ÖMER'İN HUZURUNDA
MÜ'MİNLERİN BAŞKANI MÜSAADE
EDER Mİ?
Ben
Hz. Ömer'in (r.a.) tarihini yazmıyorum…
İnsanların
onun yücelik ve ululuğuna dair bildiklerine yeni şeyler de eklemiyorum…
Allah'ın
sevdiği ve seçtiği bir adamdan söz ederek, böylelikle Allah katında kendimi iyi
bir kul gibi göstermeye de çalışmıyorum…
Benim
bu girişimim, bunların ötesinde büyük bir tevazudan ibarettir…
Ben
Biz
-okuyucular ve ben- takdir-i ilâhînin Medine'de bizi kendisiyle buluşturmadığı
bir adamla tarihin akışı esnasında buluşmaya çalışacağız… Göreceğiz ki bu adamın
ahlâkı, huyu ve yüceliği bütün zamanları ve mekânları hiçbir gözün görmeyip,
hiçbir kulağın da işitmediği bir adalet, zühd ve faziletle doldurmaktadır…
Evet,
bu sayfalarda yapmaya çalıştığımız bundan… Ömer'in esintisinde yaşamaktan,
beraber olamadığımız canlı sahneye bedel yazılı sahnelerde onunla olmaktan ve
yine bu güçlü ve güvenilir adamın huzurunda ona kulak, göz ve gönüllerimizi
vermekten ibarettir…
O,
benzeri olmayan öğretmenle beraberliğimiz süresince yaşantımızın seviyesini ve
değerini yükseltmeye çalışacağız…
* * *
Mü'minlerin
başkanıyla beraber olmak, başka lider ve başkanlarla beraber olmaya
benzemiyor...
Bu
beraberlik gerçekten çok farklı… Leziz yemeklere, nefis içeceklere yer yok…
Serilecek yataklara, dizilecek kadehlere yer yok… Yaslanacak yastıklara,
üzerine oturulacak minderlere de yer yok…
Rahata
yer yok… Gurur ve kibre yer yok… Dalkavukluk ve adam kayırmaya da yer yok…
Bu
sebeple bu "beraberlik", gönle hoş geldiği, insana onur ve saygınlık
kazandırdığı oranda da insanı korkutuyor…
"Ömer",
huzurundayken sende uyandıracağı tüm heybet ve ihtişamı yazılı hayatını okurken
de hissettiğin türden bir adam…
Bu
kahramanın hayatına dair yazılı sahnelerin,
Evet…
O
* * *
Fakat
şayet bu beraberlik, insanı dünyanın nimet ve güzelliklerinden mahrum ediyorsa
da, yeryüzü üzerinde bu beraberliğin üzerinde bir güzellik ve nimetin olmadığı
da bilinmelidir…
Bu
adam,
İşte
bu kişi, Mü'minlerin başkanıdır… İnsanlığın dünyaya getirip, İslâm'ın terbiye
edip eğittiği adamdır bu…
İnsanlık tarihinin ilk
gününden bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm yönetim ve hükümet başkanlarından -asla
mübalâğasız- daha yüce, daha iyi ve daha temiz bir Müslüman devlet başkanıdır…
İşte bu adam, zühdünden
canlılık, zekâ ve iş fışkıran bir zahittir…
Hayata dair kavramları ve
anlayışları düzelten, kendi ruhundan bunlara aydınlık kazandıran, yaşantısından
onlara azamet ve ihtişam katan ve muttakiler için önder olan adam budur…
* * *
Acaba bugün tarih onun yüce
haberlerine dair neleri aktarıyor…? İnsanlar onun faziletli yaşantısından en
çok hangi şeyin tiryakisi oluyorlar…?
Sayısının çokluğuna rağmen
tarih onun fetihlerini anlatıyor mu…? Olağanüstü zaferlerinden bahsediyor mu…?
Elbette Mü'minlerin
başkanının hayatı, tüm tarihi olduğu gibi insanlığı da kendisiyle doldurarak,
başka her şeyden alıkoyuyor…
Daima ve sonsuz olarak, bu
Rabbânî insanın sûreti, hayata bakıyor… Bu öyle bir Rabbânî insandır ki, öldürücü
sıcakların yaşandığı bir günde, kaybolmasından ve bu sebeple Allah'ın onu zor
bir hesaba çekmesinden korkarak, halkın malını taşıyan katırın ardından koşuyor…!!
Yine bu öyle bir Rabbânî
insandır ki, gecenin son yarısında, omzunda ve ellerinde un torbası, su kırbası
ve yağ kabı olduğu hâlde hanımıyla birlikte, doğum sancıları içinde kıvranan
kimsesiz bir kadının evine gidiyor. Hanımı kadına yardımcı olurken, kendisi de
kulübenin dışında bekleyip, içerideki kadınlara yemek pişiriyor…!!
Yine bu öyle bir Rabbânî insandır ki, cuma
hutbesine gecikiyor. Üzerinde yirmi bir yama bulunan hırkasını giyinmiş olduğu
hâlde seğirterek geliyor. Bu hırkanın altında ise, yıkanmış ama henüz kurumamış
olan bir gömlek var. Hutbe için minbere çıkar çıkmaz cemaatten geciktiği için
özür diliyor. Gecikme sebebini de şu sözleriyle açıklıyor: "Gecikmemin
sebebi, gömleğimi yıkamış olmamdır. Giyecek başka gömleğim olmadığı için onun kurumasını
bekledim; bu yüzden geciktim."
Bu öyle bir
Rabbânî insandır ki, Azerbaycan'daki valisinin gönderdiği tatlıyı kabul ediyor
ve akabinde hediyeyi getiren elçiye:
"Orada
halkın tamamı bu tatlıyı alıp yiyebiliyor mu?" diye soruyor.
Elçi:
"Hayır
ey Mü'minlerin başkanı. Bu, seçkin, elit tabakanın yiyeceği..!!" deyince, Ömer el-Faruk (r.a.)
titriyor ve elçiye dönerek:
"Senin
deven nerede?... Hediyeni devene yükle ve sahibine geri götür. Sonra ona, "Bütün
halk aynı yemeği yemedikçe sen ondan yeme. Önce halkına yedir, sonra sen
ye." dediğimi söyle." diyor.
* * *
İşte
bu adam, tarihin belleğindeki ve beşeriyetin vicdanındaki Ömer'dir…!!
İşte
bu adam, Allah'ın yeryüzündeki kandili ve hayata hediyesidir…!!
Onun
leziz yemeklerden yoksun ama en yüce güzellik ve ululuklarla dolup taşan
sofrasında hayatımızın en mesûd, en ferah anlarını geçireceğiz…
N
ELBETTE ONLARA PEK ÇOK İYİLİK GETİRECEKTİR…
Mekke
şehri, "Ukâz" panayırını görmek için adanın çeşitli bölgelerinden
gelen misafirlerini uğurluyor… Kabilelerin başarılı şairleriyle övündükleri,
Kureyş'in güçlü, kuvvetli gençlerinin güreş meydanlarını doldurdukları ve güreş
sanatında maharetlerini sergiledikleri bir panayır bu…
Mekke,
ülkelerine ve şehirlerine geri dönmek için yola koyulmak üzere olan
misafirlerini uğurluyor… Bu misafirlerden bazıları, Mukaddes Belde'nin
cazibesine kapılıyor ve yola çıkmaktan vazgeçip, Mekke'de kalmayı tercih
ediyorlar…
İşte
onlardan biri de binbir zorlukla Darü'n-Nedve'ye doğru giden şu ihtiyar adam…
Akranlarıyla birlikte, ihtiyarlık ve gençlik hatıralarının dile getirileceği
hoş bir sohbet geçirmek istiyor…
Yolda,
Mekke'ye yakın zamanlarda yerleşmiş ve Kureyş'in ileri gelenlerinden birinin
yanında çoban olarak çalışan bir köylüyle karşılaşıyor…
Genç
köylü, ihtiyar adamı karşısında görünce hamiyet duyguları ve aceleyle ağzından
şu sözler dökülüyor:
"Ey
kardeş, büyük haberden haberin var mı?"
"Çocuğum,
ne haberiymiş bu?"
"Şu
sağlı sollu çalışan güçlü adamın haberi?"
"Hani
şu Ukâz panayırındaki güreşçi adam."
"Evet,
o…"
"Ona
ne olmuş ki?"
"Müslüman
olup, Muhammed'e tâbi olmuş."
İhtiyar
adam bu sözü duyar duymaz ürperir ve yılların kazanımı olan hikmetle şunu
söyler:
"Doğrusu,
o kesinlikle onlara ya pek çok iyilik getirecek ya da pek çok kötülüğü
dokunacaktır."
* * *
Ukâz
panayırında güreşen ve sağlı sollu çalışan, Ömer'di…
Köylünün
söyledikleri, sabahın tan ışığı, günün aydınlığı gibi gerçekti…
Bu
sağlı sollu çalışan güçlü adam… Hattab oğlu Ömer… Ukâz panayırındaki güreş
meydanında iri yarı güçlü insanların sırtını yere yapıştıran adam… Güreşi bıraktı…
Gündüzün başında Arap adasında batılla güreşen bir adam iken, gündüzün sonunda
bütün dünyayla güreşecek bir Ömer "el-Faruk" (r.a.) oldu…
Bütün
dünyayı adalet, güven, şefkat ve hidayet ile dolduracak adam olacak…
İnsanlık
rüşdünün, elleriyle rüşdüne ereceği "öğretmen" ve yine bütün
dünyanın, önünde diz çöküp oturacağı "hoca/üstad" olacak…
Evet…
Allah'ın, kendisi vasıtasıyla beşeriyetin ve hayatın değer ve seviyesini
yükselteceği insan olacak…!!
* * *
"Doğrusu,
o kesinlikle onlara ya pek çok iyilik getirecek ya da pek çok kötülüğü
dokunacaktır."
İhtiyar
olayların bu mecrada akacağını nasıl anladı?
Yüzeysel
olarak da olsa Ömer'i gençliğinde görmesi ilâhî takdirle kendisine mümkün
kılınmamış olan kimse, aynı önemli haberi kendi içinde tekrarlayıp dile getirebilir
ve ihtiyarın kolaylıkla görebildiği yarını o da görebilir…
Ömer… O güçlü, kuvvetli… Sık
etli… Kızıl tenli… İri el ve ayaklı… Geniş omuzlu… Uzun boylu, iri yapılı… Bir
toplulukla birlikte yürüdüğü zaman boyca mutlaka onlardan uzun görünen adam.
Hakkında, "Konuştuğu
zaman sözünü dinletir. Yürüdüğünde hızlı ve seridir. Vurduğunda da
acıtır." denen adam.
Ömer; zayıflık ve acizlik
nedir bilmeyen karakterini, tereddüt kabul etmeyen kesinliğini babasından
almış…
Ömer işte bu… Onun
O çift karakter sergilemekten
olabildiğince uzak…
Ağırlık merkezi onda… Dağınık
nefislerin durumu onun dengesini bozmuyor, birbirine tamamen zıt arzu ve
istekler bu dengeyi bir tarafın lehine değiştirmiyor. Ondaki dengeli, uyumlu ve
dopdolu bir şahsiyet.
Ömer'in olduğu yerde onun tüm
şahsiyeti, iradesi ve çizgisi de beraberindedir.
Kişiliği asla bölünüp
parçalanmaz ve ayağının birini buraya, ötekini de şuraya koymaz.
O bütün bir adamdır. Tüm
kuvvet ve yetenekleri, eğitimli bir askeri aşan tam bir dikkat ve uyum içinde
hareket eder. Onun mayasında geriliğe, geri kalmaya, ağırdan alıp yavaş davranmaya
ya da ahenksizliğe en küçük bir fırsat dahi tanınmaz.
O çok ender bulunan eşsiz bir
karakterdir. Kalabalık insanlık âleminde onun eşi çok zor bulunur.
Resûlullah (s.a.v.), Ömer'e (r.a.)
bahşedilen bu kişilik ve özelliklerin farkındadır… Bu kişiliğin nasıl bir
asalet ve güç taşıdığını görmektedir. O "Amr bin Hişam"ın sahip
olduğu makam ve nüfuz gücünü de bilmektedir.
Bu sebeple
Rabbine, bu iki adamdan… Ömer bin Hattab ya da Amr bin Hişam'dan hangisi,
katında daha sevgili ise onu İslâm'la şereflendirmesi için dua
etmektedir.
Bu
iki adamdan Allah'a daha sevgili olan İslâm'la şereflenerek Müslüman oldu. Ömer
bin Hattab, güçlü, düzgün ve hareketli bir yaratılışa sahipti… O terazide bütün
ağırlığını tevhid kefesine koyarken, diğeri şirk kefesine koydu… "Ömer",
ağırlığını teraziye koyar koymaz terazi o an kimin ne olacağını belirledi. Ömer
bin Hattab, "Lâ ilâhe illâllah, Muhammed Resûlullah" dediği andan
itibaren İslâm'ın yarını/geleceği,
Abdullah
bin Mes'ûd (r.a.) anlatıyor:
"Ömer
Müslüman olduğundan beri güçlü ve onurlu olan biziz. Onun Müslüman olması bir
fetihti. Hicreti ise bir zaferdi. Devlet başkanlığı ise şefkatti. Ömer Müslüman
olmazdan önce biz Kâbe'de namaz kılamazdık."
* * *
Ömer'in
kişiliğinde bulunan bu sarsılmayan kuvvet… Bir aşırılık, inatçılık ve kaba
kuvvet olarak da olsa görünüyordu…
Cahiliye
döneminde, bu İslâm'a karşı bir meydan okuma ve duruş olarak gözüktü.
Müslümanlara
"Hattab'ın
eşeği Müslüman olmadıkça Ömer Müslüman olmaz."
İslâm
olduktan sonraki dönemde, putperestliğe karşı tüm Müslümanların
gösterebileceğine denk bir mücadele ve savaş ortaya koydu. Adil ve akıllı
yönetim ve tutumu, dillere destan oldu. Sahabe arasında Resûlullah'la çokça
tartışan ve ona zaman zaman öneri ve tekliflerde bulunan kişiydi. Resûlullah
(s.a.v.) bazen bu teklif ve önerileri kabul etmiş ve uygulamıştır. Yine o,
İslâm düşmanlarına karşı son derece sert ve acımasızdı.
Fakat
bu kez bu tutum ve davranışları, Ömer'in (r.a.) aşırı, inatçı ve kaba
yapısından ileri gelmiyordu. Sadece onun üstünlük, başarı ve muhteşem becerisinden
kaynaklanıyordu.
Ömer
işte böyle biriydi…
Müslüman
olmadan önce de Müslüman olduktan sonra da güçlü ve dopdolu, baskın ve… amacını
bilen, güçlü bir kişilik sahibi bir adam…
Bu
kişilik, bir tavır almış, bir duruş ortaya koymuşsa, bunu en uç noktasına
kadar götürmüştür. Bunu ise taşkınlıktan ileri gelen bir dürtüyle değil; aksine
çok olan imkânları sebebiyle ve üstünlük ve gücünü göstermek için yapmıştır.
Üstünlük
ile taşkınlık arasında büyük bir fark vardır…
Üstünlük,
doğal bir gelişime…
Taşkınlık
ise, kemiklerin aşırı gelişmesi hastalığına benzer…
Üstünlük,
diri, aktif hücreler ve dengeli, gelişen bir şahsiyet kazandırırken, çeşitli
hastalık ve sorunların belirtilerini ortaya çıkarır.
Üstünlük,
hikmeti içinde barındıran bir âdil kuvvettir. Bu kuvvet, hayrı ezmeye
çalışmadığı gibi haktan da saklanmaz.
İşte
Ömer'de olan da aşırılık değil, üstünlüktür; kabalık değil, kuvvettir.
Onun
Müslüman olmasına ve kişiliğinin mayasını keşfetmesine vesile olan şartlar ve
olaylar, bu gerçeği en güzel biçimde ortaya koymaktadır.
* * *
Sıcak
bir gündü. Cesur kılıcını kuşanmış olarak evinden çıktı. "Erkam'ın
evine" (Darü'l-Erkam'a) doğru yürümeye başladı. Çünkü Resûlullah ve
ashabından bir grup Müslüman orada Allah'ı anıyor ve ibadet ediyorlardı.
Yolda
"Nuaym bin Abdullah"a (r.a.) rastlıyor. Nuaym, Ömer'in yüzünün öfke
ve şiddetten bin parça olduğunu hemen fark ediyor. Endişeyle ona yaklaşıyor.
"Hey
Ömer, nereye?!" diye soruyor. Ömer'in cevabı gecikmiyor:
"Kureyş'i
birbirinden ayıran, onlara beyinsiz diyen, dinlerini ayıplayan ve atalarına
söven dinsizin yanına gidiyorum. Onu öldüreceğim!"
Nuaym
bunu duyunca, o an içinde bulunduğu şartları ve Ömer'e karşı duruşun getireceği
feci sonu düşünmeksizin:
"Senin
bu gidişin ne fena bir gidiştir… Bu yürüyüşün ne fena bir yürüyüştür..!!" diyor.
Ömer
bir an Nuaym'ın da Müslüman olduğundan şüphe ediyor. Ona şöyle diyor:
"Herhâlde
sen de o dinsizlere uydun… Şayet böyleyse, Lât ve Uzzâ'ya yemin ederim ki ben
sana yapacağımı biliyorum…!!"
Nuaym,
Ömer bin Hattab'ın bu sözle neyi kastettiğini çok iyi biliyor. Bu sebeple
konuşmanın seyrini değiştirerek:
"Ey
Ömer! Bilmelisin ki, kız kardeşin ve kocası -Saîd bin Zeyd- Müslüman olup,
senin dinini terk ettiler."
Kız
kardeşi… Fatma bint Hattab…??
Tehlike
şu an kendi ailesini kuşatmış durumdayken Ömer'in Erkam'ın eviyle ne işi
olabilir?!
Ömer böylece
yolunu değiştirir ve eniştesi "Saîd"in evine doğru hızla yol alır.
*
* *
O
sırada evde Saîd bin Zeyd, hanımı Fatıma bint. Hattab ve Habbab bin Eret
bulunmaktadır. Ellerinde Allah'ın vahyinden ayetlerin bulunduğu bir sayfa
vardır. Bu sayfadaki ayetleri birlikte okumakta ve ders yapmaktadırlar.
Kapı
şiddetle vurulur…
"Kim
o?"
"Ömer!"
Habbab (r.a.),
Allah'tan kendisini korumasını ve yardımını isteyerek derhal evin bir köşesine
saklanır…
Ömer'in
kız kardeşi ve kocası ise, bu sürpriz gelişle şaşırmış bir hâlde kapıyı
açarlar.
Fatma,
o son derece çetin ve sıkıntılı dakikalarda bile Allah'ın ayetlerinin yazılı
olduğu sayfayı ortalıkta unutmaz ve elbisesinin altına saklar.
Ömer,
gözlerinden ateş ve öfke fışkırır olduğu hâlde bağırır:
"İçeriden
duyduğum bu ses de neydi?!"
"Hiçbir
şey… Aramızda konuşuyorduk…"
"Sizin
din değiştirdiğinizi duydum…!"
Bunun
üzerine Saîd:
"Ömer,
ya gerçek ve
"Ey
Allah'ın düşmanı! Tek olan Allah'a iman ettiğim için beni dövüyor musun? Hiç
durma, ne yapacaksan yap! Ben şahidim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed
O'nun Resûlü'dür…!!"
Şimdi
çok dikkat edin! Çanlar büyük dönüşüm ve bu adamın yaratılışında gizli bulunan
o tertemiz özü açığa çıkarmak için çalıyor…
Ömer,
öfke ve nefretinin doruğunda iken, hak en gür sesiyle ona sesleniyor. Derken
Ömer yumuşuyor, sakinleşiyor…
Kız
kardeşinin dudakları arasından ısrarla dökülen sözler, doğruluğun tüm yankısını
taşıyor…
Ömer'in
yaratılışı gibi bir yaratılışa sahip olan herkesin duyacağı ve ayıracağı bu
yankı, tamamen, deneyimli, profesyonel bir süvarinin, kişnemesine bakarak asil
atı diğerlerinden ayırması gibidir.
Şayet
Ömer'in kuvveti, inat ve kabalık kuvveti olsaydı, o bildiği yolda yürümeye
devam edecekti.
Fakat
bu, üstünlük ve yiğitlik kuvveti olduğundan, önünde meydan okuyan yüceliği
derhâl kabul etmiştir. Bu, dimdik ve onurla yükselen Fatıma bint. Hattab'ın başının
yüceliğidir. Yine bu, doğrulukla yankılanan hak çağrısının parıldayan nuruyla
ağızdan çıkan sözlerin yüceliğidir…
Kız
kardeşinin sözlerinin ardından Ömer, derhâl Saîd'in üzerinden kalkıyor.
Ellerini kız kardeşine doğru uzatarak, elbisesinin altından görünen sayfayı
kendisine vermesini istiyor.
"Ver
de o sayfada neler yazıyor, ben de göreyim…" diyor.
Kız
kardeşi:
"Asla...!!
Ona temiz olanlardan başkası dokunamaz…!! Git yıkanıp temizlen…" cevabını veriyor.
Ömer,
sakin bir tavırla gidiyor, yıkanıp geri dönüyor. Sakalından sular damlıyor… Bu
kez kız kardeşi sayfayı veriyor. Ömer okumaya başlıyor:
"Kuran'ı
sana, sıkıntıya düşesin diye değil, ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt ve yeri
ve yüce gökleri yaratanın katından bir Kitap olarak indirdik. Rahman arşa
hükmetmektedir. Göklerde ve yerde, her ikisi arasında ve toprağın altında
bulunanlar O'nundur. Sen sözü istersen açığa vur, şüphesiz O gizliyi de,
gizlinin gizlisini de bilir. Allah'tan başka ilah yoktur, en güzel isimler O'nundur." [1]
Saygı
ve edep içinde okumaya devam ediyor:
"Şüphesiz
Ben Allah'ım, Benden başka ilah yoktur; Bana kulluk et; Beni anmak için namaz
kıl." Herkes işlediğinin karşılığını görsün diye, zamanını gizli tuttuğum
kıyamet mutlaka gelecektir. Buna inanmayan ve hevesine uyan kimse seni ondan
alıkoymasın, yoksa helâk olursun." [2]
Ömer,
sayfayı bağrına basıyor, sonra öpüyor. Ayağa kalkarak şöyle diyor:
"Âyetleri
bu şekilde olan bir varlığın ortağı olamaz. Beni Muhammed'e götürün!"
Bu
esnada Habbab bin Eret (r.a.), gizlendiği yerden çıkıyor.
"Sevin
ey Ömer! Allah'a yemin ederim ki, Resûlullah'ın senin hakkındaki duası kabul
olmuştur!"
diye bağırarak Ömer'e doğru koşuyor.
Ömer,
Erkam'ın evininin bulunduğu Safâ'ya doğru yürüyor… Orada Resûlullah'ın
huzurunda hak dine giriyor. Müslümanlar bu olay karşısında sevinçlerinden öyle
bir tekbir getiriyorlar ki, âdeta bütün Mekke bu sesle sarsılıyor…!!
* * *
Göz
açıp kapayacak kadar kısa bir zamanda bu büyük dönüşüm gerçekleşiyor ve Ömer
(r.a.), biraz önce putperestliğin bilinmezliklerindeyken şimdi Allah'ın engin kılavuzluğunda
yolunu buluyor.
Yeni
dine karşı Kureyş'in putlarını korumak için seferber olan güçlü kişilik, şimdi
bütün şiddet ve hıncıyla savaş alanında diğer tarafa geçerek saf değiştiriyor.
Ömer,
hak ve
O,
yüzünü ve gönlünü Allah'a çevirip Müslüman oldu. Artık bütün yaşamını ve gücünü
dine hizmet yolunda kullanacak… Çünkü bu dinin hak olduğuna iman etti…
Artık
o nefsin arzu ve isteklerine göre değil; imanının gösterdiği doğrultuda
yaşayacak…
Fakat
ilk imanı ile bu son imanı aynı değil…
İlk/eski
imanı, hiçbir kanıt ve bilgiye dayanmamaktaydı. Bu imanda
Ama
bu yeni imanı, delillere ve bilgiye dayanıyor, hem de ne deliller…!!
Onun
bugün ibadet ettiği Allah, taş ve çamurdan değil. Bilakis O, göklerin ve yerin
nurudur. Her şeye kadirdir. Her şeyi bilendir…
Onun
yeni dine girmesinin sebebi, putlar vasıtasıyla geçimlerini sağlayan ve nüfuz
ve otoritelerini insanların cahilliklerinden ve asılsız efsanelerden alan
kâhinlerin sözleri değil…
Bilakis
bu sebep, Muhammed'dir (s.a.v.)… O Muhammed (s.a.v.) ki, âbid, temiz ve saygın
biri olarak halkın içinde geçirdiği kırk yıl boyunca ne doğruluğuna ne de
güvenilirliğine dair akıllara en küçük bir şüphe ve tereddüt gelmemiştir…
Yeni
arkadaşları da, İslâm dinindeki kardeşleri de eski arkadaşlarına
benzememektedirler. Eski arkadaşları, eğlence ve oyundan, içki ve kumardan
başka bir şey düşünmezlerdi.
Bunlar
ise, ağırlıklarını üzerlerinden atmış, dünya hayatının gurur ve aldatmasından,
bencillik ve kibrinden kendilerini soyutlamış ve kendilerini büyük bir davaya
ve kutlu bir cihada hazırlamış olan yüce bir toplulukturlar.
Evet…
Burada… Muhammed (s.a.v.) ile birlikte… bulunan insanlar, uğrunda
yaşayabilecekleri yüce bir amaç bulmuşlardır. Ötekiler… Ömer'in geride
bıraktığı insanlar ise, kumar masalarında basitlik ve bayağılıklarını arttırmak,
fal oklarının etrafına kümelenip ters giden geleceklerinin ne şekilde
düzeleceğini öğrenmeye çalışmak yahut kendi elleriyle yaptıkları taştan
putların (heykellerin) çevresinde dönüp, secdeye kapanmakla meşguller…
Buradaki
beraberinde Allah'ın kesin kanıt ve delilleri bulunan hak imandır.
Buradaki
alınları kaldırıp dimdik tutan ve arada hiçbir aracı ve vasıta olmaksızın
insanı Allah'a ulaştıran imandır.
Ömer'in
(r.a.) karakteri gibi bir karakter, taklidi ve bağlı olmayı kabul edemez.
O her tür boyun eğme ve bağlılığın
üzerindedir… O, ancak böyle bir dinde yaşaması için uygun ortamı bulabilir ve
yaşamını sürdürebilir. Çünkü bu dinde, bütün insanlar bir tarağın dişleri gibi
eşittirler… Allah katında insanların en onurlusu ve şereflisi, Allah'a karşı
sorumluluk bilinciyle en fazla donanmış olandır… Temizliğin ve hakkın güzel
kokusu her tarafa yayılmıştır… Burada Muhammed (s.a.v.) Rabbinin âyetlerini okumakta
ve böylelikle bereketli hayatın ve kötü akıbetin temel taşları onlara
görünmektedir… Gönüller bu âyetlerde
Ömer (r.a.) Müslüman olduktan
sonra da aynı kuvvet ve aynı asalet, onun eşsiz karakterinde kendini göstermeye
devam etti… Fakat Müslüman olduktan sonra bu karakter, Müslüman olmadan önceki
karakterini çok çok gerilerde bıraktı… Çünkü bu karakter, hidayet ve yolunu
buldu. Bundan böyle onun ilgisi ve uğraşısı, Kâbe'nin etrafını doldurmuş olan
putlar ya da Mekke hayatının bayağı işleri değildi… Aksine bu yüce karakter,
artık hem gökle hem de yerle ilgileniyordu. Bundan sonra onun bütün mücadelesi,
dini için olacaktı… Sahip olduğu derin bakışıyla çok iyi biliyordu ki, bu din,
Ömer'in karakterindeki üstün
zekâ ilk andan itibaren bu durumu kavrıyor ve Resûlullah'a şöyle diyor:
"Biz öldüğümüzde de
yaşarken de hak üzere değil miyiz?"
"Evet, Ömer, hak
üzereyiz. Nefsim elinde olan varlığa yemin olsun ki, elbette siz ölseniz de
yaşasanız da hak üzeresiniz."
"O zaman bu gizlenmek
niye? Seni hak ile gönderene yemin ederim
ki sen ortaya çıkacaksın biz de seninle birlikte ortaya çıkacağız."
Bu konuşmanın ardından
Resûlullah gizlendikleri yerden çıkar, iki saf halinde Müslümanlar da onunla birlikte
çıkarlar. Saffın birinde Ömer (r.a.), diğerinde de Hamza (r.a.) vardır…
Böylece Hattab oğlu Ömer'in
teşvikiyle atılan bu adımlarla,
Kılıcını çekmiş bir hâlde
Resûlullah'ı öldürmeye gelen adam, geçen mutlu dakikalar sonunda Allah'a ve
Resûlü'ne iman etmiş bir adam olmuştu… Acaba şimdi ne yapacak?...
Karakterinin onu peşinden
sürükleyeceği istikamet nereye gidiyor?
Bu yeni yönelişin rotasını
belirleyecek olan tepki nedir?
Bu düşünceler zihninden hızla
geçiyor… Sanki her şey daha önceden belirlenmiş bir "haritaya" göre
hareket etmektedir…
"Putpereset" Ömer'in
başladığı misyonu, bu kez daha yüksek bir seviyede ve daha büyük bir amaçla
"Müslüman" Ömer sürdürecektir.
Evet, kendince batıl kabul
ettiği İslâm davasını kökünden kurutmak üzere kılıcını çekmiş ve Erkam'ın evine
doğru koşar adımlarla yürümüştü…
Güzel… Öyleyse amacını
gerçekleştirsin ve görevini tamamlasın… Ancak artık daha önceden batıl
zannettiği hakka karşı savaşamaz; bilakis bunca zamandır hak zannettiği batıla
karşı savaşacak ve onu yere serecektir…
Batılın ta kendisinin canına
okuyacaktır… Ömer hayatının bir bölümünde bu batılın görüntüsüne aldanmış ve
gerçek yüzünü görememiştir…
Bugün gözünden gerçeği
görmesine engel olan perdeler kalkmıştır. Cesaret fışkıran sesiyle haykırır:
"Allah'a yemin ederim
ki, daha önce kâfir olarak bulunduğum her mecliste bugün de aynı şekilde mü'min
olarak bulunacağım…!!"
Sahip olduğu zekâ ve güç, onu
daima çalışmaya hazır, hedefinden gözünü bir an bile ayırmayan biri yapıyordu…
O bu sebeple ve bununla, ne
Aynı şekilde o, zulüm,
gizlenmiş ve çok zayıf şekilde de olsa cahiliye dönemine ait işaretlerin olduğu
gibi bırakılmasıydı. Nasıl ki, ayaklar, Mekke sokaklarında İslâm'ın ve
Müslümanların aleyhine olarak izler bırakarak yürümüşse, şimdi de aynı ayaklar
aynı sokaklarda ama bu kez Allah'ı överek ve O'nu takdis ederek yeni izler
bırakıp yürümeliydi…
Yüksek sesle Kureyş'in
putlarını bağlılıkla andığı her yerde, şimdi de "Lâ ilâhe illâllah,
Muhammed Resûlullah" sözünü haykırmalıydı…
Öyleyse
Ömer, İslâm'ın gelişinden kendisinin Müslüman olmasına kadar geçen altı senelik
geçmişini, o dönemde Allah'ın diniyle alay anlamına gelebilecek tüm söz ve
davranışlarını iyice gözden geçirmeliydi…
Gözden geçirmeli ve her bir
kötülüğün yerine bir iyilik, her bir günahının yerine bir sevap koymalıydı…
Muhammed'in (s.a.v.) geçtiği
yollara serptiği dikenlerin yerine güller ve çiçekler döşemeliydi… Bu çiçekleri
de sevgi, fedakarlık, özveriyle yetiştirmeliydi…
Ömer (r.a.) bir yerde ve bir
zamanda hata yapmış ve sonra bu hatasını düzeltmek istemişse, onun eşsiz yaratılışı,
Sonra aynı mekâna tekrar
dönmek ve böyle bir hatanın asla meydana gelmediğini ona haykırmak ister… O
hataya tanıklık edecek bir mekân ve zamanın olmamasını arzular…
Bu sebeple daha önce kâfir
olarak bulunduğu her yere şimdi Müslüman olarak gidiyor… Fakat bu yeter mi?!
Hayır… Daha yapılacak çok iş
vardır. Ömer kendini cahiliye dönemine ait yaşantısının tüm izlerinden tertemiz
yapıncaya kadar bu yürüyüş ve uğraşısını sürdürür…
Evet, dün onun Kureyş'in
dinine olan sarsılmaz bağlılığı, Resûlullah'ın ve ashabının karşılaştığı
eziyet ve işkencenin en baş sebeplerinden biriydi. Bugün o iman etti. Öyleyse
bugün de onun İslâm dinine olan bağlılığı, İslâmî direnişin motor gücü
olmalıydı…
Evet, dün onun putperestliği,
Müslümanların, dinleri uğrunda gizlice Erkam'ın evinde buluşmalarına ve ibadet
etmelerine yol açmıştı…
Bugün de onun Müslümanlığı,
davetin açıktan yapılmasını ve gizlilik ve müdaradan kurtulmalarını sağlamalıydı…
O, Resûlullah'a gidiyor ve:
"Annem babam sana feda
olsun. Allah'a yemin ederim ki, ben kafir olarak bulunduğum tüm meclislerde
Müslüman olarak da bulundum. Bunu yaparken de kimseden korkmadım ve çekinmedim.
Bugünden sonra artık Allah'a gizlice ibadet etmeyeceğiz!" diyor.
Resûlullah
(s.a.v.) onun bu görüşünü uygun buluyor ve böylece İslâm daveti, gizlendiği
yerden Allah'ın geniş yeryüzüne açılıyor…
Ömer
bununla yetinir mi?
Asla…
Gerçekten akılları hayrete düşüren bir adım daha var…
Ömer
(r.a.), dün Kureyş kâfirlerinin, o, Muhammed'in (s.a.v.) ashabına eziyet ve
işkence yapıyor diye kendisiyle gurur ve kibre kapıldıklarını hatırlıyor… Bugün
de Müslüman aynı gurur ve sevinci yaşamalılar… O her ne kadar bugün Kureyş'in
asilzadelerine bir şey yapamıyorsa da güçsüz Müslümanların eziyet ve
işkencelerine ortak olabilir… Onlar nasıl eziyete uğruyorlarsa, yiğit ve cesur
Ömer de aynı şekilde eziyete uğrayarak, o Müslümanların yaşadıkları işkencenin
acısını biraz olsun hafifletebilir…
Evet…
Kureyş Bilal'a, Habbab'a, Ammar'a, Süheyb'e (r.anhum) ve diğer zayıf
Müslümanlara daha önce yaptığı gibi baskı ve işkenceyi aynı dozda sürdüremeyecekler…
Bilakis Kureyş artık onlarla beraber, heybet ve korkusu kendisinden önce
meclisleri dolduran, sertliği ve nüfuzu gönülleri yerinden oynatan bu yiğitler
yiğidini de hesaba katmalıdır…
Onlara
işkence edildiği gibi Ömer'e de işkence edilmeli… Böyle olursa o Müslümanların
yaşadıkları eziyet ve işkenceler artık onların kişilik ve onurlarına zarar vermeyecektir…
Hem böylelikle Ömer'in Müslümanlığı da tamamlanmış ve Allah'ın sancağını satın
almak için onların ödedikleri bedeli o da ödeyerek onlarla eşitliği sağlanmış
olacaktır…
Hattab
oğlu böyle düşündü… Güçlü karakterin ve dengeli yaratılışın sahibi bu şekilde
düşündü…
Fakat
bu nasıl gerçekleşecek…?! Herkes ondan çekinmekte ve onunla girişilecek bir
mücadele düşüncesi daha en başından tam bir hezimet kabul edilmektedir…!!
Ömer
(r.a.), muzaffer ve galip olmak isterse yorulmadan bunu başarabilir… Ama
eziyete ve hezimete uğramaya gelince; bu, aşılması için uzun ve yorucu bir
çabanın gerektiği büyük bir sorun…
Bütün
Kureyş toplumu içinde kim Ömer'e bir fiske vurmaya cesaret edebilir?
Fakat Ömer,
kardeşlerinin tattığı işkenceden payına düşeni almaya ve bu azabın kıymetini
arttırmaya kararlıdır…
Evet,
o karar vermiş ve istemiştir… Mademki istiyor, o hâlde bir çare bulunacak…
Plânını
yapıyor… Önce Ebû Cehil'den başlıyor… Evinde onu ziyaret ediyor… Kapıyı
çalıyor… Ebû Cehil kapıyı açıp da karşısında Ömer'i görünce derhâl kapıyı kapatıyor…
Ömer
(r.a.) oradan ayrılarak, Kureyş'in ileri gelenlerini evlerinde ziyaret ediyor.
Onlardan birinin kendisiyle bir kavgaya girmesini ve bu kavgadan göğsüne bir yumruk
yiyerek yahut yüzünden bir yara alarak çıkmayı çok arzuluyor…!! Fakat hepsi
kendisinden çekiniyor ve uzak duruyor…
Son
olarak, onlar Kâbe'deyken yanlarına gidip, onları kızdırmaya karar veriyor.
Şimdi
hikâyenin geri kalan kısmını ondan dinleyelim:
"Derken
insanlar üzerime çullandılar. Kıyasıya bir kavgada onlar bana vuruyorlar, ben
onlara vuruyordum. Tam bu sırada dayım çıkageldi. Bana: "Bu
kimdir?" diye sordu. "Hattab oğlu Ömer" dediler.
Bunun
üzerine dayım Hicr'in üzerine çıkarak şöyle dedi: "Dinleyin! Ben kız
kardeşimin oğlunu himayeme aldım!" Bunun üzerine insanlar beni
bıraktılar. Bana bir daha ilişmediler.
Bense
hâlâ eziyet gören, dövülen Müslümanları görüyor ve "Onların başına
gelen ne zaman benim başıma gelecek?" diyordum. Dayıma gelerek: "Senin
himayenden çıkıyorum." dedim. Dayım: "Yeğenim, yapma" dedi.
Ben kararlıydım: "Hayır, himayeni sana iade ettim." dedim.
Bunun üzerine dayım: "Nasıl istiyorsan öyle yap." dedi.
Çok
geçmedi ben de, Allah bizim vasıtamızla İslâm'ı güçlü ve şerefli yapıncaya
kadar aynı şekilde kavga etmeye devam ettim."
* * *
Ömer'in
(r.a.) ortaya koyduğu bu parlak davranış, onun olgunluk ve efendiliğin tüm
gereklerini barındıran karakterinden ileri gelmektedir. Hiçbir şeyin kendisini,
sorumlulukta dürüstlüğünden ve saf özünden ayıramadığı bir karakter…
Bu
tavır ve duruşunu daha Müslüman olduğunda koyan bu adam, ordusu kayser ve
kisranın saltanatına son verirken bu duruşunu aynen sergileyecektir… Bu zafer
karşısında toplanmaları için Müslümanları çağırdıktan sonra minbere çıkacak ve
onlara şöyle diyecektir:
"Ey
insanlar! Bir avuç hurma veya kuru üzüm karşılığında, Mahzûm oğullarından
dayımların koyunlarını güttüğüm günleri hatırlıyorum."
Bu
sözlerinin ardından toplanan kalabalığın şaşkın bakışları ve fısıltıları
arasında minberden inecektir.
Görüp
duyduklarına bir anlam veremeyen bir adam, Abdurrahman bin Avf (r.a.), Ömer'e
yaklaşacak ve:
"Ey
mü'minlerin başkanı, bu sözlerinle ne anlatmak istedin?" diye soracaktır.
Ömer
(r.a.) de ona:
"Yazık
sana ey İbn Avf! Nefsim bana: "Sen Mü'minlerin başkanısın. Seninle
Allah'ın arasında kimse yok. Senden daha faziletli ve üstün kim olabilir
ki?" diye vesvese verdi. Ben de ona ne olduğunu öğretmek istedim…!!!"
Bu
istikamet üzere olan yaratılış, sahibini, büyük bir doğruluğun sahibi, yaptığı
hiçbir şeyden dolayı en küçük bir karşılık ve teşekkür beklemeyen bir adam
yaptı... O
Eşi
bulunmayan çalışmasıyla, yılmayan gücüyle dünyaları doldurduğunda…
Bitmeyen
gizli yetenek ve servetini açığa çıkardığında…
Allah'ın
sancağını yükseltip, şirkin bir kalesini yıktığında ve bir insana hakkını
verdiğinde bu dopdolu karakterinin gereğini yapıyor…
YARIN RABBİNE NE CEVAP VERECEKSİN?!
Gurur
ve kibirden uzak oluşları kadar, dengeli, başarılı karakterleri diğerlerinden
ayıran başka bir şey yoktur.
Bir
adam düşünün ki, sağlam karakterine, yücelik ve başarılarına gurur mutlaka
bulaşacak olsun. Bu adam kesinlikle Ömer (r.a.) olurdu…
*
O, Resûlullah ve ashabından oluşan güler yüzlü bir topluluk önünde Müslüman
oldu…
*
O, Müslüman olduğu gün İslâm'ın sesinin nasıl yükseldiğini, açığa çıktığını
biliyor…
*
Daha önce Mekke'nin zalimlerinden köşe bucak kaçan Müslümanların Ömer'in
aralarına katılmasından sonra bugün her tür sıkıntıyı aslanlar gibi
göğüslüyorlar ve Mekke sokaklarını tekbirlerle sarsıyorlar.
*
Allah'ın, onun Müslüman olmasıyla hakla batılın, dalkavuklukla yüzleşmenin
arasını ayırmasından sonra Resûlullah'ın, kendisini "el-Faruk" olarak
nitelediğini görüyor…
*
Kendisi, Resûlullah'a bazı teklif ve önerilerde bulunuyor. Resûlullah bunları
kabul etmekle kalmıyor, ayrıca bu teklifleri içeren vahiy geliyor ve böylelikle
bunlar okunan Kur'an oluyor…
*
Sonra… Ebû Bekir'den sonra Resûlullah'ın halifesi ve Mü'minlerin başkanı
oluyor. Onun halifeliği zamanında dünyanın kapıları ardına kadar Allah'ın
dinine açılıyor. Onun sancağı tüm ufukları dolduruyor…
Tüm
bu durumlardan sonra gurur, girip nüfuz edebileceği gedikler bulamıyorsa da hiç
olmazsa bir gedik de bulamaz mı?
Bununla
birlikte biz, tek adam… Ömer gibi, gururdan kaçan, sağlam karakterinden oluşan
kalesi karşısında tüm girişimlerin hezimetle sonuçlandığı birini az kalsın
tanıyamayacaktık…
O
bu kuvveti nereden buluyor…?
Şüphesiz
bunda en büyük pay, onun karakterine ve yaratılışından gelen donanımına ait…
Yine
şüphe yok ki, bu karakteri Allah'a ulaştıran yolda, Allah'ın yardımı,
yalpalamayan meziyet ve yetenekler ve bunların yanı sıra dünya hayatında gurur
ve aldanış sebebi olan her şeyden tam bir kaçış vardır.
Ömer
(r.a.) kendisini, Allah'a ve sahip olduğu tüm fazilet, hidayet, güç ve
yeteneklerle dine döndürdü.
Din
kardeşlerine daima şunu söylüyordu:
"Şayet
İslâm bizi onurlandırmasıydı biz anılmaya değer hiçbir şey değildik. Biz izzet
ve onuru başka yerde ararsak, zelil ve alçak kimseler oluruz."
Şimdi
Ömer'in, Rabbiyle olan bağ ve ilişkisine bakalım.
Ömer
(r.a.), Rabbinden son derece korkmakta ve O'na karşı son derece saygılıdır.
Çevresinde uzaktan bile olsa Rabbinin parıltılarını her gördükçe âdeta eriyor…
"Yarın
Rabbine ne cevap vereceksin?!" sözlerinden oluşan korkutan melodiyi asla dilinden
düşürmüyor…
Evet…
"Yarın Rabbine ne cevap vereceksin?!"…
Bizim
kolaylıkla okuyup geçiştiriverdiğimiz bir söz bu… Ama bu söz onu son derece
rahatsız ediyor ve sarsıyordu…
Ahnef
bin Kays (r.a.) anlatıyor:
"Ömer
bin Hattab ile birlikteydim. Derken bir adam çıkageldi ve:
"Ey
Mü'minlerin başkanı, benimle gel de, bana haksızlık eden falan adamdan benim
hakkımı al."
dedi.
Ömer
(r.a.), kırbacını kaldırıp, onunla adamın başına hafifçe vurdu.
"Mü'minlerin
başkanının sizinle işi olunca onu kendi haline yardımsız bırakıyorsunuz. Ama
sizin Ömer'le işiniz olduğunda ona geliyor: 'Bana yardım et… Bana yardım et.'
diyorsunuz."
dedi.
Adam
bu söze çok bozuldu, öfkelendi ve bırakıp gitti. Halife Ömer:
"Onu
bana çağırınız."
dedi.
Biraz
sonra adam çıkageldi. Ömer elindeki kırbacı adama uzatarak:
"Bana
kısas yap." dedi.
Adam:
"Hayır,
vallahi olmaz. Ben Allah için ondan vazgeçiyorum." dedi. Ardından arkasını
dönüp gitti. Ömer'le birlikte onun evine gittik. Ömer iki rekât namaz kılıp,
oturdu. Nefsini hesaba çekmeye başladı. Şöyle diyordu:
"Ey
Hattab oğlu! Sen değersiz, alçağın biri iken Allah seni yüceltti. Sen sapık
biri iken Allah seni doğruya ulaştırdı. Sen hor iken Allah seni seçkin biri
yaptı… Sonra seni insanların başına geçirdi. Şimdi bir adam gelip senden yardım
istemişken sen ona vurdun. Yarın Rabbinin huzuruna vardığında O'na ne cevap vereceksin?!"
* * *
"Yarın
Rabbine ne cevap vereceksin?!"
Bu
ifadede, Ömer'in dinini ve çizgisini görüyoruz. Onun hayat kriterleri ve ölçütleri
buradan besleniyor…
Yine
bu ifadede onun dünyaya, dünyanın da bütün güzellikleri ile ona gelişinin
sebebini görüyoruz…
Her
bir lezzetli lokmada… Her bir soğuk çorbada… Her bir yeni elbisede… Gözyaşları
sicim gibi akıyor… İki gözünün altında birikmiş olan gözyaşları, çok ağlamaktan
dolayı iki siyah iz bırakmıştı. İçinin derinliklerinde şu ses yankılanıp
duruyor:
"Yarın
Rabbine ne cevap vereceksin?!"
Bu
adam, cahiliye döneminin zorbası; İslâm'ın dev şahsiyeti…
Bu
adam, dünyanın kapıları fetihle kendisine açılmış olup, fethedilen ülkelerin
halklarının, ordularını sevinçle karşıladıkları Mü'minlerin başkanı…
İşte
o, cemaate namaz kıldırıyor, ağlayıp inlemesini en son saftakiler dahi duyuyor…
İşte
o, deve yatağından kaçan bir devenin ardından koşuyor… Böyle koşarken Ali bin
Ebû Talib (r.a.) ona rastlıyor, "Nereye ey Mü'minlerin lideri?"
diye soruyor. Ömer (r.a.) ona:
"Sadaka
develerin arasından ürküp kaçan deveyi yakalamaya çalışıyorum." karşılığını veriyor. Bunun üzerine
Hz. Ali (r.a.) :
"Senden
sonra yerini alacak olanları yoracak bir çığır açtın." diyor.
Ömer
onun bu sözüne ise şu karşılıkta bulunuyor:
"Muhammed'i
hakla gönderene yemin ederim ki, şayet bir keçi Fırat kıyısında boğulsa,
kıyamet gününde onun hesabı Ömer'den sorulur."
Acaba
Ömer'in Allah'tan korkusu, kamçısı ve sopası sebebiyle efendisinden ödü kopan
kölenin korkusu gibi mi?
Hayır.
O Rabbine karşı saygılı olan, O'nu yüce ve büyük bilen ve O'na karşı bir kusur
ve kabahat işlemekten utanan özgür bir insanın korkusunu yaşıyor…
İşte
ağzından düşmeyen nakaratı:
"Sen
değersiz, alçağın biri iken Allah seni yüceltti. Sen sapık biri iken Allah seni
doğruya ulaştırdı. Sen hor iken Allah seni seçkin biri yaptı… Yarın Rabbinin
huzuruna vardığında O'na ne cevap vereceksin?!"
* * *
Fakat
bütün bu son derece korku ve utanma niye?!
Ömer
(r.a.), Resûlullah'ın (s.a.v.) ellerinde en güzel şekilde edep ve terbiyesini
aldı. O en küçük bir sapma ve ihmal göstermeksizin Resûlullah'ın yolunu takip
ediyor. Ömer, büyük bir âbid. Vera, kendini Allah'a verme, zühd ve takvada
biricik.
Bütün bunlar, ona huzur ve
rahatlıktan çok endişe vermek için yetmez mi?
Elbette yeter. Hatta bu
kimse, Ömer'den başkası bile olsa, bunlar o kimseyi endişeye sokmak için yeter…
O ise, bütün bunları, aciz bir varlığın basit gayretleri olarak görüyor…
Allah'ın, kendisini başarıya ulaştırmasını, sadece gereğince şükrü gerektiren
bir nimet olarak kabul ediyor…
Bir gün birlikte oturmakta
olduğu arkadaşı Ebû Musa el-Eş'arî'ye (r.a.) şöyle sorar:
"Ebû Musa! Hesap gününde
ne borcumuzun ne de alacağımızın olmaması, günahımız ve sevabımız denk bir
şekilde kurtulmamız karşılığında Resûlullah'la birlikte Müslüman olmamızın, onunla
hicretimizin, şehâdetimizin ve bütün işlerimizin sevapsız bize iade
edilmesini ister miydin?"
"Hayır, ey Ömer,
istemem."
der Ebû Musa ve ekler:
"Allah'a yemin olsun ki,
biz cihad ettik, namaz kıldık, oruç tuttuk ve pek çok iyi işler yaptık. Bizim
vesilemizle pek çok insan Müslüman oldu. Ben bunların sevabını elde etmeyi arzu
ederim."
Gözyaşları inci taneleri gibi
yanaklarından süzülürken, Ömer, "Ben istemem." der. "Ömer'in
canını elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, keşke amellerim bana iade edilse
de ben, sevabım ve günahım olmaksızın hesaptan kurtulabilsem."
Allah'tan korkusunun ve
saygıyla O'ndan utanmasının büyüklüğüne bakın…!!
Resûlullah onu cennetle
müjdelemiştir…
O her tür arzu ve istekten,
her tür sürçme ve yanılgıdan daha güçlü… Âdeta hatadan masum…
Bütün bunlarla beraber
Allah'a karşı yüksek bir korku, sakınma ve utanma hissiyle dopdolu…
Niçin
böyle olmasın ki? O, Resûlullah'ın yaşantısını bizzat görüyor… Resûlullah,
geceyi ibadetle, gündüzleri oruçla geçiriyor. Kendisine: "Ya
Resûlallah, kendinizi niçin bu kadar yoruyorsunuz? Allah sizin geçmiş ve gelecek
günahlarınızı affetmiştir." diyenlere şu karşılığı veriyor:
"Şükreden
bir kul olmayayım mı?"
Allah'a
olan saygının, diğer saygıların; Allah'a olan şükrün de diğer teşekkürlerin çok
çok üstünde olması…
İşte
Ömer'in eğitilip mezun olduğu okul budur…
Burası
öyle bir okuldur ki, Allah korkusu olmasa bile, bu okulun öğrencileri, Allah'a
karşı gelmeyi akıllarından bile geçirmezler. Günahın cezası olmasa bile onlar
günah işlemeyi akıllarından geçirmezler. Allah onlara: "İstediğinizi
yapın, sizi affettim." dese bile akıllarına, Allah'ı razı ve hoşnut
edecek davranışlardan başkası gelmez…!!
Çünkü
onların Allah'la olan bağ ve ilişkileri, sadece korkuya dayanmamakta; bilakis
bu ilişki, Allah sevgisi, O'na saygı ve O'ndan utanma ekseninde yürümektedir.
Bizim
yüce, parlak insanımız Ömer (r.a.), bu doğru anlayışın zirvesinde bulunuyor…
O,
yaşantısı ne kadar fazilet ve adaletle dolu ve istikamet üzere olsa da hiçbir
insanın lâyıkıyla Allah'a şükredemeyeceğini çok iyi biliyor.
O
biliyor ki, Allah'a yapılan her bir şükür, gerçekte bir nimettir ve yeni bir
şükür gerektirir.
O
yine biliyor ki, Allah'ın, kendisine bahşettiği iman, hidayet ve devlet
başkanlığı nimetleri, sadece Allah'ın ihsan ve lütfunun eseridir. Allah bu
nimetleri başkasına da verebilirdi. Fakat Allah, kendisini seçmiş ve böylelikle
âdeta şöyle demiştir: "Ey Ömer, bu nimetler, benden sanadır…" Bu düşünce Ömer'i içten içe yiyip bitiriyor…
Tüketiyor… Allah'tan utanarak şöyle diyor:
"Keşke
Ömer'in annesi, Ömer'i hiç doğurmayaydı!"
Yine
şu sözü dilinden hiç eksik etmiyor:
"Yarın
Rabbine ne cevap vereceksin?!"
O
kendini, yetenek ve sınırlarını aşıp, elde edebileceği en büyük irfan ve şükrü
gerçekleştirmeye kararlıdır…
Resûlullah'ın
arkasında ashabından bir fert olarak duran Ömer…
Daha
sonra Resûlullah'ın ardından onun halifesi ve ashabının üzerinde onun bekçisi
olan Ömer…
Ömer
burada veya orada… aynı huşûlu, içli insandır... Ne günahı ne de sevabı
olmaksızın boş bir hâlde hesaptan kurtulmak dışında dünyadan ve âhiretten yana
hiçbir beklentisi olmayan adamdır…
O, Rabbinin huzurunda
durduğunda, işlediği bir günah ya da gidermekte kusur gösterdiği bir haksızlık
veya şükrünü yerine getirmek için elinden geleni yapmadığı bir nimet sebebiyle
elleri boş dönmekten başka bir umut beslemiyor…
Rabbinin, "Bunu niçin
yaptın ey Ömer?!" diyerek kendisini azarlamasından duyduğu korku kadar
onun geceleri uykularını bölen, gündüzleri de korku dolu düşüncelere sokan
başka bir şey yok…
Ömrünü uğrunda tükettiği işte
"bu", meçhul her fiilin simgesidir…
Bu yüzden o, Allah'ın helâl
ve mubah kıldığı dünyanın tüm güzelliklerini, bunlar sebebiyle
"bu"nun bilinemeyecek derecede halinin değişmesinden korkarak terk
etti… Çünkü o, Allah'a "bu"nun hesabını verecektir…
Şimdi onun Basra'daki valisi
Utbe bin Gazvân'a yazdığı mektubundan bazı pasajlar okuyalım:
"Sen Hz. Peygamber'in
sohbetlerinde bulunmuş birisisin. Allah Teâlâ zelil olduğun bir sırada seni
peygamberi vasıtasıyla aziz kıldı. Zayıf idin, Allah seni onunla kuvvetlendirdi.
Nihayet emirlerine itaat edilen bir başkan, düşmana musallat kılınan bir emir
oldun. Konuştuğunda sözlerin dinlenir; emirlerin yerine getirilir. Seni emrin
altındakilere kötü davranmaya ve haddi aşmaya sürüklemediği takdirde bu ne
büyük bir nimettir! Günahlardan korunduğun gibi nimetlerin sebep olacağı kötülüklerden
de korun. Ben senin için nimetlerden çok korkuyorum; çünkü onunla aldanabilir
ve bundan dolayı da düşüp cehennemi boylayabilirsin. Böyle bir şeyden hem beni
ve hem de seni koruması için Allah'a yalvarıyorum."
Cabir bin Abdullah (r.a.) anlatıyor:
"Ömer bin Hattab,
elimdeki eti gördü. "Cabir, bu nedir?" diye sordu. "Et."
dedim, "Canım çekti, ben de bir miktar satın aldım." Bana: "Şimdi
sen her canın çektiği şeyi satın alacak mısın?! Kıyamet gününde sana: 'Dünyadaki
hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz.' [3]
denilmesinden korkmaz mısın?!" diye çıkıştı.
* * *
Dünya
hayatının helâl ve temiz olan güzelliklerinden dini hususunda çekinen bu
adamın, acaba kötülükler karşısındaki tavrı ve duruşu nicedir?!
Fakat
kötülüklerle Ömer'in ne ilgisi olabilir ki?! O daha kötülüğün ışığını
kilometrelerce mesafeden gördüğünde korkuyla titreyerek ondan kaçmaktadır…
Allah'ın
haram kılmadığı birçok dünya nimetini, Ömer (r.a.) kendisine yasaklamıştı…
Çünkü o, az miktardaki şükrünü gereğince yerine getiremediğini görüyor ve
nimetlerden bolca istifade etmek sûretiyle bunların şükründe bir çıkmaza düşmek
istemiyordu. Çünkü o aynı zamanda tam bir güven kaynağı olarak başkalarına örneklik
teşkil ediyordu.
Şayet
dünyanın nimet ve imkânlarından bolca yararlanmayı istemiş olsaydı, bütün
nimetlerden yararlanması mümkündü... Fakat kahraman ruhu, azametli nefsi ve
istikamet üzere olan yaşantısı, onu daima sadece yeterli olan miktara ve zor
olana yöneltiyordu.
Bir
gün Hafs bin Ebü'l-Âs onun ziyaretine geldi. Ömer (r.a.) bu esnada oturmuş
yemeğini yiyordu. Hafs'ı da yemeğe davet etti. Hafs sofraya baktığında
kurutulmuş etten başka bir şey göremedi. Hafs, ne nefsini zorlamak ne de hazmı
zor bu yemekle midesini yormak istemedi. Teşekkür ederek, yemeyeceğini
bildirdi. Mü'minlerin başkanı onun sofraya niçin oturmadığını anladı. Başını ondan
tarafa kaldırarak sordu:
"Yemeğimizi
yemekten sakınmana sebep nedir?"
Hafs
açık konuştu:
"Bu
katıksız kaba bir yemek. Ben biraz sonra eve döneceğim. Evde benim için
hazırlanmış olan leziz yemeklerden yerim."
Bunun üzerine Ömer (r.a.) şunları
söyledi:
"Acaba sen benim güzel
yemekleri bilmediğimi mi sanıyorsun? Şimdi istesem, hemen bana bir oğlak kesilir,
derisi yüzülür ve pişirilir. Güzel bir un getirilip ince bir elekten
geçirildikten sonra en güzel ekmekler yapılır. Ayrıca bir sa' kuru üzüm üzerine
su dökülür ve geyik kanı gibi olduktan sonra içmem için bana getirilir. Bu
oğlak etinden yer, getirilen içecekten içerim…"
Bu sözler karşısında Hafs
gülerek:
"Yemeğin kalitelisinden
de anlıyormuşsun!" dedi.
Ömer (r.a.) konuşmasını şöyle
sürdürdü:
"Canım elinde olan
Allah'a yemin ederim ki, şayet ben sevaplarımın ve iyiliklerimin bu rahat yaşam
içinde tükenip gitmeyeceğinden emin olsaydım, ben de sizin gibi çok ferah bir
yaşam sürerdim. Sizin hepinizden de daha leziz yemekler yerdim. Ben leziz
yemekler yiyen pek çok insandan da kaliteli yemeği daha iyi bilirim. Fakat ben
bunları, her emzikli kadının emzirdiği çocuğu unutacağı, her gebe kadının
çocuğunu düşüreceği, insanların da sarhoş olmadıkları hâlde sarhoş bir hâlde
görünecekleri bir güne erteliyorum. Ben bana ait güzel olan ne varsa, bunların
bana işte o günde verilmesini arzu ediyorum. Çünkü ben Allah'ın bir toplumdan
şöyle söz ettiğini işittim: 'Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi
harcadınız, onların zevkini sürdünüz.' [4]"
İşte Allah'a karşı duyduğu
hayâ duygusu, Ömer'i bu şekilde her tür rahat yaşantıdan, hatta her tür
rahatlıktan alıkoymuştur… Kendisi ve ailesi için, ancak hayatta kalmalarını
sağlayacak miktarda yemekten ve asgarî yaşam standardından başkasına razı
olmamıştır…
* * *
İnsanların, ömürlerinin bir
kısmını, elde etmek için uğrunda mücadeleyle geçirdikleri hilâfet makamına yönelik
duruşuna gelince…
Ömer'in ulaştığı bu devasa
saltanat…
O hiçbir zaman
halife, devlet başkanı ve yönetici olduğu için asla şımarmadı, taşkınlıkta bulunmadı…
En
büyük arzusu, ne halife ne de devlet başkanı değil; sadece Ömer bin Hattab
olmaktı…
Resûlullah'ın
vefatının hemen akabinde hilâfet makamı, ona sunuldu. Ebû Bekir, Sakîfe
günündeki toplantıda sağ elini Ömer'e (r.a.) uzatarak:
"Haydi,
Ömer, elini uzat, sana biat edelim!" dedi… Fakat Ömer (r.a.), şu sözlerle bu
sorumluluktan kendini kurtarabildi:
"Bilakis
sana biat edelim; çünkü sen bizim en faziletlimizsin!"
Ebû
Bekir ona itiraz etti:
"Sen de bizim en
güçlümüzsün!"
"Benim gücüm senin
faziletinin yanında olacaktır."
Ömer bu sözünün hemen
akabinde sağ elini uzatarak, Ebû Bekir'e biat etti. Bunu gören insanlar da Ebû
Bekir'e biat ettiler…
Ebû Bekir (r.a.) dünyaya veda
edeceği sırada halife olarak Ömer'i tayin etti. Ömer (r.a.) istemeyerek de olsa
bu görevi kabul etti. Şayet böylesine sıkıntılı ve zor bir zamanda bu görevi
reddetmiş olması, yarın Allah'ın huzurunda hesaba çekileceği bir görevden
kaçmak anlamına gelmeseydi, çoktan halife olmayı reddedip uzaklaşmıştı bile…
"Ey insanlar! İdareniz
için başınıza geçirilmiş bulunuyorum. Şayet hakkınızda sizin en hayırlınız,
önemli işlerinizi en iyi şekilde takip edeniniz olacağımı ümit etmeseydim,
sizin başınıza, bu makama geçmeyi istemeyecektim. Yarın kıyamet gününde sizin
haklarınız hususunda çekileceği hesabın korkusu Ömer'e yeter."
Dikkat edin… "Yarın
kıyamet gününde sizin haklarınız hususunda çekileceği hesabın korkusu Ömer'e yeter."
Bu adamın, yarın kıyamet
gününde Allah'ın ona, onun da Allah'a söyleyeceği sözden başka derdi ve meşgalesi
yok…
Ona göre, rahat yaşam ve bol
imkân, makam ya da mevkii sahibi olmak değil; Allah'ın rızasını kazanmaktı…
Bir gün uzak beldelerden bir grup Müslüman
geldi… Yolculukları sırasında uğradıkları şehirlerdeki durumlara ilişkin
haberler aktardılar…
Dediler ki:
"Falan şehrin halkı,
Mü'minlerin başkanından çok korkuyor. Filan şehir, aralarında pek çok mal
toplayıp bir gemiyle sana göndermişler… Falan şehirde ise, salih insanlar var
ve bunlar, "Allahım, Ömer'i bağışla ve senin katında onun derecesini
yükselt." diye senin için Allah'a dua ediyorlar…"
Ömer (r.a.) onların bu
haberlerine şu karşılığı verdi:
"Benden korkanlara
gelince bunlar Ömer'den iyilik bekleselerdi, ondan korkmazlardı… Gemilerle bize
gönderilen mallara gelince, bunlar Müslümanların mallarıdır. Ne Ömer'in ne de
ailesinin bu mallarda en küçük bir payı ve hakkı yoktur… Gıyabımda benim için
yapılan duaya gelince, benim arzu ettiğim işte budur…"
Evet, İşte Ömer'in arzusu
budur… Rabbinin bağışlaması ve ondan razı olması… Saltanata gelince, saltanat
ziynet, gösteriş ve nüfuz demektir ki Ömer'in imtihanı da budur. O, Allah'tan
bu imtihanı esenlik ve hayırla geçmeyi dilemektedir…
Rabbin ölüm çağrısı gelip,
insanlara veda etme zamanı gelince, o gün en büyük meşgalesi, devlet idaresi sorumluluğunu
kime bırakacağıydı. O gün Muğire bin Şu'be ona yaklaşarak şöyle dedi:
"Ey Mü'minlerin başkanı,
ben size o kimseyi göstereyim mi? O, oğlunuz Abdullah'tır."
Bu söz Ömer'i (r.a.) sarstı:
"İşlerinizde bize
ihtiyaç yok… Ben bu işten (halifelik) memnun kalmadım… Ailemden kimse için de
onu arzulamam. Eğer bu iş hayırsa, biz ondan payımıza düşeni aldık. Şayet
şerse, Ömer'in ailesinden bir kişinin, bu şerre bulaşmış olup, tüm ümmet-i Muhammed'den
dolayı hesaba çekilmesi yeter… Ben kendimi bu iş sebebiyle çok yıprattım ve
ailemi birçok şeyden mahrum ettim. Bu işten, ne günah ne de sevap kazanmamış
olarak sıyrılabilirsem, kendimi bahtiyar sayarım."
Allah aşkına, bu ne büyük takva! Ne büyük
pâklık! Ne büyük iyilik duygusu! Ne büyük temizlik!
O, yarın Rabbine vereceği
cevabın düşüncesiyle gam ve keder içinde…
Yarın Allah'ın huzurunda
sözünü şaşırmasına neden olmasın diye her tür refah ve rahatlığı reddetmiş…
Yarın Allah'ın huzurunda
durduğunda sözleri ağzında düğümlenir diye adalet, takva ve güvenilirlikte
taviz vermekten çok korkuyor…
Yarın yüce ve büyük Rabbin
huzurunda vereceği cevap, bütün varlık ve ruhunun seyir ve akıbetini belirleyen
"pusula" olacak…
O gerek öfkelendiği, gerek
yumuşak ve sakin olduğu zamanlar da, doğru delil ve kanıtlarla Rabbine kavuşma
hırsıyla hareket ediyor…
Abdurrahman bin Avf'a (r.a.) şöyle
diyor:
"Ey Abdurrahman, ben
insanlara yumuşak davrandım, bu yumuşaklığımda Allah'tan korktum. İnsanlara
sert davrandım, sertliğimde Allah'tan korktum. Allah'a yemin ederim ki, ben
onların Allah'tan en çok korkanı ve en çok endişeli olanıyım. Bu işten bir
çıkış yolu yok mu?!"
Hıçkıra
hıçkıra ağlayarak bunları söylüyor…
Bu
manzara karşısında Abdurrahman bin Avf'ın dilinden şu sözler dökülüyor:
"Senden
sonra of onlara…!!"
* * *
Acaba
bu büyük adam, Müslümanların halifesi, Mü'minlerin başkanı olarak o on sene,
altı ay, dört günü hangi duygularla ve nasıl geçirdi?
Acaba
bu derin duyguların ve yüce ve büyük Allah'a duyduğu saygıyla titreyen kalbin
yoğun baskıları altında onca yıl nasıl geçti?
Dünyanın
nimet ve refahına dalmış olan insanlar, saltanatın her tür azamet ve gururunu,
kendisine bakanlara, sakınılması ve bir çare bulunup kaçılması gereken bir ateş
koru olarak anlatan bir başka devlet idarecisi veya kral daha duymuşlar mıdır?!
Bütün
saltanatı Allah'a boyun eğmiş bir hükümdar… Kendisi Allah'tan korktuğu oranda halkına huzur ve güven
sağlamış bir devlet idarecisi…
Bir
mazlumun âhı ve bir dertlinin inlemesiyle ya da "Ey Ömer, Allah'tan
kork!" diyen haksızlığa uğramış bir insanın mırıldanmasıyla derinden
sarsılan bir devlet yöneticisi…
İnsanlar
böylesini hiç duymuşlar mıdır?... Nerede?... Ne zaman?...
Bir
gün arkadaşlarıyla otururken, yüzünde yolculuğun meşakkati görünen bir dertli
adam geldi. İnsanlara yaklaşınca içlerinden birine, "Ey Mü'minlerin
başkanı" diyerek konuştuklarını duydu. Meclisi yararak o kişinin yanına
kadar geldi. Yüzünü acı kaplamış olduğu hâlde şöyle dedi:
"Ömer
sen misin?! Vay Allah'tan sana gelecek belâlara…!!"
Adam
bunları söyledikten sonra umursamaz bir tavırla çekip gitti.
Ömer'in
yanındaki adamlardan birkaçı öfke ve hınç içinde adamı yakalıyorlar. Fakat
Ömer onlardan adamı bırakıp, dönmelerini istiyor. Ardından kalbi küt küt
attığı hâlde kendisi peşi sıra koşarak adama yetişiyor.
Adam
ona, "Vay Allah'tan sana gelecek belâlara…!!" demedi mi?! İşte
bu söz, Ömer için kıyametin kopması demek. Bu, Ömer'in asla tahammül gösteremeyeceği
korku demek…
Adama
yetişiyor:
"Kardeş,
niçin vay bana..?!" diye soruyor.
Adam
onun sorusunu:
"Çünkü
valilerin ve emirlerin halklarına adil davranmıyor, zulmediyorlar."
"Hangi
valimdir bu?!"
"Mısır'daki
valin: İyâz bin Ğunm."
Ömer
olayın ayrıntılarını öğrenir öğrenmez maiyetindeki insanlardan iki kişiyi
derhâl Mısır'a gönderiyor. Onlara:
"Mısır'a
gidin ve bana İyâz bin Ğunm'u getirin." dedi.
Bu
adam, "Ömer (r.a.)"…
Kuvvet,
cesaret ve şiddet fışkıran dev…
Onu
fırtınaya tutulmuş bir serçe gibi titrerken görmek istersen, ona sadece, "Allah'tan
korkmaz mısın ey Ömer?!" demen yeterlidir.
Şurada
bir insan görüyorsun, sol tarafı kalkmış, önünde de açılmış bir kitap var.
Bütün ufku şu ses dolduruyor:
"Kitabını
oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter." [5]
Bu
duruşun tüm zorluklarına rağmen bunda göz aydınlığı ve gönül rahatlığı vardır…
Çünkü bu duruş, Allah'ın azametini hatırlatıyor. Ve çünkü ona, Allah'ın bir
kulu ve insanların hizmetçisi olarak asla kıymet ve haddini aşmamayı sağlayan
bir yakîn veriyor…
Bunun
için zaman zaman Ebû Musa el-Eş'arî'yi (r.a.) çağırarak, "Ebû Musa!
Bize Rabbimizi hatırlat." diyor ve ondan kendisine Kur'an'dan seçilmiş
bölümler okumasını istiyor… Ebû Musa okuyor… Ömer ağlıyor…
Pek
çok defa Medine sokaklarında, oynayan çocukların yanından geçerken onlardan
birinin elini tutuyor ve gözyaşları içinde:
"Bana
dua et evlâdım; çünkü sen günahsızsın, senin duan kabul olur!" diyor…
Ölümü
karşılamaya hazırlandığı saatler… Oğlu Abdullah'a şunu söylüyor:
"Abdullah!
Başımı yastıktan yere, toprağa indir. Olur ya, belki Allah bu hâlimi görür de
bana acır."
diyor.
İhsana
ulaşmış biri olarak yüzünü Allah'a dönüp Müslüman olduğu gün Ömer'in elinde
terazi tamamen dengeye oturmuştur…
Onun
yerinde duramayan bereketli tabiatı ve asla tükenmeyen yetenek ve güçleri, onu
adalet, fazilet ve sorumluluk yolunda, Allah'la olan bağlarını sağlamlaştırarak
ve "Muhammed'in" adımlarını izleyerek sabit adımlarla ilerlemesini sağlamıştır.
Yolu
üzerinde pek çok tehlikeler olmasına rağmen o, kendisi hakkında, Allah'la bağ
ve irtibatının kopması ve Resûlullah'ın yolundan en küçük sapmanın meydana
gelmesi kadar hiçbir şeyden korkmamaktadır.
O
Müslüman olmadan önce her işinde doğruyu araştırır ve yetenekleri, üstün ahlâkı
ve ruh kuvvetiyle o doğruya uygun bir yaşam sürmeye çalışırdı…
Bugün
ise artık, Allah'ın kendilerine gönderdiği, kendi keyfince konuşmayan şerefli
bir peygamberin getirdiği saf doğruyu ve gerçeği bulmuştur…
Ömer,
Resûlullah'la tokalaşıp, "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne
Muhammeden Resûlullah" diyerek Müslüman olduğu o günü kendisinin doğum
günü kabul etmekteydi…
O
gün, hatta o saat, kendini bulmuş, büyük akıbetiyle karşılaşmıştı…
O,
Allah'a, O'nun Resûlüne ve dinine iman ettiği vakit sıradan insanlar veya
menfaatçiler ya da eğlence arayanlar gibi iman etmemişti. Bilakis irfan ve
iyilik sahibi insanlar gibi iman etmişti…
O,
Allah'ın elçisinin okuduğu âyeti…
"Sizi
sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri
getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" [6]
âyetini ilk kez dinlediğinde…
Bu
âyeti sanki tek başına dinliyormuş ve sadece kendisine nazil olmuş gibi
dinlemişti… O gün kesin olarak anlamıştı ki, yılları ne kadar uzun görünse de
kısacık ömrü ona hiçbir fayda sağlamayacaktır. Rabbini razı edebileceği bir şey
ortaya koyabilmesi, O'na ibadet edip, şükredebilmesi için bunun gibi bin ömür
gerekmektedir.
Bundan
dolayı vaktinin boşa geçmesinden, boş sözler konuşmaktan ve emek ve
gayretlerinin zayi olmasından çok korkardı…
Bir
hata ve günahın, bir şüphenin, geçen uzun, bereketli ömrü değiştirmesinden ve
onu ayıplı hâle getirmesinden çok sakınırdı… Çünkü bir mülkü olsa, ona uzanacak
her tür kötülüğü engellemesi boynunun borcu olurdu… Durum böyleyken, gerçekte
kendisinin mülkü olmayıp, Allah'ın onda bıraktığı emaneti olup, sahibi ve maliki
yine Allah olan bu hayata karşı yerine getirmesi gereken sorumlulukları olmasın
mı? Elbette Allah onu bundan dolayı sorguya çekecektir:
"Sizi
sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri
getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" [7]
Ömer bu yüzden
endişe ve keder içinde yaşadı… Fakat bu, temiz, düşüncelerle örülü ve dopdolu
bir endişedir…
Sadece
ara sıra uyuyor… Ancak hayatta kalmasını sağlayacak kadar yiyor… Yalnız sert,
kalın elbiseler giyiyor…
Daima
uyanık… Şöyle diyor:
"Gece
uyuyacak olursam kendimi telef ederim. Gündüz uyuyacak olursam da halkı telef
ederim…!!"
Karşılaştığı
her insana ciddiyet içinde şunu fısıldıyor:
"Allah
aşkına bana söyle ve beni yanıltma; Ömer'i nasıl buluyorsun?.. Allah'ın benden
razı olduğunu zannediyor musun?... Benim, size karşı görev ve sorumluluklarımı
yerine getirirken, Allah'a ve Resûlüne ihanet etmediğimi söyleyebilir
misin?!"
Ne
zaman bir kusur işlediğini ve ihmalde bulunduğunu düşünse, gam ve keder içinde
haykırırdı:
"Keşke
Ömer'in annesi, Ömer'i doğurmayaydı!"
Bütün
bu korkular… Tüm bu Allah'tan utanmalar… Bütün bu yüce endişe ve kaygılar…
Niçin?
Çünkü
o bilmiyor…
"Yarın
Rabbine ne cevap verecek?"
TABİÎ YA, ÇÜNKÜ SEN MÜ'MİNLERİN BAŞKANININ OĞLUSUN…?!
Ona
nasıl düzgün, üstün ve parlak bir karakter bahşedildiğini gördük…
Onun,
bu karakterini Allah'a nasıl bağladığını ve O'na hizmete adadığını da gördük…
Bütün
bunlara sahip bir insanın son derece derin ve köklü bir sorumluluk duygusuna
sahip olması kaçınılmazdır…
İşte
Ömer (r.a.) böyle bir insandı…
Peygamberlerin
kararlılık ve azmini andırır bir şekilde sorumluluk bilinciyle hareket ediyor,
kendini bütünüyle ona adıyor ve ona veriyordu…
Ona
göre, sorumluluk; parçalanmaz, çeşitlere ayrılmaz ve farklılaşmaz bir bütündü…
Küçük
sorumluluklar ve büyük sorumluluklar ve yine olağan sorumluluklar ve olağanüstü
sorumluluklar biçiminde bir ayrım yoktu…
Sadece
sorumluluklar vardı, o kadar…
Bütün
sorumluluklar karşısında Ömer (r.a.), biri diğerinden farklı olmayan aynı
gayret ve çabayı gösteriyordu… Çünkü o, güvenilir, mü'min, güçlü karakterine uygun
şekilde hareket ediyordu…
Onun
karakteri; parçalanmayan, çeşitlere ayrılmayan ve farklılaşmayan diğer bir
bütündü… "Ömer"in görev alanı içine giren bütün işlerde biz eksiksiz,
tam bir "Ömer"in bulunduğunu görüyoruz…
Onun
hayatının bir parçası olmuş hangi olayı ele alırsan al, orada Ömer'in bütün huy
ve ahlâkını -adaletini, verasını, zühdünü, imanını, sertliğini, yumuşaklığını, azametini
ve sadeliğini- bulursun…
O,
sadece kendisini ilgilendirdiği oranda sorumluluk yüklenmiyor; aksine konumunun
gerektirdiği tüm sorumluluğu üstleniyordu... Bunu yaparken de çevresinde onunla
beraber bu sorumluluğu yüklenen başka insanların olup olmadığına bakmıyordu…
Onun
gönül dünyası ve iç âlemi, fedakârlık ve özveri üzerine kuruluydu… O asla
sonuçlarla ilgilenmiyor ve menfaat hesapları yapmıyordu…
O,
Müslüman olduğu gün bu mübarek mü'min topluluğun kırkıncı ferdi olmuştu.
Müslüman olmasının üzerinden dakikalar… evet dakikalar… geçmişti ki, kalbi dine
ve mensubu olduğu Müslüman topluluğa karşı, hatta dinin ve Müslümanların
asırlar sonraki geleceğine ilişkin sorumluluk duygusuyla dolup taştı…
Sonra
çok geçmedi, bu duygunun verdiği kararlılık ve azimle, daha önce anlattığımız
biçimde Müslüman olduğunu herkese ilân etti… O bunu yaparken çok iyi biliyordu
ki, Müslüman olduğunu ilân ederken gerçekte kendisinin… Ömer bin Hattab'ın…
Müslüman olduğunu ilân etmiyor, bilakis kendisinden önce Müslüman olmuş, gizlice
Allah'a ibadet eden otuz dokuz kişinin Müslümanlığını ilân ediyordu… Aynı zamanda
bu ilânla, gelecekte Müslüman olacak olan milyarlarca kişinin Müslüman olacağını
da ilân etmiş oluyordu…
Bu
dine karşı hissettiği sorumluluk duygusu, onu sadece Müslüman olduğunu
duyurmakla yetinmekten alıkoydu. Bunun da ötesinde Kureyş'in baskı ve
işkenceleri sebebiyle gizlenen Müslümanların da gizliliklerine son verip
alanlara çıkmalarını sağladı…
Bu
niyet ve düşüncelerle Resûlullah'a (s.a.v.) gelerek:
"Ya
Resûlallah, artık bugünden sonra Allah'a gizlice ibadet etmeyeceğiz." dedi.
Böylece
İslâm daveti, düşmanlarıyla yüzleşmek, kendisinden soğutulanlara seslenmek ve
Kureyş'in ve putlarının ölüm haberini ilan eden genelgenin ilk sözlerini oluşturan,
o gökleri çınlatan tekbiri Kureyş'e duyurmak için meydana çıktı…
Bu,
Ömer'in (r.a.) ilk bereketiydi…
Bu,
Ömer'in, Allah'ın dinine ve insanların dünyasına karşı yükleneceği
"sorumluluğu" ne şekilde yerine getireceğini gösteren bir örnekti…
Hiç
kuşkusuz bu, kendisini olaylar ve hâdiseler karşısında bulup da tek, yegâne
sorumlunun sadece kendisi olduğunu düşünen adamın kendini ifade biçimiydi…
Bu
sebeple Ömer (r.a.), İslâm'ın ve Müslümanların karşı karşıya kaldığı tüm buhran
ve krizleri, "tek sorumlu" sıfatıyla göğüsledi ve çözmeye çalıştı…
Onun
bu sorumluluğa olan imanı, tüm hayatı boyunca dinde en küçük bir zayıflığı ve
bu dinin düşmanlarına karşı en basit bir yumuşaklık göstermeyi reddetmiştir…
Resûlullah'a
olan kayıtsız şartsız imanına rağmen, onun sorumluluk duygusu, bütün alanlarda
-hatta uğrunda kendini feda etmeye hazır olduğu Resûlullah'a muhalefet gibi
görünse dahi- kendisini gösterecek ve hissettirecektir…
*
Hudeybiye Anlaşması'nda "Ömer", Resûlullah'ın, Kureyş'e çok büyük
cömertlikte bulunarak ayrıcalıklar verdiğini düşünüyordu. Ona kalsa, Kureyş
istese de istemese de onlarla mücadele edip Mekke'ye girerdi.
Değil
mi ki, Kureyş barışa yanaşmıyor ve Hakk'ın otoritesini kabul etmiyor…
Değil
mi ki, hak ve batıl savaş halindedir… Öyleyse barış yapmak yerine hakkın üstün
gelmesi… Uyum sağlamak yerine meydan okumak gerekmektedir…
Ömer
(r.a.), problemi bu şekilde anladı ve görüşünü netleştirdi… Meydana çıkıp sesi
yükseltmek kaçınılmazdı…
Kâtip
anlaşma metnini yazmaya başlamadan önce Resûlullah'a geldi ve:
"Ya
Resûlallah, biz hak üzere, onlar da batıl üzere değiller mi?" diye sordu.
Resûlullah
(s.a.v.) onun bu sorusuna:
"Evet,
dediğin gibidir." diye cevap verdi.
"Peki,
bizim ölülerimiz cennette, onların ölüleri cehennemde değil mi?"
"Evet,
dediğin gibidir."
"Öyleyse
dinimizi küçük düşürecek bu hareketi niye yapıyor ve Allah henüz onlarla
aramızda bir hüküm de indirmemişken Medine'ye geri dönüyoruz?!"
"Hattab
oğlu! Ben Allah'ın Resûlüyüm. Allah asla beni zayi etmez."
"Ben
Allah'ın Resûlüyüm." sözü, Ömer'in vicdanında tam yerini buluyor ve sadakat yankısı
yapıyor. Bu makamda Resûlullah'ın bu sözü söylemesinden, meselenin hiç de
göründüğü gibi olmadığını, yaptığının Resûlullah'a görüş bildirmekten öte bir
davranış olduğunu anlıyor… Ve derhâl
susuyor…
Oradan
uzaklaşıyor. Fakat düşünceler onun peşini bırakmıyor. Derin sorumluluk
duygusunu bir kenara bırakmak ve bu duruma alışmak istiyor. Süratle Ebû Bekir'e
geliyor. Kulağına şunları fısıldıyor:
"Ebû
Bekir, biz hak üzere, onlar da batıl üzere değiller mi?"
"Evet,
ey Ömer, öyledir."
"Öyleyse
dinimizi küçük düşürecek bu hareketi niye yapıyor ve Allah henüz onlarla
aramızda bir hüküm de indirmemişken Medine'ye geri dönüyoruz?!"
Ebû
Bekir (r.a.), Allah'ın, Resûlünü zayi etmeyeceği ve Allah'ın fethinin yakın
olduğu söyleyerek onu rahatlatmaya çalışıyor.
Ömer
(r.a.) sakinleşiyor… Fakat onun sakinleşmesi, Kureyş tarafını temsil eden
"Süheyl bin Amr"a öfkeli bakışlarda bulunmasını engellemiyor.
*
Medine'deki münafıkların lideri Abdullah bin Übey bin Selûl öldüğü zaman Ömer
(r.a.), Resûlullah'ın onun cenaze namazını kılmasına ısrarla karşı çıkmıştı.
Şimdi
Ömer'e (r.a.) kulak verelim de olayı bize kendisi anlatsın:
"Abdullah
bin Übey öldüğü zaman cenaze namazını kıldırması için Resûlullah davet edildi.
Resûlullah cenaze namazını kıldırmak için ayağa kalkınca tam önüne gelip
dikildim.
"Ya
Resûlallah, Allah'ın düşmanlarından birinin cenaze namazını mı
kılıyorsun?"
dedim. Onun ömrü boyunca yaptığı pis işleri saymaya başladım.
Resûlullah
ise gülümsüyordu. Ben bu konuda fazlaca konuşunca bana şöyle dedi:
"Ömer,
beni kendi halime bırak. Ben iki şey arasında serbest bırakıldım ve tercihimi
kullandım. Bana, "Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için
yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek".[8] denildi. Şayet bilseydim ki,
yetmişten fazla af dilediğimde affedilecek, bunu mutlaka yapardım."
Bu
sözlerinin ardından cenaze namazını kıldırdı. Cenazeyle birlikte kabristana
kadar yürüdü. Kabri başında durdu. Bütün bunlar olup bittikten sonra…
Ben
kendime şaşıyordum. Resûlullah'a nasıl olmuştu da bu şekilde itirazda
bulunabilmiştim. Allah'a yemin ederim ki çok geçmedi Allah bu konudaki âyetini
indirdi. Âyette şöyle deniyordu: "Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla
namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resûlünü inkâr
ettiler ve fâsık olarak öldüler." [9]
O günden sonra Resûlullah (s.a.v.), bir daha hiçbir münafığın namazını kılmadı,
kabri başında durmadı…"
Bu
sahne, Ömer'in, sorumluluğunu cesaret ve doğrulukla nasıl yerine getirdiğini
göstermektedir.
Hâlbuki
onun nazarında, dünyanın bütün tehlikelerini göğüslemek, Resûlullah'a
"Hayır." demekten daha kolay bir işti. Fakat o sorumlulukları
karşısında kendisine tercih hakkı tanımayan ve sorumluluğu "Hayır." demesini
gerektiriyorsa bunu çekinmeden söyleyen ve gerisini Allah'a havale eden bir
insan… Resûlullah (s.a.v.) kendi tutumunda ısrar ediyorsa, Ömer de söyleyeceği
sözü söylemiş ve kendini sorumluluğun vebalinden kurtarmış bulunuyor. Artık
geriye sadece Resûlullah'a itaat ve iman etmek kalıyor.
O bu olayda, Resûlullah'ın,
Abdullah bin Übey gibi ileri gelen bir münafığın cenaze namazını kılmasını, münafıkların
şımarıklığını ve alaycı tavırlarını artıracak ve az veya çok kimi insanların
nazarında doğruluk ve samimiyet kavramlarını zedeleyecek bir girişim olarak
kabul ediyor.
Ömer'in sorumluluğa verdiği
değer, onu bu konudaki düşüncesini - gerekirse böylesi bir konumda- duyurmaya
sevk ediyor. Ve Resûlullah adamın cenaze namazı için harekete geçtiği sırada
"Ya Resûlallah, Allah'ın düşmanlarından birinin cenaze namazını mı kılıyorsun?"
diyerek itirazını dile getiriyor.
Ömer'in sorumluluğu, en güzel
örneklerini, o devlet başkanı olduğunda ortaya koymuştur.
İşte burada insanî başarının
en büyük işaretlerini görüyoruz…!!
İşte burada nefsin
olgunluğuna, ruhun kahramanlığına, insanı şaşırtan yaşama tanık oluyoruz…!!
İşte burada hiçbir gözün
görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin aklından geçirmediği
şeyi görüyoruz…!!
Evet… Burada kararlılık ve
azim kendi sınırlarını aşıyor, üst üste biniyor… Buradaki Ömer… Allah Ömer'den
razı olsun…
Sorumluluklarını eşsiz
biçimde yerine getiren, son anına kadar tüm insanlığa güven konusunda ders
veren -hem de ne ders!- ve sorumluluğun yerine getirilmesi hususunda örnek olan
-hem de ne örnek!- bir devlet idarecisi…
Kendine karşı tutumu… Ailesine
karşı tutumu… Toplumun zayıf ve güçlü insanlarına karşı tutumu… Valilerine
karşı tutumu… Devlet hazinesine karşı tutumu…
Tüm bu
tutumları, işine… yönetim mekanizmasının tüm alanlarında devlet idaresine karşı
eşi bulunmaz bir sorumluluk ve saygıyla doludur…
O
devlet başkanı olarak Allah'ın helâl birçok nimetini kendine yasakladı… Bunlar
sadece yöneticilerin kullandığı meşrû birtakım nimetler değildi. Her zaman ve mekânda
bulunabilen sıradan vatandaşın da kolaylıkla erişebileceği bazı nimetler de bu
yasak kapsamının içindeydi…
Bunu
ise sorumluluk ruhuyla yaptı… Bu öyle bir sorumluluk ruhuydu ki, halkı
acıktığında ilk acıkan ve halkı doyduğunda en son doyan kendisi olmayı ona
sevdirmişti… Yine bu sorumluluk ruhu, ona, insanların yaşadıkları zorluk ve
sıkıntıların aynısını bizzat yaşamasını emrediyordu… O -Allah ondan razı olsun-
bu güçlü vicdanı bilgece şöyle anlatıyordu:
"Onların
başına gelen, benim de başıma gelmedikten sonra insanların durumuna nasıl önem
vermiş ve onunla ilgilenmiş olurum ki?!"
İşte
Mü'minlerin devlet başkanı, halkın durumunu esas alıyor ve et ve tereyağı
kıtlığının yaşandığı bir dönemde onlar gibi zeytinyağı yiyordu… Devamlı
zeytinyağı yemekten dolayı bağırsakları rahatsızlandı ve karnı guruldamaya
başladı. Bunun üzerine karnının üzerine elini koyuyor ve şöyle diyordu:
"Ey
karın! Tereyağı fiyatları böyle yüksek olmaya devam ettikçe sen daha çok
zeytinyağı yersin…!!"
Ramade
yılında -ki bu, Medine'de öldürücü bir açlığın ortaya çıktığı yıldır- bir gün,
bir devenin kesilerek etinin halka dağıtılmasını emretti.
Görevliler
verilen emri yerine getirdiler. Bu esnada etin en güzel yerini de Mü'minlerin
başkanına ayırdılar…
Ertesi
gün Ömer (r.a.), sofrada deve etinin en güzel kısımlarını olan hörgüç
bölgesinden alınmış eti ve ciğerleri görünce:
"Bu
nereden geldi?"
diye sordu. Hizmetliler:
"Bugün
boğazlanan devenin eti." dediler.
Bunun
üzerine Ömer:
"Bravo…
Aferin… Etin en güzel yerlerini kendim yerken, halka işe yaramaz yerlerini
-yani kemiklerini- bırakırsam, ne fena yöneticiyim ben..!" dedi.
Sonra
hizmetçisi Eslem'e seslendi:
"Eslem!
Şu tepsiyi önümden kaldır; bana ekmek ve zeytinyağı getir."
"Etin
en güzel yerlerini kendim yerken, halka işe yaramaz yerlerini -yani
kemiklerini- bırakırsam, ne fena yöneticiyim ben..!" sözü, bu eşsiz hükümdarın davranışlarına
yön veren sorumluluk ruhunu tam olarak ortaya koymaktadır…
O,
kendisini diğer insanlardan biri gibi kabul ediyordu. Ancak bir farkla ki, o
da, Allah, kendisini onlara idareci yapmakla ona daha fazla görev ve sorumluluk
yüklemişti… Allah, onu devlet yönetiminin başına getirirken de bu mekanizmayı
dilediği gibi kullanması için ona asla ayrıcalık tanımamıştı…
Fakat
Ömer (r.a.), Mü'minlerin başkanı olarak, çok enerji ve güç sarfetmektedir. Bu
sebeple kendisine güç ve dinçlik verecek yemeklerden oluşan güzel bir sofra kurdurabilirdi…
Bu
bizim mantığımız… Aynı zamanda bize göre, âdil bir akıl yürütme…
Fakat
Ömer'in mantığı başka… O adaleti, pek çok kimsenin uğrunda telef olduğu yüksek
karakterinde buluyor…
O,
sorumluluğunun, halka rahat bir yaşam sağlamayı gerektirdiğini çok iyi biliyor.
Şayet şu an halka bu rahat yaşamı
sağlayamıyorsa, bu durumda, sorumluluğu, ona halktan biri gibi olduğunu ve
onların çektiği zor yaşamı ve sıkıntıyı önce kendisinin tatması gerektiğini
hatırlatıyor…
Bir gün valilerinden biri, kendisine, bir
tatlı hediye gönderir… Ömer, tatlı yemeği önüne konunca, onu getiren elçiye
döner:
"Bu
nedir?" diye
sorar.
Tatlıyı
getiren adam:
"Azerbaycanlıların
yaptığı bir tatlı efendim. Bunu size Utbe bin Farkad -bu kişi o vakit Azerbaycan
valisiydi- gönderdi." der.
Ömer,
getirilen tatlıdan tadar. Tadını çok beğenir. Tekrar adama döner:
"Orada
halkın tamamı bu tatlıyı alıp yiyebiliyor mu?" der.
Adam:
"Hayır,
ey Mü'minlerin başkanı. Bu seçkin elit tabakanın yiyeceği..!!" deyince, Ömer, tatlı kabının
ağzını güzelce kapatır ve:
"Senin
deven nerede?... Hediyeni devene yükle ve bunu Utbe'ye geri götür. Sonra ona,
"Bütün halk aynı yemeği yemedikçe sen ondan yeme. Önce halkına yedir,
sonra sen ye." dediğimi söyle." der.
Bu
öyle bir devlet başkanıdır ki, bastıran tehlikeler dışında neredeyse onu
başkanlık makamında ve konvoy başlarında görmüyoruz… Normal zamanlarda kendine
safların en gerisini seçmiştir… Tabiî halkı korumak için ve bir de herhangi bir
nimetin geldiğini gördüğünde bu nimet tüm halka dağıtıldıktan sonra ancak
kendisine ulaşsın diye böyle yapmaktadır…!!
* * *
Ailesine
karşı tutumuna gelince…
Sorumluluğunu
oldukça kutsayan ve yönetim işini son derece büyük ve zor bir iş olarak gören
bir anlayış görüyoruz…
Onları
sadece hakları olmayan şeylerden mahrum etmekle kalmıyor, meşru birçok
haklarından da mahrum bırakıyor…!! Onlara sıradan akranlarının çok çok üstünde
görev ve sorumluluklar yüklüyor… O derece ki, Ömer'le akrabalık, akrabaların
ellerinden gelse hemen kaçacakları, bir yük ve ağırlık oluyor…
Çünkü
Ömer (r.a.) çok iyi biliyor ki, devlet idaresi sorumluluğu, o derece zor bir
imtihandır ki, ancak burada… devlet başkanı ile ailesi arasındaki ilişkilerde
kazanılır… Kendi ailesi için ayrı bir hukuk, halk için ayrı bir hukuk mu olacak…?!
Yoksa bir tek hukuk ve bir tek adalet olup, bütün insanlar bu hukukun ve
adaletin önünde eşit mi olacaklar…?!
Bundan
dolayı Ömer (r.a.), ailesinin tümüne, örnek teşkil ettikleri için, çok titiz ve
tavizsiz davranmıştır…
Onlara zor ve sıkıntılı bir
yaşamdan başkasını sunmamış, ellerindeki hatta ağızlarındaki yumuşak lokmayı
dahi almıştır…
Bilse ki, ailesinden bir
ferde herhangi bir ayrıcalık göstermiştir, o vakit yer sarsılır, gök yarılır…
Bir kanun çıkaracağı veya
genelge yayınlayacağı zaman önce kendi ailesini toplar ve onlara şöyle derdi:
"Ben insanlara şunu
yasakladım. Şimdi, karganın ete baktığı gibi onların gözü sizin üzerinizde
olacaktır. Siz bu yasağı çiğneyecek olursanız, onlar da çiğneyeceklerdir.
Allah'a yemin ederim ki, sizden birinin bu yasağı işlediğini işitirsem, benimle
olan akrabalığından dolayı onun cezasını iki katına çıkaracağım… Şimdi sizden isteyen
bu yasağa uysun, isteyen de ona aykırı davransın…"
Gördünüz mü…?!
"Sizden birinin bu
yasağı işlediğini işitirsem, benimle olan akrabalığından dolayı onun cezasını
iki katına çıkaracağım."
Ömer'e akraba olmak, adaletin
tatile gittiği, hukukun geçersiz olduğu anlamına gelmemektedir… Aksine bu akrabalık,
daha fazla görev, sorumluluk ve mahrumiyet demektir… Bu, her tür şüpheden uzak
durup, her çeşit hazdan el çekmek mânasına gelmektedir... Yine bu, akrabaların,
tehlike anında en ön safta, nimet ve menfaat zamanında ise en arkada
bulunmalarını ifade ediyordu… Bunun da ötesinde Ömer'in nazarında akrabalık,
kazanılmış haklardan dahi mahrumiyet ve özveri demekti…
Şayet onu, oğlu Abdullah'ı
azarlarken görseydik, çok şaşırırdık…
Hâlbuki Abdullah, takva, zühd ve verada lider
durumda biridir… O adım adım babasını izlemekte ve onun yolundan gitmektedir…
Buna rağmen babası Ömer, onu
dünyanın basit nimetlerinden birinden faydalanırken görünce şöyle diyecektir:
"Tabiî ya, çünkü sen
Mü'minlerin başkanının oğlusun…?!"
Bu söz, Ömer'in, hak ve
adalete dair özelde ailesi, genelde de tüm halk için belirlediği canlı bir
slogan yerinde…
Bir
gün oğlu Abdullah'ın evine giriyor… Onu dilimlenmiş et yerken görüyor. Buna çok
öfkeleniyor.
"Tabiî
ya, çünkü sen Mü'minlerin başkanının oğlusun…?! İnsanlar açlıktan kıvranırken
sen et yiyeceksin…!! Ekmek ve tuz yok mu…!! Ekmek ve zeytinyağı yok mu…!!"
Bir
gün çarşı ve pazarları denetliyor. Derken semiz yağlı bir deve görüyor. Deve
iri yapısı ve semizliğiyle hemen diğerlerinin ararsından fark ediliyor.
"Bu
deve kimin?"
diye soruyor.
"Abdullah
bin Ömer'in devesi." diyorlar.
Mü'minlerin
başkanı Ömer, bunu duyunca öyle bir sarsılıyor ki sanki kıyamet kopmuş…
"Abdullah
bin Ömer'in ha…?! Aferin sana Mü'minlerin başkanının oğlu..!!" diyor.
Derhâl
Abdullah'ın, kendisine getirilmesini emrediyor. Abdullah koşarak geliyor…
Babasının huzuruna gelince, Ömer, bıyıklarını bükmeye başlıyor -Bu, önemli bir
durumla karşılaştığında yaptığı bir âdeti idi-…
"Abdullah,
bu deve nedir?!"
diye soruyor.
Abdullah:
"Bu
zayıf bir deveydi. Onu paramla satın alıp, meraya saldım. Bununla ticaret
yapıyor, her insan, ticaretinden ne beklerse ben de onu bekliyorum." cevabını veriyor.
Ömer,
aynı sertlikle konuşmasını sürdürüyor:
"İnsanlar
senin deveni görünce, Mü'minlerin başkanının devesini otlatın… Mü'minlerin
başkanının devesini sulayın… diyecekler ve böyle yapacaklardır. Ey Mü'minlerin
başkanının oğlu! Böylelikle senin deven semizleşecek ve sen kâr edeceksin?!
Bunu hiç düşündün mü?!"
Ardından
sesini yükselterek şöyle der:
"Ömer'in
oğlu Abdullah! Bu deve için ödediğin sermayeyi alacak ve bundan kazandığın
parayı da devlet hazinesine teslim edeceksin…!!"
Ey bu insanı yaratan
Allah'ım! Seni en mükemmel sıfatlarınla över, her tür kusur ve eksiklikten de
tenzih ederim…!!
Hâlbuki Abdullah, kınanacak
bir iş yapmış değildi. Yaptığı sadece malını helâl bir ticaretle arttırmaktan
ibaretti. O, dini ve güven veren ahlâkıyla her tür şüpheden uzaktır...
Fakat… O, Mü'minlerin
başkanının oğluydu… Mü'minlerin başkanı, oğlu olması hasebiyle onun hakkı olan
şeylerden de, sıradan insanın ulaşamayacağı fırsatlardan da onu mahrum ediyordu…
Ömer (r.a.), benzeri olmayan
bir korkuyla dengeyi korumaya çalışıyordu. O ailesini sadece imkân ve ayrıcalıklar
sahibi insanlar olmaktan alıkoymuyor, aynı zamanda kendisine akraba olmakla
ferah ve rahat bir yaşama kavuşmak yerine kılıçtan daha keskin ve kıldan daha
ince bir yolda kendisiyle birlikte yürümeye onları mecbur ediyordu…
Bir gün çeşitli İslâm
bölgelerinden Medine'ye bazı mallar ulaşıyor… Kızı Hafsa da bu mallardan payına
düşeni almak için gidiyor. Şaka yollu babasına:
"Ey Mü'minlerin başkanı!
Bu malda akrabalarının hakkını gözet… Çünkü Allah, akrabaların gözetilmesini
tavsiye etmiştir." diyor.
Ömer tam bir ciddiyetle
kızına şu cevabı veriyor:
"Kızım! Akrabalarımın
hakkı benim malımdadır… Bu mal ise Müslümanların (devletin) malıdır… Sen evine
git!"
İşte bu, Muhammed'in (s.a.v.)
elinde yetişmiş bir adamdır… O Muhammed ki (s.a.v.), insanların en sevgilisi
olan kızı Fatıma'ya "Hayır, olmaz Fatıma! Bu mala senden daha fazla
ihtiyacı olan insanlar var." demiş ve kızını mahrum edip,başkalarına vermiştir…!!
Ömer (r.a.), işte bu saf
kaynaktan beslendi… Bu sünnet ve hidayet üzere yürüdü…
O daima ailesinden, imkân ve
nimetler sahibi değil, sorumluluk sahibi olmalarını istiyordu… Ömer'in yanında
herhangi bir insana verilecek bir nimet ve imkân yoktu…
O,
onlardan görevinde kendisine yardımcı ve destek olmalarını istiyordu. Bu ise,
onların çok daha fazla çalışma ve gayret göstermeleri anlamına geliyordu…
Onların
az alıp, bolca vermeleri ve bu davranışlarının karşılığını da Allah'tan
beklemeleri demekti…
Sonra
yine bu durum, namus ve kanaat sahibi insanlar için örnek olmalarını
gerektiriyordu…
* * *
Allah Müslümanlara onun
zamanında bolluk ve bereketler verdi. Devlet hazinesi doldu taştı. Bunun
üzerine maiyetindekilerden bazıları Ömer'e, nüfus sayımının yapılmasını, halkın
isimlerinin bir deftere kaydedilmesini ve hepsine düzenli olarak yıllık maaş
ödenmesini teklif ettiler.
Bu görev için Ebû Talib'in
oğlu Akil, Cübeyr bin Mut'im, Mahreme bin Nevfel seçildi. Bunlar Kureyş'in
soykütüğünü en iyi bilen ve Müslümanları en iyi tanıyan insanlardı.
İsimleri tek tek kayıtlara
geçmeye başladılar… Yazmaya Haşim oğullarından başladılar… Sonra Ebû Bekir
oğullarını, sonra Ömer'in ailesi Adiy oğullarını yazdılar…
Mü'minlerin başkanı,
kayıtları görünce defteri geri gönderdi. Ömer'in ailesi Adiy oğullarının üst
tarafına, isimlerini bildirdiği pek çok başka insanın ve ailelerinin
yazılmasını emretti. "Ömer'i ve soyunu lâyık oldukları yere yazınız."
buyurdu.
Adiy oğulları bunu öğrenince
derhâl Ömer'e geldiler. Devlet maaşından paylarına düşeni bolca alabilmeleri için
isimlerinin kayıt defterinin üst sıralarında kalmasını ondan rica ettiler.
"Biz Mü'minlerin
başkanının ailesi değil miyiz?!" dediler.
Ömer (r.a.) onların
isteklerini kabul etmeyerek şöyle dedi:
"Aferin size Adiy
oğulları!! Benim sırtımdan geçinmek istiyorsunuz ha..!! Ömer'e akraba olmak,
kayırılmak ve tercih edilmek değil; terlemek ve sıkıntı çekmek demektir…"
Yine o, ashabın ve
kardeşlerinin yoğun ısrarına rağmen oğlu Abdullah'a devletin hiçbir organında
görev ve sorumluluk vermedi.
Ona
bu teklifi götürenlerse, bu teklifi, Abdullah'ın ender bulunan nitelik ve
yeteneklerinden devlet yönetiminde istifade etmek için yapmışlardı.
Fakat
Ömer (r.a.), vefatı esnasında kendisinden oğlunu halife seçmesini isteyenlerin
teklifini reddettiği gibi bu öneriyi de kabul etmedi, geri çevirdi…
Hatta
içlerinden birinin kendisinden sonra halife olması için aday gösterdiği altı
kişilik grubun içinde oğlunun yer almasına bile razı olmadı.
"Ömer
ailesinden bir kişinin, Ömer'in, bu görevden dolayı hesaba çekilecek olması
yeter."
Fakat
ey Mü'minlerin başkanı! Oğlun Abdullah takva ve adalet sahibi bir insan. Şimdi
onun da, onu devlet yönetiminde görmek isteyenlerin de suçu, Abdullah'ın,
Mü'minlerin başkanının oğlu olması mı?!
Bu
söz Ömer'e ne zaman söylense, böyle söyleyenlere, Abdullah'ın toplumdaki tek
adalet ve takva sahibi insan olmadığını, onun gibi başka adaletli ve takvalı
insanların da bulunduğunu, Abdullah'ı devlet yönetiminde bir göreve getirse,
onu kayırmış ve ona torpil geçmiş olacağını hatırlatıyordu…
Sonra
Ömer, devlet yöneticisi vasfından önce örneklik vasfını taşımaktadır. Şayet o
bugün ailesinin salih insanlarını devlet yönetiminde birtakım görevlere
yerleştirecek olursa, kendisinden sonra gelip de bu konuda haddi aşan ve itiraz
edenlere "Bunu bizden önce de Ömer yaptı." diyen insanları hangi
kefeye koymalı?!
Bunun
için çok güzel bir prensip koydu ve dedi ki:
"Her
kim sadece sevgi ve akrabalık bağından dolayı birini devlet görevine getirecek
olursa, Allah'a, Resûlullah'a ve mü'minlere ihanet etmiş olur."
O,
oğlu Abdullah'ı bir göreve getirecek olursa da bunu oğlu olduğu için değil,
bilakis onun o konudaki uzmanlık ve liyakati sebebiyle yapacaktır… Ancak
bununla birlikte o, bunu yapmamakta kararlıdır…
Bir
gün arkadaşlarıyla oturuyordu. Onlara:
"Kûfe
halkı beni gerçekten yordu. Onlara yumuşak, halim selim bir vali göndersem,
onun tepesine çıkıyorlar… Sert bir vali göndersem, onu bana şikâyet ediyorlar.
Şöyle güçlü, güvenilir, dindar birini bulsam da onu Kûfe'ye vali yapsam." dedi.
İçlerinden
biri:
"Vallahi
ben sana böyle birini gösterebilirim." dedi.
Ömer:
"Kim
o?"
diye sordu.
Adam:
"Oğlun
Abdullah."
dedi.
Ömer
ise adama:
"Allah
sana lânet etsin! Vallahi sen bunu söylemekle Allah'ın rızasını arzulamış
değilsin."
sözüyle karşılık verdi.
Sonra
başka birini Kûfe'ye vali olarak tayin etti.
* * *
Bu
şekilde bir üstün yaşantıyı "Zühd" başlığı altında anlatabilirdik.
Çünkü
Ömer'in açlığı, yemesinde, giyinmesinde rahatlığı terk ederek, darlık ve
zorluğu tercih etmesi ve ailesini de bu şekilde yaşatması, zühd çerçevesinde
olan şeylerdi...
Fakat
gerçekte onun zühdünün ardında onu yönlendiren oldukça köklü ve derinlikli bir
etken daha vardı…
Bu,
sorumluluğa duyulan eşsiz saygı ve görevleri uğrunda samimî bir şekilde kendini
feda etme anlayışıydı…
Onun
temiz ve diri vicdanında sorumluluk, kutsaldı. Bütün değerlendirmeler ve
tutumlar, bu sorumluluğun gereğince şekilleniyordu… Sorumluluk ise, hiçbir değerlendirmeye
ve tutuma göre oluşmuyordu...
Halife
seçildiği gün yaptığı şu konuşmada sorumluluğa verdiği değeri görebiliyoruz:
"…Bana
gelen haberlere göre, insanlar benim sertlik ve katılığımdan korkuyorlarmış.
Bazıları, "Ömer, Resûlullah aramızda sağ iken sert ve katıydı. Bize
katı davranıyordu. Ebû Bekir yönetimdeyken de böyle oldu. Şimdi o yönetimin
başına geçmişken hâli nice olur?!" diyorlarmış.
Kim bunu söylemişse, doğru
söylemiş. Ben Hz. Peygamber ile beraberken, onun kölesi ve hizmetkârıydım. O da
Allah'ın buyurduğu gibiydi: "Müminlere karşı çok şefkatlidir,
merhametlidir." [10]
Ben Resûlullah'ın elinde, kınından çekilmiş kılıç gibiydim. Ancak beni kına
koyduktan veya herhangi bir işi, "Yapma" dedikten sonra dururdum.
Aksi takdirde Peygamberin yumuşaklığından ötürü ben halkın üstüne giderdim.
Böylece Hz. Peygamber'le beraber, vefat edinceye kadar devam ettim. Vefat ederken
benden razıydı. Bundan ötürü de Allah'a çokça hamd ediyorum. Sonra bundan dolayı
da çok bahtiyarım.
Sonra Ebû Bekir (r.a.) ile
beraber oldum. O Resûlullah'ın halifesiydi. Onun keremini, şeref ve yumuşaklığı
hakkındaki durumunu biliyorsunuz. Ben onun hizmetkârıydım. Onun da elinde kılıç
gibiydim. Benim şiddetim onun yumuşaklığına karışırdı. Ancak o önüme geçtiğinde
dururdum. Aksi takdirde yürürdüm. Ben bu duruma devam ettim. Ta ki Ebû Bekir
benden razı olduğu hâlde vefat edinceye kadar. Bundan ötürü de Allah'a çokça
hamd ediyorum ve bundan dolayı da bahtiyarım.
Sonra bugün vazife bana
verilmiştir. Biliniz ki, zalim hakkında, halife seçildikten sonra, benim
bildiğiniz katılığım kat be kat artmıştır. Saldırgan hakkında da böyledir.
Müslümanların hakkını, zayıfın hakkını kuvvetlilerinden almak hususunda da
böyledir. Fakat dindar, salih ve ölçülü kimselere de yumuşak davranırım.
Birinin bir başkasına zulmetmesine fırsat ve imkân vermeyeceğim. Biri başkasına
zulüm ve taşkınlık edecek olursa, hakka boyun eğinceye kadar onun yüzünü yere sürteceğim.
Bununla beraber iffetli, namuslu ve Allah'ın hükümlerine boyun eğen kimseler
için de yüzümü yere koyarım.
Sizin benim üzerimde bazı haklarınız var,
onları size söyleyeyim ki, öğreniniz: Bunlardan biri, sizden alınan vergiden ve
Allah'ın size ihsan ettiği ganimet malından hiçbir şekilde kendime ayırmamamdır.
Sonra inşallah, sizin yaşam seviyenizi ve geçim standardınızı yükseltmektir.
Sizin açıklarınızı ve eksiklerinizi giderip tamamlamaktır. Yine bunlardan bir
diğeri, sizi tehlikeye atmamamdır. Orduyla cihada çıktığınızda siz geri
dönünceye kadar ailenizin geçim ve bakımını üstlenmemdir.
Allah'tan
korkunuz. Beni size karşı sertlik göstermeye mecbur etmeyin. Bana, iyiliği
emretmek ve kötülükten alıkoymak sûretiyle yardımcı olun ve Allah'ın bana yüklediği
devlet işlerinizin yönetiminde bana öğüt ve tavsiyelerde bulunun."
* * *
Bu
konuşma, Ömer'in en özlü ve en etkili konuşması değil elbette. Ancak içinde
bulunduğu ortamda, onun hareket ve tutumlarına yön veren yöntem ve tarzına ışık
tutan son derece parlak ve etkileyici bir konuşma olduğu açıktır…
O,
Resûlullah'ın sağlığında, onun elinde, her tür sahteliğe ve batıla karşı,
kınından çekilmiş bir kılıç oldu. Resûlullah bu kılıcı dilediğince kullandı…
Sonra
Ebû Bekir (r.a.) Resûlullah'ın halifesi olunca, Ömer, onun elinde kınından
çekilmiş bir kılıç oldu…
Bugün
ise o hem kılıç, hem de onu kullanan koldur… Hem asker, hem komutandır… Bu
sebeple onun her şeye karşı sorumluluğu, birinci dereceden ve doğrudan bir sorumluluktur…
O,
kendisini ne insanlara, ne tarihe ve ne de bir başka şeye karşı sorumlu
hissetmemektedir… Onun bütün sorumluluğu, apaçık Hakk'a… kendisine hiçbir şeyin
gizli kalamadığı Allah'a karşıdır…
Evet, o, iki dostu
-Resûlullah ve Ebû Bekir- gibi sadece büyük ve yüce Allah'a karşı sorumluluk taşımaktadır.
Onun nefsinin dürtülerine ve
ailesinin arzularına karşı sorumluluğunu başarıyla nasıl yüklendiğini gördük…
Şimdi de Allah'ın,
yönetimlerini kendisine emanet ettiği insanlara -topluma- karşı sorumluluğunu
nasıl yerine getirdiğini görelim…
O, kendisini, sürüsünün
başındaki çobana… Evindeki kadına… Beşiğindeki çocuğa kadar tüm insanlardan birinci
dereceden ve doğrudan sorumlu kabul etmektedir…
Onun halka karşı sorumluluğu
ise, öncelikle onlardan en alt yaşam düzeyindeki insanın yaşam standardında yaşamakla
başlamaktadır… O ne zaman leziz bir lokmayla karşılaşsa daha önce okuduğumuz şu
sözü tekrarlamaktadır:
"Onun en güzel yerlerini
kendim yerken, halka işe yaramaz yerlerini -yani kemiklerini- bırakırsam, ne fena
yöneticiyim ben..!"
Bundan daha ilginç ve tuhaf
olanı ise,onun bu tutumu sadece dirilere değil, aynı zamanda ölülere karşı da benimsemiş
olmasıdır…!!
O, henüz İslâm'ın ve
Müslümanların iktidar sahibi olamadıkları dönemlerde Allah yolunda şehit olup
da kendilerinden önce âhiret yurduna göçen din kardeşlerinin tatmamış olduğu
nimetlerden faydalanmayı reddediyordu…
Şam'ı ziyaret ettiğinde, ona
güzel, bol çeşitli bir yemek getirdiler. İştahla onu yemesi beklenirken, o ne
yaptı? Getirilen yemeği yemeyi reddederek gözyaşları içinde şunları söyledi:
"Bizden önce ölmüş din
kardeşlerimiz, fakr-u zaruret içinde bir arpa ekmeğine muhtaç şekilde günlerini
açlık içinde geçirmişlerken, şimdi bütün bu yemekler bize, öyle mi?!"
O, hakka karşı böbürlenen,
taşkınlık yapan kimseler, hakka boyun eğinceye ve kendilerini onlardan üstün ve
ayrıcalıklı gördükleri diğer insanları omuzlarına alıncaya kadar onların üzerinden
öfke ve hıncını eksik etmiyordu…
Öte yanda ise, -yukarıdaki
konuşmasında dinlediğimiz üzere- iffetli, namuslu ve Allah'ın hükümlerine boyun
eğen kimseler için de yüzünü yere koyuyordu…
O, sorumluluğunu kendi
omuzlarında taşıyordu… Bu sorumluluğun bir kısmını, kendi sorumluluklarıyla meşgul
olan başkalarına da yüklemiyordu…
Arkadaşlarından biri, işinde
ona yardım etmeyi veya yükünü ona biraz hafifletmeyi teklif etse,
"Kıyamet gününde de
benim günah yükümü taşıyacak mısın?!" diyerek, buna engel oluyordu.
Sorumluluklarından
biri Ömer'i çağırdığı zaman sorumluluğa karşı ihtimam ve gayretle dolu
psikolojik ortamı görüyoruz… Bu ortam, hareketli, kıpır kıpır bir dünyadır…
Fert de sıradan bir fert değildir…
İnsanlar
için sıradan bir konuşma gibi görünen bir söz Ömer'i derinden sarsıyordu. Bunun
üzerine değerlendirmeler, kıyaslar yapıyor ve sonra bundan bir kanun, kural
çıkarıyordu.
*
Bir
"Burada
gecenin geçmesini bekleyelim, misafirlerimizi koruyalım." dedi.
Onlar
bu şekilde oturmuş bekleşirlerken, bir bebeğin ağlama sesini duydular… Ömer
susup, sese kulak kesildi. Çocuğun sesinin kesilmesini bekledi. Fakat ağlayan
çocuğun sesi bir türlü kesilmiyordu. Hızla sesin geldiği tarafa doğru gittiler.
Sese iyice yaklaştıklarında annenin, susmayan bebeğini hırpalayarak susturmaya
çalıştığını gördüler. Ömer (r.a.) kadına:
"Allah'tan
kork da bebeğine iyi davran!" dedi.
Sonra
geldiği yere geri döndü. Bir müddet sonra bebeğin sesi yine duyuldu. Ömer de
koşarak tekrar bebeğin bulunduğu yere gitti. Bebeğin annesine:
"Sana,
Allah'tan korkup, bebeğine iyi davranmanı söylemiştim!" dedi.
Sonra
tekrar geldiği yere geri döndü. Tam yerine yerleşecekti ki, bebeğin ağlamaklı
sesiyle irkildi. Tekrar bebeğin bulunduğu yere geldi. Bebeğin annesine:
"Yazıklar
olsun sana! Sen ne kötü bir annesin! Bebeğinin nesi var, onu niçin
susturmuyorsun?!" dedi.
Kadın
kiminle konuştuğunu bilmeksizin:
"Ey
Allah'ın kulu beni rahatsız edip üzdün! Ben onu sütten kesmeye çalışıyorum; ama
ısrarla emmek istiyor." dedi.
Ömer
(r.a.):
"Onu
niçin sütten kesmek istiyorsun?" diye sordu.
Kadın:
"Çünkü
Ömer sadece sütten kesilmiş bebeklere nafaka veriyor!" dedi.
Ömer
(r.a.) kadının cevabını duyunca nefes nefese kaldı.
"Bebeğin
yaşı kaç?"
"Henüz
birkaç aylık."
"Vah
sana… Onu sütten kesmekte acele etme…"
Abdurrahman
bin Avf (r.a.), hikâyenin gerisini şöyle anlatıyor:
"Ömer,
o gün bize
"Ömer
ne fena adam..!! Kim bilir kaç Müslümanın çocuğunu katletti…!!"
Sonra
bir tellâl göndererek Medine sokaklarında şunu ilan ettirdi:
"Bebeklerinizi
sütten kesmekte acele etmeyin. Biz, doğan her Müslüman çocuğa devlet
hazinesinden maaş bağladık…!!"
Sonra
bu kanunu yazıya geçirerek, tüm valilerine gönderdi.
* * *
Anneyle
bebeğinin yanına varınca, Mü'minlerin başkanı kaftanını yere serip, kendi
elleriyle onlara yemek pişirdi. Sonra hizmetkârını göndererek devesini
getirmesini istedi. Hizmetçi deveyi getirince, onları devesine bindirerek,
Medine'nin içinde, kendine yakın ve daha rahat bir yere yerleştirdi. Böylece
onları gereğince kollayıp gözetti…
İnsanlar…
İnsanlar… İnsanlar…!!
Bu,
"Ali!
İnsanların yönetiminde bir makama seçilirsen, sakın Haşim oğullarından hiç
kimseyi herhangi bir devlet görevinin başına getirme.
Osman!
İnsanların yönetiminde bir makama seçilirsen, sakın Ebû Muayt oğullarından hiç
kimseyi herhangi bir devlet görevinin başına getirme.
Sa'd!
İnsanların yönetiminde bir makama seçilirsen, sakın akrabalarından hiç kimseyi
herhangi bir devlet görevinin başına getirme."
Vefat
ettiği sene, bütün İslâm coğrafyasını dolaşıp, halkların durumlarını yakından
öğrenmeye karar vermişti. Bir gün yakın arkadaşlarına şöyle dedi:
"Şayet
yaşarsam, inşallah bir sene boyunca bütün halkları dolaşacağım. Ben halkın bana
ulaşmayan ama çözüm bekleyen ihtiyaç ve sorunlarının olduğunu biliyorum.
Valilerim bunları bana iletmiyorlar.
Şam'a gidecek, orada iki ay kalacağım. İki ay da Cezire'de kalacağım.
Sonra Mısır'a, Bahreyn'e, Kûfe'ye ve Basra'ya gidecek, oralarda da ikişer ay kalacağım…
Bu yıl ne güzel bir yıl olacak…"
* * *
Ömer'in
(r.a.) halka ve topluma karşı sorumluluğu konusunu bitiriyor, valilerine ve
devlet memurlarına karşı sorumluluklarına geçiyoruz. Çünkü uzak ve yakın İslâm
kentlerinde halkın ipi bu insanların elinde…
Ömer
(r.a.), valilerine ve devlet memurlarına karşı sorumluluğunu nasıl yerine
getiriyordu?
Elbette
bunu kendi -değişmeyen- tarz ve yöntemince yapıyordu… Bu sorumlulukların alanı
ve türleri ne kadar genişlerse genişlesin, bunların yerine getirilmesinde en
küçük bir farklılık görülmez…
O,
bu insanları, kendi sonunu belirleyen bir kimsenin titizliğiyle seçiyordu…
Bunlardan
herhangi birinin yapacağı her yanlıştan -ister bundan haberi olsun, ister
olmasın-, kendisini sorumlu tutuyordu…
Sonra…
Valiyi seçmeden önce iyice düşünüyor… Aklını kullanıyor… Rabbinden kendisini
iyiye ve hayra ulaştırmasını istiyor… Arkadaşlarına danışıyor… Ağırdan alıyor…
Bekletiyordu…
Arkadaşlarına
şöyle soruyordu:
"Şimdi
ben,bildiğim en iyi insanı başınıza vali yaptığım, ona yönetimde adil olmasını
emrettiğim takdirde kendimi bu işin sorumluluğundan kurtarmış olur muyum?!"
Onlar:
"Evet.
Böyle yaptığında kendini sorumluluktan kurtarmış olursun." deseler de o bunu kabul
etmiyor:
"İşleri
emrettiğim şekilde yapıp yapmadıklarını denetlemedikçe asla, sorumluluktan
kurtulamam…"
diyor ve ardından ekliyordu:
"Herhangi
bir valimin zulüm haberi bana ulaşır da ben bu zulmü düzeltmezsem, onu ben
işlemiş olurum!"
Yine
Halid bin Arfata'ya şunu söylüyordu:
"Sen
yanımda oturduğun için sana yapacağım nasihat, uzak İslâm şehirlerinde yaşayan
herhangi birine yapacağım nasihatim mesabesindedir. Çünkü Allah onların
sorumluluklarını benim boynuma geçirmiştir. Kuşkusuz Resûlullah (s.a.v.):
"Halkını
aldatmış olduğu hâlde ölen bir idareci, cennetin kokusunu alamayacaktır." buyurmuştur."
Ömer
(r.a.), valilerinden sorumluluklarını, kendisiyle aynı seviyede yerine
getirmelerini istiyordu…
Her
ne kadar bunu yapmak çok zor hatta imkânsız ise de o, bu sorumluluğu istediği
seviyeye en yakın biçimde yerine getirebilecek kişiyi araştırıp buluyor ve onu
vali yapıyordu…
Bunun
için de vali seçiminde son derece ince eliyor, sık dokuyordu.
Öncelikle
makam veya mevki isteklilerini kabul etmiyordu…
O
bu hususta tamamen Resûlullah'a (s.a.v.) uyuyordu ki, Resûlullah (s.a.v.) şöyle
buyurmuştur:
"Allah'a
yemin olsun ki, biz, bu konuda istekili veya arzulu olan hiç kimseyi asla
herhangi bir göreve getirmeyiz."
Yardımcılarını
seçerken Ömer'in izlediği ilk adım buydu… Makam ve mevki düşkünü kimseyi bu
işten uzak tutmak… Çünkü yönetime düşkün olan… Yönetici, vali olmak isteyen
insanlar devlet idaresi sorumluluğunu lâyıkıyla yerine getiremezler. Aksi
takdirde bundan kaçarlar, uzak dururlardı…
Bir
gün arkadaşlarından birini bir bölgenin valisi yapmayı gönlünden geçirdi…
Arkadaşı
birkaç saat sabredebilseydi, Ömer (r.a.), uygun gördüğü bir makama tayinini
yapmak için onu davet edecekti…
Fakat
bu sahabî, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığı işleri yapmaya kalkıştı.
Ömer'den kendisini vali yapmasını istedi…
Ömer
(r.a.), kaderin hikmetli yürüyüşü karşısında gülümsedi… Biraz düşündükten sonra
arkadaşına şöyle dedi:
"Bunu
biz de düşündük. Ancak kim bunu kendiliğinden isterse, bu görevinde ona yardım
edilmez, o kendi haline terk edilir." dedi. Sonra boşalan valilik makamına başkasını
vali olarak tayin etti…
Şöyle
düşünebiliriz: Bilgi ve yeteneklerine güvenen ve talip olduğu görevin tüm
sorumluluğunu yerine getirebileceğinden emin olan insanın böyle bir talepte
bulunmasında ne sakınca var?
Yusuf
(r.a.) da krala:
"Beni
ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi
bilirim." [11] dememiş miydi?!
Evet…
Yusuf (a.s.) da böyle dedi. Fakat o, bu göreve getirilmeyi isterken,
tehlikelere hayatı pahasına dalan biri gibi hareket ediyordu. O bir itfaiye eri
gibi ateşin üzerine gidiyor; bu işten sağ kurtulup kurtulamayacağını, yoksa kül
mü olacağını kestiremiyordu.
Doğru…
O saygın bir makama talip olmuştu… Ancak bu makam aynı zamanda koç değil borçtu…
Tehlikeleri kesin, faydaları ise ihtimal dâhilindeydi…
Ülke
iflâs içindeydi. Açlık, yıkım kapıdaydı… Yöneticilerin tamamı kendilerinin
sebep olduğu sondan kaçıyordu… Böyle bir
ortamda bir adam çıkıyor ve ülkeyi neredeyse kaçınılmaz bir son olan bu krizi
bitireceğini söylüyordu…
Buna
makam taliplisi, isteklisi denemez… Buna denilse denilse, tehlikeye, zorluğa
âşık adam denir…
Fakat
Ömer'in meseleyi bu düzeyde felsefî boyutta ele almaya ihtiyacı yoktu… Ona göre
mesele gayet açık ve netti. O, kendisinin anladığı düzeyde sorumluluğu üstlenebilecek
vali arıyordu. Bu tarz bir insan ise, göreve talip olmak bir yana ondan
şiddetle kaçacaktır…
Ömer
(r.a.) de kendisine valilik görevinin verilmesinden kaçmıştı… Resûlullah'ın
vefatının hemen akabinde halife olarak seçilmekten kaçmıştı… Şayet Ebû Bekir (r.a.)
geri çeviremeyeceği bir ortamda bu görevi ona yüklememiş olsaydı, asla bu
görevi kabul etmeyecek, "Mü'minlere başkan olmaktansa, boynunun
vurulmasını" tercih edecekti...
Öyleyse
vali ya da devlette yönetici olmak isteyen herkes, yönetimindeki halk için kötü
bir seçim ve gelecek olacaktır… Ömer (r.a.) ise, böyle bir kimseyi kabul
edemezdi…
Nihayet
boşalan valilik görevi için "güçlü ve güvenilir" kimseyi seçiyordu…
Valiyi
seçer seçmez, elinden tutuyor ve ona şöyle diyordu:
"Ben
seni Müslümanların kanını dökesin, namuslarına halel getiresin diye bu göreve
seçmedim. Ben seni onlara namazı kıldırasın, aralarını bulasın, aralarında
adaletle hükmedesin diye vali yaptım."
Sonra
ona yönetim işinde sakınması ve uzak durması gereken şeyleri sıralıyordu:
"Soylu
ata binme…
İnce,
yumuşak elbiseler giyme…
Güzel
yemekler yemekten sakın…
İhtiyaç
sahiplerine kapını kapatma…"
Fakat
Ömer (r.a.) niçin valilerine bu konularda sınırlama getiriyor ve yasaklar
koyuyordu…?!
Çünkü
o valilerinin, yönetimlerindeki halkın yaşam seviyesinde yaşamalarını,
kendilerini onların yerine koymalarını, onlara efendi değil hizmetçi olmalarını
istiyordu…
O,
valilerin halklar için fitne olmamalarını, servet içinde şımarmamalarını,
doldurdukları makamın adını kullanarak kendilerine en küçük bir ayrıcalık ve
imtiyaz tanımamalarını istiyordu…
Bu
sebeple onların yaşantılarındaki gösterişi, gurur ve kibri yakından takip
ediyor; bu bir binek hayvanında dahi meydana gelse derhâl onları bundan
menediyordu...
Ona
göre, binek, kibirlenmek ve gösterişte bulunmak için değil; iş için…
gururlanmak için değil; hizmet için… lüks bir yaşantı sürmek için değil;
zaruret ve ihtiyaçtan dolayı edinilmelidir…
O,
valilerinin saygınlık ve nüfuzlarını yitirmemelerini; fakat bu saygınlık ve
nüfuzda da taşkınlık ve kibrin bulunmamasını istiyordu…
Onların,
insanlardan, elbiselerinin şıklığıyla değil; şahsiyetlerinin kalitesiyle…
yalancı ve sahte görüntü ve davranışlarıyla değil; övgüye layık davranış ve
işleriyle önde olmalarını istiyordu…
Bakın,
büyük bir uzman gibi, hoşlandığı vali tipini nasıl tanımlıyor…?
Bir
gün arkadaşlarına şöyle der:
"Bana,
benim için çok önemli olan bir göreve tayin edebileceğim birini gösterin…"
"Falan
kişi." dediler.
"O
işime yaramaz."
buyurdu.
"Nasıl
birini arıyorsun?"
"Öyle
bir adam arıyorum ki, halkın içindeyken başkanın o olduğu anlaşılsın… Başkanlık
makamındayken de halktan biri zannedilsin."
Aydın
aklınla, zeki ruhunla bin yaşa…!
Bakınız…
Ömer'in
tam olarak istediği… kibir ve gururda değil; ahlâk ve tevazuda ileri, lider
insanlar…
Öyle
lider insanlar ki, halk, onlar geldiklerinde yolları onlar için boşaltmaz.
Onlar halkın omuzlarında yükselmezler… Bilakis yeryüzünde ağırbaşlı ve vakarlı
bir şekilde yürürler, kanaatkâr kimseler olarak yaşarlar…
Yine
öyle lider insanlar ki, salih amelleri ve üstün gayretleri dışında kendilerini
halktan ayırmaz ve onlardan farklı ve üstün görmezler…
Ömer
(r.a.), bunları en büyük öğretmenden… Allah'ın Resûlü Muhammed'den (s.a.v.)
öğrendi…
Resûlullah
(s.a.v.), ashabını bir iş yaparken görünce derhâl o da onlara katılırdı… İşin
en büyüğünü de kendisi yapardı…
Bir
gün bir yolculuk esnasında ashabı için odun topluyordu.
"Ya
Resûlallah, sizin toplamanıza gerek yok, biz toplarız…!" demişlerdi de onlara şu
karşılığı vermişti:
"Ben
kendimi sizden farklı ve ayrıcalıklı görmekten hoşlanmıyorum."
Bazı
ashabının kendisine:
"Sen
bizim efendimizsin… Efendimizin oğlusun…" dediklerini duyunca kendisi
hakkında bu şekilde konuşmamalarını söyleyip, onlara şöyle dedi:
"Sakın
şeytan sizi tuzağına düşürüp saptırmasın…"
Ashabının
yanına geliyor… Ashabı onun için ayağa kalkıyor…
"Acemlerin
birbirilerini yücelterek birbirileri için ayağa kalkmaları gibi siz de ayağa
kalkmayın…"
* * *
Ömer'in
valilerine karşı sorumluluğu elbette onların seçimlerinde son derece titiz
davranmak ve onları güzelce irşad edip eğitmekle bitmiyordu… Bunun da ötesinde,
onların yönetimlerini, başlarında bulundukları halklar için rahmet, rahatlık ve
güvene dönüştürecek tüm garanti ve sigorta mekanizmalarını da kuruyordu…
Bunu
ise, yöneticiyi, halkın altında, ondan aşağı tutarak, vatandaşın valilere
yönelik tüm şikâyetlerine bizzat kulak verip, derhâl çözüme giderek ve tüm
valilerinin hal ve hareketlerini yakından takip ederek yapıyordu…
Bir
hac mevsimi… İslâm coğrafyasının çeşitli kentlerinden hac yapmak için
akın akın insanlar geliyor… Ömer el-Faruk, tüm valilerini de çağırtıyor. Sonra
halka hitaben şöyle sesleniyor:
"İnsanlar!
Ben size valilerimi sizi falakaya yatırsınlar… mallarınızı ellerinizden
alsınlar… diye göndermiyorum. Aksine onları size dinlerinizi ve Peygamberinizin
sünnetini öğretsinler diye gönderiyorum. Kime bunun dışında bir muamele, işlem
yapılmışsa, bana haber verin. Allah'a yemin ederim ki, o insana, o valiye karşı
kısas yapma imkânı sağlayacağım…"
Amr
bin Âs, bu uygulamanın valilerin halk nezdindeki heybet ve ihtişamını
zedeleyeceğini düşünerek şöyle diyor:
"Müslüman
bir vali, halkından bazılarını cezalandırarak uslandırsa, sen ona da mı kısas
uygulayacaksın?!"
"Canım
elinde olan Allah'a yemin ederim ki,
evet ona da kısas uygulayacağım. Çünkü ben Resûlullah'ın, kendini
kastederek şöyle dediğini duydum:
"Kimin
çıplak sırtına vurmuşsam, işte çıplak sırtım, o da benim sırtıma vursun…"
Ömer
(r.a.) ne zaman bir vali hakkında kendisine şüpheli haberler ulaşsa, derhal
ulaşan haberlerin doğruluğunu tam bir dikkat ve titizlikle araştırıyordu…
Bir
gün Humus şehrinden kendisini ziyarete gelen heyete, valileri Abdullah bin
Kurat'ı soruyor…
Heyet:
"O
iyi bir vali; ama keşke kendisi için gösterişli bir ev yapmasaydı." diyorlar.
Ömer
(r.a.), "gösterişli ev" sözüne takılıp kalıyor…
Yoksa
o bununla insanlara karşı gurur ve kibir mi yapıyor…? Ne güzel… Ne âlâ ey
Kurat'ın oğlu…!
Sonra
Ömer vakit yitirmeden Humus'a birini gönderiyor. Ona: "O eve git, kapısını
ateşe ver… Sonra onu bana getir." diyor.
Görevli,
Humus'a doğru yola çıkıyor… Kendisinden istenileni yapıyor, valiyi Ömer'e
getiriyor… Ömer, üç gün valiyi bekletiyor, huzuruna kabul etmiyor… Dördüncü
gün… Sadaka develerinin ve koyunlarının yatağı olan "el-Hurre"
mevkiinde onu kabul ediyor…
Vali,
huzuruna getirilince ondan valilik kaftanını çıkarıp, çoban kıyafeti giymesini
emrediyor.
"Bu,
babanın giydiklerinden daha iyi bir elbise." diyor.
Sonra
eline bir sopa vererek:
"Bu,
babanın, otlatırken koyunlarına yaprak silkelediği sopadan daha iyi." diyor.
Sonra
develeri göstererek:
"Abdullah
onları güt..!"
diyor.
İlerleyen
günlerin birinde onu çağırtıyor:
"Ben
seni Humus'a ev yapasın diye mi gönderdim?... Şimdi görevinin başına dön ve bir
daha böyle bir şeyi asla tekrarlama…" diyerek onu azarlıyor.
Bu,
Ömer'in, halkının, "O iyi bir vali; ama keşke kendisi için gösterişli bir
ev yapmasaydı." diyerek lehinde şahitlik yaptığı bir valiye karşı tutumu…
Bir
efsaneyle karşı karşıya olduğumuzu mu düşünüyorsunuz… Bu bir efsane olsaydı, inanması
ve kabul etmesi çok güç olurdu…
Fakat tüm
insanlığın güzel bahtındandır ki, Ömer (r.a.) asla bir efsane değildir… Aksine
o, tüm zaman ve mekânları varlığıyla dolduran hakikatin ta kendisidir… O, Allah'ın
insanlara bir hidayet rehberiydi ki, Allah sanki onu insanlığa örnek gösterek,
"Siz de onun gibi olmaya çalışın!" diyor gibiydi.
* * *
İranlılar
ve müttefikleri, Müslümanlarla savaşmak üzere Nihavend mevkiinde
mevzileniyorlar… Sa'd bin Ebû Vakkas (r.a.), karşısında dalga dalga yürüyen
orduyla savaşmak için hazırlanıyor… Medine'ye Sa'd'ı şikâyet ediyorlar… Ömer (r.a.)
savaşın bitmesini dahi beklemeden derhâl Sa'd'ı Medine'ye çağırıyor. Eğer gelen
şikâyet doğruysa, Müslümanlar savaşı kaybetseler dahi, Ömer asla Sa'd'a acımayacak…
Çünkü Ömer'e göre zafer, günaha teşebbüs eden her komutan ve askeri, yanlışa
sürüklemekte, hedefinden saptırmaktadır.
Son
derece kritik ve hassas bir zamanda Ömer (r.a.), Muhammed bin Mesleme'yi
şikâyetin doğru olup olmadığını araştırmak üzere savaş alanına gönderiyor…
Şikayet doğru çıkarsa, Sa'd'ı Medine'ye getirecek…
Muhammed
bin Mesleme (r.a.) savaş alanına gidiyor. Büyük fatih komutan, heybetli vali
Sa'd'ın elinden tutarak tüm savaş alanını geziyor… Askerlere onun hakkında ne
düşündüklerini soruyor. Kimileri överken, kimileri bazı nedenlerle onu
eleştiriyor… Muhammed bin Mesleme, Sa'd'ı Medine'ye getiriyor…
*
Biz Ömer'in, Mısır fatihi ve valisi Amr bin Âs ile aralarında geçen bir olay
karşısındaki tutumunu da biliyoruz…
Söz
konusu olay şu şekilde gelişmişti:
Mısır'dan
keder ve gam içinde gelen genç, Ömer'e dert yanar…
"Ey
Mü'minlerin başkanı! Burası sana sığınılacak bir makamdır!" der.
Ömer
(r.a.) haberin ayrıntılarını araştırdığında, Mısır valisi Amr bin Âs'ın oğlu
Muhammed'in, kendisini yarışta yendi diye bu genci kırbaçla feci şekilde
dövdüğünü öğrenir. Üstelik döverken de, "Al sana! Al sana! Seçkinlerin
en seçkininin oğlunu yenmek neymiş anla!" diye bağırıyormuş.
Ömer
(r.a.), derhâl birini göndererek Amr'ı ve oğlu Muhammed'i Medine'ye çağırır.
Şimdi biz sözü Enes bin Malik'e (r.a.) bırakalım da o gördüklerini bize
anlatsın:
"Allah'a yemin olsun ki,
biz Ömer'in yanında oturuyorduk. Derken kaftanları içinde Amr bin Âs (r.a.) çıkageldi.
Ömer ise gözleriyle Amr'ın oğlunu arıyordu. O babasının arkasındaydı…
"Şikayet sahibi Mısırlı
nerede?"
diye sordu.
Adam:
"Ey Mü'minlerin başkanı,
buradayım."
diye cevap verdi.
Ömer:
"Şu kırbacı al, onunla
seçkinlerin en seçkininin oğluna vur!" dedi.
Adam, yara bere içinde
mecalsiz bırakıncaya kadar çocuğa vurdu. Biz bu durumu görünce artık vurmaya
son vermesini istedik. Ömer ise:
"Seçkinlerin en
seçkininin oğluna vur!" diyerek vurmaya devam etmesini söylüyordu. Nihayet
şöyle dedi:
"Şimdi de onunla Amr'ın
dazlak başına vur! Allah'a yemin olsun ki o çocuk, ancak bu saltanat sahibinin
izin ve hoşgörüsüyle sana vurmuştur!"
Adam:
"Ey Mü'minlerin başkanı!
Bana vurana yeterince vurdum, ondan hıncımı aldım." dedi.
Bunun üzerine Ömer (r.a.):
"Sen vurmayı bırakıncaya
kadar biz asla onlarla senin arana girecek ve seni engelleyecek değiliz." dedi.
Sonra Amr'a döndü.
"Amr! Anneleri
kendilerini özgür ve hür insanlar olarak doğurmuşlarken siz insanları ne zaman
köleleriniz yaptınız?!" diye seslendi.
Ardından Mısırlıya döndü.
"Güven içinde git.
Herhangi bir şeyden endişe ve şüphe duyarsan bana yaz." dedi.
Sahabenin ileri gelenlerinden ve İslâm
coğrafyasının en büyük kenti Mısır'ın fatihi olan Amr bin Âs, oğlunun
cezalandırılmasına engel olamıyor… Bırakın oğlunu kurtarmayı, şikâyet sahibi
bağışlamasaydı, neredeyse aynı cezaya kendisi de çarptırılacaktı…
* * *
Bunlar,
otorite ve nüfuzlarını kötüye kullanan valilere karşı tavır ve tutumundan bazı
örnekler… Bununla birlikte valisinin suçsuzluğu anlaşıldığında bu sert tutum,
son derece sevgi ve merhamet dolu sahnelere dönüşüvermektedir…
Bir
gün bir valisi hakkında şikâyette bulunan bir grup insan geldi. Bu vali, Saîd bin
Âmir el-Cemhî (r.a.) idi. Şikayet üç konuda yoğunlaşıyordu:
Ömer
(r.a.), valiyi çağırdı. Onu şikâyet sahipleri ile yüzleştirdi. Sonra onlara: "Haydi,
anlatın!" dedi.
"Gün
iyice yükselinceye kadar evinden dışarı çıkmıyor." dediler.
Vali
bu şikâyete kaşı kendini şöyle savundu:
"Ey
Mü'minlerin başkanı! Allah'a yemin ederim ki, ben bunu açıklamaktan
hoşlanmıyorum… Ailemin bir hizmetçisi yok. Onlar için hamur yoğuruyor, ardından
hamurun mayalanmasını bekliyorum. Sonra da o hamurla ekmek pişiriyorum. Daha
sonrada abdest alıp halkın içine çıkıyorum."
Ömer'in
gözleri ışıldadı… Dindarlığına güvendiği ve kendi seçtiği bu adam hakkında kötü
düşüncelerden kurtuldu…
Ömer
sonra şikâyet sahiplerine dönerek:
"Başka?!" dedi.
Adamlar:
"Geceleyin
kimseyi kabul etmiyor." dediler.
Vali
buna da şöyle cevap verdi:
"Allah'a
yemin olsun ki, bunu da anlatmak istemezdim… Ben gündüzlerimi onlara,
gecelerimi de Rabbime ayırdım."
Ömer
tekrar şikâyet sahiplerine döndü:
"Başka
ne şikâyetiniz var?" dedi
"Her
ayda bir gün gözlerden kayboluyor, kimse o gün onun nerede olduğunu
bilmiyor."
dediler.
Vali
bu şikâyete karşılık da şunları söyledi:
"Benim
elbiselerimi yıkayacak bir hizmetçim yok. Ben insanların arasından görünmediğim
o günde elbiselerimi yıkıyorum. Ardından onların kurumasını bekliyorum. Ancak
günün sonunda halkın ararsına karışabiliyorum."
Ömer'i
mutluluk ve sevinç kaplamıştı.
"İleri
görüşlülüğümde beni yanıltmayan Allah'a hamd olsun!" dedi.
Onun
mutluluğu elbette bu denli büyük olacaktı. Çünkü şikâyet sahiplerinin
şikâyetlerinde haksız oldukları, valisinin de suçsuz olduğu anlaşılmıştı. Çünkü
o, bütün valilerinin hatta bütün insanların güçlü ve ayıp ve kusurlardan temiz
olmalarını arzu ediyordu…
Umeyr
bin Saîd'i Humus'a vali tayin etti. Saîd, Humus'ta kaldığı bir sene süresince
hiçbir gelir ve vergi göndermemişti. Kendisinden Medine'ye iyi veya kötü
herhangi bir haber de ulaşmamıştı. Ömer, kâtibini çağırdı.
"Umeyr'e
bir mektup yaz. Ben onun bize ihanet etmiş olmasından endişe ediyorum." dedi. Sonra birini mektupla
göndererek Umeyr'i Medine'ye çağırdı.
Bir
gün Medine sokaklarında gezerken, saçı başı dağınık, toz toprak içinde bir adam
gördü. Halinden yolcu olduğu anlaşılıyordu. Adamın, çektiği sıkıntı ve yorgunluktan
adım atacak mecali kalmamıştı. Binbir güçlükle yürüyordu… Sağ omzunda bir azık torbası
ve çanak, sol omzunda da içinde bir miktar su bulunan küçük bir kırba vardı.
Elinde kendisini taşımayacak derecede zayıf bir değnek tutuyor, ona dayanıyordu…
Ağır
adımlarla Ömer'in bulunduğu kalabalığa doğru yaklaştı.
"Esselâmü
aleyküm ey Mü'minlerin başkanı!" dedi.
Ömer
adamın selâmını aldı. Adamın perişan haline çok acımıştı.
"Nedir
bu halin Umeyr?!"
"Halim
gördüğün gibidir… Sağlıklı bedenimi, damarlarımda gezinen kanı görmüyor musun?
Dünyanın iki boynuzundan tutmuş çekiyorum."
"Dünyalık
neyin var?"
"İçinde
azığımı taşıdığım bir azık torbam, içinde yemeğimi yediğim bir çanağım, abdest
ve içmek için kullandığım suyumu taşıdığım bir kırbam ve kendisine dayandığım,
bana biri musallat olduğunda onunla kendimi savunduğum bir sopam… Allah'a yemin
ederim ki, dünya bana hizmet için yaratılmış!"
"Yürüyerek
mi geldin?"
"Evet."
"Sana
bineceğin bir deveyi verecek birini bulamadın mı?"
"Onlar
kendiliklerinden bunu yapmadılar, ben de onlardan bunu istemedim."
"Seni
tayin edişimizden bu yana neler yaptın?"
"Beni
gönderdiğin şehre gittim. Şehrin salih insanlarını topladım ve şehrin ganimet
ve vergilerinin toplanması görevini onlara verdim. Onlar topladıklarını bana
getirdiklerinde ben de onları gerekli yerlerde kullandım. Şayet geriye bir şey
kalsaydı, elbette onu sana getirirdim."
"Bize
bir şey getirmedin mi?"
"Hayır,
getirmedim."
Ömer,
mutlu ve bahtiyar bir hâlde:
"Umeyr'in
görev süresini uzatın!" diye emretti. Umeyr görev süresinin uzatılmasına
itiraz etti:
"O
günler geri kaldı. Bugünden sonra artık ne senin için, ne de başkası için
çalışmayacağım…!!" dedi.
Ömer'e
hediye göndermeyi aklından geçiren valinin vay haline…
Doğrusu
valiler, böyle büyük tehlikeye düşmemek için çok dikkatli ve uyanık
davranıyorlardı… İçlerinden yalnızca fazilet ve erdem sahibi Ebû Musa el-Eş'arî
(r.a.) bu hataya düştü... O da bir kez…
Bir
gün Mü'minlerin başkanı evine döndüğünde, evde bir metreden küçük bir kilim
parçası gördü. Hanımı Âtike'ye:
"Bunu
sana kim verdi?" diye sordu.
Âtike:
"Onu
bize Ebû Musa el-Eş'arî hediye etti." dedi.
"Ebû Musa mı?!.. Onu
bana getirin!"
Biraz sonra Ebû Musa,
korkarak geldi. Ömer'e yaklaştığında sağ tarafında küçük kilimi gördü. Ömer'in
öfkeden damarlarının kabardığını görünce:
"Ey Mü'minlerin başkanı,
hakkımda karar vermekte acele etmeyin." dedi.
Fakat Mü'minlerin başkanı,
Ebû Musa'yı dinlemiyor, kilimi onun başına dolayarak öfkeyle konuşuyordu:
"Bunu bize hediye etmene
sebep nedir? Kilimini al, bizim ona ihtiyacımız yok!"
Bir gün valilerinden birini
ceza olarak görevinden azletti. Hanımı Âtike, kocası Ömer'in sakin ve huzurlu olduğu
bir anı fırsat bilip, o vali hakkında aracı olmak istedi. Henüz:
"Ey Mü'minlerin başkanı,
onun ne suçu vardı ki?" demişti ki, Ömer yerinden sıçradı. Sanki dinin
temellerinden biri sarsılmış ya da yıkılmıştı.
"Ey Allah'ın düşmanı
kadın! Ondan sana ne?!" diye bağırdı. Şayet kadın yaptığı şey, danışma ve
fikir bildirme türünden bir şey olsaydı, Ömer bunu kabul eder, ileri sürülen
görüş hakkında düşünürdü.
Ama burada durum farklıydı.
Bir insanın sorumluluk sahası dışında bir alana müdahalesi ve Ömer'in kabul edemeyeceği,
hoş karşılamayacağı bir çeşit kayırma ve aracılık söz konusuydu.
Bunlar, onun valilerine karşı
sorumluluğunu yerine getirmesinin bazı örnekleridir.
Şimdi ümmetin malına/devlet
hazinesine karşı sorumluluğunu nasıl yerine getirdiğini görelim… Hiç kuşkusuz
bu da akıl ve gönülleri hayrete düşüren bir şeydi…
Şu rivayeti aktararak
başlayalım…
Abdullah bin Âmir bin Rebîa (r.a.)
anlatıyor:
"… Hac döneminde
Medine'den Mekke'ye gidiş, oradan da tekrar Medine'ye dönüş yolculuğunda
Ömer'le birlikte oldum. Bu yolculuk boyunca onun için ne bir çadır kuruldu, ne
de bir çardak yapıldı. Mola yerlerinde üzerindeki elbiseyi bir ağacın dalına asıyor,
altında oturacağı bir gölgelik yapıyordu…"
Beşşar
bin Nümeyr (r.a.) de şöyle anlatıyor:
"Ömer
(r.a.) bana:
"Bu
hac esnasında kaç para harcadık?" diye sordu.
"On
beş dinar." dedim.
"Öyleyse
malı israf etmişiz." dedi.
Görüyor
musunuz, hazinesi kisra ve kayserin hazineleriyle dolmuş olan bu adam, hacca
gitmek için yakıcı bir çöl ortamında yolculuk yapıyor; ama bu hazineyi, kendi
hac yolculuğunun temel, zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için dahi kullanmıyor…
Diğer insanlarla beraber o da güneşin kavurucu sıcağına, kızgın kayaların
yakışına maruz kalıyor… Bu yolculuğun tüm maliyeti ona on beş dinar oluyor…
Harcanan paranın miktarını öğrenince "Öyleyse malı israf etmişiz."
diyor.
O
halife olmadan önce kendisinin ve ailesinin geçimini ticaretten sağlayan bir
adamdı… Halife olup, bütün vaktini Müslümanların işlerine ayırınca kendisine
devlet hazinesinden asgarî seviyede geçinmelerini sağlayacak miktarda bir maaş
bağladı…
Sorumlulukları arttıkça ihtiyaçları ve
giderleri de arttı. Ne zaman devlet hazinesi bollaşsa, Medine'de ve diğer
şehirlerde oturan bütün Müslümanların maaşlarına zam yapıyordu… Fakat kendi
maaşını bir kuruş arttırmayı düşünmüyordu… Bir gün bazı arkadaşları,
Mü'minlerin başkanının, maaşı yetmediğinden geçimini sağlamak için
borçlandığını işittiler. İçlerinde Osman, Ali, Talha, Zübeyr'in de bulunduğu
yakın çevresi, bu konuyu Ömer'le konuşmak ve ona maaşını ve diğer bazı
gelirlerini arttırmasını teklif etmek üzere bir araya geldiler. Fakat onun bu konuda
çok sert ve katı olduğunu bildikleri için bu konuyu doğrudan kendisine açmaya
cesaret edemediler…
Osman
(r.a.):
"Bu
konuyu gizliden gizliye iyice araştıralım." dedi.
Hep
birlikte Ömer'in kızı Hafsa'ya gittiler. Anlatacaklarını gizleyeceğine dair söz
aldıktan sonra konuyu ona açtılar. Ondan babasının durumunu yakından takip etmesini
istediler.
Hafsa,
ürkerek babasının yanına vardı ve sözlerine çok dikkat ederek sevecen bir dille
konuşmaya başladı.
Ömer
(r.a.):
"Seni
bana kim gönderdi?" diye sordu.
Hafsa
(r.anha):
"Hiç
kimse."
dedi.
Ömer
kızına inanmamıştı:
"Aksine
seni mutlaka birileri göndermiş olmalı. Onların kim olduğunu bir öğrenirsem,
hadlerini bildireceğim." dedi. Ardından kızına dönerek:
"Sen
Resûlullah'ın hanımıydın. Onun evde kaç elbisesi vardı?" dedi.
Hafsa
(r.anha):
"İki." diye cevap verdi.
"Yediğini
gördüğün en güzel yemek neydi?"
"Tereyağıyla
tirit yapılmış taze arpa ekmeği."
"Evindeki
en rahat yatak neydi?"
"Sık
dokunmuş, kalın ve kaba bir örtü. Yazın onu serer üzerinde yatardık. Kışın da
yarısını altımıza alır, yarısına da üstümüze çekerdik."
"Hafsa!
Seni bana kimlerin gönderdiğini söyle. Ben ve iki arkadaşım -Resûlullah ve Ebû
Bekir- aynı yolda giden üç kişi gibiyiz. Birincimiz, azığını aldı ve menzile
ulaştı… Sonra onu diğerimiz takip etti. O da onun yolunu izleyerek onun vardığı
yere vardı… Şimdi sıra üçüncü kişide… O da onların yoluna bağlı kalıp aynı yolu
izler ve bu yolculukta onların kanaat ettikleri azığa razı olursa, onlarla aynı
yerde buluşur. Aksini yapacak olursa, asla onlarla bir araya gelemez…!!"
Bu
olağanüstü sahneyi tasvir edebilecek uygun bir yorum olabilir mi…?! Asla…
Öyleyse bunu yorumlamadan öylece bırakalım.
* * *
Ömer
(r.a.), devlet hazinesinden bir tek kuruşun çalındığını veya israf edildiğini
yahut şatafat ve lükste kullanıldığını duyduğunda kıyametler kopardı…
O
vakit sanki bütün devlet hazinesi talan edilmiş, geriye bir tek kuruş dahi
kalmamış gibi onu bir titreme, bir korku sarardı…
Ömer
(r.a.) Medine'deyken Dicle yahut Fırat kenarında sadaka develerinden biri
kaybolacak olsa, Allah'ın bunun hesabını kendisine soracağı korkusuyla dolup
taşardı…
Kavurucu
sıcağın neredeyse dağları eriteceği çok sıcak bir yaz günüydü… Osman bin Affan
(r.a.), Medine'nin yukarı mahallesindeki evinden dışarı baktı… Öldürücü sıcağın
altında bir adamın, önündeki iki küçük deveyle yürümekte olduğunu gördü…
"Hava biraz soğuyuncaya kadar bu adam Medine içinde gölgede kalsa ne olur
sanki?!" diye mırıldandı. Sonra hizmetçisinden, uzaktan kendilerine doğru
gelen ve esen şiddetli kumdan dolayı tanınmayacak durumda olan bu adamın kim
olduğunu öğrenmesini istedi.
Hizmetçi
kapı aralığından yaklaşmakta olan karaltıya baktı. "Elbisesine bürünmüş,
önündeki iki genç deveyi süren bir adam görüyorum." dedi. Adamın
iyice yakınlaşmasını bekledi. Adam tanınacak kadar yakına gelince hizmetçi:
"Bu Ömer!... Bu,
Mü'minlerin başkanı!" diye bağırdı. Osman, sıcaktan korunmaya çalışarak küçük bir
aralıktan başını çıkardı:
"Seni bu saatte dışarı
çıkartan şey nedir?" diye sordu.
Ömer (r.a.):
"Meradan uzaklaşan sadaka
olan şu iki genç develerdir." diye cevap verdi. "Onların kaybolup telef
olmalarından, bu sebeple de Allah'ın beni hesaba çekmesinden korktum."
"Sen gölgeye ve suya
gel! Biz sana yardımcı olalım."
"Osman! Sen gölgede
kal."
"Ey Mü'minlerin başkanı!
Bu görevi tamamlayacak yeterince adamımız var."
"Osman! Sen gölgede
kal."
Bu sözünün akabinde Ömer,
kayaları kızgın taşlar haline getiren kavurucu sıcağa aldırmaksızın yoluna
devam etti.
Osman, Ömer'in arkasından
söylendi:
"Güçlü ve güvenilir bir
adam görmek isteyen, Ömer'e baksın."
Güçlü ve güvenilir adam,
ekonomik sorumluluğunu akıllıca ve derinlikli bir anlayışla yerine getiriyordu…
O devlet hazinesini korumak için gecelerini uykusuz geçirmekle kalmıyor,
bilakis bu hazineyi geliştirmek, arttırmak için de çalışıyordu. Meşru her yolu
kullanarak millî geliri yükseltmeye çalışıyordu.
* Fethedilen ülkelerin ekili
arazilerinin fethi gerçekleştiren askerlere dağıtılması düşüncesine karşı
çıkıyordu. Bunun karaborsacı bir sosyal tabaka oluşturacağını söylüyordu. Öte yandan arazi bakım ve ekiminden anlamayan
bu insanların elinde ürünler ve arazi telef olabilirdi. Bunun için arazilerin,
sahipleri olan çiftçilerde kalmasını, buna karşılık da devlet hazinesine teslim
edilmek üzere onlardan ürünlerinin vergisinin alınmasını istedi. Müslümanlar da
kendi paylarına düşen miktarı devlet hazinesine ödenen bu vergiden alacaklardı.
* O, ihmal ve terk edilmiş
sahipsiz ölü arazilerin ekilerek canlandırılmasına önem veriyordu. Resûlullah
(s.a.v.) bu araziler hakkında şöyle buyurmuştu:
"Kim ölü bir araziyi canlandırırsa, orası
onundur."
Mü'minlerin başkanı,
bazılarının böyle bazı arazileri sahiplenip, ondan sonrada ekip biçmeden öylece
terk ettiklerini öğrenince bir kanun çıkardı. Bu kanunla, bu şekilde bir
araziye sahip olmuş insanlara üç sene mühlet tanındı. Bu üç senenin sonunda
araziyi elinde bulunduran kişi, araziyi işleyemez, onu bir tarlaya, bostana ya
da meraya dönüştüremezse, arazi ondan alınacak ve bu işin üstesinden gelebilecek
kişilere verilecekti.
* O, Müslümanları meşru
yollarla çalışıp kazanmaya teşvik ediyor, temiz ticarete özendiriyor, şöyle
diyordu:
"Yarın çocuklarınız ve
torunlarınız olacak. Şimdi ellerinizde olanlar onlara yetecek mi?"
* O ülkenin hayvan servetine
ayrı bir özen gösteriyordu. Küçükbaş hayvanlar için geniş otlak ve meralar
tahsis ediyordu. Buralarda insanlar hayvanlarını hiçbir ücret ödemeksizin
otlatıyorlardı. Sık sık bu otlakları denetliyordu. İnsanların onu oralarda
görmedikleri bir gün neredeyse yok gibiydi.
Bir gün güneşin tam tepede
olduğu bir vakitte evden çıktı. Güneşten korunmak için elbisesini başına çekmiş
olarak, mera için ayrılan bu araziyi teftişe gitti. Meranın bekçisine, meradaki
ağaçlara asla zarar verilmemesi ve kesilmemesi konusunda uyardı.
* * *
Tabiî biz, Hz. Ömer'in
dönemindeki mal, para ve millî geliri anlatırken, hiç kimse üç beş kuruştan
ibaret küçük bir devlet hazinesinden ve sığ bir ekonomiden bahsettiğimizi
sanmasın. Ömer (r.a.) vefatından önce, İran ve Bizans'ın hazinelerini de
fetihlerle İslâm hazinesine katınca, ortaya dönemin en büyük gelirine sahip
devasa bir ekonomi çıkmıştı…
Sadece başkent Medine'de
değil; tüm İslâm coğrafyasında yaşayan her bir insana, geçinmesine yetecek
kadar yıllık maaş bağlanmıştı.
Bu sebeple Halid bin Arfata (r.a.)
Ömer'e (r.a.) şöyle diyordu:
"Ey Mü'minlerin başkanı!
İnsanlar, senin ömrünün uzun olması için Allah'a dua ediyorlar… Kâdisiye savaşında
bulunan herkese iki bin ya da bin beş yüz maaş bağlandı. Erkek ya da kız doğan
her bebeğe, aylık yüz ve iki ölçek ve yine bize ulaşan her oğlana da beş yüz ya
da altı yüz maaş bağlandı…" [12]
Ömer'in millî serveti
arttırmaya dair hırsı, asla açgözlülük ve doyumsuzluk değildi…
Bu sebeple o, kendi halkını
mahrumiyet içinde bırakarak Medine'ye daha fazla vergi gönderip, böylece
Mü'minlerin başkanının hoşnutluğunu kazanmaya çalışan valilerden öfke ve
hıncını eksik etmiyordu…
O bir şehrin gelirlerinin
öncelikle geçimlerine yetecek seviyede o şehrin yerli halkına dağıtılmasını,
artan miktarın da başkent Medine'ye gönderilmesini emrediyordu. Valilerinden,
halka vergiler koyarken, merhametli ve adaletli olmalarını istiyordu…
Bir gün İslâm şehirlerinden
birinden bol miktarda vergi geldi. Bu gelirin nereden geldiğini ve bolluk sebebini
sordu. Bunun, Müslümanların ödediği zekât geliriyle gayrimüslimlerin ödediği
cizye geliri olduğunu öğrenince şöyle dedi:
"Zannederim ki
insanlardan zorla topladınız."
"Hayır, Allah'a yemin
olsun ki, tam aksine gönül rızası ve hoşnutlukla…" dediler.
"Kırbaçsız ve sopasız
mı?"
"Evet."
Bunun üzerine Ömer (r.a.) sevinç
ve neşeyle tebessüm ederek, şöyle dedi:
"Benim yönetimimde ve
benim aleyhime böyle bir şey olmadığı için Allah'a hamd olsun."
Ehli kitaptan, çokça borcu
olanlardan vergi almıyordu. Çünkü ona göre bu, insanları zillet ve alçaklığa
düşürmek için konulmuş bir vergi değil; gelir için alınan bir vergiydi.
Ödeyemeyecek durumda olan bundan muaf tutulurdu…
* * *
İşte bu Ömer (r.a.)… Sorumlu
devlet başkanı… Bu da tüm sorumluluklarını yerine getirirken izlediği tavır ve
tutumu…
Askerleri Bizans ve İran
topraklarının üzerinde at koştururken, o, yirmi bir yaması bulunan bir
elbiseyle Medine sokaklarında dolaşıyordu…
Bir gün cuma namazına
gecikti. Gelip, minbere çıktığında cemaatten özür dileyerek şunları söyledi:
"Gecikmemin sebebi,
gömleğimi yıkamış olmamdır. Giyecek başka gömleğim olmadığı için onun
kurumasını bekledim; bu yüzden geciktim."
Sahip olduğu bu mübarek
sorumluluk duygusu, en ileri mesafelere, en yüksek noktalara taşıdı. Bu sebeple
tüm hareket ve davranışları, insanın ulaşabileceği en son kemal basamağında meydana
geliyordu.
* Kendisine ve ailesine karşı
sorumluluğu, yönetimin tüm sıkıntı ve sorumluluklarını onların sırtına
yüklerken, onları yönetim mekanizmasının her tür imkân ve nimetinden mahrum
ediyordu.
* Valilerine ve
yardımcılarına karşı sorumluluğunu, onları bizzat kendisi seçip, yine onları
kılıçtan keskin, kıldan ince bir yolda yürümeye zorlayarak yerine getiriyordu.
* Devlet hazinesine karşı
sorumluluğunu, onu en güzel biçimde koruyarak ve ondan elini çekerek yerine getiriyordu.
* Asilere ve isyancılara
karşı sorumluluğunu, onlara karşı olabildiğince sert ve katı davranarak yerine
getiriyordu.
* Halkın zayıf ve sıradan
insanlarına karşı sorumluluğunu, onlara olabildiğince yumuşak ve hoşgörülü davranarak
yerine getiriyordu.
Dikkat edin! "Devlet
Başkanı Ömer", kendisinden sonra gelen her devlet idarecisini bu tavır ve
duruşuyla yormakta ve omuzlarındaki sorumluluk yükünü olabildiğince ağırlaştırmaktadır…
O kesinlikle bir melek ve ilâh değildir…
Kendisine vahiy gelen bir peygamber de değildir… O insanlardan, aklını kullanan
ve kararlılıkla hareket eden bir ferttir… Böylelikle adalet, şefkat ve güvenilirlikte
bu ileri seviyeye ulaşmıştır… Ondan sonra gelecek devlet başkanları, hiçbir icraat
ortaya koymadan otururlarsa, ne mazeretleri olabilir?!
"Devlet Başkanı
Ömer", Allah'ın, tüm devlet başkanlarının aleyhine bir vesikasıdır…
Kıyamet gününde, hesap
esnasında bir devlet başkanı:
"Ya
Rabbi, yapamadım, aciz kaldım!" diyecek olursa, Allah onun bu mazeretini
kabul etmeyecek ve şöyle diyecektir:
"Ömer
aciz kalmadı, yaptı!"
N
ONU DİNLEMEYECEK OLURSAK BİZDE HAYIR YOK DEMEKTİR
Mü'minlerin
başkanı Ömer (r.a.), sorumluluğunu, dehasına güvenen, bulunduğu konumla övünen
ve sahip olduğu nüfuz ve otoriteyle büyüklenen bir insan gibi taşımıyordu.
Bilakis
sözüne güvenilir, hakkı arayan, yanında yer alıp, görüşleriyle kendisini
desteklemeleri için başkalarına imkân ve fırsat tanıyan bir vicdanla bu sorumluluğu
taşıyordu.
Bu
sebeple o, şûrayı (danışma kurulunu) kutsal kabul etti. Cesur, dürüst her tür
muhalefete karşı ulu başını eğdi, kulak verdi…
Ömer'in
yüce, göklere doğru yükselen sorumluluk anlayışını gördükten sonra şimdi de
bakışlarımızı bu devasa yapının üzerine oturduğu temele çevirelim... Dikkat
edin! Bu şûra (danışma kurulu) ve muhalefettir…
Onun
çok ilginç işlerde danışma ve muhalefet bayrağını olabildiğince yükseklere
nasıl kaldırdığını göreceğiz… O, Kur'an ve Sahih Sünnet'in metinlerine son derece
bağlı bir mü'min… Kur'an'ın bir âyetini kendi görüşüne göre yorumlayarak
tefsirinde yanılmaktan çok korkuyordu… Kendisi için daha önceden belirlenmiş
yöntemden ve yapılmış programdan zerre miktarınca ayrılmayı kendine helâl ve
caiz görmüyordu… Diğer bir ifadeyle o; itaat, iman ve bağlılık adamıydı…
Fakat
burada ilginç bir durum sezinliyoruz…
Muhammed'i
(s.a.v.) ve onun getirdiği dini, tam olarak kavramış insanlar, Kur'an ve
Sünnet'in metinlerine saygının, düşünce ve görüşün heder edilmesi anlamına
gelmediğini ve yine sadakat ve bağlılığın da muhalefetten ayrılmasının mümkün
olmadığını bilirler…
Ömer
(r.a.), huy ve yapısı gereği, intibak/uyum sağlama adamı değildir… Doğru, o,
biraz önce dediğimiz gibi iman, itaat adamıdır…
Fakat
bu, sağlam kanaatin getirdiği bir iman, itaat ve bağlılıktır…
O,
Resûlullah'a kanaat getirdi ve iman etti… Sonra da en küçük bir tereddüt ve
şüphe göstermeksizin onun yolunu izledi…
O
tartışılması gereken konuları tartışmaya açtı… Hikmetini bazen kavrayamadığı
işlerde tam teslimiyet gösterdi… Ama bunu yaparken de en başta bu konuda
Resûlullah'a kanaat getirdi…
Kâbe'de
Haverülesved'i öptükten sonra sanki onunla konuşuyormuş gibi şöyle dedi:
"Sen
elbette ne zarar ne de fayda vermeyen bir taşsın. Allah'a yemin ederim ki,
Resûlullah'ın seni öptüğünü görmeseydim, asla seni öpmezdim."
Hac
esnasında iki omzunu açarak hervele yapıyor[13]
ve şöyle diyordu:
"Bu
ikisine -hervele ve omuzları açmak- ne gerek var ki? Allah artık İslâm'ı
muzaffer ve üstün; küfrü de zelil ve aşağılık yapmıştır. Bununla birlikte biz
Resûlullah'ın zamanında yaptığımız hiçbir şeyi terk etmeyiz…"
Bir
gün İbn Abbas'ın evindeki su oluğunu, yağmur suyunu mescidin bahçesine akıtıyor
diye yerinden söktü… Daha sonra İbn Abbas, o oluğu oraya koyanın Resûlullah
olduğunu söyleyince, oluk elinde olduğu hâlde koşarak gelip, onu tekrar eski
yerine koydu. Hatta İbn Abbas'ı, kendi omuzlarına çıkararak, oluğu
Resûlullah'ın koyduğu şekilde koymasını istedi…
Kendisine
Zâriyat sûresinin ilk iki âyetinin tefsiri soruldu. Şöyle dedi:
"Ve'z-zâriyâti
zervâ: Rüzgârdır. Resûlullah'ın bu âyeti bu şekilde tefsir ettiğini duymamış
olsaydım, bu şekilde tefsir etmezdim. "Fe'l-hâmilâti vikrâ" ise:
Buluttur. Resûlullah'ın bu âyeti bu şekilde tefsir ettiğini duymamış olsaydım, onu
da bu şekilde tefsir etmezdim."
İşte
Ömer (r.a.), Resûlullah'ı örnek alarak, dinin kesin nasslarının ve
öğretilerinin gösterdiği sınırda bu şekilde duruyor, asla aşmıyordu…
Bununla
birlikte bu nasslara olan imanına benzer biçimde şûraya (danışma kuruluna) ve
muhalefete de iman ediyordu...
Ben
tüm tarih boyunca, hiçbir şeyin, şûranın kıymet ve değerini, Ömer'in ona olan
imanı ve onu uygulama tarzı kadar yücelttiğini bilmiyorum…
Ömer
(r.a.) hiçbir zaman kendi görüşünü ve isteğini dayatmadı… Günün hiçbir anında
insanların aktif, dürüst biçimde devlet yönetimine katılmalarını engelleyerek,
tek başına bir yönetim ve siyaset izlemedi…
Onun
bu konuda insanı büyüleyen tarafı ise, bu katılımı, tevazu ve lütuf kabilinden
yapmamış olmasıdır… O, ahlâkının, yaratılışının ve sorumluluğunun bir gereği olarak
buna imkân ve fırsat veriyordu…
Ömer'in
önüne konulan meselenin çözümü, Allah'ın Kitabında varsa o, Allah'ın o konudaki
hükmünü yerine getiriyordu…
Mesele,
Allah'ın Kitabında değinilmemiş sonraki dönemlerde ortaya çıkmış, yeni bir şey
ise, Ömer âyetleri anlamları dışında yorumlamaya çalışmıyor, "Biz o
kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık." [14]
âyetini anlamından saptırmıyordu.
Ona
göre, görüş bildirmek, muvafakat etmek için değil; hakikati bulmak içindi…
İnsanlara her zaman şunu söylüyordu:
"Benim
heves ve arzuma uygun olduğuna kanaat getirdiğiniz bir görüşü ortaya koymayın.
Aksine hakka uygun olduğuna inandığınız görüşleri bildirin."
Şimdi
onun danışma kurulundan şu canlı kesiti izleyelim:
Müslümanlar
Irak'ı fethederek, İran'ın yönetiminden kurtardılar. Bunun üzerine Iraklıların
büyük bir bölümü kendi istekleriyle Müslüman oldu… Ömer, fethedilen Irak
arazilerinin yerli sahiplerinde kalmasını, mücâhidler arasında
paylaştırılmamasını, bunun yerine onlardan ürün vergisi alınmasını istiyordu…
Onlardan toplanan vergilerden de herkese payına düşen miktar ödenecekti…
Ona
göre, arazinin mücâhidler arasında paylaştırılması, öncelikle mücâhidleri
cihaddan alıkoyacaktı. İkinci olarak, mücâhidlerin arazi işletmeciliği
konusunda bilgi ve tecrübeleri yoktu. Üçüncü olarak da karaborsacı ve derebeyi
bir sosyal tabaka meydana getirecekti… Yine bu paylaşım, arazi sahibi olmayan
insanların yitip gitmelerine ve doğacak nesillerin de haklarından mahrum edilmelerine
yol açacaktı…
Sahabeden
bir grup insan onun bu düşüncesine karşı çıktı ve ona muhalefet etti… Bu grup
ne zaman sesini yükseltip, sert bir muhalefet ortaya koyacak olsa, Ömer (r.a.) sükûnet
içinde onlara şöyle diyordu:
"Ben
sadece düşüncemi ortaya koydum."
Danışma
kurulunu oluşturan topluluk, uzlaşmaya varamadan toplantıyı sona erdirdiler.
Bir
sonraki toplantıya Ömer (r.a.), akıl ve tecrübeleriyle tanınan bir grup ensârı
da davet etti… Toplantı günü gelip, toplantı başlayınca, aynı konu tekrar
tartışmaya açıldı… Ömer (r.a.), herhangi bir kimsenin, Mü'minlerin başkanı
olduğu için kendisine şirin görünüp, muvafakat etmesinden endişe duyarak şu
konuşmayı yaptı:
"Sizleri,
yüklendiğim devlet yönetimi sorumluluğunda bana katılmanız için davet ettim.
Benim sizlerden bir farkım yoktur. Ben aranızdan biriyim. Siz bugün hakkı
ortaya koyacaksınız. Bana muhalefet eden muhalefetini, beni destekleyen de
desteğini ortaya koymuş durumdadır. Sizden
benim arzu ve hevesime uymanızı istemiyorum. Yanınızda Allah'ın, hakkı
ve hakikati dile getiren Kitabı vardır. Allah'a yemin ederim ki, ben bir görüş
ortaya koyduğumda, onu dile getirmekteki tek muradım, hakka ve doğruya
ulaşmaktır."
* * *
Mü'minlerin
başkanına göre, şûra ve muhalefet, erdemli doğru yönetimin iki kanadı ve her
doğru karar ve hükmün mayasıdır…
Bir
gün Huzeyfe (r.a.) Ömer'e (r.a.) geldi. Onu gam ve kedere bürünmüş hâlde ağlarken
buldu. Huzeyfe (r.a.):
"Ey
Mü'minlerin başkanı, neyiniz var?" diye sordu. Ömer (r.a.):
"Ben
yanılmaktan ve yanıldığım zaman bana olan saygısından dolayı hiç kimsenin beni
düzeltmemesinden korkuyorum." dedi.
Huzeyfe
(r.a.) ona şu karşılığı verdi:
"Allah'a
yemin olsun ki, senin haktan ayrıldığını gördüğümüz an kesinlikle seni tekrar
hakka döndürürüz!" dedi.
Ömer
(r.a.) bu sözden çok memnun oluyor. Huzeyfe'ye:
"Bana,
eğrildiğimde beni doğrultacak arkadaşlar ihsan eden Allah'a hamd olsun!" karşılığını veriyor.
Muhalefete
verilen değerin en büyüğünü, bu yüce şahsiyetin yönetiminde görmekteyiz…
Bir
gün minbere çıkıyor ve şöyle diyor:
"İnsanlar!
Ben başımla dünyaya şöyle meyledecek olsam, ne yaparsınız?"
Bir adam safları yara yara ilerliyor. Sanki
elinde bir kılıç sallıyormuş gibi kolunu sallayarak şöyle konuşuyor:
"Biz
de kılıcımızla seni şöyle düzeltiriz!"
Ömer
(r.a.):
"Bu
sözün bana mıdır?!" diye soruyor.
Adam:
"Evet,
sözüm sanadır!"
diyor.
Ömer'in
yüzünde sevinç izleri görünüyor. Adamın bu sözüne:
"Allah
sana rahmetiyle muamele etsin… İçinizde, eğrildiğimde beni doğrultacak insanlar
bulunduran Allah'a hamd olsun…!!" diyerek karşılık veriyor.
Ömer'in
bu tutumu, göstermelik bir tavır değildir. O, buna teşebbüs etmenin çok üstünde
güçlü ve güvenilir biridir. Onun bu tutumu, samimî bir yaşamın, kendiliğinden
meydana gelen içten bir hareketin göstergesidir…
Ömer
(r.a.) bu tutumuyla, hakka ulaşmak ve bir koyun sürüsü değil, saygın
insanlardan oluşan bir ümmet yönettiğinden emin olmak istiyor...!!
O,
insanların -hem de bütün insanların-, onun yanında yer alıp, devleti idare
etmedeki haklarını kullanmalarına ortam ve zemin sağlamak istiyor…
O,
bir kere şûraya sert ve katı davranmış olsaydı, şûra denen mekanizma büyük bir
hezimete uğrayarak onun döneminde çoktan ortadan kalkardı. Ama o tam tersini
yaptı… Dalkavuk ve yağcıları şûradan uzak tutarak, aykırı görüş ve düşünce
sahiplerini, muhalefeti yüceltti…
Kendisine
veya valilerinden birine karşı dile getirilmiş haklı cesur bir itiraz
karşısında duyduğu sevinç ve mutluluk, yeryüzündeki diğer tüm sevinç ve
mutluluklarının çok üzerindeydi…
Bir
gün yine önemli bir konuda halkı bilgilendirmek üzere minbere çıktı. Allah'a
hamd ve dua ettikten sonra şöyle devam etti:
"Dinleyin
ki Allah da size rahmet etsin…"
Tam
bu esnada bir adam ayağa kalkarak:
"Vallahi
dinlemeyeceğiz…!! Vallahi dinlemeyeceğiz…!!" dedi.
Ömer
kısık bir sesle:
"Selman!
Niçin dinlemeyeceksiniz?!" diye sordu.
Selman
(r.a.):
"Sen
dünyada kendini bizden ayırarak, kendine ayrıcalık tanıdın. Herkese bir elbise
verirken kendine iki elbise aldın." dedi.
Halife,
gözleriyle tüm safı gözden geçirerek şöyle dedi:
"Abdullah
bin Ömer nerede?"
Ömer'in
oğlu Abdullah ayağa kalktı.
"Ey
Mü'minlerin başkanı! Buradayım."
Ömer
topluluğun gözü önünde Abdullah'a sordu:
"İkinci
elbisenin sahibi kim?"
Abdullah:
"Ey
mü'minlerin başkanı! Benim." dedi.
Ömer
sonra tekrar Selman'a dönerek:
"Siz
de görüyorsunuz ki ben uzun boylu biriyim. Benim elbisem bana kısa gelince,
Abdullah kendi elbisesini bana verdi. İkisini birleştirerek kendime uzun bir
elbise yaptım."
dedi.
Selman
gözyaşları içinde kalmıştı.
"Allah'a
hamd olsun!.. Ey Mü'minlerin başkanı! Şimdi konuş, dinleyecek ve itaat
edeceğiz!"
dedi.
Muhalefet
devlet başkanına elbisenin sayısını sorabilecek ve bu kadar sert bir dille
konuşabilecek özgürlüğe kavuşabilecek mi?
Her
kim insanlık tarihinde buna benzer ya da denk bir şey biliyorsa, durmasın, bize
anlatsın…!!
* * *
Başka
bir gün…
Ömer
(r.a.), arkadaşlarıyla oturuyor… Eli tıraştan sonra dökülen saçla dolu olduğu hâlde
öfkeli bir adam safları yararak gelmektedir… İyice yaklaşınca elindeki kılları,
protesto edercesine Ömer'in göğsüne doğru fırlattı…
İnsanlar
öfkeyle kımıldanmaya başladı. Bazıları adama doğru teşebbüste bulundular. Ömer (r.a.)
onlara durmalarını işaret ederek, üzerindeki kılları topladı. Sonra adamı
yanına çağırdı, onu oturttu ve öfkesinin geçmesini bekledi. Sakinleşen adama:
"Şimdi
söyle bakalım, niçin böyle yaptın?" diye sordu.
Adamın
öfkesi tekrar depreşti.
"Ömer!
Allah'a yemin ederim ki, cehennem ateşi olmayaydı…!!"
Ömer
(r.a.):
"Evet,
vallahi doğru söyledin… Cehennem ateşi olmayaydı… Ey kardeş, derdin
nedir?"
dedi.
Adam
davranışının nedenini anlattı. Ebû Musa'dan şikâyetçiydi. Ebû Musa'nın, haksız yere kendisini celde (değnek) ve başındaki
tüm saçları tıraş etmekle cezalandırdığını söylüyordu. Adam da yere dökülen
saçlarını toplamış ve onları Ömer'e getirmişti.
Ömer,
arkadaşlarının yüzlerine baktı.
"Bütün
insanların bu adam gibi cesur olmaları, benim gözümde, Allah'ın bize verdiği
tüm ganimetlerden daha sevimlidir." dedi.
Sonra
Ebû Musa'ya bir yazı yazarak, adamın gelip celdeye karşılık celde, tıraşa
karşılık da tıraş biçiminde kendine kısas yapacağını, kesinlikle buna engel
olmamasını emretti…
İşte
bu, her güçlü protestodan ve her cesur muhalefetten dolayı sevinç duyan bir
devlet başkanıydı… Sakınmaksızın hakkını arayan ve korkusuzca sözünü esirgemeyen
bir insan ona; Allah'ın, fetihlerle kendisine ihsan edeceği tüm yeryüzü
servetleriyle ve kisra ve kayserin hazinelerinden daha hoş geliyordu…!!
Ömer
(r.a.) kendine ve izlediği yolun doğruluğuna çok güveniyordu. Bu yüzden
eleştirilmekten ve muhalefetten korkmuyordu. Aksine bunların yapılmasını
istiyor ve bundan dolayı mükâfatlandırıyordu. Eleştiri ve muhalefet anlayışını
ümmetini akıl ve vicdanına yerleştirmeye çalışıyor, işinde başarıya ulaşabilmek
için onları, yolunu aydınlatan bir meşale yapıyordu.
Bir
gün halka şöyle seslendi:
"Kadınlara
dört okıyyeden[15] fazla mehir vermeyin..!! Kim
bu miktardan fazla verecek olursa, bu fazlalığı ondan alıp, devlet hazinesine
koyacağım."
Bunun
üzerine kadınların safından bir kadın ayağa kalktı.
"Bu
seni ne ilgilendirir?!" dedi.
Ömer
(r.a.):
"Niçin
beni ilgilendirmesin?" dedi.
Kadın:
"Çünkü
Allah, "Eğer bir eşi boşayıp başka bir kadınla evlenmek isterseniz,
öncekine (mehir olarak) yüklerle mal vermiş olsanız dahi verdiğinizden hiçbir
şeyi geri almayın. Acaba iftira ederek ve açık günah işleyerek verdiğinizi
alacak mısınız?" [16] buyurmuştur." dedi.
Ömer'in
yüzü aydınlandı, sevinçle doldu. Ardından kadına tarihe malolmuş olan şu meşhur
sözünü söyledi:
"Kadın
haklı, Ömer yanıldı."
Öfkeli
ve sert bir muhalefetle karşılaştığında da bundan rahatsızlık duymuyor,
alınmıyordu.
Halid
bin Velid'i görevinden azledince, Medine'de halkı topladı ve onlara şöyle dedi:
"Halid'i
azlettiğim için sizden özür dilerim. Ben ona bu malı zayıf yoksul muhacirler
için saklayıp tutmasını emretmiştim. Ancak o, emrimi dinlemeyip, varlıklı, güçlü
kuvvetli insanlara bunu dağıttı."
Halifenin
bu açıklamasından sonra Ebû Amr bin Hafs bin Muğîre ayağa kalktı.
"Ey
Ömer! Vallahi, özrün geçersizdir! Sen onu azletmekle, Resûlullah'ın iş
başına getirdiği bir adamı görevden almış oldun. Yine onun kınından çektiği bir
kılıcı tekrar kınına soktun. Resûlullah'ın yücelttiği bir şeyi alçalttın.
Akrabalık bağını koparıp attın. Amca oğullarına haset ettin…!!" dedi.
Akrabalık
bağını koparıp atmak… Haset etmek… İşte bunlar topluluğun gözü önünde ve sert
bir dille, Mü'minlerin başkanının suçlandığı şeylerdi…
Ömer
ise, gülümsemekten başka bir şey yapmadı. Sonra Ebû Amr'a hitaben şöyle dedi:
"Sen
onun yakın akrabasısın, genç birisin. Amcaoğlun sebebiyle öfkeleniyorsun!" dedi.
* * *
O, sadece ülkesini adaletle
yöneten bir devlet başkanı değildi… Bunun yanı sıra o büyük bir öğretmen,
insanın cevherini ve gizli yeteneklerini keşfetmekte bir uzmandı…
Onun bu özelliği gibi, hangi
şey insanların gönüllerini çelebilmiştir?
Yönetimi ve yaşantısı bu
şekilde olan bir devlet başkanı kadar hangi şey kalpleri huzur ve güvenle
doldurabilir?
Çünkü o Resûlullah'ın
öğrencisi ve onun halifesi olan Ebû Bekir'in arkadaşıdır.
Ömer (r.a.), bir köylünün
gelerek insanların gözü önünde Resûlullah'a kaba ve kırıcı sözlerle konuştuğunu
kendi gözleriyle görmüştü…
Adam Resûlullah'a şöyle
diyordu:
"Maldan bana hakkımı ver!
O mal ne senin ne de babanın malı değildir!"
Resûlullah (s.a.v.) ise adamın bu kaba tavrı
karşısında tebessüm ederek şöyle diyordu:
"Evet, doğru söyledin.
O, Allah'ın malıdır."
Sonra devreye bir adam
giriyor. Bu Ömer'dir. Ömer (r.a.), tam adamı kavrayacakken Resûlullah (s.a.v.) nezaket
ve tebessüm göstererek kendisini engelliyor.
"Ömer! Bırak onu. Hak
sahibinin söz hakkı vardır."
Evet, Ömer bu dosdoğru yolda
yürüyor… Her yapıcı eleştiriye ve güvenilir muhalefete açık…
Bütün insanların, Mü'minlerin
başkanına görüş bildirme ve ikna olmadıkları bazı davranışlarını eleştirip,
muhalefet etme hakkı var…
O, insanlara şûranın bir lüks
ve boşluk doldurmak amacıyla oluşturulmuş bir dolgu malzemesi olmadığını;
aksine onun, halkın el ele verip devlet başkanına karşı sorumluluğunu yerine
getirmesinin bir biçimi olduğunu öğretmeye çalışıyor…
İnsanlar,
devlet başkanının, ortaya koyacakları her tür görüş ve düşünceyi öğrenme ve
böylelikle kendi görüş ve düşüncelerini test etme konusunda ciddî olduğunu biliyorlar…
Yaşanan
pek çok tecrübe, onun muhalefete ve şûraya verdiği değer ve onlara olan
saygısını ispat etmiştir…
Bütün
bunlar, onların, devlet başkanına cesurca ve alenen görüş bildirip, yönetim
sorumluluğunun yüküne ortak olmalarının baş sebepleridir…
Ömer,
rüzgârın hangi yöne eseceğinin hesabını yapanları, devlet başkanının heves ve
arzusunun ne yönde olduğunu tespit edip o yönde görüş beyan edecek olan
dalkavukları çok iyi bilmektedir… Bunların onun yanında hiçbir ağırlıkları ve
değerleri yoktur…
Onlardan
biri, misyonunu yürütmek üzere, bir görüş ve düşünce bildirecek olsa:
"Ey
Allah'ın düşmanı! Vallahi, sen böyle söylemekle, Allah'ın hoşnutluğunu gözetmiş
değilsin!" diyerek
ona itiraz etmektedir.
Bunlar
azınlık bir gruptan ibarettiler.
Çoğunluk
ise, sorumluluklarına ve haklarına olan tam imanla ve yine halifenin şûrayı ve
muhalefeti teşvik etmesine dayanarak, sözünü açıkça, dürüstçe ve yapıcı biçimde
dile getiren üstün ve değerli bir topluluktu…
* * *
Ömer
(r.a.) çok büyüktü… O, şûraya çağırdığı zaman, devlet başkanı sıfatıyla değil
de halktan biri gibi görüş bildiriyordu...
Görüşlerini
devlet başkanı sıfatıyla ortaya koymuyor; aksine kendisine büyük iyilikte
bulunduklarını ve doğruya ulaşmada yardımcı olarak ahirette hesabın baskısına
karşı yardımcı olduklarını onlara hissettirerek bunu yapıyordu…
Bu
ruhla, gördüğümüz üzere, her tür muhalefete kapıları açıyordu…
Bir
gün yanında Cârûd el-Abdî (r.a.) olduğu hâlde yolda yürüyordu. Derken bir
kadının, kendisine seslendiğini fark etti.
"Ömer!
Bekle. Sana diyeceklerim var…"
Ömer,
kadının gelmesini bekledi... Ömer güleç bir yüzle kadını karşıladı. Kadın şöyle
konuştu:
"Ömer!"
dedi, "Ben
senin çocukluğunu bilirim. Sen Ukâz panayırında delikanlılarla güreşirdin, de o
zaman sana "Umeyr" (Ömercik) derlerdi.… Sonra günler geçti, büyüdün,
"Ömer" olarak çağırılmaya başlandın… Derken yaşın ilerleyip,
"Mü'minlerin başkanı" olarak çağırılır oldun… Halk hakkında Allah'tan
kork! Bilmelisin ki, ölümden korkan insan, fırsatların elden gitmesinden çok korkar."
Cârûd
el-Abdî (r.a.) kadına:
"Mü'minlerin
başkanına karşı bu ne cesaret!" dedi.
Ömer
(r.a.), adamın elinden tuttu:
"Ona
ilişme! Sen onun kim olduğunu bilmiyorsun." dedi, "Bu, kocası
hakkında Resûlullah'la tartışıp ve Allah'a şikâyette bulunup da Allah'ın yedi
kat semadan sözünü işittiği Hakîm kızı Havle'dir… Allah onun sözünü yedi
kat semadan dinlemişken, yanındaki Ömer'in onu dinlemesi daha uygundur!" [17]
* * *
İslâm,
ilk Müslümanlara, devlet başkanına karşı böyle bir cesaret ve açık yüreklilik
sergileme ruhu kazandırmıştı.
Fakat
bu harika cesaret, devlet başkanının destekleyen, teşvik eden o yüce tutumu
olmasaydı, asla bu boyutlara ulaşamazdı…
Böylelikle
şûra mekanizması (danışma kurulu), bu büyük adamın döneminde her tür kriz ve
bozulmadan uzak kalmayı başardı...
Çünkü
şûra krizi, saltanatı özgürlükten daha çok seven ve isteyen devlet
başkanlarının yönetimlerinde ortaya çıkar…
Ömer'in
yönetimi ise bunun tersinedir, hatta çaresiz kalmış aç insan leşe hangi gözle
bakarsa, o da devlet yönetimine öyle bakmaktadır…
O, devletin her
tür otorite ve imkânlarının kendisini gururlandırmasını, yoldan çıkarmasını
önlemekle beraber yine de yönetime dair yaklaşım ve tutumu böyle olmuştur… O,
talip olmamış; buna mecbur bırakılmış kişi mantığıyla hareket ederek, devletle
olan ilişkilerini düzenlemiştir…
Elinden
geldiğince halkın, gerçek devlet yönetici ve bu dünyadan göçtüğü zaman
kendisinin yerini alacak gerçek halife olması için onları yetiştirmeye,
eğitmeye çalışmıştır…
Onun
en büyük derdi; ardında çelik gibi sağlam ve güçlü bir halk bırakmak idi… Bunu
da başardı…
Devletin
tüm gelirlerini halkın hizmetine sundu. Halkın yaşaması ve güvenliği için
şehirler, kaleler kurdu…
Sonra
bunun yanı sıra hatta bunu yapmadan önce, halkın sağlam karakterli olması
üzerinde odaklandı… İşte onu efendi yapacak olan bu sağlam karakterdi…
Bu
yüzden şûranın tüm kararlarına ve programlarına boyun eğdi… Muhalefete tam bir
saygı ve yücelik duydu… Şûrayı, yakın ahbab çevresi veya insanlardan bir grup olarak
görmedi… Bilakis bu saygıyı, tüm ümmetin sahip olduğu bir hakkın gereği olarak
gösterdi…
O
hiçbir zaman yakın ahbab adamı olmadı… Ümmetin adamı, dünyanın adamı, tarihin
adamı oldu…
* * *
Dini,
çevresi ve yetişmesinde tam bir asaletin sahibi olan bir insanla karşı
karşıyayız.
İnsanlara
karşı konumunu, insanların ona karşı konumunu ve nihayet insanların ve
kendisinin akıp giden insan hayatına karşı konumunu bilen bir adam…
Herhangi
bir üniversite eğitimi almaksızın veya herhangi bir kitaptan bilgilenmeksizin,
dünyanın gerçeklerini öğrendi…
Bu
gerçeklerden ilk öğrendiği; kendisinin özlü ve etkili bir sözünde şu ifadelerde
dile getirdiği hakikattir:
"Anneleri
kendilerini özgür ve hür insanlar olarak doğurmuşlarken siz insanları ne zaman
köleleriniz yaptınız?!"
Bu,
Ömer'in kavradığı, insanlık âlemine ait gerçeklerin ilkidir:
"Özgürlük,
doğumla birlikte kazanılmış bir haktır."
O,
bir devlet başkanı olarak, özgürlükten korkmamaktadır… Aksine o, özgürlüğe âşık
ve sevdalıdır…
Özgürlük,
ona göre, hakkın özgürlüğüdür…
Hak
bütün bağ ve şartların üstündedir.
Mademki
hakkı keşfeden ve açığa çıkaranlar insanlardır, öyleyse, onu araştırırken özgür
olmalıdırlar…
Mademki,
tek başına hakkı tanımış veya ona tek başına sahip olmuş bir tek insan yoktur,
öyleyse her bir ferdin kendi yöntemince hakkı araştırma hakkı vardır…
Yani
insanlar, düşünce ve görüşlerini ifade etmekte özgürdürler… Ortaya konan görüş
veya düşünce isabetliyse, bundan bütün toplum fayda görecektir. Yanlış ve
isabetsizse, bu durumda onu dile getiren insan hatasını anlayacaktır…
Ömer'in
bizim üzerimizdeki şu hakkını da dile getirmeliyiz: Farklı görüş ve bakış
açılarına saygı duyan bu hak, ne Allah'ın ne de Resûlullah'ın, hakkında açık ve
net bir beyanda bulunmadıkları bir haktır…
Allah'ın,
bu şekilde keşfedilip açığa çıkarılmasını insanlara bıraktığı ne çok hak
vardır… Aynı şekilde açığa çıkmak ve anlaşılmak için insanların görüş ve
düşüncelerine ihtiyaç duyulan nice hakikat vardır…
Ömer'e
göre, görüş bildirmek, düşünceyi ortaya koymak, kadın ve erkek… genç ve
ihtiyar… her ferdin hakkıdır… Bu sadece seçkinlere ait bir hak değildir…
Çünkü
o çevresindeki devlet ve yönetimlere bakınca, çöken imparatorluklar, yıkılan
tahtlar ve gerçeğin fakına varan, özgürlük talebinde bulunan zavallı halklar
görüyor…
Sonra
bu yüce işin, kimlerin eliyle tamamlanacağına bakıyor…
Görüyor ki o,
Muhammed (s.a.v.)'e ve onun tâbi olduğu nura iman etmiş olan sıradan, okuma
yazması olmayan, fakir, basit insanların elinde tamamlanacaktır... Öyleyse
onlar yeni hayatın temel ve dayanaklarıdırlar…
Onların
yıkan ve yapan kollarına saygı duyuyorsak, söyledikleri sözlerine de aynı
şekilde saygı duymalıyız… Onlardan destek ve yardımlarını istiyorsak, onların
fikir alışverişini ve eleştirilerini de kabul etmeliyiz…
Mademki
bu işin başında da sonunda da yükü taşıyanlar bunlardır, öyleyse devlet
başkanı, onlar olmadan karar alamaz, plân ve programlar yapamaz… Onların, "Emret!
Seni dinliyoruz!" sözüne muhtaç olup dururken, onların "Hayır!"
diyen sözlerini görmezden ve bilmezden gelemez…!!
Ömer
(r.a.) ile halktan biri arasında ateşli bir tartışma meydana gelir.
Adam
kendi görüşünde diretmektedir. Mü'minlerin başkanına şöyle der:
"Allah'tan
kork ey Ömer!"
Adam
bu sözünü birçok kez tekrarlar.
Bu
esnada bu tartışmayı izleyen ashabtan biri adamı ikaz eder:
"Sus!
Mü'minlerin başkanına karşı çok konuştun."
Fakat
Ömer (r.a.) adamın rahat bırakılmasını ister.
"Bırakın
onu! Siz sözünüzü esirgeyecek olursanız sizde; biz dinlemeyecek olursak bizde
hayır yok demektir…!!" der.
Evet,
insanlar hak ve doğru olduğuna inandıkları şeyleri dile getirmeyecek olurlarsa
onlarda, devlet başkanı da onların bu düşünce ve görüşlerine kulak verip
dinlemeyecek olursa onda hayır yok demektir…
* * *
Fakat
sorun, görüş bildirme ve itaat etme sorunu değildir…
Öncelikle
sorun, görüşü dile getirebilecek cesareti ve yine onu kabul edecek adaleti
yüksek seviyede sağlayacak olacak güven ve huzur ortamının oluşturulmasıdır…
Her konuda
olduğu gibi, Ömer'in bu konudaki yüceliği de işte buradadır…
Onun
yüceliği; cesaretin ve özgürlüğün ruhu ve mayası olduğunu; halkın bu cesareti
yitirdiğinde, kendilerini istikamet, gelişme ve kalkınmaya lâyık duruma
getirecek her şeylerini de yitirmiş olacaklarını kavramış olmasındadır…
Bu
kayıp ve yitik gerçekleşecek olursa, vah o halka ve o devlet başkanına!
O
ikisi -halk ve devlet başkanı- görüş ve düşünceyi dile getirme ve kabul etme
cesaretini yitirecek olurlarsa, süratle hayattan çekilmeye mecbur kalırlar…
* * *
Güçlü
güvenilir devlet başkanı Ömer'in yönettiği ülkeye ne mutlu!
Öyle
bir devlet başkanı ki, her asırda yönetimleri ve yöneticileri kuşatan âfetten
uzak kalabilmiştir. Dikkat edin! Bu, kendi sözünü/görüşünü en büyük ve tek
söz/görüş kabul etme âfetidir.
Ömer
bundan kendini korumayı başarmış ve bunu aşmıştır…
O
bir işe karar verir ve uygulamaya geçmek ister; fakat bir arkadaşı bu karara
itiraz eder. Bunun üzerine âdil ve güvenilir devlet başkanı Ömer'e:
"Aramızda
başkaları hakem olsunlar." der.
Allah'a
yemin olsun ki, Ömer (r.a.) bundan gocunacak, kaçacak değildir… Bilakis şayet
kendisi haklıysa, bir destek; haksızsa da kendisine hakka ulaştıracak bir rehber
bulduğu için mutludur…
Bir
gün Abbas'la (r.a.) karşılaştı. Ona:
"Ben
vefatından önce Resûlullah'ın, mescidi genişletmek istediğini duydum. Senin
evin mescide çok yakın. Onu bize ver de mescide katalım; sana da karşılığında
daha geniş bir ev verelim." dedi.
Abbas
(r.a.):
"Olmaz." diye karşılık verdi.
"O zaman zorla
alırım."
"Bunu yapamazsın. Fakat
biri aramızda hakem olsun."
"Kimin hakem olmasını
istersin?"
Huzeyfe bin Yemân'ın."
Mü'minlerin
başkanı Huzeyfe'yi kendisine çağırmak yerine Abbas'la birlikte onun ayağına
gider…
Şimdi
Huzeyfe, halifenin de üstünde bir güç ve otoriteye sahiptir… O, halife ile bir
Müslüman… yani devlet başkanı ile bir vatandaşı… arasında hükmedecek ve karar
alacaktır…
Ömer ve Abbas, Huzeyfe'nin
önüne otururlar… Aralarındaki tartışmayı anlatırlar…
Huzeyfe anlatılanları
dinledikten sonra şöyle der:
"Benim duyduğuma göre,
Davud (a.s.) da Beyt-i Makdis'i genişletmek istemiş. Yakınındaki bir evi Beyt-i
Makdis'e katmak istemiş. Fakat bu ev bir yetime aitmiş. Yetim evi vermeyi
reddetmiş. Bunun üzerine Davud (a.s.) evi ondan zorla almaya karar vermiş.
Fakat Allah ona vahyini indirerek, "Zulümden en uzak ve en temiz ev, benim
evimdir." buyurmuş. Bunun üzerine Davud (a.s.) da evi almaktan vazgeçmiş."
Abbas (r.a.), Ömer'e dönerek:
"Hâlâ zorla evimi almak
istiyor musun?"
der.
Ömer:
"Hayır." karşılığını verir.
Abbas (r.a.) da fikrinden
vazgeçerek:
"Bununla beraber ben
evimi sana veriyorum, onu Resûlullah'ın mescidine katabilirsin." der.
* * *
Ömer
yönetimindeki bütün bu güzellikleri ortaya koyarken, üstün ve olağanüstü işler
yaptığını düşünmüyordu… Bu onun yüce mayasında vardı… Onun sahip olduğu yüce
karakter, kendisine hatasını bildirene, kendisine "Hayır" diyene
şefkat ve merhametle yaklaşmasını sağlıyordu…
N
NE BEN KENDİM HİLEKÂRIM, NE DE BİR HİLEKÂR BENİ ALDATABİLİR
Onun
zekâsı, anlayış ve kavrayış çabukluğu; yaratılış, iman ve sorumluluğuyla aynı
seviyedeydi…
Hz.
Aişe (r.anha) onun bu konudaki üstünlüğünü fark etmişti. Aişe onu şöyle
anlatmaktadır:
"Vallahi,
o, işinde gayretli ve ciddîydi. Emsali yoktu. Her şeyi tam yapardı."
Allah
ona yüksek bir anlayış ve hikmet verdi…
"Allah
hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş
demektir."
[18]
Ömer
(r.a.) Allah'ın fazlına, ihsan ve bağışına lâyıktır… Hayatındaki hiçbir şey
kendisinin olmayıp, her şey Allah'a adanmıştır, O'nun taâti ve hizmeti için
vakfedilmiştir...
Onun
zekâsı, batılın değil hakkın yolundadır… Bu zekâ, onun sorumluluk bilincinden
beslenmekte ve ona uygun şekilde çalışmaktadır… Bu bozulmamış yaratılışın ve
şuurlu tecrübenin zekâsıdır. Sonra bu zekâ, asla işten kaçmaz ve aldatmaz…
Ancak hakkı ve doğruyu araştırır… Göz
açıp kapayıncaya kadar hatta daha kısa zamanda gönüllerin gizli, tenha
bölgelerine nüfuz eder…
Ömer'in İslâm dinine dair
anlayış ve birikimi gerçekten çok büyük ve genişti.
Abdullah bin Mes'ûd onun bu
özelliğini şu sözlerle anlatıyor:
"Ömer içimizde Allah'ın
kitabını en iyi bilenimiz ve Allah'ın dinine dair anlayışı en derin
olanımızdı."
Gerçekten onun zekâsının
keskinliği tüm işlerinde ve sözlerinde kendisini gösteriyordu…
Aynı şekilde o yöneticiliğini
kibir ve üstünlük için kullanmadığı gibi dehasını kibir ve büyüklük için
kullanmadı... Hâlbuki o, gireceği bütün zekâ savaşlarından zaferle çıkacak bir
zekâ ve dehaya sahipti… O kendisine verilen zekâ nimetini sadece onun aydınlığında
hakka ulaşmak için kullandı. Onun sayesinde, hak düşmanlarının kurdukları
tuzaklardan ve hilelerden kurtuldu…
Şu sözü dilinden
düşürmüyordu:
"Ne ben hilekârım, ne de
bir hilekâr beni aldatabilir."
Bu onun net karakterini ve
zekâsını anlatan bir sözdür…
Bu, düşmanca bir zekâ
olmadığı gibi işten kaçan ve gizlenen bir zekâ da değildir…
Bu saldırı zekâsı değil;
direniş zekâsıdır…
Bu, üstün bir şahsiyette
ortaya çıkan ve üstün ilkelerin hizmetinde çalışan başarı ve üstünlüğün
zekâsıdır…
Öyleyse bu, savaşlar değil;
kahramanlıklar zekâsıdır…
Bu okul mantığıyla hareket
eden bir zekâ değil; üretici, icat edici bir zekâdır…
Aynı zamanda bu, nassa iman
eden ve rivayete boyun eğen aklın varlığının kanıtlarından biridir.
Bunun yanı sıra yerinde
duramayan, sürekli hareketli bir zekâdır.
Gözü gayblarda olan, bazen neredeyse inecek
vahyi dahi sezen bir zekâdır. Resûlullah (s.a.v.) bu zekâyı överek şöyle
buyurmuştur:
"Allah, hakkı Ömer'in
diline ve kalbine koymuştur."
Bir gün Resûlullah'a (s.a.v.)
şöyle dedi:
"Burası atamız
İbrahim'in makamı değil mi?"
Resûlullah (s.a.v.):
"Evet." diye cevap verdi.
Bunun üzerine Ömer:
"Keşke buradan bir
namazgâh edinseydik." dedi.
Aradan birkaç gün geçti ki,
bu sözleri içeren âyet-i kerime nazil oldu:
"Siz de İbrahim'in
makamından bir namazgâh edinin." [19]
Ömer'in hayatında bu tür
olaylar pek çok defa meydana gelmiştir… Aydın aklı ve keskin zekâsı bir düşünceyi,
bir hayali dile getirir, bir müddet sonra onun isteği doğrultusunda vahiy
inerdi…
Bu yüzden Resûlullah (s.a.v.)
onun hakkında:
"Benden sonra birine
vahyedilecek olsaydı, bu kesinlikle Ömer olurdu." buyurmuştur.
Bundan dolayı Resûlullah
(s.a.v.) onun hakkında şöyle buyurarak onu dinin yasama kaynaklarından biri yapmıştır:
"Aranızda daha ne kadar
kalacağımı bilmiyorum. Benden sonra iki kişiye, Ebû Bekir ve Ömer'e
uyunuz."
Ömer'in zekâsı, kuşatıcı ve
genişti… Keskin bakışları gizli, örtülü, saklı her şeyi keşfediyordu…
Onun en basit bir meseleyi
dahi ele alışı, en hassas ve ciddî meseleleri ele alışından farksızdı… Özlü
sözler ve meseleyi bütün yönleriyle kapsayan hükümler…
İnsan karakterinden çok iyi anlıyordu… Bu,
onun dünyada dönen olayları ve hayatın sırlarını kavraması gibiydi…
Şöyle diyordu:
"Her devirde insanlar
atalarına benziyorlar."
"Nimet sahibi her
insanı, çekemeyen biri mutlaka vardır. İnsan oktan daha düzgün de olsa, ona
kulp takan biri mutlaka olacaktır."
Ömer'in hikmet ve dehasını,
insanları tanımadaki engin becerisini açığa çıkaran özlü ama derin sözler…
O, insanları sağlam, düzgün
bir terazide tartıyor ve şöyle diyordu:
"Kendisiyle henüz
görüşmediğimiz hâlde bana en sevimli olanınız, yaşantısı en güzel, konuşması en
mantıklı olanınız ve yine kendisiyle bir iş yaptığımızda onu en güzel şekilde
yapanınızdır."
Geçici görüntüler, ona göre,
insanları tanıyabilmek ve haklarında bir kanıya varabilmek için yeterli
değildir…
Bir gün birinin bir başkası
hakkında ondan övgüyle bahsederek,"O dürüst bir adamdır."
dediğini duydu. Ona:
"Onunla yolculuk yaptın
mı?"
diye sordu.
Adam:
"Hayır." dedi.
"Peki, aranızda hiç
tartışma ve husumet meydana geldi mi?"
"Hayır."
"Ona şimdiye kadar
herhangi bir şey emanet ettin mi?"
"Hayır."
"Öyleyse sen onu
tanımıyorsun. Herhâlde sen onu sadece camide başını eğip kaldırırken
gördün."
Ömer (r.a.) takva, verâ ve hidayet
imamlarından bir imam, bir önder… Camide başı eğip kaldırmayı, kişiye güvenmek
için yeterli görmüyor… Onun bu tutum ve yaklaşımının nedeni, kesinlikle ibadeti
küçümsemesi değildir. Aksine insan nefsinin sırlarını, onun gizli eğilim ve yönelişlerini
çok iyi biliyor olmasıdır…
O
sahip olduğu zekâyla olaylara tek boyuttan bakmaz ve bu şekilde değerlendirmez…
Onları bütün yönleriyle ele alır ve olabilecek en küçük ihtimaller üzerinde
durur.
O,
ibadete ve âbidlere büyük değer vermesine rağmen insanları tanımak için
yalnızca ibadeti esas almaz. Muhatabının tüm şahsiyetini esas alır ve bu
şekilde onu tanımaya çalışır. Bununla birlikte ibadet ona göre, insan şahsiyetinin
düzgünlüğünün ve olgunluğunun da göstergesidir.
Bundan
dolayı takvalı insanların basitliğinden, takvasızların da sahip oldukları imkân
ve güçlerinden yakınıyordu…
Basitlik
ve gafleti, ibadetin ve takvanın özellik ve gerekleri arasında kabul etmiyordu.
Bilakis takva ona göre, pâk ve güçlü olmak, geniş imkânlara sahip bulunmak ve
başarı demekti…
Hayat
onun gözünde iyi niyetlerle örülmüş bir gaflet/aymazlık hali değil… Aksine
başarılı deneyim, güvenilir güç ve girişkenlik idi…
Bir
gün insanlar onun yanında birinin iyiliğinden söz açarak:
"Kötülük
nedir bilmiyor."
dediler.
Ömer
(r.a.) onların bu sözlerine:
"O
zaman kötülüğe düşmeyi en fazla o hak ediyor." karşılığını verdi.
Tabiî
bu söz, kötülüğü bilmek için onu işlemenin zorunlu olduğu anlamına gelmiyor. Bu
sözün maksadı, iyilik kisvesine bürünmüş kötülüğün kucağına düşmemek için
insanın, kötülüklere karşı uyanık ve dikkatli olmasının gerekliliğini
bildirmektir.
O
parlak zekâsıyla yine çok biliyor ki, fazilet, fitne korkusuyla hayattan el
etek çekip bir köşeye kapanmak değil; aksine hayatla yüzleşmek ve fitnelere
galip gelmektir...
Şimdi
söz buraya gelmişken şu soru akla gelebilir:
Şu
iki insandan hangisi pâk ve faziletlidir? Günaha karşı arzu duymadığı için
günah işlemeyen insan mı yoksa içindeki günah dürtüsüne rağmen günahtan uzak duran
insan mı?
Ömer (r.a.) bu soruyu şöyle cevaplandırıyor:
"İçlerindeki günah
işleme dürtüsüne rağmen günahtan uzak duran insanlar, Allah'ın kalplerini takva
ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat
vardır."
* * *
Hayatın ve insanların
sorunları ile karşılaştığında bu zekâ ve derin kavrayışın boyutları genişliyor.
Bazen Ömer'e bir mesele
iletilir ve o da o konuda bir hüküm verir. Daha sonra benzer bir mesele daha
sorulur; buna öncekinden çok farklı bir hüküm verir… Niçin böyle yaptığı
sorulunca şu cevabı verir:
"O daha önce verdiğimiz
bir hükümdür; bu ise şu anda vermekte olduğumuz bir hükümdür."
Çünkü iki meselenin meydana
geldiği ortam ve şartlar birbirinden farklı olup, sadece olaylar arasında bir
benzerlik söz konusudur…
Dâhi ve fakih Ömer, aklının
içinde, bütün olaylara uygulanabilecek kalıp fetvalar barındırmamaktadır. O,
bütün yönlere dikkat eden ve şartlardaki değişikliğin, olayları ve bunlara
terettüb eden hükümleri/sonuçları etkileyeceğini bilen bir anlayışa sahiptir.
Cesareti dışında, Ömer'in
zekâsını geçebilen hiçbir şey yok…
Kur'an ve Sünnet'in
metinlerine tam bağlı ve Resûlullah'ın ardınca gitmekte titiz olan Ömer'i,
şer'i bir hükmü iptal ederken görüyoruz… Hâlbuki Resûlullah sağlığında bu
hükümle amel etmiştir. Aynı şekilde Ebû Bekir de yaşadığı süre içinde bu hükmü
uygulamıştır. Yine bu hüküm, Kur'an'da okunan bir âyettir…!!
Bu, müellefe-i kulûba ödenmek üzere zekâttan
belli bir miktarın ayrılması hükmüdür…
Müellefe-i kulûb, zayıf bir
benimseyişle veya benimsemeksizin Müslüman olanlardır…
Kur'an, onların gönüllerini İslâm'a ısındırmak
için devlet hazinesinden belli bir miktarın ayrılarak, onlara ödenmesini
emretmiştir… Böylelikle henüz imanın
tadını almadan İslâm'ı terk etmelerinin önüne geçilmek ve İslâm'ı can-ı
gönülden benimsemeleri istenmiştir…
Ömer
bu konudaki görüşleri dinledikten sonra şöyle dedi:
"İslâm
o gün zayıf durumda olduğu için Resûlullah onlara bunu veriyordu… Ama bugün
Allah dinini güçlü duruma getirmiş ve sözünü yüceltmiştir. Artık dileyen iman
eder, dileyen küfür… Bu dinde, iman ve arzu ederek Müslüman olanlardan
başkasına yer yoktur."
Sadece
tek başına bu tutum, insan zekâsının en üst seviyesine tırmanmaktadır… Böyle
bir olayda Ömer'in gördüğü hikmeti pek çok insan, görebilir. Fakat sadece
Ömer'in parlak zekâsı bu yasayı dönüştürüp geliştirebilir… Özellikle de bu
hüküm, Kur'an'dan mensuh olmayan bir âyetle ve Resûlullah'ın iptal edilmemiş
sünnetiyle konmuş ise…
Güçlü
sezgi ve şer'i hükümlerin hikmetine derin vukûfiyet, bu güvenilir, raşid adamın
bilincinde yer etmişti…
Buhârî
ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadiste Resûlullah (s.a.v.), Allah'ın Ömer'e
verdiği bu nimeti överek şöyle buyurmuştur:
"Bir
rüya gördüm. Rüyamda bana içinde süt bulunan bir kadeh verdiler. Sütün
serinliğini tırnaklarımda hissedinceye kadar sütten kana kana içtim. Sonra
artanı Ömer bin Hattab'a verdim."
Ashab:
"Ya
Resûlullah, bu rüyanı nasıl tabir ettin?" diye sordular.
Resûlullah
(s.a.v.):
"İlimle." buyurdu.
* * *
*
Bir gün Ömer'e, had cezasını gerektiren bir suçu işlemiş bir Müslüman
getirildi. Onun bu suçu işlediğine üç kişi tanıklık etti. Dördüncü şahit de
geldi mi ceza kesinleşecekti…
Ömer
(r.a.), dördüncü şahidin getirilmesini emretti… Adamı görünce içinde bir
ürperti hissetti… Kendisine doğru yaklaşmakta olan adamı izledi. Adam iyice yaklaşınca
şöyle dedi:
"Karşımda,
Allah'ın, kendisiyle hiçbir Müslümanı rüsva etmeyeceğini sandığım bir adam
görüyorum."
Adam:
"Ben
cezayı gerektirecek hiçbir şey görmedim." dedi.
Adamın
bu sözüyle Ömer (r.a.) derin bir nefes aldı…
* Bir gün bir adamın kendisine doğru koşarak
geldiğini gördü. Adamın bir müjdeyle geldiğini zannetti. Fakat yanılıyordu.
Nefes nefese gelen adam şöyle dedi:
"Ey
Mü'minlerin başkanı! Falan adamla falan kadını hurmaların ardında birbirlerine
sarılmış bir hâlde gördüm."
Bu
ihbarına karşılık Ömer, adamın yakasından kavradı, elindeki kamçıyla adama sert
bir darbe indirdi. Ardından:
"Adamın
günahını gizleyip, tevbe etmesini ümit edemez miydin?! Resûlullah (s.a.v.):
"Kim kardeşinin (günah ve ayıbını) örterse, Allah da dünya ve âhirette
onun (günah ve ayıbını) örter." buyurmuştur." dedi.
O,
ahlâkî yanlışı çirkin ve ayıp bulan bir veraya sahipti. Ancak bununla beraber
söz konusu yanlışın yapıldığı ortam ve koşulları da kavrayacak bir derin görüşe
ve keskin bir zekâya da sahipti…
*
İnsanlara da bu büyük kavrayışa sahip olmalarını öğütlüyor, şöyle diyordu:
"Siz
de böyle yapın… Bir kardeşinizin yanlış yaptığını gördüğünüz zaman onu düzeltin
ve doğrusunu öğretin. Onun tevbesini kabul etmesi için Allah'a dua edin. Ona
karşı şeytana yardımcı olmayın..!!"
Mü'minlerin
başkanı sert ve katı bir yaratılışa sahipti. Fakat her hareket ve davranışında
doğru bir anlayışla hareket ediyordu… Olaylara duygularıyla değil zekâsıyla
yaklaşıyordu… Doğru, o, günahtan nefret ediyordu. Ancak günahın meydana geldiği
koşulları da bir uzman maharetiyle dikkate alıyor, değerlendiriyordu. Sonunda
şu prensibi koymuştur:
"Şüphelere
istinaden bir had cezasını kaldırmam, şüpheye dayanarak bir had cezasını
uygulamamdan bana daha hoş gelir…!!"
Bir
gün bir adam geldi. Ondan bir konuda fetva vermesini istiyordu:
"Kızım
had gerektiren bir suç işledi. Bunun üzerine bir bıçak alarak kendini
boğazlamaya kalkıştı. Biz son anda yetiştik; ama biz gelinceye kadar bazı boyun
damarlarını kesmişti. Sonra onu tedavi ettirdik ve iyileşti. Ardından güzel bir
tevbeyle tevbe etti. Bugün bazı kimseler evlenmek için kızıma talip oluyorlar.
Geçmişte yaşadığı bu olayları taliplilerine anlatayım mı?"
Zeki
bir verâya ve verâlı bir zekâya sahip olan Ömer (r.a.) şöyle dedi:
"Sen
Allah'ın örtüp gizlediği bir şeyi açığa çıkarmak mı istiyorsun? Şayet bunu
herhangi bir insana anlatacak olursan seni âlemlere ibret bir cezayla
cezalandırırım. Git onu iffetli bir Müslüman kız olarak evlendir."
Mü'minlerin
başkanı Ömer, cüzî, yüzeysel, geçici hükümler vermekten kaçınıyor; bilakis
kalıcı, kuşatıcı ve derinlikli hükümler veriyordu. Realiteyi, yaşanan gerçeği
göz ardı etmiyor, aksine realite üzerinde odaklanıyor ve onu sağlıklı düşünce
kaynaklarından biri yapıyordu…
*
Bir
"Bu
Kadın
bu sözlerinin ardından şöyle dedi:
"Bizim,
kocalarımızdan böyle uzak, yapayalnız kalışımız, Ömer'e basit mi
gelmektedir."
Ömer
(r.a.) kadının kocasının orduda asker olduğunu anladı.
"Hafsa!
Kadın kocasının ayrılığına ne kadar dayanabilir?" diye sordu.
Hafsa:
"Bir,
iki, üç ay… Dördüncü ay artık sabrı tükenir." dedi.
Bunun
üzerine Ömer (r.a.), hemen bir kanun çıkararak, evli askerlerin aralıksız
olarak dört aydan fazla cihadda bulunmalarını yasakladı… Ayrıca o kadının kocasının
da derhâl gönderilmesini istedi…
* Yine bir gün yaşlı bir adamın, duygularını
özlü bir şiirle dile getirerek ağladığını duydu. Uzun zamandır görmediği
oğlunun hasretiyle yanıyordu. Ömer adamdan, oğlunun İslâm ordularından birinde
asker olduğunu öğreniyor. Derhâl haber göndererek oğlunu çağırtıyor. Ardından
bir kanun çıkararak, yaşlı anne babası olanların, anne babalarının izni olmadıkça
askere alınmasını yasaklıyor.
Hayatın doğal seyrine göre
işleyen ve insanların ve hayatın gerçeğinden beslenen bir zekâ…
* Örf ve hukuk, itirafı en
güçlü kanıt kabul eder.
Ancak bu doğrudur. Ancak
Mü'minlerin başkanı, derin anlayış ve kavrayışıyla bunun her zaman böyle olmadığını
görmektedir. İtiraf, fiili kuşatan şartlar da dikkate alınmak koşuluyla bir
kanıt olarak kabul edilmelidir. Çünkü itirafa sevk eden şey, bazen korku ve
zorlama olabilmektedir.
Ömer (r.a.) bu konuda şöyle
demektedir:
"Aleyhine şahitlik yapması için canını
yaktığın veya korkuttuğun yahut hapsettiğin zaman söylediklerinde o insana
itimat olunamaz."
* O ordu komutanlarına, bir
asker herhangi bir suç işlediği zaman ordu, görevinden geri dönünceye kadar o
askeri cezalandırmamalarını emrederdi.
Bir asker herhangi bir yanlış
iş yaptığında, olay tahkik edilmeli, sorumluluk seviyesi belirlenmelidir. Fakat
cezalandırma işlemi, o asker düşman topraklarını terk edinceye ve kendi
vatanına dönünceye kadar ertelenir…
Ömer (r.a.), bu kararının
gerekçesini, askerin cezalandırılacağı korkusuyla düşman saflarına geçişinin önlenmesi
olarak açıklamaktadır…
Bu basit olayda bile kendini
ortaya koyan zeka, bu raşid ve ilhamlı adamın ne büyük bir kapasiteye ve derin
bir kavrayışa sahip olduğunu göstermektedir.
* Bir gün Müzeyne kabilesinden bir adamın
devesini çaldığı iddiasıyla yaşları küçük birkaç köle çocuk Ömer'e getirildi.
Çocukların sararmış
yüzlerini, çelimsiz bedenlerini görünce:
"Bu çocuğun sahibi
kim?"
diye sordu.
"Hâtıb bin Ebû
Beltea."
dediler.
Ömer (r.a.):
"Hâtıb'ı bana
getirin!"
dedi.
Hâtıb (r.a.) gelince Ömer (r.a.)
ona:
"Bunların sahibi sen
misin?"
diye sordu.
Hâtıb (r.a.):
"Evet, ey Mü'minlerin
başkanı, benim."
dedi.
Bunun üzerine Ömer (r.a.):
"Sizin onları yorup aç
bıraktığınızı öğrenmeseydim, az kalsın onları cezalandıracaktım. Bunlar aç
kalıp, hırsızlık yaptılar. Cezalandırmam gereken biri varsa o da ancak
sensin!"
dedi.
Sonra devenin sahibini
çağırdı. Ona:
"Müzeyneli! Devenin
fiyatı nedir?"
dedi.
Adam:
"Dört yüz." dedi.
Ömer (r.a.) ardından Hâtıb'a
dönerek:
"Bu adama sekiz yüz
öde!"
dedi.
Daha sonra çocuklara döndü.
"Sizler de gidin ve bir
daha böyle bir şeye teşebbüs etmeyin." buyurdu.
* * *
Ömer'in, son
derece düzgün konuşmalarıyla ortaya koyduğu düşüncelerini değerlendirdiğimizde,
bu düşüncelerin olabildiğince özlü, açık olduğunu, büyük anlamlar ve yüce
hedefler taşıdığını görürüz.
Halife
olduğunda ayağa kalkarak halka şu konuşmayı yaptı:
"Halife
oluşum, benim huy ve mizacımı değiştirmeyecektir. Yücelik ve büyüklük sadece
Allah'a mahsus olup, insanlara bu konuda verilmiş bir şey yoktur."
Onlara
mal-para hakkında konuşuyor, şöyle diyordu:
"Dinleyin!
Ben malın salâhını üç şeyde gördüm. Hak olarak alınması, hak olarak verilmesi
ve batıldan korunması… Dinleyin! Sizin
malınıza karşı ben, yetimin vekili gibiyim. Ondan uzak durursam, ahlâk ve namus
olarak temiz kalırım. Onu kullanacak olursam da örfe uygun hareket
ederim."
Yine
apaydın ve etkili konuşmalarının birinde şöyle diyor:
"Kur'an'a
dair bir mesele soracak olan, Übey bin Ka'b'a gitsin… Miras hukukuna dair bir
mesele soracak olan, Zeyd bin Sâbit'e gitsin… Fıkıha dair bir mesele soracak
olan Muâz bin Cebel'e gitsin… Mal ve paraya dair bir mesele soracak olan da
bana gelsin… Zira Allah beni malın bekçisi ve dağıtıcısı yapmıştır.
Ben
malı dağıtmaya Resûlullah'ın hanımlarından başlıyor ve önce onlara veriyorum.
Sonra sırasıyla, vatanlarından ve mallarından kovulmuş ilk muhacirlere… Sonra
onlar hicret etmeden onlar için yurt ve imanı hazırlamış olan ensâra vereceğim.
Hicret etmekte çabuk davrananlara ben de ihsanda bulunmakta çabuk davranacak,
hicret etmekte gecikenlere ben de ihsanda gecikeceğim… Hiç kimse devesinden
başkasını kınamasın…!!"
Servetin
dağıtılması hakkında şunları söylüyor:
"Ben
elimden geldiğince bütün ihtiyaçları karşılayıp, giderilmemiş hiçbir ihtiyacın
kalmamasını çok istiyorum. Bunu yapamazsak, eşit asgarî düzeyde bir yaşantıya
razı olup, birbirimize destek olmalıyız."
* * *
Komutan
ve valilerine yazdığı mektuplarda onun zekâsının nasıl tam bir olgunlukla
düşünüp hareket ettiğini görüyoruz.
Ebû
Musa el-Eş'arî'ye yazdığı mektubunda onun hüküm verme, dava görme işinde nasıl
bir yöntem izleyeceğini şöyle anlatıyor:
"Mü'minlerin
başkanı Abdullah'tan Kays'ın oğlu Abdullah'a… Sana selâm olsun… Bundan sonra
derim ki, hüküm vermek ve dava görmek kesin bir fariza ve uyulan bir sünnettir.
Sana bir dava sunulduğunda iyice anla. Anlayınca da gereğini yerine getir.
Yerine getirilmeyen bir hakkın kimseye faydası yoktur.
Meclisinde
insanlara eşit davran ki, toplumun ileri gelenleri senden yana bir medet
ummasınlar ve zayıflar da adaletinden ümit kesmesinler.
Bir
iddiada bulunan kimse, delilini ortaya koymalı; bu iddiayı yalanlayan, inkâr
eden kimse de buna dair yemin etmelidir.
Bir
haramı helâl veya bir helâli haram yapmadıkça Müslümanlar kendi aralarında
antlaşmalar yapabilirler…
Dün
bir konuda verdiğin bir hüküm/karar, bugün senin o konuyu tekrar ele alıp
değerlendirmene ve yanılmışsan o kararı düzeltip doğruyu ortaya koymana engel
olmasın. Çünkü hak, kadîm olup, onu hiçbir şey iptal edemez ve geçersiz
yapamaz. Batılda devam etmendense, hakka dönmen senin hakkında daha hayırlıdır…
Allah'ın
Kitabında veya Resûlullah'ın sünnetinde bulamayıp da gönlünün daraldığı
meseleleri iyi anlamaya çalış. Benzer meseleleri araştır, öğren. Sonra onları
birbirleriyle karşılaştır ve değerlendirmeye tâbi tut. Allah'a en sevimli
geleni, hakka/doğruya en çok benzeyeni al, kabul et…
Bir
hak iddiasında bulunan kimseye, bunu ispat etmesi için belirli bir süre tanı.
Delilini getirdiğinde ona hakkını teslim et. Aksi durumda davayı onun aleyhine
sonuçlandır. Çünkü bu şüpheden kurtulmak, körlükten aydınlığa çıkmak ve mazeret
sahibi olmak için en iyi yoldur.
Müslümanlar
birbirlerine şahitliklerinde âdildirler. Bir suç sebebiyle değnek (celde)
cezasıyla cezalandırılan, yalan şahitliği tecrübeyle sabit olan veya dostluk ve
akrabalık nedeniyle töhmet altında tutulup kendilerine güvenilmeyen kimseler
bundan müstesnadırlar…
Tedirgin,
somurtkan ve sinirli olma, insanlara eziyet etme ve haklı olduğu durumlarda
kesinlikle hasımlara hakkını teslim et. Böyle yaparsan Allah seni bundan dolayı
en iyi şekilde mükâfatlandıracaktır…
Kim
Allah ile arasını iyi yapar, dürüst olursa, Allah da onunla diğer insanların
arasını iyi yapar. Allah gerçeği bilip dururken, insanlara güzel görünerek
onları aldatmaya çalışan kimseyi Allah rezil eder ve sahtekârlığını ve gerçek
yüzünü açığa çıkarır. Sen, Allah'ın, katındaki sevabı karşısında O'nun bu
dünyada vereceği rızkı veya rahmetinin hazinelerini çok şey mi sanırsın?!"
* * *
Tikrit
ve Câlûlâ'nın fetihlerinde bulunmuş olan mücahidlerden bir grup, Ömer'in
huzuruna girdi. Ömer, onları çok zayıf ve sararmış görünce, niçin bu durumda
olduklarını sordu. Askerler, bu durumlarının, bulundukların yerin yaşam
şartlarının elverişsiz ve rutubetli olmasından ileri geldiğini söylediler.
Bunun üzerine Ömer, hemen Sa'd'a bir mektup yazarak, askerleri daha uygun bir
yerde mevzilendirmesini istedi. Uygun yeri nasıl seçeceğini de şöyle anlattı:
"Selman
ve Huzeyfe'yi keşif için gönder. Sizinle aramızda ne bir köprünün ne de denizin
olmadığı bir bölgeyi araştırsınlar. Sonra Ebü'l-Heyâc bin Mâlik'i çağırıp, ona
her birinin genişliği kırk zirâ olan caddeler yapmasını emret. Sonra genişliği
otuz zirâ olan caddeler … Sonra genişliği yirmi zirâ olan caddeler… Caddeleri
bundan daha aşağı daraltma… Sonra ona bu caddelere bağlanan sokaklar yapmasını
emret. Sokakların genişliği yedi zirâ olsun. Sokakların genişliğini de bundan
daha az yapma..."
* * *
Yine
Sa'd'a yazdığı bir başka mektubunda ona şu askerî tavsiyeleri yapıyor:
"Yürüyüşlerinde
orduya merhametli ol, onları yorup yıpratacak kadar yürütme… Düşmanlarına
ulaştıklarında yol yorgunu olmamaları için uygun yerlerde molalar ver… Her cuma
günü, gündüz ve gecesinde mola ver ki, hem dinlensinler hem de silahlarının
bakımını yapsınlar..
Düşmanı
görebilecek, durumu araştırabilecek kadar yaklaştığında bir askerini düşmanın
durumunu araştırmak üzere gönder. Bu kişiyi nasihat ve dürüstlüğüne güvendiğin
kimseler arasından seç. Çünkü yalancı sana getireceği haberlerin bir kısmında
doğru söylemiş olsa bile onun haberi sana fayda vermez… Hilekâr insan, seni, lehine
değil aleyhine gözler…
Düşman
topraklarına yaklaştığında gözcü ve öncü kuvvetlerinin sayısını arttır. Küçük
akıncı birlikleri gönder. Bu akıncı birlikleri, düşmana ulaşacak yardım ve
desteği kesecektir… Gözcü kuvvetlere gelince, onlar sana onların haberlerini
getirirler.
Bu
öncü keşif kuvvetini de görüş ve kuvvet sahibi insanlar arasından seç. Onlara
iyi koşan hızlı atlar ver. Bunlar daha
önce karşılaşmadıklarını düşündüğün bir düşmanla karşılaşacak olurlarsa, akıncı
birliklerinin durumunu cihadı bilen sabırlı insanlara bırak. Hiç kimseyi arzu
ve keyfince kayırma, yoksa kayırdığından daha fazlasını kaybedersin… Zayiat
vereceğin veya zarar göreceğin bir yere öncü ve akıncı birliklerini gönderme…
Düşmanı gördüğünde bütün birlik ve kuvvetlerini topla…"
Bir
başka mektubunda da ona şöyle demektedir:
"Bana
ulaşan haberlere göre, hem sen hem de ailen, Müslümanlardan hiç kimsede
görülmeyen bir tarzda giyiniyor, sofralar kuruyor ve bineklere biniyormuşsun.
Ey Abdullah! Bir vadiden geçerken bütün çabası ve gayreti sadece otlayıp
semirmek olan hayvanlar gibi davranma… Çünkü onların bu şekilde semirmeleri
onlara ancak ölüm getirir… Bilmelisin ki, her yönetici Allah'a dönecektir.
Yönetici yoldan çıkarsa, halk da yoldan çıkar. İnsanların en kötüsü ve bedbahtı,
halkının kötü hallere düşmesine, bedbaht olmasına sebep olan yöneticidir."
Ömer
(r.a.), bu mektuplarıyla dava görme, hüküm verme, ülkenin imarı, cihad ve
yönetim sorumluluğu gibi çeşitli meselelerde görüşlerini dile getirmiştir.
Bunlarda
ve satır aralarında onun parlak, üstün zekâsı kendini göstermektedir.
* * *
Basit ve tatlı ifadelerle düşüncelerini ortaya
koyarken zekalı hikmet onun bütün sözcük ve harflerini dolduruyordu…
*
Bir gün Medine'nin kenar mahallesinde yeni bir eve rastladı.
"Bu
kimin evi?"
diye sordu.
"Falanın
evi."
dediler.
Bu
falan, Ömer'in valilerinden biriydi.
Bunun
üzerine şöyle dedi:
"Paralar
mutlaka boyunlarını gösterecek!"
*
Bir gün sahte gözyaşları dökerek insanlarla beraber ağlayan bir kadın gördü.
Asasını kadına doğru kaldırıp, "Sen onların kederlerinden dolayı değil;
paraları için ağlıyorsun!" diyerek onu oradan kovdu.
*
Züheyr bin Ebû Sülmâ'nın şiiriyle övdüğü Hürm bin Sinan'ın oğullarından birini
çağırıyor:
"Züheyr'in
babanı övdüğü şiirlerden birini bana oku." diyor. Çocuk okumaya
başlıyor.
Bunun
üzerine Halife Ömer ona:
"Sizi
iyi övmüş…"
diyor.
Çocuk
da:
"Allah'a
yemin olsun ki, biz de bundan dolayı ona bağışı iyi yaptık." karşılığını veriyor.
Ömer'in
cevabı ise:
"Sizin
ona verdikleriniz yok olup gitti. Onun övgüleri ise hâlâ dillerde dolaşıyor..." oluyor.
Kendini
keskin kelimelerle tanıtan keskin bir zekâdır bu…
* * *
Sonra
zeki insan bazen aşırı açgözlü olabilmekte ve dünyanın yüksek imkân ve
nimetlerinden, şan ve şöhretinden olabildiğince elde etmeye çalışmaktadır…
Burada
Hattab oğlu Ömer'in parlak zekasının en belirgin özelliğini görüyoruz.
Bu,
ibadet için soyutlanan, sahibinin hizmetinde değil Allah için, Allah'la
birlikte ve hak, hayır ve şefkat uğrunda çalışan bir zekâdır…
Evet…
Bu çok hisli, çok tevbekâr adamın zekası gücünü Allah'tan almakta ve yine O'na
dönecektir…
N
KOCANI BEBEKLE MÜJDELE!
Keskin
ve kuşatıcı bir zekanın yanı sıra bu sağlam ve düzgün yaratılış, bu Allah'a
olan sarsılmaz iman ve varlığa ve hayata dair taşınan mükemmel sorumluluk duygusu
bir araya gelince… Bu insanî kemalin bir beşer sûretinde varlık bulup, ayakları
üzerinde doğrulması için dünyanın onur ve yüceliğinden başka neye ihtiyaç var?
Bu
adalet… Bu takva… Bu, görev uğrunda kendini feda etme anlayışı… Sırat-ı
müstakim üzere olan bu istikamet… Hiçbir hilekarın aldatamayacağı bu anlayış ve
kavrayış çabukluğu…
Ömer
(r.a.) bu üstün özelliklere sadece sahip olmakla kalmadı… Bilakis bunlara bütün
standartları aşan bir düzeyde, en üst seviyede sahip oldu…
Evet…
İnsanî kemâl bir insan sûretinde vücud bulmak isteyince kendine ender, üstün
insanlar seçti. Bu üstün insanlardan biri de kuşkusuz Ömer bin Hattab'tır…
Gördüğümüz
gibi, yüce bir adam… Yücelik onun özelliklerinden biridir…
Fakat
bu sayfalarda onun çekmeye çalıştığımız fotoğrafının tüm kareleri henüz
tamamlanmış değildir… Tamamlanmayı bekleyen oldukça dikkat çekici, parlak bir
kare daha var…
Doğru,
bu fotoğraf, tamamlanan kareleriyle bir görüntü ve fikir vermektedir. Ancak bu
bize nispetle böyledir… Onu daha iyi ve doğru tanımak ve onun yüceliğini yavaş
yavaş görebilmek için biz bu fotoğrafı bu şekilde kareler (bölümler) halinde
sunduk… Önümüzde bizi kendine doğru çağıran ve çeken kareler hâlâ var…
Allah'ın,
kendisini kayser ve kisranın saltanat ve mülküne varis yaptığı adam… Allah'a
olan korkusundan ve taşıdığı ağır sorumluluktan dolayı son derece sert olması
sebebiyle ashabın, gülücük ve tebessümünü hilali gözler gibi gözledikleri adam…
Dünyayı
yönetmek için yaratılmış olan adam… Rahatlığın kendisini son derece rahatsız
ettiği… bir işi bitirince diğerine başlayan adam…
Yerinde
duramayan, sürekli koşuşturan bu adam, sorumluluğun baskısı altında ve bu
hareketli yapısıyla hayatına nasıl yön verdi?
Bu
özelikleri onu anlaşılmaz, kapalı biri mi yoksa son derece net ve açık biri mi
yaptı?
Yine
sahip olduğu özellikler, onu köşesine çekilen, bağnaz biri mi yoksa dışarıya ve
gelişmeye açık biri mi yaptı?
Yöneticilerle
insanların arasında bir miktar mesafe ve uzaklık bulunur. Bu mesafe, liderlik
makamını ve heybetini korumak içindir… Peki, Ömer de böyle miydi? Yoksa onun,
liderlik ve heybetini korumak için başka bir alternatifi mi vardı?
Evet,
Ömer'in, Ömer'e yakışır bir alternatifi vardı… Bu, Ömer gibilerinden başkasının
yürüyemeyeceği bir yol: Sadelik…
Fakat
biz Ömer'in sadeliğini, başka bir şeyin alternatifi yaparsak, ona haksızlık
yapmış oluruz.
Ömer'in
ahlâkına ve özelliklerine hiçbir şey alternatif olamaz… Bunların tamamı, tam
bir asalet olup, Ömer'in nefsinde kök salmışlardır…
Evet,
cesaret, adalet, takva, istikamet… Bunların hepsi insanoğluna karşı sorumluluk
hissiyle dolup taşan insanî erdemlerdir… Bu sebeple insanlarda farklı ölçü ve
oranlarda bulunmaktadır… Fakat Ömer'in cesareti, adaleti, takvası ve istikameti
kendisinden kaynaklanmaktadır ve ona özgüdür… Ömer olmasaydı bunlar da olmayacaktı…
O,
kendisini Ömer yapan benzersiz tüm özellikleriyle misyonunu yerine getirdi…
İşte
onun yüceliği… O, faziletten beslenerek karakter ve kişiliğini
gerçekleştirmedi; bilakis o fazilete kendi karakter ve kişiliğini giydirdi…
Bu
yüzden faziletler onda, şahsiyetinin tüm güzellikleriyle kök saldı…
Bütün
faziletler onda bir araya gelip birleşti ve bu birleşimden Ömer meydana geldi…
Biz
bunları parçalarına ayrıştırıp, Ömer'in adaleti… Ömer'in Allah korkusu… Ömer'in sorumluluk duygusu… Ömer'in anlayış
ve kavrayış çabukluğu… Ömer'in kuvveti… diyoruz. Onu kendimize tanıtmak için bu
ayrıştırmayı yapıyoruz…
Evet,
aşabilmek için yolumuzu merhalelere; her bir ayrıntısını görebilmek için de
elimizdeki maddeyi parçalarına ayırıyoruz…
Fakat
Mü'minlerin başkanının faziletleri, iş alanında parçalara bölümlenemez. Aynı
şekilde değerler terazisinde de bölümlere ayrılamaz. Çünkü bunlar sahibinin kişiliğini
yansıtan nitelikler değildir… Bilakis bunlar kişiliğin sahibidirler… Bunlar,
kendisinden fışkırdıkları ve yine kendisine döndükleri adamın, yani Ömer'in ta
kendisidirler…
* * *
Bu
özelliklerde bir adamdan, ayrıcalıklı olması ve rahatlığı, sonsuz sadelikten
başka bir yerde bulunması beklenemez… Yine o, hayatın içinde insanların üstünde
değil arasında, içlerindedir…
Meclislerde
en arkaya oturur, safın en önünde veya en başında ona mahsus bir yer yoktur…
Uykusu gelince evindeki hasırın üzerinde veya bir hurma ağacının altında
kumların üzerinde uyur…! Bulduğunu yer, yanında katık veya başka bir şey
aramaz. Bir parça et veya zeytinyağıyla ıslatılmış, tuzlu bir parça ekmek…
"Ey
Ömer!" diyen bir kadının veya kölenin kendisine seslendiğini duyunca mutlu
olur…
Yeryüzü
kralları onun mutluluğunun boyutlarını bilselerdi kesinlikle onu çekemezlerdi…
Elindeki kovayı taşımakta zorlanan yaşlı bir kadın görünce derhâl yanına gider,
onun yükünü taşırdı… Kadının teşekkür kabilinden söylediği:
"Allah
seni mükâfatlandırsın ey oğulcuğum! Sen halife olmaya Ömer'den daha fazla
lâyıksın."
sözünü duyunca katıla katıla gülerdi…
* * *
İnsanların
uykuda olduğu
Medine'nin
yüksek mahallelerinden birinde bir kulübe gördü. İçeriden bir kadının inleme
sesi geliyordu. Kulübeye iyice yaklaştı. Bir adamın kulübenin kapısında oturduğunu
gördü. Onun acıyla inleyen kadının kocası olduğunu anladı. Kadının doğum
sancılarının başladığını ama yardımcı olacak kimsenin olmadığını gördü. Çünkü
adam ve kadın uzaktan gelmişlerdi, bu yüzden şehirde kimseleri yoktu. İki garip
ve yapayalnız insandılar…
Ömer
(r.a.) süratle eve döndü. Hanımı Ümmü Gülsüm'e (r.anha):
"Şimdi
bir sevap kazanmak ister misin?" dedi. Kadın:
"Hayırdır…" dedi.
"Yapayalnız
bir kadın doğum sancılarına yakalanmış. Yanında yardım edecek kimse yok."
"İstersen
seninle gelirim."
Ömer,
anne adayı kadının doğumdan hemen sonra ihtiyaç duyacağı un, yağ, bebek için
kundak olarak gereken her şeyi hazırladı… Bir omzuna tencereyi, diğer omzuna un
torbasını yükledi. Ardından hanımına:
"Haydi,
gidelim."
dedi.
Kulübeye
geldiler. Mü'minlerin başkanının hanımı Ümmü Gülsüm (r.anha) doğum sancılarında
kadına yardımcı olmak için içeriye girdi.
Mü'minlerin
başkanı da kulübenin dışında beklemeye başladı. Sacayağını yerleştirdi, üzerine
tencereyi koydu. Altına ateş yaktı. Anne adayı kadın için yemek pişirdi.
Kadının kocası, iyilik bilen, minnettar gözlerle onu seyrediyordu… O da bu adamın hilafete Ömer'den daha lâyık
olduğunu söylüyordu…!!
Derken
kulübeden bir bebek ağlaması yükseldi… Annesi bebeğini sağlıklı bir şekilde
dünyaya getirmişti… Ümmü Gülsüm içeriden yüksek sesle seslendi:
"Ey
Mü'minlerin başkanı, babayı müjdeleyebilirsin!"
Adam
bu sözle dehşet ve hayrete düşüyor… Utanarak geri çekiliyor… İki kelime
-Mü'minlerin başkanı- demek istiyor, fakat yaşadığı mutluluk ve şaşkınlık
karşısında sözler dilinde düğümleniyor…
Ömer
(r.a.) her şeyin farkında… Adama korkmamasını, yerinde oturmasını işaret
ediyor…
Ardından
tek başına tencereyi alıp, kulübenin kapısına kadar götürüyor. Sonra hanımına:
"Ümmü
Gülsüm! Tencereyi al, anneyi doyur." diye sesleniyor.
Ümmü
Gülsüm, doyuncaya kadar anneye, hazırlanan yemekten yediriyor… Artan yemeği
tencereyle Ömer'e geri gönderiyor… Ömer, yemeği kadının kocasının önüne
koyuyor.
"Sen
de ye. Bütün geceyi uyanık geçirdin."
Ardından
ekliyor:
"Sabah
olunca bana gel. Sana devlet hazinesinden uygun bir maaş ve çocuğuna da nafaka
bağlayalım"
Sonra
hanımıyla birlikte oradan ayrılıyor…
Allah
Ömer'den razı olsun… Resûlullah'ın onun hakkındaki şu sözü ne kadar doğru ve
gerçek:
"Hiçbir
dahinin ona yetişebildiğini görmedim…!!"
O,
basiret ve ileri görüşlülüğüyle bizim dünyamızda mutluluğun ve büyüklüğün
hakikatini gördü ve onlardan bol miktarda aldı…
Ömer'in
Rabbine yemin ederim ki, biraz önce gördüğümüz bu sahne, üzerine güneşin doğup
battığı tüm saltanatlardan ve dünyanın bütün menfaat ve güzelliklerinden daha
iyidir…
Allah'ın,
kendisiyle hayatın değerini arttırdığı bu insandan boşalan bu tevazu, bu
sadelik, bu sevgi ve şefkat ne muhteşemdir…!!
Saltanatın
-hatta meşru ve zorunlu olan da dâhil- ihtişam ve görkemi nerede…?!
Fakat
Ömer (r.a.) saltanat adamı değildi… Çünkü o saltanatın çok üzerinde idi… Çünkü
o, büyüklüğünü, kendi dışında bir şeyden almıyor; aksine kendine yaklaşan,
kendisiyle bağ ve irtibat kuran herkese büyüklük kazandırıyordu…
O
sade olmak için kendini zorlamıyor, bilakis sadelik onun mayasında bulunuyordu…
Minnet duyguları içinde, omuzlarında küçük ve büyüğe herkese yer vardı…
Bir
gün Medine sokaklarında dolaşıyordu. Bazı çocukların bir hurma bahçesinden ham
hurma çaldıklarını gördü… Çocuklar onu görür görmez dört bir tarafa kaçıştılar…
Sadece bir çocuk, umursamaz bir tavırla yerinde kaldı... Ömer (r.a.) iyice yaklaşınca çocuk hemen söze
atılarak şöyle dedi:
"Ey
Mü'minlerin başkanı! Bu rüzgârın düşürdüğü ham hurma!"
Ömer
(r.a.):
"Göster,
bakayım. Ben rüzgârın savurup düşürdüğü hurmayı bilirim." dedi.
Sonra
çocuğun verdiği hurmayı inceledi…
"Doğru
söylüyorsun."
dedi.
Çocuğun
yüzünde gülücükler açtı. Masum bir edayla:
"Oradaki
çocukları görüyor musunuz? Onlar yanlarına gelmemi bekliyorlar. Ben oraya
gidince de benim hurmalarımı zorla benden alacaklar." dedi.
Ömer
(r.a.) bu söze gülerek, çocuğun omzunu sıvazladı.
"Benimle
gel, seni güvenli bir yere götüreceğim." dedi.
Çocuğun
elinden tutup, onu evine kadar götürdü.
*
* *
Onun
sadeliği sorumluluk duygusundan mı ileri geliyordu yoksa bütün üstün
özellikleri büyük şahsiyetinden mi kaynaklanıyordu?
Dinleyin!
Her kim gözünü aydın edecek ve gönlünü bayram sevinciyle dolduracak birini
görmek isterse…
Dinleyin!
Her kim doğruluk ve dürüstlüğünün zirvesinde büyük insanlığı görmek isterse…
*
Bu uzun, güçlü, kel, iri ayaklı, yirmi bir yaması bulunan hırka giyen, sağ
elinde hokka, sol elinde kâğıt ve kalem taşıyan adama baksın… Evlerin
kapılarını çalıyor. Kocaları askerde olan kadınlardan kocalarına mektup
yazmalarını isteyerek, bu esnada kendisi de kapının dışında bekliyor. Posta gitmek
üzere…
*
Geniş dünyaya -İran ve Bizans'a- karşı
zafer kazanmış aynı insana… Mü'minlerin başkanı Ömer'e baksın… Yine evlerin
kapılarını çalıyor… Yine kocası askerde olan kadınlara sesleniyor:
"Bana
ihtiyaçlarınızı bildirin. Her kimin pazar/çarşı (alışveriş) ihtiyacı varsa,
bana söylesin ya da hizmetçisi varsa, hizmetçisini benimle birlikte pazara
göndersin. Alışverişini kendisi yapacak olursa, onu aldatmalarından korkuyorum."
Sonra
arkasında uzun bir hizmetçi kuyruğu olduğu hâlde pazara gidiyor. Pazarda
onların alışverişlerini bizzat kendisi yapıyor ve aldıklarını sepetlere kendi
elleriyle yerleştiriyor.
Bu
adamın yeryüzünde yaşadığı, Mü'minlerin başkanı olduğu, bu derece sade ve gösterişsiz
bir hayat yaşadığı ve bu denli büyük bir adalet sahibi olduğu doğru mu?
Ömer
adında bir adamın, Müslümanlara halife olduğu, Allah'ın ona büyük fetihler
nasip ettiği, yeryüzü hükümdarlarının saygı duyup çekindiği, azgın kralların, ayakları
altında yuvarlandığı ve hazinelerin seller gibi kendisine aktığı doğru mu?
Bir gün
içlerinde Ahnef bin Kays'ın da bulunduğu bir Irak heyeti onu ziyarete gelir.
Havanın aşırı derecede sıcak olduğu kavurucu bir yaz gününde, sadaka devesini
katranla tedavi edip, bir veteriner gibi kendini işine vermiş çalışırken
görünce şaşırırlar. Ömer de misafirlerini görünce seslenir:
"Ahnef! Elbiselerini
çıkar da buraya gel. Bu sadaka devesini katranlamama yardım et. Bu devede tüm ümmetin,
yoksulların ve yetimlerin hakkı var."
Heyetin içinden bir adam,
gördüklerine çok şaşırmış bir hâlde ona şöyle cevap verir:
"Allah sana merhamet
etsin ey Mü'minlerin başkanı! Senin yerine sadaka kölelerinden bir köle bu işi
pekâlâ yapabilirdi."
Ömer (r.a.) adama:
"Benden ve Ahnef'ten
daha iyi köle mi var?!" cevabını verir ve tekrar işine döner.
Bu doğru mu…?!
İnsanlığın güzel bahtından ki,
bu anlatılanlar doğrudur, gerçektir. İnsanlık tarihi Ömer'e tanık olmuştur…
Yine İnsanlığın güzel
bahtından ki Ömer sadece onlardan biridir... İnsanlığa düşen; kendisinde saklı
bulunan yetenek ve kabiliyetlerin üzerindeki örtüyü kaldırıp, canlandırmak ve
parlatmaktır… Görecektir gizli cevher hemen kendini gösterecek, meyvesini
verecek ve yücelik ve büyüklük kök salacaktır…
* * *
Ömer'in sade ve gösterişsiz
hayatı, sahip olduğu makamın, kazandığı
zaferin ya da biriktirdiği servetin etkisiyle sarhoş olup büyüklük taslayanların
içinde bulundukları büyük aptallığı açıkça olarak ortaya koymaktadır.
Ömer'in sade - gösterişten
uzak yaşantısı, gerçekten tam bir mutluluktu… Öyle bir mutluluk ki, nefis,
mayasına ve özüne dönüyor, her tür gurur ve kibrin üstüne çıkıyordu…
Ömer'in Rabbi, her çeşit hata
ve insanî vasıfların üstünde olan Allah (c.c.)...
Ona, iyiyi kötüden ayırıp doğruyu bulma
yeteneğini bahşetmiş ve nefsinin kötülüklerinden onu korumuştur… Onu sadece
kendi vatanında ve kendi çağında değil; bütün yerlerde ve zamanlarda cinsinin
tek örneği yapacak düzgün ve yüce bir şahsiyetin sahibi yapmıştır...
Nerede
onu görsek, bizi hayrette bırakan kahramanlığını, sadeliğini, içtenliğini ve dürüstlüğünü
de görüyoruz… Bu adam, nasıl oluyor da bu kadar sakin, böylesine sorumluluk
duygusuyla dolu ve sade olabiliyor?!
O
adam ki, askerlerinin sayısı yüz binleri aşmış durumdadır. Dünyanın hazineleri
küme küme, öbek öbek Medine'nin meydanına yığılmaktadır. Uzak ve yakın bölgelerden
heyetler ona gelerek, barış ve huzur için anlaşmak istemektedirler. Bizans'ın
ve İran'ın kibir ve zulmünden kurtardığı halklar, ona derin sevgi beslemektedirler…
Bu
durumların hepsi gerçekte kibir, gurur ve büyüklenmenin sebepleridir… Ancak biz
bu adamda kibir ve gururun zerresini dahi göremiyoruz. Aksine ufku dolduran
zirveler görüyoruz… Zühd zirvesi, adalet zirvesi, takva zirvesi, sadelik ve
tevazu zirvesi… Sahip olduğu erdemler, kahramanlık ve istikameti sayesinde
yapısını bu zirveler üzerine kuruyor…
Bakın…!!
İşte
Şam'ın yüksek bir yerinden şehre giriyor… Şamlılar onu karşılamaya çıkmışlar…
Sert bir kumaş örttüğü devesinin üzerinde oturuyor… Bacaklarını yüklerinin iki
tarafından sarkıtmış… Palan yok, üzengi yok… Delik deşik olmuş, çok yamalı, yün
bir gömlek giymiş…
İnsanlar
onu görünce etrafını çevirip, soruyorlar:
"Mü'minlerin
başkanı nerede?"
"Yolda
onun kafilesine rastlamadın mı?"
Adam
gülümseyerek cevap veriyor:
"Mü'minlerin
başkanı önünüzde…"
İnsanlar
bunun üzerine Mü'minlerin başkanına yetişmek için öne doğru yollarına devam
ediyorlar… Ta ki arkadan, "mü'minlerin başkanı "Eyle"ye ulaştı
ve konakladı." Haberi gelince süratle geri dönüyorlar…
İnsanlarla
oturmakta olan Mü'minlerin başkanının yanına geliyorlar… Kendisini görür görmez
şaşkınlıkları had safhaya ulaşıyor… Mü'minlerin başkanı, yolda bir deve
üzerinde rastlayıp da kendisine Mü'minlerin başkanını sorunca, "Mü'minlerin
başkanı önünüzde…" diye cevap aldıkları adamın ta kendisi…
Kendisine
binmesi için güzel süsleri bulunan eyerli bir beygir getiriyorlar…
"Benden bu şeytanı uzak tutun!" diyerek binmeyi reddediyor…
"Burası
deveye binmek için elverişli bir vatan değildir." diyorlar.
Bunun
üzerine üzerinden bütün süslerin alınmasından sonra beygire binmeyi kabul ediyor…
Süslü eyerin ve diğer şeylerin alınmasından sonra atın sırtına eyer olarak yün
bir örtü koyuyor. Bu örtüyü, bineğine bindiğinde eyer yapıyor, konduğunda da
yere serip üzerinde uyuyor…
Şam'a
ilk yolculuğunda Kudüs kapılarında onu ordu komutanları karşılıyor. Ordu
komutanları, sırtları eyerli atlara binmiş, bir yüzü kabartma ipek kumaşlardan
yapılmış süslü kemerler takmışlar…
Ömer
(r.a.) bu manzarayı görür görmez bineğinden iner, yerden bir avuç toprak alarak
onlara doğru atar.
Onlara şöyle der:
"Dünyaya
ne çabuk aldanıp kandınız?! Ömer'i bu kıyafetlerle mi karşılıyorsunuz?! Ne
çabuk göbek bağladınız ve rahata erdiniz?! Siz iki sene öncesine kadar aç insanlardınız!"
Sadelik
ve tevazu, onun zevk ve vakit geçirmek için yaptığı bir şey (hobi/merak)
değildi… Bilakis bunlar onun dini, huyu ve sorumluluk duygusuydu…
Bir
"Yarın
Adamın
bu sözüne karşılık kadın:
"Ömer'in
işi başından aşkın. Onu nerede bulacağım?" der.
Bunun
üzerine Ömer (r.a.):
"Sen yarın ona gel, onu
Allah'ın izniyle bulursun." diyerek oradan ayrılır…
Ertesi gün sabahleyin kadın
sora sora Ömer'i bulur… Onu görür görmez hayretinden bağırır:
"Sen öyleyse,
o'sun!"
Mü'minlerin başkanı kadının
bu hâline güler. Sonra kadına bir hizmetçi verilmesini emreder.
Hiç kuşkusuz Mü'minlerin
başkanı, bu samimi gösterişsiz yaşamla, dünyanın bütün imkân ve güzelliklerine
sahip olmak arasında serbest bırakılsa, sadelik ve tevazuyu hiçbir şeyle
değiştirmez…
Ömer (r.a.), hayatını üstün
ve başarılı biri olarak yaşadı. Yeryüzü üzerinde geçirdiği günler, kesintisiz
bir zaferler ve mutluluk korteji gibiydi… Bu zaferler ve mutluluk, gençliğinde
Ukâz panayırındaki güreşlerde aldığı galibiyetlerle başlayıp Müslüman oluncaya
kadar devam etmişti… Müslüman olması ise başlı başına bir fetihti… Sonra hicret
etti, hicreti zafer oldu… Derken Mü'minlerin başkanı oldu, bütün eski dünyayı
ayakta tutan sütunlar onun darbeleriyle sarsıldı, yıkıldı…
Hayatı böylesine daima
dopdolu ve ebediyen muzaffer olan bu adamın en büyük, en parlak ve en kalıcı
zaferi, onun üstün verâ ve takvasıydı… Öyle bir verâ ve takva ki, genelde bütün
insanlığa, özelde de yöneticilere eskimez, yıpranmaz bir örnek/model sunmuştur…
Öyle bir örnek ki, dünyanın
ganimetler ve mallar olarak kapısında yığıldığı hâlde onları kendisine
istemeyip, insanlara dağıtan bir hükümdar sûretinde ortaya çıkmıştır…
Elindekilerin tümünü dağıtınca hafifleyen yüküyle yoluna devam etmiş, menziline
doğru yürüyüşünü sürdürmüştür…
Bazen öğlenin kavurucu sıcağına aldırmadan, kaybolmasın
diye, devlet hazinesine ait bir devenin peşinden koşarak…
Bazen doğum sancısına yakalanmış kimsesiz,
garip bir kadına leziz bir yemek pişirerek…
Bazen "Ömer'in" şekillendirdiği yeni
dünyada kendilerine bir yer bulabilmek için kendisine gelen çeşitli heyetleri,
kumların üstünde ve hurma ağaçlarının altında karşılayıp ağırlayarak…
Ve
bazen de yirmi bir veya daha fazla yaması olan bir hırkayla minbere çıkıp,
Müslümanlara öğüt ve nasihatlerde bulunarak…
Bu
yürüyüşünü ara vermeden devam ettirmiştir…
Sonra…
Onun
hakkında söylemediğimiz ne kaldı?!
Allah'tan
beni bağışlamasını niyaz ediyorum…
Bilakis
onun hakkında söylenebilecek çok, pek çok şeyin birazını olsun söyleyebildik
mi?!
Onunla
birlikte geçirdiğimiz o dopdolu, güzel dakikalar bize yeter…
Aldığımız
nefesler tükenmeden, zamanla yarışan bir adamın -kısa bir süre- izlerini
sürdüğümüz bu adımlarla yetinelim…
Gözlerimizi
kamaştıran, bizi nefessiz bırakan bu parlaklığı aşmak istersek, kesinlikle istenmez
ve dayanılmaz olan zorluk ve sıkıntılara hazır olalım… Bu noktada Abdullah bin
Mes'ûd'un şu sözüyle yetinelim:
"Maşallah
Hattab'ın oğluna!... Ne müthiş adamdı o…!!"
≈≈
"Allah ondan razı
olsun"
≈≈
N
[1] Tâhâ,
[2] Tâhâ,
[3] Ahkaf,
[4] Ahkaf,
[5] İsra,
[6] Mü'minûn,
[7] Mü'minûn,
[8] Tevbe,
[9] Tevbe,
[10] Tevbe
[11] Yusuf,
[12] Burada geçen tartı ve para birimleri, yazarı tarafından
belirtilmemiş olup; bu birim, o dönemde kullanılan dirhem olmalıdır. Dirhem o
dönemde hem ağırlık hem de gümüş para birimi olarak kullanılmıştır.-Mütercim.
[13] Hervele yapmak: Kâbe yakınlarında bulunan Safa ve Merve arasında
sa'y ederken, iki tepe arasındaki vadiye gelindiğinde burayı süratlice geçmek.-Mütercim.
[14] En'âm,
[15] Bu mehir, altın olursa, yaklaşık
[16] Nisa,
[17] Söz konusu olayın geçtiği âyet için bkz. Mücâdele,
[18] Bakara,
[19] Bakara,