı, 1984.
[106] Zaim, S.; Siyâsî, İktisadî ve Sosyal Yönleriyle Türkiye'de Nüfus Mes'ele-si, 1973.
[107] Ergüllü, E.; Geleceğin Büyük Sorunu Açlık, Milliyet gazetesi, 21.12.1982. Doç. Dr. İrfan Küfrevioğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 113-117.
[108] Ankebût sûresi: 29/ âyet; 62.
[109] Şûra sûresi: 42/ âyet: 27.
[110] Doç. Dr. İrfan Küfrevioğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 117.
[111] En'âm: 6/ 59.
[112] Prof. Dr. İbrahim Canan, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 118-119.
[113] Tâ-Hâ: 20/ 71.
[114] Prof. Dr. İbrahim Canan, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 119-124.
[115] Yasin: 36/ 36.
[116] Zâriyât: 51/ 49.
[117] Nûr: 24/ 35.
[118] Enfâl: 8/ 17.
[119] İsrâ: 17/ 1.
Necm: 53/ 7-18.
[120] Bakara: 2/ 60.
[121] Enbiyâ: 21/ 69.
[122] Prof. Dr. İbrahim Canan, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 124-127.
[123] Kamer: 54/ 13.
[124] Yeri gelmişken belirtelim ki, geçmiş devirleri anlatan kitaplarda rastlanan bilgiler, rakamlar hiçbir zaman kesinlik ifâde etmezler. Bunİar, çoğunluk itibariyle, araştırıcıların tahmin ve yorumlarına dayanır. Mevzumuza renk katacak bu çeşit yorumlardan birine göre, çakmak taşından mamul bir kısım bıçaklar, zaman bakımından metalden mamul olanlardan sonralara aittir. Keza Bronz Devri'nin Elam, Kaide ve Mısır'da M.Ö. 5000 veya 6000 yıllarında ortaya çıktığı kabul edilmektedir.
[125] Hud: 11/ 40.
[126] Mü'minûn: 23/ 27.
[127] Hûd: 11/ 42.
[128] Hz. Nuh'un gemisinin üç katlı olduğuna dair teferruat Tevrat'ta gelmiştir.
[129] Hud: 11/ 38.
[130] Nemi: 15
[131] Neml: 27/ 38-40.
[132] Neml: 27/ 44.
[133] Prof. Dr. İbrahim Canan, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 128-134.
[134] Prof. Dr. M. Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 135-136.
[135] Prof. Dr. M. Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 136-137.
[136] Prof. Dr. M. Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 138.
[137] Prof. Dr. M. Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 139.
[138] Prof. Dr. M. Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 139.
[139] Prof. Dr. M. Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 139-140.
[140] Prof. Dr. M. Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 140.
[141] Prof. Dr. M. Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 140-141.
[142] Prof. Dr. M. Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 141.
[143] Prof. Dr. M. Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 141.
[144] Prof. Dr. M. Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 141-142.
[145] Prof. Dr. M. Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 142.
[146] Prof. Dr. M. Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 142-143.
[147] Prof. Dr. M. Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 143-144.
[148] Prof. Dr. M. Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 144.
[149] Prof. Dr. Selâhattin Salimoğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 145.
[150] Prof. Dr. Selâhattin Salimoğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 145-146.
[151] Prof. Dr. Selâhattin Salimoğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 146-147.
[152] Prof. Dr. Selâhattin Salimoğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 147.
[153] Prof. Dr. Selâhattin Salimoğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998:147-148.
[154] Prof. Dr. Selâhattin Salimoğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 148-149.
[155] Prof. Dr. Selâhattin Salimoğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 149.
[156] Prof. Dr. Selâhattin Salimoğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 149-150.
[157] Prof. Dr. Selâhattin Salimoğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 150.
[158] Doç.Dr. İrfan Küfrevioğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 151-155.
[159] Prof. Dr. Faruk Özerengin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 156.
[160] Prof. Dr. Faruk Özerengin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 157.
[161] Prof. Dr. Faruk Özerengin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 157-158.
[162] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 159.
[163] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 159-160.
[164] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 160.
[165] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 161.
[166] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 161-162.
[167] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 162.
[168] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 162-163.
[169] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 164-165.
[170] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 165.
[171] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 165-166.
[172] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 166.
[173] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 166-167.
[174] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 167.
[175] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 167-168.
[176] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 168.
[177] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 168-169.
[178] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 170.
[179] Zafer Örsdemir, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 171-172.
[180] Zafer Örsdemir, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 172-173.
[181] Zafer Örsdemir, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 173-175.
[182] Zafer Örsdemir, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 175.
[183] Zafer Örsdemir, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 176-180.
[184] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 181-183.
[185] Dr. Cenap Şirin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 184-186.
[186] Dr. Tevfik Özlü, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 187-188.
[187] Dr. Tevfik Özlü, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 188-190.
[188] Sindirim Sistemi Cerrahisi, Cilt II, Prof. Dr. Orhan Bumin, 1976.
[189] Humarı appendix and neoplasia, cancer H.R. Dierman, 1968.
[190] Dr. Cenap Şirin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 191-192.
[191] Dr. Cenap Şirin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 193-195.
[192] Prof. Dr. Selâhaddin Sert, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 196-198.
[193] Prof. Dr. Alparslan Özyazıcı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 199-200.
[194] Prof. Dr. Alparslan Özyazıcı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 200-201.
[195] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 202.
[196] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 202-204.
[197] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 204-205.
[198] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998:205-207.
[199] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 207-208.
[200] İ. Hami Danişmend, Tarihî Hakikatler, I, 17.
[201] Bilim ve Teknik, Sayı: 145, s. 34.
[202] Yıllarboyu Tarih, Eylül, 1979, s. 6
[203] a.g.e. Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 209-210.
[204] Müslüman İlim öncüleri Ansiklopedisi, s. 146.
[205] a.g.e. Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 210.
[206] Yıllarboyu Tarih, Eylül 1979, s. 6. Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 211.
[207] Yıllarboyu Tarih, Eylül 1979, s. 7; Mart 1980, s. 48.
[208] Yıllarboyu Tarih, Mart 1980, s. 48. 212 Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 211-212.
[209] Bilim ve Teknik, Sayı: 145, s. 35. Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 212-213.
[210] Tarihî Hakikatler, I, s. 576.
[211] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 213-214.
[212] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 215.
[213] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 216.
[214] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 216-217.
[215] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 217.
[216] Prof.Dr. İbrahim Canan, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 218-221.
[217] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 222.
[218] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 222-223.
[219] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 223.
[220] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 223-224.
[221] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 224-225.
[222] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 225.
[223] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 226-228.
[224] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 229-230.
[225] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 231.
[226] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 231-233.
[227] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 233.
[228] Bak. Toynbee, L'Histoire, p. 44-50; Guanon, Orient et Occident, p. 24-26 vd.
[229] Toynbee, L'Histoire, p. 49.
[230] Bilim Dergisi'nin Şubat 1983 sayısında çıkan bir yazıda, bu kitabın iddiaları hakkında şu değerlendirmelere yer verilmektedir: "Erich Voıı Daniken'in öne sürdüğü bilimden uzak görüşler... Genelde insanoğlunun, özelde de 1500 yıl önce yaşamış Nazca insanının yaratıcılığını inkâr etmekten başka birşey değildir" (s,53). Daniken'in, gökten geldiğini ileri sürdüğü mahlûklar tarafından yapıldığını iddia ettiği tarihî eserlerin gerçek ustalarının kimler olabileceği sorusu da "... Metafiziğe hiç kapılmadan, Von Daniken gibilerinin sözdebilimlerine aldanmadan" kaydı konulduktan sonra, yeryüzü insanları olduğu şeklinde cevaplandırılır.
[231] Tanrıların Arabaları, s. 41 236
[232] a.g., s. 45.
[233] a.e., s. 46
[234] a.e., s. 63.
[235] a.e., s. 58. (NOT: Burada hayretle kaydedilen teknik hârikaların bulundukları yer ve mahiyetleri hakkında müellif tarafından daha önce bilgi verilmiştir.)
[236] Prof. Dr. İbrahim Canan, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 234-238.
[237] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 239-240.
[238] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 240-241.
[239] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 241.
[240] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 241-242.
[241] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 242-243.
[242] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 243.
[243] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 244.
[244] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 244-245.
[245] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 245-246.
[246] Yûnus: 10/61.
[247] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 246.
[248] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 246.
[249] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 247.
[250] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 248-249.
[251] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 249.
[252] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 249.
[253] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 250-251.
[254] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 251-253.
[255] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 253.
[256] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 253.
[257] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 254.
[258] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 254.
[259] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 255-256.
[260] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 256-257.
[261] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 257-258.
[262] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 258.
[263] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 258.
[264] Nezih Özokur, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 259-261.
[265] Bk: Merakı'l-Felâh, s. 53, İst. 1327
[266] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 262-263.
[267] Dr. Tevfik Özlü, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 264-266.
[268] Ayhan Halaç, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 267-271.
[269] Prof. Dr. İbrahim Canan, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 272-273.
[270] Prof. Dr. İbrahim Canan, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 273-274.
[271] Prof. Dr. İbrahim Canan, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 274-275.
[272] Cüneyd Süavi, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 276-278.
[273] Cüneyd Süavi, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 278-279.
[274] Cüneyd Süavi, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 279.
[275] Cüneyd Süavi, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 289-280.
[276] Cüneyd Süavi, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 280-282.
[277] Cüneyd Süavi, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 282-285.
[278] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 286.
[279] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 287.
[280] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 287-288.
[281] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 288-289.
[282] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 289-291.
[283] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 291-292.
[284] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 293-294.
[285] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 294-296.
[286] Sinan Bengisu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 296.
[287] Vehbi Vakkasoğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 297-307
[288] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 308-310.
[289] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 310.
[290] Mehmed Kırkıncı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 311-315.
[291] Mehmed Kırkıncı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 315.
[292] Mehmed Kırkıncı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 315.
[293] Mehmed Kırkıncı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 315.
[294] eş-Şuara sûresi: 26/: 221 - 223.
[295] Bediüzzaman: Emirdağ Lahikası, II, s. 124.
[296] Mehmed Kırkıncı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 316-321.
[297] el-Mü'minûn: 23/ 99-100.
[298] Mektubat't Rabbani, c. 2, s. 371. mektup
[299] Mehmed Kırkıncı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 322-327.
[300] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 328-333.
[301] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 333.
[302] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 334.
[303] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 334-335.
[304] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 335.
[305] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 335-336.
[306] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 336.
[307] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 336-338.
[308] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 338.
[309] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 339-342.
[310] Ömer Sevinçgül, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 343.
[311] Ömer Sevinçgül, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 344.
[312] Ömer Sevinçgül, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 345-346.
[313] Ömer Sevinçgül, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 346-347.
[314] Ömer Sevinçgül, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 347-348.
[315] Ömer Sevinçgül, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 348-349.
[316] Ömer Sevinçgül, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 350-351.
[317] Ömer Sevinçgül, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 351.
[318] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 352.
[319] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 353-355.
[320] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 355-357.
[321] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 357-358.
[322] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 358-359.
[323] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 359-360.
[324] Doç. Dr. Sefa Saygılı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 360.
[325] Yunus Çelikörs, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 361-364.
[326] Prof. Dr. Yaşar Bağdatlı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 365-369.
[327] Dr. Erdinç İşçiler, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 370-372.
[328] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 373-374.
[329] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 374-375.
[330] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 375.
[331] el-Hucurât: 49/ 13.
[332] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 375-376.
[333] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 376-377.
[334] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 377-378.
[335] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 378.
[336] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 378-379.
[337] Ayet: 164
[338] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 379-382.
[339] Bakara: 2/ 57.
[340] Sebahattin Çelebi Mustafa Çimen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 383.
[341] Sebahattin Çelebi Mustafa Çimen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 384.
[342] Sebahattin Çelebi Mustafa Çimen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 384-385.
[343] Sebahattin Çelebi Mustafa Çimen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 385.
[344] Sebahattin Çelebi, Mustafa Çimen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 386.
[345] Bakara: 2/ 2.
[346] En'am: 6/ 96.
[347] Nebe’: 78/9,10,11.
[348] Op. Dr. Yalkın Bektöre, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 387-391.
[349] Ali Torun, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 392-394.
[350] Ali Torun, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 395.
[351] Ali Torun, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 395-398.
[352] Ali Torun, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 398.
[353] Ali Torun, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 398-399.
[354] En'am: 6/ 59.
[355] İsmail Arıcıoglu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 400-401.
[356] Meryem Suresi: 19 / 23,24,25,26.
[357] Hüseyin Bayram, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 402-404.
[358] Hz. Ebû Zerr, Tabarânî, Tahâvî
[359] İsmail Yediler, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 405-406.
[360] Prof. Dr. Münip Yeğin, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 407-409.
[361] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 410.
[362] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 411.
[363] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 411.
[364] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 411.
[365] eş-Şuara: 26/ 40.
[366] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 412-413.
[367] Müslim:
[368] Mehmed Kırkıncı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 414-415.
[369] Tac, c. 3, s. 44-45
[370] Mehmed Kırkıncı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 416-417.
[371] Mehmed Kırkıncı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 417.
[372] Buhari, Kitabü'l-Fiten
[373] Mehmed Kırkıncı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 417-418.
[374] Sahih-i Müslim
[375] Mehmed Kırkıncı, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 418-419.
[376] Ord.Prof. Ali Fuad Başgil, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 420-423.
[377] Cemil Meriç, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 424-425.
[378] Cemil Meriç, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 425-426.
[379] Cemil Meriç, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 426-427.
[380] Cemil Meriç, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 428.
[381] Dr. Faruk Beşer, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 429-430.
[382] Tevbe: 9/71.
[383] Kasas: 28/ 28.
[384] Nisa: 4/124.
[385] Tevbe: 9/71.
[386] Nisa: 4/ 32.
[387] Dr. Faruk Beşer, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 431-433.
[388] Hicr: 15/ 27.
[389] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 434-435.
[390] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 435-436.
[391] Mücadele: 58/ 19.
[392] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 436.
[393] Gazali, İhya, III
[394] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 436-437.
[395] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 437-438.
[396] Hedley Cant, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 439-442.
[397] Prof. Dr. Muhammed Hamidullah, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 443-445.
[398] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 446-447.
[399] Mehmet Dikmen, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 448-449.
[400] Vehbi Vakkasoğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 450-451.
[401] Vehbi Vakkasoğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 452-453.
[402] Vehbi Vakkasoğlu, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 453.
[403] Abdülkadir Kandemir, Merak Ettiklerimiz, Cihan Yayınları, İstanbul 1998: 454-457.