Al Külahını, Eyvallahıi İçinde,
Astan
- Âstâne (Hânkah),
Tekye Tekke, Dergâh, Zaviye
Ayak
Türabı, Ayaklar Türabı
(Hâk-i Pay)
Cihâz-I Tarikat - Tarikat
Çeyizleri
Efendiler
Efendisi. Efendimiz Allah.
Elsiz,
Ayaksız - Elsiz,
Dilsiz, Belsiz
Okuyucularımıza sunduğumuz bu kitap, adından da anlaşılacağı gibi, tasavvuftan dilimize geçen deyimleri ve atasözlerini tespit etmektedir. Dostlarla konuşurken, arada bir bu deyimler, bu atasözleri, dilimize ğelir-dururdu. Başta aziz dostumuz Prof. İsmet Sıtngurbey olduğu hâlde, bunları yazmamızı isteyenler oldu; bize de bu istek, yerinde ve gerekli göründü. Fakat deyimleri, atasözlerini yazıp geçmek, hiçbir şey ifâde etmeyecekti. Çünkü bu deyimlerin, bu atasözlerinin bir çoğunun artık mesnedi kalmamış, anlamı bilinmez olmuş, ama hâla da yeri gelince söyleniyor; fakat yeri gelince söyleyen de, sorulsa anlamını biîdiremez olmuş, dinle yen de. Bir kısmıysa, geleneğe dayanıp inanç olmuş - kalmış. Belki bunlar, zaman geçtikçe unutulacak, söylenmez olacak; fakat bunlara, târihlerde, eski fıkralardan bahseden, yaşayışımızı anlatan kitaplarda, hele tasavvuf kitaplarında rastlanacak ve anlamları anlaşılmayacak; hattâ haklarında belki de uydurma tevillere, tevcihlere kalkışılacak.
Bu deyimlerin, bu sözlerin bâzıları, tasavvufî inançlara, o inançlardan doğan âdetlere, geleneklere dayanıyor; bâzılarıysa târihî olayları canlandırmada. Fıkralardan meydana gelenleri var; yahut o fıkralar, bu sözlerle örülmüş, bunlardan uydurulmuş. Fakat günümüze kadar gelenleri, günümüzde bile söylenenleri mevcut. Dil değişiyor; üzülsek de, istemesek de bu, oluyor ve olacak; fakat dünün yazıları da belki anlaşılmayacak; bunların tesbîti gerek.
İçlerinde insanlığı, insanî seciyyeyi belirtenleri, kula kul ol mamayı öğütleyenleri, hür yaşayışı dile getirenleri var; âyetlerin, hadislerin meallerini verenleri var; aşırı Bâtınî inançlarla, asılsız, hattâ akla-dîne aykırı hayallerle yoğrulanları var. Bu son bölüme girenleri de «Nakl-i küfr, küfr değildir» diyerek aldık. Fakat, alfabetik tertibe göre sıraladığımız her deyimi, her atasözünü, hem de etraflıca anlatmayı amaç edindik. Başka türlü yapsaydık, yanhz deyimleri ve atasözlerini alsaydık, hiçbir sey yapmamış olurduk. Bu arada, bir deyimde, bir atasözünde geçen izah, bîr başkasında da, başka bir tarzda geçti; tekrar o konuya göre, o sözü anlatmaya mecbur olduk. Bu, zarurî bir tekrardır.
Tasavvuftan, doğrudand oğruya, yahut bir münâsebetle dilimize geçen bütün deyimleri, atasözlerini alabildik mi? Bu soruya kesin ve kandırıcı bir cevap veremeyiz; ancak yalnız akla gelenleri almadık; kitapları, cönkleri de karıştırdık; kitabımızın, mümkün olduğu kadar tam olmasına çalıştık. Hattâ deyim ve atasözü meydana getirmeyen, terim olarak kalan tasavvuîî sözleri de almayı doğru bulduk; maddelerin izahında umûmî deyimlere de değindik. Hâsılı kitabımızın tam olmasına, elimizden geldiği kadar çalıştık; böylece kitap, bir bakıma, edebî - tasavvuf î terimlere de yer ver* mis oldu. Kitabımızda 584 madde başı var; 574 İane de deyim ve atasözü yer almakta; izahlarda, herkes tarafından söylenegelen de yimler, bu sayılardan dışarda.
İlerde, Klasik edebiyâtımızdaki mazmunları, ayrı bir kitap olarak sunmayı da düşünüyoruz. İlk adımda devşirdiğimiz bu demet, belki de o ğül bahçesinden koparılmış bir demet olacak.
Kültürümüze bu kitapla bir hizmette bulunduğumuza inanıyoruz; umarız ki okuyucularımız da bu inancımızı gerçeklerler. Başarı, ancak Allah'tan, Rasûl'ünden ve Ehlibeytindendir (S.M),
18.XII.1976 Abdülbâki GÖLPINARLI
Abacı
Abalı
Vur abalıya
Abosf kırk yamalı, abası kendinden yamalı, alaca abalı
Abası yanık
Abaya bürünmek, başını abaya çekmek
Kaba yerine aba giymek
Abayı yakmak
(Atasözleri)
Aba altından sopa gösterir
Aba da bir, kebe de bir giyene; güzel de bir, çirkin de bir sevene
Aba vakti aba alan, yaba vakti yaba alan yanılmamış
Abanın kadri yağmurda bilinir
Aba yeninden yıldız gösterir
Bir abam var atarım, nerde oSsa yatarım
Abaa, kebeci, bu neci. Abacı, kebeci, sen neci
(Dînî - Tasavvufî Deyim)
Âl-i Aba, Ehl-i kisâ, Pençe-i Âl-i Aba, Penç- Ten-î Âl-i Abâ. Bende-Al-i Abâ
Dövme yünden yapılan kalın kumaşa denir; rengi çok defa beyaz olur. Karaya çalanına, kara renkte olanına «kebe» derler. İnce abadan, kebeden heybe ve hurç yapılır. Kalınları eğer örtüsü olarak kullanılır, eğer aitma konur. Fakat asıl aba, bütün vücudu örtecek kadar geniş, yakasız ve kolsuz, ayaklarad&k uzanan, önü açık bir üst libasldir. Örme yünden ve ince olanlanna «Aba», dövme yünden olanlarına «Kepenek» denir.
Kepeneği çobanlar giyinirler ve bununla yağmurdan, kardan korunurlar. Arabistan'da, mevkice büyük kişiler, yakası ve ön tarafta, vücuda kavuşan yerleri sırmalarla, sırma kordonlarla süslü koyu renkte aba giyerler. İran'da aba, din bilginlerinin üst libasıdır. Eskiden dervişlerin hemen hepsi aba giyerlerdi. Aba biçiminde, koliu, yakasız, önü açık olanına «Hırka», kolları çok geniş olup giyilince ve eller göbek üstünde kavuşturulunca kol uçları dizlerden aşağıya sarkanına, giyîlmezse eteğe yakın bir yere kadar uzananına «Resim Hırkası» denir ki bu son hırka Mevlevîlere mahsustur (Hirka'ya bak).
Aba, dilimize birçok örf mecazı ve Atasözü kazandırmıştır. «Abacı», hazıra konan, bedavaya can atan kişiye denir. «Abalı», yoksul, kimsesiz anlaminadır. «Vur abalıya» kimsesi olmayan, kendini kayıracak, görüp gü-zetecek eşi-dostu bulunmayan, üstüne her suç atılabilen kişi hakkında söylenen bir deyimdir. Bütün bü deyimler, dervişlerin, iş-güç görmemelerinden, kendilerini tasavvuf yoluna vermiş olmalarından, eşten-dosttan, aileden, yerden-yurttan geçmelerinden dolayı üremiştir. «Abası kırk yerinden yamalı» ve «Abası kendinden yamalı» deyimleri de, dervişlerin abalarının yırtık-pırtık olmasından meydana gelmiştir. Aynı zamanda eskiden, dervişler, hırkalarının helâl maldan olmasına bilhassa ehemmiyet verirler, bu yüzden de mallarının helâl olduğuna inandıkları tasavvuf erlerinden kumaş parçaları toplarlar, aba ve hırkalarını bu kumaş parçalarını birbirine dikerek yaparlardı ki bu çeşit aba ve hırkaya, yamalı anlamına arapça «Murakka1» da denirdi. Bu deyimler ve «Alaca abalı» deyimi, bu âdeti de canlandırır. Dervişler, Tanrı âşıkı sayılırlardı. Bu münasebetle «âşık, sevdalı» yerine «Abası yanık» sözü de bir terim olmuştur, «Abayı yakamak» da âşık olmak anlamına gelir. «Abaya bürünmek, Başını abaya çekmek» öldü anlamına da gelir. «Kaba» farsçada kaftan demektir ve zenginlerin bezentili üst libasına denir. «Kaba yerine aba giymek» sözü de bu münasebetle gene, dünya mevkilerini terkedip Tanrı yolunu seçmek, tasavvuf yoluna girmek anlamını verir.
«Aba altından sopa gösterir» atasözü, derviş geçindiği halde dervişliğe yakışmayan İşlerde bulunan, şunun-bunun aleyhine çalışan kişilere söylenen bir atasözüdür. «Aba da bir, kebe de bir giyene; güzel de bir, çirkin de bir sevene» atasözü herşeyi hoş gören, ince eleyip sık dokumayan kişiler hakkında kullanılır. Aba vakti aba alan, yaba vakti yaba alan yanılmamış», her işi vaktinde yapmk lüzumunu bildirir. «Aba vakti yaba, yaba vakti aba olmaz» atasözü, her şeyin bir vakti olduğuna delâlet eder. Yaba, harmanda ekini savurmak, taneleri samandan ayırmak için kullanılan, çatallarının arası açık tırmığa denir. Harman savrulurken kullanılan bu âlet, obayla kullanılamayacağı için bu atasözü meydana gelmiştir. «Abanın kadri yağmurda bilinir», abanın insanı yağmurdan koruduğunu, aynı zamanda çeşitli belâ yağmurlarından da muhafaza ettiğini anlatır. «Aba yeninden yıldız gösterir» atasözü, maddî manevî himmet erbabı hakkında söylenmiş olsa gerektir. Abanın iki yanında, kollan geçirmek, abayı giymek için genişçe, kol geçecek kadar büyük yırtmaç vardır ki bunlara «yen» derler. Yenden yıldız göstermek, dileyeni murada erdirmek oisa gerektir. Fakat bunu, yalnız yıldız göstermek, fakat gösterdiğine kavuşturmamak anlamına da alabiliriz. «Bîr abam var atarım; nerde olsa yatarım» aîasözüyse, nerde akşam, orda sabah geçinen, gezginci dervişlerden kalma bir atasözüdür; yere-yurda, eve-barka ehemmiyet vermiyen-ler hakkında söylenir. «Abacı, kebeci, bu neci» ve «Abacıf kebeci, sen neci» sözü, umulmadık birşey, birdenbire meydana çıkarsa, yahut birisi, üstüne vazife olmayan bir işe karışırsa söylenir.
Kur'an-ı Kerîm'in XXXIII. sûresinin (Ahzâb) 33. âyet-i kerîmesinin tefsirinde, Hazret-i Peygamber'in (S.M), Hazret-i Alî'yi, Fâtıma'yı, Hasan ve Huseyn'i, abasının altına atıp bunların, Ehli Beyti olduğunu bildirerek onlardan, her türlü pisliğin, kötülüğün giderilmesini, tertemiz kılınmalarını Tanrı'dan diledikleri anlatılır ki bu münasebetle kendileri de dâhil olmak üzere bu beş kişiye, aba altına alınanlar anlamına Âl-i Abâ -Ehl-s Kisâ» denmiştir. Ehli Beyt muhibbi olan hattatlar; yazdıkları, bilhassa bu beş adın yazıldığı yazılara «Bende-i Âl-i Abâ» vasfıyle İsimlerini yazar-lardı. Son hattatlardan Şefik (1297 H. 1880), levhalarına, çok defa «Bende-i Âl-i Abâ Muhammed Şefsk-ı pür hatâ» ketebesîni yazarak adını, Âl-i Abâ'ya kul olduğunu belirterek bildirir.
Âl-i Abâ'ya, aba altına giren beş kişi anlamına «Penç Ten-i Âl-i Abâ» dendiği gibi, gene aynı anlama «Pençe-i Âl-i Abâ» da denir. Beş, beşli anlamına gelen «pençe» aynı zamanda el ve avuç anlamını da verdiğinden, bileğe kadar, parmaklar açık ve avuç görünmek üzere yapılan el resmi de bu beş zâtı hatırlatırdı. Parmaklara bu beş adın, avuca «Allah» adının yazıldığı da olurdu.
Sûfîlerden, eli, parmaklarla, arap harfleriyle «Allah» adına benzeten-ier, baş parmağı «Elif» harfine, şehadet parmağiyle orta ve adsız parmakları iki «Lâm»'a, küçük parmağı da «H» harfine teşbih edenler de olmuştur. Oğlanlar şeyhi İbrahim'in (1065 H, 1655 M.) tasavvufî sohbetlerinin zaptından meydana gelen «Sohbet-Nâme» sinde, «Ve dahi sûret-i âdem, serapa Lafzat'ullah nümüdân olduğu gibi bâzı eczasında dahi nü-mûne-i ism-i Zâî mevcuttur; netekim destini mürekkebe koyup beyaz kâğıt üstüne koysan İsm-i Zât sureti müşahede olunur ki Lafzat'ullah budur buyurdular» sözleri vardır (Bizdeki nüsha, S. 3).
Yeniçerilerin on yedinci bölüğünün damgası da «pençe»dir. Pençe, alem, yani sancak başlığı olarak da kullanılmıştır. Bilhassa İran'da Safevî-lerin devrindeki sancakların (başlıkları «pençe» olduğu gibi Muharremler-deki «deste» denen ve «sinezen - göğse vuran», yahut zincirle sırtını döven, onuncu günü de «ağ göyneh», yani «ak gömlek» denen ve kamayla başlarını yarıp giydikleri kefenleri kana bulayan, böylece ta'ziyeyi coşturan toplulukların bayraklarında da başlık olarak «pençe» vardır. Bu alemlerden iki tanesi, hâlâ Üsküdar'da Seyyid Ahmed deresi Mescidinin minberinde durmaktadır.
Hasan Dede, bir nefesinde,
Kimi derviş, kimi hacı, Cümlemiz hakk'a duacı; Resûl-i Ekrem'in tacı, Aba, hırka, sal bizdedir
dörtlüğünde «Aba» sözünü kullanır «Alevî - Bektaşi Nefesleri; s. 30», dördüncü dörtlük).
Abdal abdal bakınır Afodaüığına doyma Abdalfsk parayia-pulla değil AbdaJhğıma say. Abdalliğıma ver Hayran abdal Abdalım san kaşık Kırk abdal doyuran Ayran budalası Hasan abdalı gibi
(Atasözleri)
Abdala malûm olur
Abdal düğünden, çocuk oyundan usanmaz
Abdalın karnı doyunca gözü kapıda olur
Abdalın yağı çok olur; gâh burnuna çalar, gâh gerisine
Abda! tekkede, hacı Mekke'de
Dağ yürümezse abdal yürür
Bîr kaşıkla dokuz abda! doyar. Dokuz abdal bir kaşıkla geçinir
Dokuz abdal bir kilimde uyur; iki padişah bir iklime sığamaz
Soygun vermiş abdala dönmüş
Abdal, abdala çatmayınca kasnak koyna girmez Abdal abdalın ne onduğunu ister, ne bulduğunu Abdal alacayı, isli karacayı sever Abdaldan paşa, ağaçtan maşa olmaz
«Abdal», birinin yerine geçmek, birini, birşeyi, başka birinin, başka birşeyin yerine koymak, değiştirmek anlamlarına gelen arapça «bedel» ve «bedîl» sözlerinin çoğulu olduğu, «Budala» sözünün de aynı anlama geldiği söylenmiş, erenlerden biri ölünce, ondan aşağı derecede bulunan erenlerden birinin, Tann tarafından onun yerine geçirilmesi dolayısiyle bir bölük erene «Abdal» dendiği, bunların yedi, yahut kırk kişi bulunduğu, tasavvuf inançlanndandır. «Abdal» dan olan erenlerin, bir anda, bir çok yerde görünebilecekleri, kendilerine benzerler gösterebilecekleri, bu yüzden bu adla anıldıkları söylenmiştir. «Abdal» hakkında bâzı hadisler de rivayet edilmişse de hadis bilginleri, bunların uydurma olduğunu söylemişlerdir,
XIII. yüzyılda, yalın ayak, başı kabak gezen, elindeki Hindistan cevizinden yapılmış keşkülünü (Bak: Keçkül - Keşkül), birşey istediği kişiye uzatan, keşküle konanları, mensup olduğu, yahut konuk bulunduğu tekkeye götürüp sunan, sakal, bıyık, saç ve kaşlarını usturayla tıraş eden, göğüslerine, Hazret-i Alî'nin adını, Zülfekar denen kılıcın resmini dövmeyle dövdüren, çok defa toplu bir haide bayraklariyle, şehir-şehir, köy-köy gezen, inançlarını yayan Şîî-Batınî inançlar besleyen bir derviş taifesi de vardı ki bunlara, «Abdâiân, Abdâlân-ı Rûm» Abdallar, Rum, yâni «Anadolu Abdalları» denirdi. Abdalların, XV. yüzyıl sonlarında, Bektâşîier tarafından temsil edildiğini, bu yüzyıldan sonra ayrıca bir Abdallar zümresinin bulunmadiğini biliyoruz. «Abdaî» sözü, ayni zamanda, derviş anlamına da kul-ianılmış, Bektaşî, yahut Mevlevi dervişi yerine «Bektaşi abdalı, Mevlevî abdalı» da denmiştir. Abdallar, nefislerini aşağılatmak için dilenmeyi caiz görmüşlerdi; gittikleri köylerde, şehirlerde Nefir «bak» ve kudümlerini (bak: kudüm) çalıp nefesler (bak: Nefes) okurlar, zikrederler, semâ' ederlerdi (Bak: Semâ'); bu yüzden, bir yeri yurt edinmeyen, yaz-kış göçebe bir halde yaşayan, müziğe düşkün olan KıptîSere de halk «Abdal» adını takmıştı (Abdülbakî Gölpınarh: Mesnevî şerhi; c. I; İstanbul, Millî Eğitim Basımevi -1973; S. 117-119).
Bu gezginci derviş zümresi, türkçeye, sâf, birşeyi tam manasiyle araştırmaz, bu yüzden de anlamaz anlamına gelen ve zamanla bön, ahmak, anlayışsız anlamlarını veren örf mecazı, «Abdal» sözünü verdiği gibi gerçeği sezer, birşeyi, olmadan bilir, gezginci olmaları dolayısiyie düğünden, dernekten, ziyafetten hoşlanır, doyunca da yürüyüp gezginciliğini sürdürür anlamlarını veren atasözlerinin de meydana gelmesine sebep olmuş, sonradan bu zümre kalmayınca, örf mecazlarında ve atasözlerindeki «Abdal», aklı az ve ahmak anlamına kullanılır olmuştur.
«Abdal - abdal bakınır, Abdallığına doyma, Abdallık parayla-pulla değil, Abdallığıma say, Abdallığıma ver» deyimleri, bön, ahmak, anlayışsız yerine kullanılan örf mecazları olduğu gibi, birşeye, bir olaya şaşkınca bakman kişiye de «Hayran abdal» denegelmiştir.
Abdallar, giydikleri tennurelerin (bak) kemerine, oldukça büyük bir kaşık da sokarlardı. «Abdalım sars kaşık» deyimiyle, büyük kaşıklar hak^ kında kullanılan «Kırk abdal doyuran» sözü de onların bu âdetlerinden meydana gelmiştir. «Ayran budalası» deyimindeki «Budala» sözünün de «Abdal» in çoğulu olması dolayisiyle Abdallarla ilgili olduğunu sanıyoruz. «Hasan Abdal gibi» deyimiyse boğazı tokluğuna çalışan kişiyi anlatırken kullanılan bir deyimdir.
«Abdala malûm olur» atasözüyle erenlerin «Abdal» zümresinin kastedildiği muhakkaktır; zaman geçtikçe bu söz, hattâ yalnız «Malûm oldu, malûm oldu» gibi «abdal» ta'biri söylenmeden denmeye başlamış ve bir lâtife, bir espri olarak kullanılır olmuştur. «Abdal düğünden, çocuk oyundan usanmaz» atasözü, bu gezginci derviş zümresinin düğünlere, davetsiz bile olsa çöktüğünü bildiren bir atasözü olacak. «Abdalın karnı doyunca gözü kapıda olur» sözü de gezginci olduklarını hatırlatmaktadır. «Abdalın yağı çok olur; gah burnuna çalar, gâh gerisine» atasözü, abdalların derip devşirmelerinden kinayedir. «Abdal tekkede. Hacı Mekke'de», abdalların bir şehre uğrayınca tekkeye konuk olduklarını belirtmektedir. «Dağ yürümezse abdaf yürür» atasözü de abdallann keramet ehli geçindiklerini, ince bir istihza ile geleceğe aktarmadadır. Hattâ Nasreddin Ho-ca'ya da atfedilen bir fıkraya göre kendisinden keramet istenen, karşıki dağı çağırıp getirtmesi dilenen Hoca, dağa, «Gel yâ mübarek» demiş, demiş ama dağda bir hareket görünmeyince de dağa doğru yürümeye başlamış; «Nereye gidiyosun, erenler?» diyenlere de «Dağ yürümezse abdal yürür» cevabını vermiş.
«Bir kaşıkla dokuz abdal doyar» ve «Dokuz abdal bir kaşıkla geçinir»
atasözieriyse hem abdalların, 'kemerlerinde kaşık taşımalarından meydana gelmiştir; hem de aralarında senlik-beniik olmadığını, aynı inancın, aralarında sıkı bir birlik-beraberlik sağladığını bildirir. Netekim «Dokuz abdal bir kilimde uyur, iki padişah bir iklime sığamaz» atasözü de bunu perçinlemektedir.
«Soygun vermiş abdala dönmüş» atasözüyse, zâten yan çıplak bir halde bulunan «Abdalsın soyulunca ne hale geleceğini gözler önüne seren ve soygunun dehşetini belirten bir atasözüdür.
«Abdal, abdala çatmayınca kasnak koyna girmez; Abdal, abdalın ne onduğunu ister, ne bulduğunu; Abdal alacayı, isli karacayı sever; Abdaldan paşa, ağaçtan maşa olmaz» atasözleriyse Kibtîlere «abdal» adı verilmesinden doğan sözlerdir.
Anadolu'da ve Rumeli'de adına «Abdal» vasfı takılan birhayli yatırların türbeleri, camileri bulunduğunu. Alevî - Bektaşî Halk Edebiyatında, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal, Pîr Sultan Abdal, Kazak Abdal, Muhyiddin Abdal gibi şairlerin mevcudiyetini de bildirelim ve bu maddeye son verirken «Dertli Kemler» mahlasını kullanan ve 1794'te ölen «Dertlb'den başka biri olan şâirin,
Abdallığm binasını sorarsan, Hakıykat ilminin asim ararsan, Hakıykat ilminin aslın sorarsan, Cümle ululardan ulu abdaldır
dörtlüğüyle başlayan nefesiyle (Alevî-Bektâşî Nefesleri; İstanbul, 1963, s. 38) XVI. yüzyıl şâirlerinden Hayretî'nin,
Buldular ol bî nişandan çok nişan Abdallar, Lâmekân ilinde tuttular mekân Abdallar beytiyle başlayan ve abdallar, öven on dokuz beyitlik şiirini de hatırlat* lım (Aynı; s. 53-54).
Abdest
Abdest vermek Abdestimi bozmadım Abdestimde şüphem yok
Abdestsiz
sofuya namaz mı dayanır
Abdest, bâzı dinî ibâdetleri yapabilmek için muayyen uzuvları yıkamak ve meshetmek üzere edâ edilmesi gereken ön bir ibâdettir. Abdestsiz namaz kılınamaz; Kur'an-ı Kerîm'in yazılarına el sürülemez, Hac tavafı yapılamaz. Ölüyü yıkamaya da «Abdest vermek» denir.
Edebe aykırı bir iş gören kişiye «Sana bir abdest veririm kî bir daha bozmazsın, bozamazsın» yahut «Bozulmaz» denir ki bu söz, haddini bildirmek anlamına gelir; yalnız tasavvuf ehline ait olmayıp umumîdir.
Bektaşîliğe girecek kişiye, giriş töreninden önce, İmâmîyye mezhebine göre abdest aldırılır. Tarîkate girince de baba, yâni Bektaşî şeyhi ona öğütlerde bulunur; «Elin tek, dilin pek, belin berk tut» der. «Eline, diline, beline» diye özetlenen bu üç esasa riayet eden Bektaşî, kendisini överken «Ben abdestimî bozmadım», «Abdestimde şüphem yok» der. Bu son söz umûmidir; herhangi birşeyle ilgisi olmayan kişi, «Benim abdestîmde şüphem yok» der; fakat «Abdestimi bozmadım» sözü, Bektâşîlere aittir ve bunu söyleyen, ikrarından dönmediğini, ahdinde sebatını bildirmiş olur.
Bir de, çabucak namaz ktlan, «Abdestsiz sofuya namaz mı dayanır»
atasözüyle tavsif edilir ki «sofu» sözünün «Sûfî» nin söyleniş tarzı olduğu düşünülürse bu atasözünün tasavvuftan geçtiğine hükmedilebilir.
Acele
Acele şeytandan, teenni Rahman dan Acele işe şeytan karışır (Evetieme, boka düşersin Evmekle menzil alınmaz)
İlk atasözü, bir hadîs-i şerifin tam türkçesidîr (Câmi'us-Sagıyr fî Ahâ-dîs'il-Beşîr'in-Nezîr; Mısır - 1321; c. I, s. 112). «Acele işe şeytan karışır» atasözü de aynı mealdedir. İvmek, evmek, acele etmek anlamına gelir; son atasözü, hem maddî, hem manevî menzil almanın, aceleyle değil, düşünerek, taşınarak, bastığı yeri, aldığı yolu bilerek gitmekle mümkün olacağını bildirmektedir.
Açık kapı
Açık kapıyı Allah kapatmasın Kapıyı örtmek, sırlamak, sırretmek
Açık kapı; konuğa, yoksula, açık olan, konuk konuklanan, yoksulun ihtiyacı giderilen kapı, yâni ev, konaktır ve bu atasözü, böyle kapının, kapanmamasını Allah'tan niyaz eder «Kapamak, kapatmak» sözlerindeki anlam dolayısiyle tasavvuf ehli, bu sözleri bile, bu atasözünden başka bir sözde kullanmazlar. «Kapıys örtmek», yahut «sırlamak» ta'birlerini kullanırlar. «Kapıyı ört», «Kapıyı sırla», yahut «Şirret» gibi.
Adak -
Adamak
Ada bana, adayım sana Adadığı çok, verdiği yok Adamak kolay, ödemek güç
Adak, bir işin olması için Allah rızâsını elde etmek, Allah'a manevî yakınlığa ermek kasdiyfe herhangi bir ibâdetin yapılmasına söz vermek anlamına gelir. Meselâ hasta olan, hastalığının geçmesi için bir gün oruç, yahut yoksullara muayyen, yahut gayri muayyen bir para, yahut iki rik'at namaz adar ve iyileşince adağını yerine getirir. Adak, gene Allah rızâsını elde etmek, Allah'ın manevî yakınlığına ermek kasdiyle herhangi bir ve!î adına da olabilir ki bu takdirde o velînin rûhâniyetinden, Tanrı'ya yakınlığından yardım dilenmektedir ve adağın sevabının o velîye bağışlanacağı şart koşulmaktadır. Doğrudan doğruya bir velîye, bir yatıra adak adamak, Islama aykırıdır; fakat ondan medet umup, onunla Allah'a tevessül etmek caizdir.
«Ada bana, adayım sana» atasözünün anlamında şümul vardır; sen bana yardımda bulun, ben de sana yardım edeyim demektir. «Adadığı çok, verdiği yok» atasözü, adağını yerine getirmeyenler hakkında söylenir; aynı zamanda, sözle atıp tutan, fakat sözünde durmayan kişiler hakkında da kullanılır, Netekim «Adamak kolay, ödemek güç» atasözü de hem insanın, yerine getirebileceği birşeyi adaması, hem de adağını ödemesi lüzumunu bildirir. Burada aklımıza gelen bir fıkrayı da yazalım :
Bedevînin biri, hurma ağacına çıkarken, «Yarabbi» demiş, «kılçıklar bir yerime batmadan inersem sana bir öküz kurban edeyim; adağım olsun.» Çıkıp hurmaları topladıktan sonra inerken, «Yarabİ, bir koyun» demiş. Biraz daha inince «Yarabbi» dermiş, «bir kuzu» Sağ-esen yere inince ba-ğırırmış; adak mafiş Yarabbi.
Adağa arapca «Nezir» de derler (Bu maddeye de bak).
Adam. - Âdem
Adam insan Adam değil, cüdam Adamlık başka şey Adam sarrafı Âdem-i Ma'nâ
Adam, adam demekle adam olmaz
Adam adamın kadrini bilir, sarraf altın kıymetini
Adam adamın, sarraf altının kadrini bilir
Adam, adam sayesinde adam olur Adam ahbabından bilinir Adam akranından, hayvan yularından tutulur Adam ikranmdan, hayvan yularından tutulur Adamlık parayla-puüa değil
«Âdeme âdem gerektir, âdem etsin âdemi;
Âdem âdem olmayınca netsin âdem âdemi?»
Âdemiyyet dad-i Hak'tır, herkese olmaz nasîb
Adam, arapça «Âdem» in türkçeleşmişidir. Azerî lehçesinde adam yerine «kişi» de denilir. Kur'an-ı Mecîd'in XVII. sûresinin (îsrâ'} 70. âyet-i kerîmesinde âdemoğullarının şerefi, 'kaderi bildirilmekte, insanın, birçok yaratılmışlardan üstün olduğu beyan buyurulmaktadir. VII. sûrenin (A'râf) 179. âyet-i kerîmesindeyse, gönülleri olduğu halde anlamayan, gözleri olduğu halde hikmetleri sezip görmeyen, kulakları olduğu halde doğruyu duymayan insanların, hayvandan da aşağı oldukları, onların, gaflet ehli bulundukları bildirilir. Bu bakımdan tasavvuf ehli, insanın, anlayış, duyuş, seziş ve huy bakımından da gerçek insan olmasına ehemmiyet vermiş, bu ehemmiyet dilimize deyimler ve atasözleri kazandırmıştır.
Bütün manâsıyle insan olan kişiye, «Adam insan» deriz. İnsanlıktan nasîbi olmayan kişi hakkındaysa «Adam değil, cüdam» sözünü kullanırız, «cüda» farsca, ayrı anlamına geldiğinden, bu sözle, adamlıktan ayrılmış kişi dendiğini sanıyoruz. Aynı zamanda Azerî lehçesinde «cıda», mızrak demektir, «cüdam» sözü, bundan gelmişse, adam değil, mızrak gibi boy -postan ibaret, tek başına bir İşe yaramaz demek oluyor. «Adamlık başka şey» deyimi insanlığın, şekille olmadığını bildirir. Adamları, hallerinden, tavırlarından, sözlerinden, hattâ giyimlerinden - kuşamlarından., yürüyüşlerinden, bakışlarından anlayıp hükmünü veren, hükmü de doğru çıkan kişiye «Adam sarrafı» deriz. Tasavvuf erbabı arasında, Hazret-i Peygam-ber'in (S.M) hakıykatine vâris olduğuna inanılan «kutb» a da «Âdem-i Ma'nâ» ve «Merd-i Ma'nâ» dendiği vardır; netekim oğlanlarşeyhi İbrahim (1065 H. 1655), «Dil-i Dânâ» adını verdiği kasidesinde,
Sıfât-ı Hatfdürür âlem, sıfatın zâtıdır, âdem, Kamu şeyden olan akdem oîubtur «Âdem-i ma'nâ»
Ben âdem dediğim ma'nî-i âdemdir behey âdem, Sözü Seb'ül-Mesânî'dir, yüzüdür Nüsha-i Kübrâ der (Bizim istinsah ettiğimiz nüsha; 25 bj.
«Adam, adam demekle adam olmaz», başka bir deyişle «Adam, adam denmekle adam, adam olmaz» atasözü, insanın sözle değil, özle insan olacağını bildirmektedir. «Adam adamın kadrini bilir, sarraf altın kıymetini» ve «Adam adamın, sarraf altının kadrini bilir» atasözieriyse gerçek insan olanın kadrini, gerçek insan olan kişinin bileceğini, netekim altının kadrini, kıymetini de ancak sarrafın bildiğini ifade eder. «Adam, adam sayesinde adam olur» atasözü, terbiyenin ehemmiyetini belirtmesi bakımından pek değerlidir. «Adam ahbabından bilinir» atasözüyse «İnsan, sevdiğiyle-dir», yâni sevdiği kişi ne haldeyse, ne huydaysa, nasılsa, o da o haldedir, o huydadır, öyledir ve «İnsan, dostunun dînindedir; insanın kimi sevdiğine bak» mealindeki hadislerin âdeta türkçesidir {Cami'us-Sagıyr; II, s. 173; Künûz'ülHakaaık; II, s. 181). «Adam kıymetini adam bilir, adamlık parayla-pulla değil» ve «Adam akranından, hayvan yularından tutulur» atasözleri de gene aynı anlamları vermekte, insanın verdiği söylediği sözde durması lüzumunu belirtmektedir.
Âdeme âdem gerektir, âdem etsin âdemi;
Âdem âdem olmayınca netsin âdem âdemi beytiyle,
Âdemiyyet dâd-i Hak'tır, herkese olmaz nastb mısraı da bilginler arasında söylenegelmiş ve atasözü olmuştur.
Âdet etme, âdeti terk etme
Bu atasözü de, bir şeye, tabiî iyi, yerinde ve güzel olmak şartıyle, alışmamak gerektiğini, alışınca, çevreyi de alıştırınca, onu bırakmamak icab ettiğini bildirir. Sözgelişi, büyük tanınan, sayılan birine, bayramlarda teb-nke giden kişi, bir bayram gitmezse o zatı meraklandırır, ondan sonraki bayramlarda da gitmemeye başlarsa onu üzer. Ama ıbayram tebriklerine gitmeyi âdet etmemişse, ne o kişi, onu merak eder, ne üzülür.
Ağaca dayanma, çürür; dıvara dayanma yıkılır; dayan kul, Al lah'a dayan
Tasavvuf ehli arasında söylenegelen bu atasözü, herhangi bir işe doğru-dürüst başlanınca, sağlam bir gönülle, başarı elde edeceğine inanarak o işin üstüne düşülmesini öğütler; aynı zamanda şuna-buna güvenerek, bir topluluğa dayanarak, başaramayacağı işe girişen kişinin, o işe girişmesine sebep olanların el çektikleri takdirde desteksiz kalacağını da hatırlatır. Ancak bu dayanç, bu güvenç, bütün sebepleri hazırladıktan, hiç birini İhmâl etmeyip yerli yerine getirdikten sonra olmalıdır; Hazret-i Peygamber (S.M.), devesini başıboş bırakıp huzura giren kişiye, «Bağla, sonra dayan» buyurmuşlardır (Cami', II, s. 73).
Ağacın meyvesi olunca başını aşağı salar
Bu atasözü, kemâi ehli olup özünden, sözünden faydalanılan kişinin alçak gönüllü olacağını bildirmektedir. Azerbaycan'da bu atasözü «Ağaç bar verende başm yere salar» tarzında söylenir.
Âğâh - Agâh Olmak
Lügatte uyanık, onlayışlı olan ve olacak şeyleri sezen, bilen kişi anlamına gelir. Tasavvufta, bilhassa Mevlevîlerde, uyuyan kişiyi ükürtmeden uyandırmak, yol edeplerindedir. Hafifçe yastığına el ucuyla, sağ elin parmak uçlarıyla vurulur ve yavaş bir sesle, adıyla hitap edilerek, «derviş ... agâh ol» denir ki, bu uyan demektir.
Birisine «Agâh kişi» denirse, gerçek yolunu bilen, olacakları sezen anlayışlı kişi anlamı anlaşılır.
Ağlatan Gülmez
Kötülük edenin kötülüğünün yanına kalmayacağını, er-geç ilâhî adâ-
letin tecellî edeceğini, kötülüğünün cezasını çekeceğini dinî inançla bildiren bu atasözü, aynı zamanda kötülük etmeyi, ağlatmayı âdet edinen kişinin, o âdete uyan, onun yolunu-yordamını tutan birisi tarafından haksızlığa uğratılacağını, kötülüğe düşürüleceğini, ağlatılacağım da ihtar eden; yaşayış düzeninin zulümle değil, adaletle, sevgiyle yürüyebileceğini bildiren gerçek bir hikmettir. Dilimizde, bu esasa dayanan birçok atasözleri vardır; bunların birazcığiyle huylanırsak ne mutlu bize.
Ağza Tükürmek
Sıtmaya, ateşli hastalıklara, ellerde çıkan ve sîyil denen içi dolu kabarcıklara, çeşitli sebeplerle ruhî dengesini bozan kişilere nefes edilir; yâni muayyen âyetler, içlerinde «şifa1» sözü geçen «Şifâ' âyetleri» denen âyet-i kerîmeier, dualar okunur, üflenir. Kâğıda bâzı âyetler, dualar, şekiller yazı-iır, çizilir, üçgen şekiinde bükülen bu kâğıt, yedi kat muşambaya sarılıp üs-tüne bir bez geçirilerek bir kılıfa konur; dikilen ve «muska» denen t>u nesne hastanın boynuna takılır. Bâzı kere de yazıiı kâğıt, suya konur, üç gün suyu içilir, üçüncü günü dürülüp bükülerek bir yudum suyla yutulun Eski dinlerden kalan ve bilhassa Keidanîlerden geçen bu inançlar ve âdet-ier, İslâm tarafından menedilmekle beraber (Cami1; İL s. 152; 3. Hadîs) cahil hocalar, hele kolay geçim yolu bulanlar, bunu bir gelenek haline getirmişlerdi. Okumak ve muska yazmak için, el almak gerekti (Bu maddeye bak); okumaya, muska yazmaya me'zuniyet alınması şarttı. Bu me'zuni-yet, ya sözle verilirdi; yahut da mezun olan kişi, el almak isteyenin ağzına hafifçe tükürürdü; tabîî dünyalığını sağlayacak bu işi elde etmek için de ağzına tükürene, dilediği dünyalık verilirdi.
Bu âdet, argoda sövgüler arasına, bir sövgü hafifletilerek «Ağzına tükürdüğümün», «Ağzına tükürürüm......» gibi sözler katmıştır.
Ağza tükürtmek, ermiş olduğuna inanılan birisinin kemâline mazhar olmak için de başvurulan bir şeydi. Anlatırlar; Sivas'ta «Deli Derviş» diye anılan, halk tarafından ermişliğine inanılan biri varmış. Doğan çocukları bu meczuba götürürler, onun gibi ermişlerden olması için ağızlarına tükür-türlermiş. Birgün fazlaca tükürük harcamız, tükürüğü kurumuş olacak ki kızıp getirilen çocuğun anasına şöyle demiş :
— Maya, mâye-i Muhammediyyeden olmadıktan sonra ağzına tükür-sern değil ya, s...... beş para etmez.
Ağza tüküren meczup, ağza tükürtenlerden akıllıymış demek.
Alevîler, kendilerinden olmayanlara «Ağzı kara» derler. Azerilerin, Şia olmayanlara «Kara boğaz» demeleriyle bunun ilgisi meydandadır. Aleviliği bitmeyen, incelemeyen, Osmanoğullarınm artık tarihe geçmiş siyasî ihtiraslarını halâ yürüten kişilerin, Alevîlere ettikleri iftiratar, onları karalamaları, kötülemeleri, bu deyimin meydana gelmesine sebep olmuştur sanıyoruz.
Arapça «kardeşim» demektir. Fütüvvet yolunda (Bak: Fetâ, Fütüvvet) sanat ve zanaat ehlinin her biri, şeyhlerine «Ahî» derlerdi. Bir şehirde, yahut bölgede bulunan ahîlerin tâbi' oldukları şeyheyse şeyhlerin şeyhi anlamına «Şeyh'üs-şuyûh», yahut türkçe «Ahî Baba» ve «Ahî Türk» denirdi. Yunus Emre bir şiirinde,
Sûfilere sohbet gerek, Ahîlere ahret gerek,
Mecnunlara Leylî gerek, bana seni gerek, seni
beytiyle bu sözü kullandığı gibi «Ahî» redifli bir şiir de söylemiştir.
Akıl
Akıl attır, dizgini arif elinde
Akla mağrur olma Eflâtûn-ı vakt olsan dahi
Akıl için yol birdir
Akılla nefis birbirine düşmandır
Akılla yo! alınmaz
Akıllı edebi, edebsizden öğrenir
Akıl, insandaki idrâk kabiliyetine verilen addır. İslâmda, teklif, yani Allah'ın emirlerine uymak, nehiylerinden kaçınmak için insanda akıl ve ergenlik şarttır; sorumluluk, dünyada da, âhirette de bu iki esasa dayanır. Anoak akıl, vesveselere kapılıp şehvetlere dalabilir. Fakat arif olan, yâni, «Nefsini bilen Rabbini de bildi» hükmünce kendisini acizle, noksanla, isyania, zaafla bilen, Rabbini de kudretle, kemâlle, bağışlamayla, hikmet ve lutufla, ihsanla tanıyan kişi, Rabbine sığınarak aklını doğru yola sürebilir. «Akif attır, dizgini arif elinde» atasözü, bunu dile getiriyor.
İnsan zayıf ve bencil yaratılmıştır; aklına güvenen, çok defa yanılır. Hattâ bu yüzden sûfîler, ileriyi, âhıreti düşünen akla «Akl-ı Maâd», yalnız dünyâyı düşünen akla, «Akl-ı Maaş» adını vermişler, daha doğrusu, aklın bu iki yola yönelişi bakımından ona iki ad takmışlardır, atasözü olarak, bilhassa bilginler tarafından söylenen,
Akla mağrur olmak Eilâtûn ı vakt olsan dahi mısraı da, aklın bu yanlış hassasını ifade ediyor.
Çeşitli ihtimaller karşısında aklı olgun kişilerin hemen hepsi, bir kararda birleşirler. Bu da «Akı) için yol bîrdir» atasözüyle belirtilmekte.
«Akılla nefis birbirine düşmandır» atasözüyse aklın daima iyiyi, güzeli, hayrı seçeceğini, nefis denen ve insanı bencilliğe götüren, şehvete kaptıran, kötülüğe atan isteğinse ona zıt harekette bulunacağını anlatmakta.
«Akılla yol alınmaz»; çünkü manevî yol, insanı yokluğa götüren, izafî ve geçici varlığını insana terkettiren, irâde ve ihtiyarını, Allah'ın irâde ve ihtiyarına terkettiren yol, o yolun durakları, aklın bilmediği, sezmediği yoldur Akıl, varlık âlemini düzene sokmaya çalışır, yokluk âlemindense hGber bile yoktur. Akla uyan, mânâ yoluna gidemez. Bu yüzdendir ki sûft-ler arasında «Akıl, erlerin ayak bağıdır» mealinde bir arapça atasözü söylenir-durur; bu yüzdendir kî Mevlânâ, «Aklı, Mustafâ'nın ününde kurban et; Allah bana yeter de ki Allah'ım, yeter» der (Mesnevi şerhi; IV, beyit. 1408).
«AkıÜı edebi, edebsizden öğrenir» atasözü de bize kötülerin yaptıkları kötülükleri görüp çekinmemizi öğütlemektedir.
Yemînî'nin 925 hicrîde (1519) yazdığı «Fazîlet-Nâme» de (Ali Haydar ve Ahmet Hızır basımı; İst. Cihan Matbaası - 1325, 1327; s. 288), hicrî S83'te (1478) vefat eden Otman Baba'nın yolunu tutanlar tarafından kutup tanınan ve Akyazılı Sultan adıyla anman İbrâhîm-i Sânî'nin 901'de (1495-1496) zahir olduğunu, yâni doğduğunu, yahut Otman Babalılar tarafından kutup tanındığını anlamaktayız (s. 83, beyit 10-25). Frants Babinger, Romanya'da, Balık'taki Akyazılı tekkesinin, Bektâşîler ve Hristiyanlar tarafından ziyaret edildiğini ve Hristîyanlarea bu azîzin, Aya Atanaş olarak tanındığını (Anadolu'da İslâmiyet. İst. Edebiyat Fakültesi Mecmuası, sene: 2; sayı: 3 - 1338; s. 218), Hasluk da, türbenin üstüne bir Bulgar papazı tarafından salip takıldığını haber veriyor (Bektaşîlik Tetkikleri; Ragıp Hulusi tercemesi, s. 27). Evliya Celebi, Akyazılı'yı Hacı Bektaş halîfesi sanmakta ve Varna ile Balçık iskelesi arasındaki tekkesini anlatmaktadır (İst. İkdam Matbaası, C. 3 - 1314; s. 349-354).
Bektâşîlerce Akyazılı, hem bir Bektaşî azîzidir;. hem de rakıya veri-İen addır. Onlara nazaran tarikate girmek isteyen kişiyi sınamak için «dem» denen (Bu maddeye bak) rakıyı mohabbet meciisine sokan bu zattır. Bektâşîler, «zahir» (bak) dedikleri Bektaşî olmayanlar arasında, birbirleriyle konuşurlarken, meselâ, «dün akşam filân kişide mihmandik, Akyazılı gördük» derler ve rakı içtiklerini anlatmış olurlar.
Mahabbet sofrasına oturulduğu zaman baba, yahut eski bir Bektaşî tarafından çekilen gülbankte (Bak) «Nur ola, sırr ola, Akyazılı sultan göçümüz - bekçimiz ola» denerek bu zâtın adı anılır.
Al Bunu Da Cebrail'ine
Giydir
Dervişin, herşeye razı olması, «Eyvallah» demesi gerektir (Eyvailah'a bak). Şeyh, sınamak için dervişi güç şeylere koşabilir, bunlara da itiraz etmemek, yapmaya çalışmak gerektir; tarikatteki disiplin mutlaktır. Ama •sırası gelinee de Bektaşî, yerinde bir nükteyle bu disipline karşı durur.
Bektaşî dervişinin tacı; yâni külahı eskimiş, güve düşen, yıpranan, giyilecek hali kalmayan tekbirli (Bak: Tekbir) tacını, zahir eli değmesin, ayaklar altında kalmasın diye mezarlığa gidip eski bir mezara gömmüş; baş açık gezmeye başlamış. Başında saç bulunmadığından, güneş vurduk-'Ca başı, ıştî-ışıl parlarmış. Bir gün, bir yerden geçerken erenlerin başı, bir külhanbeyinin gözüne çarpmış. Karpuz yiyormuş külhanbeyi; karpuzu ortadan kesmiş, kaşıMamaktaymış; sonuna da gelmiş. Yarım karpuz ka-buğunu nişanlayrp Bektâşînin başına doğru fırlatmış. Bu sırada Bektaşî de Hak'tan bir taç niyazında bulunuyormuş, gönlünden bunu geçiriyormuş. Kabuk başına geçince, erenler ihsan etti deyip eliyle kaşlarının üstüne indirmek istemiş. Karpuzun suyu yüzüne akınca başından çıkarıp görmüş ve fena bozulmuş. Göğe doğru fırlatıp atarken demiş ki:
Al bunu do Cebrail'ine giydir.
Olmiyacak bir şey olunca, bu söz tasavvuf ehli arasında söylenir; bu hikâye nakledilir. Bektaşi erenleri, belki naz ehliymiş; söylemiş (Bak. Naz-Niyaz), biz böyle bir söz söyleyemeyiz; ama «Nakl-i küfr, küfür değildir» (Bu maddeye bak); biz de yalnız naklettik.
Dayanılmayacak hallerde söylenegelen bir atasözüdür; şu fıkraya dayanır:
Gönlü tez daraian biri, özenip derviş olmuş, her emre eyvallah demeyi öğrenmiş. Fakat zaman geçtikçe, emirler ağırlaştıkça canı da sıkılmaya başlamış. Günün birinde şeyh, dervişe gene zor bir iş buyurunca başındaki külahı çıkarıp şeyhin önüne koymuş, «Al külahını» demiş, «Eyvallah! içinde» ve baş açık olarak tekkeden çıkıp gitmiş.
Bu sözdeki «deli», bildiğimiz deli değildfr; kendini Tanrı sevgisine kaptırmış, yaşayış icaplarını ardına atmış, hiçbir şeye aldırmaz kişidir ki tasavvuf ehli, bu çeşit adama «Meczup» der (Bu maddeye bak); bu çeşit adamlardan keramet umar; sözlerinde hikmetler olduğuna inanır. Aynı zamanda, bu atasözüyle, kimseyi aşağı görmemek gerektiği, aşağı sanılan kişiden bile doğru, akıllı bir sözün duyulabileceği de öğütlenmektedir. Atasözündeki «us» akı! anlamınadır ve uslu, yâni akıllı İle deli sözleri bir tezad meydana getirmektedir. Hurufî Arşı (1030 H. 1620-21), bir şiirinde
Ar§i-î şeydadan eğer ister isen doğru haber, Râh-ı Hak'a eyle sefer, vakt-i seher, kum kum kum diyerek bu atasözünü dile getirir (1260 hicrîde Hafız Mehmet Şükrü îara-\fından yazılmış olan bizdeki divan, 40. a-b).
Alî'ye mensup anlamına gelen bu söz, hem Hazret-i Alî soyundan gelen anlamına gelir, hem de Hazret-i Alî taraftarı olan, onun yolunda giden anlamım verir. «Gerçekten de yüce Allah her peygamberin soyunu, o peygamberin sulbünden izhâr etti, benim soyumuysa Ebû Tâlib oğlu Alî'nin sulbünden izhâr eyledi» hadîs-i şerifi mucebince (Cami1; I, s. 58) Hazreî-i Ali'nin ve Cenab-ı Peygamberin (S.M) kızları Hazret-i Fâtıma'nın sulbünden gelenlere «Alevi» denmiştir. Bunlara umûmî olarak «Seyyid» dendiği gibi İmam Hasan soyundan gelenlere «Şerif», İmam Huseyn soyundan gelenlere «Seyyid» denmesi de âdet olmuştur. Bunlara, Kur'an-ı Mecîd'in hükmünce malı temizlemesi dolayısıyle zekât ve belâyı def etmesi yüzünden sadaka vermek haram olduğu gibi onların da zekât ve sadaka almaları haramdır; ancak zekât ve sadakalarını birbirlerine verebilirler. Soyu Hazret-i Peygamber'in ataları Abdüimuttalib'e erişen kişilerin hepsi de bu hükme girer ve «Âli Muhammed - Muhammed soyu» sayılırlar.
Ayrıca, Hazret-i Peygamber'den sonra halîfe ve Peygamber'in vasîs; olarak Hazret-î Alî'yi ve onun soyundan gelen İmamları tanıyanlara, A!i ve evlâdının tarafını güdenlere, Alî taraftan, yâni «Şîa» olanlara da «Alevî» denmiştir. Galib Dede (1213 H. 1799} bu anlamda.
Sanman bizi kim beste-dil-i nefs-i gâvîyüz, Ne havf-ı emîran bilürüz, ne bedevîyüz; Râzî-süde-i hükm-i kaza Mustaiavîyüz; Hâk-i kadem-i Âli Aba Murtazavîyiiz;
İkrarımıza ser verirüz, ahde kaviyüz; Biz sâh-i velayet kulıyuz, hem Âlevîyüz
<ter (Divan; Bulak - 1252; Kasideler, s. 79-80). Fâzıl paşa da (1300 H. 1882)
Şem'-i bezm~i Haseneyn-emf Alevî'yem, Alevî; Yakar a'dâyı benim Şu'le-i ahim alevi beytiyle aynı şeyi söyler.
Anadolu ve Rumeli'de, İran'ın bâzı bölgelerinde Bâtınî inançlar besleyen, Hz. Alî hakkında aşın kanaatlar güdenler de kendilerine «Alevî» ve «sûfiyân» derler. Bektâşîler bunlara «Sofu Sürkleri» adını da verirler. İran'da bunlar, kendilerine, umûmî bir ta'bir olarak «Ehl-j Hak» adım vermişlerdir.
Sancak anlamına arapça bir sözdür. Kubbe ve minare tepesine konan şeye de denir. Bektâşîlerde halîfeye verilen emânetler arasında, üstünde, tarikatin inanç esaslarını belirten yazılar bulunan bir alem de vardır. Son zamanlarda bu töreye riâyet edilmez olmuşta.
Ali Sırrı - Arı Sırrı
Alevîler (Sofu Şürkieri) ve tasavvuf ehli arasında söylenegelen bü terim, arının, kovan kurması, bal yapması, yaşayışı bakımından, gerçekten de insanı şaşırtacak derecede bir düzene uyması dolayısıyle söylenmiştir. Arının sırrına nasıl akıl ermezse, Alî'nin sırrına da akı! ermez anlamın* da söylenir.
Allah Derdini
Arttirsm
Dert, hal ehlince gerçek aşktır; gerçeğe ulaşma derdidir. Bu bakımdan, herhangi bir can, bilhassa îarikate yeni intisab eden, cezbeye kapılır, ağlar, yanar-yakıltrsa şeyhi, yahut tarikat ulularından bîri, ona, «Allah, derdini arıtırsın» diye dua eder. Bu söz, bir ilenme değil, hayır duadır.
Allah
Feyzini Arttırsm
Bu da aynı anlamda gelen bir duadır.
Allah Deyip
Döneriz; Allah Deyip Dururuz
Bu bir atasözü değildir; küçük bir fıkradır; fakat sırası gelmişken yazmadan geçemedik.
Bektaşi, Mevlevi'ye sormuş :
— Ne der de dönersiniz?
Mevlevi, Allah deyip döneriz demiş. Bektaşi bu sözü duyunca demiş ki:
Biz de Allah deyip dururuz.
Allah Diyen
Mahrum Kalmaz
Bu atasözü, dille Allah diyeni değil, canla-gönülle, kendi varlığından geçerek, bir hadîs-i kudsîde bildirildiği gibi irâdesini. Tanrı irâdesine verip kudret sahibinin diliyle Allah diyenin mahrum kalmayacağını bildirir {Muhammed'ül Medenî: El'İthâfât'üs-Seniyye fi'l Ahâlîs'il-Kudsiyye; Hay-darabât - 1323; s. 16, 21, 41-42, 82, 91). Netekim Muhyî (Bezcizade Muh-yiddin; 1020 H. 1611), bir şiirinde,
Tevhid eden deli olmaz, Allah diyen mahrum kalmaz;
Her seher açılır, solmaz, Bahara erer gülümüz
dörtlüğünde bu atasözünü dile getirmiştir (Gölpınarlı: Melâmîlik ve Melâmiler; İst. Üniversitesi, Türkiyat Enstitüsü basımı - 1931, s. 130).
Allah
Eyvallah
Tarikat ehlince müşterek oian, fakat daha fazla Bektâşilerle Mevlevî-ier tarafından kullanılan bu deyim, muhatabı tatmin için kullanılır ve yemin mahiyetini taşır «Allah Eyvallah bu, böyledir» gibi.
Allah Nâmerde, Merde, Hiç Bir Ferde Muhtaç Etmesin
«Nâmerde», yâni gerçek anlamıyla adam olmayana, «merde», yâni odam olana, «hiç bir ferde», yâni hiç bir kişiye «muhtaç etmesin» demektir. Bektâşilerin «Büyük gülbank» denen ve ayn-i cemlerin sonunda baba tarafından okunan gülbanklerinde geçer.
Allah Padişahın Ayağından Özenğiyi Çıkarmaya
Ehlibeyt taraftarı ve Şîa mezhebinden olan, yahut bu mezhebe mütemayil bulunan, «vahdet-i vücud» da aşırı inanç güden tarikat ehline, bilhassa Alevîlerle Beyrârnî Melâmîlerine (Hamzavîiere), Osmanoğullarının İran'la siyası rekabetleri ve Ehli Sünnetin ileri gidenleriyle padişaha, menfaat yüzünden bağlananları, adetâ imha hareketleri tertiplemişler, zaman-zaman toplu bir halde ve her vakit ileri gelenlerini, çşîtli isnatlarla öldürtmüşlerdir; aleyhlerine fetvalar çıkartmışlardır. Bu yüzden Bektâşilerin gülbankierine, «Allah erenler, Şeytan şerrinden, Suitan şerrinden koruya» cümlesi girdiği gibi «Allah padişahın ayağından özenğiyi çıkarmaya» sözü de, Hamzevîler arasında bir atasözü olarak soylenegelmiştir ki bu sözle, kâfirle savaş kastedilmektedir.
Oğianlarşeyhi ibrahim (1065 H. 1655), «Sohbet-Nâme»de, Bayrâmî Melâmîierinden Pîr Aiiyy-i Aksarâyî'nin (945 H. 1538), «Ey zâtri pâk, padişahın ayağın üzengiden çıkarma ve vükelây-ı saltanat olanların ellerini, başlarını kaşımaya meçâl verme, tâ ehl-i Hak huzur ve rahatta olup kendi âlemlerinde olalar» diye dua ettiğini söyler (Bizdeki nüsha, s. 27).
Atasözü olarak söylenen bu söz, belki Pîr Ali'nin bu sözünden, bu duasından meydana gelmiş, belki de Pîr Ali, atasözü olarak söylenegelen bu sözü, bir sohbet esnasında dile getirmiştir.
Altmış Altıya Bağlamak
Ebced hesabında «Allah» iafza-i Celâlesi altmış altı eder:
«Altmış altıya bağlamak», bîr işi düzüp koşarak sonunu emniyetle
beklemek anlamım verir. «O, işini altmış altıya bağladı», her yandan düzüp koştu, başarıyı elde etmeyi beklemekte demektir.
Bir de «Onun işi altmış altıya kaldı, altmış altıya bağlandı» tarzında söylenir ki bu takdirde, «o işten hayır yok ya, belki Allah onarır» denmektir. Bu, ilk ifâdenin tam zıddidır .[1]
Aman Diyene
Kılıç Çekilmez
Araplarda, herhangi bir boyun amânına düşen, canını kurtarmak içirt o boya, yahut o boydan şerefli birine sığınan, onlarca da kabul edilen ki şîyi o boy, korur. Düşmanlarına vermezdi. Bu, Araplarca bir namus me-selesiydi. Bu âdet, başka millerierde de vardı, ve hâlâ da siyasî mültecilerin sığındıkları hükümet tarafından korunmaları bir geienek olarak sürmektedir. Tasavvufta da, kusurunu bilip itiraf ederek amana düşen kişi, suçu, şeriat mucebînce bir cezayı icap ederse o cezayı görür, bağışlanır ve gene kardeş tanınır; hattâ o kusuru, bir daha yüzüne de vurulmaz, şeriata göre ceza icâb etmeyen bir kusursa, zâten amana düşülünce ba-ğişlanir-gîder. Halk dilinde bu, «Amanı bilir misin», «Amana düşmek» deyimlerini meydana getirdiği gibi tasavvuf erbabı arasında da «Aman diyene kılıç çekilmez» atasözünü dile getirmiştir.
Ameli Boynana,
Semeri Sırtına
Islâh olmasından, yola gelmesinden ümit kesilen kişi, tarikatte «Yolsuz» ve «Düşkün» (bu maddelere bak) edilir ve hakkında bu söz söylenir.
Tasavvuf ehli olmayanlar arasında da söylenen bu söz, kimin hakkında söyleniyorsa, o kişinin, insanlıktan bir payı olmadığını ifade eder.
«Ter emen, terlik» anlamına gelen bu söz, başa giyilen ve dövme yün keçeden yapılan beyaz, yahut kahverengi, yukarı tarafı, aşağısına nisbetle yassı ve üstü, iki tarafın birleşmesinden meydana gelen bir kesinti arze-den, boyu kısa serpuşa denir. Konuşma dilinde «Arakıye» tarzına gelmiştir.
Bektâşilerde taçtan evvel arakıyye tekbir edilir, Mutıip, bir müddet arakıyye giyer, sonra kendisine taç tekbir edilerek derviş olur. Mevlevî-lerde kadınlara, sikke yerine arakıyye tekbirlenir.
Arayan Bulur,
İnleyen Ölür
Herhangi birşeyi efde etmeyi isteyip o işin üstüne düşen kişinin, sonunda aradığını, dilediğini elde edeceğini bildiren bu atasözü, umûmî mahiyettedir; arapçada ve farsçada da aynı mealde atasözleri vardır.
Arayan Mevlâsmi Da Bulur, Belâsını Da
Bu atasözü de umûmîdir ve aynı mealdedir.
Arı, Pîri Yok
Melâmet yolunun inancını hayata tatbik ederek esnafı teşkilâtlandıran ve «Fütüvvet» adını alan, «Ahîlik» de denen, 1908 yılınadek Türkiye'de, gittikçe güçten düşmekle beraber yaşayışını sürdüren yolda, her esnaf ve zanaat ehli, kendi zümresine, geçmişlerden, yaşamış, yahut yaşadığına inanılmış birini «pîr» olarak kabul ederdi. Pirsiz sanat ve zanaat, pîrsiz esnaf zümresi, yolsuz, arsız sayılırdı.
«Arı pîri yok» atasözü, utancı, dayana yok, aşağılık anlamına gelir ki bu teşkilâttan dilimize geçmiş ve yerleşmiştir.
Arife târîf ne hacet
Ariflere yapmamışlar mektep medrese; anınçün nasîb olmaz isteyen herkese
Arif olan anlasın
Arif olan anlar; horoz olan banlar
Arif, tanıyan, sezen, anlayan demektir. Arif olmak kabiliyeti, sûfîierde «irfan» sözüyle dile getirilir. Âlim olmak, okuyup bellemekle mümkündür; fakat irfan. Tanrı vergisidir. Bu yüzden de tasavvufta irfan, ilimden çok üstündür.
Bir de bilgi, insanı gurura yelter, adama varlık, benlik verir; irfansa, bilmediğinin çokluğunu, bilgiyle kemâle ermenin mümkün olmadığını sezdirerek insanı yokluğa sevkeder. İrfan özden doğar; ilimse bellemekle elde edilir. Âlim, öğrenmeden bilemez, anlayamaz; ârifse sezişiyle anlar, bilir. Mevlânâ «Mesnevi» de irfanla ilmi şu hikâyeyle pek güzel anlatır:
Padişahın biri, oğluna remil belletmek ister. Üstad, çocuğun kabiliyeti olmadığını padişaha bildirmek dilerse de padişahın ısrarına dayanamaz; uzun müddet çocuğa gereken şeyleri öğretir. İmtihan günü, padişah, parmağındaki yüzüğü çıkarıp avucuna alır; çocuğa, avucumdaki nedir, bil bakalım der. Oğlan noktaları atar, sonuçları bulur. Yuvarlak, ortası delik, madenî bir şey der. Padişah pek memnundur. Peki der, söyle bakalım, nedir? Oğlan düşünür, düşünür, şu cevabfverîr:
— Değirmen taşı.
«Arife törîf ne hacet» sözü, arifin buluşundaki, sezişindeki isabeti anlatır.
«Ariflere yapmamışlar mektep, medrese; amnçün nasîb olmaz isteyen herkese» sözüyse onüç heceli bir beyit olsa gerektir; irfanın okumakla elde edilemiyeceğini ifâde eder. Yunus Emre'nin,
Biz talib-i timleriz, aşk kitabın okuruz;
Çaîap müderris biz, aşk hod medresesidir
beyti, bu gerçeğin tam bir ifadesidir.
«Arif olan anlasın» sözü de 'herhangi bir nükte, bir hikâye üzerine söylenir ve ne denmek istendiği, dinleyenlerin anlayışlarına verilir. Tasavvuf kitaplarında, bir sözün sonunda, bazı kere, «artık anlayıver» mealinde arapça bir söz yazılır ki bu türkçe sözün anlamını verir.
«Arif olan anlar; horoz olan banlar», yâni öter, ses verir atasözü de irfan ehlinin anlayışını, arif oimayanlarınsa yalnızca horoz gibi Öttüklerini anlatmaktadır. Hacı Bayrâm-ı Velî (833 H. 1429-1430), meşhur şathiyesini,
Bu sözü arifler anlar, câhiller biîmeyip tanlar; Hacı Bayram kendi banlar ol sarın menâresinde
beytiyle bitirerek aynı şeyi pek güzel
ifadelendirir (Melâmîlik ve Melâmi-ier; s. 36).
Arslan sütü
Arslan eniğini yedirmez Arslon yatağından beli? olur Arslanın eniği arslan olur İki arslan bir inde olmaz
Arslan, dilimizde kuvvet, korkusuzluk, mertHk sembolüdür. «Arslan Jibi adam», «Aralan adam» deriz. Bazı kere hem mertlik, hem boy-pos. görünüş ve güzellik, özde-sözde doğruluk, eğilmemek gibi maddî ve manevî seciyeleri bir sözle belirtir, güzel ve mert bir gence, «Arslan gibi delikanlı» deriz.
Bektâşiİer deme, yâni rakıya, bilhassa su katılmışına «Arslan sütü» derler ki bu söz, halk arasında da yayılmıştır (dem maddesine bak).
Tanrı arslanı, Hazret-i Alî'dir. Bu yüzden de arslan sözü,
gerçek ere, gerçek mürşide de denegelmiştir.
«Arslan yatağından belli olur» atasözü, kemâl ehlinin oturduğu yerin de ona lâyık bir yer olduğunu, orda Kur'an-ı Kerîm'in, kitapların, seccadenin, teşbihin, güzel ve anlamlı yazılardan meydana gelmiş levhaların bulunacağını, kötülüğe ait şeylerin izine bile rastlanmayacağını anlatır.
«Arslan eniğini yedirmez» sözü, özde-sözde, gerçek eri temsîl eden yol, yahut bel oğlunun, mürşidi ve babası tarafından korunduğunu belirtir bir atasözüdür.
«Arslan eniği arslan olur» atasözü der gerçek erin maddî, manevî oğlu olan kişinin de onun gibi arslan olacağını ifadelendirir.
«İki arslan bir inde olmaz» atasözüyse, erenlerden iki ulunun, gayret, yâni erenlerdekî iyiye ma'tuf kıskançlık ve meşrep ayrılığı bakımından, bir ilde, bir yerde hüküm süremeyeceğini bildirir ve «iki kılıç bîr kında durmaz» atasözünün mealini verir.
Artsın, eksilmesin; tassın, dökülmesin
Bektâşilerin yemek, Mevlevîlerin ayn-ı cem gülbanklerinde geçen bu söz, Tann'dan bereket dileğidir. Tasavvuf ehli arasında, birşey yendikten sonra da söylenegelmiştir.
Arapça bir yapının üstünü örten şey ve çardak anlaminadır. Yüceliği bakımından padişah meclisine, saltanata, hüküm yürütmeye, kudret ve kuvvet© de denir (Müfredat, s. 232-233). Kur'an-ı Mecîd'deki «Arş», Al-fah'ın kudreti, rahmeti ve bilgisidîr. Sûfîlere göre Tüm Cism'e, varlığa Arş denir. Bu bakımdan bütün varlıklar. Tanrı Arşı sayılır.
Türkçemizde yücelik, arş, yeryüzü de ferş (döşeme) olarak kullanılır ve «Arştan ferşedek» sözü, sonu olmayan yücelikten yeredek anlamını verir. Yunus Emre,
Bu ierşi gördük, aldandık, henüz Arşe eremedik; Bu Arşa, ferşe ey hoca, göre ferrâş olan kimdir.[2]
beytinde «Arş» ve «Ferş» sözferini anar.
Hacı hacıyı Mekke'de, derviş dervişi tekkede bulur Tekke meşrutası gibi ev Tekkenin çorbası su çıktı Tekkeyi bekleyen çorbayı İçer Zaviyede çorba, tekkede pilâv
Astan, âstâne ve dergâh, farsçadır; kapı dibi, eşik yanı, ayakkabıların çıkarıldığı yer anlamlarına gelir. Tekye, dayanılacak yer anlamına farsça bir sözdür; türkçede bu sözü tekke tarzında söyleriz. Zaviye, arap-cadır; köşeye, bucağa denir, Sûfîlerce Âstan-Âstâne, tarikat pirinin, yahut ulularından birinin yattığı tekkedir ki o tarikat ehfince ulu ve muteber sayılır. Bu çeşit tekkelere «dergâh» da denir. Âstâne, dergâh ve tekke tarîkat ehlinin toplandığı, dervişlerin oturdukları, hizmet ettikleri yerdir ve «dergâh»la «tekke» sözü umûmîdir, âstâneye ve zaviyeye de denir. Zaviye dergâhtan daha küçük olan ve gelip geçen dervişlerin konaklaması için yapılmış bulunan tekkelere verilen addır.
«Hacı hacıyı Mekke'de, derviş dervişi tekkede bulur» atasözü, ifade ettiği anlamı tam olarak bildirmekle kalmaz, aynı zamanda herkesin, kendi cinsini, o cinse mahsus olan yerde bulacağını, herkesin, kendi cinsiyle uyuşabileceğini de anlatır
«Tekke meşrutası gîbi ev» deyimi, bakımsız, harap evler hakkında söylenir. Vakfı dar olan tekkelerde şeyhin oturduğu ev, £>akımsız ve harap olur; bu münasebetle yıkık-dökük evler, tekke meşrutasına benzetilir, «Meşruta» şarta bağlı demektir; herhangi bir zat, tekkede şeyh oldukça o evde oturabileceği için bu ad verilmiştir. Cami meşrutası da olur ve aynı anlama geiir; yâni o evde imam ve aiiesi, mescit veya camide imamlık vazifesini gördükçe oturabilir.
«Tekeknin çorbasî su c«ktı» atasözü, herhangi bir sebeple tekkeden umulan feyzin alınamadığını ifâde eder.
«Tekkeyi bekleyen çorbayı içer» atasözü, tekkeye konuk olanın, mutlaka doyurulacağım bildirir. Aynı zamanda tekke yemeklerinde, mutlaka çorba ve pilâv bulunur; buna da İşaret edilmektedir. Şâirin biri, bu atasözünü
Tekyeyi bekleyen elbette içer çorbayı tarzında vezne de sokmuştur.
«Zaviyede çorba, tekkede pilâv» atasözü, zaviyenin sofrasının, tekke sofrcsına nispetie biraz daha yavan olduğunu bildirir.
Âstân-Astâne, büyük dergâh anlamına «Hânkah» diye de anılır ki bu söz farsça «Han-gâh» sözünün arapçalaşmışıdır.
Divâne Mehmet Celebi (Sultan-ı Dîvânî; H. X. yüzyıl, XVI. M.), bir «mesnevisini,
Astarımda sek-i ğorğîniyem
Ânm içün âlemin Şîriniyem[3]
beytiyle bitirerek «Astan» sözünü. Şeyh Galib de,
Gelenler hankaah-ı evliyaya, Bütün davetlidir Galib salaya;
Sakın zahirde kalma aldanırsın, Komazlar, yoksa gelmezler sanırsın[4]
kıt'asında «Hânkah» ı kullanmaktadır.
Adından da anlaşıldığı gibi yemek yurdu, yemek pişen yer demektir. Tekkelerde, bilhassa Bektaşi tekkelerinde matbaha verilen addır. Ancak Mevleviler, bu tâbîri kullanmazlar, onlarca «Matbah» yâni yemek pişen yer, hem yenecek şeylerin piştiği, hem de «Matbah canı» denen dervişin, hizmetle pişip olgunlaştığı kutsal yerdir.
Hacı Bektaş tekkesinde «Mihman Evi», yâni konuk ağırlanan yer, «At Evi», yâni konukların hayvanlarının bağlandığı, tımar edildiği, doyurul-duğu ahır, «Ekmek Evi», yâni ekmeğin pişirildiği dâire, «Balım Evi», yân» Balım Sultan'ın yattığı türbenin bulunduğu bölük, «Meydan Evi», yâni Bektaşi âyininin yapıldığı ve «Kırklar Meydanı» nın bulunduğu mahal, bir d© «Aş Evi» vardır ki bu teşkilâtın tümüne birden «Pîr Evi» denir.
XVI-XVII. yüzyılda yaşayan Muhyiddin Abdal, bir nefesinde.
Aşk harmanında savruîdum, Hem elendim, hem yoğruldum,
Kazana girdim kavruldum, Meydana, yenmeğe geldim
dörtlüğüyle bu manevî pişmeyi dile getirir.
Ask-âşık
Aşk ateşten gömlektir, demirden leblebidir
Aşk kızıl bir gömlektir; ya yeninden görünür, ya yakasından
Aşk irâdet, gönül sultan
Aşk olmayınca meşk olmaz
Aşk olsun - Aşkın cemâl olsun
Aşk vermek - aşk almak
Aşk-u niyaz
Âşığa Bağdat ırak değil
Âşığa Bağdat sorulmaz
Âşığa bir işaret yeter
Âşığa nişan, dervişe burhan
Âşık herkesi
kör, dört yanını dıvar sanır
Âşıkta âr olmaz
Pır aşkına
Aşk, birisini, bir mesleği, bir yolu, canla-gönülle, kendini feda edercesine sevmek, ona bağlanmak, onsuz yaşayışı haram bilmektir. Sûfîler, aşkf, «Aşk-ı Hakıykıy - Gerçek Aşk, Aşk-ı Mecazî - Geçici Aşk» olmak üzere ikiye ayırırlar. Geçici Aşk, birisini delicesine sevmektir ki bu aşk, sevgiliyle buluştuktan sonra küflenmeye başlar; Fuzûlî, bu gerçeği,
Âsıki çün işktan müstağni eyler bir visal,
Âşıka ma'şuktan her dem bu istiğna nedir.[5]
beytiyle bildirmiştir. Buluşmaya imkân olmadığı takdirde eskiler, deliliğe yakın bir hastalık olan Geçici Aşkın, bir başkasını sevmekle, yâni bir dertten kurtulup başka bir derde uğramakla, yahut seyahatle geçeceğini söy-Jemişierdir. Gerçek Aşksa, yaratana karşı duyulan aşktır. Bu aşk, güzele değil, güzelliğe, tek bir kişiye değil, herkese, birşeye değil her şeye. Tanrının her zerrede görünen sun'una, kudretine, hikmetine, kemâline, lûtfu-na, hattâ kahrına gönülden bağlantıdır. Sûfîler, Geçici Aşka, âşıkın varlığını erittiği için, «Mecazî Aşk, Gerçek Aşkın köprüsüdür» demişler, onu da bir bakıma hoş görmüşlerdir.
«Aşk ateşten gömlektir, demirden leblebidir» atasözü, her iki aşkın da gücünü, yakıcılığını belirtir.
«Aşk bir kızıl gömlektir; ya yeninden görünür, ya yakasından» atasözü, geçici aşkın da, gerçek aşkın da, âşığın hâlinden, tavrından hareketinden, gönül ateşinden, gözyaşından mutlaka belli olacağını anlatmaktadır.
«Aşk irâdet, gönül sultan» atasözü, Sûfîler tarafından pek çok söylenir; yâni aşk, bir buyruk verendir ki ona uymamaya imkân yoktur; gönül-se o buyruğu veren sultandır demektir.
«Aşk olmayınca meşk olmaz» atasözü, neye olursa olsun, gönülden bir bağlantı olmadıkça ona çalışmanın, canla-başla o İşe koyulmanın imkânı bulunmadığını anlatır.
Sûfîlerce, kâinat, aşkla durur; Tanrı'nın yaratışı, kendini bildirmeye olan sevgisinden doğar. Onun için bir yere gelen cna, o yerin ulusu, hoş. geldin yerine «Aşk olsun» der; bu söze muhâtab olan, yere kapanıp şükür secdesinde bulunur. Biçşey içene, afiyet olsun yerine «Aşk olsun» denir; içen de ya «Eyvallah» der, yahut «Aşkın cemâl olsun», yâni güzeMiğe, ululuğa, Tanrı'ya olsun der. Bâzı kere bu söze karşılık da «Cemâlin nûr olsun» denir; muhatap da bu sözü «Nurun alâ nûr olsun» cümlesiyle karşılar. «Sabahlar aşk otsun, Akşamlar aşk olsun» sözleri de sabahı, akşamı kutlarken söylenir.
«Aşk vermek, aşk almak», tıoş geldin; hoş buldum gibi, yahut birşey içilince «Aşk olsun» diyene «Eyvallah» demeyi bildirir; bir başkasına anlatırken söylenir ve «Filân yere gittik; aşk verip aşk aldıktan sonra...» tarzında hikâye edilir. Tarikat ulusu, yahut ev sahibi, müsafire, nasılsınız diye sorunca «Aşk-ü niyaz ederiz» denir. Birisi sorulunca da, «Aşk-u niyaz ederler» denir ki bu söz, «Selâmlan var» yerine geçer.
«Âşığa Bağdat ırak değil» ve «Âşığa Bağdat sorulmaz» atasözleri, Bağdad'da, Bağdad'a yakın Necef ve Kerbelâ'da yatan İmamları hatırlatır ve bilhassa Ehlibeyt âşıkları, mutlaka buralara giderler, ziyarette bulunurlar.
«Âşığa bir işaret yeter», «Arife ta'rif ne hacet» atasözüne eşittir.
«Âşığa nişan, dervişe burhan» atasözü, pek çok söylenir ve âşığın aşkına bir nişan, bir alâmet olması, dervişin de dervişliğine bir burhan bulunması gerektiğini bildirir.
«Âşık herkesi kör, dört yanını dıvar sanır» atasözü umûmîdir. Geçict aşkta da, gerçek aşkta da âşık, hiçbir şeye aldırmaz, onca sevgiliden başka bir var, yoktur ki aldırsın.
Saz çalıp nefes okuyanlara Alevîler, «Âşık» derler, bunlara «Zâkir» dendiği de vardır. «Âşık» sözü umûmîdir, zâkir Alevîlere mahsus bir deyimdir.
«Âşıkta âr olmaz» atasözü de âşığın ruhî haleti dolayısiyie hiç bir şeye aldırış etmediğini ifâde eder.
«Pîr aşkına», bir and ifadesidir; ya karşısındakine niyazı tazammun eder, yahut sözünü bununkı pekiştirmiş olur Şûfî. Hark arasında «P^ aşkına» sözü, bir işin, birşeyin bedava yapılıp görüldüğünü bildiren bir tâbirdir ki bunun, ŞÛfilerin kullandıkları tarzla bir ilgisi yoktur.
Bildik anlamına gelen bu söz, türkcede «aşina» tarzında söylenir. Tasavvuf ehlince, gerçeği bilen, hâl ehlini tanıyan, tanığa başvurmaksızın gönül halinden ve Tanrı'nın vahdetinden haberdar olan kişidir. Yabancı anlamına «bigâne» nin ztddıdır.
Âşnâya âşnâ, bigâneye bigâneyiz[6]
mısraı, hâl ve tasavvuf ehlinin neşesini gösterir. Bayramı Melâmîlerinden Ahmed Sârbân'ın (953 H. 1546),
Bilmek istersen eğer mesreb~i dervîşânı:
Sevenin bendesiyüz, sevmeyenin sultânı[7] beyti, bu hususta daha şümullü bir anlam taşır.
Âşûrâ, arapça onuncu gün anlamınadır; Hicri yılın ilk ayı olan Muharrem ayinin onuncu gününe bu ad verilir. Hicretin 61. yılı Muharreminin onuncu günü, İmâm Huseyn, Muâviye'nin oğlu Yezîd'İn emriyle Kerbelâ'da, Küfe ve Şam ehlinin büyük bir ordusu tarafından, kendisine uyanlarla beraber şe-hîd edilmiştir. Bunu unutmayan, her yıl, bu yası tazeleyerek Ümeyyeoğuilarına düşmanlığı güçlendiren Ehlibeyt taraftarlarına karşı, o günü bir bayram günü tanıtmak gayretine düşen karşı taraf da, Âdem Peygamber'in o gün yaratıldığına, yerlerin, göklerin, Cebrail'in, meleklerin o gün halkedikföğine, İsmail Peygamıber'in o gün kurban edilmekten kurtulduğuna, Nuh Peygamber'in, o gün tufandan kurtulduğuna, Yusuf'un o gün zindandan çıktığına, Yakub'un gözlen açıldığına, Yunus'un balık karnından halâs olduğuna, bütün peygamberlerin, dertlerden, belâlardan o gün halâs olduğuna, o gün sürme çekenin göz ağrısı görmeyeceğine, ehline- ayaline bir şeyler, evine yiyecek - içecek alanın, darlık çekmeyeceğine... hâsılı o günün bir bayram günü olduğuna, hattâ Hazret-i Peygamber'in o gün doğduğuna dair hadisler uydurmuşlar, o günü bir bayram günü gibi kutlamışlardır (Süyûtî. El Leâl'il-Masnûa Fî'l - Ahâdîs'ıi -Mevzua; Kahire - 1317; c. I, s. 61-64). Aliyy'ül-Kaarî de bu yalan hadislerin bir kısmını «Mevzûâtu Kebir» inde nakleder ve bunların, İmâm Huseyn'in katilleri tarafından uydurulduğunu da bildirir. (İst. Matbaa-i Âmire - 1289; s. 77, 102, 105, 107, 122, 286).
Bütün bunlara rağmen gene de Ehli sünnet arasında, o gün Nuh Pey-gamtoer'in gemisinin karaya oturduğu, gemide kalan hububatı karıştırarak bir «Selâmet Çorbası» yaptığı inancs yayılmış, aşure yapmak, eşe -«loşta dağıtmak, bir,âdet olup kalmıştır.
Ehlibeyt'i seven, fakat bu işin esasını da bilmeyen tarîkatçilarsa İmâm Huseyn'i hatırlamak, ona mersiyeler okuyup o musibeti anmak, ağlamak vesilesiyle aşure pişirirler. Mevlevîlerde, aşure pişirmek olmadığı halde onlar da öbür tarikatçılara uyup davetlerine icabet zorunda kalmışlardır. Bektâş'lerdeyse aşure, Ehlibeyt'i anmak, mersiye okumak için bir vesîle olmuştur (Cifte Vav maddesine de bakınız).
Yesevîlerde mürşide denir.
Ateşle oynayan anlamına farsca bir sözdür. Konya'da, Meram'ın eski yolunda, sağ yanda türbesi bulunan Ateş-Bâz-ı Velî, rivayete göre Mevlânâ medresesinde aşçılık edermiş. Zamanından kalan türbe kitâbesiyle, sanduka kitabesinden, altı yüz seksen dört Recebinin on beşinci günü vefat ettiği (1285) ve gene türbesinin kitabesinde «Şems'ül-milleti ve'd-dîn» dendiğine göre bilgin bir zât olduğu anlaşılan İzzeddin oğlu Şemseddin Yusuf Ateş-bâz adına, orada bir zaviye vardı ve şeyhi, cuma günleri Mevlânâ dergâhına gelir, mukabelede bulunurdu. Bâzı kere, bir yere şeyh tâyin edilen zâtın icazetnamesi de Ateş-bâz şeyhiyle gönderilirdi. Adı dola-yısiyle Mevleviler mutbaha «Ateş-bâz Makamı», aşçı dedeye de «Ateş-bâz» derlerdi (Abdülbaki Gölpınarlı: Mevlânâ'dan sonra Mevlevîlik; İst. İnkılâp Kitobevi - 1953; s. 331-333 ve Mevlevi Adâb ve Erkânı; s. 7).
Atılan ok geri gelmez
Atılan ok geri dönmez
Birisine haksız bir muamelede bulunan, birisine zulmeden, birinin hakkını yiyen, yahut tasavvuf yolunda edebe aykırı bir iş gören, birinin gönlüne değen, herhangi bir derde, sıkıntıya, zahmete uğrarsa bunun, yaptığı kötülüğün karşılığında, erenlerin bir cezası olduğuna inanılır; bu dertten, bu zahmetten, tövbe etmekle, kötülük ettiği kişiden helallik dilemekle de kurtulmanın imkânı olmadığı, bu atasözleriyle ifade edilir. Bu manevî oka, bu manevî darbeye «Bâtın Oku, Bâtın Kılıcı» da denir. Burda şu fıkrayı, atasözünü canlandıracağı cihetle anlatmak lüzumunu duyuyoruz :
Dervişin külahı eskimiş, yıpranmış. Küfâhım bir mezarlığa gidip gömmüş, başı açık gezmeğe başlamış. Başında saç olmadığı için güneş vurdukça panl-parıl parlarmış. Külhanbeyinin birinin hoşuna gitmiş; arkasından koşup başına bir tokat aşketmiş ve «Ne güzel kabak» demiş. Derviş seslenmemiş ve külhanbeyinin bu hareketi tekerrür etmiş. Derken, gene vuracağı sırada ayağı sürçmüş, düşmüş ve dizi sivri bir taşa çarparak kırılmış. Yaptığının cezası olduğunu anlayan külhanbeyi, dervişten helallik dileyince derviş demiş ki:
— Oğul, ben razıydım; fakat ne yapayım, kabak sahibi razı olmadı; git, onunla helallaş.
Lügat anlamı, aşağılık kişiler, halk demek olan bu söz, Mevlevîlerce tasavvuf yoluna girmemiş, bilhassa Mevlevi olmamış kişiye verilen lakab-tır; isterse o kişi, kendi zümresi içinde soylu-boylu, zengin, hattâ bilgin olsun. Mevlevîler, Bektâşîlerden başka diğer tarikat mensuplarına «Sofu», yâni «Sûfî dervişi, Sûfî tarîkaîinden», tarîkate girmemiş kişiye de «Avamdan, Avam», Bektâşîler, «Avam» yerine «Zahir», Alevîlerse «Zâhid» derler.
Tasavvuf ehli, müsafirin ayakkabılarını dışarıya doğru çevirmezler. Ancak edepten dışarı ve bağışlanamayacak bir suç işleyen kişinin ayakkabıları, dışarıya doğru çevrilir ve bu, git, bir daha da gelme demektir. Ayakkabısı dışarıya doğru çevrilmiş olan kişi, gene onları içeriye doğru çevirir, giyer, eşiği öpüp geri-geri gider, kapıdan çıktıktan sonra arkasını dönüp yoluna düzülür, bir daha da, suçu bağışlanınoayadek oraya gelemez. Seyyah verilen, yâni dergâhtan gitmesi istenen dervişin de, ayakkabıları dışarıya çevrilir; o, tekrar onları içeriye doğru çevirip giderken de sırtına hırkası konur. O da eşiği öpüp gider.
Ayakkabıları içeriye doğru çevrilmiş olan canlar, ayakkabılarını, yüzü eve doğru olarak giyerler, eşiği öpüp, yâni niyaz edip arka-arka kapıdan
çıkarlar, bir iki adım sonra arkalarını dönüp' yollarına düzülürler.
«Ayakkabılarını çevirdiler» atasözü, yol verdiler, kovdular, bir daha geime dediler anlamına gelir.
Niyaz vaziyetinde (Niyaz maddesine bak), sağ ayağın baş parmağı, sol ayağın baş parmağı üstüne konur. Buna «Ayak mühürlemek» denir ki elim, ayağım yok; başım eğik, kesik; erenlere teslim olmuşum demektir.
Ayak mühürlemenin ne suretle töre olduğu hakkında çeşitli rivâyet-ier vardır. Gûyâ Selmân'ın sol ayağının baş parmağı yokmuş da bunu göstermemek için böyle dururmuş. Hazret-i Alî, vefat ederken, yüzü nikaplı bir arap gelecek, benim cenazemi ona verin demiş. Vasiyeti yerine getirdikten sonra bu Arabın kim olduğunu merak eden İmâm Hasan ve Huseyn, cenazeyi devesine yükleyip giden Arabın peşine düşmüşler. Giderlerken İmâm Hasan'ın sol ayağının baş parmağına bir taş dokunup kanatmış. Arabi bulmuşlar, kimsin diye sormuşlar; nikahını kaldırınca Alî olduğunu görmüşler. Bu sırada İmâm Hasan, sağ ayağının baş parmağını, sol ayağının baş parmağı üstüne koyup kanı göstermemek istemiş. Ateş-bâz-ı Velî, bir gün Meviânâ'ya, matbahta odun kalmadığını söylemiş. Mevlânâ, kazanın altına ayaklarını sok buyurmuş. Ateş-bâz, emre uymakla beraber acaba ayağım yanar mı diye bir şüpheye düşünce sol ayağının baş parmağı yanmış. Bu sırada Meviânâ'ya hâli anlatmışlar. Kalkıp matbaha gelerek, «Hay ateş-bâz, hay» demiş. O da kalkıp niyaza durmuş ve yanan parmağını göstermemek için bu vaziyeti almış.
Kalenderîlerin niyaz vaziyeti, sağ ayağının baş parmağını, sol ayağının baş parmağı üstüne koymak, sağ kol üstte olmak üzere sağ eliyle sol,
sol eliyle de sağ kulağını tutmaktır (Pây-mâçan maddesine bak) ve bu duruş, yukarıda da arzettiğimiz gibi teslim oluşu ifâde eder".
Ayak mühürlemek, Nakşîlerin Haildi kolundan başka bütün tarîkatler-de vardır.
Türab, arapça toprak demektir. «Hâk-i pây» da farsça, ayak toprağı anlamına gelen bir terkiptir. Sûfîler, gönül alçaklığı dolayısiyle kendilerini ayaklar altındaki toprağa benzetirler. Meselâ Mevlânâ Celâleddin Muham-med, bir rubaisinde, meâlen,
«Canım bedenimde oldukça Kur'an'm kuluyum ben, Seçilmiş Muhammed'in yolunun toprağıyım ben.
Kim benden, bundan başka bir söz naklederse
Ondan da bezmişim, o sözden de bezmişi mben»
der. Ruhî-i Bağdadî (1014 H. 1605), Terkîb-i bend'inde,
Hâk ol ki Huda mertebeni eyîeye âlî, Tac-ser-i âlemdir o kim hâk-i kademdir.[8]
beytiyle bu tasavvufî şiarı belirtir.
Mevlânâ'nın,
Gel geri, ğel geri, her neysen ğel geri,
Kâfirsen, ateşe tapıyorsan, puta tapıyorsan, ğel geri.
Bizim bu kapımız, ümitsizlik kapısı değil,
Yüz kere yövbe etmiş de bozmuşsan töbeni, gene gel geri
mealindeki rübâîsinin aslını, rahmetli hattat ve eşsiz ta'lıyk yazan Hulusi'ye (1358 H. 1940) yazmasını rica etmiştim, sonradan Mesnevî-hân olduğunu öğrendiğim bu zât-ı şerif —bilmez gibi— rubainin mealini sormuş, fakıyr de söyletmişti. Şimdi huzurdaki kütüphanemde bulunan bu levhaya, «bunu, ayaklarının toprağı Hulusi yazdı» mealinde «ketebehu türabu akdâmihi Hulusi» imzasını atmıştı.
Bu toprak olmak, turâb olmak tâbirlerinde Ehlibeyt sevgisinin de te-sîri olduğu şüphesizdir, Aşfre savaşında Hazret-i Peygamber (S.M), Haz-ret-i Alî'yi yere yatıp uyumuş, ütü-başi toz, toprağa bulanmış görünce iltifat yollu «Kalk ey toprak babası» buyurmuşlar, bu suretle «Ebû-turâb-toprak babası» Hazret-i Emîr'ül-Mü'minîn'in bir lakabı olmuştu. Seyyid Ab-düikaadir-i Belhî'nin (1341 H. 1923) kardeşlerinin oğlu rahmetli Seyyid Ca'der Erkıiıç,
Üftâdeîer
cebinine sayen penâh olur,
Bû hâk-i pâyine nazar et yâ Ebâ-türâb[9]
beytiyle Ebû-Turâb'm lûtfuna sığınmıştı.
«Toprak olmak, Yoluna toprak kesilmek, Topraklara döşenmek» tâbirleri de birisine karşı alçalmak, sevgide son dereceyi aşmak anlamlarında kullamlagelen tâbirlerdir. Yunus Emre, bir şiirinde,
Ben toprak oldum yoluna, sen aşırı gözetirsin; Şu karşıma göğüs geren taş bağırlı dağlar mısın der.
Ay Gören Yıldıza Minnet Etmez
Büyük, yüce bir kişiye ulaşan, ona nispetfe daha çok küçük olan kişiye minnet etmez; ona karşı eğilmez anlamına gelir. Çok defa büyük, ünlü, kerem sahibi bir mürşide ulaşan, ondan feyz alan kişi, mürşitlik tıslayanları kastederek bu atasözünü söyler
Mevlevîlerde mukabele yapılır, semâ' edilirken, güfteleri bilhassa Mevlânâ'nm gazel ve rubailerinden, yahut «Mesnevi» sinden seçilip beslenımş olan şiirleri okunur. Bu bestelenmiş parçalara «Ayin», okuyanlara «Ayın-han», yan, aym okuyan denir. Başka tarîkat.erde, mukabele esna sında okunan bestelenmiş şiirlere «ilâhî» derler. Bektâşîlerin, mahabbet meclisinde okuduklar, şirlereyse «Nefes» denir. Alevîler nefes'e daha fazla «Deyiş» adını verirler.
Arapça bir sözdür, gözü pek, yılmaz, atılgan, utanmaz, yankesici an-lamlarınadır. Abbâsoğuiları zamanında Bağdad'da, askerin fedaî bölüğüne de «Ayyâr» denirdi. Bunlar, Fütüvvet ehlinin Seyfî, yâni kılıçlı kısmıydı, Sonradan Safevîler çağında, Şah'ın muhafızları olan fedaîlere de bu ad verildi. Ayyâr, bütün Fütüvvet ehline de verilen bir addır (İslâm ve Türk illerinde Fütüvvet Teşkilâtı ve Kaynakları)). Yunus Emre, bir şiirinde.
Zahirim iyi yerde, gönlüm fâsid haberde; Bulunmaya Bağdad'da benim gibi bir ayyâr
beytiyle «Ayyâr» sözünün hem lügat anlamını belirtmekte, hem de Bağdad-daki ayyârlan hatırlatmaktadır.
Azar-Nazar
Azar, farsça, incitmek anlamına gelen «âzâr» dan türkçeieştiriimiştir;
>ca «ıtâb» karşılığıdır. Yaş, yahut mevki bakımından büyük birinin, kendinden küçük olan, hükmü altında bulunan, kendisini dinlemesi gero-ten birisinin kabahatini kendisine söylemek, onu yola getirmek, bir daha 1 kusuru, o kabahati işlememesi için, kesin sözlerle onu uyarmak anla-"^na kullanılır. Bu sözden, «azarlamak, azarlanmak, azarlatmak, azarlatmak, azarlandırmak, azar yemek» gibi çeşitli kökler meydana gelmiştir.
Sözle yola gelecek, sözden ders alıp uyanacak kişi azarlanır. Azarla ™a gelmesi umulmayan kişiyse, ya kendi haline bırakılır, yahut ona, o 9t©n el çektirilir. Bu yüzden, «Nnerde azar-orda nazar» atasözü, çok
yn, «Nnerde azar-orda nazar» atasözü, çok azardan gönüllenen kişiye, gönlünü olmak için söylenir. Birisi azarlanıyorsa, henüz gözdedir, gönüldedir, sevilmektedir, gözden düşmemiştir manâsını ifâde eder. Umûmî bir atasözü gibi görünyorsa da bilhassa tarikat erbabı, «Nazar» a, yâni bakışa ehemmiyet verdiğinden, bakışta feyz olduğuna, İnsanın bakışla terbiye edildiğine inandığından, daha ziyade onlar tarafından kulianılagelen bir sözdür.
Umûmî bir tâbir olmakla beraber tasavvuf ehlince de kullanılır ve Sûfî mürşidine, dergâha, yahut bir yoksula bütün dünyayı verse, canını da bağışlasa bunu az görür ve bu sözü söyler.
Tasavvuf, ilmi inkâr etmez, hattâ gerçeğe ulaşmanın ilimsiz olmayacağını, fakat ilimle de mümkün olmadığını telkıyn eder. İlim, insana, bildiğine nisbetle bilmediğinin sınırsızlığını bildirir, insanı yokluğa iletirse makbuldür; fakat insana varlık verir de insan, kendisini kâinatın merkezi sayar, bilmiyenleri hor görürse kötü, hem de en kötü şeydir.
Vaktiyle duyduğumuz bir fıkra, Sûfîlerin ilme bakışlarını pek güzel canlandırdığı için burda onu nakletmeden geçemiyeceğiz:
Kanunî devrinin bilgin Şeyh'ül-îslâmı Ebussud (982 H, 1574) ilmine pek güvenir, cahil saydığı kimselerin selâmlarını bile, onları küçümseyerek aiırmış. Günün birinde meşihat makamına suflî bir derviş gelmiş; kapıdaki mollaya, efendi hazretlerine bir suâlim var; pek müşküldeyim; cevabını ayaküstü aiıp gideceğim; müsâade buyursunlar demiş. Molla, efendiye dervişin isteğini arzetmiş. Eşref-i sââte rastlamış olacak ki efendi, gelsin buyurmuşlar. Derviş huzura girip selâmdan sonra, efendim demiş, Allahu taâlânın ilmine nispetle bütün mevcudatın, yaratılış ânından kiyâmetedek, iimi ne kadardır? Bunu bana bir örnekle bildirin; çünkü fakıyr, pek câhilim.
Efendi, gerçekten cahilsin demiş; buna kıyas ma'al fârık[10] derler; Allahu taâlânın bilgisi mutlaktır, olana da, olmayana da, olacağa da şâmildir; mevcudatın ilmi ona nispetle zerre bile olamaz; ben nasıl örnek gösterebilirim sana?
Derviş, efendim demiş, bütün günahı, vebali fakıyrin olsun, lütfedin. Efendi, odanın kıyısında tomar halinde duran kâğıtlardan bir tomar çekmiş, ortaya yayıp bir yanına bir mühre, öbür yanına bir mühre koymuş[11]; şu kâğıt demiş, Allah'ın ilmi olsa... Ama bak, bunun sınırı var, Hakk'ın ilminin sının yok, ona göre düşün. Sonra kalemi, hokkaya batırıp kâğıdın ortasına bir nokta kondurmuş; işte demiş, bu da, yaratılıştan kıyâ-metedek bütün mevcudatın ilmi.
Derviş, bütün peygamberlerin, âlimlerin bilgileri, hep bu bir noktanın İçinde mî demiş. Efendi, ya ne zannettin sen deyince derviş, .lütfedin efendim de demiş, kendinize âid olan bilgiyi şu noktadan çıkarıp fakıyre gösterin.
Efendi, a câhil derviş demiş, benim ilmim nedir ki bu noktadan ayırd edebileyim?
Derviş, a efendim demiş, mademki iş böyledir, bu gururun ne? Ve çıkıp gitmiş.
Doğruysa, derler ki: Efendi, leğeni - ibriği getirtip abdest tazelemiş, iki rik'at nafile namaz kılıp tövbe etmiş ve tasavvuf yoluna sülük etmiş.
Yunus Emre, bu yüzdendir ki
İlim hod göz hicabıdır, dünya ahret hesabıdır; Kitap hod aşk kitabıdır, bu okunan varak nedir
der ve bilgine sorar:
İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir;
Sen kendini bilmezsin, ya nice okumaktır?
Hazret-i Peygamber, «Bilginler üç bölüktür. Bir kısmı, ilmiyle yaşar, insanlar da onun yüzünden yaşarlar. Bir kısmı, insanları yaşatır, fakat kendisi helak olur-gider; bir kısmıysa ilmiyle yaşar, fakat başkası onun bilgisiyle yaşamaz» buyurmuştur (Cami'; II, s. 58).
«Az ilim, çok amel» atasözü, ilimle amel etmenin lüzumunu bildirmektedir.
Az Söyle, Öz Söyle
Bu atasözü, «Az söyle, uz söyle», yâni gerçek, yerinde söz söyle tarzında da kullanılır. «Çok söz yalansız, çok mal haramsız olmaz» atasözünü andırır.
Az Veren
Candan, Çok Veren
Maldan
Bu atasözü, umûmî olmakla beraber tasavvufî, insanî bir düşünceyi de belirtir ve bir gerçeği canlandırır.
Baba değil, yaba iskele babası Trabzan babası
Baba, bâzı yerlerde ata, yâni büyük baba yerine kullanılır, İstanbul türkçesinde ata, büyük babadır, baba da malûm anlamdadır.
Tasavvufta, tarîkate giren, ferdiyetinden öimüş, topluma doğmuştur; başka bir deyimle nefsinden ölmüş, ruhtan doğmştur. Mürşidi, kendisinin manevî babasıdır, o da, mürşidinin yol oğludur. Ancak Melâmet erbabı ve Meiâmeüen ayrılıp bir tarikat haline gelmekle beraber Melâ-metin esaslarını muhafaza eden Mevleviler, mürşide baba demekte bir büyükiük gördüklerinden bu terimi kabul etmemişlerdir, onlarda «filân mürşidin evlâdı», yahut «dervişi» yerine «filân zâtın, falanın ihvanından» tâbiri kullanılır. Bektaşîler, mürşide «Baba», rehbere de «Ana» derler.
Herhangi bir baba, yahut mürşit, evlâdına, dervişlerine karşı babalık vazifesini görmüyorsa, böyle bir baba hakkında, «Baba değil, yaba» ata-îözü kullanılır; yahut da bu zattan bahsedilirken «İskele babası», «Tı->zan babası» denir. İskele babası, geminin durması İçin gemiden ve iskeleden atılan kalın halatın sarıldığı kalın kağıza denir. Tırabzan babası da tırabzanın, korkuluğunun başladığı üstü yuvarlak ilk direğidir.
Bâb-ı Rızâdan Ayrılma
«Bâb» arapca kapı, «Rızâ» da, râzılık demektir. Bâb-ı Rızâ, iki arap-ça sözden farsça kaidesine göre yapılmış bir terkiptir ve «Razılık kapısı» demektir.
Tasavvufta mürid, dâima mürşidinin, yol kardeşlerinin ve bu suretle de Allah'ın râzıhğmı eide etmeye çalışacaktır; aynı zamanda uğradığı zahmetlere de razı olacak, isyan yolunu tutmıyacakttr, «Bâb-ı rızâdan ayrılma», yahut «Allah, Bâb-ı rızâdan dür etmesin», yâni uzaklaştırmasın sözleri, bu inancı belirtmektedir.
Bacı, türkçede kız kardeş demektir. XLIX. sûrenin (Hucurât) 10. âyet-i kerimesinde, inananların kardeş olduktan beyân buyuruimaktadır. Tarîkatteyse yol kardeşliği, pek ehemmiyetlidir. Bu münâsebetle tarikat erbabı, birbirlerine «Kardeş» dedikleri gibi tarikat mensubu kadınlara da «Bacı» derler, şeyhin hanımıysa «Anabacı» denir.
Bahçıvan Bir Ğül İçin Bir Tikene Hizmet Eder
Yetişecek, çevresine güzel kokular saçacak, gönüllere neşe verecek, bağı - bahçeyi bezeyecek bir tarikat mensubu için bahçıvanın, yâni onu terbiye eden, yetişmesine gayret sarfeyleyen mürşidin, tiken mesabesinde olanlara da hizmet ettiğini, onları da hoş gördüğünü bildiren bu atasözünü şâir, şu suretle vezinli de söylemiştir;
Bağban bir ğül için bin hara hizmet-kâr oîw
Ağzında bakla ıslanmaz
Baklayı çıkar ağzından
«Baklayı ağzından çıkar», yahut «Çıkar baklayı ağzından»; yâni ne denmek icabediyorsa artık çekinmeden de, anlamını veren bir atasözü-dür. Baklayı ağzından çıkardı», «Ağzımdan baklayı çıkardım», «Ağzımdan baklayı çıkartma» tarzındaki söylentiler de, ne demek gerekse artık söyledi, denecek sözü dedi, beni söyletme anlamlarını verir. «Ağzında bakla ıslanmaz» ataeözüyse sır saklamaz, duyduğunu söyler kişiler hakkında kullanılır. Bu atasözleri, şöyle bir fıkraya dayanmakta, yahut da fıkra, bu atasözlerinden örülmüş bulunmaktadır:
Yeni derviş olmuş birisi, eski huyunu bir türlü bırakamamış; münasebetsiz bir iş gördü, bir söz duydu mu hemen küfrü başarmış. Şeyhi, derviş kardeş demiş, yolumuz, edeb yoludur; bu huyundan vazgeç. Derviş, erenler, ne yapayım demiş, fakıyr de istemiyorum ama ağzım alışmış. Şeyh, dervişe bir bakla vermiş; bunu demiş, dilinin altına koy; küfredeceğin zaman ağırlığını duydun mu, vaz geç. Derviş, Eyvallah demiş, baklayı dilinin altına koymuş. Gerçekten de küfredeceği zaman, ilk heceyi söyler-söylemez, baklanın yuvarlanışı, dervişi kendine getirmeye başlamış; zaman geçtikçe de küfürden vaz geçmiş; ama gene de ağzından baklayı çıkarmamış.
Bir gün seyhiyle beraber bir yere gidiyormuş. Şeyh önde, derviş, bir adım gerisinde ve solunda yürürlerken evin birinin kafesi vurulmş, bir kadın, derviş babalar demiş, azıeık durun. Şeyh, herhalde ya bir hasta var, nefes edilecek, yahut kadının bir müşkülü var, soracak demiş ve durmuş. Tam o sırada yağmur, hafiften çiselemeye başlamış. Biraz durmuşlar, evden bir ses-sada çıkmamış; yağmur da ya mevlâsını almış, sulu-sepken yağmaya başlamış. Yürü derviş kardeş demiş şeyh; tam adımını atarken kafese gene vurulmuş; azıcık daha durun demiş kadın. Şeyh, her halde ya hastayı hazırlıyorlar, yahut kaç-göç yüzünden hazırlanıyorlar demiş; durmuş. Ama yağmur sağanak hâline gelmiş; şeyh de, derviş de sırıl-sıklam olmuşlar. Derken gene kafes vurulmuş ve kadın, haydi, artık gidin demiş. Şeyh, peki bacı, bizi niye beklettin deyince kadın demiş ki: Tavukları kuluçkaya yatırıyordum; sizin kavuklarınız büyük; civcivler tepeli çıksınlar diye size karşı yatırdım. Şeyh, bu sözü duyunca dervişe dönüp, derviş kardeş demiş, Çıkar baklayı ağzından.
Kırşehir civarında çıkan, vazolar, masalar, sürahiler v.s. yapılan Bal-gamî taşa Alevî ve Bektaşiler «Balım Taşı» derler. Onlara nazaran bu taş, «Balım Sultan» in kerâmetiyle çıkmıştır. Teslim taşı, palheng gibi tarikat çeyizlerinin bir kısmını bu taştan yaparlar. Aynı zamanda, «Meydan» da, «Taht» in önünde de bu taş bulunur ve babaya niyazdan sonra oraya da niyaz edilir.
Bana Bir Adım Gelene, İki Adım Varırım
Bu atasözü, bir hadîs-i kudsînîn mealidir. «Yüce Allah buyuruyor ki: Kul bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım; bana bir arşın yaklaşırsa, ona bir kolac yakın olurum. Bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak varırım» mealindeki kudsî hadîs (Cami'; II, s. 69), bu suretle, bir atasözü olmuştur. Tasavvuf ehli, bunu, Tann'ya yakınlık hususunda söylerler. Halk arasındaysa anlamı, umûmileştirilir.
Bana Hayrı Dokunmayan Evliyanın Künbedi Basma Yıkılsın
Erenlerden, manevî feyizle beraber dünyada himmet, âhırette şefaat da istenir; yâni onlarla Allah'a tevessül edilir, onların yüzlerinin suyu hürmetine Tann'dan dilekte bulunulur. Herhalde Bektaşî meşrepli biri, geçmiş erenlerin birinden bir dilekte bulunmuş, dileği olmayınca da bu sözü söylemiş, sözü de atasözü olarak kalmış olacak.
Baş açıp yalvarmak
Baş açıp
ilenmek
Baş açık - yalın ayak
Sûfîlerde, bir işin
olması için edilen
duada baş açmak, başındaki
tacı,
fahri çıkararak Tann'ya yalvarmak, bir gelenektir. Meselâ, Sultan Veled'in,
yağmur duası için türbeye baş açık giderek niyaz ettiğini «Me-nâkıb'üi-Ârifîn»
bildiriyor (II, s. 795 - 796). Ulu Arif
Çelebİ'nİn de zaman -zaman baş açıp duâ ettiğini gene aynı kaynaktan
öğreniyoruz (s. 845).
Eskiden, bir suç işleyen kişinin, kendisini bağışlamak salâhiyetine sahip olan kişinin huzuruna, kefen giyip yalın ayak, başı açık gittiğini de tarihî kaynaklardan öğrenmekteyiz.
«Baş açıp ilenmek», bir halk deyimidir ki bu töreden meydana gelmiştir.
Baş gözü, bildiğimiz gözdür; görür, ama gördüğünü anlamak, değerlendirmek bu gözün harcı değildir; onu gönül gözü değerlendirir ki bu da anlayıştır, seziştir, gerçeği buluştur. «Gönül gözü» ne, daha fazla «Can gözü» denir. «Sen ona can gözüyle bak da gör» gibi. «Bu sözü can kulağiyle dinle» sözünde olduğu gibi kulak hakkında da kullanılır; ancak «baş kulağı» diye bir deyim yoktur. «Baş» sözü, yalnız «göz» hakkında kullanılır.
Yunus imdi sen Hakk'a er, dün-ü ğün gönlün Hakk'a ver; Gbnül gözü görmeyince hiç baş gözü ğörmeyiser
beytinde bu deyişleri dile getirmiştir.
Sûfîlerin ve bilhassa Mevievî ve Bektâşilerin geleneklerinden biri de sağ ayağının baş parmağını sol ayağının baş parmağı üstüne koymak eller düz ve parmaklar açık olarak sağ kol, sol kolun üstüne gelmek üzere elleri omuz başlarına çaprazvarî götürmek, sonra da belini bükmemek sortiyle başını öne doğru göğse eğmek, böylece niyazda bulunmak, «Baş kesmek» tir. Mürşidin, tarikat ulularından birinin önünde, yahut bir yatırın türbesinde, sandukaya karşı baş kesilir.
Yeniçerilerin selamları da, kendilerini «Taife-i Bektâşiyân» saydıkları için aynı tarzdaydı.
Bir şeyin olması, yahut olmaması için çanını, başını verircesine çalışmak anlamına gelir, Şâhî'nin,
Evvel eşiğine koydum başımı,
İçeri aldılar, döktüm yaşımı Erenler yolunda ğör savaşımı:
Koç kurban dediler, inana geldim
dörtlüğünde olduğu gibi (Alevî - Bektaşî Nefesleri; s. 169) maddî anlamda «Eşiğe baş koymak» tarzında söylendiği gibi «Ben bu yola baş koydum» tarzında manevî anlamda da söyienir.
Umûmi bir terim mahiyetindedir.
Başmakları Çevrildi
«Paşmak» tarzında da söylenen bu sözün anlamı, ayağa giyilen ayakkabıdır {Ayakkabılarını çevirdikler maddesine bak).
Bektâşiler, her yıl. Muharrem, yanî hicrî yılın ilk ayı, matem ayı çıktıktan ve ondan sonraki Safer ayı da geçtikten sonra, bir cuma gecesi, mürşidinin ve ihvanın huzurunda onlardan râzıhk diler; meydanın ortasına, «dâr» denen yere gelerek başındaki tacı, yahut arakıyyeyi çıkararak sağ elinde tutar ve niyaz vaziyetinde (Baş kesmek maddesine bak) şu tercemant okur («Terceman» a bak):
«Allah Allah Muhammed Alî dîvanında, erenler meydanında, pir huturunda elim erde, yüzüm yerde, özüm darda, erenlerin dar-ı Mansûr'un-da canim kurban, tenim terceman; bu fak.yrin elinden, dilinden ağrın-mis incinmiş can karındaş, varsa dile gelsin, bile gelsin, hakkını Hakk'm-dan dilesin; Hak'tan gelen hakkıma râz.y.m; Allah eyvallah.,
Baba salavât verip ihvandan râzıhk diler; onlar da oturdukları yere niyaz ederler, yâni eğilip yeri öperler; bu, râz, olduklarını bildirmektir. Bunun üzerine o can, babaya gidip niyaz ederek arakiyye8.ni. yahut tacım verir; baba, onu tekbirler, böylece de o can, bey atın. yenilemiş olur. Bu törene «Baş okutmak» denir.
Alevîlerdeyse bu törene «Görgü - Sorgu» derler. Dede, kışm taliplerinin bulunduğu köye gider. Cuma geceleri toplanılan evde her biri, aşa-â yukarı aym tarzda raz.l.k diler ve bey'atini yemler. B. kusuru varsa SyCedlIen cezayı çeker; ondan sonra görülür yan, bey afm tazelemiş olur (Görgü-Sorgu, Taç ve Tarıyk maddelerine de bak).
Baş Yarılır Börk İçinde, Kol Kırılır Kürk İçinde
Börk türkcedir; başa giyilen, kenar, pamuk, yahut yun tüy» külah ' Otan bir şeyin, çevreye yayılmomas, gerektıgm,, herşeyin gal as; °ob ettiğini bildiren bir atasözüdür. Daha »yade> tasavvuf eh-söyle^elen bu atasözü sonradan umumileşmiş, hattâ sozdek, de Sarak «BaŞ yan* ,es içinde...» şekline donmuştur
Bâtıla Eyvallah Demem
k ilk şarttır ve bu, «Eyvollah» sözüyle ifâde edilir. J:K "iskiniik mahiyetinde f P"™^ ş.rt«a ve tarikata uymayan
alan iste, yaratıimışm buyruğuna itaat yoktur» mealindeki haa.s (Carr 11, s. 192-193) türkçe bir ifâdesi olan bu atasözü, böyle bir düek, boyi bir buyruk karşısında söyienir.
Bâtın ehli Bâtın İlmi Bâtınî - Bâtıniyye
Bâtınla bâtılı fark etmez Zahir ehli bâtını anlamaz
Arapça bir söz olan «bâtın», iç, öz anlamına gelir ve dış anlamına gelen «zahir» sözünün karşılığıdır, zıddıdır; aynı zamanda her iki söz def yâni «Bâtın» ve «Zahir» sözleri de LVII, sûrenin «Hadîd» 3. öyet-i kerimesinde, Esmâ-i Hüsnâdan, yâni Ailahu teâlânın güzelim adlarından olarak geçer; Ailah, eserleri, kudreti ve sun'uyla, yaratışı ve tasarrufuyla «Zahir» dır; fakat zâtıyla «Bâtın» dır. Ayrıca Kur'ân'ın zahiri, yâni herkesin anladığı bir anlamı olduğu gfbi bilenlere, duyanlara göre bu anlamın içyüzü, herkesin anlayamiyacağı bir özü, daha derin anlamı ve anlamları da vardır. Netekim şer'î hükümlerin vaz'ında hikmetler bulunduğu gibi, meselâ namazın edâşındaki zevk, huzû' ve huşû'da adamına göre ayrı - ayrıdır. Şeriatın içyüzü olduğunu kabul eden tasavvuf ehli, kendilerini «Bâtın ehli» sayarlar; okuyup bellemekle değil de öz doğruluğu ve Tanrı'ya teslim oluş sonucu olarak gönle doğan bilgiye de «Bâtın bilgisi» derler. Bâtın bilgisi, metodu, müderrisi, medresesi olan bir bîlgi değildir. Bu bakımdan bu bilgi, gizli bir bilgi olduğu gibi ehli de gizlidir.
Kendilerine «Bâtınî - Bâtına mensup», mezheplerine «Bâtıniyye - Bâtına mensup olanların yolu» diyen taifeye gelince :
Bunlar, Kur'ân'ın bâtını vardır, bâtınını bilenden zahiri sorulmaz. Hükümlerin hepsi de âlemin düzenini sağlamak içindir; olgun kişi, bunlarla kayıtlanmaz derler. Bâtın ilmine metotlar tesbit ederler; bütün ibâdetler zahir ehli içindir; bizlerse cennet ehliyiz, cennetteyiz, bunlardan kurtulmuşuz derler. Sûfîlerin, Bâtınîliğe meyletmeyenleri, bunları kabul etmez, Müslüman saymaz. Bu çeşit inanç ve kanaat besleyenler, bilmeden bilirlik satıp lâf edenler hakkında «Bâtınla batılı farketmez» denir (Sümüklü tasavvuf maddesine de bak). «Zahir ehli bâtını anlamaz» sözüyse kaba sofular hakkında söylene-gelmiştir.
Bâtın Kılıcı - Bâtın Oku
Görünmeyen, umulmayan yerden gelen bir dert, bir musîbet dolayı-siyle söylenir. Meselâ zulmeden biri, umulmadık, beklenmedik bir derde uğrayınca, «Erenlerin bâtın kılıcına uğradı», «Bâtın okuna geldi» denir (Atılan ok geri gelmez» maddesine de bakınız.)
Bektâşinin Çapası, Mevîevînin Çivisi
Bektaşilik ve Mevlevîlikte, tarîkate giren kişiye «Muhib» denir. Muhib-;bin derviş oiabilrnesi için soyunması, yâni bir dergâha gidip derviş olmaya ikrar vererek orada kalması, hizmete koyulması gerektir. Bektaşilikte bu hizmetin zamanı muayyen değildir. Mevlevîlikteyse hizmet müddeti binbir gündür ve hizmet bölümleri on sekizdir. Bektaşi tekkelerinin vakfı, ya yoktur, yahut da pek azdır. Bu yüzden Bektaşi tekkesinin en mühim hizmeti, tekkenin bulunduğu yerde bitecek şeyleri yetiştirmektir ki bu da, bilhassa çapayla olur. Mevlevîlerde muayyen hizmetlerle beraber, tarîkatte semâ', ilk plânda geldiği için muhibbin de, dervişin de, herşeyden önce semâ1 etmeyi bellemesi gerektir. Semâ', matbahın bir yanındaki muayyen yerde, yahut «Semâ' Tahtası»nın üstünde belletilir. Bu yerde, bu tahtada, hafif ve kertiksiz olarak alçalan küçük bir çukur vardır ki tam ortasına ayağı zedelemeyecek tarzda, kenarları keskin olmayan büyücek bir çivi çakılmıştır. Semâ' meşk eden, sol ayağının baş parmağıyle orta parmağı arasına bu Çiviyi alır ve dizini bükmemek, topuğunu tahtadan kaldırmamak şartiyle ayağını sola doğru çevirir; sağ ayağını, dizi hizasmadek kaldırarak sol ayağının durduğu vaziyete amud olmak üzere yere basar; böylece sola bir devir yapmış olur. Semâ1 meşk edilen yerde, yahut tahtada buiunan çivi dolayısiyle tarîkat erböb Bektaşi ve Mevlevi ihvanı arasında «Bektâşinin çapası, Mevlevînin çivisi» sözü, bir atasözü oiarak söylenir; bununia da, Bektaşi, hizmetini çapayla, Mevlevi, çiviyle yapıp feyze erer anlamı kastedilir.
Bektâşinin Sırrı
Bektöşiler, tarîkate giriş âyinine, Bektaşi olmayanları almazlar. Derviş olmak, mücerred erkânına giriş âyinlerine de muhibier ve mücerred olmayanlar giremezler. Başka tarîkatlerde de bu gizlilik vardır; fakat onlarda, mukabele günlerinde zikir, yahut semâ' âyinlerini, o tarîkatten olmayanlar da seyredebildikleri, Bektâşilerinse böyle Bir âyinleri bulunmadığı için «Bektaşî sırrı» sözü meydana gelmiş, taassup ehli tarafından birçok ash olmayan yalanlar, İftiralar da buna eklenmiş, bu söz, pek gizli tutulan şeyler hakkında da söylenegelmiş, umûmî bir deyim olmuştur.
Bel Bağlamak
Birisine güvenmek, bir işe bütün mânasiyle ümit bağlamok, yahut güvenmemek, ümit bağlamamak anlamlarına gelir. «Sana bel bağlamıştım», «Bu işe bel bağladım», yahut «Ona bel bağlanmaz», «Bu işe bel bağlamak doğru değildir» gibi.
Aynı zamanda bir tarîkate girmek, ikrar vermek anlamlarına da gelir. Fütüvvet ehli, «Şedd» {bu kelimeye bak) kuşatırlar; Mevlevîlerde «Elifî Nemed», Bektâşilerde «Tıyg-bend» bağlanır (Bu maddeye bak). Hemen her tarîkatte kemer kuşanmak vardır. Bütün bunları da şâmil olarak «Bet bağlamak», tarîkate girmek, ikrar vermek anlamlarına da gelir.
Beî-Yol
Belden gelen oğlum değil, yoldan gelen oğlum Bel oğlu - Yol oğlu
Belden gelen evlât, sutbî evlattır; yoldan gelense, mürşide intisab edendir. Mürşit, kendisine intisab edenlerin yol atası sayılır; bu yüzden Yesevîier, mürşide «Ata», Bektâşiler «Baba» derler. Melâmet erenleri ve Mevleviler, bu tâbirde biraz benlik kokusu bulunduğundan bunun yerine, «İhvan» sözünü kullanırlar ve filânın dervişlerinden yerine «Filânın ihvanından» derler.
Belden gelen oğul, bâzı kere babasının yolunu tutmayabilir; netekim XI. sûrenin {Hûd A.M) 46. âyetinde beyan buyurulduğu üzere, Nuh Pey-gamber'İn (A.M) oğlu, babasını dinlememiş, gemiye binmemiş, boğulup gitmiş, Nuh müteessir olunea da Allah, Nuh'a, «O, senin enimden değildir» buyurmuştur. Bu yüzden asıl evlât, yol evlâdıdır. Tasavvuf ehli, bunu, «Belden gelen oğlum değil, yoldan gelen oğlum» atasözüyle belirtirler. Babanın oğula karşı. zaafı bulunabileceği düşüncesiyle de bâzı şeyhler, sufbî oğlunun irşadını, bir başka şeyhe havale eder.
Ben Demek Şeytan İşidir
Şeytan, Âdem'e secde hususundaki Tanrı emrini, «Ben ondan hayırlıyım; beni ateşten yarottin, onu topraktan» deyip tutmamış (VII; A'râf, 12; XXXVIII; Sâd, 76), benliğe düşmüştür. «Ben demek şeytan İşidir» atasözü, bunu hatırlatmaktadır.
Ben Diyeni
İrşâd Mümkün Değildir
Tasavvufun esası, Tanrı varlığına, mutlak ve gerçek vara, gerçek varlığa karşı herşeyin izafî varlıkla varoluşunu bilmek, görmek ve bu bilgiyi, bu görgüyü oluş haline getirmektir; bu bakırcıdan kendine varlık vermek, bilgiye, görgüye, mala-mülke, güzelliğe, güce - kuvvete dayanmak, kendini övmek giıbi şeyler, bu yolda şirk sayılır. Benlikten geçmeyen, ben diyen kişi, gerçekten 'bir nasip alamaz. Bu çeşit kişiler hakkında, «Ben diyeni irşâd mümkün değildir» atasözü söylenir. Bu atasözü, daha fazla, «Ene tahtına oturanı irşâd mümkün değildir» tarzındadır (Bu maddeye de bak).
— 53
Benliğime Lanet
Tasavvuf ehli, hadis olarak rivayet edilen «Yokluk övüncümdür, onunla övünürüm» sözünü, her hususta şiar edinmiştir. Bu yüzden, konuşulurken «Ben» dememeye ziyadesiyle dikkat ederler ve «Ben» yerine «Fakıyr» derler. Yanlışlıkla söz arasında «ben» diyen kişi hemen kendini toparlayıp sözüne, «Benliğime lanet» sözünü ekler.
Benlik Şeytan'm
{Ben demek şeytan işidir» maddesine bak).
Yeşil yaprak anlamına farsoa bir terkiptir. Dergâha, yahut ihvandan birine giden kişi, eli boş gitmez; fakat birşey götürmeye de gücü yetmezse bir çiçek, bir yeşil yaprak götürür. Bu, bir edeb, bir gönül alıştır (Boş gelen boş döner maddesine bak).
Berzah, arapçada, iki şey arasındaki engele, iki denizin birbirine kavuşmasına engel olan kara parçasına, yarım adayı karayla birleştiren dar karaya, sıkıntıya, şiddete denir.
Sûfî inancına göre dinin zahirine Şeriat, bu töreleri duygu haline getiren, bilişin, görüşün, oluş haline gelmesini sağlayan iç âlemineyse Ha-kıykat denir. İnsanı Şerîattan Hakıykate götüren manevî yol. Tarikattır ki bu, Şeriatla Hakıykat arasında bir berzahtır. Bayramı Melâmîleri, tarîkat-lere, «Turuk-ı Berzahiyye - Berzah yolları», tarikat ehlineyse «Berzahiyye» demişlerdir; netekim Mevleviler de, tarîkatlere «Sofu», yâni «Sûfî tarikat-leri» mensuplarına «Sûfî şeyhleri, Sûfî dervişleri» derler.
Arapçada, buyruk sahibinin buyruğuna uymayı kabul etmek, elini, elinin üstüne koyup bu hareketiyle ona itaat ettiğini bildirmek anlamına gelir.Kur'an-ı Meoîd'in XLVII1. sûresinin (Feth) 10. âyet-i kerîmesinde, «Seninle bey'atleşenler, gerçekte Allah'la bey'atleşmişlerdir; Allah'ın (kudret) eli, onların ellerinin üstündedir. Kim dönerse zararı kendisînedir; Allah'la ahidleştiği şeyde duranaysa Allah, pek yakında büyük bir ecir verecektir» Duyurulmaktadır. Bu âyet-i kerîme, hicretin altıncı yılında, H. Muham-med'in (S.M) ashâbıyla Hac etmek üzere Mekke'ye doğru yola çıktıkları vakit, Hudeybiyye'ye gelince, henüz Mekke Müşriklerin ellerinde olduğundan, şehre girmelerine izin vermemeleri üzerin inmiş, Hazrt-i Peygamber (S.M}, orda bir ağaç altına oturmuşlar, sahabe, öiüneyecdek kendisine uyup düşmanla savaşacaklarını, Hz. Peygamber'in ellerircin üstüne ellerini koyup bey'at ederek ahidleşmişlerdi. Bunu duyan müşrikler, barışa razı oldular.
Şûfîier, mürşide intisabın esasını bu bey'ate ulaştırırlar. Onlarca mürşide bey'at edip tarîkate girmek, bu bey'ate katılmaktır ve mürşidin eli, elden ele, Hazret-i Peygamber'e (S.M) ulaşır.
Mevlevîlerin sûfî tarîkatleri, Hamzavîlerin (Bayramı Melâmîleri) Berzahiyye dedikleri esma ile sülûkü kabul eden tarîkatlerde, tarîkate intisab eden, bir müddet geçtikten sonra mürşidi tarafından, kemâle erdiği kabul edilirse bey'at töreniyle derviş olur. Bu tarîkatlerdeki bey'at töreni, Mevlevîlik ve Bektaşilikteki muhiblikten dervişliğe yücelme törenine muâdildir ki bu mertebeden sonra şeyhlik ve halifelik mertebeleri vardır.
Bilen Bilir
Biliri, Bilmeyen Ne Bilir Biliri? Bilmez İsen Bitirir Bulagör Bir Biliri
Masal başlangıçlarında^ tekerlemeye benzeyen bu söz, gerçek sırrını, vahdet âlemini, ancak bilen kişinin bildiğini, bilmeyeninse hiçbir şeyden haberi olamıyacağını, bilmeyen kişinin bir bileni bulup ona uymasa gerektiğini, yâni mürşide întisab lüzumunu bildirir.
Bilen Söylemez, Söyleyen Bilmez
Vahdet sırrın) bilenin söylemeyeceğini, söylemek istese bile bu sırrın, zevk ve şühûda âit olması, tahakkukla kemâl bulması dolayısiyle söze gelemeyeceğini, söyleyenlerinse bu zevkten, bu şühuddan ve bu tahakkuktan haberdâr olmadıklarını bildiren pek güzel bir atasözüdür. Sa'dî-i Şîrâ-zî'nin, «Ey seher kuşu, ey seher çağında şakıyan bülbül, aşkı pervaneden öğren. O yanıp yakılan âşık, can verdi-gitti de sesi bile duyulmadı. Bu dâvaya düşenlerin, onu istemek hususunda haberleri bile yoktur; ha-öeri olana gelince: Ondan bir daha bir haber bile gelmedi» mealindeki şu kıt'oeı. bu atasözünü canlandıran pek güzel bir şiirdir:
Ey morg-î seher ışk zi pervane beyatnûz K'on sohterâ can şod u avaz tneyamed
în moddeiyon der talebeş bî haberânend Onrâ ki heber şod hebert bâz neyamed
Hamzevîlerin {Bayramı Melâmîleri) kutup tanıdıkları, İdrîs-i Muhtefî'-nin (1024 H. 1615), halkı dalâlete sevk ettiği, öldürülmesinin gerektiği hakkında fetvalar, emirler çıkttğt halde kimse tarafından bulunamadığını, bilinemediğini, mohailesindeyse. Hacı Ali Bey'e, herkesin hörmet ettiğini, fakat Hacı Ali Bey'in İdrîs-j Muhtefî olduğunu bilenlerin, bu hususta birşey söylemediklerini, bilmeyenlerinse aleyhinde söylenip durduklarını anlatan Atâî, şu güzelim beyitle bu hâli büsbütün canlandırmakta, tam bir şiir halinde okuyucuya sunmaktadır:
Bilmeyenler kendisinin öyler, bilenler öylemez, Cûylar kim vardılar deryaya, hâmûş oldular.[12]
Binbir
Dondan Baş Göstermek
Don, türkçe libas, şekil, sanat antamınadır. «Bînbir dondan baş gös
termek», kudretini, sun'unu, hikmetini sayısız mahlûkatından, vahdetini, sayıya sığmaz varlıklardan izhâr etmek anlamına gelir.
Bin Kere
Allah Demekten Bir Kere Eyvallah Demek Yeğ
Çeşitli olaylar karşısında duaya kalkmadansa, bir kere Eyvallah deyip* teslim olmak, yahut esmaya düşüp, yâni Tanrı adını boyuna zikredip durmaktan, bir kere «Eyvallah» deyip kudretine îmanla baş kesmek daha doğrudur anlamına bir atasözüdür ve bunda Melâmet neşesi apaçık görünmektedir.
Bir Çıplağı Bin Zırhlı Oyamaz
Bir çıplağı kırk harami soyamoz
Elbisesi olmayan çırçiptak kişiyi kırk harami de soyamaz, bin zırhU da. Atasözü nün ilk anlamı bu. Fakat tasavvuf yönünden şöyle anlaşılması gerektir:
Vahğına dayanan, benliğine güvenen, bilgisine mağrur olan, şunun -bunun kaydına düşen kişi, dünyanın yükünü yüklenmiştir; ama gerçek varlığa karşı yokluğunu bilen, âümse, ilmiyle bilmediğini öğrenen, benliğini terkeden, her türlü kayıttan geçen kişi, tam üryan olmuştur; hiçbir varlığı kalmamıştır; böyle kişinin alınacak, soyulacak hiçbir şeyi kalmamıştır. Büyük Yunus Emre'miz, bu atasözünü, şu beytiyle ne güzel canlandırır:
Var imdi miskin Yunus, üryan olup ğir yola;
Yüz çukallu ğelürse yalıncağı soyamaz.[13]
Bir Gömlekten Baş Göstermek
Çok defa musahip olaniar hakkında söylenen bir deyimdir. Beraberce
kate giren iki can, adetâ bir gömlekten, yâni bîr cesetten, bir beden-
iki baş göstermiş gibidir. Canlan, îmanları, ikrarları birdir. Bu birliğe,
hususta riâyet etmeleri gerektir. Her hususta birbirlerinin hâlini gö-
gözetmek zorundadırlar.
İslâmda bu birlik, umûmîdir, «Mü'min, mü'mine nazaran dıvara ben-bâzı taşlar. Öbürlerini pekiştirir» ve «Mü'minler bir tek kişi gibidir; nın başı ağrısa bütün bedeni şikâyet eder; gözü ağrısa bütün bedeni tsiz ofur» mealindeki hadîsler (Cami'; II, s. 170-171) ve diğer hadîs-bu gerçeği gün gibi belirtmektedir.
Bir Gönülde İki Sevda Olamaz
«Dünya âhıret ehline haramdır; âhıret de dünya ehline haramdır; Allah ehlineyse dünya da haramdır, âhıret de» hadîsinin meâiidir (Cami'; II, s. 14). Ancak burada, âhıret ehli olmak için dünyayı terk etmek gerektir; Allah ehli olmak içinse ikisini de terk etmek îcâb eder; şu hâlde herşeyden vazgeçmek gerek gibi birşey anlaşılmamalıdır. Çünkü İslâm dîni, tam bir denge dînidir. XXVIII. sûrenin (Kasas) 77.âyet-i kerîmesinde, âhıret için çalışmakla beraber dünyadaki nasîbin de unutulmaması, Allah'ın kula ihsan ettiği gibi kulun da müstahak olanlara İhsanda bulunması emredümektedir. Bu hususu etraflıca anlatmaya kalkışırsak sahife-ler dolar. Şu kadar yazıp gecelim :
Dünyayı kendine kul edebilirsen korkma, fakat dünyaya kul olursan âhıret, sana haramdır. İbâdetlerini cehennem korkusuyla, cennet ümidiyle yapıyorsan, dîn duygusundan, aşktan, zevkten, mahrumsan, ne dünyan var, ne âhıretin. Allah rızâsı için yapıyorsan, Allah sevgisiyle çalışıyorsan,, Yunus Emre gibi,
Sûfîlere sohbet gerek, ahîlere ahret gerek;
Mecnunlara Leylî gerek, bana seni gerek, seni diyebiliyorsan, çaldın düdüğü.
Bir İçim Suyun, Yedi Adım Yolun Hakkı Var
Susuza su vermek, yol bilmeyene yol göstermek, yahut gözü görmeyenin elinden tutup yolunu doğrultmak, İslâmî olduğu kadar insanî vazifedir de. Vahdet yoluna giren, kendi için yaşamaz, halk için yaşar; bu bakımdan bu gibi vazifeleri benimser, zevkle yapar, karşılığı da gönül huzuru ve vicdanî zevktir.
Birliğe İkilik Sığmaz
Birlik» ten maksat, inançta, dilekte, sevgide, törende, neşede ve elemde birliktir ki bu da, bilhassa uyulan kişinin kudretiyle gerçekleşir.
İnançta gevşeyiş, ikiliği meydana getirir. Fakat bu ikilik, gittkçe çözülmeye, bölükrbölük olmaya varır; onun için erenler, bilhassa birliğe ehemmiyet verirler. Pîr Sultan.bir nefesinde,
Pîr Sultan'ım aydur, Bağdad'dır vatan, İkilikten geçip birliğe yeten;
Erenler yoluna ikilik katan, Yolun tikenidir, hardan sayılır.[14]
Birlik Makamı
Gönül birliğinin tahakkuk ettiği manevî «durak-menzil» kastedilmektedir. Gene Pîr Sultan, bir nefesinde.
Birlik makamında bir güzel gördüm; Leblerinin sükkeri var, kandi var.
Âsıkı çok imiş, aradım, sordum, Nice bencileyin derdimendi var
Gâh bahçeye girer, gülden görünür; Gâh mânâ söyleşir, dilden görünür;
Gah gönül evinde sultan görünür, §ığma türlü türlü fendi var
dörtlükleriyle vahdeti (birliği) dile getirmekte ve herşeyde, Hakk'ın tecellîsinin varlığını bildirmektedir.
Bir Lokma,
Bir Hırka
Bu söz, çok defa «Dervişe bîr lokma, bir hırka yeter» yahut
«Geçim için bir lokma, bir hırka kâfî» tarzında kullanılır ve yeter bulmayı
öğütler; «kanaat, bitmeyen maldır; tükenmeyen haznedir» anlamında hadîs olarak
nakledilen sözün mealidir. Bektaşi'ye- «Kanaat, tükenmez haznedir» sözünün arapçasını söylemişler; «El-kanâatukü nzün lâ yüfnâ» demişler. O da, «Evet» demiş, ama «Ba'de'l-lokmati ve'1-hırkati ve's-süknâ», yâni «yeyim-den, giyimden ve oturulup barınılacak evden sonra.»
Bu sözle, fazla çalışmamak, yiyeceği, giyeceği olunca bunu yeter bulup oturmak öğütlenmiyor gerçekte; çünkü İslâmî şartların biri, zekâttır; Zekât maldan verilir; İslâmın temellerinden biri olan yardımlaşma, dayanışma, gene varlıkla olur. Hazret-i Peygamber'in göz bebeği İmâm Hasan, «Dünya için, ebedi yaşayacakmışsın gibi çalış; âhıret için yarın ölecekmiş-sin gibi» buyurur. Bu atasözü, çalışmayı değil, hırsı, bencilliği sınırlamak için söylenen bir sözdür.
Bir suçla adam asılmaz
Bir sürçen atın başı kesilmez
Bu atasözleri, bilmeden yapılan, yanılarak işlenen kusurun bağışlanması gerektiğini, tekerrürü halinde yapanın, edenin cezalandırılmasını öğütler; ancak o kusurun da bağışlanabilecek bir husûr olması gerektir. Hatâyı (Şah İsmâîl-i Safavî), bir nefesinde,
Şahın bahçesinde bir garip bülbül, Efkârım artmakta, hâlim pek müşkül;
Koparmadım asla, kokladım bir gül, Kâfir oldum ise îmâna geldim
der ve aman diler ki bu yalvarış, yazılan atasözüne uyar.
Bir Şem'a Ki Allah Yaka, Halk Üflese Sönmez
«Mef'ulü mefâîlü mafâîlü feûlün» veznine uyan bu atasözü, bir şiirden alınmış olsa gerektir. IX. sûrenin (Tövbe) 32., LXI. sûrenin (Saf) S. âyet-i kerîmelerinde, Allah nurunu nefesleriyle söndürmek isteyenlerin rağmine, o nurun parladıkça parlayacağı, her yânı ısıtacağı bildirilmektedir -ki atasözü, bu âyetlerin mealidir, Pîr Sultan, bir nefesinde,
Didâr ile mahabbete doyulmaz, Mahabbetten kaçan insan sayılmaz;
Münkir üflemekle çerağ süyünmez, Tutuşunca yanar aşkın çırası
dörtlüğünde, bu atasözünü dile getirir.
Söner mi söndü demeklikle nûrı namütenahi Nefesle kaabil-i itfa mıdır çerâğ-ı İlâhî beyti de aynı mazmundadır.[15]
Bir Tahtta
İki Padişah Olmaz
Bu atasözündeki «taht», gönül tahtıdır; padişah da gönüle hükmeden kudret sahibidir («Bir gönülde iki sevda olamaz» atasözüne bakınız).
Elsiz, ayaksız anlamına farsçadır. Bayramı Melâmîleri. Hacı Bayram'-dan pek az sonra, hükümet tarafından hoş görülmemiş, devleti yıkmak, istediklerine inanılmış, haklarında pek sıkı bir yoketme siyaseti güdÖlmeye başlamış, bilhassa Hamza Bâlî'nin (969 H. 1561) şehid edilmesinden sonra Hamzevîler de denen bu taife, bu suretle birçok şehîd vermiş oldu-ğundan, mezar taşlarını, başları kesik, kollan ve ayaklan kırık olarak yaptırmaya başlamışlardır ki bu çeşit taşlara, «Melâmî Taşı», yahut «Bî ser-ü pâ» derler. Aynı zamanda bu taşlar, Hamzevîlerin başsız, elsiz, ayaksız olduklarını, yâni canlarından geçtiklerini, tümden kendilerini Hokk'a tes-lîm ettiklerini bildirir.
«Allah adıyla» demektir. Aiiah'ın adıyla başlanmayan, yâni, «Rahman ve Rahîm Allah adıyla» denmeden yapmaya girişilen işin sonu gei-meyeceği hakkında hadîs vardır (Cami1; II, s. 77; Sefinet'ül-Bıhâr, I, s. 663).
Yalnızca, «Bismillah», yâni «Allah adıyla» sözü, «haydi, buyur, söyle, gel, yürü, hazırım» gibi anlamlara gelir. Bir yere girileceği vakit, hürmet için birine, «siz buyurun, girin» yerine «Bismillah» dendiği gibi, birşey söyleyecek, birşey yapacak kişiye de söyle, yap yerine aynı söz söylenir. Kendisine birşey buyuruiacak adam, emre hazır olduğunu gene aynı söz-Je ifade eder.
Sos gelen boş döner Boş gelen boş gider
Dergâha, mürşide, müsafir olarak gidilen yere mutlaka birşey götürülür. Ancak çiy et, balık, baklava götürüimez. Çiy et, çiy olduğundan, yahut pişirilmesi güç olacağı düşüncesiyle, yahut hayvanın nasıl kesildiği bilinmediğinden, balık, pişirilirken kokusunun yayılması, İmâm'iyye mezhebine göre de yumurtadan olmayanla pulsuz bulunanlarından başkalarının haram olması dolayısiyle götürüimez. Baklavaysa, inanca göre, Ümeyyeoğul-lannın sevdikleri tatlıdır. Bunlardan başka, giden kişi, kudretince birşey götürür. Hiçbir şey götüremeyecek haldeyse bir kır çiçeği, yeşil bir yaprak götürerek bu geleneği yerine getirmiş olur.
Boş giden kişinin, sohbetten, nazardan bir feyz elde edemeyeceği inancı, bu atasözlerini meydana getirmiştir (Berk-1 Sebz'e bak).
Boş Kap Ses Verir
«Lâf ebesi» deyimiyle tavsîf edilen kişilerin tasavvuf yolunda da rastlanır. Bunlar, şeyhlikten, müritlikten, vahdetten, kesretten, kerametten, velayetten, tasarruftan, herşeyden bahseder-dururlar.
«Boş kap ses verir» atasözünü olgun tasavvuf ehli, bu çeşit kişiler hakkında söylerler («Bilen söylemez, söyleyen bilmez» maddesine de ba-fcıntz).
Böyle Şaha Kul Olan İster Mi Azgd Olmayı
Atalarsözü olarak söylenen ıbu söz, «Fâilâtün fâifâtün fâiiâtun fâilün^ vezninde bir mısra'dır. Geçici aşkta da söylenebilirse de tasavvufî yönden şah, ya «Şâh-ı Velayet Alî» dir, yahut gerçek mürşittir. Ona kui olan, gerçek hürriyete erer; benliğine, bencilliğine kul olmaktan kurtulur (Kul maddesine bak).
Bu, Bir
Kervansaraydır, Konan
Göçer
Kervansaray, daha doğru deyimiyle «Kârban-sarayu, farsça bîr sözdür; kervanların konakladıkları büyük hanlara denir. Geniş bir avluya bakan ve develerin, atların, katırların barınağı ve birbirinden direklerle, yahut bölmelerle ayrılmış ahırları, ahırların üstünde yolcuların İstirahat edecekleri, yatacakları odaları ihtiva eder. Avlunun ortasında, yahut yanında, akarsuyu bulunan bir, yahut birkaç çeşmesi, namaz kılınacak bir yeri de bulunur. Yolcular buralarda konaklarlar; sonra gene yollarına devam ederler.
Bu atasözünde dünya, bir kervansaraya benzetilmekte, konanın, mutlaka göçeceği belirtilmektedir. «Dünyada bir garip gibi, yahut yolcu gibi ol» hadîsini de hatırlatır (Cami1; II, s. 81).
Bu Da Geçer Yâ Hû
İyi-kötü, hayır-şer, herşeyin geçip gideceğini, yapanın kendisinde ve toplumunda bir anısı kalacağını, ya rahmetle, yahut lanetle anılacağını bildiren pek güzel, anlatılmaya kalkışılsa kitaplar meydana getirecek bir atasözüdür. Dergâhlarda celî sülüsle, yahut ta'lıykle bu yazı, bir levha hâlinde, mutlaka bulunurdu. Farsçası «İn nîz beguzered» dir; bu yazı da üstad hattatlar tarafından bilhassa ta'lıykle yazılmıştır. Atasözündeki «Yâ Hû, «Ya Allah» anlamındadır ve geçenle kalanı bir arada andırıp bir tezat sanatı vapar (Hû mad.'e bak).
Bugün Dünya, Yarın Ahıret
Söz arasında, söyleyen kişi, sözünün gerçekliğini belirtmek, sorumluluğunu hatırladığını bildirmek ve hatırlatmak için söyler; bir deyimdir. «İki elim yanıma gelecek» deyimi de aynı anlamdadır.
Bu Meydanda
Nice Başlar
Kesilir, Hiç Soran Olmaz
Meydandan maksat, dünyadır, erenler meydanıdır. Seyyid Nîzâmed-din'in oğlu olup «Seyyid Seyfullah, Seyfuüâh, Seyfî, Nizâmoğlu» mahlaslarını kullanan Seyyid Seyfullâh'ın (1010 H. 1601),
Bu aşk bir bahr-i ummandır, buna hadd-ü kenar olmaz; Delilim sırrı Kufan'dır, bunu bilende âr olmaz
rnatlaıyla başlayan ve bu ilk beyti, aruzun «mefâîlün, mefâîlün, mefâîlün, mefâîiün» meznine uymakla beraber heceyle yazılmış bulunan bir şiirindeki
Kiyamazsan baş-u cana, ırak dur girme meydâna, Bu meydanda nice başlar kesilür, hiç sorar olmaz
beytinin ikinci mısraıdir. Erenler yolunda, bâzı kere câhil yobazların, söylenen sözlerin, yapılan hareketlerin Şerîata uymadığı hakkındaki hükümleriyle, çok defa Ehlibeyt sevgisi doiayısiyle verdikleri fetvalar yüzünden birçok kişilerin candan, baştan olduklarını, bu bakımdan, erenler meydanında, nice başiarın kesildiğini bildiren bir sözdür ve bilhassa Melâmet erleri ve onların yollarını tutanlar tarafından söylenegeimiştîr; yalnız ikinci mısra'daki «sorar» sözü «soran» tarzında değiştirilmiştir.
Din ve devlet uğrunda savaşan yeniçeriler de bu sözü, orta gülbank-lerine almışlardır.
Burak
Arapçadır. Hazret-i Peygamber'İn, Mi'rac'da bindikleri hayvan. Katırdan küçük, merkebten büyük, cennet hayvanlarından biridir. Bark, yâni şimşek gibi hızlı gidişinden, yahut parıl-pan! parıldayışından dolayı bu ad verilmiştir.
Sûfîlerden, Burak, Hazret-i Peygamberin rûhâniyetidir diyenler de vardır. Yunus Emre,
Kullar senin, sen kulların; günahları çok bunların; Uçmağına koy bunları binsünler Burak Çalabım
beytinde «Burak» anılır. Mi'râçiyelerde, yâni Hazret-i Peygamberin (S.M)
Mi'râcmı anlatan şiirlerde «Burak» mutlaka geçmektedir (Bak: Mi'râc),
Emir anlamına türkçe bir sözdür, İçinde Şah Tahmasb (984 H. 1576) övüldüğüne göre mîlâdî XVI. yüzyılda Bisâtî tarafından yazılan, Alevî inanç-lariyle erkânını ihtiva eden «Manâkib'ül-Esrâr Behcet'ül-Ahrar» adlı kitaba Alevîler, «Manâkıb» ve «Büyük Buyruk», Safevîlerin ceddi, Safiyyüddîn Ishaak-ı rdebîiî'ye (735 H. 1334) oğlu Sadreddİn Mûsâ (794 H. 1391-2} tarafından sorulan sorulan, Safiyyüddîn'in, bu sorulara cevaplarını, Alevîlik geleneklerini bildiren ve içindeki bir gülbankte Şah Tahrnasb'm oğlu İs-mâî!-i Sânî'nin (995 H. 1587), sondaki manilerden birinde de torunu Şah Abbâs'ın (1037 H. 1627), yahut Şah Abbâs'ın torunu İkinci Şah Abbâs'ın (1077 H. 1666) adları geçtiğine göre milâdî XVH. yüzyılda yazılmış olan kitaba da «Küçük Buyruk» adını verirler.
Büyüklük Allah'a mahsus
Bu atasözü, büyüklük taslayanlardan bahsedilirken, söylenir. Yahut birisi, yaptığı bir işi anlatırken kendisini küçültmek için söyler.
Dünyada herşeyden aziz olan, «Can cümleden aziz» atasözüyle ifâdesini bulan bu söz, ihvan tarafından birbirine söylenen sözdür; herkesin adının sonuna bu «Can» sözü katılır; «Ali can, Veli can...» gibi. İhvandan, yâni kardeşlerden bahsedilirken de «Canlar» denir. Yunus Emre,
Geîün soralım canlara suretinden noîdı gider; Dün-ğün senünem der iken sebep neyi buldı gider.
Canını erenler yoh inceden inceyimiş, Süleyman'a yol kesen sol bir karıncayımtş
beyitlerinde «Canlar» ve «Canım» sözleriyle vahdet yolunun yolcularını kasdetmektedîr. Hatayı de, bir nefesinde,
Kırklar meydanına vardım, Gel berü hey can dediler. İzzet ile selâm verdim, Gel, işte meydan dediler
dörtlüğüyle başlar (Alevî-Bektaşi Nefesleri; s. 133).
Can Cömertliği Kolay Olmaz
Anlamından da anlaşıldığı gibi candan cömertliğin, hele can vererek, inancına, gerekirse, canını feda ederek cömertlik yolunu tutmanın kolay olmadığını belirten bir atasözüdür.
Can Elden
Gitmedikçe Canan Ele
Girmez
Bu atasözü de, gerçek sevgiliye kavuşmak için candan geçmeyi göze almak gerektiğini bildirmektedir. Yunus Emre,
Serî canından geçmedin, canan arzu kılursun; Bilden zünnar kesmedin îman arzu kılursun
beytiyle bu atasözünü şiirle dile getirir.[16]
Can Cömertliği Lakırdıyla Olmaz
«Can cömertliği kolay olmaz» atasözünün bir başka deyişidir.
Alevilerde, görgü-sorgu başlamadan, Bektâşiierde tarîkate giriş, yahut niyaz töreni bittikten sonra «Muhabbet» ve «Muhabbet Meclisi» denen toplantı meclisinde rakı içildiğinden, içki (şarap) öa, İran mitolojisine göre Cem zamanında içilmeye başlandığından bu sözün «Âyîn-i Cem» den bozma olması düşünülebilir. Bektâşilerin «Ayn-ı Cem», Alevîlerin kısaca «Cem» dedikleri bu deyimin, toplanmak, topluluk anlamlarına «Cem'» ve «Cemm» sözünden geldiği kabul edilirse «Âyîn-i Cem1», toplantı meclisi anlamına gelir. Aynı zamanda tasavvuf ehlince, yaratılmıstarı, Tanrı'dan ayrı varlıklar görmek ve onları böyle bilmek, ayrıltk-ayırmak anlamına «Tefrika» dır; bütün varlıkları, var olanları, Tann'nın mazharlan bilmek, onları Tanrı sıfatlarının zuhuru kabûf edip varlıklarının izafî olduğuna inonmaksa «Cem1» dir; bu iki makamdan snra bir de, Tanrı'dan başka bir var kabul etmemek, herşeyi böyle görmek makamı vardır ki bu makam, sâlikin, kendinden geçmesiyle gerçekleşir; bu makamaysa «Cem'ül-CenV» denir (Risalet'ül-Kuşeyriyyer Mısır-1284; s. 46—47; Ta'rîfât; İst., Es'ad Efendi Matbaası - 1283, s. 52-53). Cem' ve Âyîn-i Cem', Ayn-ı Cem sözlerini «Ayn-ül-Cem'», yahut «Ayn-ı Cem'sden bozma sayarsak o vakit, birlik, birliğin özü, ta kendisi anlamını vermemiz iktizâ eder.
Ayn-ı Cem, Mevlevîlerde de vardır. Canlar, bir evde, yahut dergâhta toplanırlar; gece, yahut gündüz, vakit namazı kılındıktan sonra herkes yerini alır. Neyzen ve kudümzenlerle âyin-hanlar, ney ve kudüm çalmaya, âyin okumaya başlarlar. İsteyen kalkıp kol açmadan, yahut bir kolunu, iki kolunu açarak semâ' eder. Ayn-ı Cemd'e herkes sokak hırkasını giymiştir; tennure giyilmez. Bir müddet sonra âyin biter; sohbet başlar ve sohbet, âyin okumak, böylece sürer-gider. Meyveler, yahut yemek yenir; Ayn-ı Cem güibangi çekilir ve Ayn-ı Cem' biter (Mevlevî Adâb ve Erkânı; İst. İnkılâp ve Aka Kitabevi - 1963, s. 9, 101—102).
Kul Mazlum, bir nefesindeki,
Hak nefesin inkâr eyleyen tâlib, İblıs'tir bu Cemden sürülsün gitsin.
Hakkin divânmda yüzü karadır, Esieldir ol yerden ayrılsın gitsin
dörtlüğünde «Cem» (Manâkıb'ül - Esrar Behcet'ül-Ahrâr; 48.a), Pîr Sultan da bir nefesinin son dörtlüğünde,
Pîr Sultan'ım beni mihmân ğötürsen, Götürsen de Ayn-ı Ceme yetursen;
Dizini dizime vursan otursan, Doyunca yüzüne baksam yâ Ali
tarzında «Ayn-ı Cem» olarak dile getirir (Alevî-Bektaşi Nefesleri; s. 113).
Celâli de hak, cemâli de hak Celâlinden cemâline sığınmak Cemâlin hakkıyçin
Arapçada ululuk anlamına gelen «Celâl», Tann'nm kahır sıfatlarının tümüne denir. Oabuk kızan, öfkeleniven tarikat ulularına da «Celâli, Celâli cemâline gaaiıb» denir.
Güzellik, güzel olmak anlamına gelen «Cemâl» se, Tanrı'nın lütuf sıfatlarının tümüne verilen addır. Lûtfu, bağışlaması üstün olana da «Ce-mâlî, celâline gaaiıb» denir. Ayrıca cemâl, yüz, yüz güzelliği anlamına da gelir. «Cemâli pek güzel» gibi övüşte kullanılır. «Cemâl seyri», güzel yüzlere bakmaktır. «Dâr-ı Cemâl - Güzellik ve iutuf yurdu» da cennete verilen addır. «Cemâlin hakkıyçin» yemin olarak kullanılan bir deyimdir. «Celâlinden cemâline sığınmak», kahrından lûtfuna sığınmak anlamına gelir. «Celâli de hak, cemâli de hak» atasözüyse mazhanna ve zuhuruna göre kahrın da, lûtfun da yerli yerinde olduğunu bildirir.
Arapça ve farsça iki sözden meydana gelen terkip.Topluluk, toplantı yeri. «Manâkib'ül-Ârifîn» de geçen bu söz, Mevlevîlerin «Mesnevi» okudukları, dinledikleri yer anlamına geliyor. Ankaravî, «Minhöc'ül - Fukara» sında, «Cemâat-Hâne» nin, camilerdeki «Tâbh-Hâne» karşılığı olduğunu söylüyor. Tâbh-Hâne, yahut «Tâb-Hâne», farsça yemek pişirilen yer ve sıcaklık yurdu, istirahat yeri anlamlarına gelir. Talebe, bilgin, buraya iner; üç gün kalabilir; üçüncü günü yolluğu, ihtiyacı karşılanıp yollanır; yahut kalacaksa bir hizmete koşulur. Ankaravî, yolcu dervişin, dergâhın «Cemaat-Hâne» sinde konuklandığını bildiriyor. Her halde sonradan bu iş de «Cemaat-Hâne» ye verilmiş olacak (İst. 1286 basımı; s. 53—60).
Cezbe,
Cezbelenmek, Meczûb
Cezbe, Arapça çekiş anlamına gelir. Terim olarak, Tanrı'nın, kulu çekişi, kula lûtfudur. Sûfîlerin mühim bir kısmı, sülük denen manevî yolculuğun, ancak cezbeyle alınabileceğine inanır. Onlara göre gerçek yolcularının bir kısmı, önce cezbeye kapılır, sonra mürşide kavuşur; cezbeyle aldığı yolu, yolun hükümlerini, şartlarını öğrenir. Bunlara «Meczûb-i Sâlîk», yani cezbeye düştükten sonra sülük gören denir. Bir kısmı mürşide ulaşır, sonra cezbeye mazhar olur. Bunlara da «Sâlik-i Meczûb», yani cezbeye ulaştıktan sonra mürşide kavuşan derler. Bu iki bölükten olanlar, başkalarını irşâd edebilirler; bu vazife, bunlara verilir. Cezbeye tutulup mürşide ulaşmayan (Meczûb-ı gayr-i sâlik), kendisi ulaşmıştır, fakat kimseyi irşâd edemez. Mürşide intîsab ettiği halde cebzeye mazhar olmayan (Sâlik-i gayr-i meczûb), ne kendisi bir feyze nail olur, ne kimseyi irşâd edebilir,
Cezbe, aklı-fikri alan bir hâldir; bu halde ^cezbe sahibi, hareketlerinde mazurdur; çünkü şer'î teklîfin esas dayanağı olan aklî dengeye sahip değildir.
Bir de zikir, yahut sohbet esnasında yerinden sıçrayan, «Hay» diye bağıran, delice hareketlerde bulunan kişinin bu haline «cezbelenmek, cezbeye gelmek, cezbeye düşmek» denir ki bu halleri gösterenlerin çoğu, bir alışkanlık olarak sıçrarlar, bağırırlar; olgun erler, gerçekten cezbeye tutulan kişinin bu hâlini izhâr etmesini hoş görmezlerken bu çeşit kişilerin hallerini hiç hoş görmezler; bunlara «Murâî - Gösterişçi» derlen
Gerçekten cezbeye tutulup o halde kalanlaraysa «Meczûb» denir. Ulular, bu çeşit kişilerle düşüp kalkmanın doğru olmadığını, onların gönüllerine dokunmamak, ihtiyaçlarını, kabul ederlerse, gidermek gerektiğini, fakat onlarla düşüp kalkanlara, hallerini giydireceklerini, bu yüzden onlardan uzak olmanın en doğru bir hareket olduğunu söylerler.
Cezbe inancı, dilimize, arzettiğimiz deyimleri ve bu çeşit olmayacak, yapılmayacak hareketlerde bulunanlara söylenen «deli derviş gibi, Cezbeli derviş gibi» sözlerini de vermiştir. Ayrıca «Cezbe» sözü, «Cezve» şekline sokularak latifeler de yapılagelmiştir.
Cilve
Görünmek, belirmek anlamına gelen bu sözle Tanrı'nın hüküm ve iradesinin tecellîsi Kastedilir ve her olaya, iyi, yahut kötü, «Cilve», «Cil-ve-i İlâhiyye» denir; «Hakk'ın cilvesi» dendiği de vardır. Üstadım rahmetli Ferit Kam (1363 H. 1944), bir beytinde, bu inanca şöyle dokunmuştur :
Varsa akranın İlâhî, var onunla cilveleş; Yoksa affeyle beni, bu cilveden ma'zûr tut.
Çeyizlemek, çeyizlenmek
Cihaz, Türkceye çeyiz olarak geçmiş arapça bir sözdür; gereken şeyler anlamına geür. Cihaz tarzında da söylenir. Geline gereken ve baba evinden koca evine götürülen şeylere, ölünün sarıldığı kefene ve sai-reye denir.
Cihâz-i Tarikat, başta taç, yâni başa giyilen külah, külaha sarılan sarık ve sırta giydirilen hırka olmak üzere Kemer, Alem, Teslim Taşı, Pal-heng, Kanberiyye, Makas, Habbe gibi şeylere denir.
«Çeyiziemek, çeyizlenmek» tarikat cihazını vermek, bu cihaz ile bezenmek anlamına gelen deyimlerdir.
Cins
Cinsi bozuk Cinsi şüpheli
Cins cinsiyle kopuşur
Ördek ördekle, kaz kazla; kör tavuk kel horozla
Şapa emek versen olur mu şeker Cinsini s...... m cinsine çeker
Aynı yaratılışta, aynı huyda olan insan, yahut hayvan toplumuna, bu toplumun özelliğine «cins», bir cinsten ayrılan ve aynı özelliğe sahip olan toplumlara «nevi'» denir. İnsanları da, hayvanları da, birbirleriyle uzlaş-tırıp kaynaştıran, aynı cinsten geliştir. Bu bakımdan bu söz, farsçada, «Her cins, kendi cinsiyle uçar; güvercin güvercinle, doğan doğanla» mealinde,
Koned her cins bâ hem cins pervâz Kebûter bâ kebûter bâz bâ bâz
beytini, atasözü hâline getirmiştir. Bu söz, aynı vezin ve kafiyede, şu suretle türkceye çevrilmiştir:
Eder her cins, hem-cinsiyle pervâz Kebûterle kebûter, bâz ile bâz.
Yunus Emre, bir şiirinde,
Karga ile bülbülü bir kafese koysalar, Birbiri sohbetinden dâim melûl değil mi?
Öyle kim karga diler bülbülden ayrılmağa, Bülbülün de maksudu billâi ol değil mi?
beyitleriyle bu gerçeği pek güzel canlandırır.
Cins oluş inancı, türkçemize, «Cinsi bozuk, Cinsi şüpheli» deyimlerini, «Cins cinsiyle kopuşur», «Ördek ördekle, kaz kazla, kör tavuk kel horozla» ve
«Şapa emek versem olur mu şeker? Cinsini s......m cinsine çeker»
atasözlerini kazandırmıştır.
Tasavvuf ehlince aynı cinsten oluş, aynı istidada sahip olmakla, aynı meşrepte bulunmakla mümkündür.
Cünbüşlenmek
İçmek anlamına, cünbüşlendik» gibi.
bilhassa tasavvuf ehli arasında kullan
Cümle Kapısı
Tekkeye girilen dışkapıya bu ad verilir.
Farsça yudumluk anlamına getir; esrar çekilen kabağa denir. XIV-XVI. yüzyıllarda Abdalların, Bektâşilerin, hattâ Mevlevîlerin bir kısmının esrara düşkün olduklarını, birisinin sunduğu esrar kabağından herkesin bir nefes çektiğini biliyoruz, (Mevlânâ'dan sonra Mevlevîlik; s. 106). Hattâ Bektaşilerde, «Nargilemizi çeken veli, çekmeyen deli, pirimiz Hacı Bektâş-ı Velî, yuf münkire, lanet Yezîd'e, dem olmasın zem, gerçeğe hû, mü'mine yâ Alî» tarzında bir de esrar çekme gülbangi vardır (Erkân-Nâme).
Kaygusuz Abdal, bir nefesine,
Allah Tanrı yaradan, Gel içeğor cüfadan;
Yâr île yâr oîağör, Ağyar kalksın aradan
dörtlüğüyle başlar. Kaygusuz'un, esrara dâir birçok şiiri vardır.
Farsça ve arapça iki sözden meydana gelen terkip. Dört belirti, dört nişane anlamına gelir. Bektaşilerde hilâfet verilen kişiye deriden dikilmiş, iç tarafında birşeyler konmak için düğmeyle iliklenen gözlen bulunan ve bele sarılan ince uzun bir sofra, çerâğ, yâni mum, alem, yâni bayrak ve seccade verilir. Sofraya, uzunluğu dolayısiyle arap alfabesindeki ilk harf olan «elif» e benzetilerek «Elifi sofra» denir. Bu dört şey, dört alâmet anlamına «Cehar Alâmet» diye anılır. Bu söz, bir deyimdir; konuşmaya gir-memişse de kitaplarda bulunduğundan ihmâl etmedik, yazdık.
Farsça ve arapça iki sözden meydana gelmiş îerkibtir; dört vuruş anlamınadır. Kalenderlerle Abdallar, saçlarını, sakallarını, bıyıklarını, kaşlarını usturayla dipten tıraş ederlerdi ki buna «Çhâr-Darp» denir. İlk Bektaşilerde ve Mevlevîlerin bâzılarında da vardı. Abdailardan olan ve sonradan Bekîâşüer tarafından benimsenen XV. yüzyıl şâirlerinden Kaygusuz Abdal, bîr şiirinde,
Sakalımla başımı, Bıyığımla kasımı,
Hak onara işimi, Bu sakalı kırkarım
dediği gibi (Alevî-Bektaşî Nefesleri; s. 175—176) XVI. yüzyılda yaşayan Şîrî de bir şiirinde.
Çhâr-darb ile bakaa mülküne sultan geçinür; Gene i tecride miyân-bend ile palheng kilîd [17]
beytiyie Châr-Darb'i diie getirir (Aynı; s. 171; 11. sahifede Hacı Bektaş maddesine de bak) Hayderîler ve Câmîler de Kalenderîler gibi saç ve sakallarını tıraş ettirirler, fakat bıyıklarını bırakırlardı. Kaygusuz Abdal'a ait bir minyatürde Kaygusuz'un saçları omuzlarına dökülmektedir; bıyıkları* naysa hiç dokunulmamıştır; fakat sakalı tırazlıdır. Levnî'nin (1145 H. 1732) yaptığı bir minyatürdeyse Kaygusuz, Châr-Darb tıraşlıdır; her hâlde bu minyatür, eski bir minyatürden kopya edilmiştir (Kaienderîlik hakkında fazla bilgi için «Türk Ansiklopedisine yazdığımız «Kalenderiyye» maddesine; c. XXI, Fasiküi: 163, Ankara Millî Eğitim Basımevi-1973; s, 157—161 ve «Mesnevi Şerhi» ne bak. c. I; s. 111—117).
Mevlevîlerde, XVI. yüzyıl Mevlevî ulularından Dîvâne Mehmed Çeiebi ve onun müritleri, aynı asırda yaşayan Yusuf Sîne-çâk da Châr-Darb tıraşı kabul etmişlerdir (Mevlanâ'dan sonra Mevlevîlik; s. 104—122 ve 124—127).
Châr Darb, dilimize bir deyim ve atasözü getirmemiştir; fakat çulhadan yapılma ve kepenek giydikleri ve çulhaya «cuvâlık» dendiği için Kalenderîlere de «Cuvâhka» adı verilmiş, Kalenderîlere «Covlakıy» denmiştir kî bu münasebetle yalın başlı, dipten tıraşlı adamlara, dilimizde «Cascavlak» denmesi bu sözlerden gelmiştir.
Farsça «cerh» sözünün türkçeieşmişidir. Çarh göğe ve dönen şeye denir. Mevlevîler, sağ ayağa derler; sol ayağa da «Direk» denir. Semâ'da soia doğru bir kere dönüşe «Çark» denir ve bu hareketle semâ' edenin yüzü, çarka nerden başladıysa o yana gelmiş olur. Bu harekete «Tam Çark» adı verilir, «Yarım Çark» bu hareketin yarısıdır (Bektâşinin çapası, Mevlevi'nin çivisi mad. e bk.).
Bir yerde boydan boya gidip gelmeye, dönüp durmaya «Çark atmak», dümdüz gidip gelmeyeyse «Volta vurmak» derler ki bu deyimler, umûmidir.
Çelebi Adam
Calab mogolcada Tanrı anlamına gelir. Çelebi sözünün farsça nispet adı olup Tanrı'ya mensup. Tanrı adamı anlamına geldiği, yahut türk-çede «balı, arı, koru, geri» gibi «ı, i, u, ü» ekleriyle yapılan ve nispet bildiren ad bulunduğu muhakkaktır.
Zarif, söz-sohbet bilir, kibar ve nâzik kişilere «Çelebi adam» denir. XVI. yüzyılın sonlarına kadar, hattâ XVII. yüzyılda dahi bilgin, soylu kişilere «Çeiebi» bir vasıf olarak verilmiş, adından sonra bu söz, adına eklenmiştir.
Ayrıca Mevlevîlerde, Mevlânâ soyundan gelenlere «Çelebi» dene-gelmiştir. Ana tarafından da bu soya mensup olanlara bu sıfat verilmiş, ancak izah iktizâ ederse kadın tarafından olduğu, «İnâs Çelebilerinden» diye kayıtlanmıştır.
Bektâşilerde, Hacı Bektaş'ın- evlenmediği, İdris Hoca ile Kadıncık Ana'nın soyundan gelenlerin, Hacı Bektaş'ın nefes evlâdı olduğu söylenir; buna karşılık Alevîler, Kadıncık Ana'nm, İdris Hoca'nın kızı olduğunu. Hacı Bektaş'la evlendiğini iddia ederler. Hacı Bektaş'ın nefes evlâdına, yahut belinden gelen kişilere de «Çelebi» denir; yalnız Mevlevî çelebilerinden ayırmak icab ederse «Bektaşî Çelebilerinden» diye kayıtlanır.
Mevlânâ'nın halîfesi olan ve «Mesnevî» nîn yazılmasını sağlayan «Hu-sâmeddin» e de «Çelebi» lâkabı verilmiş, yalnız, soydan gelenlerden ayırd edilmesi için bu sıfat, adından önce söylenerek «Çelebi Husâmeddin» denegelmiştir.
Kof uzunluğunda, şehadet parmağı kalınlığında düz bir sopadır. Dedelerin hücrelerinde bulunduğu gibi sabahlan, Mevievîlerin toplantı yen olan Meydan'da da bir tane vardır. Dede, terbiyesine memur olduğu canın bir kusurunu görürse, onu niyaz vaziyetinde durdurur ve arkasına c sopayla, acıtmamak şartiyle birkaç kere vurur. Sonra dede ve can, çelikle görüşüp {Görüşmek maddesine bak) çeliği yerine kor; birbirleriyle de görüşerek o hatayı unutmuş olurlar. Suç biraz büyücek olursa dergâhın umûmî mürebbisi Aşçı Dede'ye {Bak: Ser. Ser-Tabbâh) söyler; bu ceza aşçı dede tarafından meydanda, yahut sema'hânede birkaç canın huzurunda verilir. Çelik, Bektâşilerde de vardır. Bir nefesteki,
Sendfe nedir hu semelik? Satma bize, ğel, dedelik;
Sırtına yüz elli çelik Vurmalı mutlak dediler
dörtlüğünde bu terim geçmektedir.
Çenğî
Çeng, harpa çok benzeyen ve kavisli bir ağaca takılmış olan bağırsaktan yapılmış yirmi üç telden meydana gelen müzik âletine denir. Çeng, doğu müzik âletidir, Çeng çalana «Çenğî» denir. 1080 hicrîde (1669) vefat eden Mevievî bestekârlarından Yusuf Dede, çeng çaldığından «Çenğî» diye anılmıştır (Mevlânâ'dan sonra Mevlevilik; s. 143, 174). Çeng, son zamanlarda şark musikisinde kaybolmuştur.
«Çenğî», çalgıyla oynayan kızlara, kadınlara verilen addır; her halde bunların oyunlarında çeng çalındığı için kendilerine bu ad verilmiştir. «Çen-ği-cağanak» deyimi, dilimize bu sözden geçmiştir. Oynak kızlara da «Çengi gibi» denir. Pek oynak kişi de «Bir kol çengi» sözüyle anlatılır.
Çerağ, Çırak
Çerağı dinlendirmek Çerağı sırlamak Çerağı sırretmek
Çerağı uyandırmak Çerağı uyarmak
Kişinin, yaktığı çerağa pervane olması gerek
Farsça kandil, mum, ışık anlamlarına gelir. Sûfîlerde, bilhassa Mev-levîlerle Bektâşilerde, kandil, mum, hattâ elektrik yerine «Çerâğ», söyleniş tarzına göre «Çırak» sözü kullanılır. Söndürmek ve yakmak sözlerinin anlamlarında çeşitli kasıtlar da olabileceğinden mumu, yahut elektriği, kandili söndürmek yerine «Çerağı dinlendirmek, sırlamak, sırretmek», yakmak yerine de «Uyandırmak, Uyarmak» sözleri kullanılır.
Haik arasında, «Çerağın yansın» sözü hayır duadır; «Sönsün» sözü de ilenmektir.
«Kişinin, yaktığı çerağa pervane olması gerek» atasözü, yetiştirilen kişinin üstüne titremek lüzumunu bildirir. Fuzûlî,
Merhem koyup onarma sinemde kanlu dağı, Söndürme öz elinle yandırdığm çerağı.[18]
beytinde bu atasözünü hatırlatır.
Alevî ve Bektâşilerle Mevlevîlerde Ayn-ı Cemlerde çerâğ uyarmanın âdabı ve tercümanları, günbangleri vardır (Bu maddelere bakınız).
Celî Sülüsle ve arap alfabesiyle Çifte Vav, yâni Müssenâ denen birbirine karşı iki Vav, şu şekildedir:
Dergâhlarda aş, yani Muharremin onuncu günü, yahut onundan sonra bir mukabele günü aşure pişirilirken ihvan kazanın başına toplanır. Aşureyi kepçeyle karıştıran, kepçeyi öperek bir başkasına verir; o da öperek alır; kazandaki aşı, yukarıdaki şekilde görüldüğü gibi sağdan sola, soldan sağa karıştırır; aynı tarzda bir başkasına sunar; böylece kazanın dibinin tutmaması sağlanır. Bektâşilerde kepçe «Yâ İmâm» diye alınır; veren «Ya Huseyn» der ve hep birden «Selâmullâhı Al'el - Huseyn, Lâ'netullahi Alâ kaatili'l-Huseyn» denir. Aşureyi bu tarzda karıştırmaya «Çifte Vav Çevirmek» derler. Ebced hesabında «Vav» altıdır; iki «Vav» iki altı eder ki yanyana yazılınca «Allah» lafza-İ Celâiesinin ebced hesabında tutarı olan «66» sayısı belirir. «Çifte Vav Çevirmek», aynı zamanda zikir sayılır. Cami ve tekke dıvarlarına resmedilen «Çifte Vav» da «Allah» İsm-i Celâline işarettir (Âşûrâ-Aşûre mad. e bk.).
Sözünün yerini bilmiyen, kaba, nezâketten habersiz, tok sözlü, bayağı adam yerine «Çiğ adam», çok kere de «Ham adam» denir ve bu çeşit kişinin muamelesine, sözüne «Çiğlik» adı yerilir. Tasavvuf ehline göre çiğlik, gerçekten haberdâr olmayıştır.
Çileye girmek, Cifeden çıkmak
Çileyi kırmak
Çileyi tamamlamak
Çile-Hâne
Çile bülbülüm, çile
Çile-i Merdân- Çile-i Zenan
Asıl cife bundan sonra başlar Dünya bir çîle-Hânedir
«L» harfinin îeşdidiyle «çille» tarzında söylenince, çulhaların eğirmelerinden artan ve eğirdikleri bezin eninden fazla geldiği için eğrilmeyip yuvarlanarak bir yana konan ipliğe ve yay kirişine denir. Dervişlerin, bir yere, bir odaya çekilip yemelerini, içmelerini, uykularını gittikçe azaltarak kırk gün kendilerini ibâdete vermelerine de «Çile» denir kî buna arapçada «Erbain» denir; farsçada da «Cihle - Kırk günlük müddet» sözünün hafifietilmesinden meydana geimiştir.
Esma ile, yâni Tanrı adlarını anarak sülük etmeyi, esas tutan sûfî-\er, çileye «Erbain» derler ve bu terim, dilimize «Erbaine girmek, Erbainden çıkmak» gibi deyimler vermiştir. Erbain, tekkenin tenha bir bucağında, bu iş için ayrılmış odaya girmekle başlar. Şeyh, dervişi bu odaya sokar, Fatiha çeker ve kapıyı kapayıp gider. Odada bir post, yahut seccade, bir Müttekâ (bak) ve odanın rafında bir Kur'ân-i Kerîm vardır. Derviş, bu odadan ancak icap edince ve abdest tazelemek için çıkar. Yiyeceğini, içeceğini, muayyen vakitlerde bir derviş getirip odaya bırakır ve selâmdan başka bir söz söylemez. Asıl gelenek, Erbaîn'e girene ilk günü kırk zeytin verilmesi, her gün zeytinin biri eksiltilerek kırkıncı günü bir zeytin sunulmasıdır; fakat buna pek o kadar riayet edilmez; yalnız yiyeceği her gün biraz azaltılır. Kırkıncı gün ya şeyh gelip dervişi odadan çıkarır, yahut başka birisi çıkarıp şeyhe götürür. Erbain'den çıkan, kırk gün içindeki düşüncelerini, biihassa rüyalarını şeyhe anlatır. Şeyh lüzum görürse dervişi, o gün, ikinci bir Erbaîn'e sokabilir. Birbiri üstüne üç" Erbain çıkaranlar olur. Dervişin Erbaîn'den çıkarıldığı gün, bir koyun kesilir; kendisine kurbanın et suyuyla yapılmış tirit sunulur; dervişler, kendisini kutlarlar.
Bektâşîlerle Mevlevîlerde böyle bir gelenek yoktur; esmayı kabul etmeyen ve MeSâmeti esas tutan bu iki tarîkatte sülük, hizmetledir. Bektaşilikte hizmet müddeti muayyen değildir. Mevlevîlikteyse, binbir gündür; böyle olmakla beraber Sultan Veled'in, Erbaîn'e girmek istediğini ve girdiğini «Menâkıb'ül-Ârifîn» bildiriyor (II, s. 793 - 795).
Mevlevîlikte soyunup dervişliğe ikrar veren, yâni derviş elbisesine bürünüp çileye giren kişi, dergâhta onsekiz hizmeti sirasiyle görür (Mevlevi Adâb ve Erkânı; s. 45-46). Binbir gün hizmet bittikten sonra derviş, dede payesine erer, hücresine götürülür, orada onsekiz gün kalır, «Hücre Çilesi» denen bu onsekiz gün de bittikten sonra hücre sahibi olurdu, Çile müddetini bitirmeye «Çileyi tamamlamak», bitirmeden bırakmaya «Çileyi kırmak» denir; çile bittikten sonra da, aralarında «Asıl çile, bundan sonra başlar» sözü, ataiarsözü oiarak söylenirdi. Çiledeki dervişe «çile çeken anlamına «Çile-keş» derlerdi. Sûfî dervişlerinin, yâni esma ile su-Jûkü kabul edenlerin çile çıkardıkları oda, çile evi anlamına «Çile-Hâne» diye anılırdı. «Dünyâ bir çiiehânedir» atasözü de bu geleneğe dayanarak dile giren ve umûmileşen bir atasözüdür.
Bektâşilerde bir de «Çile-i Merdân-Erlerin çilesi», «Çile-i Zenân — kadınların çilesi» deyimleri vardır. Haçı Bektaş menkabeierini toplamış olan «Vilâyet-Nâme, Manâkıb-ı Haoı Bektâş-ı Velî» ye göre Hacı Bektaş. çileye girip her gün bir öküz yemiş ve abdest bozmamış; bu çile, «Çile-î Merdân» diye anılmış. Kırk gün, anlattığımız çileyeyse «Çile-î Zenân»* demiş Hacı Bektaş. Bu keramet, Hacı Bektaş'tan önee gelip geçen Ah-med Nâmıkıy-i Câmî'ye ve Haeı Bektaş'tan sonra gelen İbrâhîm-i Gülşe-nî'ye de atfedilmiştir, (tarafımızdan hazırlanan «Vilâyetnâme, Menâkıb-t Hacı Bektâş-ı Velî» ye bak; s. 119).
Türkçeleşmiş olan çile, dilimizde «Çileye girmek, Çileden çıkmak,. Çileli, Çileden çıkarmak, Çile bülbülüm, çile» gibi deyimler vermiştir. Sıkıntılı bir ömür devresine girmeye «Çileye girmek» denir. «Çileden çıkmak», sıkıntıdan kurtulmak anlamına geldiği gibi sıkıntıdan çıldırmak anlamına da gelir. «Şimdi çileden çıkacağım, Beni cifeden çıkarma» gibi. Sıkıntılı ömür süren kişiye «Çileli, Çilesi buymuş» derler. Bülbülün hafif ve birteviye aynı ses çıkararak ötüşüne «Çilemek» dendiği için bir zahmete uğrayan kişi, bundan yararlanarak, kendisine «Çile bülbülüm, çile» der; yahut bir başkası, ona bu sözü söyler.
Çivi tutmak
Çivisi sağlam
Mevlevîlerde semâ" meşk edilen yerde, yahut tahtadaki çivi («Bektâ-şinin çapası, Mevlevînin çivisi» maddesine bak). Çivi tutmak, yürümeden, olduğu yerde semâ1 etmeye denir. Semâ'da, olduğu yerden ayrılmadan semâ' edebilen kişiye de «Çivisi sağlam» derler.
Adamı asarak öldürmek için kurulan çeşitli şekildeki direğe, yahut direklere verilen addır; farsçadır. Meşhuru üç direkten meydana gelir. Arap-çada «dâr» ev, yer-yurt anlamınadır.
309 hicrîde (922) yazdığı şiirler, söylediği sözler ve güttüğü inanç yüzünden Bağdad'da asılarak öldürülen, cesedi yakılıp külü Dicle'ye dökülen Huseyn b. Mansûr-ı Hallaç, sözleriyle, ölümüyle Sûfîleroe bir sembol olmuş, bu yüzden de «dâr» sözü, çok defa «Dâr-ı Mansûr» şeklinde söylenmiş, yahut Mansûr'la beraber anılagelmiştir. Hattâ Bektâşilerin baş okutma tercemanîarında da (Bak: Tereeman) «Erenlerin dâr-ı Mansûr'unda» tarzında geçer (Baş okutmak maddesine de bak).
Alevî ve Bektaşi Ayn-ı Ceminin yapıldığı yerin ortasına «Dâr» denir. Tarîkate giren, ordaki tercemandan sonra, Ayn-ı Cem'de bulunanların râzılığiyle kabûi edilir. Bey'atini tazeleyen can da gene Dâr'da okuduğu tercemandan ve kardeşlerin râzılığmdan sonra babaya gidip arakıyyesi-ni, yahut tacını teslim eder ve tekbirletir. Alevilerde de Görgü ve Sorgu aynînde, dardaki kabulden sonra dedenin huzuruna varılır. ,
«Dâr» sözüne. Alevî - Bektaşî erkânını dile getiren nefeslerde mutlaka rastlanır. Meselâ Şâhî, kabul törenini anlatan nefesinin altıncı dörtlüğünde,
Özüm darda, yüzüm yerde durmuşam, Muhammed Alî'ye ikrar vermişem;
Sekaahütn hamrini anda ğörmüşetn, İçip kana-kana mestâne geldim
der (Alevî-Bektaşi Nefesleri; s. 169). Pîr Sultan Abdal da bir nefesinde,
Girelim Alî nuruna, Duralım Mansûr darına,
Küfrümüz îman yerine Sayamazsın demedim mi
diyerek «Dâr» ı, «Mansûr» la beraber anar (Aynı, s. 188). Bâzı kere de Yunus Emre'nin,
Circis oldum, basıldım, Mansûr oldum, asıldım;
Hallaç pamuğu gibi bunda atılıp geldim
beytinde olduğu gibi «Asılmak, Mansûr, Hallâc» sözleriyle beraber anılır (Aynî, s. 74).
Birşeyin gerçek olduğu, yahut olmadığı hakkında iddia ediş, sözle, hareketle direniş, dilimizde «dava» diye anılır ki bunun, adlî bir terim olan ve hâkim (yargıç) karşısında davacı ve dâvâlının İddialarıyle bir hükme bağlanan dava ile ilgisi yoktur.
«Dâvâcı» bir şey hakkında iddia edişi âdet edinmiş kişiye, «Dâvâlı» da bilhassa kendinin ulu. eren olduğunu halleriyle, sözleriyle boyuna göstermeye çalışan, bilirlik taslayan adama denir. «Davalaşmak», herhangi bir konuyu, benim dediğim, benim anlayışım doğrudur kanaatiyle iki, yahut daha fazla kişinin tartışmalarına denir. Böyle bir tartışmaya katılışa da «Davaya girişmek» adı verilir.
Bu deyimin tam karşılığı «Mânâ» dır. Mânâ ehli, davaya girişmez; dâvâlı kişi de, davasına manâ göstermek, davasını manâ ile doğrulamak zorundadır..Manâsız dava, batıldır. Yunus,
Bize dîdâr gerek, dünyâ gerekmez Bize mânâ gerek, dâva gerekmez
Bu yolda da'vi sığmaz, ma'ni gerek, Neyi kim sever isen anı gerek
beyitleriyle hemen dâima beraber anılan her iki deyimi de kullanmıştır.
Dede himmet, oğul hizmet
Kendisi muhtaç-ı himmet bir dede *
Kanda kaldı gayriye himmet ede (İmdâd ede)
Çiğdem bitti, Dede yitti
P... luğun sonu dedelik, kahbeliğin sonu ebelik
Mevlevîlikte «Muhib» likten sonraki derecedir. Muhib, derviş olmaya ikrar verip çilesini tamamladıktan sonra hücre sahibi oiur ve «Dede» diye anılır. Dede, yeni muhipleri, kendi liyakatine ve muhibbin heves ve istidadına göre, «Mesnevi» okutarak, âyin meşk ederek, ney üflemeyi öğreterek, usûl tutmayı belletip kudüm-zen olarak yetiştirerek terbiyeye memurdur.
Alevilerde Dede, soydan gelenlerdir. Alevîlerin inancına göre herhangi bir ocaktan (bu maddeye bak) gelen ve Seyyid, yâni Hazret-i Peygam-ber'in soyundan olan ve mürşitlik vazîfesini gören kişilere «Dede» denir. Bektâşiler, Hacı Bektaş dergâhında şeyh olan babaya «Dede Baba» derlerdi. Hacı Bektaş ve Mevlânâ dergâhına bağlı olan bağlara da «Dede Bağı» denirdi ki Konya'daki Dede Bağı, şimdi park ve fuar yeri olmuştur.
Halk dilinde Dede, babanın babasına, büyük babaya denir; dedenin babasınaysa «Ata» ve ondan öncekilere «Atalar» adı verilir. Azerî lehçesinde «Ata» baba anlamına kullanılır. «Atadan kalma, Dededen kalma. Atasına rahmet, Dedesine rahmet» sözleri, halk dilinde örf mecazlarıdır.
Tarîkatte feyz almanın, mürşide gönülden bağlanıp hizmetle olacağı, «Dede himmet, oğul hizmet» atasözüyle ifade edilir. Kimseye faydası do-kunmıyan, geçim için derviş kivsesine bürünmüş olan kişiler, «Kendisi muhtaç-ı hîmmet bir dede * kanda (yahut nerde) kaldı gayrıya himmet (yahut îmdad) ede» beytiyle kınanır ve bu beyit de bir atasözü olup kalmıştır. Alevilerde Görgü-Sorgu töreni kışın olur; dedeler, taliplerinin (talip maddesine bak) bulunduğu köylere giderler; cuma geceleri Görgü-Sorgu âyîni yaparlar, taliplerden Musahip kavline girmeyenleri Musahip kavline alırlar; bahar gelince herkes tarlasiyle, ekinîyle meşgul olacağından Dede de köyüne gider. Bu yüzden Alevîler arasında, «Çiğdem bitti. Dede yitti» atasözü söylenegelmiştir {Musâhib mad. e de bk.).
Bâzı derviş geçinenlerin ahlâk bakımından düşkünlükleri de halk arasında, «... Juğun sonu dedelik, kahbeliğin sonu ebelik» atasözünü meydana getirmiştir.
Deli gönül
Al deliden uslu haber
Deliden veli, veliden deli olur
Delinin sözü kaleme alınmaz (Gelmez); Deliye kalem yoktur.
Deli olmayınca veli olunmaz
Dilimizde, «Delilikten gelmek, Kendini deli göstermek, Delirmek, Deli olmak, Çıldırmak, Çılgına dönmek, Deli alacası, Deli Vayko, Deli poyraz, Delinin zoruna bak, Deli esintisi, Deli-olu, Deli misin» gibi birçok terim, «Bir delinin kuyuya attığı taşı kırk akıllı çıkaramamış; Deliye taş atma, saldırır; Deli arlanmaz, soyu arlanır; Delilik parayla-pulla değil; Gördün deli, dön geri; Deli bal kabağından olmaz; Delidir, ne yapsa yeridir; Deliye hergün bayram» gibi birçok atasözü, «deli» sözünden meydana gelmiştir.
Tasavvuf tesiriyle «deli» den meydana gelen deyimlerden biri «Deli gönül» deyimidir. Umûmî bir deyim sayılabilecek mahiyette olmakla beraber gerçek, yahut geçici aşkı ifade etmesi dolayisiyle bu deyimde tasavvuf tesiri inkâr edilemez.
«Ai deliden uslu haber» atasözü, aklı az, mezcup tanınan kişilerin sözlerinde hikmet bulunabileceğini bildirir. «Deliden veli, veliden deli olur» atasözü de deli görünen, deli sanılan bâzı kişilerin deli, bâzı velî tanınanların da gerçekte deli olabileceğini hatırlatır. «Delinin sözü kaleme alınmaz; Delinin sözü kaleme gelmez; Deliye kalem yoktur» Atasözleriyse farsçadaki «Dîvanerâ kalem nîst» atasözünün aynıdır; meczup kişilerin, sözleri ve hareketleri yüzünden sorumlu olamayacaklarını bildirmekle beraber daha geniş anlamda, bâzı sûfîlerin, sözlerini, hareketlerini cezbeye yükleyerek çağtarındaki şer'î cezalardan kurtulmaya savaştıkların* da dile getirmektedir. Nızamoğlu Seyyid Seyfullah, bir şiirini,
Seyfullah sözünde mesttir, pirinden aldığı desttir; Dâvanerâ kalem nisttir, ne söylerse kınar olmaı
beytiyle bitirir (Dîvan; İst. 1288; s. 172). «Deli olmayınca veli olunmaz» atasözüyse Sûfîlerin, cezbesiz menzil alınamayacağı inancını belirtir (Cezbeye bakınız).
Delil
Delilsiz cennete gidilmez Kılavuzsuz kuş uçmaz
Yol gösteren, kılavuz anlamına arapça bir söz olan delil, dilimize bu atasözünü vermiştir. «Kılavuzsuz cennete gidilmez» tarzında da söylenir. Sûfîlerin, gerçeğe ulaşmak için mutlaka bir mürşide intisap gerektiği inancından doğmadır. XV. yüzyıl şâir ve naşirlerinden Kaygusuz Abdal, bir nefesinde.
Hacca vardım der isen, Kanda vardın Hacca sen?
Kılavuzsuz kus uçmaz, Bunca dağ-u dereden
dörtlüğünde bu atasözünü anar.
Delil, aynı zamanda cemlerdeki mumlan yakmaya yarayan ve ince, içinde fitil bulunan ve yumak şeklinde sarılı olup bir ucu çıkarılan, evvelce yakılmış olan mumdan yakılarak, öbür mumları yakmak için kullanılan muma denir.
Dem çekmek, dem görmek
Demlenmek
Demlenmek, demini almak
Demine Hû
Demi-yomu yerinde
Dem bu dem, saat bu saat
Demsiz derviş imansız softaya benzer
Geçmişe mazi, geleceğe kuzu derler
Farsça «dem» soluk ve zaman anlamına gelir; arapçada «kan» demektir. Sûfılerde zaman, iki olay arasındaki zihnî kıyaslamadan doğan mücerred ve zihnî bir mefhumdur; netekim mekân da kevne, yâni varoluşa, var olan şeye tâbidir. Birşey varolmadıkça onun mekânı da varolmaz. Zemânın gerçeği, bölünmez bir cüz'ü olan içinde bulunduğumuz «ân» dan ibarettir ki «ân» ların sürüp gidişi zaman mefhumunu meydana getirir; bu bakımdan da bu akıp giden «ân» a «Ân-ı Dâim» denmiştir. Bütün varlıklar, kâinat, her an, gaybden ayna, ydni Tanrı bilgisindeki varoluştan izafî varlığa gelmekte, her an da ayndan gaybe gitmektedir; bu yüzden yaratılış ve yaratış daimîdir ve bir an önceki âlem, bir an sonraki âlemin tıpkısı değildir. Sûfî, her an, ne âlemdeyse onca, o anda tahakkuk eden âlem de odur; suretler geçer, gerçekler bâkiydır. Bu inanç, Sû-fîlerce «Dem bu dem, saat bu saat» atasözüyle belirtilir. Umûmî bir tâbir olan ve daha ziyade Azerîler tarafından kullanılan «Demi yomu yerinde» sözü de içinde bulunduğu an ve kutluluğu yerinde anlamına, herhangi bir kişi hakkında kullanılır
Gülbanglerde, meselâ Mevlevi gülbanginde, en sonda «Dem-i Haz-re-i Mevlânâ, sırr-ı Şems'i Tebrizî, Kerem-i İmâm Alî, Hû diyelim» dendikten sonra şeyhle, yahut gülbangi çekenle beraber herkesin baş keserek «Hû» demelerîndeki maksat, zamanın, gerçekte Mevlânâ'nın zamanı, zemana hâkim olan sırrın, Şems'in sırrı, kerem ve ihsanın, İmâm Alî'nin keremi ve ihsanı olduğunu belirtmek. Tanrı adlarından «Hû» demekle de bâ-Kıy olan, değişmeyen gerçek vann ancak Tanrı olup şuûn değişse bile gerçeğin, aynı gerçekten ibaret bulunduğunu anlamak ve anlatmaktır (Ri-sâlet'ül-Kuşeyriyye; s. 40—41; Mesnevi Şerhi; I, s. 89—90).
Bu inanç, türkçemize, umûmî bir atasözü olan «Geçmişe mâzî, geleceğe kuzu» atasözünü vermiştir.
«Dem» sözünün zaman anlamı, bir yemeğin tam pişip kıvamına gelmesi için hafif ateşte bırakılmasına «Demlemek», «Demlenmek, Demini almak» deyimlerini meydana getirmiştir. «Pilâv demini aidi; Çayı demledim; Çay daha demini almadı, demlenmedi» gibi.
İçki, insanı, bir müddet için rahatlaştırdığı, adama nefes aldırdığı için Bektâşiler ve Bektaşi meşrepli Sûfîler, rakıya da «Dem» derler. Rakı İçmeye «Demlenmek, Dem görmek, Dem çekmek» adını verirler. Gene bu telâkki, «Demsîz derviş imansız softaya benzer» atasözünü uydurmuştur.
Deli derviş gibi
Derviş, akçayla biter her iş Dervişin fikri neyse zikri odur
On derviş bir posta sığar, iki padişah bîr ülkeye sığmaz Sabreden derviş, muradına ermiş
Gâvurun tembeli keşiş, Müslümanın tembeli derviş olur Derviş dervişi tekkede bulur, Hacı Hacı'yı Mekke'de Deve Hacı olmaz gitmekle Mekke'ye; Eşek derviş olmaz su taşımakla
tekkeye
Derviş, farsça, yok-yoksul kişi aniamınadır; terim olarak bir tarîkate intisab eden kişiye denir. Arapça kuralına göre, farsçada «Derâviş, De-râvişe» tarzında cemi' olarak da söylenir ve dervişler anlamına gelir. Tasavvufun esası, ferdiyetten soyunmak, varhk iddiasından vazgeçmek, gerçek varlık sahibi olan ve daimî var bulunan Tanrı'ya karşı benlikten arınmak, onu, her mazharında takdîs edip ferdiyetini topluma feda etmektir, netekim Yunus Emre, bu inancı,
Yetmiş iki millete bir ğöz ile bakmayan, Şefin evliyasıysa hakıykatte âsidir
beytiyie ifâde eder. Hakıykatte, Hak'tan başka birşeyi var görmek, şirk sayılır. Derviş de, bu gerçeği, bitişiyle, görüşüyle oluş haline getirmiş kişidir. Bu inanç, bu kanaat, dilimize terimler ve atasözleri kazandırmıştır. Bâzı kimseler, varlıktan soyunmayı, herşeyi, çalışmayı, kazanmayı bırakmakla mümkün sanabilirler; oysa ki dünyayı, varlığı terk etmek, dünyaya, mala - mülke kul olmayı terk etmektir. Mal - mülk de Tanrı lûtfudur ve çalışmak, kimseye muhtaç olmamak, bilhassa Melâmet erlerinin şiarıdır. Bu gerçek, «Derviş, akçayla biter her iş» atasözüyle anlatılmış, tembellik yüzünden bir tekkeye sığınıp vakıf malıyla geçinenler suret oğrusu (bak.) kişilerse «Gâvurun tembeli keşiş, Müslümanın tembeli derviş olur» atasözüyle yerilmiştir. Derviş, her an mücâhedededir; bu müeâhede bir sabır işidir; bu da «Sabreden derviş, muradına ermiş» atasözüyle ifâdesini bulmuştur. Derviş, lüzumsuz söz söylemez; onun sözü, hep gayesine aittir; onun için de «Dervişin fikri neyse zikri odur.» Dervişler, tekkede buluşurlar; bu bakımdan, «Derviş dervişi tekkede bulur, hacı hacıyı Mekke'de.» (Âstân'a da bak) Derviş, her insanı, insanlığı bakımından kardeş görür; inananıysa din kardeşi bilir; bu yüzden «On derviş, bir posta sığar, iki padişah bir ülkeye sığmaz»; çünkü padişah nefsine, ihtirasına kuldur, dervişse nefsinin, ihtirasının sultânıdır. Fakat dervişlik de, tekkeye gitmekle, orda oturmakla, derviş kılığına bürünmekle olmaz; bu gerçeği, «Deve hacı olmaz gitmekle Mekke'ye, eşek derviş olmaz su taşımakla tekkeye» atasözü belirtir. Bâzı dervişler, harman kaldırma zamanında köyleri dolaşıp «Hakk'ullah» (bu maddeye bak) toplarlardı; bu bakımdan da «Harman sonu dervişlerin» atasözü söylenegelmiştir.
Dervişlerin bâzıları, inançlarına altolup cezbe âlemine dalarlar, yahut vecde gelirler, coşarlar, bağırırlar; bu da dilimizde «Deli derviş gibi» örf mecazını yaratmıştır.
Deniz-Derya
Denizden katre, güneşten zerre
Derya-dîf
Derya gibi adam
Denize dolmadıkça inci elde edilmez Deniz pislik tutmaz
Tanrı'nın kudreti, bilgisi, bütün sıfatları dibi, kıyısı bulunmayan bir denize benzetilir; kulun kudreti, bilgisi, sıfatiarıysa ne kadar sınırsız, ne kadar derin olursa olsun, o denizden aneak bir katre, güneşe nispetle de bir zerredir. Bilhassa Hazret-i Muhammed'în ve ondan sonra gerçek erenlerin vasıfları da, gene bu benzetişle bezetilir.
Herşeyi hoş gören, bulanmayan kişiye de deniz gönüllü anlamına «Deryâ-dil», yahut «Derya gibi adam» denir. Bu ikinci terim, bilgi hususunda da kullanılır.
Herhangi birşeye ulaşmak, hele vahdet sırrına ermek, çalışmakla olabileceğinden, bu hususta «Denize dolmadıkça inci elde edilemez» atasözü söylenir. Gerçek bir erin aleyhinde bulunanların sözlerinin, verişlerinin faydasızlığı, «Deniz pislik tutmaz» atasözüyle ifâde edilir.
Pâyeli
Hüseynî
Örfî
Cüneydî
Hüseynî Şeker-âvîz
Hüseynî Kafes!
Dolama
Sarık demektir. Tarikatlerde fahrin üstüne sarılan düz ve gittikçe genişleyen sarığa «Pâyeli», yâni basamaklı sarık denir. Şeyhler, çok defa «Hüseynî destâr» sararlar ki bu, aşağıdan yukarıya doğrudur ve yarısında, yukarıdan aşağıya doğru iner; ortası kalınca, alt ve üst tarafları faJıirle ayni hizadadır. «Örfî destâr», dikilmiş ve içine pamuk doldurulmuş, ■en az, üç parmak kalınlığında tülbentle aşağıdan yukarıya, yarısından sonra onun tersi olarak yukardan aşağıya doğru sarılır; her sarımın arasında birazcık açıklık bırakılır; alt taraftaysa bir dönümü dümdüz sarılmış olur; tac, sikke, yahut kavuğun tepesi, kavun şeklinde uzunoa sarılmış olan destarın üstünden görünür. «Cüneydî destâr», bunun yansı kadardır. «Kafesi Hüseynî desîâr» la «Kafesi Şekerâviz destâr», tülbent dört kat edilip dikilerek iki parmak enliliğinde ve çok defa dokuz arşın uzunluğunda tülbentle sarılır. Alt tarafı kalın olur, üste doğru incelir ve tacın, sikkenin kalınlığına eşit bir1 halde bulunur; sağdan sola, soldan sağa sarılırken her sarılan, öbürünü tersine karşılar. «Dolama destâr» sa dümdüz sarılan destârdır (Taylasan maddesine de bak).
Tennurenin (bu maddeye bak) üstüne giyilen yakasız, göğsü açık, kollan dar ve bileklere kadar, bele ancak gelebilen ve vücûda yapışan gömleğe denir. Bele gelen sağ eteğinin ucunda bir parmak uzunluğunda şerit, semâ' esnasında açılmaması için «Elifi nemed» in (bu maddeye bak) bağına geçirilir.
Desttir
Destur almak Destur vermek Destur Desturun
Destursuz bağa girilmez
Farsça bir sözdür; vezir, resmî yazıları yazan, izin, ruhsat ve ahde vefa anlamlarına gelir. Düstursa her türlü hükmü ihtiva eden, bütün m--zam ve kanunları toplayan kitap demektir.
Tasavvuf ehlinde «Destur», izin ve ruhsat anlamında Kullanılır ve herhangi bir işe başlanırken söylenir. «Destur afmak», bir işe başlarken izin almak, «Destur vermek», bir iş için birisine izin vermek demektir. «Destursuz bağa girilmez» atasözü, hem bağa izinsiz girip üzüm yenmeyeceğini, hem de herhangi birisinin harîmine, izinsiz varılamayacağını, herhangi bir gerçeğe, olgun mürşidin ruhsatı olmadan enlemeyeceğini bildirir; aynı zamanda bu, umûmî bir atasözüdür de.
Halkın, bilhassa ihtiyar kadınların inançlarına göre gün battıktan sonra, iyi saatte olsunlar, bizden iyiler, yâni cinler ortalığa çıkarlar; toplandıkları yerler de çeşme başlan, su kıyıları ve süprüntülük olan yerlerdir. Böyle yerierden geçerken, atlarken, böyle yerlere su dökerken, çarpılmamak için «Destur» denmesi gerektir. Gene eski kadınlar, ayıp sayılabilecek birşey söylerken «bağışlayın» yerine de «Desturun» derlerdi.
Mevlevîlerde, kapısı örtük, hattâ açık bir eve, bir odaya girilirken de, kapı açıksa içeriye bakmamak üzere kapı dibinde, ikinci heceyi kalınca çekip uzatarak «Destur» denmesi, içeriden «Hû» denirse eşiğe niyaz edip sağ ayakla girilmesi lâzımdır. «Destur» diyen kişiye «Hû» sesi gelmezse bunu iki kere daha tekrarlar ve dinler; üçüncüsünde de ses gelmezse, bir mazereti olduğuna hükmederek dönüp gider. İçeriye aneak, bir hastalık, ölüm gibi şüpheye düşülürse girilebilir.
Devir, dönmek, dönüp dolaşmak; devriye, dönüp dolaşan anlamına arapça sözlerdir. Tasavvufta «Devir» şudur:
İnsan, maddesi itibariyle ata belinde ve ana rahminde bulunan «meni» ve «emşâc» denen erlik ve kadınlık suyundan meydana gelmiştir. Ata ve ana, bunu yedikleri, içtikleri şeylerden meydana getirirler. Yenen, içilen şeylerse bitki, canlılar ve cansızlardır. Bitkiler, canlılar ve cansızlar. Dört Unsur denen hava, su, ateş ve yelle göklerin birleşmesinden meydana gelir. Gökler ve onların cirimleri olan yıldızlar «Vücûd-ı Mutlak- Her-şeyden münezzeh ve salt Varlık» olan Tann'nın zatî iktizâsından, zâtından iiim olarak tecellî eder; bu tecellîyse zâta aittir ancak. Şu halde Tanrı zâtındaki bilgi ve zatî iktizâ, gökleri ve yıldızları meydana getirmiştir; bunların dönmesi. Dört Unsuru var eder; göklerle Dört Unsurun birleşmesi de cansızları, canlıları, bitkileri izhâr eyler. Bunlar, baba ve anadaki meni ve emşâcı yoğurur.
Başka bir anlatışla insan, menî ve emşâç haline gelmeden önce bitki,, canlılar ve cansızlar âleminde müfredat yâni zerre-zerre, ayrı bir halde vardır. Onlardan önce Dört Unsurdadır; daha önce de göklerdedir. Göklerden önce. Tanrı'nın bilgisinde varolmuştur. Tanrı bilgisinden insan haline gelinceyedek kuvvetler ve madde âleminde bir devir yapar ki bu devrin, ortalama zamanı, elli bin yıl olarak kabul edilir. Sûfîler, «İnsan halin© gelmeden göklerdeydim, yerlerdeydim, yel olup estim, su olup aktım...» gibi sözlerle bunu anlatırlar ki bu çeşit sözlere ve şiirlere de «Devriye» denir.
Yunus Emre,
Tehî görmen siz beni, dost yüzün görüp geldim, Bâkıy devr-i rüziğâr dost ile sürüp, geldim
beytiyle başlayan şiirinde bunu anlatır, Şîrî,
Şu fena mülküne çok gelip gittim, Yağmur olup yağdım, ot olup bittim;
Urum diyarını ben irşâd ettim, Horasan'dan gelen Bektâş idim ben dörtlüğü bulunan uzun «Devriye» sinde bunu anlatır (Alevî-Bektaşi Nefesleri; s, 75—77).
Bir de sülük sırasında geçirilen haletleri bildiren «Devriye» ler vardır.
Devir, tenasüh değildir. Tenasüh, ölümden sonra ruhun, başka birinin bedenine, doğacak bir çocuğa girmesi, yahut hayvan, nebat, cansızlar âlemine reddedilmesidir. Devirde, Tanrı bilgisinden. Tanrı irâdesinden itibaren insanadek gelen, maddedir. Bu madde, cansızlarda, varlığını korumak, bitkilerde, boy atmak, üremek, canlılarda duymak, seslenmek, hareket etmek suretiyle can kazanır; fakat cansızlara, bitkilere, hayvanlara ait olan bu canlılık (Rûh-ı Cemâdî, Rûh-ı Nebatî, Rûh-i Hayvanı), fanidir. Ana rahminde insana verilen ruhsa (Rûh-ı İnsanî) bakıy-dir ve ölümden sonra âhıret âleminedek berzah âlemindedir; ondan sonra da âhırette, dünyâdaki yaptıklarının sonucu olarak azap, yahut lütuf görür.
Ancak şunu da söyleyelim ki Alevîler ve Bektâşiler, tenâsuha inanırlar; birisi ölünce, hayatında, kendisinde hangi hayvanın huyu üstünse, o hayvanın donuna (şekline, cesedine) gireceğine, hattâ daha aşağılıkso
nebat ve cansız âlemine reddedileceğine, insanî sıfatlara sahip olanın, daha olgun bir insan olarak dünyaya geleceğine inandıklarından, birisi ölünce «Hak erenler devrini âsân etsin» diye duâ ederler; «Devri âsân olsun» derler. Devriyeleri de bu inanca göre değerlendirirler.
Hemen hepsi heceyle söylenmiş olan Alevî-Bektâşî edebiyatı şiirlerine Bektâşîler, «Nefes», Alevîlerse «Deyiş» derler; Bâtınî inanç tesiriyle «Âyet» diyenleri de vardır (Nefes maddesine bak).
Dış İçin Aynasıdır.
İnsanın yüzü, içinin iyiliğini, kötülüğünü gösterir; arapcada da aynı mealde bir söz vardır.
Dil
Dile düşmek
Dile gelmek, dile getirmek, dile vermek
Dile kolay
Dili varmamak
Dillenmek
Dilini bağlamak
Dilli düdük
Dil uzanmak
Dil olmak
Dil uzatmak
Dil yaması
Diline, eline, beline
Dilin pek, elin tek, belin berk tut
Dil uzatanın difi kesilir
Dilsiz de olsa kâmil belli olur
Kılıç yarası onulur, dii yarası onulmaz
Dilden maksat, konuşmaktır, sözdür (Söze de bak}. Söz doiayısiyle dii, türkçeye birçok deyim vermiştir. «Dile düşmek» terimi iki anlama, gelir:
1- Bir şeyi, söylenmeyecek yerde, yahut sırası değilken söylemek; «Dilsme düştü de soyuyorum», yahut «Dilime geldi de...» gibi.
2- Birisi, kötülükle dillere düşmek, kötülüğü halk tarafından söylenmeye başianmak. «Allah kimseyi diîe düşürmesin, dile düştü» gibi.
«Dile gelmek, Dile getirmek» söyleyivermek anlamını verir. «Dile vermek», birisinin ayıbını söyleyip onu dile düşürmektir. Anlatılması güç olan şeyleri söylerken «Diie kolay» denir. «Öyle elemler çekti ki söylenmesi dile kolay» gibi. «Dili varmamak», kötü birşey söyleyememektir;. Azeriler, böyfe bir yerde, «Dilim lâl olsun», yâni dilsiz olayım derler, «Dillenmek» iki anlama gelir.
1- Çocuğun konuşmaya başlaması;
2- Susan kişinin birden söze başlaması.
Hiç susmadan, boyuna söyleyen kişiye de «Dilli düdük» derier. «Di-linâ bağlamak», birisini sükûta mecbur etmek, yahut birisine bağlılığı do-layısiyle herşeyi hoş görüp susmak aniamlarınadir. «Ben bîr söz söyier-sem, senin dilini bağlarım şimdi», «Adamın ağzım, dilini bağlamış; ağzını açıp da bir söz söylemiyor» gibi. «Dil yarası», kötü sözün insana tesirini anlatır. Bu terim «Kılıç yarası onulur, dii yarası onulmaz» atasözünü meydana getirmiştir. Bütün bu terimler ve son atasözü umûmîdir.
«Dil uzatmak», umûmî olmakla beraber daha ziyade tasavvuf erbabı tarafından kullanılır «Erenler yoluna dii uzattı» gibi, «Dil uzatanın dili kesilir» atasözü, bu terimden doğmuştur. «Dil olmak», söz söylemek anla-mınadır. Meselâ, söylesene yerine «Dil olsaniza erenler» denir.
«Diline, eline, beline» sözleri, «Dilin pek, elin tek, belin berk tut»
atasözünün kısaltılmasıdır. Erenler yoluna girenin dilini pek tutmasını,., yani gördüğünü, duyduğunu söylememesini, eliyle koymadığı şeyi, ehemmiyetsiz bile olsa almamasını, ırzına da mukayyed olmasını öğütler. «Dilsız üb oisa Kamu De»ı osur» atasözü de, olgun kişinin, söz söylemese bile hâlinden belli olacağını anlatır.
Dirlîk-Birlik
Merde birlik-orda dirlik
Hak erenler dirîikten-birlikten ayırmaya
Dirlik sözü, çok defa «düzenlik» sözüyle beraber «Dirlik-düzenlik» tarzında söylenir Dirlik, huzur, esenlik anlamına gelir. «Birlik» de bir toplumun, inançta, düşüncede, yaşayışta, istekte bir olmasıdır. Nerde bu çeşit biriik varsa, orda esenlik olacağı, «Nerde birlik, orda dirlik» ata-sözüyie anlatılır. Bektaşi gülbanginde, «Hak erenler, d iri i kten-birlikten ayırmaya» sözü de geçer.
Direk Tutmak
Mevlevi semâmda, sol ayağı yerinden oynatmamak üzere olduğu yerde semâ' etmeye denir. Mukabele de (bak), dördüncü selâmda, kes olduğu yerde, direk tutarak semâ' eder.
Dinlendirmek,
Dinlenmek
Söndürmek, sönmek sözlerinin anlamlan, kötüye de çekilebileceği için tasavvuf ehli, mumu, lambayı, elektriği söndürmek yerine «Dinlendirmek» derler; sönmek yerine de «Dinlenmek» denir. Meselâ «Elektriği dinlendir», «Elektrik dinlenmiş» gibi. Yakmak yerine de «Uyandırmak, Uyarmak» sözü kullanılır (Cerağ maddesine bak).
Kusmak, gasyan etmek sözü yerine kullanılır. «Filân biraz rahatsız; dün dışarı vermişti» gibi.
Diz Çökmek
Çalışmak, çabalamak anlamına gelir. Çok defa «Üstâd önünde diz çökmek» tarzında kullanılır, Pir Sultan, bir nefesinde,
Derviş oldum, ben okudum heceden Diz çöküp dersimi aldım hocadan
der (Alevî - Bektaşî Nefesleri; s. 190).
İçilecek birşeyi kadehle, sağrakla sunmaya «Dolu sunmak», sunulan şeye «Dolu» denir. Bektâşiler, deme de (bak: Dem) bu adı verirler. Mânevi feyiz ve himmet de bu sözle ifade edilir. Vîranî, bir şiirinde,
Ali'mdir kadehim, Ali'mdir şişe, Ali'm sahralarda morlu menekşe;
Ali'm dolu yedi iklim, dört köşe, Ali'm Sakı-y Kevser, dolumdur Alî
dörtlüğüyle bu sözü dile getirir (Alevî- Bektaşî Nefesleri; s. 55). Hatayı de çok güzel ve çok içli bir şiirine,
İçmişim bir dolu, olmuşum ayık, Düşmüşüm dağlara, olmuşum geyik;
Sana derim, sana sürmeli geyik, Kaçma benden, kaçma, avcı değîlem dörtlüğüyle başlar (Aynı; s. 255).
Domuz
Bu hayvanın, İslâmda haram oluşu, hattâ bâzı mezheplerde tümden pis olup derisinin tabaklansa dahi pis sayılması, «domuz» sözünü bir sövgü haline getirmiş, bu sözden deyimler ve atasözleri meydana gelmiştir. Tarikat erbabı arasında söylenegelen, hattâ halka da yayılan şöyle bir fıkra vardır:
Domuzun biri, nasılsa bir camiye girmiş. Kayyım, süpürge sopasını kapıp domuzu çıkarmaya uğraşırmış; domuz da bir türlü kapıyı bulup çı-kamazmış. Cami avlusundan geçen Bektaşi, hali görüp Allah Allah demiş, şimdiye kadar softanın domuzunu çok görmüştüm; domuzun softasını ilk görüyorum.
Domuzun softası, yahut softanın domuzu, eski tâbirce «Zuhd-i huşk-Kuru Zâhitlik» taslayan, herkes! cehenneme yollayan ve gene halk deyimiyle «Ç.., fitilli» olan yobazlara denegelmiştir. Burda bir fıkra daha aklımıza geldi :
Birgili Hoca'ya (Muhammed bin Pîr Ali. 981 H. 1573), zamanının min-yatürcülerinden biri, yaptığı minyatürü götürüp sunmuş. Minyatür, güzel bir bahçede yapayalnız oturan bir hocayı tasvir ediyormuş.Birgili, tasvir yapmak haram demiş. Bunu ne diye yaptın; bu kim? Minyatürcü, suçumu bağışlayın demiş; burası cennet, gördüğünüz zât-ı şerif de sizsiniz. Peki demiş Birgili, burda benden başka kimse yok mu? Minyatürcü, efendim demiş, yazdığınız kitaptan (Tarikat-! Muhammediyye) sonra cennette sizden başka kim kaldı ki?
..... donuna girmek
Her dondan baş göstermek Yas donu
Don, elbise, kıyafet, şekil anlamına türkçe bir sözdür. Şekle bürünmek anlamına donmak, donanmak, şekle bürünüş, büründürüş anlamına donatmak, donanma gibi sözlerin kökü budur.
Tasavvufçulara göre erenin bir başka şekilde, meselâ güvercin gibi görünmesi, «Güvercin donuna girdi; güvercin donunda göründü» diye ifade ediiir. Kul Himmet,,Alevileri överken:
Al giymişler, yas donundan çıkmışlar Gece kadir, gündüz bayram günleri der (Alevî - Bektaşî Nefesleri; s. 32). Derviş Ali, nerkisi överken,
Sarıdır çiğdemin donu, arzuîamış ireyhanı Bülbül sever gülistanı, diler ki açıla nerkis
beytin! söyler (Aynı, s. 261).
«Yas donu» kara renkli bir elbisedir. «Her dondan baş göstermek»
her şekilde görünmeye denir.
Sûfilere göre dost, aynı yolda olan kişidir; gerçek dostsa Tanrı'dır. Yunus Emre,
Kime kim dost gerek ise aydaym ne kılasmı; Terk eyleye kendözunü hiç anmaya noîasını[19]
beytiyie başlayan şiirinde yol dostunu pek güzel anlatır. Yalancı dost için de,
Gördün yârin eğridir, nen varışa ver, kurtul, Uslulardan haberdür, işittiğin varışa.
Yârin sana mukabil, tapusunda secde kıl; Çıkar ciğerin, yedir eğer çâren varışa der.
Andanberû görüldüm dost ile bile geldüm[20]
Pes bu âleme çıktum bir acep hâle geldüm.
Ol dost açtı gözümü, gösterdi kendözunü; Gönüldeki râzumı söyledüm dile geldüm
beytiyie başlayan şiirindeyse gerçek dostu, Tanrı'yı över.
Dost
Güvenme dostuna; saman doldurur postuna Dost Allah
Dost, sevilen, insanın iyiliğini isteyen, kötülüğe düşmesine engel olan, seven kişi anlamına farsça bir sözdür. Cok defa «düşman» sözüyle beraber kullanılır; «Dost - düşman önünde» gibi. Kötü birşey söylenirken Dostlardan ırak» denir. İyi birşeyden bahsedilirken «Dostlar başına» sözü söylenir; bu sözün, mecaz olarak kötü şey için kullanıldığı da vardır.
Bu tâbirlere, yahut «Şeriat, Tarikat, Hakıykat, Marifet» sözlerine, bilhassa «Şeriat, Tarikat» ve «Hakıykat» e, hemen her tasavvufî şiirde, her dinî-tasavvufî kitapta rastlarız. Dört kapı,
1- Şeriat,
2- Tarikat,
3- Hakıykat,
4- Marifet.
tir.
Şerîat, İslâm dininin inanç, ibadet ve muamelât esaslarının ve hükümlerinin tümüdür. Şerîata uymak, dînin esaslarına inanmak, gerek İbadetP gerek muamelât hususunda da hükümlerini yerine getirmektir; bu da bilmekle mümkündür. Fakat bu inancın, bu uymanın bir de duygu, oluş, hattâ kendini onlarda buluş, onlar için yaşayış ve onlar için Ölüş hâli vardır ki bu «Hakıykat» tir. İnsanı bilişten oluş haline getiren manevî bir yol vardır ki buna «Tarikat» denir; tarikat sözünün anlamı da zâti budur. Başka bir anlatışa göre «Şerîat», Tann'nın, kullarına buyruklarının tümüdür; «Ha-kıykat» se bu buyrukların hem yapılışında, hem buyrukların tümünde, daha doğrusu varlık âleminin, bir birlik manzumesi olan kâinatın her an, her zerresinde Tanrı'nın kudretini, hikmetini, sanatını, yaratışını, tek sözle sıfatlarının zuhurunu görmek, sıfatlarının, zâtının zuhuru olduğunu anlamak, bu izafî varlıkları, bu arada kendi varlığını yok bilmek, bu bilişi de görüş ve oluş hâline getirmektir ki bu takdirde insan, izafî varlıktan tümüyle sıyrılmış, gerçek varlıkta yok olmuştur; katreyken denize kavuşmuştur artık. Zahirî bilişten, zahirî görüşten, gerçek oluş hâline giden, götüren yol «Tarîkat», bu gerçek yoklukta, bu izafî varlıkta, gerçek varlığı buiuşsa «Hakıykat» tir (Mesnevî Şerhi; V. cilt, İst. Millî Eğitim Basımevi — 1974; Dibace, s. 3-9).
Görülüyor ki Şeriat, bir ayrılıktır, Hakıykatse birlik. Şerîat biliş ve görüştür, Hakıykatse oluş. Hakıykate ulaşan, varlığından soyunmuş, benliğinden arınmıştır. Ancak bu hal de, bu durak da, tam olgunluk hâli, tam olgunluk durağı değildir; çünkü bu hâl, cezbeyle kendinden geçiştir. Tam olgunluğa ulaşmak için bu duraktan hemen geriye dönmek, gerçek varlığın sıfatlarının tezahürü olan her varlığı, kendi durağında görmek, hepsiyle gereken muamelede bulunmak gerektir. İşte bu olgunluk durağı, son durak olan «Marifet - tanıyış» durağıdır. Marifete eren, cezbe halinden akıl ve kendine geliş durağına dönmüştür. Marifete eren, Şerîat hükümlerine uymaktan baş çekmez.
«Şerîat, Tarîkat, Hakıykat» ve «Marifet» e «Dört Kapı» denir. Şeriatın, «İlim, namaz, oruczekât, cihâd, helâl yemek...», Tarîkatin, «tövbe, inâbe, tıraş olup hırka giymek, mücâhede...» gibi onar makamı olduğu, bu suretle dört kapının kırk makamı bulunduğu, Hacı Bektaş'ın «Makaa-lât» adlı kitabının türkce çevirisinde bildirilmektedir (İst Vezirhariı, Tat-yos Matbaası — 1288; s. 13-23).
Bektaşîliğe girecek kişi, giriş töreninde, Ayn-i Cem'in icra edildiği yerin tam ortasında (Dâr'a bak) rehberin diliyle mürşidden izin alıp babaya, yâni mürşide dört adımla götürülür. Her adımda bir durularak rehber tarafından bu dört kapıya şu suretle selâm verilir:
Esselâmu aleykütn Şeriat erenleri
âsselâmu
aleykütn Tarîkat pirleri
Esselâmu
aleyküm Hakıykat şahları
Esselâmti aleyküm Marifet kâmilleri
Bu dört kapı selâmının, «Esselâmu aleyküm şerîat erenleri, Esselâmu aleyküm Tarîkat erenleri...» tarzında ve aynı şekilde verildiği de vardır. ' XVI. yüzyıl Bektaşî şâirlerinden Şâhî, Ayn-ı Cem'i anlatan bir nefesinde,
Dört kapıya selâm verip aldılar,
Pîrim
huzuruna çekip yetttler;
El ele, el
Hakk'a olsun dediler,
Henüz masum olup cihana geldim
dörtlüğüyle «Dört kapı» yi dile getirir {Alevî- Bektaşî Nefesleri; s. 168-169).
Dua, arapça çağırmak anlamına gelir. Örfte, Allahu Taâlâ'ya din ve dünya için el açıp yalvarmak, dileklerinin olmasını, Hazret-i Muhammed'i ve Ehlibeytini şefaatçi gösterip onlara salavât vererek Hak'tan niyaz etmektir. Duanın kabul şartı, salavât getirmek, öz temizliğiyle dilemektir. Seher çağlarında, mübarek günlerde ve gecelerde, oruçluyken iftar edi-ieceği zaman, ananın, babanın kabrinde... edilen dualarla, mü'min kardeşinin, o yokken mü'min kardeşine ettiği duaların makbul olacağı hakkında hadisler vardır.
Duâ eden kişiye «Duâ-gû», yâni duâ okuyan, duâ söyleyen denir. Dînî toplantılarda tesirli ve güzel, yerinde sözlerle duâ eden meşhur Duâ-gûlar vardır. Mevlevîlerde, mukabeleden sonra ayakta ve şeyhin huzurunda farsça duâ okuyan dervişe de «Duâ-gû» denir.
Dünya
Yakın âlem, içinde bulunduğumuz yer yuvarlağı, Sûfîlerçe dünya, sınanma yurdudur; âhıretin tarlasıdır (Künûz'ül-Hakaaık, II, s. 67). Hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi âhıreti için dünyayı terk eden de hayırlı bir kişi değildir; dünyası için âhıreti terk eden de; insanın, insanlara yük olmaması, çalışıp yaşaması gerektir (Cami1; II, s. 112). Dünya, dünya olduğu için değil, malıyla — mülkiyle insanları kendisine kul ettiği için yerilmiştir; gerçekte yerilen dünya değil, ona kul olandır. Bilhassa Melâmet yolunda ve Melâmet inancını, esnafı, sanatkârları teşkilâtlandırarak iktisadî bir düzen kuran Fütüvvet erbabında çalışmak, elinin emeğiyle, alnının teriyle kazanmak, gerçekliğin birinci ve en mühim şartıdır. Yunus Emre,
Duruş, kazan, ye, yedir, bir gönül ele getir; Yüz Kabe'den yeğrektir[21] bir gönül ziyareti
der. Bu bakımdan «Yalan dünya, Yalancı dünya, Dünya maiı dünyada kalır»
gibi atasözleri, Sûfîlerçe, dünyaya kul olanlara ait sözlerdir.
Dünya Kelâmı
Aşka, zevka, tasavvufa âit oimayan ve ancak dünya işlerine, geçime, yeyime - giyime dâir olan sözlere denir. Bu çeşit şeylerden bahsetmeyip tarîkatten; erenlerden bahseden kimselerden «Yanm saat söz söyledi; ağzından bir tek dünya kelâmı çıkmadı» diye bahsedilir; yahut hiç konuşmayan biri «Bir saat oturdu, ağzından bir tek dünya kelâmı çıkmadı» diye anlatılır.
Düş
Türkçe rüya demektir. Esma yoluyla sülûkü kabul eden Sûfîlerçe «düş», gerçek yolcunun iç âlemini göstermesi bakımından, bulunduğu durağı bildirir ve sâlik, mürşidine söylediği rüyalar sonucu, mürşit tarafından zikrettiği ad, değiştirilmek, yahut sayısı çoğaltılmak suretiyle manevî derecede yüceltilir. Esmayı kabul etmeyen ve zikrin, hayali çoğalttığın!, insanı hayâle düşürdüğünü söyleyen Melâmet erbabına göreyse düş, çok defa düşüncenin, hayâlin bir sonucudur. Gaybî, bir şiirinde.
Düşe düşüp aldanma, Kendin hayrete salma;
Senden ğayn ne vardır Tâbire muhtaç ola
der {Melâmîlik ve Melâmiler, s. 121). Son devirlerin Melâmet mümessillerinden Fâtih Türbedarı Ahmet Amiş de (1338 H. 1920), bir sohbet esnasında, «Ruyâyı bırak, rü'yete bak» demiştir.
Düşünce
Düşüncesiz sûfîye sohbet haram
Yolunu, hâlini, ihvanını, zamanını, hâsılı herşeyi düşünüp ona göre sohbet gerektiğini bildiren bir atasözüdür.
Düşenin üstüne basılmaz •
Halk dilinde düşmek ve düşkün, halsiz, güçsüz-kuvvetsiz olmak, yahut mecaz anlamiyle varlıktan yokluğa düşmek, dar geçimli bir hale gelmektir.» Evvelce güçlü-kuvvetliydi; son zamanlarda düştü», yahut «Kimseye bildirmiyor ama düşkün zavallı» gibi. Bu anlamda, «Düşmez - kalkmaz birAHah», «Düşenin dostu olmaz; hele bir yol düş de gör» gibi atasözleri de vardır. «Allah kimseyi düşürmesin» deyimi de bu aniamdadır. «Düşkünün elinden tut; Rab da senin elinden tutsun» atasözü de düşküne yardımı öğütleyen bir atasözüdür.
Tasavvufta, Şeriata, Tarîkate uymayan herhangi birşeyî yapan kişi, «Düşkün» olur, mürşidi tarafından, yoldan düşkün olmuş sayılır. Düşküne «Yolsuz», düşmeye «Yolsuzluk etmek, Yolsuz olmak» da denir. Düşkün olanla ihvan, görüşmez. Alevî ve Bektâşîlerde, Ayn-i cem'de kusurunu söyleyip cezasını çektikten sonra «Kaldırılır», yâni gene tarîkatten sayılır; ihvan topluluğuna, Ayn-î Cemlere katılmak hakkını kazanır. Hatayî, bir nefesinde.
Biz Muhammed Ali diyenlerdeniz, Dergâhına gider bu yollarımız,
Şol güzel Alî'yi sevenlerdeniz, Duvazd-îmâm okur bu dillerimiz
dörtlüğünde bu deyimi dile getirir (Alevi - Bektaşi Nefesleri; s. 34)
Sırrı Hakk'a, gerçeklere baş koştuk, Çiğ yerimiz yoktur, kürede piştik;
Ne yoldan, ne farzdan, sünnetten düştük, Erenler cemidir yerimiz bizim
(Alevî - Bektaşî Nefesleri; s. 26) dörtlüğünde bunu dile getirdiği gibi bir başka nefesinde de.
Yolda neies öldürmezler; Yezid düşer, kaldırmazlar;
Mürvet diyene vurmazlar,
Mürvet hey erenler, mürvet (Ayni, s. 28).
dörtlüğüyle bunu bildirir.
«Düşenin üstüne basılmaz» atasözü, hem hâlce düşkün olanın, hem yoldan düşenin hatırına dokunmamayt tenbihlemektir.
Farsça oniki anlamına gelir. Alevîlerle Bektaşi'lerde, Oniki İmâm's öven nefeslere «Düvazdeh İmam», yahut kısaca «Düvazde» denir. Alevîlerin, bu sözü söyleyiş tarzları, çok defa «Düvazmam» dır. Alevî Ayn-İ Cem'i, «Âşık» denen saz şâirlerinin söyledikleri üç «Düvazde» yle başlar. Bu şiirler, saz çalınıp okunurken erkekler diz üstü otururlar; onların arkasında bulunan kadınlarsa ayağa kalkarlar, ayakta dinlerler. Kul Himmet, bir nefesinde,
Edeb-Erkan
Tasavvuf yolunun yolcusu, her an, uyurken, uyanıkken, kendisine kendisinden daha yakın olan Rabbinin huzurunda bulunduğunu hatırlayacak, bütün hareketlerini, sözlerini edebe uygun olarak yapacak, söyleyecektir. Direkler anlamına gelen «Erkân» sözü de yol törelerini bildirmektedir; bu bakımdan her hususta, Târîkat erkânına da riâyet etmesi gerektir. Bu çeşit harekette bulunmayanlar hakkında «Edeb-erkân bilmez» sözü kullanılır.
Edeb Erenlere
Bu deyim, biraz ayıp birşey söyleneceği, toplulukta bahsedilmemesi gereken utanılacak bir söz edileceği zaman, «Hâşâ huzurdan, hâşâ huzurunuzdan, sözüm meclisten dışarı» deyimleri yerine kullanılır.
Edebi edebsizden öğren Edeb Yâ Hû
Tasavvufun en mühim unsurlarından biri, belki de birincisi «Edeb» tir. Tasavvufta edeb, herşeye ve her hususa teşmil edilmiştir.
Ehl-i irfan arasında aradım, kıldım taleb, Her hüner makbul imiş, illâ edeb, illâ edeb
sözü, sufîlerin hareketlerinde en mühim şiardır. Canlıya, cansıza —ki zâten onlarca herşeyin canı vardır—, insana, hayvana karşı sûfî, dâima edebi koruyacaktır. Meselâ kapı hızlı Örtülemez; mümkün olduğu kadar sessiz örtülecektir. «Kapıyı kapat, kapattım» denemez; Allah kimsenin kapısını kapamasın, kapatmasın; «Kapıyı ört», yahut «sırla» denecektir. Lambayı, mumu, elektriği söndürmek sözü, edebe aykırıdır; kimsenin ışığı sönmesin; «Lambayı, elektriği dinlendirmek», «Sırlamak» sözleri kullanılacaktır. Elektriği yakmak gibi bir sözde de anlam bakımından iltibas bardır; bu sözler yerine «Uyarmak, Uyandjrmak» sözü söylenir. Hızlı konuşmak, birisi konuşurken sözünü kesmek, yahut bir başkasiyle konuşmaya kalkışmak, gizli konuşmak, kulağa birşey söylemek, işaret etmek, bütün bunlar, edep hâricidir. Gezerken yere, ayak sesi duyurmadan ba^ sılacaktır; çünkü yerin de canı vardır ve bizi başının üstünde taşımaktadır. Kapıdan içeriye girilirken, hele dışarıya çıkılırken arka dönülemez. Bunun için de ayakkabılar, dışarıya değil, içeriye doğru çevrilir; dışarıya çevirmek, git, bir daha gelme demektir. Odadan çıkılırken de arka çevrilemez. Uyuyan kişinin uyandırılması gerekirse, hafifçe yastığına, parmaklarla vurularak ve hafif sesle «Agâh ol erenler» denir, bu suretle uyandırılır. Yatan, yastığını öpüp yorganiyle de görüşedek, yâni üste gelen ucunu öperek sağ yanına yatar; kalkarken de böyle kaikar. Birşey alınır, verilirken mutlaka onunla görüşülür, yâni hafifçe bir yanından öpülür, yahut öpülür gibi dudağa götürülür. Yemek yenirken ağız şapırdatılmaz; çay, kahve içilirken ses çıkarılmaz. Fincan, kadeh, tabağa konurken görüşülerek ve ses çıkarmadan konur; alınırken de görüşülerek alınmıştır zâten. Gülünürken kahkaha, edebe aykırıdır. Bir yere gidilip makam sahibiyle görüşüldükten sonra yerine diz çöküp oturana makam sahibi «Aşk olsun» deyince gelen kişi, yere şükür secdesi eder ve «Eyvallah» der. Kalkarken de öyle kalkar. Hâsılı tasavvuf ehli, her hâlini dâima gören, bilen sahibinin, Rabbinin murâkabası altındadır; bu yüzden de her hususta edebe riâyet etmesi şarttır.
İktizâ ederse sûfî, mürşit, yahut tarîkatte ulu tanınan birisi tarafından «Edeb Yâ Hû» diye uyandırılır. Hemen her dergâhta da ta'lıyk, yahut Celî sülüsle yazılmış bir «Edeb Yâ Hû» levhası bulunur.
Gaybî Sun'ullah, bir şiirini,
Edebdir tac-ı Rabbani, komazlar her başa ânı, Olagör Gaybî ruhanî, edeb gözle, edeb ğ/özle eytiyle bitirir (Bizdeki yazma; 67. b).
«Edebi edebsizden öğren» atasözü de edebe riayet etmeyenlerin sözlerinden, hareketlerinden ibret alınmasını öğütieyn bir atasözüdür
Herkesin, yaptığının karşılığını bulacağı inancını diie getiren bir atasözüdür.
Efendi, rumca sahip, mâlik anlamına gelen bir sözdür. Mevlânâ'nın şiirlerinde geçtiğine göre milâdî XIII. yüzyıldan önce Anadolu'da kullanılmaya başlamış bir sözdür. Konuşma dilimizde bu söz, birçok deyimler meydana getirmiştir. Terbiyeli anlamına «Efendi adam», «Efendi efendi konuştu, dinledi», «Efendice muamelede bulundu», «Efendilik etti» gibi. Son iki örnek, ayni zamanda iyilik etti, birşeyler verdi anlamına da gelir. «Efendiye gel» deyimiyse kendisinden umulmadık hareket görülen, umulmadık söz duyulan kişi hakkında kullanılır. Söz arasında, lakırdının arkasını getiremeyen, diyeceğini bulabilmek için «Efendime söyliyeyim» der.
Efendi, şehzadelere, bilginlere, yaşlılara, saygı değer kişilere denirdi. Gençlere, efendi derecesinde saygı gösterilmeyecek kişilere «Bey», mülkiye hizmetlerinde bulunmakla beraber yaşı biraz ilerlemiş bilgin ki-şilereyse «Beyefendi» derlerdi.
«Efendim» sözü, çağrılan kişinin, çağırana cevabıydı. «Efendim» diye cevap verdiği halde geimeyene, «Efendini bırak da gel» denirdi. Söz anlamayanaysa «Efendim nerde, ben nerde» denerek anlamadığı anlatılırdı.
Tarikat mensubu, cağınlınca, «Efendim» yerine «Eyvallah» derdi. Yanılıp da «Efendim» derse, çağıran, «Efendimiz Allah» sözüyle onu uyarırdı. «Efendiler efendisi» sözü de sahiplerin sahibi, herşeyin Rabbî ve yaratıcısı olan Allahu Tealâ hakkında kullanılırdı.
Eğilen Baş Kesilmez. Eğilen Boyun Vurulmaz
Yaptığı kusuru anlayıp özür dileyen kişinin bağışlanacağını bildiren iki atasözüdür (Aman diyene kılıç çekilmez maddesine bak).
Eğilmeyen Başın Ayağı Öpülür
Şeriata, Tarîkate uymayan şeye boyun eğmeyen kişi hakkında kut-nılır (Batıla Eyvallah demen maddesine bak).
Eğri Otur, Doğru Söyle
Öz ve söz doğruluğunu öğütleyen bir atasözüdür; umûmu mahiyettedir. «Eğri oturalım, doğru söyleyelim» tarzında da dile getirilir.
Ektiğini Biçersin
İnsanın, yaptığı şeyin sonucunu göreceğini bildirir; aynı zamanda «Dünya, âhıretin tarlasıdır» hadîs-i şerifinin de mealidir {Kunûz'ül -Hakaaık, II, s. 67).
Arapça ve farsça iki sözden meydana gelmiş bir terkip. Dil, farsça gönül anlamına gelir; gönül ehli demektir. Neşeli, zevkli, hâl ehli, aşk ve şevk sahibi kimseye denir. Nef'î,
Ehl i dildir diyemem sinesi sâf olmayana,
Ehl-i dil birbirini bilmemek insaf değil[22]
beytiyle bu deyimi kullanmıştır «Ehi-i dib yerine, «Gönül ehli» dendiği de vardır.
«Hak» Allah adlarından olduğu gibi gerçek anlamına da gelir. Farsç kaidesince Hak ehli anlamına gelen bu söz, Allah adamı, gerçek ehlij Allah adamı, gerçek ehli anlamına da gelir. Aynı zamanda Azerbeyca e İran'da, Hazret-i Alî hakkında aşırı inanç besleyenler, kendilerime «Ehl-i Hak» derler, «Hak» sözü, Ebced hesabında yüz sekizdir; «k» harfinin iki noktası da katılırsa yüzon olur; «Alî» de yüzondur; bu münasebetle kendilerine «Ehl-i Hak» demişlerdir.
El
«El» sözü, türkcemize birçok deyim vermiştir. Bunların çoğu umûmî olduğundan yazmıyoruz. Ancak birisi, hareketinin, sözünün doğru olduğunu anlatmak için, «İki elim yanıma gelecek», yâni bir gün öleceğim, soru-hesap yurdu âhırete gideceğim; orda hareketim, sözüm sorulacak der ki bunda, inancın tesiri vardır; bu deyimi yazmayı yeter buluyoruz ve «El» den türeyen tasavvufî deyimlere ve atasözlerine geçiyoruz.
Herhangi bir mürşide întisab etmeye «El almak» denir. Birisini kabul edip tarîkate almaya da «El yermek» derler. Aynı zamanda, tarîkate âıt birşeyi, bir töreyi yapmak, yahut bir hastalığa okumak için izin almayı, izin vermeyi de bu tâbirlerle söylerler. «Okumaya el almış, eli var gibi.
El, Benim
Elim Değil
El veren kişi, kendisinin de bir mürşitten el aldığını, mürşitten mürşide, bu zincirin, Hazret-i Muhammed'e ulaştığını, O'na bey'at edenle-rinse, Allah'a bey'at etmiş olduklarını anlatmak için bu sözü söyler UBey'at maddesine bak).
El Benim,
Etek Senin
Yalvarışta söylenen bir sözdür; derviş mürşidin eteğini tuttuğunu, on-dan\ ayrılmayacağını bu sözle ifade eder. Farscada da aynı mealde bir söz vardır.
Tarikat zincirini ifade eder (Bey'at maddesine bakınız).
El elden üstündür, Arsa varınca
Bu atasözü, her bilginin üstünde bir bilgin, her güç-kuvvet sahibinin üstünde bir güç-kuvvet sahibinin olduğunu, bu yüzden büyüklük taslamadın, kendini büyük görmenin abes olduğunu anlatmaktadır.
Elest
«Kaalû belâ» ya bakınız.
Elif, arapçada ilk harftir ve yukarıdan aşağıya, mütenasip bir çizgi şeklindedir, kıvrıntısı, çanağı, noktası yoktur. Eskiden mekteplerde, harf-/ lerin şekillen, çocukların akıllarında kalsın diye, hep bir ağızdan, basit;1 fakat güzel bir besteyle, «Elifte bir şey yok, be altında bir nokta, te ond benzer, se ona benzer. Cim karnında bir nokta, ha ona benzer, hı onü benzer. Dal beli bükük, zel ona benzer. Rı orak gibi, ze ona benzer. S/in üç dişli, şın ona benzer...» tekerlemesi söyletilirdi. Farsçada öa «Eli/te bîr şey yok» anlamına «Elif çîzî nedâred» deyimi olduğuna göre bu geleneğin İran'da da olduğuna hükmetmek gerekir.
Olgun ve gerçek er, varlığından geçmiş olduğundan, onun da h|çbir şeyie kayıtlı olmadığı, «Elif gibi bir şeyi yok» sözüyle anlatılır. Esrar Dede,
Çün eîif çîzî nedâted'dir semâ'm arifi, Sâye-i Hatt-istivâ-yı Şems'in oldur vâkıfı[23]
beytinde bunu belirtmiştir (Mevlânâ'dan sonra Mevlevîlik; s. 315).
Tarîkate girmek anlamına geiir.
yün kemer anlam.na gelir. Elif, Arap elifbasındaki ilk narftır. Yukarıdan aşağıya, dört nokta uzunluğunda çekilen bir çizgiyle şekillendirilir. Mevlevîlerde, tennurenin (bu maddeye bak) üstüne kuşanılan dört parmak enindeki kuşağa denir. Üstüne kumaş kaplanm.ş oıan ve bir kere bele kuşatıldıktan sonra ucu, bir karış, yahut biraz daha razia olarak kuşağın üstüne gelen, sağdan sola doğru kuşanılan bu yün kuşağın ucu sivridir ve bu sivri uçta, bele tam dolandıktan sonra dolanan kısma ucu sarılıp bağlanan bir şerid vardır. Bu kuşak, tennurenin üst ve dar kısmını bele bağlar, aşağı ve geniş kısmının semâ' esnasında açılmasını sağlar; şekli dolayısiyle «Elifî Nemed» adıyla anılan bu kuşöğa konuşma dilinde «Elîflâmet» denir.
«Elifî Sımat» sözünden bozmadır. Meşinden yapılan ve Elifî Nemed'in, yahut kemerin üstüne, bele sarılan bir sofradır. Üstünde, düğmelerle kapanan gözleri vardır ve buralara yiyecek şeyler konur. Bunu, yola çıkan dervişler kullanırlar,
Üstü sivri olan bu taç, elife benzetilerek bu adla anılmıştır; Bektâşilerde vardır. Horasanı Elifî taç, lengeri, yâni başa gelen alt kısmı dört, üst kısmı iki dilimli bir taç olup yeşil çuhadan yapılır; dilimlerinde, birbirine karşı yetmiş iki dikiş vardır. İstanbul mezarlıklarından Üsküdar'da, Karacaahmed mezarlığında, İnâdiyye Celvetî tekkesi (Hâşfrn Baba tekkesi) karşısında ve Ağa Hamami'na karşı yokuşun cephesinde iki mezar taşında bu taç mevcuttur; bilmem hâlâ duruyor mu?
Sonradan, beyaz keçeden, lengeri dört, kubbesi iki dilimli sivri taca 'da «Elifî Taç» denmiştir ki bu, astl Horasanı taçtan bozmadır; Merdi-venköyü Bektaşi tekkesi mezarlığında bu tacı taşıyan mezar taşlan vardır.
Pîr Mehmed,
Pır elinden elifî Taç urundum, Kubbesi duvazdeh İmâm Ali'dir;
Nasibim ol verdi, andan yarındım, Her iki cihanda varım Ali'dir
dörtlüğünde Elifî Tact anar (Alevi-Bektaşî Nefesleri; s. 176).
El İşte, Gönül Oynaşta Gerek
Umûmî bir atasözü olmakla beraber sûfîler, bu sözü, görünüşte dünya işleriyle uğraşırken bile gerçek yolcusunun gönlünün, Allah'tan, onun., kudret ve hikmet tecellîlerinden ayrılmadığım, ayrılmaması gerektiğini, erenlerin, «Dâimiyy'ül-huzûr - Boyuna Tanrı huzurunda» olduklarını anlatf mak için söylerler. Halvetiyyenin Şa'bâniyye kolundan olan ve bu kolu Melâmetle birleştiren Kuşada'lı İbrahîm'jn (1264 H. 1848) mektuplarının çoğunda, sâlikin, «El işde, gönül oynaşta» olması gerektiği anlatılmaktadır.
«Elsiz-ayaksız» deyimi, gerçeklerin, ihtiyarını, irâdesini Tann'ya verdiğine delâlet eder. «Elsiz, dilsiz, belsiz» deyimiyse, gerçek yolcusunun eline, diline, beline sahip olduğunu, yâni kendinin olmayan birşeyi, rızâ-sız almayacağını, gerek Tarikat sırrının, gerek kendisine söylenen bir-şeyin, onun tarafından söylenmeyeceğini, aynı zamanda kimsenin aleyhinde de bulunmayacağını ve kimsenin ırzına göz dikmeyeceğini bildirir. Mevlânâ Celâleddin (672 H. 1273); bâzı mektuplarında, «Eline, diline» sözüyle bu üç esas unsurun ikisini dile getirir (Mektuplar, A. Gölpı-narlı tercemesi; İst. İnkilâp Kitabevi)
Milâdî XIX. yüzyıl Bektaşî şâirlerinden Mir'âtî, bir nefesinde,
Mıfâtî, sözlerin canlı muamma, Arif olanlara, olur hüveydâ;
Elsiziz, belsiziz, dilsiziz amma, Gezeriz âlemde erkekçesine
dörtlüğüyle bu deyimi söyler (Alevî-Bektâşi Nefesleri; s. 40).
Bektaşî olan kişiye, babanın telkıyninde de, «Elin tek, dilin pek, belin berk tut» öğüdü yer alır.
Ene Tahtına Oturanı İrşâd Mümkün Değildir
«Ene» arapça ben demektir. Benlik, kendine varlık vermektir ki yokluk yolunda buna imkân yoktur. Bu bakımdan, «ben» diyen, ferdiyetçi, kendi faydasını düşünür bir kişidir ve tasavvufta, hayvandan da aşağıdır; bu huyunu bırakıp yokluğa yönelmedikçe irşad edilmesine imkân yoktur («Ben diyeni irşad mümkün değildir» ve «Fakıyr» maddelerine bakınız).
Arapça kırk demektir. Esma yoluyla sülûkü kabul eden tasavvuf yollarında şeyh, dervişi, kırk gün, az yemek, az içmek, az uyumak, kendini ibadete vermek üzere riyâzata sokar. Buna «Erbaine sokmak», «Er-baîne girmek» derler. Bu riyâzattan çıkmaya da «Erbainden çıkmak, çıkarmak» denir (Çile maddesine bakınız).
Er Doğruya, Hak Doğruya
Konuşulurken, sözünün doğru olduğunu belirtmek, yahut doğruluğu öğütlemek için söylenen bir deyimdir. Dervişin birine, birisi hakkındaki kanaatini sormuşlar; Er doğruya, Hak doğruya demiş, namaz kıldığını, bilmem, ama oruç yerken gördüm.
Er Ere Kıymaz
Erenler arasında, meşrep bakımından bir ayrılık, bir kırgınlık otsa bile bunun hoş görüleceğini bildiren bir atasözüdür.
Erenlerin attığı ok geri dönmez
Erenlerin çerağı nefesle sönmez
Erenlerin önü-ardı yoktur
Erenlerin sağı-solu belli olmaz
Erenler her şeye dayanırlar, göz yaşına dayanamazlar
Erlik ... la olsaydı eşek en büyük er olurdu
Er meydanı derler buna
İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kemliğe iyilik er kişinin kârı
Kur'ân-ı Mecîd'de «Velî-Evliyâ'- Dost, Dostlar», yani Allah dostları, Allah'ı sevenler ve Allah'ın sevdikleri anlamlarına geçen söz, tasavvuf enli tarafından «Er, Eren, Erenler» tarzında türkçeleştiriimiştir ve bu sözle, Allah'a manen yakın olanlar, Allah katında şefaatleri kabul edilenler kastedilir. «Er, Eren, Erenler» sözleriyle hem geçmiş erenler, hem de .yaşayan mürşitler, ulular tavsîf olunur. Geçmişlerden olup türbesi, mezarı bulunanlara halk, daha ziyade «Yatır» der.
Tasavvuf ehli, bilhassa Mevleviler ve Bektâşiler, şeyhlere ve dervişlere, yaşına, bilgisine, olgunluğuna saygı duyulan tarikat ehline hitâb ederken «sen, siz» yerine «Nazarım, Nazarlarım» (bak. Nazar), yahut «Erenler, Erenlerim» derler; netekim «ben» yerine de «Fakıyr, Fakıyriniz» denir. Bu söz, türkçeye birçok deyimler ve atasözleri vermiştir. Erenlerin gönülleri kırılır da ilenirlerse, bunun sonucu, başa gelen musibetten kurtulmaya imkân olmadığı inancı, «Erenlerin attığı ok geri gelmez» atasözüyle bildirilir. «Erenlerin çerağı nefesle sönmez» atasözü LXI. sûrenin (Saf) 8. âyet-i kerîmesinin mealidir. «Erenlerin önü-ardı olmaz» ve «Erenlerin sağı-solu belli olmaz» atasözleri, erenlerin tahammüllerine, bağışlamalarına son olmadığı gibi bâzı kere de en küçük birşeye kırıldıklarını, bir kusurda bulunanların perişan olacaklarını, aynı zamanda erenlerin hareketlerinin, sözlerinin, akılla ölçülemeyeceğini, fakat her sözlerinde, her hareketlerinde bir hikmet bulunduğunu hatırlatır. «Erenler herşeye dayanırlar, göz yaşına dayanamazlar» sözüyse onların merhametlerini, esirgeyişlerini dile getirir. «Erlik ... la, olsaydı eşek en büyük er olurdu» atasözü erliğin, erenliğin, kılıkla, kıyafetle, taçla, hırkayla olmadığını açıklar. «Er meydanı derler buna» sözüyse, vahdet erlerinin, tasavvuf ehlinin manevî hüküm sürdüğü alandır ki «Erenler meydanı» da denir. «İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kemliğe iyilik er kişinin kân» atasözü, «Sana taşla vurana sen ekmekle vur» atasözünü hatırlatır, tasavvufçulann hoş görülerini, bu hoş görüyle gönülleri fethedişlerini ifadelendirir.
Erenler Hâzıra Etmiş Duayı
Vezinli olan ve atasözü haline geien bu mısra', halkın, «Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer» atasözü yerine kullanılır; mihma-na, yâni müsâfire söylenir.
Erkek Arslan
Arslan Da, Dişi Arslan,
Arslan Değil Mi?
Kur'ân-ı Kerîm'in IV. sûresinin 34. âyet-i kerimesinde erkeklerin kadınlardan üstün olduğu bildirilir. Sûfîlere göreyse kadınların içinde «Ricâi-erkekler» mertebesinde olanlar bulunduğu gibi erkekler içinde de, kadın mertebesinde bulunanlar vardır. Bu bakımdan, dişi arslan da ars-landır. Hazret-i Fâtıma, Hazret-i Muharnmed ve Ali müstesna, bütün insanlardan üstündür ve Ondört Ma'sûmdan (bak) biridir. Bu atasözü, bu münâsebetle ve yeri gelince söylenir.
Er-Erin Aynası
Bu atasözü, «Mü'min, mü'minin aynasıdır» hadîs-i şerifinin mealidir (Cami*; I, s. 170). İnanan kişi, er, kendi kemâlini de; kendi aybını da başkasında görür; şükreder, yahut ibret alır demektir.
Er İkrarından, Hayvan Yularından
Bu deyim, erin, insanın ıkrâriyie yola gideceğini, hayvanın da yu-larıyla yedileceğini bildirir ve ikrara verilen ehemmiyeti belirtir.
Bilhasa Bektâşilerde kullanılır; bir mürşidin babası da mürşit olursa ona «Er-zâde» derler. Burada şu hikâyeyi anlatmayı uygun bulduk:
Bektaşilik, yeniçerilikte beraber II. Mahmud tarafından kaldırılmış, 1241 de (1825), sonradan yapıldığı kabul edilen Bektaşi tekkeleri kapatılmış, eskilerine, Hacı Bektaş'ın Ahmed Yesevî Müridi olduğu kanaatı-na dayanılarak birer Nakşî şeyhi ta'yin edilmişti. Sonradan Bektâşiler, gene kendilerini toplamışlar. Mütareke devri sıralarında, Anadolu'daki Alevîlerin, Bektaşi Çelebisinin ve Bektâşilerin Atatürk tarafını tutmaları üzerine İstanbul'da Rumelihisar, Şehitlik Bektaşi tekkesinde bir gece, oranın şeyhi ve İstanbul Darülfünunu Edebiyat medresesi Reîs'ül-Mü-derrisîni, İngiliz Edebiyatı müderrisi Mahmud Beybaba'yla Çamlıca Bektaşi dergâhı şeyhi Ali Nutkıy Baba bir araya gelmişler, Bektaşiliğin asri bir reforma muhtaç olduğunu görüşmeye koyulmuşlardı. 1919 da İstanbul'da vefat eden şâir ve rind Hacı İbrahim Mihrabı Baba da bu mecliste mevcuttu. Mahmud Bey baba, ikide birde, Erenler demekteydi Ali Nutkıy Baba'ya, bu iş bize düşer, biz Er-zâdeyiz. Mahmud Baba'nın babası Abdünnâfi' Baba kendisinden önce Şehitlik Dergâhı şeyhiydi ve Bektaşi halîfesiydi. Ali Nutkıy Baba da Nuri Baba'nın oğluydu. Bu, biz Er-zâdeyiz sözü, arada bir tekrarlanıp dururken Mihrâbî Baba, dayanamadı, birden, ee canım dedi; siz Er-zâdeyseniz fakıyr de Peygamber-zâdeyim.
Her ikisi de şaşırdı, Mahmud Baba, erenler dedi; siyâdetiniz olduğunu bilmiyorduk, bağışlayın. Mihrabı Baba, nasıi bilmezsiniz dedi; fakıyr, Âdem alayhisselâm'ın soyundanım.
Esma-Masemmâ
Esması başına sıçramak
Esma, üstüne sıçramak, Esmayı üstüne sıçratmak
Esma yangını
Esmaya uğramak
Esma ile, Yâni Tann adlarını zikrederek manevî yolculuğu kabul eden tasavvuf ehli, şeyhin verdiği muayyen adı, muayyen zamanda, çekilmesi gereken sayıda çeker; gördüğü rüyaları şeyhe söyler; şeyh tarafından derecesi yükseltilir; çektiği adın sayısı çoğaltılır; yahut sâlike, bir üst derecede çekilecek ad verilir. Sabahleyin, namazdan sonra seccade üstünde ve kimsenin görmediği bir yerde, yahut gece yarısından sonra sabaha karşı, gene kimsenin rahatsız etmeyeceği bir yerde zikredilir. Zikir esnasında kalb, mürşide bağlanacak, mürşidin yüzü, göz önüne getirilecektir. «Lâilâhe illallah», yahut «Allah» adı, bu suretle, meselâ yetmiş bin kere çekilecektir. Zikredilirken ölümünü, kabre konduğunu, kabrin kapandığını, mezarda diriidiğini, soru.meleklerinin geldiklerini... düşünmeyi tenbih eden şeyhler de vardır. Her gece, sabaha karşı yapayalnız, bu tarzda zikir, şüphe yok ki zikredenin aklî dengesini bozar; derviş, aptallaşır, bön-bön bakmaya başlar; işten-güçten kalır. Bu hâle gelenlere, yahut çılgınca hareketlerde bulunanlara, «Esması başına sıçramış, Esması üstüne sıçramışa yahut «Esmayı üstüne sıçraîmış» derler. Bu hâle düşen kişi, «Esmaya uğramış» diye anlatılır. Zikirle uğraşma sonucunda cezbeye düşen (bu maddeye bak), kendini kaybeden, yahut aklî dengesini yitiren kişinin hâli de, «Esma yangını» diye adlandırılır.
Halk arasında, «Şfrnai esmam başıma sıçrayacak» sözü de «şimdi çıldıracağım» anlamında kızgınlığı ifâde İçin kullanılır. Herhangi birşeyin yitmesinden çekilecek üzüntü de «İşte o vakit esmam yanar» diye anlatılır.
Beşikten eşiğe kadar Eşiğe baş koymak Eşiğe basılmaz Eşik gibi ayaklar altında
Eski tarzda yapılmış evlerde sofadan odaya bir kapıyla geçilir. Kapının dışardan muhafazası, soğuğun odaya girmemesi, kapı önüne yapılan eşikle sağlanır. Sokak kapısının önüne de eşik denir. Eve, eşik aşılarak, odaya, eşikten geçilerek girildiği, dışarıda içeriye girmekle zahirden bâtına, dıştan İçe ulaşıldığı, dergahtaki, evdeki olgun erlere, mürşide erişildiği, bu ulaşmaya, bu erişmeye de eşiğin sebep olduğu düşünülmüş. Tarikat ehli tarafından eşik, bu yüzden mukeddes sayılmıştır. Aynı zamanda eşik, bir dervişlik, bir yokluk, gönül alçaklığı timsâlidir; ayaklar altına döşenmiştir. «Eşik gibi ayaklar altında» deyimi, bu inancın bir ifadesidir. Bu inanç halka da yayılmıştır. Halk da eşiğe basılmıyacağı, eşiğe oturulmayacağı İnancını benimsemiştir; hattâ eşiğe basanın, oturanın iftiraya uğrayacağı inancı da vardır.
Dergâha, mürşidin bulunduğu odaya, bir yatırın türbesine, eşik öpü-Jerek girilir. Buna, «Eşiğe baş koymak» denir.
Eşiğine koymuşam ben cân-ü ser, Tâ vücûdum ola safî hemçü zer.
Eşiğinde hacetim hem budurur: Tâ fakıyre eyle bir hüsn i nazar[24]
tercemanı, Bektâşiler tarafından, baba huzurunda ve bir türbeye girilirken okunur (Bak : Terceman).
«Beşikten eşiğe kadar» deyimindeki «Eşik» se ölüm çağıdır; ecel, bu deyimle âhiretin eşiği sayılmakta ve deyim doğumdan ölümedek anlamı- . nı vermektedir.
Etme, Bulma
Dünyası
Herkesin, yaptığının karşılığını bulacağı inancı, bu deyimi meydana getirmiştir.
Ez De Suyunu
İç
Muskaların bir kısmı suya konur, üç gün, içinde muska bulunan bardaktaki su içilir; üçüncü günü muskanın yazılmış olduğu kağıt yuvarlanıp suyla yutulur.
«Ez de suyunu iç», bu geleneği dile getiriyor; ancak bu atasözünde bir de kinaye vardır. Edilen tavsiyenin, söylenen tedbîrin hiçbir işe yaramadığı da belirtilmektedir. Şâir bunu.
Nüshan maraz-ı aşka ilâç eylemedi hîç, Ey şeyh-i kerâmât-fürûş, ez de suyun iç[25]
beytiyle ifade eder.
Dervişin bir Eyvaliah'ı var
Hak'tan gelene Eyvallah
Al külahını. Eyvallah! içine
Eyvallah, Eyvallah, ama bunun bir de illâllâhi var
«Eyvalah», yahut Türkçe «İyi vaElah» olan bu söz, tasavvuf ehlince cevap, tasdıyk, soru, kabul, teşekkür, yemin yerlerinde kuliamiır. Birisi çağrılınca, efendim yerine «Eyvallah» der. Filân işi yaptın mı gibi bir soruya, evet, yaptım yerine «Eyvallah» denir. Bir işin yapılması buyrulunca, yapılmaması emredilince gene, yaparım, yapmam yerine o buyruk, «Eyvallah» la cevaplanır. Kendisine birşey söylendiği vakit o söz, tam olarak anlaşılamadıysa soru edasıyla «Eyvallah» denir ve tekrarlanması recâ edilmiş olur. Kendisine birşey söylenen, yahut iltifat edilen, kendisine birşey verilen kişi, tasdıyk, yahut teşekkür makamında gene «Eyvallah» der; yemin eden, sözünü yeminle perşinleştirme isteyen de «Eyvallah», yahut te'kid için «Allah Eyvallah» deyip gene bu sözü söyler. Hasılı, «Dervişin bir Eyvailah'ı var» atasözü, her halde bu yüzden söylenmiş olsa gerektir. «Hak'tan gelene Eyvallah» atasözü de râzılık anlamını ifâde eder. «Al külahını, Eyvallahi içinde» tahammülsüzlüğü bildirmektedir ki bunu ayrı bir madde olarak arzetmiştik. Yola - Erkâna sığmayan şeyin kabul edilemı-yeceğini de «Eyvallah, Eyvallah ama bunun bir de İlâllâh'ı var» atasözü belirtmektedir.
Eyyub Sabrı
Peygamberlerden Eyyub (A.M.), birçok musibetlere, dertlere uğramış, hepsine sabretmiştir. Bu yüzden sabır, dâima Eyyüb Peygamber'le beraber anılır. Bu deyim de sabrı Eyyub'a izafe etmektedir.
Bir gün gelecek, fahrîmi tikenler giyecek
Övünmek, övünç anlamlarına arapca bir sözdür, «Yokluk benim övün-cümdür» mealindeki hadîse dayanarak tasavvuf erbabı, yokluk yolunun, yolcuları olduklarını gösteren serpuşlarına, taç ve sikkelerine bu adı verirler. Bektaşi fahrinin kubbesi, yâni üst kısmı Oniki İmâma, lengeri, yani başa geçen kısmı Dört Kapıya işaret olmak üzere oniki ve dört dilimlidir; Mevlevî sikkesiyse terksizdir, yâni dilimsizdir ve yekparedir. Bahariye mevlevihânesi şeyhi Fahreddin Huseyn Dede (1329 H. 1911), Hazret-i Peygamber'in (S.M.) uzun ve yekpare keçeden külah giydiğine dâir rivayet edilen hadîse dayanarak (Cami1; II, s. 100) sikke hakkında,
Burnusîa, kalensiveyle kılmış tâ'rîf, Eshâb-ı hadîs eylemişler tavsif;
Fahrî, bana yadğat-ı Mevîânâ'dır, Serpûş-ı Muhammedi olan fahr-i şerîf [26]
rubaisini söylemişlerdir.
Mevlevî ve Bektâşiler, Mevlânâ'nın, Hacı Bektâş'ın, «Birgün gelecek, fahrimi tikenler giyecek» dediğini ve böylece Tarikatın ve Tarîkate giren-
[1] Klâsik Edebiyatımızda da Ebced hesabına göre yakıştırmalar
vardır Meseld Peygamber'in (S.M) adları olan «Muhammed», 92'dir. «Aman» da 92
dır. Şâir Aman lafzı senin ism-İ
şerifinle müsavidir, Aninçün âşıkın zikri amandır yâ Resûlallâh beytini söylemiş ve bunu dile getirmiştir.
Eski cönklerde, birbirine, ebced hesabına göre uygun sözlerin
listeleri bile yazilmış-tır; daha doğrusu, vakit harcanarak birbirine uyan
sözler bulunmuştur. Meselâ «Nûr — Nehâr (Gündüz), Mevlevi=Muhammed (S.M),
Muhammed Alî-Bir, Mahbûb=Naz» gibi- Türkçede ebced hesabiyle söylenegelen deyimlerin biri de
istimna, yâni elle kendinden menî getirmek yerine kullanılan «Otuzbir»
sözüdür. Elif birdir, lam da otuzdur, «El» sözü 31 eder ki bu sayı söylenince
bu kötü huy anlatılmış olur. Argoda birisinin buna düşkün olduğu, «El arabasına
biniyor» sözüyle bildirilir. Adana bölgesinde birisine «Elli sekiz» demek,
namussuz demektir; çünkü «ibne» sözü, ebced hesabında elli sekir eder.
[2] Ferrâş. döşeyen, döşemeci anlamınadır.
[3] Onun ulu tekkesinde onun kurt köpeğiyim:
onun için d© âlemlere tatlı görünmedeyim; şirin gibi güzeliyim âlemin.
[4] Erenlerin dergâhına gelenlerin hepsi de arılığa -
duruluğa davetlidir; Galib, sakın dış yüzde kalma; sonra aldanırsın. Onlar
komazlar; ama sen, gelmeyenleri, kendileri gelmiyorlar sanırsın.
[5] Aşıkı, sevgiliyle bir buluşma, aşıka aldırış etmez bir hale
kor; peki, iş böyle olunca sevgiliden, sevene karşı her solukta
bu naz. bu bilmezlikten geliş de nedir ki?
[6] Bildiğe bildiğiz, yabancıya yabancıyız.
[7] Dervişlerin
meşrebini bilmek istersen
duy: Sevenin kuluyuz,
sevmeyenin padişahı.
[8] Toprak oi kî Tanrı mertebeni yüceltsin;
ayaklara toprak olandır, âlemin başına taç olan (Altın, gümüş bütün değerli
taşlar topraktadır, topraktan çıkarılıp başa taç olur, baştaki
tacı bezer).
[9] Düşkünlerin (toprağa döşenenlerin, secde edenlerin)
alınlarına, senin gölgen, sığınak olur {Çünkü, sen topraktasın, topraktan vuran
gölgen, toprağa alınlarını koyanların, alınlarına vurur); bu, senin ayağına
toprak olana da ey Ebâ-Turâb, bir nazar et bir
bak, gör-gözet.
[10] Ayıranla, kıyasa sığmtyanla kıyasa kalkışmak, zerreyi güneşle,
katreyi denizle mukayese gibi.
[11] Mühre, taştan, sırçadan yapılan, hic bir yanında pürüzü
olmayan yuvarlak, yahut yumurta şeklinde bir nesnedir. Kâğıt onunla cilalandığı
gibi, kâyıdın kapanmasına engel olması İçin üstüne de konur.
[12] Kendisini bilmeyenler, kendi hakıykatinden
haberi olmayanlar, (aynı zamanda onu bilmeyenler), söylerler; onu bilenler,
(kendi hakıykatinden haberi olanlar); söylemezler; (cağfaya-cağlaya akan)
dereler, denize varınca sustular; onun gibi tıpkı (Şakaık Zeyil, İt. s. 602-603).
[13] Miskin,
yok-yoksul demektir. Üryan olmak,
her türlü varlıktan
manen soyunma* anlammadtr.
Cukaİ, zırhtır; yalıncak, çtrcıplak kişi demektir.
[14] Har, farsca, tiken demektir.
[15] Sonsuz ışık, söndü denmekle söner mi? İlâhî ışık, solukla
söndürül&biiir mi?
[16] YunuS'un bu şiiri,
Sa'dî-i Şîrâzî'nin (691 H. 1292),
Ez con beron neyâmede cânânet ârzûst Zünnâr nâborîde
vo îmânet ârzûst
matia'lı şiirinin nazmen türkceye tercemesidir (Abdülbâki
Gölpınarlı: Yunus Emre ve Tasavvuf, İst. Remzi Kitabevi, 1961, s. 96-98).'
Yunus'un
beytindeki «göçmedin, kesmedin»
sözleri, bugünkü konuşmada
«geçmeden, kesmeden» dir. «Bil»,
bugünkü deyimle «bel» dir.
[17] Çhar-Darp ile ebedilik saltanaina suiton olur; saltanatla
dem sürer: herşeyden ayrılmak, hiçbir kayıtla kayıtlanmamak haznesine kitlît
de be! bağıyla palhengdir {Palheng maddesine bak).
[18] Göğsümdeki kani. dağ.,
merhem koyup da
iyileştirme; öz elinle
yendirdiğin ışığı söndürme.
[19] «Aydayın», söyleyeyim demektir
[20] Günilmek. yönelmek anlamınadır.
[21] Daha yeğdir, daha iyidir.
[22] Gönlü temiz olmayana
gönül ehli diyemem; Gönü! ehli
olanların birbirlerini bilmemeleri insafa uymaz.
[23] Semâ', bilen, anlayan, telif gibi bir şeyi yoktur» »ırnna sahiptir; Şems'in İstiva çiz-gtsrnın
gölgesini anlayan do odur.
[24] Varlığım, attın gibi an bir hâle gelsin diye canımı, başımı,
eşiğine koymuşum. Eşiğinde dileğim de
budur: Ben yoksula güzel bir tarzda bak.
[25] Muskan, aşk
hastalığına ilâç olmadı.
Hiç bir tesiri görülmedi; ey
kerametler satan-şeyh, o muskayı suda ez de suyunu sen iç.
[26] Hadis biiginieri
«burnus,
kalensive» sözleriyle anlatmışlar, tarif
etmişler. Fahrî, Mu-hammed'e mensub olan bu şerefli fahir, bana Mevlânâ'nın
armağanıdır.