YAHUDİLER
Yahudilerin, savaşacakları bir devleti yoktu. Az ve dağınık bir topluluktu ki ne çarpışabilir ne de savaşabilirlerdi. Kalplerini ve nefislerini kin ve nefret doldurmuştu. Kendilerine yüce, Allah’ın da seçkin halkı zannediyorlardı. Halbuki onlar en adi halk en aşağılık ümmetti. Nerede bulunurlarsa tek bildikleri insanlar arasında fitneler yerleştirmekti. Mal ve makam elde etmek için kullandıkları üslup kadınlardı. Tâ Hz. Yakub döneminden kanaatleri insanların birbirine baba değil de anne yoluyla bağlı olduklarıdır. Bundan dolayı Yakub’un çocukları arasındaki ihtilaf anneye dayanıyordu. Çünkü Rubin, Şem’ün, Lâvey, Zebâlun, Yahuda ve Yâsehar Hz. Yakub’un hanımı Leyya binti Leyyân’ın çocuklarıydı. Yusuf ve Bünyamin ise Hz. Yakub’un hanımı Râbil b. Leyyan’ın çocuklarıydı. Hz. Yakub’un iki eşi de kardeşti. Buna rağmen Leyya’nın çocukları Rahil’in iki çocuğuna karşı kin duyuyorlardı. Bu kinleri, akrabalığın anne yoluyla olacağına kanaat ettikleri için senelerce devam etti. Bu kanaat de nesilden nesile miras olarak geçti. Hz. Yakub’un cariyeleri Zelfâ ve Belhadan olan çocukları Dan, Neftâli ve Câd ise çoğunluğa uyarak Leyya’nın çocuklarına yakın duruyorlardı. Ayrıca Yakub (a.s) gördüğü rüyadan sonra Yusuf ve kardeşi Bünyamin’i diğer kardeşlerine üstün tutuyordu.
Allah’u teala buyuruyor ki:
"Hani bir zaman Yusuf babasına: "Babacığım! Rüyamda onbir yıldızla güneşin ve ayın bana secde ettiklerini gördüm. Demişti. Babası da ona şöyle demişti: yavrum! Bu rüyanı sakın kardeşlerine anlatma, (Yoksa) sana tuzak kurabilirler. Şüphesiz ki şeytan, insan için apaçık bir düşmandır. İşte böylece Rabbin seni seçecek sana rüyaların tabirini öğretecek, daha önceki ataların İbrahim ve İshak’a nimetini tamamladığı gibi, sana ve Yakub oğullarına da nimetini tamamlayacaktır. Şüphesiz ki Rabbin Alîm’dir. Hakîm’dir"[1]
Yahudiler arap yarımadasında fitne tohumları ekmekte ve hedefleri için kadınları kullanmakta rollerini çok iyi gerçekleştiriyorlardı. Aynı işi İslam devletinin kuruluşundan önce Yesrib’de yapıyorlardı. Bu devlet kaim olunca biraz boyun eğip kendilerini tuttular. Ancak sonra tekrar fitne ve fesada geri döndüler. Bunun üzerine Müslümanlar onları peşpeşe Medine’den çıkardılar. Onlardan bir fırka fitneye başvurduğu an Müslümanlar onları yenip Medine’den sürdüler. Bu şekilde Kaynuka oğulları Bedir gazvesinden sonra Kurayza oğulları da Hendek gazvesinden sonra sürüldüler. Böylece Medine de Yahudi kalmadı.
Yahudiler Hayber, vadil-kura, Fedek ve Teymâ’da Müslümanları birbirine karşı kışkırtıp aralarında fitne çıkarmaya çalıştılar. Ancak Müslümanlar karşısında hezimete uğrayıp boyun eğmek zorunda kaldılar. Hayatlarını zelil bir şekilde sürdürdüler. Zahiren boyun eğdiklerini, suskun kaldıklarını gösterdiler. Ancak kin kalplerinde kaynıyor, nefislerindeki nefret taşıyordu. Fitne tohumlarını ekmek için uygun fırsatı bekliyorlardı. Kadınların erkeklerin arasına girmesinin mümkün olacağı anları kolluyorlardı. Ancak müslümanlar iman ve takva ehli oldukları müddetçe bunu nasıl elde edebilirler.
Yahudiler kinleri sebebiyle bir müslümanı yalnız yakalasalar öldürüyorlardı. Ardından cinayetlerini gizlemeye çalışıyorlardı. Müslümanlara zarar verebilecekleri hiçbir fırsatı da zarar vermeden kaçırmıyorlardı. Yeter ki bu cinayetlerini gizleyebileceklerine inansınlar. Rasulullah (s.a.v) döneminde Harise oğullarından Abdullah b. Sehl’e saldırıp öldürdüler. Rasulullah ve Müslümanlar onun öldürülmesinde Yahudileri sorumlu tuttular. Bu zat Hayber’en hurma almak için gitmişti. Fakat dönmemişti. Bir suyun başında boynu kırılmış ve suya atılmış bir halde ölü bulundu. Ailesi haberini alınca onu alıp defnettiler. Rasulullah’ın yanına gidip olanları anlattılar. Bunun üzerine Rasulullah, Yahudilere şu mektubu gönderdi.
"Muhakkak ki evlerinizin arasında bir zat öldürülmüş olarak bulundu. Bu zatın diyetini ödeyin" Onlar da Rasulullah’a Allah’a yeminler ederek onu öldüremediklerini, öldüreni de bilmediklerini yazdılar. Bunun üzerine Rasulullah, zatın diyetini ailesine verdi. Orada Yahudileri arap yarımadasından çıkarmak gerektiğini hissetti.
Cabir(r.a)’dan rivayet edildiğine göre, Ömer b. el-Hattab şöyle dedi. Rasulullah (s.a.v) buyurdu ki:
"Eğer yaşarsam, muhakkak Yahudileri ve hristiyanları arap yarımadasından çıkaracağım, Öyle ki orada müslümanlardan başka kimseyi bırakmayacağım"
Ebu Ubeyde b.el-Cerrah’tan rivayet edildiğine göre şöyle dedi.
"Rasulullah’ın en son söylediği söz:
Hicaz Yahudilerini ve Necran hristiyanlarını arap yarımadasından çıkarın"[2]
Mü’minlerin annesi Hz. Aişe(r.a)’dan rivayet edildiğine göre şöyle dedi:
"Rasulullah’ın en son vasiyeti (emri) şu buyruğuydu:
"Arap yarımadasında iki din bırakılmasın"[3]
Hz. Ebu Bekir (r.a) mürtedlere ve zekat vermeyi kabul etmeyenlerle savaşmakla meşgul olduğundan Yahudileri çıkarmadı. Vefat edinceye kadar, Rasulullah’ın Yahudilerle olan muamelesinin aynısını uyguladı. Ardından gelen Ömer b.Hattab(r.a) hilafetinin ilk dönemlerinde bu uygulamayı devam ettirdi. Ancak Rasulullah’ın ölüm hastalığında söylediği;
"Arap yarımadasında iki din bir arada olmaz (olmasın)" buyruğu kendisine ulaşınca Ömer (r.a) bu meseleyi araştırdı. Bu hükmün varlığından emin olunca da Yahudilere haber gönderdi ve şöyle dedi:
"Muhakkak ki Allah’u teala sizin sürülmenize izin vermiştir. Çünkü bana Rasulullah’ın şöyle buyurduğu haberi geldi: "Arap yarımadasında iki din bir arada olmaz(olmasın)" Yahudilerden Rasulullah’la anlaşma yapmış olanlar bu anlaşmalarını bana getirsinler, bunu sonuna kadar uygulayayım. Rasulullah’tan bir ahit almayanlar sürgün için hazırlansınlar. Bu şekilde Ömer b. el-Hattab onları sürmüş oldu.[4]
Hayber’de sahip oldukları mallara değer biçildi ve yapılan anlaşma gereği yarısı onlara verildi, ardından sürgün edildiler. Ömer b.el-Hattab (r.a) onlara ait olan ürünlerin, develerin, malların deve yükünde kullanılan ip ve tahtaların hepsinin parasını verdi. Bir hardal tanesini bile eksiltmedi. Hatta gizli gizli kaçırdıkları şeylere de göz yumdu.
Arap yarımadasının sınırlarının neresi olduğunda ihtilaf edilmiştir. Bundan maksat bütün yarımada mı yoksa sadece Hicaz bölgesi mi?
Ömer (r.a) Hayber Yahudilerini sürgün edince Fedek’te yaşayn Yahudilere arazilerinin ve mallarının yarısının değerini biçmeleri için Zeyd b. Sabit’le beraber Ebu’l-Heysem b. el-Teyyihan ve Sehl b. Ebi Hayseme’yi gönderdi. Ömer (r.a) malların diğer yarısının parasını verip Fedek Yahudilerini de Şam’a sürgün etti. Vadi’l-Kura Yahudilerine de aynı şeyi yaptı.[5]
Necran hristiyanları da, anlaşmanın şartlarına aykırı davrandıkları, faizli alış-veriş yaptıkları ve fitne, fesat çıkardıkları için sıranın onlara geldiğini hissettiler. Ömer(r.a), onları da Şam ve Irak topraklarına sürgün etti. Bunlardan bazıları Irak’ta Kufe taraflarına yerleştiler. İkame ettikleri beldeye Necraniye adını verdiler.
Böylece Ehl-i Kitaba rap yarımadasından çıkartılmış oldu. Sadece Yemen taraflarında Yahudilerden az bir topluluk kaldı. Bundan dolayı kin beslemeye ve nefretle dolup-taşmaya başladılar. Bu yüzden fitne çıkarmak, ve bölücülük yapmak maksadıyla bunlardan bazıları İslam topraklarına girdiler. İlk girdikleri bölge de arap yarımadasıydı. Tabi bunu kendilerini gizleyecek perdeler edindikten sonra yaptılar. Bu çerçevede yaptıkları iş Müslüman olduklarını gösterip, içindekileri gizlemekti. Bu Yahudilerden biri de:
1-Abdullah B. Sebe’:
İbn’us-Sevdâ olarak da bilinir. Kendisi San’a Yahudilerindendir. Kendine Müslümanların güç kaynağı, birbirlerine tutunmalarının vesilesi akidelerini bozmayı, onları birbirine düşürmek için çalışıp çaba göstermeyi hedef tayin etti. Bunun için planlar kurmaya, hedefini gerçekleştirmeye yardımcı olacak konuları incelemeye başladı. Birkaç yılını bunların hazırlığıyla geçirdi. Hedefini tam belirleyip yayacağı hain fikirlerin olduğunu izhar etti. İnsanların arasına ilim ve fikir ehli kisvesi altında girdi. Diyar diyar dolaşıp fikirlerini âvâm halka bedevilere, İslam'a yeni girmiş insanlara arzetmeye başladı. Fertlerle birebir görüşüyor. Onlarla konuşuyor, İslam’ı iyi bildiğini, ilim-irfan sahibi biri olduğunu gösteriyordu.
Müslümanların akidelerini bozmak için yaydığı fikirlerden bazıları şunlardı:
"İsa’nın döneceğini iddia edip, Muhammed’in dönmeyeceğini söyleyen insanlara şaşılır. Halbuki Allah’u teala şöyle buyuruyor:
"Sana Kur’an’ı farz kılan (Allah) elbette seni bir dönüş yerine geri çevirecektir"[6]
O yüzden Muhammed tekrar gelmeye İsa’dan daha hak sahibidir."
Bu şekilde insanları akidelerinde şüphelere düşürmeye başladı. Karşılaştığı insanlar ise yeni İslam’a girmiş olan felsefeleri, münakaşaları bilmeyen insanlardı. Çöllerde yaşayan bedeviler ise çok daha kıt anlayışlılardı. Herhangi bir şeye de inanırlarsa bunu onların zihinlerinden basit bir yolla sökmek kolay bir şey değildi. Aynı zamanda bu insanlar tefsir ilmini bilmiyorlardı. Bu Yahudi de entrikacı, pis biriydi. Yalan atıyor ve ayetlerin tefsirini değiştiriyordu.
Abdullah b.Sebe’ denilen bu Yahudi foyası ortaya çıkmasın, ve arkasından bu adam İslam’ı yıkmak istiyor denmesin diye kendine Ali b.Ebi Talib’i kalkan edindi. Ki arkasından, "bu adam insanları yüce bir sahabiye çağırıyor. Bu sahabe, Rasulullah’ın amcasının oğlu, İslam’a ilk girenlerden, cennetle müjdelenen on kişiden biri ve aynı zamanda Rasulullah’ın da damadıdır. Öyle ise bu zâtın davet ettiği şeyde herhangi bir şüphe yoktur.
Ali b.Ebu Talib (r.a), Abdullah b.Sebe’i tanımıyordu, yaptıklarını takrir etmiyor, söylediği hususlarda asla ona destek vermiyordu. Ancak sonraları bu Abdullah b.Sebe’ denilen Yahudi Hz. Ali’yi yüceltmeye devam etti. Öyle ki onun bütün sahabelerden üstün olduğunu söylemeye başladı. Çünkü onu, Rasulullah’ın veliahtı olarak kabul ediyor, yerine hilafete geçenleri ona zulmetmiş, haddi aşmış ve vasiyete hiyanet etmiş olarak nitelendiriyordu. Bu kimselerden kastı, Rasulullah’tan sonra hilafete geçen Ebu Bekir, Ömer ve Osman’dı…
Abdullah b.Sebe’ aşırılığında daha da ileri gitti. Bir zatı yüceltmeyi aşıp küfre kadar ilerledi. Kur’an’ın hepsini bilen tek sahabenin Hz. Ali olduğunu Müslümanların ellerindeki Kuran’ın ise indirilmiş olan Kitab’ın ancak üçte birine tekabül ettiğini dile getirmeye başladı. İşte küfre saplanıp dinden çıkma ve akideden uzaklaşma merhalesi burada başladı.
Daha sonraları Abdullah b.Sebe küfrünü katlayarak, aslında son Peygamberin Hz. Ali olduğunu, ancak Cebrail’in risaleti Hz. Ali’ye getirmesi gerekirken Muhammed (s.a.v)’e getirdiğini söyledi.
İbn Sebe’ bununla yetinmeyip dalalet ve sapıklığında ilerlemeye devam etti ve Hz. Ali’nin beşeriyetin üzerinde bir mertebeye sahip olduğunu söyledi. İşte bu aşırılık, bu fikirlere uyan veya peşinden giden herkesin akidesini bozdu. Buna inananların dinden çıkmalarına sebep oldu. Aynı zamanda bu düşünceler İslam’a müntesib olanlar arasında ayrılık tohumlarını ekti. Bu fikirleri veya bir kısmını savunan insanlar bulunduğu müddetçe de bu ayrılık devam edecektir. Bazı insanlar bu fikirlerin tamamını değil de bir kısmını benimsemiş olabilir. Ancak ayrılıklar, (bölünmeler) bu fikirler neticesinde vaki olmuştur. Herkesin, görüşünü savunmaya taassub yapmaya ve görüşünü destekleyecek deliller bulmaya çalışmasıyla da bu ayrılık açısı genişlemeye başladı.
Nihayetinde İbn Sebe’ denilen bu fitneci işi şuna kadar ulaştırdı. "Ali (r.a) bulutların üzerindedir. Öfkelendiğinde ondan bir ses çıkmaktadır. Gök gürültüsü denilen şey de bu sestir.
Annesine nispetle İbnus-Sevde denilen Abdullah b.Sebe’ Yemen’den Hicaz’a intikal etti. Ancak Hicaz’da aradığını bulamadı. Çünkü burası sahabeler ve onların evlatlarıyla doluydu. İslam’ı bilinçleri de yerindeydi, sarsılmaz bir akideye de sahiptiler. Bu bölge İslam’ın beşiğiydi, İslam davetçileri de burada yaşıyordu.
Bu sefer İbn-us-Sevde Basra’ya doğru ilerledi. Oradan da Kufe’ye geçti. Sonra Şam’a doğru yöneldi. Ancak orada da amacına ulaşamadı. Çünkü Şam’da bir kişiyi bile etkileyememişti. Bilakis Şamlılar onu beldelerinden kovdular. Bunun üzerine Mısır’a gitti ve oraya yerleşti. Daha önceleri fikirlerine ilgi gösteren iletişim başka bölgelerden olan kişilerle Mısır’dan iletişim kurmaya çalıştı. Sahabelerden bir kısmını överken diğer bir kısmını tenkid ediyordu. Tenkidlerini de özellikle halife üzerinde yoğunlaştırıyordu, çünkü halife İslam’ı ve Müslümanları temsil ediyordu.
Abdullah b.Sebe’in bazı fikirlerini, Mecusiliklerine İslam’ın son verdiği bazı Mecusi din adamlarıyla, devletlerini Müslümanların yıktığı Kisra’lar benimsediler. Bunların halkları Müslüman olmuşlardı. Artık önlerinde konumlarını korumak için Müslüman olduklarını gösterip cahiliyede sahip oldukları düşünceleri içerden muhafaza etmekten başka yapacak bir şeyleri yoktu. İman etmiş ve İslam’a girmiş olan halklarıyla aralarındaki irtibatı ancak bu şekilde koruyabilirlerdi. Bununla da halklarıyla iletişim kurmak ve akideye muhalif fikirleri yaymak mümkün olurdu.
Bu çerçevede Kisra’lar ve Mecusi din adamları İbn Sebe’in fikirlerinde aradıklarını bulmuşlardı. Sürekli bu fikirlerden istifade ediyorlar ve iletişim halinde oldukları halklarının arasında bunları yayıyorlardı.
Abdullah b. Sebe’in fitnesinin getirdiği neticelerden biri de üçüncü raşid halife Hz. Osman’ın şehid edilmesi olmuştu.
2-Muhammed B. Nusayr:
Kin ve nefret Yahudilerin kalplerinde fokurdamaya devam etti. Hicri 3.asrın ilk yarısında da yine onlardan biri olan Muhammed b. Nusayr, kendini müslümanmış gibi göstererek Yemen’den Irak’a doğru yürüdü. Yolda giderken doğup-büyüdü yeri gizlemek için Nümeyroğullarının yanına Feyafi bölgesinde ikamet etti. Bir süre sonra ise Irak’a göçtü ve Hasan el-Askari ye yakınlaşmaya başladı. O’nun hizmetinde bulundu. Nihayetinde imamiye mezhebinin önde gelenlerinden sayıldı. Hasan el-Askari h.260 senesinde vefat edince, onun kardeşi olan Yahya el-Askari, Muhammed b. Nusayr’dan bölgeden ayrılmasını söyledi. Ancak Muhammed b.Nusayr, önce vefat eden imamın kapısı…. Sonra da vefat, eden Hasan el-Askari’nin oğlu küçük imama gelen vahyin kendisi olduğunu iddia ederek ayrılmak istemedi. Bunun üzerine Yahya ona şöyle cevap verdi:
"Bu nasıl bir yalandır? Nasıl bir iftiradır? Ayrıca bunu kime söylüyorsun? Hasan benim kardeşimdi. İnsanlar için de onu en iyi ben tanırım. O kısır bir adamdı. Nasıl olur da çocuğu olduğunu söylersin?"
Yahya el-Askari, Muhammed b. Nusayr’ı göç etmeye zorladı. O da bineğine atlayıp gitti. Yola çıkmadan önce de şunları söyledi: "Vefat eden imam Hasan el-Askari’nin oğlu İmam Muhammed el-Mehdi dehlize girdi. Dünya’yada her taraf zulümle dolduktan sonra adaleti yeniden ikame etmek için dönecektir."
İbn Nusayr bunları söyledi, çünkü o da biliyordu ki dehlizde kimse yoktu ki geri gelsin.
Muhammed b. Nusayr Şam’daki Kelbiye dağlarına gitti. Abdullah b. Sebe’nin sistemiyle çalışmaya başladı. Hz. Ali’nin ilah olduğunu, zaman zaman ayda veya güneşte ikamet ettiğini söylemeye başladı. Bölgede yerleşmiş olan Curcümelilere, Kelboğulları ve Behraoğulları kabilelerinden bazı insanları etkilemeyi başardı.
Ayrıca bu bölgeye Karmatilerden ve haçlılardan arta kalan bir grup gelip yerleşti.
Yahudilerin kadınla ilgili düşünceleri zihinlere yerleşince kadını, amaçlarını gerçekleştirmek için araç olarak kullanmaya başladılar. Kadın kendine istediğini yapabilir. Bundan dolayı bir günahı olmaz. Dilediğini seçmekte özgürdür. Kiminle beraber olacağına devamlı bir şekilde o karar verir. Düşüncesi yayıldı. Günümüzde de kadın aynı özgürlüğe sahiptir ve aynı amaçlar için kullanılmaktadır.
3-Ubeydullah b. el-Mehdi:
Meymun el-Kaddâh b. Diysân kendini Müslüman olmuş gibi gösterdi. Ailesiyle beraber Şam’da ki Sülemiye beldesine yerleşti. Sülemiye, Hama şehrine otuz beş kilometre uzaklıkta olan ve Hamanın güneydoğusunda yer alan bir şehirdir. Buraya geldiği gibi İsmailiye fırkasının saflarına katıldı. Çocuklarından, doğan çocuklarına Muhammed b. İsmail b. Cafer es-Sadık’ın oğullarının isimlerini koymalarını istedi. Böylece isimler birbirine benzeyecek ve o aileye mensub olduğunu söylemek kolaylaşacaktı.
Meymun el-Kaddah. Muhammed b. İsmail ile aynı asırda yaşıyordu. İki ailenin nesilleri çoğaldıkça isimler birbirine benzedi.
İsmailiye ailesi Kaddahiye ailesi
İsmail ö.h.128 Diysân
Muhammed el-Mektûm ö:h.169 Meymûn
Abdullah (Ahmed el-Vefiy) ö:h.212 Abdullah
Ahmed(Muhammede et-Takiy) ö:h.229 Ahmed
Hüseyn (Abdullah er-Rızâ) ö:h.267 Hüseyn
Ubeydullah.
İsimlerinin birbirine karışmasının sebeplerinden biri de lakaplarının (yani kod isimlerin) birbirine benzemesiydi. Nitekim şemâda beyan edilmiştir.
Meymun el-Kaddah’ın ailesi, İsmailiye fırkasından elde ettiği mallar ve onlardan aldığı destek sayesinde büyük bir güce ve geniş imkanlara ulaştığını görünce kendini Muhammed b. ismail’in soyundan gelenlerden biri saydı. Özellikle de isimler arasında bu benzerlik bulununca… Bunun neticesinde planlarını uygulamaya koydular. Ubeydullah da, kendini Mehdi el-Muntazar (beklenen Mehdi) olarak ilan etti. Belirli bir süre Remle’de kaldıktan sonra oradan Mağrib (Fas)’e intikal etti.
Bu esnada onların Sülemiye’ye gelen tabileri orada Ubeydullah dışında biriyle görüşüyorlardı. Ancak Ubeydullah’ın imam olduğunu ilan edip Mehdi lakabını alması ile diğer zatın adı-sanı silindi gitti.
Ubeydullah, Mağrib’e gidip İsmailiye mezhebine mensub Ebu Abdullah eş-Şîî’yi ortadan kaldırınca kendi devletini kurdu.
Bazı tarihçiler şunu söylemektedirler:
"Aslında Ubeydullah Yahudi bir adamın oğluydu. Sülemiye kasabasında demirci olarak çalışıyordu. Demirci ölünce dul kalan karısı ileri gelenlerden biriyle evlendi. Demircinin çocuğu da o adamın evinde büyüdü. Çocuk büyüyünce kendini o ileri gelen aileye nispet etti. İşte bu demircinin oğlu Ubeydullah’tan başkası değildi."
Ubeydullah h.297’de devletini kurmayı başardı. Tunus’taki Galibileri de ortadan kaldırdı. Yönetimi ondan sonra ailesi devam ettirdi. El-Muizz döneminde de. Ubeydiler h.357’de Kaf’ûr el-İhşidi’nin ölümünden sonra Cevher es-Sıkılli komutasında Mısır’a girdiler. Cevher es-Sıkılli h.358’de Kahire şehrini kurdu. Ubeydiler de oraya taşındılar. Böylece Kahire onların yönetim merkezi oldu. İşte burada Ubeydiler ellerinden ne geldiyse yaptılar. Mısırlılar, onlardan gördükleri zulüm karşısında Ubeydillerden sürekli soylarını beyan etmelerini taleb ediyorlardı. Bu durumda el-Muiz kılıcını çekiyor ve şöyle diyordu: "İşte, benim nesebim (soyum) budur." (Yani bizim soyumuz güçtür. Bu kılıçla da karşı çıkanların kellelerini uçururuz).
O dönemin Mısırlıları, davetçileri bildikleri için davet edenlerin menhecini (yani asıl gayesini) öğrenmeye o kadar titizlik göstermişken, günümüzde bu tahribatçılarla övünenler ve onları memleketinin tarihinin bir parçası sayanlar çıkmıştır. Onların kendilerini Fatıma’tüz-Zehra’ya nisbetlerinin doğru olduğunu söylemektedirler. Halbuki Fatıma onlardan beridir.
Daha sonra ortaya çıkan sapık fırkalar arasında ubeydilerin altıncı sultanı el-Hakim biemrillâh (386-411)’ı ilah görenler, Ubeydi sultanı Nizâr’ı destekleyenler, Ubeydi hükümdarı el-Mûs’te’li-yi yüceltenler ve haşhaşiler ortaya çıkmıştır. Bunlar h.487’ den sonra meydana gelmişti. Bu sapık fırkalar sürekli ve gizli bir şekilde Yahudilerle sıkı bir ilişki halinde kaldılar. 1948’de Filistin’de Yahudi devleti kurulunca, filistin’de bulunan ve bu fırkalardan birine mensub olan on üç belde Yahudilerin destekçileri oldular. Her savaşta da onların yanında yeraldılar. Halbuki başka ülkelerde arap milliyetçiliğini savunmakta ve insanları buna davet etmektedirler.