...VE EBÛ BEKİR GELDİ
İthaf
Ey Ebû Bekir…!
Ey Resûlullah'ın Halifesi…!
Allah sana dair bu sözleri yazmama izin verdiğinde,
Ey iki kişiden ikincisi…!
Sen de onları sana ithafımı
kabul buyur.
GİRİŞ
Allah'ın,
Ebû Bekir'i yerine getirmesi için seçtiği rol ne idi..?
Ebû
Bekir ve Ömer, hangi tür iki yöneticiydiler..?
"Ömer'in
Huzurunda" adlı kitabıma Allah'ın bana ilham ettiği sözlerle başladıktan
sonra bu kitap için en uygun isim ve konu "Ebû Bekir'in Huzurunda" olmalıydı.[1]
Ancak
yazmaya başlamış ve henüz birkaç sayfa yazmıştım ki, beni ardı sıra içine doğru
çeken sahneler birden değişiverdi. Önümdeki ufku eşi bulunmayan, çok yüce bir
sahne dolduruverdi. Kâğıtları bir kenara bıraktım. Önümdeki bu sahneyi izlemeye ve düşünmeye başladım…
Sahnedeki
olaylar şöyle başladı…
Rahman
ve Rahîm olan Allah, peygamberlerinin kesintiye uğradığı bir dönemde, bozulan
dini kendi özüne ve gerçeğine döndürmek ve insanlığı karanlıklardan aydınlığa,
şaşkınlıktan istikamete çıkarmak üzere bir peygamber göndermeyi diliyor.
Göndereceği
peygamberin kim olacağını belirliyor… O Abdullah'ın oğlu Muhammed'dir (Allah'ın
salâtı ve selâmı onun üzerine olsun). Ardından vahyini göndermeye başlıyor…
Kur'an'ın mübarek yolculuğu böylece başlıyor…
İnsanlığın
değiştirilmesi ve insanî vicdanının yenilenmesi görevi bu kutlu kafileye
veriliyor…
Muhammed…
Vahiy… Kur'an…
Fakat
bana sanki bu kafile durmuş bekliyor gibi geldi…
Kafiledeki
yeri boş kalmış olan bir adamı bekliyor… O gelmeden kafile yoluna devam
etmeyecek... Bu kişi bir peygamber değil… Fakat bununla birlikte o, Peygamber'in
misyonunu sürdürecek…
Birden…
Kuşlar
ötüyor...
Müjde
geliyor…
Beklenen
adam geliyor…
…ve
Ebû Bekir (r.a.) geldi…!!
Devamlı
surette Peygamber'e ve hem de hiç usanmadan, tereddüt göstermeden, "Doğru
söyledin… Doğru söyledin…" diyecek adam geldi…
Hicrette
Peygamber'e arkadaşlık yapacak olan adam geldi… Bu adam çok iyi biliyor ki,
Kureyş, tüm imkânlarını seferber ederek Peygamber'in izini sürecektir… Tüm
kinini Peygamber'in üzerine boşaltmak isteyecektir…
Peygamberin
ölüm haberi şehirde çalkalandığı zaman yaşanılan şokla kendinden geçen
Müslümanların -hem de tüm Müslümanların- akıllarını başlarına getirecek olan
adam geldi…
Halifenin
kim olacağının tartışıldığı "Sakîfe" günündeki duruşuyla, İslâm'da ve
Müslümanların birliğinde yeni bir sayfa açacak olan adam geldi…
Şayet
o olmasaydı irtidat olaylarının yaşandığı çetin ve sıkıntılı günlerde İslâm'ın
yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağı adam geldi…
Farklı
bir sözle söylemek gerekirse…
Mutlaka
Resûlullah'la beraber olması gereken adam geldi… O Peygamber ki, Allah onu
âlemleri değiştirmek, dünyayı tertemiz yapmak ve hayatı gerçek rotasına yeniden
kavuşturmak ve kıvamına getirmek için seçmişti…
Benim
görebildiğim kadarıyla Ebû Bekir'in (r.a.) gerçek misyonu budur…
Bu
sayfalar, bu eşsiz ve yüce misyonu elinden geldiğince anlatabilme çabasında
olan mütevazı bir uğraşıdan ibarettir…
İman
"sanatı"nda insanlığın "üstadı", hayatının tanık olacağımız
kimi sahnelerinde bize iman sanatında her tür ustalığı ve olağanüstülüğü gösterecektir…!!
N
SÖZ MUTLAKA YERİNİ BULACAKTIR
Mekke…
Ortasında
Kâbe'nin yer aldığı mübarek şehir… Hz. İbrahim ve Hz. İsmail'in birlikte Beyt'in
temellerini yükselttikleri günden beri mukaddes değerlerin yurdu… Orada hayat,
havası gibi hafif bir esinti… dağları gibi köklü… ve göğü gibi yumuşak biçimde
geçiyor…
Mekke'nin
halkı ise, bazen en ileri zirveye kadar ulaşan ve bazen de alay ve maskaralık
derecesinde seviyesizleşen birtakım inanç ve geleneklere sıkı sıkıya
bağlılar…
Kâbe'nin
çevresini putlar doldurmuş. Putlar, bu mukaddes yere, zamanın gaflet içinde
bulunduğu bir dönemde davetsizce gelmişler. Bu mukaddes yer, asırlarca Allah'ın
yeryüzünde yükseltilmiş olan ve muvahhid mü'minlere seslenen sancağını dalgalandırdı.
Kâbe,
günün birinde putlar getirilip, zamanla çevresini iyice dolduruncaya kadar bu
hal üzere kaldı. Ne zaman ki putlar orada boy gösterdi, Kureyş ve çevre
kabilelerin kalpleri onlara meyletti. İnsanlar kendilerini Allah'a yaklaştırsınlar
diye putlara ibadet etmeye ve onlara yaranmaya başladılar…!!
İşte
şunlar Lât, Uzza ve Menat…
Bunlar
da İsaf, Nâile ve Hübel…
Ve
onlardan başka onlarca put ve tapınılan heykel…
Putların
kulları, bu sonradan getirilip konulmuş, yontularak şekil verilmiş… Duymayan,
görmeyen ve asla fayda ve zarar vermeye muktedir olmayan bu ilâhlara
Her
kabilenin kendine ait bir ilâhı ve putu vardı.
Her
çocuk, doğduktan sonra emeklemeye başlar başlamaz, şimdiden öğrenip tanısın ve
daha sonra büyüdüğünde ibadet edip ve arzularını gerçekleştirmesi için
dileklerde bulunsun diye puttan ilâhına götürülüyordu...!!
Hurafelerin
izdihamında akıl yolunu kaybetmişti…!!
Gerçekten
tuhaf bir durumdu…!!
"Faziletliler
Antlaşması"nı (Hılfü'l-fudûl) yapıp, zalime karşı mazlumun yanında tek
cephe olarak yer alanlar…
Toplumsal
barış ve esenliğin tesisi için eşsiz bir yol ortaya koyup, "Haram
Aylar" sistemini getirenler… O "Haram Aylar" ki, o süre içinde
kılıçlar kınlarına sokulur, kin ve öç duyguları derin bir uykuya yatardı. İnsan,
babasının veya kardeşinin katiliyle karşılaşır ve onun işini bitirecek güç ve imkâna
da sahip olur; fakat ona bir çakıl taşı bile atmadan, en küçük bir kötülük
düşünmeden yanından geçer giderdi…!! Evet, bu sistemin kurucuları…
Sosyal
egemenlik alanında, şu altı nitelikte ileri seviyede olmayan kimsenin, kavmi
içinde lider ve önder olmasına izin verilmediği değerli bir düzen getirenler…
Cömertlik… Yardımseverlik… Cesaret… Yumuşak huyluluk… Alçak gönüllülük… Ve söz
ve davranışta açık olmak…
Onlar
ki, "Aşağı sınıftan bir insan üst tabakaya yükselmesin de, bin ileri gelen
kimse ölsün, bu daha iyidir." düşüncesindeydiler.
"Ukaz
Panayırı"na sahip olanlar… O Ukaz ki, şairlerinin şiirinde ve hatiplerinin
konuşmalarında kendini ortaya koyan insan dehası ürünlerin en güzellerini
görmek için her taraftan oraya akın ediyorlardı. Evet, onlar…
Yükseklerde
kanat çırpan bu insanlara bu tuhaf gaflet musallat olup, onların kalplerini ele
geçiriyor ve elleriyle taştan yonttukları veya çamurdan şekil verdikleri
putların önünde secdeye kapanıyorlardı.
İnsanı
şaşkına çeviren farklı konumlar…
Fakat
onlar bu konumlarında yalnız da değiller.
"Atina"da…
En parlak çağında… Felsefe ve filozoflar çağında… Sokrat ve Baroklies
döneminde… Atinalılar, Olumpüs'ün ilâhlarına… Mekke'nin putları gibi putlara
ibadet etmektedirler. Üstelik Mekkelilerin gözünde putlar, saygın ve seçkin bir
konumdadır.
Atinalılar
ise, bazılarına son derece çirkin yakıştırmalarda bulundukları ilâhlara ibadet
ediyorlardı…!!
*
* *
Mekke'de
hüküm süren putperestliğin yanı sıra Arap yarımadasının her tarafını dolduran başka
türden kulluklar da vardı…
Güneşe
tapanlar vardı. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.v.) namazla emredilince,
güneşin doğup battığı saatlerde namaz kılınmasını yasaklamıştır. O (s.a.v.),
güneşin doğma ve batma anında ona secde ve ibadet edenlere -istemeden de olsa-
benzememek için bu yasağı getirmişti.
Yine
meleklere tapanlar vardı… Kur'an onların bu tapınmalarını daha sonra reddederek
şöyle buyuracaktır:
"O
gün Allah, onların hepsini toplayacak; sonra meleklere: Size tapanlar bunlar
mıydı? diyecek. (Melekler de:) Sen yücesin, bizim dostumuz onlar değil,
sensin."
[2]
Yine
cinlere tapan insanlar vardı… Kur'an onları şöyle tanıtmaktadır:
"Onlar
cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inanmıştı." [3]
Yine
yıldızları ilah edinenler bulunuyordu… Kur'an onlardan şöyle bahseder:
"Doğrusu
Şi'râ yıldızının Rabbi de O'dur." [4]
Sonra ateistler
ve materyalistler bulunuyordu ki, Kur'an onların da şöyle dediklerini bizlere
aktarmıştır:
"Hayat
ancak bu dünyada yaşadığımızdır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman helâk
eder."[5]
Melekler…
Cinler… Yıldızlar… Putlar…
Bu
izdihamın ortasında İbrahim'in (a.s.) din ve şeriatı nerede…?
Çok
eski zamanlarda, kendini Allah'a vermiş bir insan bu güvenli şehre geldi. Kavmi
olan Keldanîleri ve vatanı Babil'i terk ederek, Allah'ın ayetleri beraberinde
olduğu hâlde Mekke'ye yerleşti.
Yükünü
indirip, sancağını kaldırdı ve tevhidi haykırdı. Ölümsüz şu sözleri söyledi:
"Ben
hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben
müşriklerden değilim." [6]
O,
bu sesi, geniş Arap coğrafyasında çınlayan bir seda olarak ardında bıraktı.
Fakat
insanlara musallat olan bela da nedir…?
Allah'a
imanı ve O'nu birlemeyi temel alan bu hanîf din, sonradan olma putperestliğin
ve yerlerde sürünen şirkin ortasında yitip gitti mi..?
Bu
güvenli şehir, insanlara dinlerini ilk günkü saflığıyla sunacak… sesini
yükselterek, unutulmuş hakikati hatırlatacak kimselerin kıtlığını mı çekmektedir..?
Asla…
Geçen
yıllar ve nesiller boyunca hidayet önderleri zaman zaman ortaya çıkıp, Hz.
İbrahim'in sancağını sallayarak işaret etmiş, seslerini yükselterek şirki ve
sapkınlığı çürütmüşlerdir.
Onların
sayıları pek çoktur… Onlardan bazılarını tanıyor, bazılarını da tanımıyoruz.
Onlardan
kimileri Hz. Peygamber'den yüzlerce sene önce yaşamış, kimileri de onun
Peygamber olarak gönderilmesinin arifesinde yaşamıştır…
Süveyd
bin Âmir el-Mustalikî, Hz. Peygamber'den yüzlerce sene önce yaşamış olan
hidayet önderlerinden biridir. O, öldükten sonra dirilme ve hesaba çekilme inancını
açıkça dile getirdi.
Kavmine
şöyle seslenen Âmir bin Zarib el-Advânî de onlardan biridir: "Kendi
kendini yaratan hiçbir şey görmedim… Bir yere konulmuş olan her şeyin başkaları
tarafından yapılmış olduğunu… gelenin mutlaka gittiğini gördüm… Şayet
insanları hastalık öldürüyor olsaydı, onları dirilten de tedavi olurdu…"
İbn
Tağleb bin Dürre de onlardan… Putlara kulluktan uzak durarak bir olan Allah'a
davet etti.
Kavmini
Kâbe'nin yanında toplayıp, beyinlerini çatlatırcasına onlara şunu duyuran Mütelemmis
bin Ümeyye el-Kinânî de o kafilenin fertlerinden biri:
"Bana
itaat edin, doğru yola ulaşın. Kesinlikle sizler çeşitli ilâhlar edinmiş
durumdasınız. Halbuki sizin de, o taptıklarınızın da Rabbi Allah'tır."
Züheyr
bin Ebû Sülmâ da onlardan…
O
şöyle diyor:
İçinizde olanları Allah'tan gizlemeye çalışmayın
Ne
kadar saklasanız da Allah onları apaçık bilir
* * *
Onlar
oradaydılar ve beraberlerinde de kendileri gibi insanlar bulunuyordu.
Fakat
hakka duydukları özlemden ve henüz ulaşmadıkları hedeflerine yönelik bu
sezgisel yönelişlerinden başka hiçbir şeye sahip değildiler.
Hiçbiri,
insanları davet edebileceği kâmil bir yol ve metoda da sahip bulunmuyordu.
Uzun
yıllar birbiri ardınca hayat sahnesinde göründüler.
Hz.
Peygamber'in peygamberliğinin arifesinde sahneye çıkanlar da kendilerinden
öncekiler gibi açık ve kesin bir yol ve metod üzere değildiler. Fakat buna
rağmen meşgul oldukları hakikate ilişkin bakış ve görüşleri daha açık ve
aydınlıktı.
Bu insanlardan biri olan Ebû
Kays bin Enes, Kureyş'i ve putlarını terk ederek, evinin bir köşesini mescit
yaptı. Cünüp ve hayızlı hiç kimseyi içeri almadığı bu mescitte kendini ibadete
verdi. O şöyle diyordu: "Ben İbrahim'in Rabbine ibadet ediyorum.
Ebû Kays, Rasulullah'ın
(s.a.v.) peygamber olduğu günlere kadar yaşadı ve Müslüman oldu.
Ebû Kays'tan başka üç kişi
daha vardı ki, onlarında gelmek üzere olan dine karşı istek ve arzuları tamdı.
Bu kimseler:
Kus bin Sâide el-İyâdî…
Zeyd bin Amr bin Nüfeyl…
Varaka bin Nevfel'di…
Kalpleri, Hz. İbrahim'in
dinine derinden bağlıydı…
Yakıp kavuran putçuluk
ateşinin ortasında….
Niyaz eden alçak gönüllü
kalplerinden tevhid sözleri, bahar esintileri gibi dökülmekteydi.
Gelmekte olan Peygamberi
şarkılarla övüyorlar…
Ve birbirlerini doğmakta olan
güneşle müjdeliyorlardı…
Allah'ın sancağını tekrar
yerine iade ve putları yerle bir edecek olan dine çağırıyorlardı…
Ebû Bekir (r.a.), uzun zaman
onların meclislerinde bulundu…
İmanla yoğrulmuş taptaze
sözlerine kulak verdi…
Hoş şarkılarıyla mest oldu…
Ve onların yolu üzere yürüdü…
Güvenilir hikmetlerinin ve
sağlam yollarının ışığında temiz ruhu, gelen peygamberlik kafilesini gördü.
Oturup beklemeye, kendini hidayet ve yakîn günlerine hazırlamaya başladı.
Bu yüce
şahsiyetle olan yolculuğumuza bu noktadan itibaren başlıyoruz…
* * *
Yeterliliği
ve soyuyla toplum içinde önemli bir yer edinmiş olan bu adam, aynı zamanda
içinde de aydınlık bir şüphe taşımaktadır… Toplumun putperest anlayış ve
sapkınlığından kendisini her gün biraz daha uzaklaştıran bir şüphedir bu.
Ebû
Bekir, putların çevresine kümelenmiş ve önünde diz çökmüş insanları görüyor ve
derin bir üzüntü bulutu yüzünü karartıyordu. Kendi kendine:
"Bunun
doğru ve hak yol olması mümkün mü?" diye yapılanları sorguluyordu.
Gören,
duyan ve akleden insanlar… duymayan, görmeyen ve cevap vermeyen dikili taşlar
önünde secdeye kapanıyorlar..!!
Ebû
Bekir, bunları düşünüyor ve ardından Zeyd bin Amr bin Nüfeyl'in şu sözünü
tekrarlıyordu:
Bir tek ilâha mı yoksa bin ilâha mı
Yalvarayım,
ters gittiğinde işlerim
* * *
Sorular
soruları getiriyor… Endişeler arttıkça artıyor… Nihayet uzun bekleyiş, bu
duygulu, Allah'a yönelmiş adamı rahatsız ediyor. Hayatında değişiklik yapma arzusuyla
ve insanların tartışmalarını kesip atacak Allah'ın sözüne olan özlemiyle yanıp
tutuşan bu adam, hakkı öğrenme çabasına giriyor.
Hasret
ve özlemleri, onu, mevcut semavî din hakkında bilgi sahibi insanlarla birlikte
olmaya doğru götürüyordu. Bu insanlar, çok uzak bir zaman önce burada
Halilullah İbrahim'in (a.s.) seslendirip de unutulmuş olan akidenin hatırasında
yaşıyorlar. İnsanoğlunun gidişat ve hayatına bakmış ve öldükten sonra dirilme
ve hesaba çekilme akidesini yüksek sesle dile getiriyorlar. Putlara karşı
bağlılık ve sevgi sayılabilecek her tür davranıştan uzak durup, İbrahim'in
Rabbine iman ediyorlar. Yüzlerini göğe çeviriyor ve sanki gördükleri mutlu bir
düşü anlatır gibi konuşuyorlar…
Ebû
Bekir'i (r.a.) hayran bırakıp kalbine hükmeden hangi söz bu insanların sözünden
daha iyi ve üstündür…?!
Kuşkusuz
onların sözleri Ebû Bekir'in (r.a.) kulağına ulaşır ulaşmaz, kalbinde doğruluk
ve vefa olarak yankısını bulmaktadır.
Susamış
kuşun yağmur damlalarının peşine düşmesi gibi o da bu sözlerin peşine
düşüyordu…!!
Bu
salih toplulukla ne zaman bir araya gelip otursa, soluklanıyor, rahatlıyordu.
Kus bin Sâide, Zeyd bin Amr
ve Varaka bin Nevfel… Kureyş onlara karşı bir düşmanlık ve baskı uygulamıyordu.
Çünkü bunlar, kendi kabuklarına çekilmişlerdi ve Kureyş'i ve yürürlükte olan geleneklerini
tehdit edecek düzenli bir davet ve yeni bir dinle ortaya çıkmamışlardı.
Sonra bu kimseler, çok yaşlı
insanlardı ve her biri neredeyse hayatının son demlerini yaşıyordu…
Fakat Ebû Bekir (r.a.) gibi
bir adamın bu insanlara duyduğu salt beğeni ve hayranlık elbette Kureyş'in hoşnutsuzluğuna
sebep olacaktı.
O dönemde Ebû Bekir,
hayatının baharını yaşamaktadır…
O kavminin ileri
gelenlerindendi. Onu en önemli, en değerli işlerinden birinin yetkilisi
yapmışlardı. Bu, "Diyet Taşıyıcılığı" görevi idi…
Ebû Bekir de gelmiş bu gibi
şeylere kafa yoruyordu…?
Kendine zarar getirebilecek
bir konuda kafa yoruyordu. Kalabalık sapkın topluluğun saflarından ayrılınca insanlar,
onun Kus, Varaka ve Zeyd'in düşüncelerini beğeniyle karşıladığını öğrenmiş
oldular…
Kus, Varaka ve Zeyd, toplumla bütün
ilişkilerini kesmişlerdi ve bu yüzden kimseden korkuları yoktu. Bununla
birlikte Kureyş, onlara karşı açıktan bir düşmanlık yürütmese de dirençlerini
kırma ve bastırma yolunda gayret gösterdi. Zeyd bin Amr, her ne vakit hakkı
söyleyerek sesini yükselttiyse -çünkü o, üç kişiden sesi en gür olandı-, akrabası
Hattab bin Nüfeyl'i ona karşı kışkırttılar. Hattab, onu ev hapsinde tuttu, böylece insanlarla
görüşmesini de engelledi.
Kureyş, toplumla köklü ve her
geçen gün artan ilişkiler içinde bulunan ve herkesin beğenip örnek gösterdiği
Ebû Bekir'i kendi haline bırakır mıydı…?
Kureyş, yeni hülyalarıyla,
sessiz düşleriyle onu baş başa bırakmayı göze alır mıydı…?
Ebû Bekir (r.a.) uzun bir
tereddüt süreci yaşamadan düşünceleri netleşti ve uyacağı modeli gördü…
Muhammed bin Abdullah
(s.a.v.)…
Henüz ömrünün ve hayatının
baharında bir insan… Soylu ve saygın bir kişi… Taçtaki en parlak incinin durumu
neyse, onun da kavmi içindeki durumu oydu…
Bununla
beraber o -huzur ve sükunet içinde- putlardan kaçındı. Günlerini insanların
abes iş ve geleneklerinden uzak bir hâlde geçirmeye başladı.
Vaktini,
düşlerini ve iç huzurunu kendisinden çalıp kaçıracak hiç kimseyle neredeyse
görüşmemeye çalıştı. Kendisine haktan açık bir kanıt gelinceye kadar günlerini
düşünceler içinde yoğrularak geçirdi.
Ve
Kureyş'in tepkisini çekmeden aynı yolda yürüyebileceğinden emin oldu...
Tamamen
"Muhammed" (s.a.v.) gibi…
O
da putları kötülemiyordu… Fakat onlar hakkında iyi bir söz de söylemiyordu.
Putlara
tapınanlarla beraber tapınmıyor, onlara secde edenlerle beraber secde
etmiyordu. Onlara yaklaşmıyor, onları var kabul etmiyordu.
Bütün
bir toplumdan kendisini soyutlayarak, hakkı aramaya koyulmuştu. Hak, bir insan
hayatının uğrunda adanabileceği en büyük hedefti.
İçinin
derinliklerinde onu bulduğuna dair kesin inancın soğukluğunu hissetti.
Ebû Bekir
(r.a.), her ne kadar Muhammed (s.a.v.)'le aynı yaşta olmasa da onu insana
güven veren üstün bir örnek olarak görüyordu.
Bu
yüzden onunla beraber olmaya, ona arkadaşlık yapmaya çokça gayret ediyordu. Bu
hırsı o derecedeydi ki nihayet Ümmü Seleme onu şöyle tanımlıyordu: "Muhammed
(s.a.v.)'in candan bir dostu ve sırdaşı".
Ebû
Bekir yakın dostunun hâl ve davranışlarını düşündü. Bu düşünceyle Kureyş'e
karşı duyduğu korku ve endişeleri kayboldu. Ardından hasretini çektiği şeye uymaya
ve arzularıyla hakka ve marifete doğru yürümeye karar verdi.
Fakat
bunu yaparken izlediği tavır ve tutum, can dostu Muhammed'inkinden (s.a.v.) çok
farklılık gösterecekti…
Buna
bağlı olarak da her ikisinin ulaşacağı sonuçlar aynı olmayacaktı. Ebû Bekir (r.a.)
hakikati ararken, Muhammed (s.a.v.) onu bulmuş olacaktı..!!
Hakikati
ararken Muhammed (s.a.v.)'in izlediği yol; düşüncelere dalmak ve hakikatin
bizatihi içinden gelen fısıltıya kulak vermek olarak kendini gösteriyordu.
Fakat
Ebû Bekir'in (r.a.) takip ettiği yol da düşüncelere dalmakla beraber bilgelerin
sözlerine ve ileri görüşlü âbidlerin anlayış ve usullerine kulak vermekten
ibaretti.
O
ömrü boyunca Arap Edebiyatı'nın şaheserleri olan şiir ve düz metinlerini
ezberlemeye düşkün birisi oldu.
Bu
zengin ezberiyle aklını düşüncelere yönlendiriyordu.
Hâlbuki
Muhammed (s.a.v.) sadece düşünceleri üzerinde odaklanıyor, sezgisine ve
tecrübelerine dayanarak hakkı bulmaya çalışıyordu…
Ebû
Bekir (r.a.), kalbini ve aklını, sağlam tecrübe ve görüş sahibi küçük topluluğun
(Kus, Varaka ve Zeyd'in) sözlerinde parıldayan hikmete teslim ediyordu.
Onları
dinlemesini sağlayacak hiçbir fırsatı kaçırmıyor; sözlerine mutlaka kulak
veriyor ve kazanıyordu.
Onların
sözlerini sağlamca ezberliyor ve hakikati bilmek ve bedeli ne olursa olsun ona
ulaşmak isteyen büyük karakterinin de yardımıyla bu insanların hoş dünyalarında
yaşıyordu… Bu öyle büyük bir karakterdi ki, yaşlarından, tecrübelerinden ve
temiz yaşantılarından dolayı o insanlarda kendisini arzuladığı hakikate
ulaştıracak sağlam bir delil görmüştü.
Muhammed
(s.a.v.)'in Rabbinden peygamberlik görevini aldıktan ve Ebû Bekir'in de Ona
iman ettikten sonraki günlerden biriydi… Hz. Peygamber ashabı ile oturmuş,
gençlik günlerini yâd ediyordu. Konuşmasının bir yerinde şöyle dedi:
"Kus
bin Sâide'yi, Ukaz çarşısında boz devesinin üzerinde konuşurken hatırlıyorum.
Fakat o gün neler söylediğini hatırlamıyorum."
Bunun
üzerine Ebû Bekir (r.a.) şöyle der:
"Yâ
Resûlallah, o konuşmayı ben hatırlıyorum. O gün ben de Ukaz çarşısındaydım. Kus,
boz devesinin üzerinden şöyle diyordu:
"Ey
insanlar! Dinleyiniz ve belleyiniz. Bir şeyi bellediğiniz zaman da ondan
faydalanınız… Gerçek şudur ki, her yaşayan ölür, her ölen yok olur… Gelmekte
olan şey elbet bir gün gelir. Gökte haber, yerde ibretler vardır. Kapkaranlık
Hz. Ebû Bekir
(r.a.), Kuss'a ait hutbenin ardından yine ona ait şu şiiri okur:
Vardır geçmiş milletlerde
bizim için ibret
Görmedim ölümün kaynağını hem
hayret
Gördüm ki kavmim birbiri
ardınca gitmektedir
Anladım onların başına
gelecek olan gelecektir
* * *
Ebû
Bekir, bu salih insanın konuşma ve şiirini ezberlemiş ve bu şekilde okumuştu.
Onun ruhu, bu insanın ve diğer ikisinin saçtıkları hikmete bağlanmıştı.
Zeyd bin Amr bin
Nüfeyl'i, ihtiyarlığın verdiği ululuğa bürünmüş, sırtını Kâbe'nin duvarına
dayamış bir hâlde insanlara seslenirken gördüğü zaman ona ne kadar gıpta etmiş
ve ruhu ne kadar mutlu olmuştu. Zeyd şöyle diyordu etrafındakilere:
"Ey
Kureyş topluluğu! Canımı kudretiyle tutan Zat'a yemin ederim ki, içinizde
benden başka İbrahim'in dini üzere olan kimse yok.
Ben
İbrahim'in ve ondan sonra İsmail'in dinine tâbi oldum… Muhakkak ben İsmail'in
soyundan gelecek bir peygamberi beklemekteyim. Fakat ona ulaşabileceğimi
sanmıyorum."
Konuşmasının
bu yerinde Zeyd'in gözü Âmir bin Rebîa'ya takılır ve ona şöyle der:
"Ey
Âmir bin Rebîa!...
Eğer
ömrün olursa, ona benden selâm söyle…"
Zeyd
bin Amr'ı, Kâbe'nin çevresinde kümelenmiş insanları yararak ilerleyip,
korkusuzca, gür sesiyle konuştuğunu gördükçe Ebû Bekir'in huzur ve güveni artmaktaydı.
Zeyd bu kez şöyle diyordu:
Hak olarak buyur Allah'ım!
Kulluk ve köleliğimi sana
sunmaya geldim.
İbrahim'in sığındığı
şeylerden ben de sana sığındım.
Ben yüzümü, ağır kayaları taşıyan yeryüzünün boyun
Eğdiği Zat'a döndüm
Sonra onu yayıp genişletti. Suyun üzerinde durduğunu
Görünce üzerine dağları yerleştirdi…
Ben yüzümü, soğuk, tatlı sular taşıyan yağmur
bulutlarının
Boyun eğdiği Zat'a döndüm
* * *
Ebû
Bekir (r.a.) kendi kendine şöyle diyordu:
"İbrahim'in
Rabbi'ne yemin ederim ki, bu hakikattir. Fakat bu konuda nasıl ve ne zaman
kesinliğe ulaşacağım?..."
Günbegün
Ebû Bekir'in vicdanı Allah'a kulluk ve bağlılıkla, İbrahim'in dinine özlem ve
hasretle doluyordu.
Fakat
ona giden yol nerede…?
Onun
ruhunda ve vicdanında bu özlemi ateşleyenlerin kendileri dahi bu yolu
bilmiyorlardı.
Doğru,
Kureyş'in bağlandığı bu din, hakikate dair hiçbir şey taşımıyordu. İbrahim'in
dinini bozmuştu.
Fakat,
İbrahim'i seslendirdiği hakikat ve dinle bugüne geri getirecek yeni yol ve
metod nedir?
Onlar
bunu bilmiyorlar…
Kus
bin Sâide bunu öğrenemeden Rabbine kavuştu.
Geriye
kalan iki arkadaşı da bunu bilmiyorlar.
Varaka…
İbrahim'in dinine iletecek bir şeyler bulabilirim ümidiyle kendini İncillere
verdi. Onları okudu, inceledi.
Zeyd'e
gelince… O güvendiği özlemleriyle divaneler gibi dolaşıyordu. Bazen Mekke'nin vadilerinde
dolaşırken, bazen de Kâbe'ye sığınmışken görülüyordu… Sürekli Rabbine yakarış
hâlindeydi…
"Allah'ım,
hangi amelin sana daha sevimli olduğunu bilseydim, elbette sana onunla kulluk
ederdim; fakat bilmiyorum."
Öyleyse
o da bilmiyor. Her ne kadar Kureyş'ten bir topluluğun huzurunda onların dinini
terk ettiğini, putlardan, fal oklarından, kız çocuklarını diri diri gömmekten
vazgeçtiğini söylese ve hatta hangi Rabbe kulluk ettiği kendisine sorulunca "İbrahim'in
rabbi'ne kulluk ediyorum" dese de o da hakikati bilmiyordu.
Ebû Bekir'in (r.a.)
ruhunda, hakikate duyduğu özlem iyice derinleşiyor ve büyüyor. Halkı içinde
insan vicdanının maruz kaldığı krizi açıkça gördükten sonra yarım çözümler,
onun bu yöndeki susuzluğunu gidermeye yetmiyor.
O
şimdi tam bir çözüm, mükemmel bir kurtuluş bulmanın peşindedir.
Evet,
İbrahim'in dinini bırakarak, saçma sapan putlara yönelmek… Bu krizin ta
kendisidir…
Öyleyse
bu krizden çıkışın yolu… İbrahim'in dinidir.
Fakat
bizi İbrahim'in dinine kim ulaştıracak…?
Hurafeler
ve saçma gelenekler kendi baskıcı yapıları ve hegemonyalarıyla bu dinin
hakikatini tarumar etmişler!!
Bunun
en büyük göstergesi ve kanıtı, burada -Mekke'de- puta tapanların kendilerini
İbrahim'in varisleri olduklarını iddia etmeleridir.
Aynı
şekilde Ebû Bekir'in (r.a.), ticarî yolculukları sırasında karşılaştığı Şam
Yahudileriyle Hıristiyanları aralarında görüş ayrılıkları ve uyuşmazlıklar
olmakla beraber bunların hepsi de Hz. İbrahim'in torunları ve varisleri olduklarını
iddia ediyorlardı.
Bize
apaçık hakikati kim getirir..?
Bize
İbrahim'i kim geri getirir; ve İbrahim'e bizi kim götürür..?
Rabbimize
kendisiyle ibadet edeceğimiz ve onunla hayatımıza bir yön ve biçim vereceğimiz
yöntem ve programı bize kim gösterecek…?
Tertemiz
düşünceler tertemiz kalbe birbiri ardınca akıyor. Ebû Bekir Ümeyye bin Ebû'Salt'ın
şiirini dilinden düşürmüyor:
Dikkat edin! Bizim için,
bizden bir peygamber vardır
Bize sonumuzun nereye
varacağını haber vermiştir
Delillerin kendisinden yana
olduğu zata sığınırım
Onlar Allah'ın dininin
esaslarını yüceltmişlerdir
* * *
İnsanların
dinleri konusundaki bu ihtilaf ve uyuşmazlıkları Ebû Bekir'in düşüncelerini
darmadağın ediyor.
İnsanların
ona son derece muhtaç ve susamış oldukları bir zamanda hakikatin ortada olmaması,
Ebû Bekir'i (r.a.) alabildiğine üzüyor.
Bakışlarını
insanlar üzerinde gezdiriyor ve soruyor:
"Bizi
hakikate ulaştırıp, onda bir araya getirecek kimse yok mu?"
* * *
Derken
birden zihninde ışıklar parlıyor ve yaklaşık beş sene önce gördüğü o müthiş sahneyi
hatırlıyor.
Kureyş'in,
Kâbe'yi onarıp, Hacerülesved'i yerine koyacakları sırada aralarında gerginlik
çıkıp tartıştıkları o günü hatırladı. O gün neredeyse bütün Kureyş kan gölüne
dönecekti. Ficar Savaşı gibi bir savaşın çıkması an meselesiydi.
Bütün
bu hatıralar, Ebû Bekir'in (r.a.) zihnine akın etti.
Kureyş
oymaklarından her biri gruplara ayrılmış, Mukaddes Hacerülesved'i yerine
koyma şerefinin sadece kendilerine ait olduğunu iddia ediyorlardı.
Tartışma
ve uyuşmazlık had safhaya varmak üzereydi ki o gün Kureyş'in yaşça en büyüğü
Ümeyye bin Muğire, Kâbe'ye ilk gelecek kimsenin bu anlaşmazlıkta hakem yapılmasını
önerdi… Herkes bu hakemin kararını kabul edecekti… Ortalığı derin bir sessizlik
kapladı. Kalp ve nabız atışlarından başka bir şey duyulmuyordu..!!
Ebû
Bekir (r.a.) neşeyle hatıralarında gezinmeye devam ediyor:
İşte
onlar, hepsi yere çömelmişler…
Kureyş'in
ve bütün kabilelerin ileri gelenleri…
Gözleri
kapıya mıhlanmış gelecek kimseyi gözlüyorlar… İlk gelecek olanı… Onun gelişi, tartışmalara
son verecek, akacak kanı durduracak.
Derken
yaklaşan birinin ayak seslerini duyuyorlar. Bu, kurtuluşun sesidir.
Nefesler
tutuluyor…
Ayak
sesleri gittikçe yaklaşıyor…
Kurtarıcı
geliyor…
Bu
gelen Muhammedü'l-emin..!!
Onu
görür görmez sevinçle haykırıyorlar:
"Bu
Muhammedü'l-emin… O ne iyi hakemdir…!!"
Ebû
Bekir bunları hatırlarken bir yandan da mırıldanıyor:
"Gerçekten
o ne başarılı hakemdi."
Sonra
Ebû Bekir (r.a.) tekrar hatıralarına dönüyor. Kendi kendine konuşmaya da devam
ediyor:
"Evet,
gerçekten o ne başarılı hakem, ne büyük kurtarıcıydı..!!
Onların
tartışmalarının sebebini duyar duymaz:
"Bana
bir yaygı getiriniz." buyurdu.
Ona
bir yaygı getirdiler… Hacerülesved'i bu yaygının ortasına koyduktan sonra
şöyle dedi:
"Her
bir kabile, yaygının bir kenarından tutsun… Sonra hep birlikte yaygıyı yukarı
kaldırın."
Dediğini
yaptılar. Bu şekilde Hacerülesved'i konacağı yere kadar taşıdılar. Sonra
Muhammed (s.a.v.) elleriyle taşı yaygıdan aldı ve yerine koydu.
Böylece
bir anlaşmazlık… Hem de tehlike çanlarının olanca şiddetiyle çaldığı bir
anlaşmazlık… En mutlu bir sonla tatlıya bağlanmış oldu.
Ebû
Bekir (r.a.) tekrar kendi kendine mırıldandı:
"Bir
adam gelse de bir kez daha anlaşmazlığı çözüme kavuştursa ve ihtilaf edip
durdukları hakikati insanlara açıklasaydı, ne olurdu!
Kureyş'e
eski günlerini tekrar kazandırıp, onun esenlik ve istikamet üzere ilerlemesini
sağlayacak bir adam…
Hacerülesved
hususunda çıkan bir anlaşmazlıkta çılgınca bir savaşın eşiğine gelip
birbirlerini yok etmek üzerelerken Muhammed (s.a.v.)'in yaptığı gibi Kureyş'e
barış, yakîn ve aklı tekrar sunacak bir adam…"
Bu
mutlu hatıralar onun zihninde, Kus, Zeyd ve Varaka bin Nevfel'den sürekli
dinleyip durduğu ve yine Ümeyye bin Ebû's-Salt, Âmir bin Zarib ve Mütelemmis bin
Ümeyye gibi eskilerden ezberinde bulunan duaları ve peygamberlikle ilgili
konuşmaları canlandırdı.
Sonra
eşsiz bir sahne belirdi… Bu sahne ona doğru yaklaşmaya başladı, iyice büyüdü,
derken bütün ufku doldurdu.
Kus
bin Sâide'nin sahnesi… İşte o, insanların arasında dikilmiş, kolunu bir bayrak
gibi ufuk yönüne doğru sallayarak şöyle diyor:
"Kus,
Rabbine yemin eder ki, bu iş elbette sonuçlanacaktır."
Ebû
Bekir, hatıralarına veda ederken, kesin bir inançla son kez mırıldanır:
"Kus
bin Sâide doğru söyledi…
Bu
iş elbette sonuçlanacaktır…"
EĞER O SÖYLEMİŞSE, MUTLAKA DOĞRUDUR
Günler
geçiyor, iman edenlerin ya da büyük bir gayb haberiyle karşı karşıya
olduklarını hissedenlerin özlem ve hasretleri katlanarak artırıyordu.
Ebû
Bekir (r.a.) de Allah emrini meydana getirinceye kadar sabrediyor…
İşinin
ve ticaretinin başında… Şam'a yeni bir yolculuğun işaretleri verilince diğer
tüccar arkadaşlarıyla beraber o da kervanını hazırlıyor…. Derken kervan, rızık
ve helal kazanç aramak üzere hızla uzak beldelere doğru yol alıyor.
Ebû
Bekir Şam'da kendi halkı içindeyken yaşadığına benzer bir "manevî atmosfer"
buluyor.
Çeşitli
dinler, yollarını kaybetmiş yitik insanlar kesin ve sağlam inanca ermek
ümidiyle yüzlerini göklere çevirmiş, yeryüzünün ufuklarına gözlerini dikmiş mü'min
insanlar. Sanki beklenen uyarıcının hangi bölgeden kendilerine görüneceğini
görmeye çalışıyorlar…
Ebû
Bekir Şam'da, meslektaşlarıyla olan işini bitirir bitirmez, rahip ve hahamlara
koşuyor, onların yanına gidiyor. Yolculukları esnasında tanıştığı bu
insanların halkın kendi uydurdukları asılsız inanç ve uygulamalarından
sakınmaları ve uzak durmaları dikkatini çekiyor…
Onların
hakikati arayışları ve Allah'ın gelecek olan müjdesini bekleyişleri hoşuna
gidiyor…
Şam'daki
bu insanlardan da, Mekke'deyken Varaka bin Nevfel ve arkadaşlarından duyduğu, bir
peygamberin geleceğine dair aynı sözleri dinliyor…
Bu
seferinde, her zamankinden daha fazla beraber oluyor bu salih insanlarla…
Kalbi,
doğması yakın olan fecre her zamankinden daha fazla özlem duyuyor.
Ebû
Bekir (r.a.) büyük bir hasret ve özlemle, gelecek olan peygamberi bekliyor. Bu
bekleyişinin sebebi, sadece kendisi o elçiye tâbi olup hakikate ulaşacağı için
değil; aksine herkesin ona tâbi olup, sapık inanç ve yaşantılarından
kurtulacakları, gafletlerinden uyanacakları için…
Tövbekâr
ve sevgi dolu olan Ebû Bekir (r.a.) her canlı için iyi bir yaşamı arzuluyor…
Onun
pak kalbi, kendi sahip olduğu değil; insanların muhtaç oldukları hayrı ve
iyiliği onlara ulaştırma yönünde büyük bir istek duyuyor…!!
Kaldı
ki o mal ve saygınlığa sahiptir ve bu ikisinden insanlara cömertçe
sunmaktadır.
Fakat
insanlar sadece mala veya malın yanında saygınlığa ihtiyaç duymuyorlar ki…
Onlar
bunların yanında, hatta bunlardan önce hidayet ve nura muhtaçlar.
O
ise, insanlara sunabileceği bir hidayet ve nura sahip değil… Evet, güzel bir ahlâka
sahip olduğu, bu konuda üstün bir örnek ve model teşkil ettiği doğru…
Fakat
henüz o da diğer insanlar gibi büyük hidayetten yoksun…
Büyük
hidayet; hakikati… hayatı kuşatan, kainatı hareket ettiren en büyük sırrı… tek
kelimeyle… Allah'ı bilmek ve tanımak…!!
Allah'a
giden yol nerede…?
Düşünceler
parlıyor ve aydınlanıyor…
Yeryüzünde
bulunan insanların çoğu Hak olan Allah'ı tanımanın özlem ve arzusuyla doludur.
Şam'da,
Mekke'de ve Allah'ın geniş başka yurtlarında.
Pek
çoklarını bu tanıma arzusu uykusuz bırakmaktadır.
Yine
çoklarının kalpleri aydınlığın doğma zamanlarını gözlüyor, ansızın üzerlerine
Allah'ın kelamının doğmasını bekliyorlar.
Yoksa
Allah bu kullarını kendi hallerine terk mi etti…?
Onlar
bu şekilde ümit ve beklenti içindeyken, Allah onları böyle şaşkın ve yitik hâlde
bırakır mı…?
Asla…
Allah,
O'nu tanımak için dua edip yalvarırlarken onları kendi hallerine terk etmeyecek
kadar merhametlidir.
Öyleyse
hidayet, Allah'ın kılavuzluğu gelecektir. Bu kaçınılmaz…
Çok
yakın bir fecirde, kendilerine içten ve dürüstçe, "Ben sizlere Allah'ın
Resûlüyüm/Elçisiyim" diyen biri ortaya çıkacaktır…
Fakat
acaba hangi taraftan gelecek…?
Şam'da
ve Mekke'de mevcut muharref ilahî kitabın bilgisine sahip olanlar, oradan… Hz. İbrahim'in
temellerini yükselttiği evin bulunduğu yerden… Mekke'den… kutsal Kâbe'nin
vatanından böyle birinin ortaya çıkacağı hususunda hemfikirler..!!
Fakat
Mekke, putlara ibadet eden, hatta her biri şeytanın işlerinden olan içki, kumar
ve fal oklarıyla meşgul olan, bütün vakitlerini bunlarla geçiren insanlarla kaynıyor…
Allah
geniş mülkünde içlerinden birini kendisine peygamber seçmek için bunlardan
başkasını bulamaz mı..?!
Fakat
peygamberin bunların içinden çıkmasının sakıncası ne…??
Doktorlar,
ancak hastaların evlerine girerler…!!
Kaldı
ki burada da öldürücü putperestlik, tevhide dair en küçük bir özlem ve arzuyu
anında kurutuyor, öldürüyor… Tevhid sancağını yükseltecek kimsenin de aynı yerde
ortaya çıkması büyük bir hikmet olmaz mı…?
Sonra
Mekke'de öyle bir topluluk var ki, mevcut putperestliğe rağmen hâlâ eşi,
benzeri az bulunan bir ahlâkî kültürü yaşatıyorlar.
Onlar
gibi kim korunması gerekeni koruyor, misafire ikram ediyor, mazluma arka
çıkıyor ve felaket ve musibetlerde yardımcı oluyor...?
Onlar
gibi başka hangi milletin, âdeta kılıçların tahta parçalarına dönüştüğü "haram
aylar"ı var…?!
Onlar
gibi kimlerin, misafire kapısının açık olduğunu ve kendisini evine beklediğini
gösteren yüksek tepelerde tutuşturulmuş ateşleri var…?!
Hangi
efendi kölesine onların dediği gibi şöyle diyor:
"Şayet
bir misafir getirebilirsen, özgürsün!"
Kimlere
onlara verilmiş olan hikmet gibi hikmet verilmiştir…?
Onlar
ki, İmruü'l-Kays, Züheyr bin Ebû Sülmâ, Nâbiğa ez-Zibyânî, Tarafe bin Abd,
Ümeyye bin Ebü's-Salt, Lebîd bin Rebîa, Ka'b bin Züheyr, Kus bin Sâide ve
Sehbân Vâil … gibi bir nesil dünyaya getirmişlerdir.[7]
Ebû
Bekir düşünceleri arasındaki yolculuğunu sürdürüyor…
Kavminin
faziletleri ve milletinin meziyetleri apaçık bir şekilde önünde canlanıyor…
Onlar
dürüst bir millettirler; yaşamlarında ve davranışlarında yalan ve sahtekârlık
yoktur.
Onlar
faziletlerinde de dürüstler… Rezilliklerinde de…
Onların yaşamları,
yerleştikleri çöl ve üstlerindeki gök kadar açık ve aydınlıktır.
Bu dürüstlükleri ve
açıklıklarından dolayı, hikmet geldiğinde onu kavramayı ve hayattaki cansız
varlıkların dilini öğrenmeyi başardılar…!
Bu olgun ve yönlendiren
düşünceler, Arap soybilimcisinin (Ebû Bekir) bilincine ardı ardına düşüyor.
Kendi kendine şöyle konuşarak ilerliyor:
"İşte Kus bin Sâide…
İşte Varaka bin Nevfel… İşte Zeyd bin Amr bin Nüfeyl… Ve işte onlardan
yıllarca, yıllarca önce yaşamış onlarca kişi… Bunların hepsi putlara
tapınmaktan kaçındılar, kavimlerinin dinine ve putlarına bağlılıktan uzak
durdular… İbrahim'in dinini seslendirerek, gözlerini göklere dikip Allah'ın
kelimesini, vahyini beklediler. Onlardan hiçbiri yok ki, beklenen peygamberin,
kendisi olmasını dilememiş olsun… Fakat bu şiddetli arzularına rağmen hiçbiri
kalkıp da peygamberlik iddiasında bulunmamıştır…!!
Şayet onlardan biri böyle bir
iddiayla ortaya çıkıp Allah'ın elçisi olduğunu söyleseydi, sahip oldukları imanları,
sürdürdükleri temiz yaşam ve davranışları sebebiyle halkın nezdindeki oluşan
güvenle insanlar bunu kabul edebilirlerdi…
Böyle bir durumda da putlara
tapınmaktan uzak duran insanlar derhal ona tâbi olurlardı. Peki, o zaman
onlardan hiçbiri niçin böyle bir iddiayı dile getirmedi…?
Çünkü onlar dürüsttüler…
Peygamberin ise ancak dürüst
bir insan olması düşünülebilir…
Bütün bunlar niçin
peygamberlik alameti olmasın…? Bütün bu alametler, gelecek olan peygamberin
Kâbe bölgesinden çıkacağını gösteriyor…"
* * *
Kuşkusuz hatıralar ve
düşünceler, Ebû Bekir'in (r.a.) vicdan ve aklında bu şekilde gidip geliyordu.
Ebû
Bekir (r.a.) şimdi Şam'daki işlerini tamamladı, vatanına dönüş için hazırlık
yapıyor.
Dönüşünden
çok az bir zaman önce bir rüya görüyor…
Rüyasında;
gökteki ay yerinden ayrılarak parçalar halinde Mekke'ye inmiş, bu parçalar
bütün evlere dağılmış ve sonra tekrar birleşerek tek parça olmuş ve Ebû Bekir'in
(r.a.) evine yerleşmiş.
Gördüğü
rüya zihninde yer etmiş olarak uykusundan uyandı…
Tanışıp
dostluk kurduğu rahiplerden birine koştu, gördüğü rüyayı anlattı.
Rahibin
gözleri aydınlandı, sevinçle:
"Ortaya
çıkacağı günleri gelip çatmıştır…!!" dedi.
Ebû
Bekir (r.a.):
"Kimin
günleri…? Beklediğimiz peygamberin mi..?" diye sordu.
Rahip:
"Evet." diye cevapladı. "Sen
ona iman edecek ve insanların en mutlusu olacaksın..!!"
Ebû
Bekir'in (r.a.) gördüğü rüya, uykuda görülen bir kendi kendine konuşma veya
bilinçaltında yer eden kuvvetli bir arzunun uykuda ortaya çıkması değildi.
Bundan
öte o, insanların bir peygambere olan şiddetli ihtiyaçlarına ilişkin gönlünü
kaplayan gerçeklere ve kesin olarak bu peygamberin gelişine dair belirti ve işaretti.
Onun
rüyası, gelmekte olan yakînin bir müjdesi, özlem ve arzuyla yanıp tutuşan
ruhuna ve derin imanına gaybtan bir selamdı…!!
Allah
(c.c.), Muhammed'i (s.a.v.) peygamber olarak seçtiği ve Ebû Bekir (r.a.) de ona
imana koştuğu zaman bunu bir rüya gördüğü için yapacak değildir. Bilakis bunu, bir görüşe sahip olduğu; akıl,
mantık ve basiret görüşüyle yapacaktır. Bu görüşü, uzun tefekkür süreci, hikmete
kulak verişi sonunda elde etmiştir.
* * *
Sabah
olunca, Ebû Bekir (r.a.), Mekke'ye dönmekte olan kervanla birlikte yola koyuldu.
Erkek
ve dişi develer, sanki bir bayram günüymüş gibi sevinç içinde koşuşturuyorlardı.
Hoş
bir meltem, Şam bahçelerinden yayılan güzel kokuları kervandakilere taşıyordu.
Âdeta birkaç saat önce güzel yurtlarından ayrılmış olan bu insanlara tatlı bir
veda selamı gönderir gibiydiler…
Vatanlarının
özlemiyle dolu kalplerde hasret pekişti ve bedende her bir organ bu özlemle
dile geldi. Kervan bu özlemle, yarışırcasına yoluna devam etti.
Derken
bir deve binicisinin sesi yükseldi:
Kazancımdan komşuma da pay
ayıracağım
Aileme yetecek kadar da olsa
kazandığım
Azına ortak etmeyecek olursan
arkadaşını
Fazlana hiç ortak etmezsin
başkalarını
Bir
diğeri onu selamladı. Sanki yarışıyor gibiydiler:
Ey Abdullah'ın kızı, Malik'in
kızı
Ey iki bürdenin ve kızıl atın
sahibinin kızı!
Yemek yaptığın zaman
başkasını da gözet
Ki ben asla yalnız başıma
yemek yemem
Kapımı çalan bir arkadaşım
yahut komşum
Arkamdan beni
kınamalarındandır korkum
Ben misafirimin kölesiyim
kaldıkça evimde
Bir kölenin karakterini
taşırım gönlümde
Bu
güzel şiirler, Ebû Bekir'i (r.a.) içine gömüldüğü kendi sessizliğinden çıkarıyor.
Tekrar gözlerinin önünde kavminin faziletleri canlanıyor… Onlar ki bir misafir
bulundurmadan sofrada yalnız başına bulunmayı hayatın rezilce ve alçakça
davranışlarından kabul ediyorlar…!!
Kervanın
şiirleri ve kasideleri yükselmeye devam ediyor…
Derken
Ebû Bekir'in (r.a.) kolu bir sancak gibi havaya doğru kalkıyor, ardından sesi
duyuluyor:
"Bize
Ümeyye bin Ebû's-Salt'ın kasidesini hanginiz okur?"
Kervanın
ucundan bir ses cevap vermekte gecikmiyor:
"Ey
Arapların soybilimcisi, Ümeyye'nin birçok kasidesi var, onun hangi kasidesini
istiyorsun?"
Ebû
Bekir:
"Bize
bir peygamber gelip de haber vermez mi?… kasidesi" diye karşılık veriyor.
Adam,
yüksek sesle Ümeyye'nin kasidesini okumaya başlıyor:
Bize bir peygamber gelip de
haber vermez mi?
Bu hayatımızın ardında bizi
bekleyen ne var?
Şayet ilim bize fayda
verseydi, biz de faydalanırdık
Elbette sonrakilerimiz
evvelkilerimize kavuşacaktır
Şaştım kaldım; ne ilginç, ne
şaşırtıcı iştir şu ölüm
Yaşayanlar niçin ölüleri için
gözyaşı döker bütün
Kasidenin
ahenkli sesiyle develer gayrete geliyor, develerin hareketini gören kaside
okuyucusu coşkuyu arttırıyor; mesafeler âdeta yer, ayaklar altında dürülüyor
gibi katedilir. Yolcular, kasidenin anlamına yönelik gıpta ve özlemle dolup
dolup taşarlar.
Bu
esnada Ebû Bekir'in, hikmetin aydınlığıyla ışıldayan yüzüne bakan herkes, onun
gözlerinden süzülen yaşları görebilmektedir.
Kaside
okuyucusu, Ümeyye'nin kasidesini kaldığı yerden okumaya devam eder:
Ey Rabbim beni hiçbir zaman
müşrik yapma!
Kalbimi yaşadığım sürece
imanla doldur
Ben hacıların kendisi için
haccettikleri zata sığınıyorum
Allah'ın dininin kutsallarını
yüceltenlerdir onlar
Hacları sırasında ona teslim
olurlar
Allah'ın sevabından başka
karşılık ummazlar
Kervan
menziline doğru aralıksız ilerler.
Mekke'yi terk etmelerinin
üzerinden uzun zaman geçmiştir.
Acaba şehirde hangi
yenilikler onları beklemektedir…?
İşte ayaklarının altında
toprak dürülmekte…
Şam onlardan uzaklaştıkça
uzaklaşmakta…
Mekke ise adım adım
yaklaşmaktadır…
Nihayet uzaktan vatanın
yüksek tepeleri görünür, bekleyen sevgililerin hoş kokusu kalpleri doldurur…
Bu yüksek tepelerden birinde
bir grup insan gelecek kervanın yolunu gözlemektedir…
Uzakta gelmekte olan kervanı
görünce sevinçle bağrışırlar ve karşılamak üzere hep birlikte harekete
geçerler.
Kervan bekleyenlere
yaklaştıkça bir uğultu ve gürültü onları sarar.
Acaba ne oluyor…?
Kervan bekleyenlere ulaşır,
sevinçle sarılırlar birbirlerine. Bu esnada toplulukta, şehirde olan yeni bir
haberin konuşmaları duyulur…
"Haberiniz var mı…? Sizin
gittiğiniz günden beri Kureyş uyumuyor..!!
"Vah Kureyş'e… Niçin, ne
oldu ki…??"
"Muhammed kor ateşi Kureyş'in
burnuna koydu…!!"
"Kor ateş…? Nasıl…?
Şehirde ne oldu…?"
"Muhammed, putlarımızı
terk edip sadece Allah'a kulluk etmemiz için Allah'ın kendisini peygamber
olarak görevlendirdiğini söylüyor..!"
Birden
sesler karıştı, bir gürültüdür koptu…
İleri
gelenlerden biri Ebû Bekir'e (r.a.) doğru yaklaştı. Sakin bir tavırla şehirdeki
son gelişmeleri anlattı. Ebû Bekir (r.a.) gözyaşlarını ve sevincini zor tutuyordu…
Mekke'nin
girişinde Ebû Cehil'in (Amr bin Hişam) öncülüğünde küçük bir grup gelen kervanı
karşıladı.
Hasret
ve özlemle kucaklaştılar… Ardından Ebû Cehil şöyle konuştu:
"Ey
Atik! [8]
Arkadaşının haberini sana anlattılar mı?"
Ebû
Bekir:
"Muhammedü'l-emin'i
mi kastediyorsun..?!" diye karşılık verdi.
Ebû
Cehil:
"Evet,
Haşim oğullarının yetimini kastediyorum..!!" dedi.
İkisi
arasında konuşmalar şu şekilde devam etti:
"Ey
Amr, sen onun bu dediğini bizzat işittin mi?"
"Evet,
işittim. Herkes işitti."
"Ne
diyor..?"
"Gökte
bir ilâhın olduğunu, o ilâhın da onu bize, atalarımızın putlarını bırakıp o bir
tek ilâha kulluk edelim diye gönderdiğini söylüyor."
"Allah'ın
kendisine vahyettiğini söyledi mi..?"
"Evet."
"Rabbinin,
kendisiyle nasıl konuştuğunu söyledi mi..?"
"Evet.
Cebrail, Hira mağarasında ona gelmiş…"
Ebû
Bekir'in (r.a.) yüzü parladı; sanki güneş bütün aydınlığı ve parlaklığıyla
yüzüne gelip yerleşmişti. Sükûnet içinde şöyle dedi:
"Eğer
söylemişse, doğrudur…!!"
Ebû
Cehil'in birden dünyası karardı, adımları birbirine dolandı, nerdeyse olduğu
yere çöküp kalacaktı.
İnsanlar
ağızdan ağza Ebû Bekir'in (r.a.) bu sözünü taşıdılar. Herkes arı uğultusu gibi
bunu konuşuyordu…!!
Ardından
Ebû Bekir (r.a.) evine doğru yöneldi. Yolun yorgunluğunu bir an önce üzerinden
atmalıydı. Sonrasında Allah'ın dilediği olacaktı…
* * *
Şimdi
Ebû Bekir'i (r.a.) evinde ailesiyle biraz baş başa bırakalım. Kısa bir aradan
sonra onunla olan yolculuğumuza devam edelim. Şimdi ise onun yukarıdaki özlü
sözü üzerinde biraz konuşalım:
"Eğer
söylemişse, doğrudur…!!"
Evet…
Onun bundan sonraki bütün hayatını güven ve aydınlık dolu bu söz belirleyecektir.
Bu söz, sahibini iman sanatında bütün insanlığın hocası yapacaktır…
Bakın…
Peygamberlik
konusu, Ebû Bekir (r.a.) için yeni bir şey değildi. O bütün zeka, akıl ve
mantığıyla bu konu üzerinde uzun uzun düşünmüş ve sonunda Allah'ın şaşkın
kullarını başıboş bırakmayacağı sonucuna ulaşmıştı.
Yine
o sahip olduğu üstün zeka, fıtrat ve mantıkla, insanları tanıma konusunda
uzmandı.
Uzun
yıllar "Muhammed (s.a.v.)" ile yaşadı. Mükemmel insanın canlı
örneğini onda gördü.
Bundan
dolayı, bu büyük haberi ilk duyduğunda o zaten iman etmeye hazır bir
durumdaydı…
Ona
göre sorun, bu haberin içeriğinin gerçek ya da yalan olması değildi. Bilakis sorun
şuydu:
"Muhammed
(s.a.v.) insanların onun ağzından aktardıkları bu sözü gerçekten söyledi mi…?"
"Eğer
söylemişse, doğrudur…!!"
Dileyen
araştırsın, incelesin, şüphe etsin, beklesin…
Ama
Ebû Bekir (r.a.) asla…!
Muhammed'in
(s.a.v.) dudaklarından bir sözün çıkması, Ebû Bekir'in (r.a.) inanıp kabul
etmesi için yeterliydi…
Onun
(s.a.v.) dilinin bir sözle hareket etmesi onun için yeterliydi… Onu benzeri
olmayan bir tasdik ve yine kendinden üstünü olmayan bir kesin inanç izlerdi…!!
Muhammed
(s.a.v.)…
Ne
pak bir isim ve sahibi ne yüce bir kişi..!!
Böyle
bir sözle ortaya çıkmadan önce halkın içinde kırk yıl yaşadı.
Tam
kırk yıl…
Bu
süre içinde en küçük bir hıyaneti ve hainliği görülmedi…
Sahtekârlık
yapmadı…
Şakayla
da olsa asla yalan söylemedi…!!
En
küçük bir sapma ve ya alçaklık onun paklığını ve yüceliğini lekelemedi…
O
her zaman yüce ve saygın biri olarak bilindi, tanındı…
* * *
Çocukken
akranları onu oyun ve eğlenceye çağırdıkları zaman onlara:
"Ben
bunun için yaratılmadım…!!" cevabını veriyordu.
Gençliğinde
tüm Mekke sokakları onun namus ve saygınlığını konuşuyordu. Adı dillerde bir
zikir gibi dolaşıyordu…
Kureyş
ona "el-Emin (Güvenilir)" lakabını verdiği zaman onunla alay etmek ya
da onun gönlünü kazanmak veya ona üstünlük taslamak için bu ismi vermedi.
Aksine Kureyş, bu lakabı ona vermekle çevre bölgelerdeki diğer Araplara karşı
kendi şerefini yüceltti. Erken yaşlardan itibaren güven ve emanette en yüksek seviyelere
çıkan onunla (s.a.v.) övündü, gururlandı. Sadece mal emanetine, ödünç şeylere
veya başka emanetlere değil… Hayatta her şeye, değerlere, varlıklara karşı ona
tam güveniyordu…
Bunca
zaman ağzından tek kelime yalan duyulmayan Muhammed (s.a.v.) şimdi mi yalan
söylüyor...?!
Tam
bir doğruluk ve dürüstlük üzerine kurulmuş olan hayat şimdi birden bire koca
bir yalana mı dönüşüyor..?!
Çok
tevbe eden, her işinde Allah'ı önceleyen, içten içe sürekli O'na yalvaran,
yakaran, güvenilir Muhammed (s.a.v.), şimdi Allah adına yalan mı konuşuyor…?
Asla…
Asla…
Allah
adına yalan uyduran biri ne zamandan beri hanif dininden biri olarak
tanınıyor..?
Peygamberlik
iddiasının ardında elde etmeyi umduğu menfaatler mi var..?
Muhammed
(s.a.v.), Kureyş'in, ölümü bekleyen ilerlemiş yaşına rağmen "Zeyd bin Amr"a
nasıl karşı durduğunu ve meydan okuduğunu gözleriyle görmedi mi? Halbuki Zeyd,
ne yeni bir din getirmiş, ne de Kureyş'in putlarına dil uzatmış, zarar
vermişti…!!
Muhammed
(s.a.v.) gibi bir peygamber gelip de:
"Putları
bırakın; zira onlar sapıtmaktan başka bir şey değildir. Sadece Hayy ve Kayyûm
olan Allah'a ibadet edin..!!" derse, nasıl olacağını varın siz düşünün…
Ölüm
kusan bundan daha büyük bir tehlike olabilir mi..?!
Hangi
akıllı sırf eğlence olsun diye böyle bir işe kalkışır..?
Bu,
sahibine kendisini farz kılan peygamberliktir…
"Muhammed
(s.a.v.)", Allah'ın bahşettiği akıl, ahlâk ve vicdan sağlığında en üstün
örnektir…
Bir
gün bile ona zan ve kuşku bulaşmamıştır…
Allah'ın
birliğine inanan hikmet ehli insanlar, uzak bir devirden beri gelecek bir
peygamberin müjdesini taşıyorlardı.
İnsanlar
bir mürşide, öğretmene… kendilerine ilahî kelamı ulaştıracak ve içlerinde
Allah'ın vahyinin sancağını yükseltecek olan, Allah katından görevlendirilmiş
bir peygambere şiddetli ihtiyaç içinde bulunuyorlardı…
Şimdi
bu peygamber gelince inkâr ve red mi edilecekti..?
Özellikle
Muhammed (s.a.v.)…?
Hayır…
"Eğer
söylemişse, doğrudur…!!"
Olgun
insan Ebû Bekir'in (r.a.) bilincinde iman mantığı bunu söylüyordu.
O
son kez Ümeyye bin Ebû's-Salt'ın şiirini mırıldandı:
"Bize
bir peygamber gelip de haber vermez mi?..."
Evet,
son kezdi bu mırıldanış…
Muhammed
(s.a.v.)'le karşılaştığı andan itibaren artık bu dilek ve temenni de son bulmuş
olacaktı. Zira peygamber gelmiş, müjde gerçekleşmişti…
Artık
onun ağzından düşürmeyeceği sloganı ve nakaratı:
"Eğer
söylemişse, doğrudur…!!" sözü olacaktı.
Ne
zaman bir ayet nazil olsa bu sözü söyleyecekti…
Ne
zaman bir fitnenin depreştiğini görse onu tekrarlayacaktı…
Her
hezimet ve yenilgide onu dile getirecekti…
Allah
kendisini bu söz sebebiyle mükafatlandıracağı ve onu "ikinin ikincisi"
ve "sıddîk" olarak öveceği zamana kadar bu söz ağzından düşmeyecekti.
Şimdi
kaldığımız yere dönelim ve Hz. Peygamber'e (s.a.v.) doğru mübarek yürüyüşünde
onunla beraber olalım. "Resûl" ile "Sıddîk"ın ilk buluşmasını
hep birlikte izleyelim…
Ebû
Bekir (r.a.) Hz. Peygamber'in (s.a.v.) evine doğru yola çıktı. Özlemleri ondan
önde gidiyordu.
Bu
esnada Resûlullah (s.a.v.) evinde hanımı Hatice (r.anha) ile beraberdi.
Hatice
(r.anha), insanlardan ona ilk iman eden ve onunla birlikte Müslüman olan kişi…
Hatice
(r.anha), akrabası Varaka bin Nevfel'in, gelecek olan peygambere dair özlem
dolu sözlerini defalarca dinlemişti… Muhammed'i (s.a.v.) ticarette iş arkadaşı olarak
tanıma fırsatı bulmuştu. Sonra onu koca olarak tanıdı. Onun (s.a.v.) yaşamından
daha temiz bir yaşam, onun kalbinden daha büyük bir kalp ve onun kadar doğru ve
dürüst bir insan tanımadı.
Bundan
dolayı Hatice (r.anha), Resûlullah'tan (s.a.v.) Allah'ın ona vahiy yoluyla
verdiği nimeti duyunca hiç tereddüt etmeden, tam bir teslimiyetle "Söylediğin
doğrudur, kabul ediyorum." dedi.
Allah
onu, vahyin bütün heybet ve ağırlığıyla indiği dönemde peygamberinin hanımı
olarak seçti.
O
dönemde Resûlullah ve hanımıyla beraber üçüncü bir kişi olarak genç bir
delikanlı daha vardı: "Ali bin Ebû Talib (r.a.)".
Hz.
Peygamber (s.a.v.) onu, babasının sıkıntılı günlerinde yanına almış ve böylece
uzun zaman birlikte yaşamışlardı. Vahiy gelince bu delikanlı da iman etmekte
hiç gecikmedi.
Ebû
Bekir (r.a.) kapıyı çaldı ve seslendi:..
"Resûlullah'ın
yüzünde yaşamın bütün müjdesi belirdi. Eşine seslendi:
"Hatice!
Bu Atik…"
Resûlullah
arkadaşına yöneldi. Âdeta ışık hızıyla aralarında şu konuşmalar geçti:
Ebû
Bekir (r.a.):
"Ey
kardeşim, halkın senin hakkında anlattıkları doğru mu?" diye sordu.
Resûlullah
(s.a.v.):
"Sana
benim hakkımda ne anlattılar…?" dedi.
"Söylediklerine
göre; Allah yalnızca kendisine ibadet edip O'na hiçbir şeyi ortak koşmamamız
için seni bize peygamber olarak göndermiş."
"Ey
Atik, sen onların bu sözlerini duyunca ne cevap verdin..?"
"Onlara
‘Eğer söylemişse, doğrudur' dedim."
Bu cevabı duyan
Hz. Peygamberin (s.a.v.) memnuniyet ve şükür duygularıyla gözleri yaşardı.
Arkadaşını
kucakladı ve alnından öptü. Ardından Hira mağarasında vahyin kendisine nasıl
geldiğini anlatmaya başladı. Vahyin şu ayetlerle geldiğini haber verdi:
"Yaratan
Rabbinin adıyla oku!
O,
insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı.
Oku!
Rabbin, en büyük kerem sahibidir.
O
Rab ki kalemle (yazmayı) öğretti. İnsana bilmedikleri şeyi öğretti."[9]
Ebû
Bekir (r.a.) saygı ve takvayla, önünde en yücelere doğru yükseldiğini gördüğü
Allah'ın sancağını selamlarcasına başını eğdi. Nâzil olan âyetleri yaşıyor
gibiydi.
Sonra
başını kaldırdı, ardından iki eliyle Resûlullah'ın (s.a.v.) sağ elini tuttu ve
şöyle dedi:
"Ben
şahidim ki sen güvenilir bir kimsesin.
Yine
şahidim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur ve sen de Allah'ın Resûlüsün…"
* * *
Ebû Bekir (r.a.)
bu şekilde sükûnet ve kesin inanç içinde Müslüman oldu…
Aynı
şekilde sancağını da sükûnet ve kesin inanç içinde taşıyacaktır…
Allah'ın
(c.c.), Resûlü (s.a.v.) için Sıddîk ve ikinin ikincisi olsun diye seçtiği ve yarın
da halife olacak olan adam bu şekilde Müslüman oldu.
Peygamber
olmasa da peygamberin görevini devam ettirecek olan adam Müslüman oldu.
Resûlullah'ı
(s.a.v.) bir sonraki ziyaretinde yalnız olmayacaktır. Yanında kendisinin
Müslüman olmaya ikna ettiği Kureyş'in ileri gelenlerinden beş kişi daha vardır.
Onlar da Hz. Peygamber'e (s.a.v.) biat etmeye gelmişlerdir…
Bunlar
şu kişilerdi:
Osman
bin Affan, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahman bin Avf, Sa'd bin Ebû Vakkas, Talha bin
Ubeydullah…
Evet,
bu beş kişi bir defada Müslüman olmuştu. Bu Ebû Bekir'in (r.a.) ilk
bereketiydi.
İslâm'a yönelenlerin sayısı kısa
sürede artış göstermeye başladı.
İnsanlar
şöyle diyorlardı:
"Muhammed
ve Ebû Bekir…
Allah'a
yemin ederiz ki, bu ikisi asla dalalet ve sapıklık üzerinde bir araya
gelmezler."
Ebû
Bekir (r.a.) iman etti… Onun imanı ne tarz bir imandı…?
Bu
adamın yüceliği, imanında… yeryüzü üzerinde gösterdiği olağanüstü imanında
kendini gösteriyordu…
İnsanı
hayret ve şaşkınlıkta bırakan bir iman…
Gözle
görülmeyen bir atom… içinde müthiş bir güç taşıyan bir atom…
Ebû
Bekir'in (r.a.) imanı, varlığını görmeksizin, dikkatimizi çekmeksizin teneffüs
ettiğimiz bir esinti gibi…
Ebû
Bekir (r.a.) bu şekilde halkın içinde sükûnet içinde imanıyla yaşıyor.
Fakat
ne zaman ki Müslümanlar bir sıkıntı ve sorunla karşılaşsalar, başlarına bir
musibet gelse, bu imanın altında ne büyük bir güç yattığı görülmektedir…!
O
an Müslümanlar aralarında dolaşan bu sakin ruhun, hayata yön veren ruh ve yine
bu sessiz, sakin imanın, önünde hiçbir engelin tutunamadığı ne büyük bir imkân
ve güç olduğunu görmektedirler.
Resûlullah
sonraları ondan çok sık söz edecektir. Söyledikleri arasında şu sözleri de
vardır:
"Her
kim bize destek çıkmışsa, onun bu desteğinin karşılığını vermişizdir. Ancak
Ebû Bekir (r.a.) böyle değildir; onun bize desteğinin karşılığını kıyamet günü
Allah verecektir."
"Hiç
kimsenin malı, bana Ebû Bekir'in (r.a.) malının sağladığı faydayı sağlamamıştır."
"İslâm'ı
her kime sundumsa, kabul etmekte tereddüt göstermiş ve ağırdan almıştır. Ancak
Ebû Bekir (r.a.) hariç… O, ne tereddüt göstermiş ve ne de ağırdan almıştır…!!"
Bunlar,
Ebû Bekir'in (r.a.) imanını açığa vuran en doğru, en temiz sözlerdir.
O,
asla duraklamayan ve tereddüt göstermeyen imandır…!!
İslâm'la ilk karşılaşmasında
duraksamamış, kabul etmekte gecikmemiş; aksine sanki uzun zamandır bu yeni
dini özlem ve hasretle bekliyormuş gibi derhal kabul etmiştir.
Riddet
ehli İslâm'a
karşı ayaklandığı zaman da sendelemedi ve duraksamadı. Aksine bu iman, musibet
ve zorlukların ortasında daha bir kökleşti ve güçlendi. Ebû Bekir (r.a.) o
günlerde derhal yapması gerekeni kavramış ve bu görevi en güzel biçimde yerine
getirmek için harekete geçmiştir.
Mü'minlerin
imanlarının ağır bir imtihanla sınandığı bu iki zorlu imtihan günlerinde Ebû
Bekir'in (r.a.) imanından daha dayanıklı ve daha güçlü iman yoktu…
Gelin,
şimdi, bu imanın kendini gösterdiği bazı tablolara birlikte bakalım.
Günlerden bir gün, kuşluk
vaktinde bütün Mekke halkı aşağıdaki olayla çalkalandı:
Ebû Cehil bazı işlerini
görmek üzere dışarı çıkmıştı. Bu esnada Kâbe'ye de uğradı. Orada Resûlullah'ı
tek başına otururken gördü.
Bazı aşağılayıcı hareketlerle
onu üzmek ve rahatsız etmek istedi. Resûlullah'a yaklaştı ve şöyle dedi:
"Dün
Resûlullah ona doğru başını
kaldırdı ve ciddiyet içinde cevap verdi:
"Evet, geldi. Dün
Ebû Cehil alaycı bir tavırla
karşılık verdi:
"Sonra da sabahleyin de
aramıza katıldın, öyle mi…?!"
Resûlullah (s.a.v.) bu soruya
"Evet." karşılığını verdi.
Bunu duyan Ebû Cehil, deliler
gibi bağırmaya başladı:
"Ey Ka'b bin Lüey
oğulları! Gelin! Buraya gelin!"
Kureyş, birbirlerine
seslenerek toplanmaya başladı… Resûlullah (s.a.v.) İsra olayını henüz
ashabından hiç kimseye anlatmış değildi…
İnsanlar Kâbe'nin yanında
toplaştılar; Ebû Cehil de biraz önce duyduklarını keyifle anlatmaya başladı.
Bunu, bütün müminleri ondan uzaklaştıracak bir fırsat olarak görüyordu. Müminlerden
biri Resûlullah'a yaklaştı ve bunu sordu:
"Ya Resûlullah,
gerçekten dün
Resûlullah (s.a.v.) ona:
"Evet. Ayrıca orada
peygamber kardeşlerime namaz da kıldırdım…" dedi.
Toplanmış kalabalık, bu
sözleri inkâr duygularıyla karşıladı.
Müşrikler, bu olayın, Resûlullah'ın
(s.a.v.) sonunu getireceğini düşünüyorlardı. Bazı Müslümanlarda şüphe
belirtileri görülmeye başlandı.
Kureyş'in ileri gelenlerinden
birkaç adam sevinç içinde Ebû Bekir'in (r.a.) evine doğru koştu. Bu olayla,
insanların yeni dini terk edeceklerinden kuşku duymuyorlardı…!
Ebû
Bekir (r.a.) Şam ile Mekke arasındaki mesafenin uzaklığını ve bu mesafeyi
aşmak için ne çileli, uzun bir yolculuk gerektiğini herkesten daha iyi biliyordu…
Bir
insan birkaç saat içinde nasıl oraya gider, orada namaz kılar ve sonra geri
döner..?!
Ebû
Bekir'in evine ulaştılar ve dışarıdan ona seslendiler:
"Ey
Atik!... Bugüne kadar arkadaşının sözlerinin elle tutulur bir tarafı vardı; ama
gel de şimdi anlatacaklarımızı dinle..!"
Sükûnet
ve ağırbaşlılığın süslediği bir şaşkınlıkla evden dışarı çıktı.
"Hayırdır,
ne var..?"
"Arkadaşın…!!"
"Yazıklar
olsun sizlere, yoksa başına kötü bir şey mi geldi..?!"
"O,
Kâbe'nin yanında, halka dün
Bu
sırada içlerinden biri öne çıkarak alaycı bir tavırla konuşmayı sürdürdü:
"Geceleyin
gidip gelmiş,
Ebû
Bekir, bu sözlere;
"Bunda
şaşılacak ne var?! Ben onun daha büyük ve inanılması çok zor sözlerine iman
ediyorum… Gecenin veya gündüzün herhangi bir saatinde kendisine gökten haber
geldiğini söylediğinde onu tasdik edip duruyorum… Eğer söylemişse, doğrudur."
Bu hali
anlatabilecek bir söz ya da bunun üzerine yapılabilecek bir yorum var mı?
Söylenebilecek
bir tek söz var, o da şudur:
"Ey
bu yakîn ve kesin inancı veren Allah'ım! Sen her tür kusur ve eksiklikten
münezzehsin…!"
Ebû Bekir'in (r.a.) imanı
tesadüfün getirdiği bir iman değil; aksine saf yaratılışın getirdiği bir
imandır…
O duygularının yol açtığı bir
heyecanla değil; mantık ve zekasının irşadıyla iman etti…
Onu iman etmeye sevkeden güç,
sadece kalbinin sesi değil; bilakis kalbinden önce aklının sesidir…
Ağzından çıkan şu söze dikkat
edin:
"Ben onun daha büyük ve
inanılması çok daha zor sözlerine iman ediyorum… Gecenin veya gündüzün herhangi
bir saatinde kendisine gökten haber geldiğini söylediğinde onu tasdik edip duruyorum…"
Evet… Şimdi bir gecede birkaç
yüz mil kat ettiğini söylediğinde onu tasdik etmeyecek mi..?
Ebû Bekir'in (r.a.) iman
ettiği Allah'ın (c.c.) güç ve kudretinin sınırı/sonu yok…
Ebû Bekir'in (r.a.) iman
ettiği Peygamberin (s.a.v.) doğruluk ve dürüstlüğünde kuşku yok…
O kadar çok tuhaf olaylarla
karşılaşıyoruz ki, akıl bunları anlamakta zorlanıyor…
Bu da onlardan biri olsun…
Yeter ki bunu da Peygamber (s.a.v.)
haber vermiş ve söylemiş olsun… Bu takdirde her şeyin olması mümkündür ve
doğrudur…
Göklerin elçisi Cebrail (a.s.)
bir anlık bir zaman diliminde gök ile yer arasında gidip geliyor ve halkını
uyarıcılardan olsun diye Hz. Peygamberin (s.a.v.) kalbine Kur'an'ı bırakıyorsa…
Ebû Bekir (r.a.) de buna iman
ediyorsa, bundan sonra artık başka bir konuda niçin şüphe duysun..?
Resûlullah'ın (s.a.v.) bir gecede
Beyt-i Makdis'e gidip dönmesinden mi kuşku duyacak…?
Bu ne gibi bir sorun
taşıyabilir ki…?
Zaman
ve mekan…. Uzaklık ve yakınlık… Bunların hepsi insanların güç ve kudretleriyle
alakalı işlerdir.
Bir şey yaratmak istediği zaman sadece "Ol"
diyen ve o şey hemen oluveren, Allah'a gelince… O'nun kudreti karşısında zaman
nedir…? O'nun dilemesi karşısında uzaklık neyi ifade eder..?
Öyleyse
sorun; Resûlullah'ın (s.a.v.) bir gecede nasıl olup da Beyt-i Makdis'e gidip
aynı gecede döndüğü değildir.
Asıl
sorun; Muhamed'in (s.a.v.) bunu söyleyip söylemediğidir…
"Eğer
söylemişse, doğrudur…!!"
Ebû
Bekir (r.a.) süratlice Kâbe'ye Resûlullah'ın yanına gitti.
İnsanların
nasıl kuşkucu ve boş konuşmalarla etrafını çevirdiğini gördü. O ise bu sözlerde
onların aksine kuşku ve alay değil; Allah'ın, Kâbe'ye doğru yönelerek oturan
nurunu gördü…
Şu
sözlerle onu kucakladı:
"Annem
babam sana feda olsun ya Resûlallah… Vallahi sen doğru söylüyorsun, vallahi sen
doğru söylüyorsun…!!"
* * *
Bu
eşsiz imanın kendini gösterdiği bir başka tablo…
Ebû
Bekir (r.a.) evinde beklenmedik bir zamanda kendisini ziyaret eden
Resûlullah'ın (s.a.v.) gelişiyle sevinç içindedir. Resûlullah (s.a.v.) şöyle
der:
"Ey
Ebû Bekir, Allah hicret etmem konusunda bana izin verdi…"
Hz.
Peygamber'in ashabı daha önce Medine'ye hicret etmişler, geride sadece
Resûlullah ve onun yanında Ebû Bekir (r.a.) kalmıştı. Resûlullah (s.a.v.) Allah'ın
hicret için kendisine izin vermesini bekliyordu.
Ebû
Bekir (r.a.) hicret iznini duyunca neredeyse sevinçten kalbi yerinden oynayacaktı.
"Ya
Resûlullah! Ben yol arkadaşın mıyım?"
"Evet,
sen yol arkadaşımsın…"
Gerçekte
hicret, esenliğe çıkış için bir arayıştı. Kureyş'in ardı arkası kesilmeyen
eziyet ve tuzaklarından kurtuluş umuduydu.
Müslümanlar,
Resûlullah'ın izni ile Medine'ye hicret etmişler ve böylece mutlu olmuşlardı.
Aile ve vatan özlemi, gönüllerinde bunların acı burukluğu olsa da hicret,
dolayısıyla kavimlerinden canlarına yönelik gelebilecek bir tehlikeden Allah
(c.c.) onları korumuştu.
Fakat
özellikle Resûlullah'ın hicreti tam bir tehlike, hem de benzeri görülmemiş bir
tehlike demekti. Kureyş her ne kadar Müslümanların dinleri uğrunda Mekke'den
Medine'ye hicretlerine fazla ses çıkarmasa da Resûlullah'ın bu hicretini
engellemeye çalışacakları kesindi.
Kureyş'in
liderleri bir araya gelerek, Resûlullah'ın (s.a.v.) hicreti hususunda uzun uzun
tartıştılar. Sonuç olarak; şayet Resûlullah'ı kendi haline bırakacak ve hicretine
müsaade edecek olurlarsa, onun Medine'ye yerleşeceğini, orada Arap kabilelerini
çevresinde toplayıp güç ve kuvvet kazanacağını ve ardından Kureyş'e
saldıracağını dile getirdiler. Bunun önüne geçilmesi içinse Resûlullah'ın başı
gerekiyordu.
Onlar
Müslümanların ve özellikle Ömer bin Hattab'ın hicret etmesine izin vermişlerse,
mümkündür ki bunu Resûlullah'ın Mekke'de yardımsız ve desteksiz kalması ve
böylelikle kolayca işini bitirmek için yapmışlardı.
Öyleyse
Resûlullah'ın hicreti bir piknik havasında geçmeyecektir. O basit bir göç olayı
da değildir. Resûlullah'ın hicreti korku dolu tehlikeler ve bitmek bilmeyen bir
takipten ibarettir.
Ebû
Bekir (r.a.) bunu çok iyi biliyordu. Yine biliyordu ki, Kureyş, her tepe ve
vadiye süvarilerini yerleştirecek ve hicret etmekte olan Resûlullah'ı
yakalayıncaya kadar adımlarını ve izlerini süreceklerdir.
Öyleyse
nasıl oluyor da bu yol arkadaşlığından dolayı kalbi yerinden fırlayacak kadar
sevinç duyuyor…?
Kuşkusuz
bu imandır…!!
O
öncelikle iman ediyordu ki, Allah vahyini insanlara ulaştırdıktan sonra onu
Kureyş'in ellerine teslim ederek en başından itibaren boğmalarına müsaade
edecek değildir.
Sonra
yine iman ediyordu ki, iman demek, sorumluluk almak, fedakârlıkta bulunmak,
iman edilenin uğrunda feda olmak demektir. O da bu dine tâbi olduğu ve Resûlullah'a
biat ettiği andan itibaren sorumluluk almış olmaktadır.
Öyleyse
sonuç ne olursa olsun, Ebû Bekir (r.a.) için önünde yürümesi gereken bir tek
yol vardır… Bu da imanının belirlediği görev ve gereği olan fedakârlıkta bulunma
ve uğrunda feda olma yoludur.
O,
Allah'a, Resûlüne ve dinine iman etmiştir.
Bundan
sonra onun görev ve amacı, bütün hayatını davanın ve dava adamının -dinin ve
peygamberin- korunmasına adamak olarak özetlenebilirdi.
Bu
görevde başarıya ulaşırsa, işte o zaman arzu ettiği mutluluğa ulaşabilecektir.
Bu uğurda ne kadar çok tehlikeye göğüs germişse, kendini o oranda dünyanın en
bahtiyar adamı, en mesut insanı sayabilecektir… Hicretinde Resûlullah'a yol
arkadaşı olacağını öğrendiği zaman bu denli sevinç duymasının ardında yatan
sebep buydu.
Allah
da ona sevabını ve mükâfatını verdi…
Sevap,
imandan fazlaydı…
Resûlullah'ın
başını getirene vaat edilen cazip ödülü elde etmek üzere peşlerinden iz süren
insan avcılarından kurtulmak için mağaraya sığındılar…
Takip
edenler mağaranın ağzına kadar geldiler, mağaranın çevresinde dolaşmaya
başladılar. Ebû Bekir'i (r.a.) bir korku ve endişe sardı:
"Onlardan
biri mağaranın içine bakacak olursa…?"
"Bu
zalimler Resûlullah'ı (s.a.v.) ele geçirecek olurlarsa…?"
Tam
bu esnada Allah, Sıddîk'a son dersini veriyor ve böylece imanı kemale eriyor ve
bir insanın ulaşabileceği en üst seviyeye çıkıyordu.
Bu
endişesini Resûlullah'a (s.a.v.) aktardı:
"Ya
Resûlallah, onlardan biri mağaranın içine bakacak olursa, kesinlikle bizi
görür…"
Bunu
söylerken hayâ ve endişe duygularıyla Resûlullah'a bakıyordu.
Fakat
karşısında tebessüm eden, sevinçle parlayan, huzur ve ümit dolu bir yüzden
başka bir şey yoktu…!!
Resûlullah'ın
son derece rahat ve endişesiz halini gördü. Onun bu ruh hali, Ebû Bekir'in (r.a.)
gönlüne de kendi huzur ve güveninden boşaltıyordu.
Resûlullah
(s.a.v.) ona şu cevabı verdi:
"Ey
Ebû Bekir! Endişelenme; kuşkusuz Allah bizimledir…
Üçüncüleri
Allah olan iki kişiyi sen ne sanırsın…?"
Bu
cevabı duyan Ebû Bekir (r.a.) sakinleşti. Kendilerini arayanların ümitsizce
mağaranın etrafında dönüp durduklarını ve en sonunda umduklarını bulamamış ve elleri
boş bir şekilde dönüp gittiklerini gördü…!!
O
gün imanı tamama erdi. Yakîni en tepe noktaya çıktı.
Sanki
takdir-i ilâhî, bunları görüp yaşaması için onu bu yol arkadaşlığına seçmişti…
Bilakis
kader bu sahneyi, Ebû Bekir'in (r.a.) imanının kemale ermesi, ulaşabileceği en
son noktaya çıkması ve bundan sonra iman ve yakînde bir artmaya ihtiyaç duymaması
için hazırlamıştı… Mağaraya girdiği andan itibaren imanı zirveye tırmandı…
* * *
Biz
şimdi bu eşsiz imanın ardınca yolculuğumuza devam edelim ve peş peşe gelen sahnelerde
bu imanın heybet ve ululuğunu izleyelim…
Hicretin
Resûlullah
(s.a.v.), beraberinde Müslümanlardan büyük bir toplulukla beraber umre yapmak
maksadıyla Mekke'ye gitmek üzere Medine'den yolculuğa çıkıyorlar… Kurbanlık hayvanlar
en önde ilerliyor. Böylelikle kendilerini gören Mekkelilere maksatlarının
savaşmak değil Beytülharam'ı ziyaret etmek olduğunu göstermek istiyorlar…
Bu
ziyaret haberi bir şekilde çok kısa zamanda Mekke'ye ulaşır ve Mekke'de büyük
bir kalabalık bu ziyareti engellemek için toplanır. Resûlullah'ı (s.a.v.) Mekke'ye
sokmamaya ve Kâbe'yi ziyaretten engellemeye kararlıdırlar.
Resûlullah
(s.a.v.) ve ashabı Hudeybiye'de konaklarlar…
Geliş
amaçlarını bildirmek üzere "Osman bin Affan"ı (r.a.) Mekke'ye elçi olarak
gönderirler.
Kureyş
de bu konuda pazarlık yapmak üzere "Süheyl bin Amr"ı Resûlullah'a (s.a.v.)
gönderir.
Sonunda
taraflar arasında bir anlaşma imzalanır. Bu anlaşmaya göre Müslümanlar bu sene
umre yapmadan Medine'ye geri dönecekler, umrelerini gelecek sene yapacaklardır.
Yine Mekke'den Müslüman olup da kendilerine sığınanları Kureyş'e teslim edecekler;
fakat buna karşılık Kureyş, din değiştirip (irtidat edip) Mekke'ye kaçanları Müslümanlara
iade etmeyecektir.
Anlaşma
metni yazılmış ve Resûlullah (s.a.v.) onu henüz mührüyle mühürlememişken, Müslümanlar,
el ve ayaklarındaki zincirleri binbir zorlukla sürükleyerek gelen bir Müslüman
gencin yardım isteyen sesiyle şaşkına döndüler. Kaçamasın diye Mekkeliler
tarafından büyük bir kayaya zincirlenmiş olan bu genç bir fırsatını bulup Mekke'den
kaçmıştı.
Bu
genç, şu an Kureyş'in elçisi sıfatıyla müşrikler adına anlaşmayı imzalayan
"Süheyl bin Amr"ın oğlu "Ebû Cendel"den (r.a.) başkası değildi.
Ebû
Cendel'i o hâlde gören Resûlullah'ın yüreği parçalandı. Süheyl'e şöyle dedi:
"Anlaşmayı
henüz imzalamadık, Ebû Cendel'i bize vereceksin…"
Süheyl,
Kureyş'in ileri gelenlerinden biriydi; oğlunun Müslüman olmasına göz yummaya
hiç niyeti yoktu. Oğlunun, kendisine teslim edilmesinde ısrar etti. Anlaşma
iptal edilecek ve … savaş mı başlayacaktı..?
Bu
arada Ebû Cendel'in (r.a.) sesi duyuldu:
"Ey
Müslümanlar!
Ben
Müslüman olarak kaçıp gelmişken beni tekrar müşriklere teslim mi
edeceksiniz..?!
Bedenimdeki
işkence izlerini görmüyor musunuz..?!"
Resûlullah
(s.a.v.) ona şu teselli sözleriyle seslendi:
"Sabret…
Allah senin için bir çıkış yolu açacaktır..!!"
Bu
Müslümanların tahammül güçlerini aşan bir sahneydi…
Beytülharam'ı
ziyaret etmeden nasıl geri dönerlerdi...?
Yardım
çağrılarıyla kendilerine sığınan bir Müslümanı azap ve işkencenin kucağına
tekrar nasıl atarlardı..?
Bu
yaşanılan korku ve endişe dolu saatleri, iman, fedakarlık ve bağlılıkta en önde
olanlardan biri, "Ömer bin Hattab (r.a.)" bize şöyle anlatıyor. Kendisi
Resûlullah'a giderek onunla tartışmaya başlar:
"Ey
Allah'ın Peygamberi! Sen Allah'ın hak ve gerçek peygamberi değil misin?"
"Evet,
ey Ömer, ben Allah'ın hak ve gerçek peygamberiyim."
"Öyleyse
dinimiz konusunda bu rezil durumu niçin kabulleniyoruz?"
"Ey
Ömer! Ben Allah'ın Resûlüyüm; O'na karşı gelmem. İşimde O bana yardım
edecektir."
"Sen
Beytullah'a gelip onu ziyaret edeceğimize dair bize söz vermedin mi?"
"Ey
Ömer! Ben, "Bu sene ziyaret edeceksiniz." dedim mi?"
"Hayır."
"Kuşkusuz
sen, Beytullah'a gidecek ve onu tavaf edeceksin."
Bu
diyalog, o gün Müslümanların yaşadığı kriz ve buhranın boyutlarını ortaya
koyuyor… Fakat bütün bunlar olup biterken Ebû Bekir (r.a.) ne yapıyor?
Kuşkusuz
Ebû Bekir (r.a.), o çetin günde iman sanatının hocasıdır. Her devirde de imanın
hocası olarak kalacaktır… Fakat şimdi biz Ömer'in (r.a.) ardınca gidelim. O
birazdan "hocalık makamı"nda Ebû Bekir'le (r.a.) buluşacaktır.
Ömer
(r.a.) endişeli duygularla Resûlullah'ın yanından ayrılır… Sahip olduğu ahlâk
ve edep, Resûlullah ile daha fazla tartışmasına imkân vermemektedir. Ancak
bununla beraber zihninde bu konunun da aydınlığa kavuşturulması gerekmektedir.
Bu
konuyu kiminle konuşabilir…?
Bu
konuyu açabileceği Ebû Bekir'den (r.a.) başka hiç kimse yok…
Ebû
Bekir'i (r.a.) buluncaya kadar toplulukları yara yara ilerliyor…
Resûlullah'a
(s.a.v.) sorduğu soruların aynısını ona da soruyor.
Ebû
Bekir (r.a.) de Resûlullah'ın (s.a.v.) verdiği cevapların aynısını veriyor…
Aralarındaki
diyalog sonlanıyor…
Ömer
(r.a.) şöyle anlatıyor:
"Ebû
Bekir elimi tuttu ve kuvvetlice çekip şöyle dedi:
"Ey
adam! O Allah'ın Resûlüdür. Asla O'na isyan etmez. Kuşkusuz Allah işinde ona
yardım edecektir. Onun dediğine gel ve gösterdiğine tutun. Allah' a yemin
ederim ki o hak üzeredir."
Ebû
Bekir'in bu konuşmasının ardından Allah kalbime huzur ve güven verdi ve bunun
hak olduğunu anladım."
İşte
bu, Ebû Bekir'in (r.a.) sendelemeyen ve tereddüt göstermeyen imanıdır…
Gizli
veya açıkta asla gaflet göstermeyen, şüphe kabul etmeyen imandır bu…
Zor
zamanlarda, büyük krizlerde bu adamın imanı gizli hazinesini gösteriyor ve
zaman, mekân ve ruhları harikalıklarla dolduruyordu…!!
* * *
Şimdi
de onu "Bedir" günü seyredelim.
Kureyş,
silahlı büyük bir orduyla vadinin en uç noktasına konuşlanmıştı. Müslümanlar, Resûlullah'ın
komutasında, üç yüz kişiden meydana gelen bir orduyla Bedir'deki yerlerini
aldılar. Çok az bir silah dışında hiçbir silaha sahip bulunmuyorlardı.
İki
ordu savaş meydanında karşı karşıya geliyor, iki ordu birbirine giriyor.
Resûlullah
(s.a.v.) çadırında oturmaktadır. Ashabı ondan çadırından dışarı çıkmamasını
rica ediyorlar. Ebû Bekir (r.a.) bu esnada Resûlullah'ın yanındadır.
Resûlullah (s.a.v.) kanlı
savaşı izliyor. Ashabının sayıca az olduklarını ve bu putperest ateş kazanında
erimek üzere olduklarını görüyor…
Düşen her bir şehitle yüreği
parçalanıyor…
Savaş iyice kızışıyor… Kılıç
seslerinden ve at kişnemelerinden başka bir ses duyulmuyor… Resûlullah (s.a.v.),
dinin mukadderatının sayısal çokluğa sahip olanlara değil, azınlık topluluğa
bağlı olduğunu biliyor.
Kollarını, inatçı dalgalara
göğüs geren bir yelkenlinin direkleri gibi göğe doğru uzatmış bir hâlde
çadırından çıkıyor…!!
Yüksek sesle Rabbine şöyle
yalvarmaya, yakarmaya başlıyor:
"Allah'ım! Şayet bu az bir Müslüman
topluluğu helak olacak olursa, yeryüzünde sana kulluk eden kimse kalmaz.
Allah'ım! Bana olan vaadini yerini
getir."
Yakarış ve duası bu şekilde
sürdü gitti…
Cübbesi omuzlarından düştü.
Bunu gören Ebû Bekir yavaşça
Resûlullah'a (s.a.v.) yaklaştı. Cübbeyi yerden aldı ve o gün hayatın tüm yükünü
taşıyan o iki omuzun üzerine aynı şekilde koydu.
Yalvarır sözlerle
Resûlullah'a (s.a.v.) şöyle dedi:
"Ya Resûlallah, Rabbine
yalvardığın yeter. O sana olan vaadini yerine getirecektir…!!"
Elbette Resûlullah (s.a.v.),
Allah'ın yardımından şüphe etmiyordu… Savaşın başlamasında az önce ashabına
şöyle demişti:
"Allah bana zafer sözü
verdi."
Müslümanlara da dönüp şöyle
dedi:
"Onların her birinin
vurulup yıkıldıkları yerleri görür gibiyim."
Fakat
düşmanlarıyla ilk karşılaşmalarında, ashabından ve dinden birinci dereceden
sorumluluk duygusu, onu savaşçı duygulara ve endişeye sevketmişti.
* * *
En
yoğun şartlar altında Ebû Bekir'in (r.a.) imanını görmek isteyenler…
Gökleri
ve yeri ayakta tutan Allah'a bağlı yüce imanın nasıl olduğunu görmek
isteyenler…
Resûlullah'ın,
yüce dosta (Allah'a) çağrılıp, sonra da bu çağrıya uyarak Rabbinin rahmetine
yürüdüğü vefat gününde şu imana baksınlar.
Müslümanlar
beklemedikleri bir şeyle karşılaşmışlardı…Hayatlarını sevgiyle dolduran
"baba"ları ve varlıklarını aydınlığa kavuşturan "nur" aralarından
ayrılmıştı.
O
gün bu imanın cevheri kendini gösterdi.
Muhammed
(s.a.v.) her ne kadar ölümle aralarından çekildiyse de bu iman asla
zayıflamazdı. Aksine her geçen gün güçleniyor, yükseliyordu. Sorumluluklarını
yerine getirmek için sabit bir dayanak olarak ayaktaydı.
"Ebû
Bekir", daha doğrusu "Ebû Bekir'in imanı" o gün engellenemez bir
duruşla ayağa kalktı.
O
gün cemaate namazı kıldırdıktan sonra odasında Resûlullah'ı ziyaret etti. Ondan
bazı işlerini halletmek için biraz izin istedi ve Medine'nin en uzak yerindeki
Âliye mahallesindeki evine gitti.
Çok
değil; kısa bir zaman içinde evinin ve ailesinin işlerini halletti.
Tam
Resûlullah'ın yanına geri dönmek için hazırlanırken dağları sarsan acı haberi
getiren münadinin sesiyle irkildi.
Allah'
a hamd etti, dönüşün O'na olduğunu söyledi. Gözyaşları sözlerine karıştı:
"İnnâ
lillahi ve innâ ileyhi râciûn..!!"
Hızla
Resûlullah'ın (s.a.v.) evine doğru yöneldi…
Mescide
yaklaşmıştı ki, büyük faciayı öğrendi… Müslümanlar şuur ve bilinçlerini
kaybetmişlerdi…!! O derece ki, güçlü kuvvetli Ömer bin Hattab, kılıcını sıyırmış
insanlara şöyle sesleniyordu:
"Münafıklardan
bazıları, Resûlullah'ın vefat ettiğini iddia ediyorlar. Vallahi o vefat etmedi,
Hz. Musa (a.s.) gibi o da Rabbiyle buluşmaya gitti…
Vallahi
Resûlullah dönecek ve vefat ettiğini söyleyen bu adamların ellerini kesecektir…
Sakın
hiçbirinizi Resûlullah'ın öldüğünü söylerken işitmeyeyim. Aksi takdirde bu
kılıcımla kellesini uçururum…!!"
Eğer Ömer'in
ruh hali ve davranışı böyleyse, diğer ashabın kim bilir nasıldı…?
Geçirdiği
hastalık dönemine rağmen Resûlullah'ın vefatı, Müslümanlar için çok zor bir
imtihan olmuştu.
Onlar,
günün birinde, "Resûlullah vefat etti..!!" haberiyle karşılaşacaklarını
asla akıllarına getirmiyorlardı…
Allah
emrini yerine getirip Resûlünü katına alınca, insanlar bu üzüntü ve kargaşa
ortamında, "ölüm" kelimesini "Resûlullah" kelimesiyle yan
yana işittiler. Akılları başlarından gitti…
Ebû
Bekir o gün üzülmeyi ve aklının başından gitmesini en fazla hak eden kimseydi…
O
Muhammed (s.a.v.)'in çocukluğundan gençliğine hayat boyu "arkadaş"ıydı…
Vahiy ve dinin geldiği andan itibaren Resûlullah'ın "Sıddîk"ıydı. Onu
o kadar sevmişti ki bu ayrılığa dayanabilmesi neredeyse imkânsızdı…
Fakat
Ebû Bekir (r.a.) farklı davranıyordu.
Şimdi
gelin, bu facianın ilk anında Ebû Bekir'in (r.a.) nasıl sebat gösterdiğini
olayın tanıklarından birinden dinleyelim:
"Ebû
Bekir hiçbir şeyle ilgilenmeden doğruca Resûlullah'ın bulunduğu eve girdi. Resûlullah
evin bir köşesinde kefenlenmiş hâlde duruyordu, üzerine de çizgili bir kumaş
örtülmüştü. Hz. Ebû Bekir, Resûlullah'ın yüzündeki örtüyü kaldırdı, onu öptü.
Sonra şöyle dedi:
"Annem
babam sana feda olsun. Sen sağ iken de güzeldin, ölü iken de güzelsin. Allah'ın
senin için yazmış olduğu ölümü tatmış bulunuyorsun…
Sonra
örtüyü yüzüne tekrar örttü.
Sonra
dışarı çıktı. Ömer'in yukarıda geçtiği şekilde konuştuğunu duyunca ona
susmasını söyledi. Ömer ise susmayı reddetti.
Ebû
Bekir, Ömer'in konuşmakta direttiğini görünce halka şu konuşmayı yaptı:
"Ey
İnsanlar!
Her
kim Muhammed (s.a.v.)'e tapıyorduysa, bilsin ki, Muhammed (s.a.v.) ölmüştür.
Her
kim de Allah (c.c.)'a tapıyorsa, o da bilsin ki, Allah (c.c.) hep diridir, ölmez."
Ardından
aşağıdaki ayeti okudu:
"Muhammed,
ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o
ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim
(böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah,
şükredenleri mükâfatlandıracaktır."[10] Vallahi
sanki insanlar bu ayeti ilk kez işitiyor gibiydiler…
Ömer
bu ayeti duyunca yere yığıldı kaldı. Ebû Bekir'in sözlerinden, Resûlullah'ın
gerçekten vefat ettiğini anlamıştı..!!
* * *
Bu denli zor ve üzüntülü bir anda böyle bir sebat nasıl
gösterilebiliyor?
"Her kim Muhammed'e tapıyorduysa, bilsin ki, Muhammed
ölmüştür.
Her
kim de Allah'a tapıyorsa, o da bilsin ki, Allah hep diridir, ölmez."
Hâlbuki
böyle bir zamanda ondan en fazla beklenebilecek şey; sabır ve sükûneti tavsiye
etmesi olabilirdi.
Allah
hep diridir, ölmez..!!
Öyleyse
ey Allah'ın süvarileri, yürüyün…!!
Ey
Allah'ın sancağı, yüksel…!!
Ey
bu sancağı taşıyan erler, sizler de kalkın…!!
Parlayan
güneşin ve yeni dinin yolculuğunu sürdürün…!!
Ebû
Bekir'in sözleri halkın üzerinde etkili oldu. Kefenlenmiş hâlde bulunan yüce
cesede doğru yöneldiler... Azim ve kararlılık duyguları içinde ona veda ziyaretinde
bulundular…
* * *
Ebû
Bekir'in (r.a.) üstün imanını gözler önüne seren bu sahneleri sunarken
kendimizi oldukça önemli bir sorunun karşısında buluyoruz.
Bu
soru şudur:
Şayet
o gün Ebû Bekir (r.a.) orada olmasaydı, ne olurdu..?
Yakın
bir zamanda, iki büyük günde -Sakîfe ve Riddet (dinden dönme) olaylarının
meydana geldiği günlerde- bu soru daha güçlü ve parlak bir biçimde kendini gösterecektir…
Öyle
görünüyor ki, Allah, "Muhammed (s.a.v.)"i insanlara Resûl olarak
seçtiği gün "Ebû Bekir"i de Peygamberinin ardından onun misyonunu
yerine getirmesi için seçmiştir…
Bizler insan olarak kendilerinden iman
sanatında ders alacağımız üstat ve hocalara ve onlar gibilere ihtiyacımız
olduğunda bu azınlık topluluğun başında İslâm'ın büyük adamı "Ebû
Bekir (r.a.)"i görürüz…
Buraya
kadar onun eşsiz imanını gördük. Şimdi biraz daha ileriye gidip, mü'min insanın
bu imanın sorumluluğunu nasıl taşıdığını, bu uğurda hayatını tam bir tevazu ve
yücelikle nasıl ortaya koyduğunu görelim…
KURTLAR BENİ PARAMPARÇA
ETSELER BİLE…
Ebû
Bekir'in (r.a.) Resûlullah'ın (s.a.v.) vefat günündeki tavır ve duruşu, Hz.
Peygamberin vefatıyla meydana gelen büyük boşluğu dolduracak adama doğru tarihin
akışını yönlendiren pusula mesabesindeydi.
Müslümanları,
hem de bütün Müslümanları derinden sarsan bu olay karşısında bu adam "sebat"ından
hiçbir şey kaybetmedi…!!
Bu
adam öne geçmeyi ve lider olmayı hak ediyordu.
Sadece
onu aklayan ve yücelten bu özellikleri değil…
Kahramanlık
ve saygınlıkla dolu koca bir geçmiş vardı arkada…
Gelecekteki
görevini gösteren hilafet alametleri de vardı ortada…
Resûlullah
(s.a.v.) hastalandığı zaman halka namaz kıldırması için yerine Ebû Bekir'i
seçmiş ve şöyle demişti:
"Ebû
Bekir'e söyleyin halka namazı kıldırsın…"
Hz.
Aişe bunun üzerine:
"Kuşkusuz
Ebû Bekir yufka yürekli bir adamdır. Senin yerine geçecek olursa, gözyaşlarına
boğulur. Ömer'e söyleyin, namazı o kıldırsın…" dedi.
Resûlullah
(s.a.v.) bu konuda kendisine böyle teklifte bulunulmasına öfkelenir ve
yukarıdaki emrini iki kere tekrarlar:
"Ebû
Bekir'e söyleyin halka namazı kıldırsın…"
Ebû Bekir (r.a.),
Resûlullah'ın emrini yerine getirdi. O bilmiyordu -veya belki de biliyordu- ki,
böylece o, sancağı Hz. Peygamberin vefatından sonra taşımak üzere ondan teslim
alıyordu…
Ebû Bekir Resûlullah'ın
vefatının hemen akabinde beklemediği bir olayla karşılaştı…
Bu, gelmekte olan bir şerrin alarmını
veren "Sakîfe" olayıydı. Olay nihayetinde mutlu bir sonla noktalandı;
halife olarak Ebû Bekir'e biat edildi…
Ebû Bekir'in (r.a.) hayatını
incelediğimizde onun hiçbir zaman insanlara lider/halife olmak, onları yönetmek
gibi bir arzu taşımadığını görürüz…
Ömer (r.a.) gibi onun da
dünyanın mevki ve makamlarına karşı yaklaşımı, onlardan uzak durmak şeklinde
beliriyor…
Belki Ömer (r.a.), makam ve
mevkilerden uzak durma tavrını Ebû Bekir'den örnek alıyor ve bu konuda onu
izliyordu…
İmanın zor bir sınavdan
geçmesi için Sakîfe'ye geldi.
En çok hoşlandığı iş, tehlike
olmadığı sürece bir gölgede yaşamak olan Ebû Bekir'in kaderinde vardı…
O Ebû Bekir ki, diri adam,
işlerinde çokça Allah'a dönen kişiydi…
Onun kaderinde, isteyerek ve
korkarak değil aksine imanın gereği ve dinine karşı sorumluluğunun bir parçası
olarak tehlikelerin kucağına atılmak vardı…
*
* *
Resûlullah'ın (s.a.v.) vefatının
akabinde, kalabalık bir grup Müslüman ensâr, Benî Sâide Sakîfe'sinde bir araya
gelerek "Sa'd bin Ubâde"ye biat etmek istediler…
Ebû Bekir (r.a.) bunu haber
alınca beraberinde Ömer (r.a.) ve Ebû Ubeyde bin Cerrah (r.a.) olduğu hâlde doğruca
Sakîfe'ye gitti…
Ebû Bekir (r.a.) hilafeti
sahiplenip kimseye kaptırmamak için acele etmiyordu… Onun öncelikle amacı; fitneyi
engellemek, sonra iki grup arasında çıkabilecek olası bir felaketi önlemekti..
Nitekim gruplardan biri, "Ey ensâr topluluğu..!!" diğeri de "Ey
muhacir topluluğu..!!" diyerek bir
iç çatışmaya doğru kayıyorlardı…
Onun bir diğer amacı da
Resûlullah'ın doldurduğu büyük boşluğu doldurabilecek halifenin seçiminde en isabetli
ve güzel yolu ortaya koyabilmekti…
Ebû
Bekir Sakîfe'ye geldiğinde tartışmakta olan kalabalık bir grupla karşılaştı…
Sözcükler
havada kör kurşun gibi uçuşuyordu…!!
Müslüman
ensâr, çok sert ve keskin konuşmalarla halifeliği sahiplenme konusunda
birbirlerini tahrik ediyorlardı…
Muhacirler
de ensârın bu isteğine aynı dille karşı çıkmaktaydılar…
Müslümanlar
Resûlullah'ın vefatıyla şuur ve bilinçlerinin çoğunu kaybetmiştiler… Hâlâ
üzerlerinde derin acının izlerini taşıyorlarken hilafet derdine düşmeleri panik
ve kargaşanın boyutlarını genişletmişti…
Bu
durumun geçici bir hal olduğunun en büyük kanıtı, onların derhal eski şuur ve
bilinçlerini geri kazanmaları ve bu yumuşak başlı duygusal adamın etrafında söz
birliği etmeleriydi…
Gerçi
Ebû Bekir de hilafete muhacirleri uygun görmektedir; ancak bu uygun görmenin
nedeni, onların muhacir veya Kureyşli olmaları değildi. Bilakis bu neden; hicret olgusunun onlara,
onlardan önce Müslüman olma şerefini kazandırmış olmasıydı…
Çünkü
hicret, imanlarından dönsünler diye Kureyş'in Müslümanlara yaptıkları zorlu
işkence döneminin son adımıydı… Onlar bu son sıkıntılı adımı da imanları ve sebatları
daha da fazlalaşarak geçtiler…
Ebû
Bekir'in (r.a.) insanları değerlendirirken göz önüne aldığı kriter buydu…
O,
bu kriteri, Allah'ın kitabındaki şu ayetten elde etmişti:
"(İslâm
dinine girme hususunda) öne geçen ilk muhacirler ve ensâr…"[11]
Yine
onun hilafet için muhacirleri uygun görmesinin bir nedeni de şuydu: Hilafetin
kendilerine verilmesini isteyen ensâr, bu konuda Resûlullah'ın bir uygulamasına
aykırı davranıyorlardı. Resûlullah yönetici olmak isteyen veya bu konuda bir
talepte bulunan kimseleri bu görevin başına getirmiyordu…
Ebû
Bekir böyle bir isteğin yapıldığı bir günü hatırlıyor… O gün Peygamberimizin
amcası Abbas, ondan kendisini bir makamın başına getirmesini istemiş,
Resûlullah da onun bu isteğine şu karşılığı vermişti:
"Vallahi biz, kendisine
bir konuda yöneticilik verilmesini isteyen veya bu konuda çok istekli olan
kimseyi o makamın başına getirmeyiz."
Çünkü yöneticilik, bir
sorumluluktur, ganimet değil… O fedakârlık ve feda olmaktır, kendini aklama
mekanizması asla değildir. Bu işe talip olan kimse, bu işin sorumluluğunu
hakkıyla kavrayamamış demektir…!!
* * *
Sakîfe'delerken Hz. Ömer
coşkun kalabalığa bir konuşma yapmak istedi. Hz. Ebû Bekir sağ eliyle ona susmasını
işaret ederek, söze önce kendisi başlamak için izin istedi. Ardından şöyle
konuştu:
"Ey ensâr topluluğu..!!
Dile getirdiğiniz tüm fazilet
ve üstünlüklere sahip bulunuyorsunuz…"
Ebû Bekir sözlerine bu
kelimelerle başladı, sonra da gönlünden akıp geldiği şekilde konuşmasını
sürdürdü.
Hilafete kimin seçilmesinin
daha uygun olacağına dair görüşlerini aktardı.
Ona göre halife, şu iki
kişiden biri olmalıydı:
Allah'ın İslâm'ı kendisiyle şereflendirdiği
adam… "Ömer bin Hattab" ile Resûlullah'ın "Bu ümmetin
emini" diye övdüğü kişi… "Ebû Ubeyde bin Cerrah"…
Ebû Bekir bu iki adama
yaklaştı, onların ortalarına geçti ve iki eliyle onların ellerini havaya
kaldırarak, şöyle dedi:
"Ben bu iki kişiden
hangisi olursa razıyım…"
Ömer'in (r.a.) eli, kor
tutmuşçasına birden yere düştü.
Ebû Ubeyde (r.a.), büyük bir hayâ duygusuyla
ağlayarak gözlerini kapattı…
Derken Ömer'in (r.a.) sesi
yükseldi:
"Vallahi bir günahtan
dolayı olmaksızın götürülüp boynumun vurulmasını, aralarında Ebû Bekir'in
olduğu bir topluluğa emir olmama tercih ederim…!!"
Ömer bu sözleri söylerken öne
doğru çıkıyor ve biat etmek üzere ellerini Ebû Bekir'e doğru uzatıyordu… Nihayet
ensâr da sanki gökten büyük bir haber almışlarcasına koşuşarak Ebû Bekir'e biat
etti…!!
Müslümanlar,
başlarında işlerini düzene sokacak bir halife olmaksızın bir gün bile geçirmeyi
hoş görmemişler ve bu duruma bir çözüm bulmaya çalışmışlardı… Resûlullah henüz
defnedilmemişti… Sinirler onun ölümünün yol açtığı şaşkınlık ve gerginlikle
tahrip olmuştu…
O
gün Sakîfe'deki olaylar, kanlı bir çatışmaya da dönüşebilirdi… Fakat Allah İslâm'ı ve Müslümanları o gün Ebû
Bekir'le onurlandırdı…
Onun
sayesinde Müslümanlar ilk ve son derece çetin bir tecrübeyi tam bir barış ve
esenlik içinde aşmayı başardılar…
O
gün güneşin batışıyla birlikte tüm anlaşmazlıklar da çözüme kavuşturulmuş
oluyordu…
Büyük
musibetlerin hakkından ancak büyük adamlar gelir..!!
Böylece
gelecekte karşılaşabilecek büyük sorunları aşmaları için Allah bu büyük kişiyi
seçmişti…
Bu
büyük halife, Allah'ın, onu hazırladığı göreve sorumlulukları hakkıyla yerine
getirmeye layık olduğunu hem insanların hem de tarihin kalbinde ispat
edecektir…
Bir
imanın nelere güç yetirebileceğini açığa çıkaran bir tutumla korkusuzca devasa
olayların üzerine doğru yürüyecektir…!!
Resûlullah'ın
ölüm haberi Müslüman kabileler arasında yayılmaya başlayınca, asılsız haberler
türetenlerle, kalplerinde hastalık olan takiyyecilerle, dalkavuklar, bunun
sadece Resûlullah'ın vefatı değil aynı zamanda İslâm'ın da vefatı olduğunu
düşündüler… Bunun için derhal harekete geçerek, bu yeni dinin baskısı altında
kaybettikleri bütün eski imtiyaz ve ayrıcalıklarını tekrar elde etmek istediler…
Başkaldırılar bu şekilde
başladı. Çok geçmedi dinden (riddet) dönme olaylarına dönüştü… Bazı gruplar
Medine üzerine yürüme ve İslâm'ı bitirme yönünde çağrılar
yapmaya başladılar…
* * *
Medine'ye uzak şehirlerde
yaşayan Müslümanların, İslâm dinine girmelerinin üzerinden fazla zaman geçmemişti…
Din onların vicdanlarında Peygambere olan bağlılıktan ibaretti. Resûlullah'ın
vefatını müteakip, bu toplumların ileri gelenleri, Müslüman olmalarının üzerinden
az bir zaman geçmiş olmasını fırsat bilerek dinden dönmeye başladılar…
Gerçi bu olaylar başlangıçta
dinden tam bir dönüş hareketi olarak ortaya çıkmadı. Bunlar zekat vermeme yönünde
bir boykot hareketi olarak meydana gelmişti…
Fakat Ebû Bekir (r.a.) bu
eylemlerin ardındaki gizli niyetin, dinden dönme hareketinin farkına varmıştı.
Bunun İslâm yönetimine karşı bir yoklama, sınama hareketi olduğunu sezmiş ve
anlamıştı… İslâm'ın bu başkaldırı karşısında göstereceği en küçük bir
zayıflık ve geri çekilme, bütün hesapların altüst olması, bütün dengelerin bozulması
demek olacaktı. Görüşmeler sonunda iki görüş ortaya çıktı:
* Bunlar zekât vermeyi
reddetmenin dışında başka bir girişimde bulunmadıkları sürece onlarla
savaşılmamalıdır. Bu görüşü savunanların başında Hz. Ömer geliyordu…
* Zekât, bu dinin temel
rükünlerinden biridir. Halifenin bu rüknün yıkılmasına seyirci kalmak gibi bir durumu
olamaz. Zekât vermeme boykotu, bir başlangıçtan ve bir yoklama ve sınama hareketinden
ibarettir. Bunu başkaldırı ve İslâm'a saldırı hareketi izleyecektir.
Bu görüşün bayrağını Hz. Ebû Bekir taşıyordu…
İşte bu noktada bu iki yüce şahsiyet
arasındaki gizli fark ortaya çıkıyordu…
Şayet insanlara -bütün
insanlara-, bu iki şahsiyet bu konudaki görüşlerini açıklamadan önce bu kriz ve
buhran karşısında o ikisinin nasıl bir tutum ve tavır sergileyecekleri sorulsa…
O
ikisinden hangisinin daha kesin, katı ve sert; hangisinin onun aksine daha
mülayim, yumuşak ve hoşgörülü olacağı sorulsa… Herkes en küçük bir tereddüt
göstermeden, Hz. Ömer'in sert ve katı; Hz. Ebû Bekir'in de yumuşak ve hoşgörülü
bir tavır sergileyeceğini söyleyecektir...
Fakat
ne var ki, gerçek bunun tam aksine gelişmiştir…!!
Ebû
Bekir daha işin başından bu hareketin kökünün kazınması ve kurutulması yönünde
görüş bildirmiş ve çevresindekilere bu konudaki kararlılığını şu sözleriyle
açıklamıştır:
"Daha
önce Resûlullah'a zekat olarak verdikleri bir deve yularını, benden esirgeyecek
olurlarsa, onlarla kılıçla savaşırım..!!"
Ömer
ise bu kriz karşısında kendisinden beklenilenden farklı bir tutum sergiliyor.
Halifeye
şöyle diyerek karşı çıkıyor:
"Lâ
ilâhe illallah diyen bir toplulukla nasıl savaşırsın..?! Resûlullah, bu sözü
söyleyen kimsenin canının ve malının korunma altında olduğunu haber
vermiştir."
Ebû
Bekir onun bu itirazına şu karşılığı veriyor:
"Resûlullah
bunun "ancak onların hakkını ödemek şartıyla" demedi mi? İşte zekât
bu haklardandır…!!"
Ebû
Bekir'in bu tavrına ışık tuttuğumuzda iki büyük özellik görüyoruz…
Bunlardan
biri onun yakînini ortaya koyuyor…
Diğeri
de onun basiret ve ileri görüşlülüğünü açığa çıkarıyor…
Onun
Allah'a ve Resûlüne olan kesin inanç ve teslimiyeti, kendisini onlardan aldığı
metoda tam bir sadakat ve bağlılık gösterme konumuna çıkarıyor…
O
bu dine karşı olan sorumluluğunu böylece yerine getiriyor. Kendi döneminde
hiçbir şeyin, Resûlullah'ın dönemindeki halinden farklı bir hale ve uygulamaya
dönüşmesine asla izin vermiyor… Resûlullah zamanında yürürlükte olan bütün
farzlar ve ödevler bu uğurda feda olmayı gerektirse dahi aynı şekilde
yürürlükte olacaktır…
O
sahip olduğu basiret ile biliyordu ki, bu kriz döneminde gösterilecek en küçük
zayıflık, başkalarını da İslâm'a başkaldırma ve saldırma
yönünde cesaretlendirecek ve halklar her vadiden üzerlerine boşalacaklardır…
Bu
imanı ve bu basireti, geçtiği üzere olaylara karşı durma yönünde vicdanında ve
aklında ona büyük bir enerji ve güç sağlamıştır… Olayların seyri göstermiştir
ki bu tavrı sergilememiş olsaydı, İslâm yok olma tehlikesiyle karşı
karşıya kalacaktı…
Fakat
bu basiret ve bu iman, onu şûradan, farklı görüşleri alarak konuyu tartışmaktan
alıkoymamıştır…
Bununla
birlikte bu dinden dönme olaylarında Ebû Bekir diğerlerini tam olarak ikna
edememiş, hatta kendisi dahi savaşma konusunda tam ikna olmamış olsaydı dahi
savaşabilirdi… Çünkü bu durumda o, kendi isteğine bırakılmamış olan bir dini
hükmün gereğini yerine getirmiş olacaktı. Kur'an'a iman edip, onu yaşamları
için bir anayasa ve yaşam biçimi kabul ettikleri sürece Müslümanların bunu
değiştirmeleri de imkânsızdır… Bu, Kur'an'ın şu emridir: "Size karşı
savaş açanlara, siz de Allah yolunda savaş açın…"[12]
Fakat
buna rağmen Ebû Bekir, Müslümanları ikna edinceye kadar kılıcını çekmemiştir.
Nihayet onlar da önlerinde zekât vermeyi reddeden bu insanlarla savaşmaktan
başka yol olmadığına… Hatta karşılarında, İslâm'ın varlığına son vermek için
silahlarını kuşanmış bir kalabalıktan başka kimselerin bulunmadığına kanaat getirince
kılıcını çekti…
Ömer
bu ikna olayını şöyle anlatır:
"Nihayet
Allah gönlüme Ebû Bekir'in görüşünün doğru olduğunu ilham etti…"
Abdullah
bin Mes'ûd'un (r.a.) açıklamaları ise bu durumu çok güzel anlatmaktadır:
"Şayet Allah bizi Ebû Bekir'le onurlandırmamış olsaydı,
Resûlullah'ın vefatından sonra öyle bir noktaya geldik ki, neredeyse helak
oluyorduk…"
Ebû
Bekir (r.a.) kendi kararlılık ve niyetini açığa vurmakla beraber Kur'an'ın,
kendisine yüklediği bir sorumluluk olarak konuyu tartışmaya (şûraya) açmıştı.
Başlangıçta
olaylar sadece zekât vermeyi reddetme biçiminde ortaya çıkmıştı…
Peki,
zekât vermeyi reddetmek, bundan kaçınmak, onlarla savaşmayı gerektirir miydi?
Modern
çağın diliyle konuşalım: Vergi vermemek biçiminde kendini gösteren bir
"sivil başkaldırı" olarak ortaya çıkan ve daha sonra vergi vermeme
hakkını kabul ettirmek için "silahlı başkaldırı"ya dönüşen bir krizde…
Hükümet
bu harekete karşı sessiz mi kalır yoksa engelleyici ve bastırıcı tüm çarelere mi
baş vurur?
Bunun
yanı sıra vergi vermek istemeyen ve silahlanan bu sivil başkaldırının,
bulundukları bölgede kendilerine yönelebilecek saldırıya karşı savunma
pozisyonunda kalmayıp, toplanarak başkente doğru yürüdüklerini düşünün…
İşte o günkü krizin durumu da bundan
ibarettir…
Durumun
bu vahametine rağmen Müslümanlar onlara karşı ortaya koyacakları tutumda görüş
ayrılığına düşmüşlerdir. Yönetimin ikinci adamı Ömer bin Hattab, onlar
kendiliklerinden Allah'ın emrine ve hükmüne gelinceye kadar onlara karşı
anlaşma ve hoşgörü yolunun benimsenmesini savunuyordu…
* * *
Şimdi
kısa bir süreliğine dinden dönme olaylarını bırakalım ve daha öncesine gidelim.
Bu, Ebû Bekir'in, Allah'a ve Resûlüne olan imanının büyüklüğünü açığa çıkaran
bir başka olayı izleyelim… Hz. Üsame'nin komutasındaki ordunun düşman üzerine
gönderilmesi olayında Ebû Bekir'in sergilediği tutumu görelim…
Resûlullah
(s.a.v.) vefatından önce, Şam bölgesine göndermek üzere Üsame bin Zeyd
komutasında bir ordu hazırlamıştı.
Bu
ordu, Resûlullah vefat ettiği sırada Medine'den üç mil mesafe uzaklıkta,
harekete hazır bir hâlde bekliyordu. Resûlullah'ın vefatı ordunun hareketini
sekteye uğrattı… Ordunun durumu hakkında Müslümanlar arasında anlaşmazlık
çıktı…
Ömer
bin Hattab'ın da içlerinde olduğu Müslümanlardan bir grup, İslâm'ın başkenti Medine'nin
dinden dönenlerin tehdidine maruz kaldığı bir zamanda ordunun Şam'a gitmesini
büyük bir tehlike olarak görüyorlardı…
Bu
sebeple, çıkabilecek kötü gelişmelere karşın ordunun şehri savunmak için
Medine'ye dönmesi gerektiğini söylüyorlardı…
Ordunun
komutanı Üsame de bu görüşteydi…
Meseleye
yalın bir mantıkla bakıldığında Ömer (r.a.) ve Üsame'nin (r.a.) başını çektiği
görüş, isabetli olarak görünüyordu…
Fakat
Ebû Bekir, mantığını imanından alıyordu…
Allah'ın hakkında açık bir hüküm indirmediği veya O'nun Resûlünün bir
açıklama ve buyruk bildirmediği her konu içtihat ve tartışmaya açık demekti.
Resûlullah, vefatından az bir zaman önce Üsame ordusunun hareket etmesi emrini
vermişti. Öyleyse şartlar ne olursa olsun, Medine'yi hangi tehlikeler bekliyor
olursa olsun Resûlullah'ın emri yerine gelecekti…!!
Ebû
Bekir'in insanlara cevabı bu oldu:
"Üsame'yi
gönderin..! Vallahi beni kurtlar paramparça etseler de Resûlullah'ın emrettiği
üzere onu göndereceğim. Onun onayladığı bir emri ben geri çeviremem...!!"
Tartışmalar
son buldu… Ebû Bekir diğerlerinin görüşünü bu konudaki kararlılığıyla bertaraf
etmiş değildi… Çünkü mesele, asıl itibariyle Resûlullah o konudaki sözünü ve
emrini dile getirdikten sonra artık şûraya/tartışmaya açık değildi…
Ebû
Bekir Resûlullah'ın emrini geri çevirmekten ya da konudaki irade ve azmini göz
ardı etmektense kurtlar tarafından parçalanmayı tercih ediyor...!!
Aynı
şekilde yine Ömer bin Hattab'ın da aralarında olduğu bazı Müslümanlar Ebû
Bekir'den, yaşı küçük ve tecrübesi az olan Üsame'nin ordu komutanlığından alınıp,
yerine yaşlı ve tecrübeli birinin atanmasını istediler.
Bu
meselede ortaya konan bu görüş yalın bir mantıkla ele alındığında doğru ve
yerinde bir düşünce olarak görünmektedir. Fakat Ebû Bekir'in mantığı bütün
olaylarda olduğu gibi bu olayda da imanından besleniyordu… Üsame'yi ordunun
komutanlığına getiren Resûlullah'ın kendisiydi…
Resûlullah'ın
sağlığında Ashab onun komutanlığına razı olmuş ve ses çıkarmamıştı… Şimdi Ebû
Bekir, Resûlullah'ın atadığı bir adamı bulunduğu görevinden alacak mıydı..?
Hz.
Ömer bu konudaki ısrarını sürdürünce bu yumuşak huylu adam, bir aslan kesildi
ve ne daha önce benzeri görülmüş, ne de daha sonra benzeri görülmeyecek biçimde
kükremişti…
Bırakalım olayın tanıkları
bize o günü anlatsınlar:
"Ebû Bekir bulunduğu
yerden sıçrayıp, Ömer'in sakalını tuttu ve, "Ey Hattab'ın oğlu! Yazık
sana! Resûlullah'ın atadığı birinin görevine son vermemi mi
söylüyorsun..?!!" diye bağırdı.
Sonra Ömer ardında olduğu hâlde
ordunun bulunduğu yere gitti. Allah'ın bereketi üzere hareket emrini verdi.
Onları uğurlamak üzere beraberlerinde bir süre yürüdü…
Halife, at üzerindeki
Üsame'nin yanı başında bir müddet yürüyerek ona eşlik etti.
At üzerindeki Üsame,
Halifenin bu şekilde yanında yayan yürümesinden utanıp rahatsız oldu. Halifeye,
ata binmesini söyleyerek inmek için kalktı.
Ebû Bekir ise, eliyle onu
durdurup şöyle dedi:
"Vallahi ne sen
ineceksin, ne de ben bineceğim… Allah yolunda bir zaman ayaklarım toza
bulanırsa bunun bana ne zararı var…?!"
Ebû Bekir'in gözünde her şey
kolaydı. Her zorun bir çözümü vardı. Ancak söz konusu olan, bir parmak ucu
kadar dahi olsun Allah'ın ve O'nun Resûlünün emrinden çıkmak olunca, işte buna
imkân yoktu…
Onunla Allah'ın arasında bir
sözleşme vardı ve bu sözleşme, sarsılmayan imanında kendini gösteriyordu…
O bu imanının ona yüklediği
tüm sorumlulukları, gerekirse uğrunda canını verme, hatta kurtların onu paramparça
etmesi pahasına yerine getirmeye kararlıydı…!!
O imanının ve bu imanın
beraberindeki basiretinin onu hakka ve doğruya ulaştıracağından kesin emindi…
Üsame olayında da bu kesin
inanç, isabet ettiğini gösterdi. Onun Üsame komutasındaki orduyu düşman üzerine
gönderme kararındaki ısrarı, ona sadece sevap kazandırmadı, aynı zamanda ona
işlerinde kemal ve doğru yöntemi de kazandırdı.
Kuzeyde fitne boynuzlarını
göstermeye başlamıştı…
Fakat Üsame'nin komutasındaki
kalabalık İslâm ordusu bu fitnenin taraftarı durumunda olan
kabilelerin yaşadığı topraklardan geçtikçe onları gören bu kabilelerin akılları
başlarına geldi. Şöyle konuşmaya başladılar:
"Vallahi Medine hiç de
bizim işittiğimiz gibi ağır baskı altında ve tartışmalar girdabında görünmüyor.
Eğer öyle olsaydı böyle bir durumda bu orduyu nasıl kurabilirler ve savaşmak
üzere Rumların üzerine gönderebilirlerdi…"..!!
İşte bu şekilde ordunun
sadece hedefine doğru yola çıkmış olması, bu dinden dönme hareketi içinde
bulunan kabilelerin akıllarının başlarına gelmesini ve kendilerine çeki düzen
vermelerini sağlamıştı…
*
* *
Şimdi tekrar Ebû Bekir'e
dönüyoruz…
O kayalar gibi sağlam
imanıyla dinden dönme olaylarına meydan okuyor…
Bu olayları, onları
kayıtlarına geçirmiş olan tarihî kaynaklarından izlediğimiz zaman şu soru
ufukları dolduruyor:
"Şayet
o gün orada Ebû Bekir olmamış olsaydı, İslâm'ın geleceği nasıl
olurdu..?"
Abdullah
bin Mes'ûd (r.a.) bu büyük hakikatı daha önce aktardığımız şu sözüyle dile
getirmiştir:
"Şayet
Allah bizi Ebû Bekir'le onurlandırmamış olsaydı, Resûlullah'ın vefatından sonra
öyle bir noktaya geldik ki, neredeyse helak oluyorduk…"
Evet,
o gün Ebû Bekir, Allah'ın bu dine ve insanlara bahşettiği bir nimetti…
Medine'ye
uzak yerleşim bölgelerinde fitne ateşi alevlenmişti… Bu yerleşim bölgelerinin
halklarının büyük bölümü yakın zamanda Müslüman olmuş insanlardan meydana
geliyordu. Onlar Resûlullah'ın da diğer insanlar gibi vefat edeceği gerçeğini
kavrayamamışlardı…
Bu
halklar, İslâm'a her türlü kötülüğü yapmak için pusuda bekleyen
yalancıların oyunlarına kandılar…
Bu
kötü niyetli fırsatçılar, sahte peygamberler, birden yerden biter gibi her
yerde görülmeye başlandı… Yalan ve hiledeki maharetlerini kullanarak, hiçbir
şey bilmeyen gafil halkları, özellikle Medine'den uzakta bulunan ve Müslüman
olmalarının üzerinden çok zaman geçmemiş olan insanları kendi amaçları uğrunda
kurban etmeye başladılar.
Tuleyha
el-Esedî peygamberliğini ilan etti; Esed, Gatafan, Tay, Abes ve Zibyan
kabilelerinin pek çoğu ona tâbi oldu…
Ardından
Benî Âmir, Hevâzin ve Süleym kabilelerinde dinden dönme hareketi görüldü…
Sonra
Benî Temim'de bu ateş yandı… Onlara gelen "Secâh" isimli kadın
onların arasında sapık peygamberliğini ilan etti.
Onları
Yemâme halkı izledi. Bunlar sahte peygamberlik iddiasında en büyük tehlikeyi
oluşturan Müseylemetü'l-Kezzâb'ın etrafında toplandılar…
Böylece
Ebû Bekir başlangıçta küçük bir azınlığa karşı koyarken, şimdi kalabalık
ordulara karşı koymak durumunda kaldı…
Fitne
Bahreyn'e, Umman'a ve el-Mehara'ya sıçradı… Onlar da şairlerinden birine ait şu
şiiri kendilerine slogan yaptılar:
Aramızda olduğu sürece Resûlullah'a
itaat ettik
Ey Allah'ın kulları, Ebû
Bekir de kim oluyor?!
Fakat
Allah'ın yeryüzünde öyle adamları vardır ki musibetler onların ellerinde
nimetlere, belalar sevince dönüşür…!!
İşte
Ebû Bekir de bunlardan biridir…!!
İslâm'a her yönden yönelen bu
musibet ve belalar, İslâm'ın insan gücünün zayıflamasına yol açtı… Bunun üzerine
bu hikmetli adam, derhal harekete geçerek, bunların yol açtığı açık ve gedikleri
kapadı, İslâm saflarında ortaya çıkan zayıflık ve kopmaları, kenetlenme
ve iktidar durumuna dönüştürdü…
Bu
musibetler birbiri ardınca geldiği zaman Ebû Bekir'in bu ümmetin sancağını
taşıyor olması gerçekten büyük nimet ve mutluluktur…
Allah'ın rahmeti ve kendisini başarıya
ulaştırması ile bu büyük adam, koskoca imparatorluklara meydan okuyabilecek
çapta tehlikelerin üstesinden gelmeyi başardı… Henüz gelişmekte olan bu din,
söz konusu tehlikeler karşısında küçücük bir lokma mesabesindeydi…
Bu
sıkıntılı ve zorlu günler, Resûlullah'tan sonra İslâm'ın en ulu, en bereketli,
gelecek için en hayırlı günleriydi…
Sahtekârların
yüzlerinden maskeleri düştü ve içlerinde sakladıkları kin ve düşmanlık açığa
çıktı… Tutuşturulan mübarek ateş ümmetin tarafında yer aldı, Müslüman bünyedeki
tüm pislikleri ve sahteleri yakıp temizledi… Ebû Bekir'in imanı nelere kadir olduğunu
gösterdi. Sadece zorlukları aşma kabiliyetini göstermekle kalmadı; aynı zamanda
bütün dünyaya imanın ne değerli bir cevher olduğunu da öğretti…
O
Allah'ın hak olduğuna, İslâm'ın hak olduğuna, Resûlullah Muhammed'in hak olduğuna
iman etmişti… Bu iman varken durması veya tereddüt göstermesi mümkün değildi…
Resûlullah
(s.a.v.), onları gecesi gündüzü gibi aydınlık olan bir yolda bıraktı…
Resûlullah'ın Halifesi Ebû Bekir de bu miras üzeredir. Yapması gereken tek şey;
Resûlullah'ın bugün yaşasaydı yapacağına inandığı şeyleri yapmaktır.
Hakkın
sancağını indirmeye, Allah'ın nurunu söndürmeye çalışan bu sahtekarlar
karşısında Resûlullah sessiz kalır mıydı..?
Kaldı
ki bu insanlar, mantıklarının isabetsiz olmasının yanı sıra mantıklarıyla
ortaya çıkmamışlar, aksine silaha sarılarak Medine üzerine yürümüşlerdir…
Öyleyse
o da Resûlullah'ın yapacağı şeyi yapacaktır…
Bundan
dolayı adalet üzere güçlerini her taraftaki asilerin üzerine göndermiş, ordusu
fitnecilerin karargâhlarını ve gizli illegal kaynaklarını yerle bir etmiştir… Özellikle Fars ve Rum devletlerinin sıçrama
noktaları, komplo merkezleri olarak seçtikleri Şam ve Irak'ta bu yapılmıştır…
Şam'da,
Dûmetülcendel bölgesinde İslâm orduları, hidayete, adalete
ve güvene susamış halklarla karşılaştı…
Yeni
dinin varlığına son vermek için silah kuşanan mürtedler hani neredeler..?!
Müseyleme,
Tuleyha ve Secâh, hani ordularıyla neredeler..?!
"Ey
Allah'ın kulları, Ebû Bekir de kim oluyor?!" diyerek nakarat tutan ve
silahlarıyla danslar edenler hani neredeler..?!
Bir kasırganın ardından geride kalan döküntüler gibi
darmadağın oldular, hakkın önünde duramadılar… Bu sefer dillerinde şu nakarat
vardı:
Hey
Ebû Bekir'in atı gelmeden beni sulayın..!
Belki
ölümümüz yakındır da haberimiz yoktur
"Ebû
Bekir'in atı"..?!
Hakkı
batıla boyun eğdirmeye çalışanların kulaklarında bu söz, ölümün kopan gürültüsü
gibi oldu…
* * *
Ebû Bekir'in şahsiyet denizini yararak ilerleyen
hangi yüce inkılaptır bu…!
Doğrusu
bu bir inkılap da değildir… Ebû Bekir'in kişiliği her ne kadar alışılmışın üstünde
bir durum sergilese de onun için acayip ve tuhaf bir şey değildir…
Onun
karakteri, ömrünün erken yaşlarında olgunlaşan ve kemale ulaşan ve gelecekte de
bir taşkınlık ve gariplik göstermeyen karakterlerdendir… Gelecek onun için
sadece engin ufuklarda özelliklerinin, üstünlüğünün ve gücünün açığa çıktığı
doğal bir süreçtir…
Yumuşak
huylu Ebû Bekir, hayat elbisesini giydiği günden beri o güçlü Ebû Bekir'den
başkası değildir…
Onun
halife olduğu günlerde kendini gösteren sarsılmaz kuvveti, Resûlullah'ın sağlığında
sahip olduğu kuvvetin ta kendisidir…
Fakat
Resûlullah'ın sağlığında o arka planda durmuş, tanınmamaya gayret etmiştir…
Ama
Resûlullah'ın vefatından sonra -istemiş olsun veya olmasın- olaylar sahnesinin
birinci ve başkahramanıdır. Artık olanlar karşısında kendini ve meziyetlerini
gizlemesinin imkânı kalmamıştır… Çünkü taşıdığı sorumluluk onu bütün safların
en önüne alıp koymuştur…
Böylece
İslâm,
bu mübarek evladının meziyetlerini çok açık bir surette görme imkânını elde
etmiştir.
Halife
olarak sorumluluklarının üstesinden geldiği kuvvet ve metaneti, bu
sorumlulukların altına girmeden önce de mü'min olarak sahip olduğu kuvvet ve
metanetin aynıydı…
İslâm'ın ilk günlerinde, ne zaman
Resûlullah'ın bir eziyete maruz kaldığını işitse derhal koşuyor ve kendini feda
ederek Resûlullah'ı o sıkıntıdan kurtarıyordu…
Hicret
günlerinde bu böyleydi… Kureyş'in bütün imkân ve güçlerini seferber ederek
izini süreceklerini kesin olarak bilmesine rağmen Resûlullah'a yol arkadaşı olmaktan
son derece sevinç duymuştu…
Uhud
Savaşı'nda aynı şey söz konusuydu… O gün okçular, Kureyş'in yenilgiye
uğradığını sanarak, Resûlullah'ın emrine muhalefet edip dağın en üst noktasındaki
yerlerini terk etmişlerdi. Bunu gören
Kureyş ordusu geri dönmüş ve Müslümanlara sıkıntılı anlar yaşatmışlar, onları
hezimete zorlamışlardı… Savaş alanı müşriklerin ne denli vahşi olduklarını
gösteren şehit cesetleriyle dolmuştu…
O
gün Resûlullah (s.a.v.) Ebû Bekir'i tek başına kılıcını çekmiş düşmanlara doğru
koşarken gördü. Yüksek sesle ona şöyle seslendi:
"Ey
Ebû Bekir! Kılıcını kınına sok. Sana bir zarar gelip de yokluğunla bizi üzüntüye
boğma…"
Resûlullah
Ebû Bekir'e tekrar seslenerek, geri dönmesini emretti; Ebû Bekir de döndü. Zira
onun Resûlullah'ın emrine aykırı hareket etmesi mümkün değildi… Şayet iş ona
bırakılmış olsaydı, o şevkle şehâdete koşacaktı…!!
* * *
İşte
bu Ebû Bekir'in iç dünyasının, imanın derinliklerinden alıp beslendiği güven
dolu kuvvetiydi…
O
özgür bir insandı. Aldığı terbiye ve kendisini kuşatan çevre ona en üstün
meziyetleri kazandırmıştı…
Onun imanı, dinin emrettiği bir konuda asla
isyan etmeyip, kendisini kurtların paramparça etmesini isteyebilecek kadar
dürüst ve yüceydi…
Halife
olduktan sonra ve olmadan önceki onun parlak yaşamı, kuvvet, emanet ve isabetli
değerlendirmede tek örnekti…
Zira Allah ona, istikamet üzere olan sağlam
bir karakter ve sarsılmaz bir iman bahşetmişti…
Bu
adamın imanı, O'nu görüyormuşçasına kulluk etme şuur ve bilinci içinde Allah'a
teslim olmuştur…
Hayatını
imanına adadı…
Zamanın
sorumluluklarını takva, emanet ve basiret içinde taşıdı…
N
SİZİN HAYIRLINIZ OLMADIĞIM HÂLDE…
Bu,
Allah'tan yardım gören başarılı adam…
Hakim
olarak hayatını nasıl yaşadı ve halife olarak rolünü nasıl yerine getirdi…?
Seyyid
olarak doğan ve seyyid olarak yaşayan bu kimse…
Her
tür meziyete ve fazilete sahip bu kişi…
İslâm'ı kaçınılmaz bir
tehlikeden koruyan ve ona eski canlılık ve dayanıklılığını tekrar kazandıran
şahıs…
Kisra
ve Kayser'in burçlarının ayaklarının altına serildiği, bütün eski dünyanın
önünde tarumar olduğu adam…
Halifelik
makamı, onun özünü ya da yaşam biçimini değiştirdi mi..?
Zaferlerinin
karşısında alçak gönüllüğünü ve faziletlerini unuttu mu?
Halife
olarak halkın tepesinde mi yaşadı..?
Yoksa halkın içinde onlardan biri gibi mi
yaşadı..?
Onunla
yolculuğumuza devam edelim ve görelim…
Halifeliğinin
ilk anlarından başlayalım…
İşte
o, yüzünü Resûlullah'ın (s.a.v.) minberine doğru çevirmiş, hayâ ve edep içinde
yürüyor. Bu, üzerine çıkarak Resûlullah'ın insanları hidayet ve hak dine çağırdığı
minberdir…
İşte
o Ebû Bekir (r.a.)… Ona ilk defa çıkıyor…
İki basamak
çıkıyor, sonra oturuyor. Bütün basamakları çıkmayı kendine hoş görmüyor…
Resûlullah'ın
oturduğu yere oturmayı kendine kabul ettiremiyor..!!
İşte
o Ebû Bekir… İnsanlara dönmüş, onlara yönetim esaslarını ve anlayışını
açıklıyor:
"İnsanlar…!!
Ben
sizin hayırlınız olmadığım hâlde sizin başınıza idareci olarak getirildim…
Şayet
iyi bir yönetim ortaya koyacak olursam, bana yardımcı olunuz…
Kötü
bir yönetim ortaya koyduğumda da, beni düzeltiniz…
Sizin
aranızda zayıf olan, onun hakkını güçlüden alıncaya kadar benim yanımda güçlüdür…
Sizin
aranızda güçlü olan da ondan zayıfın hakkını alıncaya kadar benim yanımda
zayıftır.
Ben
Allah'a ve O'nun Resûlüne itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz.
İsyan
ettiğimi görürseniz, bana itaat etmek zorunda değilsiniz…"
* * *
Tarih
boyunca devlet başkanlarının yönetimleri süresince yaptıkları anlaşmaların ve
siyasî açılış konuşmalarının çokluğuna rağmen bunların içinde bunun benzeri bir
hikmet ve ölçüt olmadığını görüyoruz...!!
Onun
bir an bile bu tavrından vazgeçmemesi ve zerre kadar ondan ayrılmaması, bu
üstün duruşa daha bir güzellik ve yücelik katmıştır…!!
Ebû
Bekir bu olağanüstü sözleriyle, güven ve doğruluk üzere, güvenilir devlet
başkanının sorumluluklarının neler olduğunu ve erdemli yönetim ve hükümetin
özünde ne bulunduğunu öğretiyordu.
"Ben
sizin hayırlınız olmadığım hâlde sizin başınıza yönetici olarak
getirildim…"
Allah'ım!
Bu, söze ne harika bir giriş…!!
Bu
söz, devlet başkanını olduğundan farklı görmeye ve onu olduğundan daha fazla yüceltmeye
çalışanların gönüllerinden her türlü kuşku ve tereddüdü alıp götüren bir
sözdür…!!
O
bu sözüyle, devlet başkanlığı makamının, bir üstünlük ve ayrıcalık olmadığı,
aksine her seviyesinde meşakkat, sıkıntı ve ağır bir sorumluluğun bulunduğu bir
kamu hizmeti olduğu gerçeğini gönüllere yerleştirmek istiyordu.
O
bu konuşmasıyla herkese duyuruyordu ki:
Devlet
başkanlığı makamı, bir üstünlük sebebi değil; görevdir.
Ululuk
vesilesi değil, meslektir.
Devlet
başkanı ümmetin içinde herhangi bir "fert"tir… Ama "ümmet",
fert içinde değildir.
"Ben
sizin hayırlınız olmadığım hâlde sizin başınıza yönetici olarak
getirildim…"
Doğru…
O
onların en hayırlıları değil; çünkü o devlet başkanı…
Fakat
o onların en hayırlısı; çünkü o, hikmet sahibi birisi… Çünkü o, sadakatin,
imanın, güvenilirliğin ve onu iki kişinin ikincisi yapan olgunluğun kendisinde
bolca bulunduğu Sıddîk'tır.
Bu
sözleri söylemek en çok kime yakışmaktadır…?
Kim
bu makama… devlet başkanlığı makamına…
Ancak
ümmetinin yüceliğine denk bir yüceliğe sahip olabileceğini…
Ancak
ümmetinin özgürlük ve bağımsızlığı oranında özgür olabileceğini…
Ancak
ümmetinin onur ve gücüne denk bir saygınlık ve kuvvete sahip olabileceğini…
Ve yine ancak halkının teneffüs ettiği güven
ortamına eşit bir güven ortamında bulunabileceğini tam olarak kavramış ondan
daha lâyık ve ehil olabilir?
Ona
göre bunları sağlamanın yolu, halkın nazarında kendi değerini belirlemekten geçmektedir.
O, vatan ve devlet başkanı için ümit edilen her türlü hayır, adalet ve
doğruluğun biricik garantisinin bu olduğunu çok iyi bilmektedir…!!
"Ben
sizin hayırlınız değilim…"
"Şayet
iyi bir yönetim ortaya koyacak olursam, bana yardımcı olunuz…"
"Kötü
bir yönetim ortaya koyduğumda da, beni düzeltiniz…"
Ebû
Bekir'e göre, halkın görevi de işte bunlardır.
Bu
görev, halkın, devlet başkanlarıyla olan ilgi ve alâkalarının özü ve mayasıdır.
Devlet
başkanının kendisine ve sorumluluklarını yerine getirmesine yardımcı olmak…
Bu
ise halk, devlet başkanına karşı ileri görüşlü bir ortak gibi davranıp, kör bir
itaatkâr gibi hareket etmekten vazgeçmedikçe mümkün olmaz…
İyi
bir yönetim ortaya koyacak olursa, ona yardımcı olacaklar… Kötü bir yönetim
ortaya koyduğunda da onu düzeltecekler.
Ebû
Bekir bu giriş sözlerinden sonra hukukun üstünlüğü konusuna değiniyor ve üzerine
basa basa şöyle diyor:
"Sizin
aranızda zayıf olan, onun hakkını güçlüden alıncaya kadar benim yanımda
güçlüdür…
Sizin
aranızda güçlü olan da ondan zayıfın hakkını alıncaya kadar benim yanımda
zayıftır.
Ben, Allah'a
ve O'nun Resûlüne itaat ettiğim sürece bana itaat ediniz…
İsyan
ettiğimi görürseniz, bana itaat etmek zorunda değilsiniz…"
* * *
Bu
ne muazzam bir doğruluk… Bu ne güzellik…!!
Allah'a
iman etmiş bir topluluğun ortasında, bütün bu üstün özelliklere sahip bir adam…
Bu insanların kendi yanında ve yardımında olmasını ısrarla isteyerek halifelik
görevine başlıyor… Onlar da onunla aynı haklara sahip olacaklar ve onunla aynı
görevleri omuzlayacaklar…!!
Evet…
O gerçekten yüceydi, hem de ne yüce…!! Söz ve davranışlarıyla halka bir şeyi
öğretiyordu: O bir şeyde onlardan geridir ve bu şey, fazilet, görüş, kendine
güven, hak ve doğru olanda sebattır. Bu konularda onlara daima ve ısrarla
ihtiyacı olacaktır…
* * *
Çok
arzulu ve istekli olmadığı hâlde halife, halifelik makamını kabul etti… O çetin
günlerde bu kesin sorumluluklar olmasaydı, çok uzak bir köşeye çekilir,
insanların elde etmek için birbirlerini öldürdükleri bu makamdan olabildiğince
kaçardı.
"Allah'a
yemin ederim ki, bir gün bile emir olmayı aklımdan geçirmiş değildim. Allah'tan
gizli ve açık dualarımda hiçbir zaman bunu istemedim."
Bunları
söylerken o gerçekten doğru söylüyordu.
Evet,
o gerçekten baş-lider olmaya düşkün ve istekli biri değildi…
Şayet
bu görevden uzak durduğunda, dininin ve imanının kendisine yüklediği
sorumluluklardan kaçmış olacak olmasaydı, elbette o çoktan ortalıktan
kaybolurdu…
Mürtedlerin
ateşlediği fitneyi kökünden kurutunca, gerçekten bu görevden uzaklaşmaya
çalıştı.
Bir gün Hz.
Ömer (r.a.) onu evinde ziyaret etti. Ebû Bekir'i ağlar bir hâlde buldu.
Ömer'i
yanı başında görünce sanki kurtuluş gemisini bulmuşçasına ona yapıştı.
"Ey
Ömer, devlet yönetiminde bana ihtiyaç yok…" dedi.
Ömer,
ona sözlerini tamamlama fırsatı vermeden şöyle konuştu:
"Nereye
kaçıyorsun..? Vallahi kesinlikle seni görevden almayacak ve senin istifa isteğini
de kabul etmeyeceğiz…!!"
Şimdi,
onun hayatından bazı canlı kesitlere biraz daha yaklaşalım… Halife, göreve
getirildiği gün yaptığı konuşmayı pratiğe geçiriyor…
Sadece
İslâm'ın değil… Bilakis tüm hayatın bu mübarek, yüce evlâdını biraz daha
yakından izleyelim…
Bu
muhteşem devlet adamının, bütün halkın yaşamını afiyet, esenlik, şefkat,
güzellik ve güvenle dolduruşunu seyredelim…
Takdir-i
ilâhî, onun hukuka ve hakka bağlılığını sınayan bir fitneyle onu imtihan
etmektedir.
Resûlullah'ın
kızı Fatıma ve Resûlullah'ın amcası Abbas Ebû Bekir'in huzurundadırlar. Ondan
vakt-i zamanında bir ganimet paylaşımında Resûlullah'ın payına düşen küçük
araziyi istemektedirler. Resûlullah (s.a.v.), bu arazinin ürününün bir
miktarını Fatıma'ya ve bazı ehlibeytine verir, geri kalanını da ashabından
fakir olanlara paylaştırırdı.
Şimdi,
Resûlullah'ın (s.a.v.) vefatından sonra Fatıma, bu arazinin, babasından
kendisine miras kaldığını düşünerek, Ebû Bekir'e gelmiştir. Ondan bu araziyi
kendisine vermesini istemektedir.
Ebû
Bekir (r.a.) ona ve Abbas'a (r.a.) şöyle der:
"Ben
Resûlullah'ın şöyle dediğini duydum: "Biz peygamberler topluluğu,
ardımızda miras bırakmayız. Bizden geriye kalan her şey sadakadır." Şimdi
ben, Resûlullah'ı yaparken gördüğüm hiçbir işi terk edecek değilim, onu aynen
yaparım. Onun bu işlerinden birini bile terk edecek olursam, sapıtmış olmaktan korkarım…."
Ebû
Bekir korunup gözetilmeye en lâyık insanın, Resûlullah'ın kızı olduğunu ve
Resûlullah'ın onu ne kadar çok sevdiğini ve tercih ettiğini elbette bilmektedir.
Fatıma'nın,
kocasının ve çocuklarının bu küçük araziye ne çok ihtiyaçları olduğunu da
bilmektedir…
Bu
sebeple o, Resûlullah'ın kızına "hayır" demektense, neşe içinde her
türlü sıkıntıya girmeye razıdır.
Fakat
buna rağmen, ona bu sözü söyledi…!!
Çünkü
o, Resûlullah'a, onun dinine ve yoluna iman ettiği vakit Resûlullah'ın yolu
onun için kanun olmuştu. Onun kanuna olan imanı, Allah'a ve Resûllah'a olan imanından
asla ayrılmaz.
Resûlullah
(s.a.v.), "Biz peygamberler topluluğu, ardımızda miras bırakmayız."
buyurmuştur.
Öyleyse
bu, dinin iman edilmesi gereken esaslarından biri olmuştur: Hiçbir peygamber
ardında miras bırakmamıştır.
Böylece
o kendisini iki sadakat ve bağlılık arasında bulur:
Resûlullah'ın
en çok sevdiği kişi olan kızının şahsında Resûlullah'a olan sadakat ve
bağlılığı ile…
Yine
Resûlullah'ın koymuş olduğu kanuna olan sadakat ve bağlılığı.
Fakat
tereddüt edecek, bocalayacak değildir…
O,
sıradan halkın imanına değil; dâhî insanların imanına sahiptir…
Bu
her tür yakınlık ve iltifat karşısında kararlılığından ödün vermeyen imandır…
Hz.
Fatıma (r.anha), Ebû Bekir'in (r.a.) cevabını duyunca yüzünü üzüntü ve acı
kapladı.
Ebû
Bekir, onun Resûlullah'a itaatte en ileri olanlardan olduğunu ve asla onun
emrine karşı gelmeyeceğini biliyordu… Fakat Resûlullah'ın böyle bir söz
söylemiş ve böyle bir kanun koymuş olabileceği hususunda Fatıma'nın tereddütleri
vardı.
Bunun
üzerine Ebû Bekir, Ömer'e, Talha'ya, Zübeyr'e, Sa'd bin Ebû Vakkas'a ve
Abdurrahman binAvf'a haber gönderip, onları da bu iş için çağırdı. Fatıma'nın
önünde onlara sordu:
"Göklerin
ve yerin, emriyle varlık bulup süregeldiği Allah'ın adına bize söyleyin:
Resûlullah'ın,
"Biz peygamberler topluluğu, ardımızda miras bırakmayız. Bizden geriye
kalan her şey sadakadır." buyurduğunu bilmez misiniz?"
Fatıma,
yeni bir kanıtla halifeye itiraz eder ve şöyle der:
"Sen
de biliyorsun ki, Resûlullah o araziyi bana sağlığında hibe etmişti. O arazi
miras sebebiyle değil; hibeden dolayı bana aittir."
Ebû
Bekir bu itiraza şöyle cevap verdi:
"Evet,
biliyorum… Fakat ben Resûlullah'ın, ihtiyacınızı görecek kadar miktarı sizlere
verdikten sonra bu arazinin geri kalan ürünlerini fakirler, yoksullar ve yolda
kalmışlar arasında paylaştırdığını gördüm… Bu demektir ki, Resûlullah (s.a.v.),
bu arazinin ürünlerinde fakirlerinde her zaman hakkının bulunmasını arzu ve
murad etmiştir."
"Bırak
da bu arazinin kullanımı bize ait olsun. Resûlullah'ın zamanında olduğu
uygulama üzere devam edelim."
"Bunu
doğru bulmuyorum. Çünkü ben, Resûlullah'ın vefatından sonra idareci olarak
başınıza getirildim. Bu sebeple ben, Resûlullah'ın yaptığı gibi yapmaya sizden
daha fazla hak sahibiyim..!!"
Halifeliğinin
ilk dönemlerinde Ebû Bekir'in karşı karşıya kaldığı bu imtihanı, hakka ve
kanuna olan imanının nasıl binbir meşakkat ve sıkıntıyla aştığını Ebû Bekir'den
başkası bilemez…
O
bu imtihanda büyük bir zafer kazandı…!!
* * *
Ebû
Bekir'in hukuka olan saygısı, yönetim sorumluluğunu birlikte yerine
getirdikleri insanlara olan saygısıyla bütünleşmiştir, bu ikisini de
birbirinden ayırmak mümkün değildir.
Ebû
Bekir, kendisinden daha önce bir miktar söz ettiğimiz komutan Üsame'yi
uğurluyor. Bu ordunun askerlerinden biri de Hz. Ömer'dir.
Ebû
Bekir, Ömer'in Medine'de hilâfet merkezinde kalmasını çok istiyordu…
Müslümanların halifesi sıfatıyla çıkaracağı bir kararla bunu pekâlâ
yapabilirdi. Fakat böyle bir davranış, atanmış yetkili bir memurun görüşü alınmadan,
kendi bildiğini okumak anlamına gelecektir. Kaldı ki bu memur, görevini en iyi
biçimde tamamlayabilmek için yakınında birtakım garantörlerin de bulunmasını
istemektedir.
Bu
garantörlerden bir tanesi, bu memurun tam bir otorite ve yetkiyle donatılmış
olmasıdır.
Bu
durumu çok iyi bilen Ebû Bekir, ordu komutanı "Üsame"ye yaklaştı.
Ondan fısıltılı bir sesle şunu rica etti:
"Ömer
bin Hattab'ı bana bırakmaya ne dersin? Onun benimle kalmasının çok daha faydalı
ve iyi olacağını düşünüyorum."
Üsame
bu ricayı derhâl kabul etti…
Hâlbuki
Ebû Bekir, bunu iltifat veya alçak gönüllük olsun diye yapmamıştı.
O
bunu görevi gereği yapmıştı…
Şayet
Üsame o gün, "Hayır!" deseydi, bu karara muhalefet etmesi veya kendi
yetkili memuruna danışmadan Hz. Ömer'i yanında alıkoyması halifeye yakışmayacaktı…!!
* * *
Üstün
bir yönetim ve ulu bir devlet başkanı görmek isteyen kimse, halife seçildiği
günün ertesi sabahında Ebû Bekir'i izlesin… İşte evinden çıkıyor… Omzuna epeyi
miktarda elbise yüklemiş, gidiyor…
Yolda
Ömer (r.a.) ve Ebû Ubeyde bin el-Cerrâh'la (r.a.) karşılaşıyor. İkisi soruyor:
"Ey
Allah Resûlü'nün halifesi nereye?"
"Çarşıya…" diye cevaplıyor.
Bu
kez Ömer:
"Sen
Müslümanların devlet başkanısın, senin çarşıda ne işin olabilir?" diyor.
Ebû
Bekir, Ömer'e:
"Ailemi
nasıl geçindireceğim…?!" karşılığını
veriyor.
Başına
getirildiği halifelik makamı, bu yüce şahsiyette en küçük bir kibir ve gurura
sebep olmuyor. Yaşam tarzını ve seviyesini değiştirme yönünde onda en küçük bir
istek ve arzuya yol açmıyor.
Bunun
üzerine Ömer şöyle diyor:
"Gidelim
de devlet hazinesinden sana bir miktar maaş belirleyelim."
Hep birlikte mescide
gidiyorlar… Resûlullah'ın tüm ashabı da mescide çağrılıyor… Hz. Ömer, kendi
işlerinden feragat edip devlet yönetimine zaman ayırdığı için halifeye maaş
bağlanması yönündeki düşüncesini dile getiriyor…
Orada ona ancak geçinmesine
yetecek miktarda bir maaş belirlediler… Günlük olarak bir koyunun birazı ile
yıllık
Allah, Müslümanlara rahatlık
ve bolluk kapılarını açıp da Şam ve Irak mahsulleri Medine'ye akmaya başlayınca
kadar Ebû Bekir ve ailesi bu maaşla geçindiler.
Ebû Bekir, sadece zahidliği
gereği kanaatkâr davranmıyordu. Bunun ötesinde onun kanaatkârlığı, hayat
felsefesinin bir parçasını oluşturuyordu…
O helâl lokmayı kutsal
biliyor, şüpheli en küçük bir kırıntının bile midesine gitmemesi için oldukça
titizlik gösteriyordu…!!
Ona göre, helâlinden
beslenmenin yolu, israf edecek derecede bol nimete kavuşmak değildi. Çünkü bir
yerde israf varsa, orada gayrimeşru yaşamın yolları açılmış demektir.
"Muhammed"in
(s.a.v.) halifesi Ebû Bekir, mürşidi ve peygamberi Muhammed'den (s.a.v.)
gördüğü üzere, midesine şüpheli bir tek lokma gitmektense, karnına iki büyük
kaya parçası bağlamayı tercih etmişti…!!
İmam Buhârî'nin,
"Sahîh"inde naklettiğine göre, Resûlullah'ın halifesinin bir erkek
hizmetçisi vardı. Bu hizmetçi bir gün ona yiyecek bir şeyler getirdi. Halife
Ebû Bekir, getirilenlerden yedi. Yemeyi bitirince hizmetçisi ona:
"Ey Resûlullah'ın
halifesi, bunun ne olduğunu biliyor musun?" dedi.
Bunun üzerine Ebû Bekir:
"Nedir?" diye sordu.
Hizmetçi:
"Ben
cahiliye döneminde bir adamın falına bakmıştım. Hâlbuki falcılıktan da hiç
anlamazdım; adamı aldatmıştım… O adamla bugün karşılaştık da bana bu yediklerini
verdi."
diye cevapladı.
Bu
cevap üzerine Ebû Bekir, elini ağzına soktu, derken yediklerinin tamamını kustu.
"es-Safve"
kitabının yazarı bu olayla ilgili olarak şunları kaleme almış:
Bunun
üzerine çevresindekiler Ebû Bekir'e:
"Allah
sana acısın… Sadece bir tek lokma için bunu yapmaya ne gerek vardı?" diyerek itiraz ettiler.
Ebû
Bekir onların bu itirazlarına şu cevabı verdi:
"Allah'a
yemin ederim ki, şayet bu bir tek lokma, canım çıkmadan midemden çıkmayacak
olsaydı bile canımı verir, o lokmayı yine de çıkarırdım. Çünkü ben
Resûlullah'ın şöyle buyurduğunu işittim:
"Haramla
beslenmiş her bedene en çok yakışan ateştir."
Ben
de bu lokma sebebiyle bedenimin az da olsa haramla beslenmiş olmasından korktum."
* * *
Devlet
hazinesinden, toplumun geleneğine göre kendisine ve ailesine yetecek miktardan
fazlasını almama hususunda son derece titizdi. O halife olduğu hâlde devlet
hazinesine asla elini uzatmadı… Kendisi ve ailesinin yediği dövülmüş hububat
türü yemekten başka dünyanın lezzetlerine yönelmedi… Giydiği sert ve kalın
elbiselerinden başka elbiselere sahip olmadı…
Bütün
bunlara rağmen vefatından az önce kızı Hz. Aişe'yi (r.anha) yanına çağırdı ve
ona şöyle dedi:
"Halifelik
görevine getirildiğinden bu yana Ebû Bekir'in edindiği mal varlığını tespit
edin ve bunlardan geriye kalanları devlet hazinesine iade edin."
Dudaklarında
bu kelimeler sürekli döküldüğü hâlde Ebû Bekir'in tertemiz ruhu yaratıcısına
yükseldi.
Ebû Bekir'i bu denli
kaygılandıran bu mal acaba neydi…?!
Halife olduğu dönemde
edindiği serveti neden ibaretti ki, bu servete sahip olarak Rabbine kavuşmaktan
bu denli korkuyordu…?!
İyi bakın…
Ebû Bekir'in vefatının hemen
sonrasında kızı Aişe, babasının sözünü ettiği servetini topladı ve onlar beraberinde
olduğu hâlde yeni halife Hz. Ömer'e biat etmeye gitti. Babasının vasiyetini yerine
getirmek için yaptı bunu. Ebû Bekir'in servetini Halife Ömer'in önüne koydu.
Önüne konulanlar karşısında Ömer gözyaşlarını tutamayıp, hıçkırarak ağlamaya
başladı:
"Allah, Ebû Bekir'e
merhamet etsin… Kendisinden sonra gelecekler için çok zor bir duruş ortaya
koydu…"
Ömer, bu sözleriyle, Ebû
Bekir'in, kendisinden sonra gelecek hiçbir halifenin benzerini ortaya
koyamayacağı, oldukça ileri ve üstün bir tavır ve tutum sergilediğini söylüyordu.
Peki, Ebû Bekir'in serveti
önüne konulduğunda Ömer'i bu denli ağlatan neydi..?!
Bu akılla anlaşılabilecek bir
durum değildir…
Bütün servetini İslâm'ın
uğrunda kullanmış olan bu adamın…
Kendi devlet başkanlığı
günlerinde Şam ve Irak hazinelerinin hilafet
merkezine akmaya başladığı halifenin…
Vefatından sonra geriye
bıraktığı terekesi…
Ebû Bekir'in ardında
bıraktığı ve ısrarla devlet hazinesine iade edilmesini istediği miras…
İşte orada…
* Üzerinde suyunu taşıdığı
* Hayvanından sütünü sağarken
kullandığı
* Delege ve heyetleri
karşılarken giydiği
"Ben sizin hayırlınız
değilim."
Bu büyük ve üstün insan, bu
sözü hayatının ve yönetiminin sloganı yapmıştı.
O elbette bu sloganı, sadece
alçak gönüllüğünden ileri gelen bir davranışla tekrarlamıyordu. O bu sloganla
kendi öz ve mayasını ortaya koyuyor ve bu sloganı, davranışlarını belirleyen
ilkelerin tepesine yerleştiriyordu.
O
gerçekten kendisini hiç kimseden hayırlı ve üstün görmemişti.
Allah
onun hakkında şu âyetleri indirdi:
"Eğer
siz ona (Resûlullah'a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım
etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebû Bekir ile birlikte
Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı…"[13]
O, İslâm gelmeden önce Kureyş'in ileri gelen şahsiyetlerinden
biriydi.
Müslüman
olduğu andan itibaren de Resûlullah'ın yanında yer aldı ve bu süre içinde kimse
onun aleyhinde olamadı.
Zenginliğinin
zirvesindeyken Müslüman oldu. Fakat ne kendisi ve ne ailesi için bir tek dirhem
bile biriktirmedi. Bütün servetini Allah'ın dini uğrunda kullandı. Köleleri
azat etti, kendi canı çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirdi.
Resûlullah da onu mescide açılan tüm kapıların kapatılıp sadece bir tek kapının
açık bırakılmasını emrederek onurlandırdı… Bu, Ebû Bekir'in kapısıydı.
Resûlullah
(s.a.v.) kendi şahsî işi için asla kimseye kızmazdı… Ama Ebû Bekir'in şahsına
yönelik en küçük bir kötü girişime sessiz kalmıyor, derhal tepki gösteriyordu…
Resûlullah
(s.a.v.) cemaate namazı kıldırması için kendi yerine onu geçirdi ve bunda ısrar
etti.
Resûlullah'tan
sonra da Müslüman halk, halife ve devlet başkanı olarak ona biat etti.
Çetin
mücadelelere sahne olan dinden dönme hareketiyle karşı karşıya kaldı ve Allah
bu fitne karşısında ona kesin bir zafer ihsan etti…
Atının
nallarının ve askerlerinin ayakları altında, Bizans ve İran kalelerinin birer
birer ezildiğini gördü… Bütün eski dünyanın, kendi muzaffer sancağı altında yok
olmaya doğru gittiğine şahit oldu.
Bütün
bu gördükleri ve yaşadıkları bir an bile onu herhangi bir kimseden hayırlı
olduğu düşüncesine götürmedi…!! Her zaman sağ eliyle kalbini tutuyor ve
Resûlullah'ın şu duasıyla dua ediyordu:
"Ey
kalpleri evirip çeviren Allah'ım! Kalbimi dininde sabit kıl."
Bütün
insanlığa yetecek böyle bir imanın sahibi bu insan, kalbinin haktan başka yöne
kaymasından korkuyordu…
Bundan
dolayı gözyaşları içinde şöyle diyordu:
"Keşke
budanıp kesilen bir ağaç olaydım..!!"
Allah
katındaki üstün makamı kendisine hatırlatıldığında ise:
"Allah'a
yemin ederim ki, ayaklarımdan biri cennette olsa bile ben Allah'ın tuzağından
emin ve güvende olamam." diyerek karşılık veriyordu.
Onun,
"Ben sizin hayırlınız değilim." sözü, kendi karakter ve derin
anlayışına güvenen bir ifadenin ürünüydü…
O
bunun içindir ki, her türlü üstünlük ve gurur davranışından olabildiğince uzak
duruyordu.
* * *
O
böylece hayatını üstün bir çizgide sürdürerek, bu prensibi hayata geçirerek
yaşadı.
Büyük
bir servete sahip olduğu gün kendi kendine sordu:
"Müslümanlar
bu derece yoksulluk içinde bulunurlarken bu zenginlik bana niçin veriliyor? Ben
onlardan hayırlı olduğum için mi?"
Sonra
bu soruyu yine kendi cevapladı:
"Hayır,
ben onlardan hayırlı değilim… Öyleyse hep birlikte bu zenginlik ve servetten
eşit seviyede faydalanalım…"
O
bu anlayışla tüm malını Allah'ın dini uğrunda tüketti. Nihayet yine cömertçe
harcadığı bir gün Allah Resûlü ona şöyle sordu:
"Ey Ebû Bekir, geride
ailene ne bıraktın?!"
"Onlara Allah'ı ve
Resûlünü bıraktım." diye cevap verdi Ebû Bekir.
O halife olup, son derece
rahat ve lüks bir yaşamın kapılarını kendisine açacak muazzam bir zenginliğe
tanık olunca devlet hazinesinden, asgarî yaşamın gerektirdiği miktardan fazla
maaş almayı reddetti. Sıradan herhangi bir aile bile, Ebû Bekir ailesinin
sahip olduklarının tümüne sahipti.
Yine kendisine sordu:
"Niçin hak ettiğinden
daha fazla maaş alsın ki?! Kendisi diğer insanlardan daha mı hayırlı ki
kendisini onlardan ayrıcalıklı tutsun ve daha fazla maaş alsın?!"
Yine sorusunu kendisi
cevapladı:
"Hayır, hiç kimseden
hayırlı değilim… Öyleyse toplumdaki sıradan bir vatandaş gibi
yaşamalıyım."
Oysa o halife olmadan önce
geliriyle doğru orantılı bir yaşam standardına sahipti… Bol kazanç ve refah içinde
bir yaşam…
Ebû Bekir ve ondan sonra Ömer
el-Faruk, hilâfet makamına geldiklerinde eşine az rastlanır bir duruş ve yönetim
sergilemişlerdir…
Nerede..?
Kelimenin tam anlamıyla yeni
bir toplum içinde… Dünyanın kapılarını çalan, her tarafta zafer bayrakları
dalgalanan yeni bir toplumda…
Bu durumdaki bir toplumun
yöneticilerinde ne kadar zühd ve vera sahibi olurlarsa olsunlar bir miktar
kibir ve lüksün bulunması kaçınılmazdır…
Fakat bunların hiçbiri asla
olmadı… Aksine tam tersi oldu…
Ebû Bekir (r.a.), gözyaşları
içinde şu sözleri tekrarlayarak yaşadı:
"Keşke budanıp kesilen
bir ağaç olaydım..!!"
Ömer (r.a.), gözyaşları
içinde şu sözleri tekrarlayarak yaşadı:
"Keşke Ömer'in annesi
Ömer'i hiç doğurmasaydı..!!"
Bu ikisi, insanlara kisra ve
kayserin hırsızlıklarını anlatıyorlardı. Halbuki bu esnada kendileri bol yamalı
elbiseler giyiyorlardı...!!
Ebû
Bekir (r.a.) öleceği zaman katırının, süt sağma aletinin ve kaftanının devlet
hazinesine iade edilmesini ısrarla istedi…
Ey
üzerinde yaşadığımız bu gezegenin sakinleri…!!
Sizde
bu eşsiz örneklerin bir benzeri var mı…?!
Dikkat
ediniz! Bu, Kur'an okuludur...
Dikkat
ediniz! Bu, Muhammed (s.a.v.)'in okuludur…
* * *
"Ben
sizin hayırlınız değilim." sözü Ebû Bekir'in nasıl şahsiyet sahibi olduğunu
bize çok iyi anlatmaktadır…
O
Müslüman olduğu ilk günden itibaren kendini diğer insanlarla eşit tutuyordu.
Gelin
şimdi hep birlikte Resûlullah'ın ashabından Rebîa el-Eslemî'ye kulak verelim.
Ebû
Bekir'le bir tartışmamız olmuştu. Bu esnada bana hoşlanmadığım bir kelime
kullandı. Ardından buna çok pişman olup, bana:
"Ey
Rebîa, sen de bana aynı kelimeyi söyle de böylece ödeşmiş olalım." dedi. Ben:
"Hayır,
söylemeyeceğim."
dedim. O da bana:
"Ya
benden hakkını alırsın ya da seni Resûlullah'a şikâyet edeceğim." karşılığını verdi. Ben yine:
"Hayır,
ben bu kelimeyi söylemeyeceğim." dedim.
Bunun
üzerine Ebû Bekir, yanımdan ayrılarak, Resûlullah'a gitti. Ben de ardı sıra
gittim. Derken "Eslem" kabilesinden de insanlar gelerek, Ebû Bekir'e dediler
ki:
"Allah
Ebû Bekir'e acısın… Hangi sebepten dolayı Resûlullah senin aleyhine konuşuyor?
Sana kızıp söyleniyor?!"
Bunun
üzerine ben onlara dedim ki:
"Susun, bu Ebû
Bekir'dir… Bu kimse, Allah'ın, hakkında Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri
olarak (Ebû Bekir ile birlikte Mekke'den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı…"
buyurduğu kişidir. Sakın hiçbiriniz onunla ilgilenmesin. O sizin beni
desteklediğinizi görürse öfkelenir. O öfkelenince Resûlullah da hiddetlenir. Bu
ikisinin öfkelenmesinden dolayı Allah gazaplanır ve Rebîa helâk olur."
Böylece Ebû Bekir'in peşinden
gittim. Nihayet Resûlullah'a geldi ve olanları anlattı. Resûlullah bana doğru
başını kaldırdı ve şöyle dedi:
"Ey Rebîa, Ebû Bekir'le
derdin nedir?"
"Ya Resûlullah!" dedim, "Ebû Bekir hiç
hoşlanmadığım bir kelimeyi bana söyledi. Sonra da benim de kendisine aynı sözü
söylememi, bu şekilde ödeşmemizi istedi. Ama ben bunu yapmayı reddettim."
Bunun üzerine Resûlullah
(s.a.v.) şöyle buyurdu:
"İyi yapmışsın ey Rebîa.
O sözü ona karşı tekrarlama; fakat şöyle de: "Ey Ebû Bekir, Allah seni bağışlasın."
Bunun üzerine ben de, "Ey
Ebû Bekir, Allah seni bağışlasın." dedim. Ebû Bekir, ağlayarak
yanımızdan uzaklaştı."
Şimdi bu hangi kelimedir
görelim…
Bu bir an ağzından çıkıvermiş
olan bir tek kelimedir…
Bu kelimenin müstehcen bir söz olması asla mümkün
değildir. Çünkü Ebû Bekir'in ahlâkı buna elvermez. Ondan cahiliye döneminde
bile böyle sözler duyulmamıştır.
Bu basit bir kelimedir; fakat
Rebîa'da çok olumsuz bir etki yapmıştır… Bu sebeple Ebû Bekir derinden
sarsılmış ve ısrarla kendisine de aynısının söylenerek kısas yapılması
teklifinde bulunmuştur. Hâlbuki o sırada Ebû Bekir, Resûlullah'tan sonra ikinci
sırada gelen adamdır…!!
Ebû Derdâ (r.a.) da buna
benzer bir olayı bizimle paylaşıyor:
"Resûlullah'ın yanında
oturuyordum. Derken elbisesinin eteğinden tutmuş, bacakları göründüğü hâlde Ebû
Bekir çıkageldi.
"Ya
Resûlallah, Ömer'le tartıştık." dedi, "Fakat ben çok geçmedi pişman oldum ve
ondan beni bağışlamasını istedim. Fakat o bunu reddetti."
Resûlullah
ona:
"Ey
Ebû Bekir, Allah seni bağışlasın." karşılığını verdi.
Daha
sonra Ömer yaptığından pişman oldu. Ebû Bekir'in evine geldi; ama onu bulamadı…
Sonra Resûlullah'ın evine gelerek, ona:
"Ya
Resûlullah, ben zulmettim… Ya Resûlullah, ben zulmettim…" dedi.
Resûlullah
(s.a.v.), ona, "Allah beni sizlere peygamber olarak gönderdiğinde siz
yalanlarken Ebû Bekir bana inandı ve beni canı ve malıyla destekledi. Şimdi siz
arkadaşımı bana bırakacak mısınız?... Şimdi siz arkadaşımı bana bırakacak
mısınız?" diyerek tepki gösterdi."
Ebû
Bekir'in dudaklarından Ömer'i yahut Rebîa'yı rahatsız edecek bir kelime
çıkmışsa, bunu onun şahsına söylememiştir. Önemli değil; böylesine üstün bir
duruşun sahibi olan ve her türlü fedakârlığı sergileyen Ebû Bekir'i Allah
bağışlayacaktır… Çünkü Allah'ın ona bağışladığı başarı ve üstün erdemler, asla
onu gurur ve kibre düşürmemiştir. Aksine bunlar, onu daha çok şükretme, alçak
gönüllü ve irfan sahibi olma yönünde teşvik etmiştir.
* * *
Halife
olmadan önce ve olduktan sonra insanlarla ilişkileri böyleydi.
O,
onlardan hayırlı değil…
Fakat
onun, kendisini diğer insanlardan farklı kılan göz alıcı fazileti ve dağlar
gibi ululuğu vardı…!!
N
ANNE..!! KOYUN SAĞAN ADAM
GELDİ…
Sadeliği,
heybet ve azametini meydana getiren en önemli esastı…
Halife
olmadan önce de oturduğu mahalle halkına son derece önemli ve güzel hizmetlerde
bulunmuştu…
Komşuları
arasında, kocaları ölmüş veya Allah'ın dini uğrunda şehit olmuş olan elden
ayaktan düşmüş yaşlı kadınlar vardı… Aynı şekilde babaları ölmüş yetim çocuklar
da bulunuyordu…
Ebû
Bekir -Allah ondan razı olsun- yaşlı kadınlar için koyunlardan süt sağıyor…
Yetim
çocukların da yemeklerini hazırlayıp, onları doyuruyordu…
Halife
olup, devletin işlerini omuzlayınca, bu yaşlı kadınların esef ve üzüntüleri
kulağına geldi… Onlar, bu iyi adamın kendilerine sunduğu bu karşılıksız
hizmetten mahrum kalacaklarını söylüyorlardı… Fakat o, bunların kendisi
hakkındaki zanlarını boşa çıkardı…
* * *
Bir
gün o evlerden birinin kapısı çalındı. Küçük bir kız çocuğu kapıya koştu.
Kapıyı açmasıyla bağırması bir oldu:
"Anne..!!
Koyun sağan adam geldi…"
Anne
yerinden kalktı, kapıya gelince yüce halife ile karşılaştı… Kadın utanmıştı,
kızına çıkıştı:
"Vah sana! Niçin
Resûlullah'ın halifesi demiyorsun..?!"
Ebû Bekir, başını eğer. Kendi
kendine bir şeyler mırıldanır.
Sanki şunları söyler:
"Bırak onu. Allah'a
sunduğum en güzel amelle beni anlattı."
Ardından süt sağıcısı adam,
kendine farz kıldığı görevini yerine getirmek üzere ilerledi…
Doğru…
Elden ayaktan düşmüş yaşlı
kadınlar için süt sağan adam…
Yetimler için elleriyle ekmek
yapan adam…
Sade, şefkatli ve hayata
karşı görevini yerine getirmede fedakâr…
Bu özelliklere sahip olan Ebû
Bekir, acaba bugün, modern çağda devlet başkanı olsaydı, bu anlayış ve duruşu
değişir miydi?
Asla…
Süt sağmayacağı, elleriyle
ekmek pişirmeyeceği doğrudur. Ancak onun bu karakter ve ahlâkı, en küçük bir
cimrilik göstermeksizin çağın ruhuna en uygun şekilde kendini gösterecektir…
Bu iyiliksever insanın
sadeliği ve şefkati, olağanüstü işlerdendir….
Resûlullah (s.a.v.) ondan söz
edip:
"Ümmetimin fertlerinden
ümmetime en şefkatli olan kimse, Ebû Bekir'dir." derken ona hakkını
vermiştir.
O her türlü insanî acı ve
üzüntüyü hisseden hisli bir kalbe sahipti…
İyiyi, doğruyu seçebilen ve
sevgi dolu kalbinin tavsiyelerini yerine getirmede çabuk davranan mübarek bir
iradeye sahipti…
* * *
İslâm'ın ilk
yıllarında, ne zaman işkence altında inleyen bir Müslümana rastlasa, durumuna
tahammül edemiyordu… İşkence edilen köleleri gördükçe kalbi acıdan
parçalanıyordu. Bu sebeple tüm servetini onların azat edilmesi uğrunda kullandı
ve onların tümünü sahibinden para karşılığında kurtarıp azat etti.
Bilal… Âmir bin Füheyre…
Zübeyre… Ümmü Abes… en-Nehdiyye ve kızı… Amr bin Müemmil'in cariyesi… ve daha
başkaları…
O büyük bir şahsiyetti… O
onları azat ederken şunu düşünüyordu: Böyle yapmakla onlardan önce kendini azat
ediyordu… Çünkü Allah ona servet ve İslâm nimeti vermişti. Elinden geldiğince
tüm zalim zincirleri kırması onun boynunun borcuydu…
Bilal'i efendisinden satın
alıp azat ettiğinde efendisi Bilal'i küçümseyerek şöyle demişti:
"Bir
okıyyeden[14] fazla vermeyi reddetmiş
olsaydın bile onu sana yine satardım…"
Ebû Bekir (r.a.) ise ona şu
cevabı vermişti:
"Aksine siz en az yüz okıyye isteseydiniz ben onu da
vermeye hazırdım…"
O gün Mekke'de halkın ağzında
dilden dile dolaşan bir söz vardır:
"Ebû Bekir, köleleri
azat etmek için malını çok cömertçe kullanmaktadır."
Bunun üzerine köle sahibi
bazı kimseler, bütçeleri krize girdiğinde, Ebû Bekir gelsin de kurtarsın diye
kölelerine yaptıkları azabın dozunu arttırmaya başlarlar. Ardından bu kişiler,
içinde bulundukları parasal darboğazı aşmak için gereken parayı isterler…
Kuşkusuz Ebû Bekir, çok
şefkatli ve çok hisli bir insandı…
Bütün insanlığın sahip olduğu
merhamet ve yardımseverlik duygusunun tamamı âdeta kendisine bahşedilmiş bir
insandı…
Bu şekilde… Bu iş için
yaratılmış gibiydi…
Cahiliye döneminde de onun
ahlâkı aynıydı…
Bir
kez olsun onun kavga yaptığı, sövdüğü, veya birine kötü söz ve davranışta veya
insan onuruna yakışmayan bir harekette bulunduğu yahut malı ve makamı konusunda
cimrilik yaptığı görülmemiştir…
Müslüman
olunca onun bu yaratılıştan kaynaklanan doğruluğuna, dininden kaynaklanan
doğruluğu eklendi…
* * *
Tüm duygu ve davranışlarında
"Rabbânî" idi…
Allah'ı görüyormuşçasına O'na
ibadet ediyordu… Bütün insanlara "Allah'ın eşit kulları" anlayışıyla
yaklaşıyor ve davranıyordu…
Ebû Bekir'in vefatından sonra Ömer, onun
hanımı "Esma bint. Umeys"e gelerek onun bu ibadetini sordu:
"Ebû Bekir yalnızken
Rabbine nasıl ibadet ederdi?"
Esma şöyle cevaplıyordu bu
soruyu:
"Seher vakti olunca
kalkar, abdest alır ve namaz kılardı… Sonra yine kılardı… Sonra gözyaşları
içinde Kur'an okurdu… Bu hâlde secde ederdi… Ağlayarak Rabbine dua ederdi… Ben
o gün evde yanmış bir ciğerin kokusunu alırdım."
Bunu duyan Ömer gözyaşlarını
tutamaz.
"Hattab'ın oğlunda
bunların hiçbiri yok…!!"
Ebû Bekir'den çevresine
yayılan yanmış ciğer kokusu…!!
Neredeyse hiçbir yanlış söz
ve davranışı bilinmeyen bu tertemiz adam, Allah korkusundan vaveylâlar koparan
nefsin ve O'na olan saygısından âdeta ateşte kavrulan organların sahibiydi…
Evet… Onun, Rabbine olan saygısı,
bütün ruhunu, korku, hayâ ve tevazuuyla doldurmuştu…
O kesin olarak biliyordu ki, Rabbine
olan saygısı, O'nun kullarına karşı saygılı olmadıkça tam olmayacaktır…
O böylece insanlarla
ilişkisini, buna uygun şekilde kuruyor ve sürdürüyordu… Hatta bu ilişkilerin,
Allah'ın, onun kalbine ve vicdanına yerleştirdiği "Rabbânîlik"e uygun
olmasına titizlik gösteriyordu…
Bu "Rabbânî" adam,
insanlara kendisinden beklentilerini değil, bundan öte, gücünün yettiğini
veriyordu… Gücü ise çok, pek çok vermeye yetiyordu…
Sonra onu daima her göreve…
Her krize… Her fedakârlığa koşarken görüyoruz…
Resûlullah'ın sağlığında ve
onun vefatından sonra İslâm davetine yönelik buhran ve sorunlarda ortaya atılan
ruh, dul ihtiyarlara süt sağmaya ve yetimler için ekmek yapmaya onu yönlendiren
ruhun ta kendisiydi…
Ahlâkındaki
sadeliği, yaratılışındaki sadelikle tam bir uyum sergiliyordu… Mizaç ve huyundaki sadelik de ona olağanüstü
bir yücelik kazandırıyordu… Böylece onu meydana getiren sadelik, harika bir
şahsiyet ortaya çıkarıyordu…
Bu
yüce şahsiyetin fiziksel yapısındaki sadeliği görmek istersek, işte kızı Hz.
Aişe (r.anha) onu bize anlatıyor:
"Beyaz
tenli… İnce yapılı… Seyrek sakallı… Sırtı eğik… Yüzü bir deri bir kemik denecek
kadar zayıf... Gözleri çökük… Tümsek
alınlı… "
İman
ve yücelik sanatında tüm insanlığa üstadlık yapmak için Allah'ın seçtiği insan işte
bu adamdı…
Çağının
iki süper gücü olan İran ve Bizans'ın ölüm haberlerinin ilk satırlarının
yazılmaya başlandığı adam olmak üzere seçilen kişi, işte bu adamdır…
Dini,
doğu ve batıda ışık hızıyla yayılacak ve bütün dünyayı medeniyet ve mutlulukla
dolduracak olan Resûlullah'ın ilk halifesi olmak üzere seçilmiştir o…
Evet…
Heybet ve ululuk, bu zayıf bedende yerini ve değerini bulmuştur…
O "melekler"e özgü
bir yapının sahibi değildir… Onun yaratılışında avare takımına ait özellikler
de yoktur…
Âdeta Allah (c.c.), yaşadığı
sürece hiçbir şeyden, insanların gözü önünde olmaktan duyacağı sıkıntı kadar
rahatsız olmayacağını bilmiş ve onu diğer insanlardan farklı ve dikkat çekici
bir yaratılışta yaratmamıştır… Onun için bu zayıf bedeni ve sıradan görünümü
ezelde uygun görmüş ve takdir etmiştir…
Kızının onu nasıl anlattığına
dikkat ediniz:
"Yüzü bir deri bir kemik
denecek kadar zayıf... Gözleri çökük… Tümsek alınlı… "
Evet… Kureyş'in efendisi,
Resûlullah'ın halifesi, irtidat ordusunu hezimete uğratan ordunun komutanı ve
dul yaşlı kadınlar için süt sağan bu adamda anormal hiçbir durum yoktur…
Ama iki göz… Sanki iki parlak
yıldızmışcasına çevresine ışıltılar saçan gözleri dikkatleri üzerine topluyor…
Bu iki göz, yüksek alnın
altında yerleşmiş… Kalpte olan tüm ışık, güç ve sevgiyi dışa aksettiriyor…
Üzücü bir olaya tanık
olduğunda da şefkat, acıma ve yardımseverlik hisleriyle ışıltılar saçarak parıldıyor…
Bir zulüm ve haksızlığa şahit
olduğunda mukaddes bir ateşle alev alev yanıyor…
Bir insan yüzüyle karşı
karşıya geldiğinde o an o yüzü okuyor…
Allah'ın âyetleriyle
karşılaştığında Allah'a karşı duyduğu korku ve saygının büyüklüğünden yaşlara
boğuluyor…
Bunlar gerçekten çökük iki
gözdür… Fakat hiçbir sıkıntı yaşamadan, kolaylıkla hakkı görmek ve hak üzere
olmak için yaratılmışlardır…
Bedeni narin ve ince
yapılıdır… Fakat yine bu beden, taşıdığı enerji ve güçle yerinde
duramamaktadır…
İşte bu mütevazı bedenin
içinde insanoğlunun en yüce ve en ulu ruhu barınmaktadır…
Dahası…
İşte
bu Sıddîk'tır… Yazarlar onun hakkında ve fazileti konusunda ne yazarlarsa
yazsınlar asla onun değerini yüceltmiş olamazlar… Onlar ancak bu ulu kişiyi anlatmakla kendi
kıymet ve değerlerini yükseltmiş olurlar…
O,
ne zaman kendisinden övgüyle bahsedilse, hayâ duygusuyla dolup taşardı…
Gözyaşlarını
tutamaz… Dilden dile aktarılan şu sözlerini tekrarlardı:
"Allah'ım!
Beni zannettiklerinden daha hayırlı yap…
Bilmedikleri
kusur ve günahlarımı bağışla…
Söyledikleri
kötü sözler sebebiyle beni hesaba çekme…"
Ey
Ebû Bekir, Allah sana merhamet etsin ve sana acısın…
Sen daima…
kesinlikle… zannettiklerinden daha hayırlıydın…!! Ve yazdıklarından daha
üstündün…!
≈≈
"Allah ondan razı
olsun"
≈≈
N
[1] Yazar kitapta yer alan biyografileri farklı zamanlarda, tarihî
kronolojiyi dikkate almadan birbirinden bağımsız kitaplar olarak kaleme almış
ve yayımlamıştır. Buna göre "Ömer'in Huzurunda" başlıklı bölüm,
"…Ve Ebû Bekir Geldi" başlıklı bölümden önce kaleme alınmıştır. Daha
sonra bu bağımsız biyografiler tek bir kitap hâlinde yayımlanmak istenince,
tarihî kronolojiye göre sıralanıp, düzenlenmiştir. Yazarın yukarıdaki sözü bu
doğrultuda anlaşılmalıdır.-Mütercim.
[2] Sebe',
[3] Sebe',
[4] Necm,
[5] Câsiye,
[6] En'âm,
[7] Şiirin ustası olan bu şairlerden bazıları iman etmemişlerdir. Buna
rağmen Resûlullah (s.a.v.) zaman zaman ashabından bazı kimselere bu şairlerin
şiirlerini okutmuş ve dinlemiştir. Yine böyle bir şiir dinletisinde şiirin
muhtevasından memnun kalarak, okuyan kişiye her beyit sonunda devam etmesini
söylemiş ve böylece yüz beyit okunmuştur. Örneğin; Ümeyye bin Ebü's-Salt'ın bir
şiirini bu şekilde yüz beyit olarak dinlemiş (Bkz. Müslim, Elfazun mine'l-edeb,
[8] Atik; Hz. Ebû Bekir'in Müslüman olmadan önceki adıdır.-Mütercim.
[9] Alak,
[10] Âl-i İmran,
[11] Tevbe,
[12] Bakara,
[13] Tevbe,
[14] Okıyye: Buna "ukıyye" ve "kıyye" de
denir. Tartılan şeye nispetle ve yine yöreden yöreye miktarı değişen bir tartı
ölçü birimidir. Okıyye için kaynaklarda