ÖMER'İN HUZURUNDA


 

 

 

 

 

 

 

 


MÜ'MİNLERİN BAŞKANI MÜSAADE EDER Mİ?

 

 

 

 

 

Ben Hz. Ömer'in (r.a.) tarihini yazmıyorum…

İnsanların onun yücelik ve ululuğuna dair bildiklerine yeni şeyler de eklemiyorum…

Allah'ın sevdiği ve seçtiği bir adamdan söz ederek, böylelikle Allah katında kendimi iyi bir kul gibi göstermeye de çalışmıyorum…

Benim bu girişimim, bunların ötesinde büyük bir tevazudan ibarettir…

Ben sadece Mü'minlerin başkanına kulak veriyor, duyduklarımdan fazlasını da aktarmıyorum… Onu izliyor, gördüğüm hiçbir şeyi de saklamıyorum…

Biz -okuyucular ve ben- takdir-i ilâhînin Medine'de bizi kendisiyle buluşturmadığı bir adamla tarihin akışı esnasında buluşmaya çalışacağız… Göreceğiz ki bu adamın ahlâkı, huyu ve yüceliği bütün zamanları ve mekânları hiçbir gözün görmeyip, hiçbir kulağın da işitmediği bir adalet, zühd ve faziletle doldurmaktadır…

Evet, bu sayfalarda yapmaya çalıştığımız bundan… Ömer'in esintisinde yaşamaktan, beraber olamadığımız canlı sahneye bedel yazılı sahnelerde onunla olmaktan ve yine bu güçlü ve güvenilir adamın huzurunda ona kulak, göz ve gönüllerimizi vermekten ibarettir…

O, benzeri olmayan öğretmenle beraberliğimiz süresince yaşantımızın seviyesini ve değerini yükseltmeye çalışacağız…

* * *

Mü'minlerin başkanıyla beraber olmak, başka lider ve başkanlarla beraber olmaya benzemiyor...

Bu beraberlik gerçekten çok farklı… Leziz yemeklere, nefis içeceklere yer yok… Serilecek yataklara, dizilecek kadehlere yer yok… Yaslanacak yastıklara, üzerine oturulacak minderlere de yer yok…

Rahata yer yok… Gurur ve kibre yer yok… Dalkavukluk ve adam kayırmaya da yer yok…

Bu sebeple bu "beraberlik", gönle hoş geldiği, insana onur ve saygınlık kazandırdığı oranda da insanı korkutuyor…

"Ömer", huzurundayken sende uyandıracağı tüm heybet ve ihtişamı yazılı hayatını okurken de hissettiğin türden bir adam…

Bu kahramanın hayatına dair yazılı sahnelerin, sadece şahsının gözlerden ırak olmasının ötesinde, yaşanan canlı sahnelerden farkı yoktur…

Evet… O sadece gözlerden ıraktır… Ya gönüller… Gönül gözleri, sanki onunla birlikte yaşıyormuşçasına Ömer'in hayatına vakıf olabilir… Bu büyük üstadın, ulu atanın ortaya koyduğu tüm olağanüstü işlere bizzat görüyormuşçasına tanık olabilir… 

* * *

Fakat şayet bu beraberlik, insanı dünyanın nimet ve güzelliklerinden mahrum ediyorsa da, yeryüzü üzerinde bu beraberliğin üzerinde bir güzellik ve nimetin olmadığı da bilinmelidir…

Bu adam, sadeliği içinde ulu, güç ve nüfuzu içinde de sadedir… Adalet ve merhameti içinde kuvvetlidir. Ne kendisi dinlenir, ne de yanındakileri dinlenmeleri için serbest bırakır… Fakat onlara bu ulaşamadıkları rahatlık yerine yaşamın en büyük efendiliğini, başarısını ve gıbta edilişi sunar…

İşte bu kişi, Mü'minlerin başkanıdır… İnsanlığın dünyaya getirip, İslâm'ın terbiye edip eğittiği adamdır bu…

İnsanlık tarihinin ilk gününden bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm yönetim ve hükümet başkanlarından -asla mübalâğasız- daha yüce, daha iyi ve daha temiz bir Müslüman devlet başkanıdır…

İşte bu adam, zühdünden canlılık, zekâ ve iş fışkıran bir zahittir…

Hayata dair kavramları ve anlayışları düzelten, kendi ruhundan bunlara aydınlık kazandıran, yaşantısından onlara azamet ve ihtişam katan ve muttakiler için önder olan adam budur…

* * *

Acaba bugün tarih onun yüce haberlerine dair neleri aktarıyor…? İnsanlar onun faziletli yaşantısından en çok hangi şeyin tiryakisi oluyorlar…?

Sayısının çokluğuna rağmen tarih onun fetihlerini anlatıyor mu…? Olağanüstü zaferlerinden bahsediyor mu…?

Elbette Mü'minlerin başkanının hayatı, tüm tarihi olduğu gibi insanlığı da kendisiyle doldurarak, başka her şeyden alıkoyuyor…

Daima ve sonsuz olarak, bu Rabbânî insanın sûreti, hayata bakıyor… Bu öyle bir Rabbânî insandır ki, öldürücü sıcakların yaşandığı bir günde, kaybolmasından ve bu sebeple Allah'ın onu zor bir hesaba çekmesinden korkarak, halkın malını taşıyan katırın ardından koşuyor…!!

Yine bu öyle bir Rabbânî insandır ki, gecenin son yarısında, omzunda ve ellerinde un torbası, su kırbası ve yağ kabı olduğu hâlde hanımıyla birlikte, doğum sancıları içinde kıvranan kimsesiz bir kadının evine gidiyor. Hanımı kadına yardımcı olurken, kendisi de kulübenin dışında bekleyip, içerideki kadınlara yemek pişiriyor…!!

Yine bu öyle bir Rabbânî insandır ki, cuma hutbesine gecikiyor. Üzerinde yirmi bir yama bulunan hırkasını giyinmiş olduğu hâlde seğirterek geliyor. Bu hırkanın altında ise, yıkanmış ama henüz kurumamış olan bir gömlek var. Hutbe için minbere çıkar çıkmaz cemaatten geciktiği için özür diliyor. Gecikme sebebini de şu sözleriyle açıklıyor: "Gecikmemin sebebi, gömleğimi yıkamış olmamdır. Giyecek başka gömleğim olmadığı için onun kurumasını bekledim; bu yüzden geciktim."

Bu öyle bir Rabbânî insandır ki, Azerbaycan'daki valisinin gönderdiği tatlıyı kabul ediyor ve akabinde hediyeyi getiren elçiye:

"Orada halkın tamamı bu tatlıyı alıp yiyebiliyor mu?" diye soruyor.

Elçi:

"Hayır ey Mü'minlerin başkanı. Bu, seçkin, elit tabakanın yiyeceği..!!" deyince, Ömer el-Faruk (r.a.) titriyor ve elçiye dönerek:

"Senin deven nerede?... Hediyeni devene yükle ve sahibine geri götür. Sonra ona, "Bütün halk aynı yemeği yemedikçe sen ondan yeme. Önce halkına yedir, sonra sen ye." dediğimi söyle." diyor.

* * *

İşte bu adam, tarihin belleğindeki ve beşeriyetin vicdanındaki Ömer'dir…!!

İşte bu adam, Allah'ın yeryüzündeki kandili ve hayata hediyesidir…!!

Onun leziz yemeklerden yoksun ama en yüce güzellik ve ululuklarla dolup taşan sofrasında hayatımızın en mesûd, en ferah anlarını geçireceğiz…

N


  ELBETTE ONLARA PEK ÇOK İYİLİK                   GETİRECEKTİR…

 

 

 

 

 

Mekke şehri, "Ukâz" panayırını görmek için adanın çeşitli bölgelerinden gelen misafirlerini uğurluyor… Kabilelerin başarılı şairleriyle övündükleri, Kureyş'in güçlü, kuvvetli gençlerinin güreş meydanlarını doldurdukları ve güreş sanatında maharetlerini sergiledikleri bir panayır bu…

Mekke, ülkelerine ve şehirlerine geri dönmek için yola koyulmak üze­re olan misafirlerini uğurluyor… Bu misafirlerden bazıları, Mukaddes Belde'nin cazibesine kapılıyor ve yola çıkmaktan vazgeçip, Mekke'de kalmayı tercih ediyorlar…

İşte onlardan biri de binbir zorlukla Darü'n-Nedve'ye doğru giden şu ihtiyar adam… Akranlarıyla birlikte, ihtiyarlık ve gençlik hatıralarının dile getirileceği hoş bir sohbet geçirmek istiyor…

Yolda, Mekke'ye yakın zamanlarda yerleşmiş ve Kureyş'in ileri gelenlerinden birinin yanında çoban olarak çalışan bir köylüyle karşılaşıyor…

Genç köylü, ihtiyar adamı karşısında görünce hamiyet duyguları ve aceleyle ağzından şu sözler dökülüyor:

"Ey kardeş, büyük haberden haberin var mı?"

"Çocuğum, ne haberiymiş bu?"

"Şu sağlı sollu çalışan güçlü adamın haberi?"

"Hani şu Ukâz panayırındaki güreşçi adam."

"Evet, o…"

"Ona ne olmuş ki?"

"Müslüman olup, Muhammed'e tâbi olmuş."

İhtiyar adam bu sözü duyar duymaz ürperir ve yılların kazanımı olan hikmetle şunu söyler:

"Doğrusu, o kesinlikle onlara ya pek çok iyilik getirecek ya da pek çok kötülüğü dokunacaktır." 

* * *

Ukâz panayırında güreşen ve sağlı sollu çalışan, Ömer'di…

Köylünün söyledikleri, sabahın tan ışığı, günün aydınlığı gibi gerçekti…

Bu sağlı sollu çalışan güçlü adam… Hattab oğlu Ömer… Ukâz panayırındaki güreş meydanında iri yarı güçlü insanların sırtını yere yapıştıran adam… Güreşi bıraktı… Gündüzün başında Arap adasında batılla güreşen bir adam iken, gündüzün sonunda bütün dünyayla güreşecek bir Ömer "el-Faruk" (r.a.) oldu…

Bütün dünyayı adalet, güven, şefkat ve hidayet ile dolduracak adam olacak…

İnsanlık rüşdünün, elleriyle rüşdüne ereceği "öğretmen" ve yine bütün dünyanın, önünde diz çöküp oturacağı "hoca/üstad" olacak…

Evet… Allah'ın, kendisi vasıtasıyla beşeriyetin ve hayatın değer ve seviyesini yükselteceği insan olacak…!!

* * *

"Doğrusu, o kesinlikle onlara ya pek çok iyilik getirecek ya da pek çok kötülüğü dokunacaktır." 

İhtiyar olayların bu mecrada akacağını nasıl anladı?

Yüzeysel olarak da olsa Ömer'i gençliğinde görmesi ilâhî takdirle kendisine mümkün kılınmamış olan kimse, aynı önemli haberi kendi içinde tekrarlayıp dile getirebilir ve ihtiyarın kolaylıkla görebildiği yarını o da görebilir…

Ömer… O güçlü, kuvvetli… Sık etli… Kızıl tenli… İri el ve ayaklı… Geniş omuzlu… Uzun boylu, iri yapılı… Bir toplulukla birlikte yürüdüğü zaman boyca mutlaka onlardan uzun görünen adam.

Hakkında, "Konuştuğu zaman sözünü dinletir. Yürüdüğünde hızlı ve seridir. Vurduğunda da acıtır." denen adam.

Ömer; zayıflık ve acizlik nedir bilmeyen karakterini, tereddüt kabul etmeyen kesinliğini babasından almış…

Ömer işte bu… Onun hakikatini keşfetmek, içini okumak, işlerin onun elinde ne şekilde sonlanacağını kestirmek çok kolay…

O çift karakter sergilemekten olabildiğince uzak…

Ağırlık merkezi onda… Dağınık nefislerin durumu onun dengesini bozmuyor, birbirine tamamen zıt arzu ve istekler bu dengeyi bir tarafın lehine değiştirmiyor. Ondaki dengeli, uyumlu ve dopdolu bir şahsiyet.

Ömer'in olduğu yerde onun tüm şahsiyeti, iradesi ve çizgisi de beraberindedir.

Kişiliği asla bölünüp parçalanmaz ve ayağının birini buraya, ötekini de şuraya koymaz.

O bütün bir adamdır. Tüm kuvvet ve yetenekleri, eğitimli bir askeri aşan tam bir dikkat ve uyum içinde hareket eder. Onun mayasında geriliğe, geri kalmaya, ağırdan alıp yavaş davranmaya ya da ahenksizliğe en küçük bir fırsat dahi tanınmaz.

O çok ender bulunan eşsiz bir karakterdir. Kalabalık insanlık âleminde onun eşi çok zor bulunur.

Resûlullah (s.a.v.), Ömer'e (r.a.) bahşedilen bu kişilik ve özelliklerin farkındadır… Bu kişiliğin nasıl bir asalet ve güç taşıdığını görmektedir. O "Amr bin Hişam"ın sahip olduğu makam ve nüfuz gücünü de bilmektedir.

Bu sebeple Rabbine, bu iki adamdan… Ömer bin Hattab ya da Amr bin Hişam'dan hangisi, katında daha sevgili ise onu İslâm'la şereflendirmesi için dua etmektedir.

Bu iki adamdan Allah'a daha sevgili olan İslâm'la şereflenerek Müslüman oldu. Ömer bin Hattab, güçlü, düzgün ve hareketli bir yaratılışa sahipti… O terazide bütün ağırlığını tevhid kefesine koyarken, diğeri şirk kefesine koydu… "Ömer", ağırlığını teraziye koyar koymaz terazi o an kimin ne olacağını belirledi. Ömer bin Hattab, "Lâ ilâhe illâllah, Muhammed Resûlullah" dediği andan itibaren İslâm'ın yarını/geleceği, sabah aydınlığı gibi açık göründü.  

Abdullah bin Mes'ûd (r.a.) anlatıyor:

"Ömer Müslüman olduğundan beri güçlü ve onurlu olan biziz. Onun Müslüman olması bir fetihti. Hicreti ise bir zaferdi. Devlet başkanlığı ise şefkatti. Ömer Müslüman olmazdan önce biz Kâbe'de namaz kılamazdık."

* * *

Ömer'in kişiliğinde bulunan bu sarsılmayan kuvvet… Bir aşırılık, inatçılık ve kaba kuvvet olarak da olsa görünüyordu…

Cahiliye döneminde, bu İslâm'a karşı bir meydan okuma ve duruş olarak gözüktü. Müslümanlara sadece onun yaptığı eziyet ve işkence tüm Kureyş'inkine denkti. Bu kişilik ve tutumundan ödün vermeyen özelliği, Müslüman olacağına dair onun hakkındaki tüm olumlu düşünceleri boşa çıkarıyordu. Hatta o gün Müslümanlardan biri bu konudaki üzüntüsünü şöyle dile getiriyordu:

"Hattab'ın eşeği Müslüman olmadıkça Ömer Müslüman olmaz."

İslâm olduktan sonraki dönemde, putperestliğe karşı tüm Müslümanların gösterebileceğine denk bir mücadele ve savaş ortaya koydu. Adil ve akıllı yönetim ve tutumu, dillere destan oldu. Sahabe arasında Resûlullah'la çokça tartışan ve ona zaman zaman öneri ve tekliflerde bulunan kişiydi. Resûlullah (s.a.v.) bazen bu teklif ve önerileri kabul etmiş ve uygulamıştır. Yine o, İslâm düşmanlarına karşı son derece sert ve acımasızdı.

Fakat bu kez bu tutum ve davranışları, Ömer'in (r.a.) aşırı, inatçı ve kaba yapısından ileri gelmiyordu. Sadece onun üstünlük, başarı ve muhteşem becerisinden kaynaklanıyordu.

Ömer işte böyle biriydi…

Müslüman olmadan önce de Müslüman olduktan sonra da güçlü ve dopdolu, baskın ve… amacını bilen, güçlü bir kişilik sahibi bir adam…

Bu kişilik, bir tavır almış, bir duruş ortaya koymuşsa, bunu en uç nok­tasına kadar götürmüştür. Bunu ise taşkınlıktan ileri gelen bir dürtüyle değil; aksine çok olan imkânları sebebiyle ve üstünlük ve gücünü göstermek için yapmıştır.

Üstünlük ile taşkınlık arasında büyük bir fark vardır…

Üstünlük, doğal bir gelişime…

Taşkınlık ise, kemiklerin aşırı gelişmesi hastalığına benzer…

Üstünlük, diri, aktif hücreler ve dengeli, gelişen bir şahsiyet kazandırırken, çeşitli hastalık ve sorunların belirtilerini ortaya çıkarır.

Üstünlük, hikmeti içinde barındıran bir âdil kuvvettir. Bu kuvvet, hayrı ezmeye çalışmadığı gibi haktan da saklanmaz.

İşte Ömer'de olan da aşırılık değil, üstünlüktür; kabalık değil, kuvvettir.

Onun Müslüman olmasına ve kişiliğinin mayasını keşfetmesine vesile olan şartlar ve olaylar, bu gerçeği en güzel biçimde ortaya koymaktadır.

* * *

Sıcak bir gündü. Cesur kılıcını kuşanmış olarak evinden çıktı. "Er­kam'ın evine" (Darü'l-Erkam'a) doğru yürümeye başladı. Çünkü Re­sû­lullah ve ashabından bir grup Müslüman orada Allah'ı anıyor ve ibadet ediyorlardı.

Yolda "Nuaym bin Abdullah"a (r.a.) rastlıyor. Nuaym, Ömer'in yüzünün öfke ve şiddetten bin parça olduğunu hemen fark ediyor. Endişeyle ona yaklaşıyor.

"Hey Ömer, nereye?!"  diye soruyor. Ömer'in cevabı gecikmiyor:

"Kureyş'i birbirinden ayıran, onlara beyinsiz diyen, dinlerini ayıplayan ve atalarına söven dinsizin yanına gidiyorum. Onu öldüreceğim!"

Nuaym bunu duyunca, o an içinde bulunduğu şartları ve Ömer'e karşı duruşun getireceği feci sonu düşünmeksizin:

"Senin bu gidişin ne fena bir gidiştir… Bu yürüyüşün ne fena bir yürüyüştür..!!" diyor.

Ömer bir an Nuaym'ın da Müslüman olduğundan şüphe ediyor. Ona şöyle diyor:

"Herhâlde sen de o dinsizlere uydun… Şayet böyleyse, Lât ve Uz­zâ'ya yemin ederim ki ben sana yapacağımı biliyorum…!!"

Nuaym, Ömer bin Hattab'ın bu sözle neyi kastettiğini çok iyi biliyor. Bu sebeple konuşmanın seyrini değiştirerek:

"Ey Ömer! Bilmelisin ki, kız kardeşin ve kocası -Saîd bin Zeyd- Müslüman olup, senin dinini terk ettiler."

Kız kardeşi… Fatma bint Hattab…??

Tehlike şu an kendi ailesini kuşatmış durumdayken Ömer'in Erka­m'ın eviyle ne işi olabilir?!

Ömer böylece yolunu değiştirir ve eniştesi "Saîd"in evine doğru hızla yol alır.

* * *

O sırada evde Saîd bin Zeyd, hanımı Fatıma bint. Hattab ve Habbab bin Eret bulunmaktadır. Ellerinde Allah'ın vahyinden ayetlerin bulunduğu bir sayfa vardır. Bu sayfadaki ayetleri birlikte okumakta ve ders yapmaktadırlar.

Kapı şiddetle vurulur…

"Kim o?"

"Ömer!"

Habbab (r.a.), Allah'tan kendisini korumasını ve yardımını isteyerek derhal evin bir köşesine saklanır…

Ömer'in kız kardeşi ve kocası ise, bu sürpriz gelişle şaşırmış bir hâlde kapıyı açarlar.

Fatma, o son derece çetin ve sıkıntılı dakikalarda bile Allah'ın ayetlerinin yazılı olduğu sayfayı ortalıkta unutmaz ve elbisesinin altına saklar.

Ömer, gözlerinden ateş ve öfke fışkırır olduğu hâlde bağırır:

"İçeriden duyduğum bu ses de neydi?!"

"Hiçbir şey… Aramızda konuşuyorduk…"

"Sizin din değiştirdiğinizi duydum…!"

Bunun üzerine Saîd:

"Ömer, ya gerçek ve hakikat, senin dininden başka bir dindeyse…" diye konuşmaya başlamıştı ki Ömer ona sözünü tamamlama fırsatı tanımadı. Birden üzerine atılıp, başından yakaladı, sağa sola sallamaya baş­ladı. Sonra onu yere fırlattı. Göğsünün üzerine oturdu… Hanımı Fatı­ma, kocasını savunmak için çabalarken Ömer'in bir tokadıyla yüzü yarıldı. Bunun üzerine gökten inmiş bir boru gibi Ömer'in kulaklarına gürledi:

"Ey Allah'ın düşmanı! Tek olan Allah'a iman ettiğim için beni dövüyor musun? Hiç durma, ne yapacaksan yap! Ben şahidim ki, Allah'tan başka ilah yoktur ve Muhammed O'nun Resûlü'dür…!!"

Şimdi çok dikkat edin! Çanlar büyük dönüşüm ve bu adamın yaratılışında gizli bulunan o tertemiz özü açığa çıkarmak için çalıyor…

Ömer, öfke ve nefretinin doruğunda iken, hak en gür sesiyle ona sesleniyor. Derken Ömer yumuşuyor, sakinleşiyor…

Kız kardeşinin dudakları arasından ısrarla dökülen sözler, doğruluğun tüm yankısını taşıyor…

Ömer'in yaratılışı gibi bir yaratılışa sahip olan herkesin duyacağı ve ayıracağı bu yankı, tamamen, deneyimli, profesyonel bir süvarinin, kişnemesine bakarak asil atı diğerlerinden ayırması gibidir.

Şayet Ömer'in kuvveti, inat ve kabalık kuvveti olsaydı, o bildiği yolda yürümeye devam edecekti.

Fakat bu, üstünlük ve yiğitlik kuvveti olduğundan, önünde meydan okuyan yüceliği derhâl kabul etmiştir. Bu, dimdik ve onurla yükselen Fatıma bint. Hattab'ın başının yüceliğidir. Yine bu, doğrulukla yankılanan hak çağrısının parıldayan nuruyla ağızdan çıkan sözlerin yüceliğidir…

Kız kardeşinin sözlerinin ardından Ömer, derhâl Saîd'in üzerinden kalkıyor. Ellerini kız kardeşine doğru uzatarak, elbisesinin altından görünen sayfayı kendisine vermesini istiyor.

"Ver de o sayfada neler yazıyor, ben de göreyim…" diyor.

Kız kardeşi:

"Asla...!! Ona temiz olanlardan başkası dokunamaz…!! Git yıkanıp temizlen…" cevabını veriyor.

Ömer, sakin bir tavırla gidiyor, yıkanıp geri dönüyor. Sakalından sular damlıyor… Bu kez kız kardeşi sayfayı veriyor. Ömer okumaya başlıyor:

"Kuran'ı sana, sıkıntıya düşesin diye değil, ancak Allah'tan korkanlara bir öğüt ve yeri ve yüce gökleri yaratanın katından bir Kitap olarak indirdik. Rahman arşa hükmetmektedir. Göklerde ve yerde, her ikisi arasında ve toprağın altında bulunanlar O'nundur. Sen sözü istersen açığa vur, şüphesiz O gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir. Allah'tan başka ilah yoktur, en güzel isimler O'nundur." [1]

Saygı ve edep içinde okumaya devam ediyor:

"Şüphesiz Ben Allah'ım, Benden başka ilah yoktur; Bana kulluk et; Beni anmak için namaz kıl." Herkes işlediğinin karşılığını görsün diye, zamanını gizli tuttuğum kıyamet mutlaka gelecektir. Buna inanmayan ve hevesine uyan kimse seni ondan alıkoymasın, yoksa helâk olursun." [2]

Ömer, sayfayı bağrına basıyor, sonra öpüyor. Ayağa kalkarak şöyle diyor:

"Âyetleri bu şekilde olan bir varlığın ortağı olamaz. Beni Muhammed'e götürün!"

Bu esnada Habbab bin Eret (r.a.), gizlendiği yerden çıkıyor.

"Sevin ey Ömer! Allah'a yemin ederim ki, Resûlullah'ın senin hakkındaki duası kabul olmuştur!" diye bağırarak Ömer'e doğru koşuyor.

Ömer, Erkam'ın evininin bulunduğu Safâ'ya doğru yürüyor… Orada Resûlullah'ın huzurunda hak dine giriyor. Müslümanlar bu olay karşısında sevinçlerinden öyle bir tekbir getiriyorlar ki, âdeta bütün Mekke bu sesle sarsılıyor…!!

* * *

Göz açıp kapayacak kadar kısa bir zamanda bu büyük dönüşüm gerçekleşiyor ve Ömer (r.a.), biraz önce putperestliğin bilinmezliklerindeyken şimdi Allah'ın engin kılavuzluğunda yolunu buluyor.

Yeni dine karşı Kureyş'in putlarını korumak için seferber olan güçlü kişilik, şimdi bütün şiddet ve hıncıyla savaş alanında diğer tarafa geçerek saf değiştiriyor.

Ömer, hak ve hakikat olduklarına iman ettiği günlerde cahiliyenin kutsallarını savunuyordu…

O, yüzünü ve gönlünü Allah'a çevirip Müslüman oldu. Artık bütün yaşamını ve gücünü dine hizmet yolunda kullanacak… Çünkü bu dinin hak olduğuna iman etti…

Artık o nefsin arzu ve isteklerine göre değil; imanının gösterdiği doğrultuda yaşayacak…

Fakat ilk imanı ile bu son imanı aynı değil…

İlk/eski imanı, hiçbir kanıt ve bilgiye dayanmamaktaydı. Bu imanda sadece hakikat nurunun akla ulaşmasını engelleyen ve kalbi doğruluğun güzelliğinden mahrum eden taklit söz konusuydu…

Ama bu yeni imanı, delillere ve bilgiye dayanıyor, hem de ne deliller…!!

Onun bugün ibadet ettiği Allah, taş ve çamurdan değil. Bilakis O, göklerin ve yerin nurudur. Her şeye kadirdir. Her şeyi bilendir…

Onun yeni dine girmesinin sebebi, putlar vasıtasıyla geçimlerini sağlayan ve nüfuz ve otoritelerini insanların cahilliklerinden ve asılsız efsanelerden alan kâhinlerin sözleri değil…

Bilakis bu sebep, Muhammed'dir (s.a.v.)… O Muhammed (s.a.v.) ki, âbid, temiz ve saygın biri olarak halkın içinde geçirdiği kırk yıl boyunca ne doğruluğuna ne de güvenilirliğine dair akıllara en küçük bir şüphe ve tereddüt gelmemiştir…

Yeni arkadaşları da, İslâm dinindeki kardeşleri de eski arkadaşlarına benzememektedirler. Eski arkadaşları, eğlence ve oyundan, içki ve kumardan başka bir şey düşünmezlerdi.

Bunlar ise, ağırlıklarını üzerlerinden atmış, dünya hayatının gurur ve aldatmasından, bencillik ve kibrinden kendilerini soyutlamış ve kendilerini büyük bir davaya ve kutlu bir cihada hazırlamış olan yüce bir toplulukturlar.

Evet… Burada… Muhammed (s.a.v.) ile birlikte… bulunan insanlar, uğrunda yaşayabilecekleri yüce bir amaç bulmuşlardır. Ötekiler… Ömer'in geride bıraktığı insanlar ise, kumar masalarında basitlik ve bayağılıklarını arttırmak, fal oklarının etrafına kümelenip ters giden geleceklerinin ne şekilde düzeleceğini öğrenmeye çalışmak yahut kendi elleriyle yaptıkları taştan putların (heykellerin) çevresinde dönüp, secdeye kapanmakla meşguller…

Buradaki beraberinde Allah'ın kesin kanıt ve delilleri bulunan hak imandır.

Buradaki alınları kaldırıp dimdik tutan ve arada hiçbir aracı ve vasıta olmaksızın insanı Allah'a ulaştıran imandır.

Ömer'in (r.a.) karakteri gibi bir karakter, taklidi ve bağlı olmayı kabul edemez.

 O her tür boyun eğme ve bağlılığın üzerindedir… O, ancak böyle bir dinde yaşaması için uygun ortamı bulabilir ve yaşamını sürdürebilir. Çünkü bu dinde, bütün insanlar bir tarağın dişleri gibi eşittirler… Allah katında insanların en onurlusu ve şereflisi, Allah'a karşı sorumluluk bilinciyle en fazla donanmış olandır… Temizliğin ve hakkın güzel kokusu her tarafa yayılmıştır… Burada Muhammed (s.a.v.) Rabbinin âyetlerini okumakta ve böylelikle bereketli hayatın ve kötü akıbetin temel taşları onlara görünmektedir… Gönüller bu âyetlerde hakikatin güçlü sesini işitmekte ve sarsılmayan imanın soğukluğunu hissetmektedir…!!

Ömer (r.a.) Müslüman olduktan sonra da aynı kuvvet ve aynı asalet, onun eşsiz karakterinde kendini göstermeye devam etti… Fakat Müslüman olduktan sonra bu karakter, Müslüman olmadan önceki karakterini çok çok gerilerde bıraktı… Çünkü bu karakter, hidayet ve yolunu buldu. Bundan böyle onun ilgisi ve uğraşısı, Kâbe'nin etrafını doldurmuş olan putlar ya da Mekke hayatının bayağı işleri değildi… Aksine bu yüce karakter, artık hem gökle hem de yerle ilgileniyordu. Bundan sonra onun bütün mücadelesi, dini için olacaktı… Sahip olduğu derin bakışıyla çok iyi biliyordu ki, bu din, sadece kum, deve ve şiir yurdu olan bu topraklarla sınırlı kalmayacak, bütün dünyayı kaplayıncaya kadar doğulara ve batılara kadar gidecektir…

Ömer'in karakterindeki üstün zekâ ilk andan itibaren bu durumu kavrıyor ve Resûlullah'a şöyle diyor:

"Biz öldüğümüzde de yaşarken de hak üzere değil miyiz?"

"Evet, Ömer, hak üzereyiz. Nefsim elinde olan varlığa yemin olsun ki, elbette siz ölseniz de yaşasanız da hak üzeresiniz."

"O zaman bu gizlenmek niye?  Seni hak ile gönderene yemin ederim ki sen ortaya çıkacaksın biz de seninle birlikte ortaya çıkacağız."

Bu konuşmanın ardından Resûlullah gizlendikleri yerden çıkar, iki saf halinde Müslümanlar da onunla birlikte çıkarlar. Saffın birinde Ömer (r.a.), diğerinde de Hamza (r.a.) vardır…

Böylece Hattab oğlu Ömer'in teşvikiyle atılan bu adımlarla, 1400 yıl devam etmiş ve hâlâ da devam etmekte olan uzun mübarek bir yürüyüş başlamış olmaktaydı…

Kılıcını çekmiş bir hâlde Resûlullah'ı öldürmeye gelen adam, geçen mutlu dakikalar sonunda Allah'a ve Resûlü'ne iman etmiş bir adam olmuştu… Acaba şimdi ne yapacak?...

Karakterinin onu peşinden sürükleyeceği istikamet nereye gidiyor?

Bu yeni yönelişin rotasını belirleyecek olan tepki nedir?

Bu düşünceler zihninden hızla geçiyor… Sanki her şey daha önceden belirlenmiş bir "haritaya" göre hareket etmektedir…

"Putpereset" Ömer'in başladığı misyonu, bu kez daha yüksek bir seviyede ve daha büyük bir amaçla "Müslüman" Ömer sürdürecektir.

Evet, kendince batıl kabul ettiği İslâm davasını kökünden kurutmak üzere kılıcını çekmiş ve Erkam'ın evine doğru koşar adımlarla yürümüştü…

Güzel… Öyleyse amacını gerçekleştirsin ve görevini tamamlasın… Ancak artık daha önceden batıl zannettiği hakka karşı savaşamaz; bilakis bunca zamandır hak zannettiği batıla karşı savaşacak ve onu yere serecektir…

Batılın ta kendisinin canına okuyacaktır… Ömer hayatının bir bölümünde bu batılın görüntüsüne aldanmış ve gerçek yüzünü görememiştir…

Bugün gözünden gerçeği görmesine engel olan perdeler kalkmıştır. Cesaret fışkıran sesiyle haykırır:

"Allah'a yemin ederim ki, daha önce kâfir olarak bulunduğum her mecliste bugün de aynı şekilde mü'min olarak bulunacağım…!!"

Sahip olduğu zekâ ve güç, onu daima çalışmaya hazır, hedefinden gözünü bir an bile ayırmayan biri yapıyordu…

O bu sebeple ve bununla, ne gece ne de gündüz bir an zulmü görmezlikten gelerek ona sessiz kalmıyordu… Zulüm, onun düşüncesinde, cahilce işlenen aptalca bir hareketten daha kapsamlı ve daha geniş bir anlama sahipti… Zulüm aynı zamanda kendini gerçekleştirememek, istek ve hedefini yerine getirememekti…

Aynı şekilde o, zulüm, gizlenmiş ve çok zayıf şekilde de olsa cahiliye dönemine ait işaretlerin olduğu gibi bırakılmasıydı. Nasıl ki, ayaklar, Mekke sokaklarında İslâm'ın ve Müslümanların aleyhine olarak izler bırakarak yürümüşse, şimdi de aynı ayaklar aynı sokaklarda ama bu kez Allah'ı överek ve O'nu takdis ederek yeni izler bırakıp yürümeliydi…

Yüksek sesle Kureyş'in putlarını bağlılıkla andığı her yerde, şimdi de "Lâ ilâhe illâllah, Muhammed Resûlullah" sözünü haykırmalıydı…

Öyleyse Ömer, İslâm'ın gelişinden kendisinin Müslüman olmasına kadar geçen altı senelik geçmişini, o dönemde Allah'ın diniyle alay anlamına gelebilecek tüm söz ve davranışlarını iyice gözden geçirmeliydi…

Gözden geçirmeli ve her bir kötülüğün yerine bir iyilik, her bir günahının yerine bir sevap koymalıydı…

Muhammed'in (s.a.v.) geçtiği yollara serptiği dikenlerin yerine güller ve çiçekler döşemeliydi… Bu çiçekleri de sevgi, fedakarlık, özveriyle yetiştirmeliydi…

Ömer (r.a.) bir yerde ve bir zamanda hata yapmış ve sonra bu hatasını düzeltmek istemişse, onun eşsiz yaratılışı, sadece bu hatadan uzak durmakla yetinmez… Bilakis bu hatayı bütünüyle ortadan kaldırmak ister. Bunun için de bu hatanın barınağı olan zamanı ve mekânı ortadan kaldırmak ister…

Sonra aynı mekâna tekrar dönmek ve böyle bir hatanın asla meydana gelmediğini ona haykırmak ister… O hataya tanıklık edecek bir mekân ve zamanın olmamasını arzular…

Bu sebeple daha önce kâfir olarak bulunduğu her yere şimdi Müslüman olarak gidiyor… Fakat bu yeter mi?!

Hayır… Daha yapılacak çok iş vardır. Ömer kendini cahiliye dönemine ait yaşantısının tüm izlerinden tertemiz yapıncaya kadar bu yürüyüş ve uğraşısını sürdürür…

Evet, dün onun Kureyş'in dinine olan sarsılmaz bağlılığı, Resû­lul­lah'ın ve ashabının karşılaştığı eziyet ve işkencenin en baş sebeplerinden biriydi. Bugün o iman etti. Öyleyse bugün de onun İslâm dinine olan bağlılığı, İslâmî direnişin motor gücü olmalıydı…

Evet, dün onun putperestliği, Müslümanların, dinleri uğrunda gizlice Erkam'ın evinde buluşmalarına ve ibadet etmelerine yol açmıştı… 

Bugün de onun Müslümanlığı, davetin açıktan yapılmasını ve gizlilik ve müdaradan kurtulmalarını sağlamalıydı…

O, Resûlullah'a gidiyor ve:

"Annem babam sana feda olsun. Allah'a yemin ederim ki, ben kafir olarak bulunduğum tüm meclislerde Müslüman olarak da bulundum. Bunu yaparken de kimseden korkmadım ve çekinmedim. Bugünden sonra artık Allah'a gizlice ibadet etmeyeceğiz!" diyor.

Resûlullah (s.a.v.) onun bu görüşünü uygun buluyor ve böylece İslâm daveti, gizlendiği yerden Allah'ın geniş yeryüzüne açılıyor…

Ömer bununla yetinir mi?

Asla… Gerçekten akılları hayrete düşüren bir adım daha var…

Ömer (r.a.), dün Kureyş kâfirlerinin, o, Muhammed'in (s.a.v.) ashabına eziyet ve işkence yapıyor diye kendisiyle gurur ve kibre kapıldıklarını hatırlıyor… Bugün de Müslüman aynı gurur ve sevinci yaşamalılar… O her ne kadar bugün Kureyş'in asilzadelerine bir şey yapamıyorsa da güçsüz Müslümanların eziyet ve işkencelerine ortak olabilir… Onlar nasıl eziyete uğruyorlarsa, yiğit ve cesur Ömer de aynı şekilde eziyete uğrayarak, o Müslümanların yaşadıkları işkencenin acısını biraz olsun hafifletebilir…

Evet… Kureyş Bilal'a, Habbab'a, Ammar'a, Süheyb'e (r.anhum) ve diğer zayıf Müslümanlara daha önce yaptığı gibi baskı ve işkenceyi aynı dozda sürdüremeyecekler… Bilakis Kureyş artık onlarla beraber, heybet ve korkusu kendisinden önce meclisleri dolduran, sertliği ve nüfuzu gönülleri yerinden oynatan bu yiğitler yiğidini de hesaba katmalıdır…

Onlara işkence edildiği gibi Ömer'e de işkence edilmeli… Böyle olursa o Müslümanların yaşadıkları eziyet ve işkenceler artık onların kişilik ve onurlarına zarar vermeyecektir… Hem böylelikle Ömer'in Müslümanlığı da tamamlanmış ve Allah'ın sancağını satın almak için onların ödedikleri bedeli o da ödeyerek onlarla eşitliği sağlanmış olacaktır…

Hattab oğlu böyle düşündü… Güçlü karakterin ve dengeli yaratılışın sahibi bu şekilde düşündü…

Fakat bu nasıl gerçekleşecek…?! Herkes ondan çekinmekte ve onunla girişilecek bir mücadele düşüncesi daha en başından tam bir hezimet kabul edilmektedir…!!

Ömer (r.a.), muzaffer ve galip olmak isterse yorulmadan bunu başarabilir… Ama eziyete ve hezimete uğramaya gelince; bu, aşılması için uzun ve yorucu bir çabanın gerektiği büyük bir sorun…

Bütün Kureyş toplumu içinde kim Ömer'e bir fiske vurmaya cesaret edebilir?

Fakat Ömer, kardeşlerinin tattığı işkenceden payına düşeni almaya ve bu azabın kıymetini arttırmaya kararlıdır…

Evet, o karar vermiş ve istemiştir… Mademki istiyor, o hâlde bir çare bulunacak…

Plânını yapıyor… Önce Ebû Cehil'den başlıyor… Evinde onu ziyaret ediyor… Kapıyı çalıyor… Ebû Cehil kapıyı açıp da karşısında Ömer'i görünce derhâl kapıyı kapatıyor…

Ömer (r.a.) oradan ayrılarak, Kureyş'in ileri gelenlerini evlerinde ziyaret ediyor. Onlardan birinin kendisiyle bir kavgaya girmesini ve bu kavgadan göğsüne bir yumruk yiyerek yahut yüzünden bir yara alarak çıkmayı çok arzuluyor…!! Fakat hepsi kendisinden çekiniyor ve uzak duruyor…

Son olarak, onlar Kâbe'deyken yanlarına gidip, onları kızdırmaya karar veriyor.

Şimdi hikâyenin geri kalan kısmını ondan dinleyelim:

"Derken insanlar üzerime çullandılar. Kıyasıya bir kavgada onlar bana vuruyorlar, ben onlara vuruyordum. Tam bu sırada dayım çıkageldi. Bana: "Bu kimdir?" diye sordu. "Hattab oğlu Ömer" dediler.

Bunun üzerine dayım Hicr'in üzerine çıkarak şöyle dedi: "Dinleyin! Ben kız kardeşimin oğlunu himayeme aldım!" Bunun üzerine insanlar beni bıraktılar. Bana bir daha ilişmediler.

Bense hâlâ eziyet gören, dövülen Müslümanları görüyor ve "Onların başına gelen ne zaman benim başıma gelecek?" diyordum. Dayıma gelerek: "Senin himayenden çıkıyorum." dedim. Dayım: "Yeğenim, yapma" dedi. Ben kararlıydım: "Hayır, himayeni sana iade ettim." dedim. Bunun üzerine dayım: "Nasıl istiyorsan öyle yap." dedi.

Çok geçmedi ben de, Allah bizim vasıtamızla İslâm'ı güçlü ve şerefli yapıncaya kadar aynı şekilde kavga etmeye devam ettim."

* * *

Ömer'in (r.a.) ortaya koyduğu bu parlak davranış, onun olgunluk ve efendiliğin tüm gereklerini barındıran karakterinden ileri gelmektedir. Hiçbir şeyin kendisini, sorumlulukta dürüstlüğünden ve saf özünden ayıramadığı bir karakter…

Bu tavır ve duruşunu daha Müslüman olduğunda koyan bu adam, ordusu kayser ve kisranın saltanatına son verirken bu duruşunu aynen sergileyecektir… Bu zafer karşısında toplanmaları için Müslümanları çağırdıktan sonra minbere çıkacak ve onlara şöyle diyecektir:

"Ey insanlar! Bir avuç hurma veya kuru üzüm karşılığında, Mahzûm oğullarından dayımların koyunlarını güttüğüm günleri hatırlıyorum."

 

Bu sözlerinin ardından toplanan kalabalığın şaşkın bakışları ve fısıltıları arasında minberden inecektir.

Görüp duyduklarına bir anlam veremeyen bir adam, Abdurrahman bin Avf (r.a.), Ömer'e yaklaşacak ve:

"Ey mü'minlerin başkanı, bu sözlerinle ne anlatmak istedin?" diye soracaktır.

Ömer (r.a.) de ona:

"Yazık sana ey İbn Avf! Nefsim bana: "Sen Mü'minlerin başkanısın. Seninle Allah'ın arasında kimse yok. Senden daha faziletli ve üstün kim olabilir ki?" diye vesvese verdi. Ben de ona ne olduğunu öğretmek istedim…!!!"

Bu istikamet üzere olan yaratılış, sahibini, büyük bir doğruluğun sahibi, yaptığı hiçbir şeyden dolayı en küçük bir karşılık ve teşekkür beklemeyen bir adam yaptı... O sadece Allah'a hizmete adadığı ve dinine vakfettiği dopdolu karakterinin gereğini yapıyor…

Eşi bulunmayan çalışmasıyla, yılmayan gücüyle dünyaları doldurduğunda…

Bitmeyen gizli yetenek ve servetini açığa çıkardığında…

Allah'ın sancağını yükseltip, şirkin bir kalesini yıktığında ve bir insana hakkını verdiğinde bu dopdolu karakterinin gereğini yapıyor…


YARIN RABBİNE NE CEVAP VERECEKSİN?!

 

 

 

 

 

 

Gurur ve kibirden uzak oluşları kadar, dengeli, başarılı karakterleri diğerlerinden ayıran başka bir şey yoktur.

Bir adam düşünün ki, sağlam karakterine, yücelik ve başarılarına gurur mutlaka bulaşacak olsun. Bu adam kesinlikle Ömer (r.a.) olurdu…

* O, Resûlullah ve ashabından oluşan güler yüzlü bir topluluk önünde Müslüman oldu…

* O, Müslüman olduğu gün İslâm'ın sesinin nasıl yükseldiğini, açığa çıktığını biliyor…

* Daha önce Mekke'nin zalimlerinden köşe bucak kaçan Müslümanların Ömer'in aralarına katılmasından sonra bugün her tür sıkıntıyı aslanlar gibi göğüslüyorlar ve Mekke sokaklarını tekbirlerle sarsıyorlar.

* Allah'ın, onun Müslüman olmasıyla hakla batılın, dalkavuklukla yüzleşmenin arasını ayırmasından sonra Resûlullah'ın, kendisini "el-Faruk" olarak nitelediğini görüyor…

* Kendisi, Resûlullah'a bazı teklif ve önerilerde bulunuyor. Resûlullah bunları kabul etmekle kalmıyor, ayrıca bu teklifleri içeren vahiy geliyor ve böylelikle bunlar okunan Kur'an oluyor…

* Sonra… Ebû Bekir'den sonra Resûlullah'ın halifesi ve Mü'minlerin başkanı oluyor. Onun halifeliği zamanında dünyanın kapıları ardına kadar Allah'ın dinine açılıyor. Onun sancağı tüm ufukları dolduruyor…

Tüm bu durumlardan sonra gurur, girip nüfuz edebileceği gedikler bulamıyorsa da hiç olmazsa bir gedik de bulamaz mı?

Bununla birlikte biz, tek adam… Ömer gibi, gururdan kaçan, sağlam karakterinden oluşan kalesi karşısında tüm girişimlerin hezimetle sonuçlandığı birini az kalsın tanıyamayacaktık…

O bu kuvveti nereden buluyor…?

Şüphesiz bunda en büyük pay, onun karakterine ve yaratılışından gelen donanımına ait…

Yine şüphe yok ki, bu karakteri Allah'a ulaştıran yolda, Allah'ın yardımı, yalpalamayan meziyet ve yetenekler ve bunların yanı sıra dünya hayatında gurur ve aldanış sebebi olan her şeyden tam bir kaçış vardır.

Ömer (r.a.) kendisini, Allah'a ve sahip olduğu tüm fazilet, hidayet, güç ve yeteneklerle dine döndürdü.

Din kardeşlerine daima şunu söylüyordu:

"Şayet İslâm bizi onurlandırmasıydı biz anılmaya değer hiçbir şey değildik. Biz izzet ve onuru başka yerde ararsak, zelil ve alçak kimseler oluruz."

Şimdi Ömer'in, Rabbiyle olan bağ ve ilişkisine bakalım.

Ömer (r.a.), Rabbinden son derece korkmakta ve O'na karşı son derece saygılıdır. Çevresinde uzaktan bile olsa Rabbinin parıltılarını her gördükçe âdeta eriyor…

"Yarın Rabbine ne cevap vereceksin?!" sözlerinden oluşan korkutan melodiyi asla dilinden düşürmüyor…

Evet… "Yarın Rabbine ne cevap vereceksin?!"

Bizim kolaylıkla okuyup geçiştiriverdiğimiz bir söz bu… Ama bu söz onu son derece rahatsız ediyor ve sarsıyordu…

Ahnef bin Kays (r.a.) anlatıyor:

"Ömer bin Hattab ile birlikteydim. Derken bir adam çıkageldi ve:

"Ey Mü'minlerin başkanı, benimle gel de, bana haksızlık eden falan adamdan benim hakkımı al." dedi.

Ömer (r.a.), kırbacını kaldırıp, onunla adamın başına hafifçe vurdu.

"Mü'minlerin başkanının sizinle işi olunca onu kendi haline yardımsız bırakıyorsunuz. Ama sizin Ömer'le işiniz olduğunda ona geliyor: 'Bana yardım et… Bana yardım et.' diyorsunuz." dedi.

Adam bu söze çok bozuldu, öfkelendi ve bırakıp gitti. Halife Ömer:

"Onu bana çağırınız." dedi.

Biraz sonra adam çıkageldi. Ömer elindeki kırbacı adama uzatarak:

"Bana kısas yap." dedi. Adam:

"Hayır, vallahi olmaz. Ben Allah için ondan vazgeçiyorum." dedi. Ardından arkasını dönüp gitti. Ömer'le birlikte onun evine gittik. Ömer iki rekât namaz kılıp, oturdu. Nefsini hesaba çekmeye başladı. Şöyle diyordu:

"Ey Hattab oğlu! Sen değersiz, alçağın biri iken Allah seni yüceltti. Sen sapık biri iken Allah seni doğruya ulaştırdı. Sen hor iken Allah seni seçkin biri yaptı… Sonra seni insanların başına geçirdi. Şimdi bir adam gelip senden yardım istemişken sen ona vurdun. Yarın Rabbinin huzuruna vardığında O'na ne cevap vereceksin?!"

* * *

"Yarın Rabbine ne cevap vereceksin?!"

Bu ifadede, Ömer'in dinini ve çizgisini görüyoruz. Onun hayat kriterleri ve ölçütleri buradan besleniyor…

Yine bu ifadede onun dünyaya, dünyanın da bütün güzellikleri ile ona gelişinin sebebini görüyoruz…

Her bir lezzetli lokmada… Her bir soğuk çorbada… Her bir yeni elbisede… Gözyaşları sicim gibi akıyor… İki gözünün altında birikmiş olan gözyaşları, çok ağlamaktan dolayı iki siyah iz bırakmıştı. İçinin derinliklerinde şu ses yankılanıp duruyor:

"Yarın Rabbine ne cevap vereceksin?!"

Bu adam, cahiliye döneminin zorbası; İslâm'ın dev şahsiyeti…

Bu adam, dünyanın kapıları fetihle kendisine açılmış olup, fethedilen ülkelerin halklarının, ordularını sevinçle karşıladıkları Mü'minlerin başkanı…

İşte o, cemaate namaz kıldırıyor, ağlayıp inlemesini en son saftakiler dahi duyuyor…

İşte o, deve yatağından kaçan bir devenin ardından koşuyor… Böyle koşarken Ali bin Ebû Talib (r.a.) ona rastlıyor, "Nereye ey Mü'minlerin lideri?" diye soruyor. Ömer (r.a.) ona:

"Sadaka develerin arasından ürküp kaçan deveyi yakalamaya çalışıyorum." karşılığını veriyor. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a.) :

"Senden sonra yerini alacak olanları yoracak bir çığır açtın." diyor.

Ömer onun bu sözüne ise şu karşılıkta bulunuyor:

"Muhammed'i hakla gönderene yemin ederim ki, şayet bir keçi Fırat kıyısında boğulsa, kıyamet gününde onun hesabı Ömer'den sorulur."

Acaba Ömer'in Allah'tan korkusu, kamçısı ve sopası sebebiyle efendisinden ödü kopan kölenin korkusu gibi mi?

Hayır. O Rabbine karşı saygılı olan, O'nu yüce ve büyük bilen ve O'na karşı bir kusur ve kabahat işlemekten utanan özgür bir insanın korkusunu yaşıyor…

İşte ağzından düşmeyen nakaratı:

"Sen değersiz, alçağın biri iken Allah seni yüceltti. Sen sapık biri iken Allah seni doğruya ulaştırdı. Sen hor iken Allah seni seçkin biri yaptı… Yarın Rabbinin huzuruna vardığında O'na ne cevap vereceksin?!"

* * *

Fakat bütün bu son derece korku ve utanma niye?!

Ömer (r.a.), Resûlullah'ın (s.a.v.) ellerinde en güzel şekilde edep ve terbiyesini aldı. O en küçük bir sapma ve ihmal göstermeksizin Resûlul­lah'ın yolunu takip ediyor. Ömer, büyük bir âbid. Vera, kendini Allah'a verme, zühd ve takvada biricik.

Bütün bunlar, ona huzur ve rahatlıktan çok endişe vermek için yetmez mi?

Elbette yeter. Hatta bu kimse, Ömer'den başkası bile olsa, bunlar o kimseyi endişeye sokmak için yeter… O ise, bütün bunları, aciz bir varlığın basit gayretleri olarak görüyor… Allah'ın, kendisini başarıya ulaştırmasını, sadece gereğince şükrü gerektiren bir nimet olarak kabul ediyor…

Bir gün birlikte oturmakta olduğu arkadaşı Ebû Musa el-Eş'arî'ye (r.a.) şöyle sorar:

"Ebû Musa! Hesap gününde ne borcumuzun ne de alacağımızın olmaması, günahımız ve sevabımız denk bir şekilde kurtulmamız karşılığında Resûlullah'la birlikte Müslüman olmamızın, onunla hicretimizin, şehâdetimizin ve bütün işlerimizin sevapsız bize iade edilmesini ister miydin?"

"Hayır, ey Ömer, istemem." der Ebû Musa ve ekler:

"Allah'a yemin olsun ki, biz cihad ettik, namaz kıldık, oruç tuttuk ve pek çok iyi işler yaptık. Bizim vesilemizle pek çok insan Müslüman oldu. Ben bunların sevabını elde etmeyi arzu ederim."

Gözyaşları inci taneleri gibi yanaklarından süzülürken, Ömer, "Ben istemem." der. "Ömer'in canını elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, keşke amellerim bana iade edilse de ben, sevabım ve günahım olmaksızın hesaptan kurtulabilsem."

Allah'tan korkusunun ve saygıyla O'ndan utanmasının büyüklüğüne bakın…!!

Resûlullah onu cennetle müjdelemiştir…

O her tür arzu ve istekten, her tür sürçme ve yanılgıdan daha güçlü… Âdeta hatadan masum…

Bütün bunlarla beraber Allah'a karşı yüksek bir korku, sakınma ve utanma hissiyle dopdolu…

Niçin böyle olmasın ki? O, Resûlullah'ın yaşantısını bizzat görüyor… Resûlullah, geceyi ibadetle, gündüzleri oruçla geçiriyor. Kendisine: "Ya Resûlallah, kendinizi niçin bu kadar yoruyorsunuz? Allah sizin geçmiş ve gelecek günahlarınızı affetmiştir." diyenlere şu karşılığı veriyor:

"Şükreden bir kul olmayayım mı?"

Allah'a olan saygının, diğer saygıların; Allah'a olan şükrün de diğer teşekkürlerin çok çok üstünde olması…

İşte Ömer'in eğitilip mezun olduğu okul budur…

Burası öyle bir okuldur ki, Allah korkusu olmasa bile, bu okulun öğrencileri, Allah'a karşı gelmeyi akıllarından bile geçirmezler. Günahın cezası olmasa bile onlar günah işlemeyi akıllarından geçirmezler. Allah onlara: "İstediğinizi yapın, sizi affettim." dese bile akıllarına, Allah'ı razı ve hoşnut edecek davranışlardan başkası gelmez…!!

Çünkü onların Allah'la olan bağ ve ilişkileri, sadece korkuya dayanmamakta; bilakis bu ilişki, Allah sevgisi, O'na saygı ve O'ndan utanma ekseninde yürümektedir.

Bizim yüce, parlak insanımız Ömer (r.a.), bu doğru anlayışın zirvesinde bulunuyor…

O, yaşantısı ne kadar fazilet ve adaletle dolu ve istikamet üzere olsa da hiçbir insanın lâyıkıyla Allah'a şükredemeyeceğini çok iyi biliyor.

O biliyor ki, Allah'a yapılan her bir şükür, gerçekte bir nimettir ve yeni bir şükür gerektirir.

O yine biliyor ki, Allah'ın, kendisine bahşettiği iman, hidayet ve devlet başkanlığı nimetleri, sadece Allah'ın ihsan ve lütfunun eseridir. Allah bu nimetleri başkasına da verebilirdi. Fakat Allah, kendisini seçmiş ve böylelikle âdeta şöyle demiştir: "Ey Ömer, bu nimetler, benden sanadır…"  Bu düşünce Ömer'i içten içe yiyip bitiriyor… Tüketiyor… Allah'tan utanarak şöyle diyor:

"Keşke Ömer'in annesi, Ömer'i hiç doğurmayaydı!"

Yine şu sözü dilinden hiç eksik etmiyor:

"Yarın Rabbine ne cevap vereceksin?!"

O kendini, yetenek ve sınırlarını aşıp, elde edebileceği en büyük irfan ve şükrü gerçekleştirmeye kararlıdır…

Resûlullah'ın arkasında ashabından bir fert olarak duran Ömer…

Daha sonra Resûlullah'ın ardından onun halifesi ve ashabının üzerinde onun bekçisi olan Ömer…

Ömer burada veya orada… aynı huşûlu, içli insandır... Ne günahı ne de sevabı olmaksızın boş bir hâlde hesaptan kurtulmak dışında dünyadan ve âhiretten yana hiçbir beklentisi olmayan adamdır…

O, Rabbinin huzurunda durduğunda, işlediği bir günah ya da gidermekte kusur gösterdiği bir haksızlık veya şükrünü yerine getirmek için elinden geleni yapmadığı bir nimet sebebiyle elleri boş dönmekten başka bir umut beslemiyor…

Rabbinin, "Bunu niçin yaptın ey Ömer?!" diyerek kendisini azarlamasından duyduğu korku kadar onun geceleri uykularını bölen, gündüzleri de korku dolu düşüncelere sokan başka bir şey yok…

Ömrünü uğrunda tükettiği işte "bu", meçhul her fiilin simgesidir…

Bu yüzden o, Allah'ın helâl ve mubah kıldığı dünyanın tüm güzelliklerini, bunlar sebebiyle "bu"nun bilinemeyecek derecede halinin değişmesinden korkarak terk etti… Çünkü o, Allah'a "bu"nun hesabını verecektir…

Şimdi onun Basra'daki valisi Utbe bin Gazvân'a yazdığı mektubundan bazı pasajlar okuyalım:

"Sen Hz. Peygamber'in sohbetlerinde bulunmuş birisisin. Allah Teâlâ zelil olduğun bir sırada seni peygamberi vasıtasıyla aziz kıldı. Zayıf idin, Allah seni onunla kuvvetlendirdi. Nihayet emirlerine itaat edilen bir başkan, düşmana musallat kılınan bir emir oldun. Konuştuğunda sözlerin dinlenir; emirlerin yerine getirilir. Seni emrin altındakilere kötü davranmaya ve haddi aşmaya sürüklemediği takdirde bu ne büyük bir nimettir! Günahlardan korunduğun gibi nimetlerin sebep olacağı kötülüklerden de korun. Ben senin için nimetlerden çok korkuyorum; çünkü onunla aldanabilir ve bundan dolayı da düşüp cehennemi boylayabilirsin. Böyle bir şeyden hem beni ve hem de seni koruması için Allah'a yalvarıyorum."

Cabir bin Abdullah (r.a.) anlatıyor:

"Ömer bin Hattab, elimdeki eti gördü. "Cabir, bu nedir?" diye sordu. "Et." dedim, "Canım çekti, ben de bir miktar satın aldım." Bana: "Şimdi sen her canın çektiği şeyi satın alacak mısın?! Kıyamet gününde sana: 'Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz.' [3] denilmesinden korkmaz mısın?!" diye çıkıştı.

                                            * * *                               

Dünya hayatının helâl ve temiz olan güzelliklerinden dini hususunda çekinen bu adamın, acaba kötülükler karşısındaki tavrı ve duruşu nicedir?!

Fakat kötülüklerle Ömer'in ne ilgisi olabilir ki?! O daha kötülüğün ışığını kilometrelerce mesafeden gördüğünde korkuyla titreyerek ondan kaçmaktadır…

Allah'ın haram kılmadığı birçok dünya nimetini, Ömer (r.a.) kendisine yasaklamıştı… Çünkü o, az miktardaki şükrünü gereğince yerine getiremediğini görüyor ve nimetlerden bolca istifade etmek sûretiyle bunların şükründe bir çıkmaza düşmek istemiyordu. Çünkü o aynı zamanda tam bir güven kaynağı olarak başkalarına örneklik teşkil ediyordu.

Şayet dünyanın nimet ve imkânlarından bolca yararlanmayı istemiş olsaydı, bütün nimetlerden yararlanması mümkündü... Fakat kahraman ruhu, azametli nefsi ve istikamet üzere olan yaşantısı, onu daima sadece yeterli olan miktara ve zor olana yöneltiyordu.

Bir gün Hafs bin Ebü'l-Âs onun ziyaretine geldi. Ömer (r.a.) bu esnada oturmuş yemeğini yiyordu. Hafs'ı da yemeğe davet etti. Hafs sofraya baktığında kurutulmuş etten başka bir şey göremedi. Hafs, ne nefsini zorlamak ne de hazmı zor bu yemekle midesini yormak istemedi. Teşekkür ederek, yemeyeceğini bildirdi. Mü'minlerin başkanı onun sofraya niçin oturmadığını anladı. Başını ondan tarafa kaldırarak sordu:

"Yemeğimizi yemekten sakınmana sebep nedir?"

Hafs açık konuştu:

"Bu katıksız kaba bir yemek. Ben biraz sonra eve döneceğim. Evde benim için hazırlanmış olan leziz yemeklerden yerim."

Bunun üzerine Ömer (r.a.) şunları söyledi:

"Acaba sen benim güzel yemekleri bilmediğimi mi sanıyorsun? Şimdi istesem, hemen bana bir oğlak kesilir, derisi yüzülür ve pişirilir. Güzel bir un getirilip ince bir elekten geçirildikten sonra en güzel ekmekler yapılır. Ayrıca bir sa' kuru üzüm üzerine su dökülür ve geyik kanı gibi olduktan sonra içmem için bana getirilir. Bu oğlak etinden yer, getirilen içecekten içerim…"

Bu sözler karşısında Hafs gülerek:

"Yemeğin kalitelisinden de anlıyormuşsun!" dedi.

Ömer (r.a.) konuşmasını şöyle sürdürdü:

"Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki, şayet ben sevaplarımın ve iyiliklerimin bu rahat yaşam içinde tükenip gitmeyeceğinden emin olsaydım, ben de sizin gibi çok ferah bir yaşam sürerdim. Sizin hepinizden de daha leziz yemekler yerdim. Ben leziz yemekler yiyen pek çok insandan da kaliteli yemeği daha iyi bilirim. Fakat ben bunları, her emzikli kadının emzirdiği çocuğu unutacağı, her gebe kadının çocuğunu düşüreceği, insanların da sarhoş olmadıkları hâlde sarhoş bir hâlde görünecekleri bir güne erteliyorum. Ben bana ait güzel olan ne varsa, bunların bana işte o günde verilmesini arzu ediyorum. Çünkü ben Allah'ın bir toplumdan şöyle söz ettiğini işittim: 'Dünyadaki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz.' [4]"

İşte Allah'a karşı duyduğu hayâ duygusu, Ömer'i bu şekilde her tür rahat yaşantıdan, hatta her tür rahatlıktan alıkoymuştur… Kendisi ve ailesi için, ancak hayatta kalmalarını sağlayacak miktarda yemekten ve asgarî yaşam standardından başkasına razı olmamıştır…

* * *

İnsanların, ömürlerinin bir kısmını, elde etmek için uğrunda mücadeleyle geçirdikleri hilâfet makamına yönelik duruşuna gelince…

Ömer'in ulaştığı bu devasa saltanat…

O hiçbir zaman halife, devlet başkanı ve yönetici olduğu için asla şımarmadı, taşkınlıkta bulunmadı…

En büyük arzusu, ne halife ne de devlet başkanı değil; sadece Ömer bin Hattab olmaktı…

Resûlullah'ın vefatının hemen akabinde hilâfet makamı, ona sunuldu. Ebû Bekir, Sakîfe günündeki toplantıda sağ elini Ömer'e (r.a.) uzatarak:

"Haydi, Ömer, elini uzat, sana biat edelim!" dedi… Fakat Ömer (r.a.), şu sözlerle bu sorumluluktan kendini kurtarabildi:

"Bilakis sana biat edelim; çünkü sen bizim en faziletlimizsin!"

Ebû Bekir ona itiraz etti:

"Sen de bizim en güçlümüzsün!"

"Benim gücüm senin faziletinin yanında olacaktır."

Ömer bu sözünün hemen akabinde sağ elini uzatarak, Ebû Bekir'e biat etti. Bunu gören insanlar da Ebû Bekir'e biat ettiler…

Ebû Bekir (r.a.) dünyaya veda edeceği sırada halife olarak Ömer'i tayin etti. Ömer (r.a.) istemeyerek de olsa bu görevi kabul etti. Şayet böylesine sıkıntılı ve zor bir zamanda bu görevi reddetmiş olması, yarın Allah'ın huzurunda hesaba çekileceği bir görevden kaçmak anlamına gelmeseydi, çoktan halife olmayı reddedip uzaklaşmıştı bile…

"Ey insanlar! İdareniz için başınıza geçirilmiş bulunuyorum. Şayet hakkınızda sizin en hayırlınız, önemli işlerinizi en iyi şekilde takip edeniniz olacağımı ümit etmeseydim, sizin başınıza, bu makama geçmeyi istemeyecektim. Yarın kıyamet gününde sizin haklarınız hususunda çekileceği hesabın korkusu Ömer'e yeter."

Dikkat edin… "Yarın kıyamet gününde sizin haklarınız hususunda çekileceği hesabın korkusu Ömer'e yeter."

Bu adamın, yarın kıyamet gününde Allah'ın ona, onun da Allah'a söyleyeceği sözden başka derdi ve meşgalesi yok…

Ona göre, rahat yaşam ve bol imkân, makam ya da mevkii sahibi olmak değil; Allah'ın rızasını kazanmaktı…

Bir gün uzak beldelerden bir grup Müslüman geldi… Yolculukları sırasında uğradıkları şehirlerdeki durumlara ilişkin haberler aktardılar…

Dediler ki:

"Falan şehrin halkı, Mü'minlerin başkanından çok korkuyor. Filan şehir, aralarında pek çok mal toplayıp bir gemiyle sana göndermişler… Fa­lan şehirde ise, salih insanlar var ve bunlar, "Allahım, Ömer'i bağışla ve se­nin katında onun derecesini yükselt." diye senin için Allah'a dua ediyorlar…"

Ömer (r.a.) onların bu haberlerine şu karşılığı verdi:

"Benden korkanlara gelince bunlar Ömer'den iyilik bekleselerdi, ondan korkmazlardı… Gemilerle bize gönderilen mallara gelince, bunlar Müslümanların mallarıdır. Ne Ömer'in ne de ailesinin bu mallarda en küçük bir payı ve hakkı yoktur… Gıyabımda benim için yapılan duaya gelince, benim arzu ettiğim işte budur…"

Evet, İşte Ömer'in arzusu budur… Rabbinin bağışlaması ve ondan razı olması… Saltanata gelince, saltanat ziynet, gösteriş ve nüfuz demektir ki Ömer'in imtihanı da budur. O, Allah'tan bu imtihanı esenlik ve hayırla geçmeyi dilemektedir…

Rabbin ölüm çağrısı gelip, insanlara veda etme zamanı gelince, o gün en büyük meşgalesi, devlet idaresi sorumluluğunu kime bırakacağıydı. O gün Muğire bin Şu'be ona yaklaşarak şöyle dedi: 

"Ey Mü'minlerin başkanı, ben size o kimseyi göstereyim mi? O, oğlunuz Abdullah'tır."

Bu söz Ömer'i (r.a.) sarstı:

"İşlerinizde bize ihtiyaç yok… Ben bu işten (halifelik) memnun kalmadım… Ailemden kimse için de onu arzulamam. Eğer bu iş hayırsa, biz ondan payımıza düşeni aldık. Şayet şerse, Ömer'in ailesinden bir kişinin, bu şerre bulaşmış olup, tüm ümmet-i Muhammed'den dolayı hesaba çekilmesi yeter… Ben kendimi bu iş sebebiyle çok yıprattım ve ailemi birçok şeyden mahrum ettim. Bu işten, ne günah ne de sevap kazanmamış olarak sıyrılabilirsem, kendimi bahtiyar sayarım."

Allah aşkına, bu ne büyük takva! Ne büyük pâklık! Ne büyük iyilik duygusu! Ne büyük temizlik!

O, yarın Rabbine vereceği cevabın düşüncesiyle gam ve keder içinde…

Yarın Allah'ın huzurunda sözünü şaşırmasına neden olmasın diye her tür refah ve rahatlığı reddetmiş…

Yarın Allah'ın huzurunda durduğunda sözleri ağzında düğümlenir diye adalet, takva ve güvenilirlikte taviz vermekten çok korkuyor…

Yarın yüce ve büyük Rabbin huzurunda vereceği cevap, bütün varlık ve ruhunun seyir ve akıbetini belirleyen "pusula" olacak…

O gerek öfkelendiği, gerek yumuşak ve sakin olduğu zamanlar da, doğru delil ve kanıtlarla Rabbine kavuşma hırsıyla hareket ediyor…

Abdurrahman bin Avf'a (r.a.) şöyle diyor:

"Ey Abdurrahman, ben insanlara yumuşak davrandım, bu yumuşaklığımda Allah'tan korktum. İnsanlara sert davrandım, sertliğimde Allah'tan korktum. Allah'a yemin ederim ki, ben onların Allah'tan en çok korkanı ve en çok endişeli olanıyım. Bu işten bir çıkış yolu yok mu?!"

Hıçkıra hıçkıra ağlayarak bunları söylüyor…

Bu manzara karşısında Abdurrahman bin Avf'ın dilinden şu sözler dökülüyor:

"Senden sonra of onlara…!!"

* * *

Acaba bu büyük adam, Müslümanların halifesi, Mü'minlerin başkanı olarak o on sene, altı ay, dört günü hangi duygularla ve nasıl geçirdi?

Acaba bu derin duyguların ve yüce ve büyük Allah'a duyduğu saygıyla titreyen kalbin yoğun baskıları altında onca yıl nasıl geçti?

Dünyanın nimet ve refahına dalmış olan insanlar, saltanatın her tür azamet ve gururunu, kendisine bakanlara, sakınılması ve bir çare bulunup kaçılması gereken bir ateş koru olarak anlatan bir başka devlet idarecisi veya kral daha duymuşlar mıdır?!

Bütün saltanatı Allah'a boyun eğmiş bir hükümdar… Kendisi Allah'tan korktuğu oranda halkına huzur ve güven sağlamış bir devlet idarecisi…

Bir mazlumun âhı ve bir dertlinin inlemesiyle ya da "Ey Ömer, Allah'tan kork!" diyen haksızlığa uğramış bir insanın mırıldanmasıyla derinden sarsılan bir devlet yöneticisi…

İnsanlar böylesini hiç duymuşlar mıdır?... Nerede?... Ne zaman?...

Bir gün arkadaşlarıyla otururken, yüzünde yolculuğun meşakkati görünen bir dertli adam geldi. İnsanlara yaklaşınca içlerinden birine, "Ey Mü'minlerin başkanı" diyerek konuştuklarını duydu. Meclisi yararak o kişinin yanına kadar geldi. Yüzünü acı kaplamış olduğu hâlde şöyle dedi:

"Ömer sen misin?! Vay Allah'tan sana gelecek belâlara…!!"

Adam bunları söyledikten sonra umursamaz bir tavırla çekip gitti.

Ömer'in yanındaki adamlardan birkaçı öfke ve hınç içinde adamı ya­ka­lıyorlar. Fakat Ömer onlardan adamı bırakıp, dönmelerini istiyor. Ardın­dan kalbi küt küt attığı hâlde kendisi peşi sıra koşarak adama yetişiyor.

Adam ona, "Vay Allah'tan sana gelecek belâlara…!!" demedi mi?! İşte bu söz, Ömer için kıyametin kopması demek. Bu, Ömer'in asla tahammül gösteremeyeceği korku demek…

Adama yetişiyor:

"Kardeş, niçin vay bana..?!" diye soruyor.

Adam onun sorusunu:

"Çünkü valilerin ve emirlerin halklarına adil davranmıyor, zulmediyorlar."

"Hangi valimdir bu?!"

"Mısır'daki valin: İyâz bin Ğunm."

Ömer olayın ayrıntılarını öğrenir öğrenmez maiyetindeki insanlardan iki kişiyi derhâl Mısır'a gönderiyor. Onlara:

"Mısır'a gidin ve bana İyâz bin Ğunm'u getirin." dedi.

Bu adam, "Ömer (r.a.)"…

Kuvvet, cesaret ve şiddet fışkıran dev…

Onu fırtınaya tutulmuş bir serçe gibi titrerken görmek istersen, ona sadece, "Allah'tan korkmaz mısın ey Ömer?!" demen yeterlidir.

Şurada bir insan görüyorsun, sol tarafı kalkmış, önünde de açılmış bir kitap var. Bütün ufku şu ses dolduruyor:

"Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter." [5]

Bu duruşun tüm zorluklarına rağmen bunda göz aydınlığı ve gönül rahatlığı vardır… Çünkü bu duruş, Allah'ın azametini hatırlatıyor. Ve çünkü ona, Allah'ın bir kulu ve insanların hizmetçisi olarak asla kıymet ve haddini aşmamayı sağlayan bir yakîn veriyor… 

Bunun için zaman zaman Ebû Musa el-Eş'arî'yi (r.a.) çağırarak, "Ebû Musa! Bize Rabbimizi hatırlat." diyor ve ondan kendisine Kur'an'dan seçilmiş bölümler okumasını istiyor… Ebû Musa okuyor… Ömer ağlıyor…

Pek çok defa Medine sokaklarında, oynayan çocukların yanından geçerken onlardan birinin elini tutuyor ve gözyaşları içinde:

"Bana dua et evlâdım; çünkü sen günahsızsın, senin duan kabul olur!" diyor…

Ölümü karşılamaya hazırlandığı saatler… Oğlu Abdullah'a şunu söylüyor:

"Abdullah! Başımı yastıktan yere, toprağa indir. Olur ya, belki Allah bu hâlimi görür de bana acır." diyor.

İhsana ulaşmış biri olarak yüzünü Allah'a dönüp Müslüman olduğu gün Ömer'in elinde terazi tamamen dengeye oturmuştur…

Onun yerinde duramayan bereketli tabiatı ve asla tükenmeyen yetenek ve güçleri, onu adalet, fazilet ve sorumluluk yolunda, Allah'la olan bağlarını sağlamlaştırarak ve "Muhammed'in" adımlarını izleyerek sabit adımlarla ilerlemesini sağlamıştır.

Yolu üzerinde pek çok tehlikeler olmasına rağmen o, kendisi hakkında, Allah'la bağ ve irtibatının kopması ve Resûlullah'ın yolundan en küçük sapmanın meydana gelmesi kadar hiçbir şeyden korkmamaktadır.

O Müslüman olmadan önce her işinde doğruyu araştırır ve yetenekleri, üstün ahlâkı ve ruh kuvvetiyle o doğruya uygun bir yaşam sürmeye çalışırdı…

Bugün ise artık, Allah'ın kendilerine gönderdiği, kendi keyfince konuşmayan şerefli bir peygamberin getirdiği saf doğruyu ve gerçeği bulmuştur…

Ömer, Resûlullah'la tokalaşıp, "Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah" diyerek Müslüman olduğu o günü kendisinin doğum günü kabul etmekteydi…

O gün, hatta o saat, kendini bulmuş, büyük akıbetiyle karşılaşmıştı…

O, Allah'a, O'nun Resûlüne ve dinine iman ettiği vakit sıradan insanlar veya menfaatçiler ya da eğlence arayanlar gibi iman etmemişti. Bilakis irfan ve iyilik sahibi insanlar gibi iman etmişti…

O, Allah'ın elçisinin okuduğu âyeti…

"Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" [6] âyetini ilk kez dinlediğinde…

Bu âyeti sanki tek başına dinliyormuş ve sadece kendisine nazil olmuş gibi dinlemişti… O gün kesin olarak anlamıştı ki, yılları ne kadar uzun görünse de kısacık ömrü ona hiçbir fayda sağlamayacaktır. Rabbini razı edebileceği bir şey ortaya koyabilmesi, O'na ibadet edip, şükredebilmesi için bunun gibi bin ömür gerekmektedir.

Bundan dolayı vaktinin boşa geçmesinden, boş sözler konuşmaktan ve emek ve gayretlerinin zayi olmasından çok korkardı…

Bir hata ve günahın, bir şüphenin, geçen uzun, bereketli ömrü değiştirmesinden ve onu ayıplı hâle getirmesinden çok sakınırdı… Çünkü bir mülkü olsa, ona uzanacak her tür kötülüğü engellemesi boynunun borcu olurdu… Durum böyleyken, gerçekte kendisinin mülkü olmayıp, Allah'ın onda bıraktığı emaneti olup, sahibi ve maliki yine Allah olan bu hayata karşı yerine getirmesi gereken sorumlulukları olmasın mı? Elbette Allah onu bundan dolayı sorguya çekecektir:

"Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?" [7]

Ömer bu yüzden endişe ve keder içinde yaşadı… Fakat bu, temiz, düşüncelerle örülü ve dopdolu bir endişedir…

Sadece ara sıra uyuyor… Ancak hayatta kalmasını sağlayacak kadar yiyor… Yalnız sert, kalın elbiseler giyiyor…

Daima uyanık… Şöyle diyor:

"Gece uyuyacak olursam kendimi telef ederim. Gündüz uyuyacak olursam da halkı telef ederim…!!"

Karşılaştığı her insana ciddiyet içinde şunu fısıldıyor:

"Allah aşkına bana söyle ve beni yanıltma; Ömer'i nasıl buluyorsun?.. Allah'ın benden razı olduğunu zannediyor musun?... Benim, size karşı görev ve sorumluluklarımı yerine getirirken, Allah'a ve Resûlüne ihanet etmediğimi söyleyebilir misin?!"

Ne zaman bir kusur işlediğini ve ihmalde bulunduğunu düşünse, gam ve keder içinde haykırırdı:

"Keşke Ömer'in annesi, Ömer'i doğurmayaydı!"

Bütün bu korkular… Tüm bu Allah'tan utanmalar… Bütün bu yüce endişe ve kaygılar… Niçin?

Çünkü o bilmiyor…

"Yarın Rabbine ne cevap verecek?"


TABİÎ YA, ÇÜNKÜ SEN                        MÜ'MİNLERİN BAŞKANININ OĞLUSUN…?!

 

 

 

 

 

Ona nasıl düzgün, üstün ve parlak bir karakter bahşedildiğini gördük…

Onun, bu karakterini Allah'a nasıl bağladığını ve O'na hizmete adadığını da gördük…

Bütün bunlara sahip bir insanın son derece derin ve köklü bir sorumluluk duygusuna sahip olması kaçınılmazdır…

İşte Ömer (r.a.) böyle bir insandı…

Peygamberlerin kararlılık ve azmini andırır bir şekilde sorumluluk bilinciyle hareket ediyor, kendini bütünüyle ona adıyor ve ona veriyordu…

Ona göre, sorumluluk; parçalanmaz, çeşitlere ayrılmaz ve farklılaşmaz bir bütündü…

Küçük sorumluluklar ve büyük sorumluluklar ve yine olağan sorumluluklar ve olağanüstü sorumluluklar biçiminde bir ayrım yoktu…

Sadece sorumluluklar vardı, o kadar…

Bütün sorumluluklar karşısında Ömer (r.a.), biri diğerinden farklı olmayan aynı gayret ve çabayı gösteriyordu… Çünkü o, güvenilir, mü'­min, güçlü karakterine uygun şekilde hareket ediyordu…

Onun karakteri; parçalanmayan, çeşitlere ayrılmayan ve farklılaşmayan diğer bir bütündü… "Ömer"in görev alanı içine giren bütün işlerde biz eksiksiz, tam bir "Ömer"in bulunduğunu görüyoruz…

Onun hayatının bir parçası olmuş hangi olayı ele alırsan al, orada Ömer'in bütün huy ve ahlâkını -adaletini, verasını, zühdünü, imanını, sertliğini, yumuşaklığını, azametini ve sadeliğini- bulursun…

O, sadece kendisini ilgilendirdiği oranda sorumluluk yüklenmiyor; aksine konumunun gerektirdiği tüm sorumluluğu üstleniyordu... Bunu yaparken de çevresinde onunla beraber bu sorumluluğu yüklenen başka insanların olup olmadığına bakmıyordu…

Onun gönül dünyası ve iç âlemi, fedakârlık ve özveri üzerine kuruluydu… O asla sonuçlarla ilgilenmiyor ve menfaat hesapları yapmıyordu…

O, Müslüman olduğu gün bu mübarek mü'min topluluğun kırkıncı ferdi olmuştu. Müslüman olmasının üzerinden dakikalar… evet dakikalar… geçmişti ki, kalbi dine ve mensubu olduğu Müslüman topluluğa karşı, hatta dinin ve Müslümanların asırlar sonraki geleceğine ilişkin sorumluluk duygusuyla dolup taştı…

Sonra çok geçmedi, bu duygunun verdiği kararlılık ve azimle, daha önce anlattığımız biçimde Müslüman olduğunu herkese ilân etti… O bunu yaparken çok iyi biliyordu ki, Müslüman olduğunu ilân ederken gerçekte kendisinin… Ömer bin Hattab'ın… Müslüman olduğunu ilân etmiyor, bilakis kendisinden önce Müslüman olmuş, gizlice Allah'a ibadet eden otuz dokuz kişinin Müslümanlığını ilân ediyordu… Aynı zamanda bu ilânla, gelecekte Müslüman olacak olan milyarlarca kişinin Müslüman olacağını da ilân etmiş oluyordu…

Bu dine karşı hissettiği sorumluluk duygusu, onu sadece Müslüman olduğunu duyurmakla yetinmekten alıkoydu. Bunun da ötesinde Ku­rey­ş'in baskı ve işkenceleri sebebiyle gizlenen Müslümanların da gizliliklerine son verip alanlara çıkmalarını sağladı…

Bu niyet ve düşüncelerle Resûlullah'a (s.a.v.) gelerek:

"Ya Resûlallah, artık bugünden sonra Allah'a gizlice ibadet etmeyeceğiz." dedi.

Böylece İslâm daveti, düşmanlarıyla yüzleşmek, kendisinden soğutulanlara seslenmek ve Kureyş'in ve putlarının ölüm haberini ilan eden genelgenin ilk sözlerini oluşturan, o gökleri çınlatan tekbiri Kureyş'e duyurmak için meydana çıktı…

Bu, Ömer'in (r.a.) ilk bereketiydi…

Bu, Ömer'in, Allah'ın dinine ve insanların dünyasına karşı yükleneceği "sorumluluğu" ne şekilde yerine getireceğini gösteren bir örnekti…

Hiç kuşkusuz bu, kendisini olaylar ve hâdiseler karşısında bulup da tek, yegâne sorumlunun sadece kendisi olduğunu düşünen adamın kendini ifade biçimiydi…

Bu sebeple Ömer (r.a.), İslâm'ın ve Müslümanların karşı karşıya kaldığı tüm buhran ve krizleri, "tek sorumlu" sıfatıyla göğüsledi ve çözmeye çalıştı…

Onun bu sorumluluğa olan imanı, tüm hayatı boyunca dinde en küçük bir zayıflığı ve bu dinin düşmanlarına karşı en basit bir yumuşaklık göstermeyi reddetmiştir…

Resûlullah'a olan kayıtsız şartsız imanına rağmen, onun sorumluluk duygusu, bütün alanlarda -hatta uğrunda kendini feda etmeye hazır olduğu Resûlullah'a muhalefet gibi görünse dahi- kendisini gösterecek ve hissettirecektir…

* Hudeybiye Anlaşması'nda "Ömer", Resûlullah'ın, Kureyş'e çok büyük cömertlikte bulunarak ayrıcalıklar verdiğini düşünüyordu. Ona kalsa, Kureyş istese de istemese de onlarla mücadele edip Mekke'ye girerdi.

Değil mi ki, Kureyş barışa yanaşmıyor ve Hakk'ın otoritesini kabul etmiyor…

Değil mi ki, hak ve batıl savaş halindedir… Öyleyse barış yapmak yerine hakkın üstün gelmesi… Uyum sağlamak yerine meydan okumak gerekmektedir…

Ömer (r.a.), problemi bu şekilde anladı ve görüşünü netleştirdi… Meydana çıkıp sesi yükseltmek kaçınılmazdı…

Kâtip anlaşma metnini yazmaya başlamadan önce Resûlullah'a geldi ve:

"Ya Resûlallah, biz hak üzere, onlar da batıl üzere değiller mi?" diye sordu.

Resûlullah (s.a.v.) onun bu sorusuna:

"Evet, dediğin gibidir." diye cevap verdi.

"Peki, bizim ölülerimiz cennette, onların ölüleri cehennemde değil mi?"

"Evet, dediğin gibidir."

"Öyleyse dinimizi küçük düşürecek bu hareketi niye yapıyor ve Allah henüz onlarla aramızda bir hüküm de indirmemişken Medine'ye geri dönüyoruz?!"

"Hattab oğlu! Ben Allah'ın Resûlüyüm. Allah asla beni zayi etmez."

"Ben Allah'ın Resûlüyüm." sözü, Ömer'in vicdanında tam yerini buluyor ve sadakat yankısı yapıyor. Bu makamda Resûlullah'ın bu sözü söylemesinden, meselenin hiç de göründüğü gibi olmadığını, yaptığının Resûlullah'a görüş bildirmekten öte bir davranış olduğunu anlıyor…  Ve derhâl susuyor…

Oradan uzaklaşıyor. Fakat düşünceler onun peşini bırakmıyor. Derin sorumluluk duygusunu bir kenara bırakmak ve bu duruma alışmak istiyor. Süratle Ebû Bekir'e geliyor. Kulağına şunları fısıldıyor:

"Ebû Bekir, biz hak üzere, onlar da batıl üzere değiller mi?"

"Evet, ey Ömer, öyledir."

"Öyleyse dinimizi küçük düşürecek bu hareketi niye yapıyor ve Allah henüz onlarla aramızda bir hüküm de indirmemişken Medine'ye geri dönüyoruz?!"

Ebû Bekir (r.a.), Allah'ın, Resûlünü zayi etmeyeceği ve Allah'ın fethinin yakın olduğu söyleyerek onu rahatlatmaya çalışıyor.

Ömer (r.a.) sakinleşiyor… Fakat onun sakinleşmesi, Kureyş tarafını temsil eden "Süheyl bin Amr"a öfkeli bakışlarda bulunmasını engellemiyor.

* Medine'deki münafıkların lideri Abdullah bin Übey bin Selûl öldüğü zaman Ömer (r.a.), Resûlullah'ın onun cenaze namazını kılmasına ısrarla karşı çıkmıştı.

Şimdi Ömer'e (r.a.) kulak verelim de olayı bize kendisi anlatsın:

"Abdullah bin Übey öldüğü zaman cenaze namazını kıldırması için Resûlullah davet edildi. Resûlullah cenaze namazını kıldırmak için ayağa kalkınca tam önüne gelip dikildim.

"Ya Resûlallah, Allah'ın düşmanlarından birinin cenaze namazını mı kılıyorsun?" dedim. Onun ömrü boyunca yaptığı pis işleri saymaya başladım.

Resûlullah ise gülümsüyordu. Ben bu konuda fazlaca konuşunca bana şöyle dedi:

"Ömer, beni kendi halime bırak. Ben iki şey arasında serbest bırakıldım ve tercihimi kullandım. Bana, "Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek".[8] denildi. Şayet bilseydim ki, yetmişten fazla af dilediğimde affedilecek, bunu mutlaka yapardım."

Bu sözlerinin ardından cenaze namazını kıldırdı. Cenazeyle birlikte kabristana kadar yürüdü. Kabri başında durdu. Bütün bunlar olup bittikten sonra…

Ben kendime şaşıyordum. Resûlullah'a nasıl olmuştu da bu şekilde itirazda bulunabilmiştim. Allah'a yemin ederim ki çok geçmedi Allah bu konudaki âyetini indirdi. Âyette şöyle deniyordu: "Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma! Çünkü onlar, Allah ve Resûlünü inkâr ettiler ve fâsık olarak öldüler." [9] O günden sonra Resûlullah (s.a.v.), bir daha hiçbir münafığın namazını kılmadı, kabri başında durmadı…"

Bu sahne, Ömer'in, sorumluluğunu cesaret ve doğrulukla nasıl yerine getirdiğini göstermektedir.

Hâlbuki onun nazarında, dünyanın bütün tehlikelerini göğüslemek, Resûlullah'a "Hayır." demekten daha kolay bir işti. Fakat o sorumlulukları karşısında kendisine tercih hakkı tanımayan ve sorumluluğu "Hayır." demesini gerektiriyorsa bunu çekinmeden söyleyen ve gerisini Allah'a havale eden bir insan… Resûlullah (s.a.v.) kendi tutumunda ısrar ediyorsa, Ömer de söyleyeceği sözü söylemiş ve kendini sorumluluğun vebalinden kurtarmış bulunuyor. Artık geriye sadece Resûlullah'a itaat ve iman etmek kalıyor.

O bu olayda, Resûlullah'ın, Abdullah bin Übey gibi ileri gelen bir münafığın cenaze namazını kılmasını, münafıkların şımarıklığını ve alaycı tavırlarını artıracak ve az veya çok kimi insanların nazarında doğruluk ve samimiyet kavramlarını zedeleyecek bir girişim olarak kabul ediyor.

Ömer'in sorumluluğa verdiği değer, onu bu konudaki düşüncesini - gerekirse böylesi bir konumda- duyurmaya sevk ediyor. Ve Resûlullah adamın cenaze namazı için harekete geçtiği sırada "Ya Resûlallah, Allah'ın düşmanlarından birinin cenaze namazını mı kılıyorsun?" diyerek itirazını dile getiriyor.

Ömer'in sorumluluğu, en güzel örneklerini, o devlet başkanı olduğunda ortaya koymuştur.

İşte burada insanî başarının en büyük işaretlerini görüyoruz…!!

İşte burada nefsin olgunluğuna, ruhun kahramanlığına, insanı şaşırtan yaşama tanık oluyoruz…!!

İşte burada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin aklından geçirmediği şeyi görüyoruz…!!

Evet… Burada kararlılık ve azim kendi sınırlarını aşıyor, üst üste biniyor… Buradaki Ömer… Allah Ömer'den razı olsun…

Sorumluluklarını eşsiz biçimde yerine getiren, son anına kadar tüm insanlığa güven konusunda ders veren -hem de ne ders!- ve sorumluluğun yerine getirilmesi hususunda örnek olan -hem de ne örnek!- bir devlet idarecisi…

Kendine karşı tutumu… Ailesine karşı tutumu… Toplumun zayıf ve güçlü insanlarına karşı tutumu… Valilerine karşı tutumu… Devlet hazinesine karşı tutumu…

Tüm bu tutumları, işine… yönetim mekanizmasının tüm alanlarında devlet idaresine karşı eşi bulunmaz bir sorumluluk ve saygıyla doludur…

O devlet başkanı olarak Allah'ın helâl birçok nimetini kendine yasakladı… Bunlar sadece yöneticilerin kullandığı meşrû birtakım nimetler değildi. Her zaman ve mekânda bulunabilen sıradan vatandaşın da kolaylıkla erişebileceği bazı nimetler de bu yasak kapsamının içindeydi…

Bunu ise sorumluluk ruhuyla yaptı… Bu öyle bir sorumluluk ruhuydu ki, halkı acıktığında ilk acıkan ve halkı doyduğunda en son doyan kendisi olmayı ona sevdirmişti… Yine bu sorumluluk ruhu, ona, insanların yaşadıkları zorluk ve sıkıntıların aynısını bizzat yaşamasını emrediyordu… O -Allah ondan razı olsun- bu güçlü vicdanı bilgece şöyle anlatıyordu:

"Onların başına gelen, benim de başıma gelmedikten sonra insanların durumuna nasıl önem vermiş ve onunla ilgilenmiş olurum ki?!"

İşte Mü'minlerin devlet başkanı, halkın durumunu esas alıyor ve et ve tereyağı kıtlığının yaşandığı bir dönemde onlar gibi zeytinyağı yiyordu… Devamlı zeytinyağı yemekten dolayı bağırsakları rahatsızlandı ve karnı guruldamaya başladı. Bunun üzerine karnının üzerine elini koyuyor ve şöyle diyordu:

"Ey karın! Tereyağı fiyatları böyle yüksek olmaya devam ettikçe sen daha çok zeytinyağı yersin…!!"

Ramade yılında -ki bu, Medine'de öldürücü bir açlığın ortaya çıktığı yıldır- bir gün, bir devenin kesilerek etinin halka dağıtılmasını emretti.

Görevliler verilen emri yerine getirdiler. Bu esnada etin en güzel yerini de Mü'minlerin başkanına ayırdılar…

Ertesi gün Ömer (r.a.), sofrada deve etinin en güzel kısımlarını olan hörgüç bölgesinden alınmış eti ve ciğerleri görünce:

"Bu nereden geldi?" diye sordu. Hizmetliler:

"Bugün boğazlanan devenin eti." dediler.

Bunun üzerine Ömer:

"Bravo… Aferin… Etin en güzel yerlerini kendim yerken, halka işe ya­ra­maz yerlerini -yani kemiklerini- bırakırsam, ne fena yöneticiyim ben..!" dedi.

Sonra hizmetçisi Eslem'e seslendi:

"Eslem! Şu tepsiyi önümden kaldır; bana ekmek ve zeytinyağı getir."

"Etin en güzel yerlerini kendim yerken, halka işe yaramaz yerlerini -yani kemiklerini- bırakırsam, ne fena yöneticiyim ben..!" sözü, bu eşsiz hükümdarın davranışlarına yön veren sorumluluk ruhunu tam olarak ortaya koymaktadır…

O, kendisini diğer insanlardan biri gibi kabul ediyordu. Ancak bir farkla ki, o da, Allah, kendisini onlara idareci yapmakla ona daha fazla görev ve sorumluluk yüklemişti… Allah, onu devlet yönetiminin başına getirirken de bu mekanizmayı dilediği gibi kullanması için ona asla ayrıcalık tanımamıştı…

Fakat Ömer (r.a.), Mü'minlerin başkanı olarak, çok enerji ve güç sarfet­mektedir. Bu sebeple kendisine güç ve dinçlik verecek yemeklerden oluşan güzel bir sofra kurdurabilirdi…

Bu bizim mantığımız… Aynı zamanda bize göre, âdil bir akıl yürütme…

Fakat Ömer'in mantığı başka… O adaleti, pek çok kimsenin uğrunda telef olduğu yüksek karakterinde buluyor…

O, sorumluluğunun, halka rahat bir yaşam sağlamayı gerektirdiğini çok iyi biliyor.

 Şayet şu an halka bu rahat yaşamı sağlayamıyorsa, bu durumda, sorumluluğu, ona halktan biri gibi olduğunu ve onların çektiği zor yaşamı ve sıkıntıyı önce kendisinin tatması gerektiğini hatırlatıyor… 

 Bir gün valilerinden biri, kendisine, bir tatlı hediye gönderir… Ömer, tatlı yemeği önüne konunca, onu getiren elçiye döner:

"Bu nedir?" diye sorar.

Tatlıyı getiren adam:

"Azerbaycanlıların yaptığı bir tatlı efendim. Bunu size Utbe bin Farkad -bu kişi o vakit Azerbaycan valisiydi- gönderdi." der.

Ömer, getirilen tatlıdan tadar. Tadını çok beğenir. Tekrar adama dö­ner:

"Orada halkın tamamı bu tatlıyı alıp yiyebiliyor mu?" der.

Adam:

"Hayır, ey Mü'minlerin başkanı. Bu seçkin elit tabakanın yiyeceği..!!" deyince, Ömer, tatlı kabının ağzını güzelce kapatır ve:

"Senin deven nerede?... Hediyeni devene yükle ve bunu Utbe'ye geri götür. Sonra ona, "Bütün halk aynı yemeği yemedikçe sen ondan yeme. Önce halkına yedir, sonra sen ye." dediğimi söyle." der.

Bu öyle bir devlet başkanıdır ki, bastıran tehlikeler dışında neredeyse onu başkanlık makamında ve konvoy başlarında görmüyoruz… Normal zamanlarda kendine safların en gerisini seçmiştir… Tabiî halkı korumak için ve bir de herhangi bir nimetin geldiğini gördüğünde bu nimet tüm halka dağıtıldıktan sonra ancak kendisine ulaşsın diye böyle yapmaktadır…!!

* * *

Ailesine karşı tutumuna gelince…

Sorumluluğunu oldukça kutsayan ve yönetim işini son derece büyük ve zor bir iş olarak gören bir anlayış görüyoruz…

Onları sadece hakları olmayan şeylerden mahrum etmekle kalmıyor, meşru birçok haklarından da mahrum bırakıyor…!! Onlara sıradan akranlarının çok çok üstünde görev ve sorumluluklar yüklüyor… O derece ki, Ömer'le akrabalık, akrabaların ellerinden gelse hemen kaçacakları, bir yük ve ağırlık oluyor…

Çünkü Ömer (r.a.) çok iyi biliyor ki, devlet idaresi sorumluluğu, o derece zor bir imtihandır ki, ancak burada… devlet başkanı ile ailesi arasındaki ilişkilerde kazanılır… Kendi ailesi için ayrı bir hukuk, halk için ayrı bir hukuk mu olacak…?! Yoksa bir tek hukuk ve bir tek adalet olup, bütün insanlar bu hukukun ve adaletin önünde eşit mi olacaklar…?!

Bundan dolayı Ömer (r.a.), ailesinin tümüne, örnek teşkil ettikleri için, çok titiz ve tavizsiz davranmıştır…

Onlara zor ve sıkıntılı bir yaşamdan başkasını sunmamış, ellerindeki hatta ağızlarındaki yumuşak lokmayı dahi almıştır…

Bilse ki, ailesinden bir ferde herhangi bir ayrıcalık göstermiştir, o vakit yer sarsılır, gök yarılır…

Bir kanun çıkaracağı veya genelge yayınlayacağı zaman önce kendi ailesini toplar ve onlara şöyle derdi:

"Ben insanlara şunu yasakladım. Şimdi, karganın ete baktığı gibi onların gözü sizin üzerinizde olacaktır. Siz bu yasağı çiğneyecek olursanız, onlar da çiğneyeceklerdir. Allah'a yemin ederim ki, sizden birinin bu yasağı işlediğini işitirsem, benimle olan akrabalığından dolayı onun cezasını iki katına çıkaracağım… Şimdi sizden isteyen bu yasağa uysun, isteyen de ona aykırı davransın…"

Gördünüz mü…?!

"Sizden birinin bu yasağı işlediğini işitirsem, benimle olan akrabalığından dolayı onun cezasını iki katına çıkaracağım."

Ömer'e akraba olmak, adaletin tatile gittiği, hukukun geçersiz olduğu anlamına gelmemektedir… Aksine bu akrabalık, daha fazla görev, sorumluluk ve mahrumiyet demektir… Bu, her tür şüpheden uzak durup, her çeşit hazdan el çekmek mânasına gelmektedir... Yine bu, akrabaların, tehlike anında en ön safta, nimet ve menfaat zamanında ise en arkada bulunmalarını ifade ediyordu… Bunun da ötesinde Ömer'in nazarında akrabalık, kazanılmış haklardan dahi mahrumiyet ve özveri demekti…

Şayet onu, oğlu Abdullah'ı azarlarken görseydik, çok şaşırırdık…

 Hâlbuki Abdullah, takva, zühd ve verada lider durumda biridir… O adım adım babasını izlemekte ve onun yolundan gitmektedir…

Buna rağmen babası Ömer, onu dünyanın basit nimetlerinden birinden faydalanırken görünce şöyle diyecektir:

"Tabiî ya, çünkü sen Mü'minlerin başkanının oğlusun…?!"

Bu söz, Ömer'in, hak ve adalete dair özelde ailesi, genelde de tüm halk için belirlediği canlı bir slogan yerinde…

Bir gün oğlu Abdullah'ın evine giriyor… Onu dilimlenmiş et yerken görüyor. Buna çok öfkeleniyor.

"Tabiî ya, çünkü sen Mü'minlerin başkanının oğlusun…?! İnsanlar açlıktan kıvranırken sen et yiyeceksin…!! Ekmek ve tuz yok mu…!! Ekmek ve zeytinyağı yok mu…!!"

Bir gün çarşı ve pazarları denetliyor. Derken semiz yağlı bir deve görüyor. Deve iri yapısı ve semizliğiyle hemen diğerlerinin ararsından fark ediliyor.

"Bu deve kimin?" diye soruyor.

"Abdullah bin Ömer'in devesi." diyorlar.

Mü'minlerin başkanı Ömer, bunu duyunca öyle bir sarsılıyor ki sanki kıyamet kopmuş…

"Abdullah bin Ömer'in ha…?! Aferin sana Mü'minlerin başkanının oğlu..!!" diyor.

Derhâl Abdullah'ın, kendisine getirilmesini emrediyor. Abdullah koşarak geliyor… Babasının huzuruna gelince, Ömer, bıyıklarını bükmeye başlıyor -Bu, önemli bir durumla karşılaştığında yaptığı bir âdeti idi-…

"Abdullah, bu deve nedir?!" diye soruyor.

Abdullah:

"Bu zayıf bir deveydi. Onu paramla satın alıp, meraya saldım. Bununla ticaret yapıyor, her insan, ticaretinden ne beklerse ben de onu bekliyorum." cevabını veriyor.

Ömer, aynı sertlikle konuşmasını sürdürüyor:

"İnsanlar senin deveni görünce, Mü'minlerin başkanının devesini otlatın… Mü'minlerin başkanının devesini sulayın… diyecekler ve böyle yapacaklardır. Ey Mü'minlerin başkanının oğlu! Böylelikle senin deven semizleşecek ve sen kâr edeceksin?! Bunu hiç düşündün mü?!"

Ardından sesini yükselterek şöyle der:

"Ömer'in oğlu Abdullah! Bu deve için ödediğin sermayeyi alacak ve bundan kazandığın parayı da devlet hazinesine teslim edeceksin…!!"

Ey bu insanı yaratan Allah'ım! Seni en mükemmel sıfatlarınla över, her tür kusur ve eksiklikten de tenzih ederim…!!

Hâlbuki Abdullah, kınanacak bir iş yapmış değildi. Yaptığı sadece malını helâl bir ticaretle arttırmaktan ibaretti. O, dini ve güven veren ahlâkıyla her tür şüpheden uzaktır...

Fakat… O, Mü'minlerin başkanının oğluydu… Mü'minlerin başkanı, oğlu olması hasebiyle onun hakkı olan şeylerden de, sıradan insanın ulaşamayacağı fırsatlardan da onu mahrum ediyordu…

Ömer (r.a.), benzeri olmayan bir korkuyla dengeyi korumaya çalışıyordu. O ailesini sadece imkân ve ayrıcalıklar sahibi insanlar olmaktan alıkoymuyor, aynı zamanda kendisine akraba olmakla ferah ve rahat bir yaşama kavuşmak yerine kılıçtan daha keskin ve kıldan daha ince bir yolda kendisiyle birlikte yürümeye onları mecbur ediyordu…

Bir gün çeşitli İslâm bölgelerinden Medine'ye bazı mallar ulaşıyor… Kızı Hafsa da bu mallardan payına düşeni almak için gidiyor. Şaka yollu babasına:

"Ey Mü'minlerin başkanı! Bu malda akrabalarının hakkını gözet… Çünkü Allah, akrabaların gözetilmesini tavsiye etmiştir." diyor.

Ömer tam bir ciddiyetle kızına şu cevabı veriyor:

"Kızım! Akrabalarımın hakkı benim malımdadır… Bu mal ise Müslümanların (devletin) malıdır… Sen evine git!"

İşte bu, Muhammed'in (s.a.v.) elinde yetişmiş bir adamdır… O Muhammed ki (s.a.v.), insanların en sevgilisi olan kızı Fatıma'ya "Hayır, olmaz Fatıma! Bu mala senden daha fazla ihtiyacı olan insanlar var." demiş ve kızını mahrum edip,başkalarına vermiştir…!!

Ömer (r.a.), işte bu saf kaynaktan beslendi… Bu sünnet ve hidayet üzere yürüdü…

O daima ailesinden, imkân ve nimetler sahibi değil, sorumluluk sahibi olmalarını istiyordu… Ömer'in yanında herhangi bir insana verilecek bir nimet ve imkân yoktu…

O, onlardan görevinde kendisine yardımcı ve destek olmalarını istiyordu. Bu ise, onların çok daha fazla çalışma ve gayret göstermeleri anlamına geliyordu…

Onların az alıp, bolca vermeleri ve bu davranışlarının karşılığını da Allah'tan beklemeleri demekti…

Sonra yine bu durum, namus ve kanaat sahibi insanlar için örnek olmalarını gerektiriyordu…

* * *

Allah Müslümanlara onun zamanında bolluk ve bereketler verdi. Devlet hazinesi doldu taştı. Bunun üzerine maiyetindekilerden bazıları Ömer'e, nüfus sayımının yapılmasını, halkın isimlerinin bir deftere kaydedilmesini ve hepsine düzenli olarak yıllık maaş ödenmesini teklif ettiler.

Bu görev için Ebû Talib'in oğlu Akil, Cübeyr bin Mut'im, Mahreme bin Nevfel seçildi. Bunlar Kureyş'in soykütüğünü en iyi bilen ve Müslümanları en iyi tanıyan insanlardı.

İsimleri tek tek kayıtlara geçmeye başladılar… Yazmaya Haşim oğullarından başladılar… Sonra Ebû Bekir oğullarını, sonra Ömer'in ailesi Adiy oğullarını yazdılar…

Mü'minlerin başkanı, kayıtları görünce defteri geri gönderdi. Ömer'in ailesi Adiy oğullarının üst tarafına, isimlerini bildirdiği pek çok başka insanın ve ailelerinin yazılmasını emretti. "Ömer'i ve soyunu lâyık oldukları yere yazınız." buyurdu.

Adiy oğulları bunu öğrenince derhâl Ömer'e geldiler. Devlet maaşından paylarına düşeni bolca alabilmeleri için isimlerinin kayıt defterinin üst sıralarında kalmasını ondan rica ettiler.

"Biz Mü'minlerin başkanının ailesi değil miyiz?!" dediler.

Ömer (r.a.) onların isteklerini kabul etmeyerek şöyle dedi:

"Aferin size Adiy oğulları!! Benim sırtımdan geçinmek istiyorsunuz ha..!! Ömer'e akraba olmak, kayırılmak ve tercih edilmek değil; terlemek ve sıkıntı çekmek demektir…"

Yine o, ashabın ve kardeşlerinin yoğun ısrarına rağmen oğlu Abdullah'a devletin hiçbir organında görev ve sorumluluk vermedi.

Ona bu teklifi götürenlerse, bu teklifi, Abdullah'ın ender bulunan nitelik ve yeteneklerinden devlet yönetiminde istifade etmek için yapmışlardı.

Fakat Ömer (r.a.), vefatı esnasında kendisinden oğlunu halife seçmesini isteyenlerin teklifini reddettiği gibi bu öneriyi de kabul etmedi, geri çevirdi…

Hatta içlerinden birinin kendisinden sonra halife olması için aday gösterdiği altı kişilik grubun içinde oğlunun yer almasına bile razı olmadı.

"Ömer ailesinden bir kişinin, Ömer'in, bu görevden dolayı hesaba çekilecek olması yeter."

Fakat ey Mü'minlerin başkanı! Oğlun Abdullah takva ve adalet sahibi bir insan. Şimdi onun da, onu devlet yönetiminde görmek isteyenlerin de suçu, Abdullah'ın, Mü'minlerin başkanının oğlu olması mı?!

Bu söz Ömer'e ne zaman söylense, böyle söyleyenlere, Abdullah'ın toplumdaki tek adalet ve takva sahibi insan olmadığını, onun gibi başka adaletli ve takvalı insanların da bulunduğunu, Abdullah'ı devlet yönetiminde bir göreve getirse, onu kayırmış ve ona torpil geçmiş olacağını hatırlatıyordu…

Sonra Ömer, devlet yöneticisi vasfından önce örneklik vasfını taşımaktadır. Şayet o bugün ailesinin salih insanlarını devlet yönetiminde birtakım görevlere yerleştirecek olursa, kendisinden sonra gelip de bu konuda haddi aşan ve itiraz edenlere "Bunu bizden önce de Ömer yaptı." diyen insanları hangi kefeye koymalı?!

Bunun için çok güzel bir prensip koydu ve dedi ki:

"Her kim sadece sevgi ve akrabalık bağından dolayı birini devlet görevine getirecek olursa, Allah'a, Resûlullah'a ve mü'minlere ihanet etmiş olur."

O, oğlu Abdullah'ı bir göreve getirecek olursa da bunu oğlu olduğu için değil, bilakis onun o konudaki uzmanlık ve liyakati sebebiyle yapacaktır… Ancak bununla birlikte o, bunu yapmamakta kararlıdır…

Bir gün arkadaşlarıyla oturuyordu. Onlara:

"Kûfe halkı beni gerçekten yordu. Onlara yumuşak, halim selim bir vali göndersem, onun tepesine çıkıyorlar… Sert bir vali göndersem, onu bana şikâyet ediyorlar. Şöyle güçlü, güvenilir, dindar birini bulsam da onu Kûfe'ye vali yapsam." dedi.

İçlerinden biri:

"Vallahi ben sana böyle birini gösterebilirim." dedi.

Ömer:

"Kim o?" diye sordu.

Adam:

"Oğlun Abdullah." dedi.

Ömer ise adama:

"Allah sana lânet etsin! Vallahi sen bunu söylemekle Allah'ın rızasını arzulamış değilsin." sözüyle karşılık verdi.

Sonra başka birini Kûfe'ye vali olarak tayin etti.

* * *

Bu şekilde bir üstün yaşantıyı "Zühd" başlığı altında anlatabilirdik.

Çünkü Ömer'in açlığı, yemesinde, giyinmesinde rahatlığı terk ederek, darlık ve zorluğu tercih etmesi ve ailesini de bu şekilde yaşatması, zühd çerçevesinde olan şeylerdi...

Fakat gerçekte onun zühdünün ardında onu yönlendiren oldukça köklü ve derinlikli bir etken daha vardı…

Bu, sorumluluğa duyulan eşsiz saygı ve görevleri uğrunda samimî bir şekilde kendini feda etme anlayışıydı…

Onun temiz ve diri vicdanında sorumluluk, kutsaldı. Bütün değerlendirmeler ve tutumlar, bu sorumluluğun gereğince şekilleniyordu… Sorumluluk ise, hiçbir değerlendirmeye ve tutuma göre oluşmuyordu...

Halife seçildiği gün yaptığı şu konuşmada sorumluluğa verdiği değeri görebiliyoruz:

"…Bana gelen haberlere göre, insanlar benim sertlik ve katılığımdan korkuyorlarmış. Bazıları, "Ömer, Resûlullah aramızda sağ iken sert ve katıydı. Bize katı davranıyordu. Ebû Bekir yönetimdeyken de böyle oldu. Şimdi o yönetimin başına geçmişken hâli nice olur?!" diyorlarmış.

Kim bunu söylemişse, doğru söylemiş. Ben Hz. Peygamber ile beraberken, onun kölesi ve hizmetkârıydım. O da Allah'ın buyurduğu gibiydi: "Müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir." [10] Ben Resûlullah'ın elinde, kınından çekilmiş kılıç gibiydim. Ancak beni kına koyduktan veya herhangi bir işi, "Yapma" dedikten sonra dururdum. Aksi takdirde Peygamberin yumuşaklığından ötürü ben halkın üstüne giderdim. Böylece Hz. Peygamber'le beraber, vefat edinceye kadar devam ettim. Vefat ederken benden razıydı. Bundan ötürü de Allah'a çokça hamd ediyorum. Sonra bundan dolayı da çok bahtiyarım.

Sonra Ebû Bekir (r.a.) ile beraber oldum. O Resûlullah'ın halifesiydi. Onun keremini, şeref ve yumuşaklığı hakkındaki durumunu biliyorsunuz. Ben onun hizmetkârıydım. Onun da elinde kılıç gibiydim. Benim şiddetim onun yumuşaklığına karışırdı. Ancak o önüme geçtiğinde dururdum. Aksi takdirde yürürdüm. Ben bu duruma devam ettim. Ta ki Ebû Bekir benden razı olduğu hâlde vefat edinceye kadar. Bundan ötürü de Allah'a çokça hamd ediyorum ve bundan dolayı da bahtiyarım.

Sonra bugün vazife bana verilmiştir. Biliniz ki, zalim hakkında, halife seçildikten sonra, benim bildiğiniz katılığım kat be kat artmıştır. Saldırgan hakkında da böyledir. Müslümanların hakkını, zayıfın hakkını kuvvetlilerinden almak hususunda da böyledir. Fakat dindar, salih ve ölçülü kimselere de yumuşak davranırım. Birinin bir başkasına zulmetmesine fırsat ve imkân vermeyeceğim. Biri başkasına zulüm ve taşkınlık edecek olursa, hakka boyun eğinceye kadar onun yüzünü yere sürteceğim. Bununla beraber iffetli, namuslu ve Allah'ın hükümlerine boyun eğen kimseler için de yüzümü yere koyarım.

Sizin benim üzerimde bazı haklarınız var, onları size söyleyeyim ki, öğreniniz: Bunlardan biri, sizden alınan vergiden ve Allah'ın size ihsan ettiği ganimet malından hiçbir şekilde kendime ayırmamamdır. Sonra inşallah, sizin yaşam seviyenizi ve geçim standardınızı yükseltmektir. Sizin açıklarınızı ve eksiklerinizi giderip tamamlamaktır. Yine bunlardan bir diğeri, sizi tehlikeye atmamamdır. Orduyla cihada çıktığınızda siz geri dönünceye kadar ailenizin geçim ve bakımını üstlenmemdir.

Allah'tan korkunuz. Beni size karşı sertlik göstermeye mecbur etmeyin. Bana, iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymak sûretiyle yardımcı olun ve Allah'ın bana yüklediği devlet işlerinizin yönetiminde bana öğüt ve tavsiyelerde bulunun."

* * *

Bu konuşma, Ömer'in en özlü ve en etkili konuşması değil elbette. Ancak içinde bulunduğu ortamda, onun hareket ve tutumlarına yön veren yöntem ve tarzına ışık tutan son derece parlak ve etkileyici bir konuşma olduğu açıktır…

O, Resûlullah'ın sağlığında, onun elinde, her tür sahteliğe ve batıla karşı, kınından çekilmiş bir kılıç oldu. Resûlullah bu kılıcı dilediğince kullandı…

Sonra Ebû Bekir (r.a.) Resûlullah'ın halifesi olunca, Ömer, onun elinde kınından çekilmiş bir kılıç oldu…

Bugün ise o hem kılıç, hem de onu kullanan koldur… Hem asker, hem komutandır… Bu sebeple onun her şeye karşı sorumluluğu, birinci dereceden ve doğrudan bir sorumluluktur…

O, kendisini ne insanlara, ne tarihe ve ne de bir başka şeye karşı sorumlu hissetmemektedir… Onun bütün sorumluluğu, apaçık Hakk'a… kendisine hiçbir şeyin gizli kalamadığı Allah'a karşıdır…

Evet, o, iki dostu -Resûlullah ve Ebû Bekir- gibi sadece büyük ve yüce Allah'a karşı sorumluluk taşımaktadır.

Onun nefsinin dürtülerine ve ailesinin arzularına karşı sorumluluğunu başarıyla nasıl yüklendiğini gördük…

Şimdi de Allah'ın, yönetimlerini kendisine emanet ettiği insanlara -topluma- karşı sorumluluğunu nasıl yerine getirdiğini görelim…

O, kendisini, sürüsünün başındaki çobana… Evindeki kadına… Beşiğindeki çocuğa kadar tüm insanlardan birinci dereceden ve doğrudan sorumlu kabul etmektedir…

Onun halka karşı sorumluluğu ise, öncelikle onlardan en alt yaşam düzeyindeki insanın yaşam standardında yaşamakla başlamaktadır… O ne zaman leziz bir lokmayla karşılaşsa daha önce okuduğumuz şu sözü tekrarlamaktadır:

"Onun en güzel yerlerini kendim yerken, halka işe yaramaz yerlerini -yani kemiklerini- bırakırsam, ne fena yöneticiyim ben..!"

Bundan daha ilginç ve tuhaf olanı ise,onun bu tutumu sadece dirilere değil, aynı zamanda ölülere karşı da benimsemiş olmasıdır…!!

O, henüz İslâm'ın ve Müslümanların iktidar sahibi olamadıkları dönemlerde Allah yolunda şehit olup da kendilerinden önce âhiret yurduna göçen din kardeşlerinin tatmamış olduğu nimetlerden faydalanmayı reddediyordu…

Şam'ı ziyaret ettiğinde, ona güzel, bol çeşitli bir yemek getirdiler. İştahla onu yemesi beklenirken, o ne yaptı? Getirilen yemeği yemeyi reddederek gözyaşları içinde şunları söyledi:

"Bizden önce ölmüş din kardeşlerimiz, fakr-u zaruret içinde bir arpa ekmeğine muhtaç şekilde günlerini açlık içinde geçirmişlerken, şimdi bütün bu yemekler bize, öyle mi?!"

O, hakka karşı böbürlenen, taşkınlık yapan kimseler, hakka boyun eğinceye ve kendilerini onlardan üstün ve ayrıcalıklı gördükleri diğer insanları omuzlarına alıncaya kadar onların üzerinden öfke ve hıncını eksik etmiyordu…

Öte yanda ise, -yukarıdaki konuşmasında dinlediğimiz üzere- iffetli, namuslu ve Allah'ın hükümlerine boyun eğen kimseler için de yüzünü yere koyuyordu…

O, sorumluluğunu kendi omuzlarında taşıyordu… Bu sorumluluğun bir kısmını, kendi sorumluluklarıyla meşgul olan başkalarına da yüklemiyordu…

Arkadaşlarından biri, işinde ona yardım etmeyi veya yükünü ona biraz hafifletmeyi teklif etse,

"Kıyamet gününde de benim günah yükümü taşıyacak mısın?!" diyerek, buna engel oluyordu.

Sorumluluklarından biri Ömer'i çağırdığı zaman sorumluluğa karşı ihtimam ve gayretle dolu psikolojik ortamı görüyoruz… Bu ortam, hareketli, kıpır kıpır bir dünyadır… Fert de sıradan bir fert değildir…

İnsanlar için sıradan bir konuşma gibi görünen bir söz Ömer'i derinden sarsıyordu. Bunun üzerine değerlendirmeler, kıyaslar yapıyor ve sonra bundan bir kanun, kural çıkarıyordu.

* Bir akşam vakti Medine'ye bazı tüccarlar geldi. Medine'nin yukarı mahallelerinde çadırlarını kurdular. Halife Ömer, yanına Abdurrahman bin Avf'ı (r.a.) alarak bu misafir ticaret kervanının durumunu araştırmak istedi. Gece epeyi ilerlemiş, gecenin son vakitleri girmişti... Uyuyan kervana yakın bir yerde Ömer ve Abdurrahman kendilerine uygun bir yer buldular. Ömer (r.a.), Abdurrahman'a:

"Burada gecenin geçmesini bekleyelim, misafirlerimizi koruyalım." dedi.

Onlar bu şekilde oturmuş bekleşirlerken, bir bebeğin ağlama sesini duydular… Ömer susup, sese kulak kesildi. Çocuğun sesinin kesilmesini bekledi. Fakat ağlayan çocuğun sesi bir türlü kesilmiyordu. Hızla sesin geldiği tarafa doğru gittiler. Sese iyice yaklaştıklarında annenin, susmayan bebeğini hırpalayarak susturmaya çalıştığını gördüler. Ömer (r.a.) kadına:

"Allah'tan kork da bebeğine iyi davran!" dedi.

Sonra geldiği yere geri döndü. Bir müddet sonra bebeğin sesi yine duyuldu. Ömer de koşarak tekrar bebeğin bulunduğu yere gitti. Bebeğin annesine:

"Sana, Allah'tan korkup, bebeğine iyi davranmanı söylemiştim!" dedi.

Sonra tekrar geldiği yere geri döndü. Tam yerine yerleşecekti ki, bebeğin ağlamaklı sesiyle irkildi. Tekrar bebeğin bulunduğu yere geldi. Bebeğin annesine:

"Yazıklar olsun sana! Sen ne kötü bir annesin! Bebeğinin nesi var, onu niçin susturmuyorsun?!" dedi.

Kadın kiminle konuştuğunu bilmeksizin:

"Ey Allah'ın kulu beni rahatsız edip üzdün! Ben onu sütten kesmeye çalışıyorum; ama ısrarla emmek istiyor." dedi.

Ömer (r.a.):

"Onu niçin sütten kesmek istiyorsun?" diye sordu.

Kadın:

"Çünkü Ömer sadece sütten kesilmiş bebeklere nafaka veriyor!" dedi.

Ömer (r.a.) kadının cevabını duyunca nefes nefese kaldı.

"Bebeğin yaşı kaç?"

"Henüz birkaç aylık."

"Vah sana… Onu sütten kesmekte acele etme…"

Abdurrahman bin Avf (r.a.), hikâyenin gerisini şöyle anlatıyor:

"Ömer, o gün bize sabah namazını kıldırdı. Ağlamaktan namazda ne okuduğu anlaşılmıyordu. Selâm verince şöyle dedi:

"Ömer ne fena adam..!! Kim bilir kaç Müslümanın çocuğunu katletti…!!"

Sonra bir tellâl göndererek Medine sokaklarında şunu ilan ettirdi:

"Bebeklerinizi sütten kesmekte acele etmeyin. Biz, doğan her Müslüman çocuğa devlet hazinesinden maaş bağladık…!!"

Sonra bu kanunu yazıya geçirerek, tüm valilerine gönderdi.

* * *

Anneyle bebeğinin yanına varınca, Mü'minlerin başkanı kaftanını yere serip, kendi elleriyle onlara yemek pişirdi. Sonra hizmetkârını göndererek devesini getirmesini istedi. Hizmetçi deveyi getirince, onları devesine bindirerek, Medine'nin içinde, kendine yakın ve daha rahat bir yere yerleştirdi. Böylece onları gereğince kollayıp gözetti…

İnsanlar… İnsanlar… İnsanlar…!!

Bu, gece ve gündüz daima Ömer'i içten içe titreten, korkutan bir sözdü… Hatta aldığı yarayla kanı akıp dururken ve o son nefeslerini verirken dahi o, seçtiği altı kişilik danışma kurulundan, içlerinden birini yeni halife olarak seçmelerini istiyordu… Ali, Osman ve Sa'd kendisini ziyarete geldiklerinde, kelimeler dudaklarından binbir zorlukla çıkarken, onlara vasiyette bulunuyor, şunları söylüyordu:

"Ali! İnsanların yönetiminde bir makama seçilirsen, sakın Haşim oğullarından hiç kimseyi herhangi bir devlet görevinin başına getirme.

Osman! İnsanların yönetiminde bir makama seçilirsen, sakın Ebû Muayt oğullarından hiç kimseyi herhangi bir devlet görevinin başına getirme.

Sa'd! İnsanların yönetiminde bir makama seçilirsen, sakın akrabalarından hiç kimseyi herhangi bir devlet görevinin başına getirme."

Vefat ettiği sene, bütün İslâm coğrafyasını dolaşıp, halkların durumlarını yakından öğrenmeye karar vermişti. Bir gün yakın arkadaşlarına şöy­le dedi:

"Şayet yaşarsam, inşallah bir sene boyunca bütün halkları dolaşacağım. Ben halkın bana ulaşmayan ama çözüm bekleyen ihtiyaç ve sorunlarının olduğunu biliyorum. Valilerim bunları bana iletmiyorlar.  Şam'a gidecek, orada iki ay kalacağım. İki ay da Cezire'de kalacağım. Sonra Mısır'a, Bahreyn'e, Kûfe'ye ve Basra'ya gidecek, oralarda da ikişer ay kalacağım… Bu yıl ne güzel bir yıl olacak…"

* * *

Ömer'in (r.a.) halka ve topluma karşı sorumluluğu konusunu bitiriyor, valilerine ve devlet memurlarına karşı sorumluluklarına geçiyoruz. Çünkü uzak ve yakın İslâm kentlerinde halkın ipi bu insanların elinde…

Ömer (r.a.), valilerine ve devlet memurlarına karşı sorumluluğunu nasıl yerine getiriyordu?

Elbette bunu kendi -değişmeyen- tarz ve yöntemince yapıyordu… Bu sorumlulukların alanı ve türleri ne kadar genişlerse genişlesin, bunların yerine getirilmesinde en küçük bir farklılık görülmez…

O, bu insanları, kendi sonunu belirleyen bir kimsenin titizliğiyle seçiyordu…

Bunlardan herhangi birinin yapacağı her yanlıştan -ister bundan haberi olsun, ister olmasın-, kendisini sorumlu tutuyordu…

Sonra… Valiyi seçmeden önce iyice düşünüyor… Aklını kullanıyor… Rabbinden kendisini iyiye ve hayra ulaştırmasını istiyor… Arkadaşlarına danışıyor… Ağırdan alıyor… Bekletiyordu…

Arkadaşlarına şöyle soruyordu:

"Şimdi ben,bildiğim en iyi insanı başınıza vali yaptığım, ona yönetimde adil olmasını emrettiğim takdirde kendimi bu işin sorumluluğundan kurtarmış olur muyum?!"

Onlar:

"Evet. Böyle yaptığında kendini sorumluluktan kurtarmış olursun." deseler de o bunu kabul etmiyor:

"İşleri emrettiğim şekilde yapıp yapmadıklarını denetlemedikçe asla, sorumluluktan kurtulamam…" diyor ve ardından ekliyordu:

"Herhangi bir valimin zulüm haberi bana ulaşır da ben bu zulmü düzeltmezsem, onu ben işlemiş olurum!"

Yine Halid bin Arfata'ya şunu söylüyordu:

"Sen yanımda oturduğun için sana yapacağım nasihat, uzak İslâm şehirlerinde yaşayan herhangi birine yapacağım nasihatim mesabesindedir. Çünkü Allah onların sorumluluklarını benim boynuma geçirmiştir. Kuşkusuz Resûlullah (s.a.v.):

"Halkını aldatmış olduğu hâlde ölen bir idareci, cennetin kokusunu alamayacaktır." buyurmuştur."

Ömer (r.a.), valilerinden sorumluluklarını, kendisiyle aynı seviyede yerine getirmelerini istiyordu…

Her ne kadar bunu yapmak çok zor hatta imkânsız ise de o, bu sorumluluğu istediği seviyeye en yakın biçimde yerine getirebilecek kişiyi araştırıp buluyor ve onu vali yapıyordu…

Bunun için de vali seçiminde son derece ince eliyor, sık dokuyordu.

Öncelikle makam veya mevki isteklilerini kabul etmiyordu…

O bu hususta tamamen Resûlullah'a (s.a.v.) uyuyordu ki, Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

"Allah'a yemin olsun ki, biz, bu konuda istekili veya arzulu olan hiç kimseyi asla herhangi bir göreve getirmeyiz."

Yardımcılarını seçerken Ömer'in izlediği ilk adım buydu… Makam ve mevki düşkünü kimseyi bu işten uzak tutmak… Çünkü yönetime düşkün olan… Yönetici, vali olmak isteyen insanlar devlet idaresi sorumluluğunu lâyıkıyla yerine getiremezler. Aksi takdirde bundan kaçarlar, uzak dururlardı…

Bir gün arkadaşlarından birini bir bölgenin valisi yapmayı gönlünden geçirdi…

Arkadaşı birkaç saat sabredebilseydi, Ömer (r.a.), uygun gördüğü bir makama tayinini yapmak için onu davet edecekti…

Fakat bu sahabî, hakkında hiçbir bilgi sahibi olmadığı işleri yapmaya kalkıştı. Ömer'den kendisini vali yapmasını istedi…

Ömer (r.a.), kaderin hikmetli yürüyüşü karşısında gülümsedi… Biraz düşündükten sonra arkadaşına şöyle dedi:

"Bunu biz de düşündük. Ancak kim bunu kendiliğinden isterse, bu görevinde ona yardım edilmez, o kendi haline terk edilir." dedi. Sonra boşalan valilik makamına başkasını vali olarak tayin etti…

Şöyle düşünebiliriz: Bilgi ve yeteneklerine güvenen ve talip olduğu görevin tüm sorumluluğunu yerine getirebileceğinden emin olan insanın böyle bir talepte bulunmasında ne sakınca var?

Yusuf (r.a.) da krala:

"Beni ülkenin hazinelerine tayin et! Çünkü ben (onları) çok iyi korurum ve bu işi bilirim." [11] dememiş miydi?!

Evet… Yusuf (a.s.) da böyle dedi. Fakat o, bu göreve getirilmeyi isterken, tehlikelere hayatı pahasına dalan biri gibi hareket ediyordu. O bir itfaiye eri gibi ateşin üzerine gidiyor; bu işten sağ kurtulup kurtulamayacağını, yoksa kül mü olacağını kestiremiyordu.

Doğru… O saygın bir makama talip olmuştu… Ancak bu makam aynı zamanda koç değil borçtu… Tehlikeleri kesin, faydaları ise ihtimal dâhilindeydi…

Ülke iflâs içindeydi. Açlık, yıkım kapıdaydı… Yöneticilerin tamamı kendilerinin sebep olduğu sondan kaçıyordu…  Böyle bir ortamda bir adam çıkıyor ve ülkeyi neredeyse kaçınılmaz bir son olan bu krizi bitireceğini söylüyordu…

Buna makam taliplisi, isteklisi denemez… Buna denilse denilse, tehlikeye, zorluğa âşık adam denir…

Fakat Ömer'in meseleyi bu düzeyde felsefî boyutta ele almaya ihtiyacı yoktu… Ona göre mesele gayet açık ve netti. O, kendisinin anladığı düzeyde sorumluluğu üstlenebilecek vali arıyordu. Bu tarz bir insan ise, göreve talip olmak bir yana ondan şiddetle kaçacaktır…

Ömer (r.a.) de kendisine valilik görevinin verilmesinden kaçmıştı… Resûlullah'ın vefatının hemen akabinde halife olarak seçilmekten kaçmıştı… Şayet Ebû Bekir (r.a.) geri çeviremeyeceği bir ortamda bu görevi ona yüklememiş olsaydı, asla bu görevi kabul etmeyecek, "Mü'minlere başkan olmaktansa, boynunun vurulmasını" tercih edecekti...

Öyleyse vali ya da devlette yönetici olmak isteyen herkes, yönetimindeki halk için kötü bir seçim ve gelecek olacaktır… Ömer (r.a.) ise, böyle bir kimseyi kabul edemezdi…

Nihayet boşalan valilik görevi için "güçlü ve güvenilir" kimseyi seçiyordu…

Valiyi seçer seçmez, elinden tutuyor ve ona şöyle diyordu:

"Ben seni Müslümanların kanını dökesin, namuslarına halel getiresin diye bu göreve seçmedim. Ben seni onlara namazı kıldırasın, aralarını bulasın, aralarında adaletle hükmedesin diye vali yaptım."

Sonra ona yönetim işinde sakınması ve uzak durması gereken şeyleri sıralıyordu:

"Soylu ata binme…

İnce, yumuşak elbiseler giyme…

Güzel yemekler yemekten sakın…

İhtiyaç sahiplerine kapını kapatma…"

Fakat Ömer (r.a.) niçin valilerine bu konularda sınırlama getiriyor ve yasaklar koyuyordu…?!

Çünkü o valilerinin, yönetimlerindeki halkın yaşam seviyesinde yaşamalarını, kendilerini onların yerine koymalarını, onlara efendi değil hizmetçi olmalarını istiyordu…

O, valilerin halklar için fitne olmamalarını, servet içinde şımarmamalarını, doldurdukları makamın adını kullanarak kendilerine en küçük bir ayrıcalık ve imtiyaz tanımamalarını istiyordu…

Bu sebeple onların yaşantılarındaki gösterişi, gurur ve kibri yakından takip ediyor; bu bir binek hayvanında dahi meydana gelse derhâl onları bundan menediyordu...

Ona göre, binek, kibirlenmek ve gösterişte bulunmak için değil; iş için… gururlanmak için değil; hizmet için… lüks bir yaşantı sürmek için değil; zaruret ve ihtiyaçtan dolayı edinilmelidir…

O, valilerinin saygınlık ve nüfuzlarını yitirmemelerini; fakat bu saygınlık ve nüfuzda da taşkınlık ve kibrin bulunmamasını istiyordu…

Onların, insanlardan, elbiselerinin şıklığıyla değil; şahsiyetlerinin kalitesiyle… yalancı ve sahte görüntü ve davranışlarıyla değil; övgüye layık davranış ve işleriyle önde olmalarını istiyordu…

Bakın, büyük bir uzman gibi, hoşlandığı vali tipini nasıl tanımlıyor…?

Bir gün arkadaşlarına şöyle der:

"Bana, benim için çok önemli olan bir göreve tayin edebileceğim birini gösterin…"

"Falan kişi." dediler.

"O işime yaramaz." buyurdu.

"Nasıl birini arıyorsun?"

"Öyle bir adam arıyorum ki, halkın içindeyken başkanın o olduğu anlaşılsın… Başkanlık makamındayken de halktan biri zannedilsin."

Aydın aklınla, zeki ruhunla bin yaşa…! 

Bakınız…

Ömer'in tam olarak istediği… kibir ve gururda değil; ahlâk ve tevazuda ileri, lider insanlar…

Öyle lider insanlar ki, halk, onlar geldiklerinde yolları onlar için boşaltmaz. Onlar halkın omuzlarında yükselmezler… Bilakis yeryüzünde ağırbaşlı ve vakarlı bir şekilde yürürler, kanaatkâr kimseler olarak yaşarlar…

Yine öyle lider insanlar ki, salih amelleri ve üstün gayretleri dışında kendilerini halktan ayırmaz ve onlardan farklı ve üstün görmezler…

Ömer (r.a.), bunları en büyük öğretmenden… Allah'ın Resûlü Muhammed'den (s.a.v.) öğrendi…

Resûlullah (s.a.v.), ashabını bir iş yaparken görünce derhâl o da onlara katılırdı… İşin en büyüğünü de kendisi yapardı…

Bir gün bir yolculuk esnasında ashabı için odun topluyordu.

"Ya Resûlallah, sizin toplamanıza gerek yok, biz toplarız…!" demişlerdi de onlara şu karşılığı vermişti:

"Ben kendimi sizden farklı ve ayrıcalıklı görmekten hoşlanmıyorum."

Bazı ashabının kendisine:

"Sen bizim efendimizsin… Efendimizin oğlusun…" dediklerini duyunca kendisi hakkında bu şekilde konuşmamalarını söyleyip, onlara şöyle dedi:

"Sakın şeytan sizi tuzağına düşürüp saptırmasın…"

Ashabının yanına geliyor… Ashabı onun için ayağa kalkıyor…

"Acemlerin birbirilerini yücelterek birbirileri için ayağa kalkmaları gibi siz de ayağa kalkmayın…"

* * *

Ömer'in valilerine karşı sorumluluğu elbette onların seçimlerinde son derece titiz davranmak ve onları güzelce irşad edip eğitmekle bitmiyordu… Bunun da ötesinde, onların yönetimlerini, başlarında bulundukları halklar için rahmet, rahatlık ve güvene dönüştürecek tüm garanti ve sigorta mekanizmalarını da kuruyordu…

Bunu ise, yöneticiyi, halkın altında, ondan aşağı tutarak, vatandaşın valilere yönelik tüm şikâyetlerine bizzat kulak verip, derhâl çözüme giderek ve tüm valilerinin hal ve hareketlerini yakından takip ederek yapıyordu…

Bir hac mevsimi… İslâm coğrafyasının çeşitli kentlerinden hac yapmak için akın akın insanlar geliyor… Ömer el-Faruk, tüm valilerini de çağırtıyor. Sonra halka hitaben şöyle sesleniyor:

"İnsanlar! Ben size valilerimi sizi falakaya yatırsınlar… mallarınızı ellerinizden alsınlar… diye göndermiyorum. Aksine onları size dinlerinizi ve Peygamberinizin sünnetini öğretsinler diye gönderiyorum. Kime bunun dışında bir muamele, işlem yapılmışsa, bana haber verin. Allah'a yemin ederim ki, o insana, o valiye karşı kısas yapma imkânı sağlayacağım…"

Amr bin Âs, bu uygulamanın valilerin halk nezdindeki heybet ve ihtişamını zedeleyeceğini düşünerek şöyle diyor:

"Müslüman bir vali, halkından bazılarını cezalandırarak uslandırsa, sen ona da mı kısas uygulayacaksın?!"

"Canım elinde olan Allah'a yemin ederim ki,  evet ona da kısas uygulayacağım. Çünkü ben Resûlullah'ın, kendini kastederek şöyle dediğini duydum:

"Kimin çıplak sırtına vurmuşsam, işte çıplak sırtım, o da benim sırtıma vursun…"

Ömer (r.a.) ne zaman bir vali hakkında kendisine şüpheli haberler ulaşsa, derhal ulaşan haberlerin doğruluğunu tam bir dikkat ve titizlikle araştırıyordu…

Bir gün Humus şehrinden kendisini ziyarete gelen heyete, valileri Abdullah bin Kurat'ı soruyor…

Heyet:

"O iyi bir vali; ama keşke kendisi için gösterişli bir ev yapmasaydı." diyorlar.

Ömer (r.a.), "gösterişli ev" sözüne takılıp kalıyor…

Yoksa o bununla insanlara karşı gurur ve kibir mi yapıyor…? Ne güzel… Ne âlâ ey Kurat'ın oğlu…!

Sonra Ömer vakit yitirmeden Humus'a birini gönderiyor. Ona: "O eve git, kapısını ateşe ver… Sonra onu bana getir." diyor.

Görevli, Humus'a doğru yola çıkıyor… Kendisinden istenileni yapıyor, valiyi Ömer'e getiriyor… Ömer, üç gün valiyi bekletiyor, huzuruna kabul etmiyor… Dördüncü gün… Sadaka develerinin ve koyunlarının yatağı olan "el-Hurre" mevkiinde onu kabul ediyor…

Vali, huzuruna getirilince ondan valilik kaftanını çıkarıp, çoban kıyafeti giymesini emrediyor.

"Bu, babanın giydiklerinden daha iyi bir elbise." diyor.

Sonra eline bir sopa vererek:

"Bu, babanın, otlatırken koyunlarına yaprak silkelediği sopadan daha iyi." diyor.

Sonra develeri göstererek:

"Abdullah onları güt..!" diyor.

İlerleyen günlerin birinde onu çağırtıyor:

"Ben seni Humus'a ev yapasın diye mi gönderdim?... Şimdi görevinin başına dön ve bir daha böyle bir şeyi asla tekrarlama…" diyerek onu azarlıyor.

Bu, Ömer'in, halkının, "O iyi bir vali; ama keşke kendisi için gösterişli bir ev yapmasaydı." diyerek lehinde şahitlik yaptığı bir valiye karşı tutumu…

Bir efsaneyle karşı karşıya olduğumuzu mu düşünüyorsunuz… Bu bir efsane olsaydı, inanması ve kabul etmesi çok güç olurdu…

Fakat tüm insanlığın güzel bahtındandır ki, Ömer (r.a.) asla bir efsane değildir… Aksine o, tüm zaman ve mekânları varlığıyla dolduran hakikatin ta kendisidir… O, Allah'ın insanlara bir hidayet rehberiydi ki, Allah sanki onu insanlığa örnek gösterek, "Siz de onun gibi olmaya çalışın!" diyor gibiydi.

* * *

İranlılar ve müttefikleri, Müslümanlarla savaşmak üzere Nihavend mevkiinde mevzileniyorlar… Sa'd bin Ebû Vakkas (r.a.), karşısında dalga dalga yürüyen orduyla savaşmak için hazırlanıyor… Medine'ye Sa'd'ı şikâyet ediyorlar… Ömer (r.a.) savaşın bitmesini dahi beklemeden derhâl Sa'd'ı Medine'ye çağırıyor. Eğer gelen şikâyet doğruysa, Müslümanlar savaşı kaybetseler dahi, Ömer asla Sa'd'a acımayacak… Çünkü Ömer'e göre zafer, günaha teşebbüs eden her komutan ve askeri, yanlışa sürüklemekte, hedefinden saptırmaktadır.

Son derece kritik ve hassas bir zamanda Ömer (r.a.), Muhammed bin Mesleme'yi şikâyetin doğru olup olmadığını araştırmak üzere savaş alanına gönderiyor… Şikayet doğru çıkarsa, Sa'd'ı Medine'ye getirecek…

Muhammed bin Mesleme (r.a.) savaş alanına gidiyor. Büyük fatih komutan, heybetli vali Sa'd'ın elinden tutarak tüm savaş alanını geziyor… Askerlere onun hakkında ne düşündüklerini soruyor. Kimileri överken, kimileri bazı nedenlerle onu eleştiriyor… Muhammed bin Mesleme, Sa'd'ı Medine'ye getiriyor…

* Biz Ömer'in, Mısır fatihi ve valisi Amr bin Âs ile aralarında geçen bir olay karşısındaki tutumunu da biliyoruz…

Söz konusu olay şu şekilde gelişmişti:

Mısır'dan keder ve gam içinde gelen genç, Ömer'e dert yanar…

"Ey Mü'minlerin başkanı! Burası sana sığınılacak bir makamdır!" der.

Ömer (r.a.) haberin ayrıntılarını araştırdığında, Mısır valisi Amr bin Âs'ın oğlu Muhammed'in, kendisini yarışta yendi diye bu genci kırbaçla feci şekilde dövdüğünü öğrenir. Üstelik döverken de, "Al sana! Al sana! Seçkinlerin en seçkininin oğlunu yenmek neymiş anla!" diye bağırıyormuş.

Ömer (r.a.), derhâl birini göndererek Amr'ı ve oğlu Muhammed'i Medine'ye çağırır. Şimdi biz sözü Enes bin Malik'e (r.a.) bırakalım da o gördüklerini bize anlatsın:

"Allah'a yemin olsun ki, biz Ömer'in yanında oturuyorduk. Derken kaftanları içinde Amr bin Âs (r.a.) çıkageldi. Ömer ise gözleriyle Amr'ın oğlunu arıyordu. O babasının arkasındaydı…

"Şikayet sahibi Mısırlı nerede?" diye sordu.

Adam:

"Ey Mü'minlerin başkanı, buradayım." diye cevap verdi.

Ömer:

"Şu kırbacı al, onunla seçkinlerin en seçkininin oğluna vur!" dedi.

Adam, yara bere içinde mecalsiz bırakıncaya kadar çocuğa vurdu. Biz bu durumu görünce artık vurmaya son vermesini istedik. Ömer ise:

"Seçkinlerin en seçkininin oğluna vur!" diyerek vurmaya devam etmesini söylüyordu. Nihayet şöyle dedi:

"Şimdi de onunla Amr'ın dazlak başına vur! Allah'a yemin olsun ki o çocuk, ancak bu saltanat sahibinin izin ve hoşgörüsüyle sana vurmuştur!"

Adam:

"Ey Mü'minlerin başkanı! Bana vurana yeterince vurdum, ondan hıncımı aldım." dedi.

Bunun üzerine Ömer (r.a.):

"Sen vurmayı bırakıncaya kadar biz asla onlarla senin arana girecek ve seni engelleyecek değiliz." dedi.

Sonra Amr'a döndü.

"Amr! Anneleri kendilerini özgür ve hür insanlar olarak doğurmuşlarken siz insanları ne zaman köleleriniz yaptınız?!" diye seslendi.

Ardından Mısırlıya döndü.

"Güven içinde git. Herhangi bir şeyden endişe ve şüphe duyarsan bana yaz." dedi.

Sahabenin ileri gelenlerinden ve İslâm coğrafyasının en büyük kenti Mısır'ın fatihi olan Amr bin Âs, oğlunun cezalandırılmasına engel olamıyor… Bırakın oğlunu kurtarmayı, şikâyet sahibi bağışlamasaydı, neredeyse aynı cezaya kendisi de çarptırılacaktı…

* * *

Bunlar, otorite ve nüfuzlarını kötüye kullanan valilere karşı tavır ve tutumundan bazı örnekler… Bununla birlikte valisinin suçsuzluğu anlaşıldığında bu sert tutum, son derece sevgi ve merhamet dolu sahnelere dönüşüvermektedir…

Bir gün bir valisi hakkında şikâyette bulunan bir grup insan geldi. Bu vali, Saîd bin Âmir el-Cemhî (r.a.) idi. Şikayet üç konuda yoğunlaşıyordu:

1- Gün iyice yükselinceye kadar vali evinden dışarı çıkmıyordu.

2- Geceleyin kimseyi kabul etmiyordu.

3- Her ayda bir gün gözlerden kayboluyor, kimse o gün onun nerede olduğunu bilmiyordu.

Ömer (r.a.), valiyi çağırdı. Onu şikâyet sahipleri ile yüzleştirdi. Sonra onlara: "Haydi, anlatın!" dedi.

"Gün iyice yükselinceye kadar evinden dışarı çıkmıyor." dediler.

Vali bu şikâyete kaşı kendini şöyle savundu:

"Ey Mü'minlerin başkanı! Allah'a yemin ederim ki, ben bunu açıklamaktan hoşlanmıyorum… Ailemin bir hizmetçisi yok. Onlar için hamur yoğuruyor, ardından hamurun mayalanmasını bekliyorum. Sonra da o hamurla ekmek pişiriyorum. Daha sonrada abdest alıp halkın içine çıkıyorum."

Ömer'in gözleri ışıldadı… Dindarlığına güvendiği ve kendi seçtiği bu adam hakkında kötü düşüncelerden kurtuldu…

Ömer sonra şikâyet sahiplerine dönerek:

"Başka?!" dedi.

Adamlar:

"Geceleyin kimseyi kabul etmiyor." dediler.

Vali buna da şöyle cevap verdi:

"Allah'a yemin olsun ki, bunu da anlatmak istemezdim… Ben gündüzlerimi onlara, gecelerimi de Rabbime ayırdım."

Ömer tekrar şikâyet sahiplerine döndü:

"Başka ne şikâyetiniz var?" dedi

"Her ayda bir gün gözlerden kayboluyor, kimse o gün onun nerede olduğunu bilmiyor." dediler.

Vali bu şikâyete karşılık da şunları söyledi:

"Benim elbiselerimi yıkayacak bir hizmetçim yok. Ben insanların arasından görünmediğim o günde elbiselerimi yıkıyorum. Ardından onların kurumasını bekliyorum. Ancak günün sonunda halkın ararsına karışabiliyorum."

Ömer'i mutluluk ve sevinç kaplamıştı.

"İleri görüşlülüğümde beni yanıltmayan Allah'a hamd olsun!" dedi.

Onun mutluluğu elbette bu denli büyük olacaktı. Çünkü şikâyet sahiplerinin şikâyetlerinde haksız oldukları, valisinin de suçsuz olduğu anlaşılmıştı. Çünkü o, bütün valilerinin hatta bütün insanların güçlü ve ayıp ve kusurlardan temiz olmalarını arzu ediyordu…

Umeyr bin Saîd'i Humus'a vali tayin etti. Saîd, Humus'ta kaldığı bir sene süresince hiçbir gelir ve vergi göndermemişti. Kendisinden Medine'ye iyi veya kötü herhangi bir haber de ulaşmamıştı. Ömer, kâtibini çağırdı.

"Umeyr'e bir mektup yaz. Ben onun bize ihanet etmiş olmasından endişe ediyorum." dedi. Sonra birini mektupla göndererek Umeyr'i Medine'ye çağırdı.

Bir gün Medine sokaklarında gezerken, saçı başı dağınık, toz toprak içinde bir adam gördü. Halinden yolcu olduğu anlaşılıyordu. Adamın, çektiği sıkıntı ve yorgunluktan adım atacak mecali kalmamıştı. Binbir güçlükle yürüyordu… Sağ omzunda bir azık torbası ve çanak, sol omzunda da içinde bir miktar su bulunan küçük bir kırba vardı. Elinde kendisini taşımayacak derecede zayıf bir değnek tutuyor, ona dayanıyordu…

Ağır adımlarla Ömer'in bulunduğu kalabalığa doğru yaklaştı.

"Esselâmü aleyküm ey Mü'minlerin başkanı!" dedi.

Ömer adamın selâmını aldı. Adamın perişan haline çok acımıştı.

"Nedir bu halin Umeyr?!"

"Halim gördüğün gibidir… Sağlıklı bedenimi, damarlarımda gezinen kanı görmüyor musun? Dünyanın iki boynuzundan tutmuş çekiyorum."

"Dünyalık neyin var?"

"İçinde azığımı taşıdığım bir azık torbam, içinde yemeğimi yediğim bir çanağım, abdest ve içmek için kullandığım suyumu taşıdığım bir kırbam ve kendisine dayandığım, bana biri musallat olduğunda onunla kendimi savunduğum bir sopam… Allah'a yemin ederim ki, dünya bana hizmet için yaratılmış!"

"Yürüyerek mi geldin?"

"Evet."

"Sana bineceğin bir deveyi verecek birini bulamadın mı?"

"Onlar kendiliklerinden bunu yapmadılar, ben de onlardan bunu istemedim."

"Seni tayin edişimizden bu yana neler yaptın?"

"Beni gönderdiğin şehre gittim. Şehrin salih insanlarını topladım ve şehrin ganimet ve vergilerinin toplanması görevini onlara verdim. Onlar topladıklarını bana getirdiklerinde ben de onları gerekli yerlerde kullandım. Şayet geriye bir şey kalsaydı, elbette onu sana getirirdim."

"Bize bir şey getirmedin mi?"

"Hayır, getirmedim."

Ömer, mutlu ve bahtiyar bir hâlde:

"Umeyr'in görev süresini uzatın!" diye emretti. Umeyr görev süresinin uzatılmasına itiraz etti:

"O günler geri kaldı. Bugünden sonra artık ne senin için, ne de başkası için çalışmayacağım…!!" dedi.

Ömer'e hediye göndermeyi aklından geçiren valinin vay haline…

Doğrusu valiler, böyle büyük tehlikeye düşmemek için çok dikkatli ve uyanık davranıyorlardı… İçlerinden yalnızca fazilet ve erdem sahibi Ebû Musa el-Eş'arî (r.a.) bu hataya düştü... O da bir kez…

Bir gün Mü'minlerin başkanı evine döndüğünde, evde bir metreden küçük bir kilim parçası gördü.  Hanımı Âtike'ye:

"Bunu sana kim verdi?" diye sordu.

Âtike:

"Onu bize Ebû Musa el-Eş'arî hediye etti." dedi.

"Ebû Musa mı?!.. Onu bana getirin!"

Biraz sonra Ebû Musa, korkarak geldi. Ömer'e yaklaştığında sağ tarafında küçük kilimi gördü. Ömer'in öfkeden damarlarının kabardığını görünce:

"Ey Mü'minlerin başkanı, hakkımda karar vermekte acele etmeyin." dedi.

Fakat Mü'minlerin başkanı, Ebû Musa'yı dinlemiyor, kilimi onun başına dolayarak öfkeyle konuşuyordu:

"Bunu bize hediye etmene sebep nedir? Kilimini al, bizim ona ihtiyacımız yok!"

Bir gün valilerinden birini ceza olarak görevinden azletti. Hanımı Âtike, kocası Ömer'in sakin ve huzurlu olduğu bir anı fırsat bilip, o vali hakkında aracı olmak istedi. Henüz:

"Ey Mü'minlerin başkanı, onun ne suçu vardı ki?" demişti ki, Ömer yerinden sıçradı. Sanki dinin temellerinden biri sarsılmış ya da yıkılmıştı.

"Ey Allah'ın düşmanı kadın! Ondan sana ne?!" diye bağırdı. Şayet kadın yaptığı şey, danışma ve fikir bildirme türünden bir şey olsaydı, Ömer bunu kabul eder, ileri sürülen görüş hakkında düşünürdü.

Ama burada durum farklıydı. Bir insanın sorumluluk sahası dışında bir alana müdahalesi ve Ömer'in kabul edemeyeceği, hoş karşılamayacağı bir çeşit kayırma ve aracılık söz konusuydu.

Bunlar, onun valilerine karşı sorumluluğunu yerine getirmesinin bazı örnekleridir.

Şimdi ümmetin malına/devlet hazinesine karşı sorumluluğunu nasıl yerine getirdiğini görelim… Hiç kuşkusuz bu da akıl ve gönülleri hayrete düşüren bir şeydi…

Şu rivayeti aktararak başlayalım…

Abdullah bin Âmir bin Rebîa (r.a.) anlatıyor:

"… Hac döneminde Medine'den Mekke'ye gidiş, oradan da tekrar Medine'ye dönüş yolculuğunda Ömer'le birlikte oldum. Bu yolculuk boyunca onun için ne bir çadır kuruldu, ne de bir çardak yapıldı. Mola yerlerinde üzerindeki elbiseyi bir ağacın dalına asıyor, altında oturacağı bir gölgelik yapıyordu…"

Beşşar bin Nümeyr (r.a.) de şöyle anlatıyor:

"Ömer (r.a.) bana:

"Bu hac esnasında kaç para harcadık?" diye sordu.

"On beş dinar." dedim.

"Öyleyse malı israf etmişiz." dedi.

Görüyor musunuz, hazinesi kisra ve kayserin hazineleriyle dolmuş olan bu adam, hacca gitmek için yakıcı bir çöl ortamında yolculuk yapıyor; ama bu hazineyi, kendi hac yolculuğunun temel, zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için dahi kullanmıyor… Diğer insanlarla beraber o da güneşin kavurucu sıcağına, kızgın kayaların yakışına maruz kalıyor… Bu yolculuğun tüm maliyeti ona on beş dinar oluyor… Harcanan paranın miktarını öğrenince "Öyleyse malı israf etmişiz." diyor.

O halife olmadan önce kendisinin ve ailesinin geçimini ticaretten sağlayan bir adamdı… Halife olup, bütün vaktini Müslümanların işlerine ayırınca kendisine devlet hazinesinden asgarî seviyede geçinmelerini sağlayacak miktarda bir maaş bağladı…

 Sorumlulukları arttıkça ihtiyaçları ve giderleri de arttı. Ne zaman devlet hazinesi bollaşsa, Medine'de ve diğer şehirlerde oturan bütün Müslümanların maaşlarına zam yapıyordu… Fakat kendi maaşını bir kuruş arttırmayı düşünmüyordu… Bir gün bazı arkadaşları, Mü'minlerin başkanının, maaşı yetmediğinden geçimini sağlamak için borçlandığını işittiler. İçlerinde Osman, Ali, Talha, Zübeyr'in de bulunduğu yakın çevresi, bu konuyu Ömer'le konuşmak ve ona maaşını ve diğer bazı gelirlerini arttırmasını teklif etmek üzere bir araya geldiler. Fakat onun bu konuda çok sert ve katı olduğunu bildikleri için bu konuyu doğrudan kendisine açmaya cesaret edemediler…

Osman (r.a.):

"Bu konuyu gizliden gizliye iyice araştıralım." dedi.

Hep birlikte Ömer'in kızı Hafsa'ya gittiler. Anlatacaklarını gizleyeceğine dair söz aldıktan sonra konuyu ona açtılar. Ondan babasının durumunu yakından takip etmesini istediler.

Hafsa, ürkerek babasının yanına vardı ve sözlerine çok dikkat ederek sevecen bir dille konuşmaya başladı.

Ömer (r.a.):

"Seni bana kim gönderdi?" diye sordu.

Hafsa (r.anha):

"Hiç kimse." dedi.

Ömer kızına inanmamıştı:

"Aksine seni mutlaka birileri göndermiş olmalı. Onların kim olduğunu bir öğrenirsem, hadlerini bildireceğim." dedi. Ardından kızına dönerek:

"Sen Resûlullah'ın hanımıydın. Onun evde kaç elbisesi vardı?" dedi.

Hafsa (r.anha):

"İki." diye cevap verdi.

"Yediğini gördüğün en güzel yemek neydi?"

"Tereyağıyla tirit yapılmış taze arpa ekmeği."

"Evindeki en rahat yatak neydi?"

"Sık dokunmuş, kalın ve kaba bir örtü. Yazın onu serer üzerinde yatardık. Kışın da yarısını altımıza alır, yarısına da üstümüze çekerdik."

"Hafsa! Seni bana kimlerin gönderdiğini söyle. Ben ve iki arkadaşım -Resûlullah ve Ebû Bekir- aynı yolda giden üç kişi gibiyiz. Birincimiz, azığını aldı ve menzile ulaştı… Sonra onu diğerimiz takip etti. O da onun yolunu izleyerek onun vardığı yere vardı… Şimdi sıra üçüncü kişide… O da onların yoluna bağlı kalıp aynı yolu izler ve bu yolculukta onların kanaat ettikleri azığa razı olursa, onlarla aynı yerde buluşur. Aksini yapacak olursa, asla onlarla bir araya gelemez…!!"

Bu olağanüstü sahneyi tasvir edebilecek uygun bir yorum olabilir mi…?! Asla… Öyleyse bunu yorumlamadan öylece bırakalım.

* * *

Ömer (r.a.), devlet hazinesinden bir tek kuruşun çalındığını veya israf edildiğini yahut şatafat ve lükste kullanıldığını duyduğunda kıyametler kopardı…

O vakit sanki bütün devlet hazinesi talan edilmiş, geriye bir tek kuruş dahi kalmamış gibi onu bir titreme, bir korku sarardı…

Ömer (r.a.) Medine'deyken Dicle yahut Fırat kenarında sadaka develerinden biri kaybolacak olsa, Allah'ın bunun hesabını kendisine soracağı korkusuyla dolup taşardı…

Kavurucu sıcağın neredeyse dağları eriteceği çok sıcak bir yaz günüydü… Osman bin Affan (r.a.), Medine'nin yukarı mahallesindeki evinden dışarı baktı… Öldürücü sıcağın altında bir adamın, önündeki iki küçük deveyle yürümekte olduğunu gördü… "Hava biraz soğuyuncaya kadar bu adam Medine içinde gölgede kalsa ne olur sanki?!" diye mırıldandı. Sonra hizmetçisinden, uzaktan kendilerine doğru gelen ve esen şiddetli kumdan dolayı tanınmayacak durumda olan bu adamın kim olduğunu öğrenmesini istedi.

Hizmetçi kapı aralığından yaklaşmakta olan karaltıya baktı. "Elbisesine bürünmüş, önün­deki iki genç deveyi süren bir adam görüyorum." dedi. Adamın iyice yakınlaşmasını bekledi. Adam tanınacak kadar yakına gelince hizmetçi:

"Bu Ömer!... Bu, Mü'minlerin başkanı!" diye bağırdı. Osman, sıcaktan korunmaya çalışarak küçük bir aralıktan başını çıkardı:

"Seni bu saatte dışarı çıkartan şey nedir?" diye sordu.

Ömer (r.a.):

"Meradan uzaklaşan sadaka olan şu iki genç develerdir." diye cevap verdi. "Onların kaybolup telef olmalarından, bu sebeple de Allah'ın beni hesaba çekmesinden korktum."

"Sen gölgeye ve suya gel! Biz sana yardımcı olalım."

"Osman! Sen gölgede kal."

"Ey Mü'minlerin başkanı! Bu görevi tamamlayacak yeterince adamımız var."

"Osman! Sen gölgede kal."

Bu sözünün akabinde Ömer, kayaları kızgın taşlar haline getiren kavurucu sıcağa aldırmaksızın yoluna devam etti.

Osman, Ömer'in arkasından söylendi:

"Güçlü ve güvenilir bir adam görmek isteyen, Ömer'e baksın."

Güçlü ve güvenilir adam, ekonomik sorumluluğunu akıllıca ve derinlikli bir anlayışla yerine getiriyordu… O devlet hazinesini korumak için gecelerini uykusuz geçirmekle kalmıyor, bilakis bu hazineyi geliştirmek, arttırmak için de çalışıyordu. Meşru her yolu kullanarak millî geliri yükseltmeye çalışıyordu.

* Fethedilen ülkelerin ekili arazilerinin fethi gerçekleştiren askerlere dağıtılması düşüncesine karşı çıkıyordu. Bunun karaborsacı bir sosyal tabaka oluşturacağını söylüyordu.  Öte yandan arazi bakım ve ekiminden anlamayan bu insanların elinde ürünler ve arazi telef olabilirdi. Bunun için arazilerin, sahipleri olan çiftçilerde kalmasını, buna karşılık da devlet hazinesine teslim edilmek üzere onlardan ürünlerinin vergisinin alınmasını istedi. Müslümanlar da kendi paylarına düşen miktarı devlet hazinesine ödenen bu vergiden alacaklardı.

* O, ihmal ve terk edilmiş sahipsiz ölü arazilerin ekilerek canlandırılmasına önem veriyordu. Resûlullah (s.a.v.) bu araziler hakkında şöyle buyurmuştu:

 "Kim ölü bir araziyi canlandırırsa, orası onundur."

Mü'minlerin başkanı, bazılarının böyle bazı arazileri sahiplenip, ondan sonrada ekip biçmeden öylece terk ettiklerini öğrenince bir kanun çıkardı. Bu kanunla, bu şekilde bir araziye sahip olmuş insanlara üç sene mühlet tanındı. Bu üç senenin sonunda araziyi elinde bulunduran kişi, araziyi işleyemez, onu bir tarlaya, bostana ya da meraya dönüştüremezse, arazi ondan alınacak ve bu işin üstesinden gelebilecek kişilere verilecekti.

* O, Müslümanları meşru yollarla çalışıp kazanmaya teşvik ediyor, temiz ticarete özendiriyor, şöyle diyordu: 

"Yarın çocuklarınız ve torunlarınız olacak. Şimdi ellerinizde olanlar onlara yetecek mi?"

* O ülkenin hayvan servetine ayrı bir özen gösteriyordu. Küçükbaş hayvanlar için geniş otlak ve meralar tahsis ediyordu. Buralarda insanlar hayvanlarını hiçbir ücret ödemeksizin otlatıyorlardı. Sık sık bu otlakları denetliyordu. İnsanların onu oralarda görmedikleri bir gün neredeyse yok gibiydi.

Bir gün güneşin tam tepede olduğu bir vakitte evden çıktı. Güneşten korunmak için elbisesini başına çekmiş olarak, mera için ayrılan bu araziyi teftişe gitti. Meranın bekçisine, meradaki ağaçlara asla zarar verilmemesi ve kesilmemesi konusunda uyardı.

* * *

Tabiî biz, Hz. Ömer'in dönemindeki mal, para ve millî geliri anlatırken, hiç kimse üç beş kuruştan ibaret küçük bir devlet hazinesinden ve sığ bir ekonomiden bahsettiğimizi sanmasın. Ömer (r.a.) vefatından önce, İran ve Bizans'ın hazinelerini de fetihlerle İslâm hazinesine katınca, ortaya dönemin en büyük gelirine sahip devasa bir ekonomi çıkmıştı…

Sadece başkent Medine'de değil; tüm İslâm coğrafyasında yaşayan her bir insana, geçinmesine yetecek kadar yıllık maaş bağlanmıştı.

Bu sebeple Halid bin Arfata (r.a.) Ömer'e (r.a.) şöyle diyordu:

"Ey Mü'minlerin başkanı! İnsanlar, senin ömrünün uzun olması için Allah'a dua ediyorlar… Kâdisiye savaşında bulunan herkese iki bin ya da bin beş yüz maaş bağlandı. Erkek ya da kız doğan her bebeğe, aylık yüz ve iki ölçek ve yine bize ulaşan her oğlana da beş yüz ya da altı yüz maaş bağlandı…" [12]

Ömer'in millî serveti arttırmaya dair hırsı, asla açgözlülük ve doyumsuzluk değildi…

Bu sebeple o, kendi halkını mahrumiyet içinde bırakarak Medine'ye daha fazla vergi gönderip, böylece Mü'minlerin başkanının hoşnutluğunu kazanmaya çalışan valilerden öfke ve hıncını eksik etmiyordu…

O bir şehrin gelirlerinin öncelikle geçimlerine yetecek seviyede o şehrin yerli halkına dağıtılmasını, artan miktarın da başkent Medine'ye gönderilmesini emrediyordu. Valilerinden, halka vergiler koyarken, merhametli ve adaletli olmalarını istiyordu…

Bir gün İslâm şehirlerinden birinden bol miktarda vergi geldi. Bu gelirin nereden geldiğini ve bolluk sebebini sordu. Bunun, Müslümanların ödediği zekât geliriyle gayrimüslimlerin ödediği cizye geliri olduğunu öğrenince şöyle dedi:

"Zannederim ki insanlardan zorla topladınız."

"Hayır, Allah'a yemin olsun ki, tam aksine gönül rızası ve hoşnutlukla…" dediler.

"Kırbaçsız ve sopasız mı?"

"Evet."

Bunun üzerine Ömer (r.a.) sevinç ve neşeyle tebessüm ederek, şöyle dedi:

"Benim yönetimimde ve benim aleyhime böyle bir şey olmadığı için Allah'a hamd olsun."

Ehli kitaptan, çokça borcu olanlardan vergi almıyordu. Çünkü ona göre bu, insanları zillet ve alçaklığa düşürmek için konulmuş bir vergi değil; gelir için alınan bir vergiydi. Ödeyemeyecek durumda olan bundan muaf tutulurdu…

* * *

İşte bu Ömer (r.a.)… Sorumlu devlet başkanı… Bu da tüm sorumluluklarını yerine getirirken izlediği tavır ve tutumu…

Askerleri Bizans ve İran topraklarının üzerinde at koştururken, o, yirmi bir yaması bulunan bir elbiseyle Medine sokaklarında dolaşıyordu…

Bir gün cuma namazına gecikti. Gelip, minbere çıktığında cemaatten özür dileyerek şunları söyledi:

"Gecikmemin sebebi, gömleğimi yıkamış olmamdır. Giyecek başka gömleğim olmadığı için onun kurumasını bekledim; bu yüzden geciktim."

Sahip olduğu bu mübarek sorumluluk duygusu, en ileri mesafelere, en yüksek noktalara taşıdı. Bu sebeple tüm hareket ve davranışları, insanın ulaşabileceği en son kemal basamağında meydana geliyordu.

* Kendisine ve ailesine karşı sorumluluğu, yönetimin tüm sıkıntı ve sorumluluklarını onların sırtına yüklerken, onları yönetim mekanizmasının her tür imkân ve nimetinden mahrum ediyordu.

* Valilerine ve yardımcılarına karşı sorumluluğunu, onları bizzat kendisi seçip, yine onları kılıçtan keskin, kıldan ince bir yolda yürümeye zorlayarak yerine getiriyordu.

* Devlet hazinesine karşı sorumluluğunu, onu en güzel biçimde koruyarak ve ondan elini çekerek yerine getiriyordu.

* Asilere ve isyancılara karşı sorumluluğunu, onlara karşı olabildiğince sert ve katı davranarak yerine getiriyordu.

* Halkın zayıf ve sıradan insanlarına karşı sorumluluğunu, onlara olabildiğince yumuşak ve hoşgörülü davranarak yerine getiriyordu.

Dikkat edin! "Devlet Başkanı Ömer", kendisinden sonra gelen her devlet idarecisini bu tavır ve duruşuyla yormakta ve omuzlarındaki sorumluluk yükünü olabildiğince ağırlaştırmaktadır…

O kesinlikle bir melek ve ilâh değildir… Kendisine vahiy gelen bir peygamber de değildir… O insanlardan, aklını kullanan ve kararlılıkla hareket eden bir ferttir… Böylelikle adalet, şefkat ve güvenilirlikte bu ileri seviyeye ulaşmıştır… Ondan sonra gelecek devlet başkanları, hiçbir icraat ortaya koymadan otururlarsa, ne mazeretleri olabilir?!

"Devlet Başkanı Ömer", Allah'ın, tüm devlet başkanlarının aleyhine bir vesikasıdır…

Kıyamet gününde, hesap esnasında bir devlet başkanı:

"Ya Rabbi, yapamadım, aciz kaldım!" diyecek olursa, Allah onun bu mazeretini kabul etmeyecek ve şöyle diyecektir:

"Ömer aciz kalmadı, yaptı!"

 

N

 


 


ONU DİNLEMEYECEK OLURSAK                 BİZDE HAYIR YOK DEMEKTİR

 

 

 

 

 

Mü'minlerin başkanı Ömer (r.a.), sorumluluğunu, dehasına güvenen, bulunduğu konumla övünen ve sahip olduğu nüfuz ve otoriteyle büyüklenen bir insan gibi taşımıyordu.

Bilakis sözüne güvenilir, hakkı arayan, yanında yer alıp, görüşleriyle kendisini desteklemeleri için başkalarına imkân ve fırsat tanıyan bir vicdanla bu sorumluluğu taşıyordu.

Bu sebeple o, şûrayı (danışma kurulunu) kutsal kabul etti. Cesur, dürüst her tür muhalefete karşı ulu başını eğdi, kulak verdi…

Ömer'in yüce, göklere doğru yükselen sorumluluk anlayışını gördükten sonra şimdi de bakışlarımızı bu devasa yapının üzerine oturduğu temele çevirelim... Dikkat edin! Bu şûra (danışma kurulu) ve muhalefettir…

Onun çok ilginç işlerde danışma ve muhalefet bayrağını olabildiğince yükseklere nasıl kaldırdığını göreceğiz… O, Kur'an ve Sahih Sünnet'in metinlerine son derece bağlı bir mü'min… Kur'an'ın bir âyetini kendi görüşüne göre yorumlayarak tefsirinde yanılmaktan çok korkuyordu… Kendisi için daha önceden belirlenmiş yöntemden ve yapılmış programdan zerre miktarınca ayrılmayı kendine helâl ve caiz görmüyordu… Diğer bir ifadeyle o; itaat, iman ve bağlılık adamıydı…

Fakat burada ilginç bir durum sezinliyoruz…

Muhammed'i (s.a.v.) ve onun getirdiği dini, tam olarak kavramış insanlar, Kur'an ve Sünnet'in metinlerine saygının, düşünce ve görüşün heder edilmesi anlamına gelmediğini ve yine sadakat ve bağlılığın da muhalefetten ayrılmasının mümkün olmadığını bilirler…

Ömer (r.a.), huy ve yapısı gereği, intibak/uyum sağlama adamı değildir… Doğru, o, biraz önce dediğimiz gibi iman, itaat adamıdır…

Fakat bu, sağlam kanaatin getirdiği bir iman, itaat ve bağlılıktır…

O, Resûlullah'a kanaat getirdi ve iman etti… Sonra da en küçük bir tereddüt ve şüphe göstermeksizin onun yolunu izledi…

O tartışılması gereken konuları tartışmaya açtı… Hikmetini bazen kavrayamadığı işlerde tam teslimiyet gösterdi… Ama bunu yaparken de en başta bu konuda Resûlullah'a kanaat getirdi…

Kâbe'de Haverülesved'i öptükten sonra sanki onunla konuşuyormuş gibi şöyle dedi:

"Sen elbette ne zarar ne de fayda vermeyen bir taşsın. Allah'a yemin ederim ki, Resûlullah'ın seni öptüğünü görmeseydim, asla seni öpmezdim."

Hac esnasında iki omzunu açarak hervele yapıyor[13] ve şöyle diyordu:

"Bu ikisine -hervele ve omuzları açmak- ne gerek var ki? Allah artık İslâm'ı muzaffer ve üstün; küfrü de zelil ve aşağılık yapmıştır. Bununla birlikte biz Resûlullah'ın zamanında yaptığımız hiçbir şeyi terk etmeyiz…"

Bir gün İbn Abbas'ın evindeki su oluğunu, yağmur suyunu mescidin bahçesine akıtıyor diye yerinden söktü… Daha sonra İbn Abbas, o oluğu oraya koyanın Resûlullah olduğunu söyleyince, oluk elinde olduğu hâlde koşarak gelip, onu tekrar eski yerine koydu. Hatta İbn Abbas'ı, kendi omuzlarına çıkararak, oluğu Resûlullah'ın koyduğu şekilde koymasını istedi…

Kendisine Zâriyat sûresinin ilk iki âyetinin tefsiri soruldu. Şöyle dedi:

"Ve'z-zâriyâti zervâ: Rüzgârdır. Resûlullah'ın bu âyeti bu şekilde tefsir ettiğini duymamış olsaydım, bu şekilde tefsir etmezdim. "Fe'l-hâmilâti vikrâ" ise: Buluttur. Resûlullah'ın bu âyeti bu şekilde tefsir ettiğini duymamış olsaydım, onu da bu şekilde tefsir etmezdim."

İşte Ömer (r.a.), Resûlullah'ı örnek alarak, dinin kesin nasslarının ve öğretilerinin gösterdiği sınırda bu şekilde duruyor, asla aşmıyordu…

Bununla birlikte bu nasslara olan imanına benzer biçimde şûraya (danışma kuruluna) ve muhalefete de iman ediyordu...

Ben tüm tarih boyunca, hiçbir şeyin, şûranın kıymet ve değerini, Ömer'in ona olan imanı ve onu uygulama tarzı kadar yücelttiğini bilmiyorum…

Ömer (r.a.) hiçbir zaman kendi görüşünü ve isteğini dayatmadı… Günün hiçbir anında insanların aktif, dürüst biçimde devlet yönetimine katılmalarını engelleyerek, tek başına bir yönetim ve siyaset izlemedi…

Onun bu konuda insanı büyüleyen tarafı ise, bu katılımı, tevazu ve lütuf kabilinden yapmamış olmasıdır… O, ahlâkının, yaratılışının ve sorumluluğunun bir gereği olarak buna imkân ve fırsat veriyordu…

Ömer'in önüne konulan meselenin çözümü, Allah'ın Kitabında varsa o, Allah'ın o konudaki hükmünü yerine getiriyordu…

Mesele, Allah'ın Kitabında değinilmemiş sonraki dönemlerde ortaya çıkmış, yeni bir şey ise, Ömer âyetleri anlamları dışında yorumlamaya çalışmıyor, "Biz o kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık." [14] âyetini anlamından saptırmıyordu.

Ona göre, görüş bildirmek, muvafakat etmek için değil; hakikati bulmak içindi… İnsanlara her zaman şunu söylüyordu:

"Benim heves ve arzuma uygun olduğuna kanaat getirdiğiniz bir görüşü ortaya koymayın. Aksine hakka uygun olduğuna inandığınız görüşleri bildirin."

Şimdi onun danışma kurulundan şu canlı kesiti izleyelim:

Müslümanlar Irak'ı fethederek, İran'ın yönetiminden kurtardılar. Bunun üzerine Iraklıların büyük bir bölümü kendi istekleriyle Müslüman oldu… Ömer, fethedilen Irak arazilerinin yerli sahiplerinde kalmasını, mücâhidler arasında paylaştırılmamasını, bunun yerine onlardan ürün vergisi alınmasını istiyordu… Onlardan toplanan vergilerden de herkese payına düşen miktar ödenecekti…

Ona göre, arazinin mücâhidler arasında paylaştırılması, öncelikle mücâhidleri cihaddan alıkoyacaktı. İkinci olarak, mücâhidlerin arazi işletmeciliği konusunda bilgi ve tecrübeleri yoktu. Üçüncü olarak da karaborsacı ve derebeyi bir sosyal tabaka meydana getirecekti… Yine bu paylaşım, arazi sahibi olmayan insanların yitip gitmelerine ve doğacak nesillerin de haklarından mahrum edilmelerine yol açacaktı…

Sahabeden bir grup insan onun bu düşüncesine karşı çıktı ve ona muhalefet etti… Bu grup ne zaman sesini yükseltip, sert bir muhalefet ortaya koyacak olsa, Ömer (r.a.) sükûnet içinde onlara şöyle diyordu:

"Ben sadece düşüncemi ortaya koydum."

Danışma kurulunu oluşturan topluluk, uzlaşmaya varamadan toplantıyı sona erdirdiler.

Bir sonraki toplantıya Ömer (r.a.), akıl ve tecrübeleriyle tanınan bir grup ensârı da davet etti… Toplantı günü gelip, toplantı başlayınca, aynı konu tekrar tartışmaya açıldı… Ömer (r.a.), herhangi bir kimsenin, Mü'minlerin başkanı olduğu için kendisine şirin görünüp, muvafakat etmesinden endişe duyarak şu konuşmayı yaptı:

"Sizleri, yüklendiğim devlet yönetimi sorumluluğunda bana katılmanız için davet ettim. Benim sizlerden bir farkım yoktur. Ben aranızdan biriyim. Siz bugün hakkı ortaya koyacaksınız. Bana muhalefet eden muhalefetini, beni destekleyen de desteğini ortaya koymuş durumdadır. Sizden benim arzu ve hevesime uymanızı istemiyorum. Yanınızda Allah'ın, hakkı ve hakikati dile getiren Kitabı vardır. Allah'a yemin ederim ki, ben bir görüş ortaya koyduğumda, onu dile getirmekteki tek muradım, hakka ve doğruya ulaşmaktır."

* * *

Mü'minlerin başkanına göre, şûra ve muhalefet, erdemli doğru yönetimin iki kanadı ve her doğru karar ve hükmün mayasıdır…

Bir gün Huzeyfe (r.a.) Ömer'e (r.a.) geldi. Onu gam ve kedere bürünmüş hâlde ağlarken buldu. Huzeyfe (r.a.):

"Ey Mü'minlerin başkanı, neyiniz var?" diye sordu. Ömer (r.a.):

"Ben yanılmaktan ve yanıldığım zaman bana olan saygısından dolayı hiç kimsenin beni düzeltmemesinden korkuyorum." dedi.

Huzeyfe (r.a.) ona şu karşılığı verdi:

"Allah'a yemin olsun ki, senin haktan ayrıldığını gördüğümüz an kesinlikle seni tekrar hakka döndürürüz!" dedi.

Ömer (r.a.) bu sözden çok memnun oluyor. Huzeyfe'ye:

"Bana, eğrildiğimde beni doğrultacak arkadaşlar ihsan eden Allah'a hamd olsun!" karşılığını veriyor.

Muhalefete verilen değerin en büyüğünü, bu yüce şahsiyetin yönetiminde görmekteyiz…

Bir gün minbere çıkıyor ve şöyle diyor:

"İnsanlar! Ben başımla dünyaya şöyle meyledecek olsam, ne yaparsınız?"

 Bir adam safları yara yara ilerliyor. Sanki elinde bir kılıç sallıyormuş gibi kolunu sallayarak şöyle konuşuyor:

"Biz de kılıcımızla seni şöyle düzeltiriz!"

Ömer (r.a.):

"Bu sözün bana mıdır?!" diye soruyor.

Adam:

"Evet, sözüm sanadır!" diyor.

Ömer'in yüzünde sevinç izleri görünüyor. Adamın bu sözüne:

"Allah sana rahmetiyle muamele etsin… İçinizde, eğrildiğimde beni doğrultacak insanlar bulunduran Allah'a hamd olsun…!!" diyerek karşılık veriyor.

Ömer'in bu tutumu, göstermelik bir tavır değildir. O, buna teşebbüs etmenin çok üstünde güçlü ve güvenilir biridir. Onun bu tutumu, samimî bir yaşamın, kendiliğinden meydana gelen içten bir hareketin göstergesidir…

Ömer (r.a.) bu tutumuyla, hakka ulaşmak ve bir koyun sürüsü değil, saygın insanlardan oluşan bir ümmet yönettiğinden emin olmak istiyor...!!

O, insanların -hem de bütün insanların-, onun yanında yer alıp, devleti idare etmedeki haklarını kullanmalarına ortam ve zemin sağlamak istiyor…

O, bir kere şûraya sert ve katı davranmış olsaydı, şûra denen mekanizma büyük bir hezimete uğrayarak onun döneminde çoktan ortadan kalkardı. Ama o tam tersini yaptı… Dalkavuk ve yağcıları şûradan uzak tutarak, aykırı görüş ve düşünce sahiplerini, muhalefeti yüceltti…

Kendisine veya valilerinden birine karşı dile getirilmiş haklı cesur bir itiraz karşısında duyduğu sevinç ve mutluluk, yeryüzündeki diğer tüm sevinç ve mutluluklarının çok üzerindeydi…

Bir gün yine önemli bir konuda halkı bilgilendirmek üzere minbere çıktı. Allah'a hamd ve dua ettikten sonra şöyle devam etti:

"Dinleyin ki Allah da size rahmet etsin…"

Tam bu esnada bir adam ayağa kalkarak:

"Vallahi dinlemeyeceğiz…!! Vallahi dinlemeyeceğiz…!!" dedi.

Ömer kısık bir sesle:

"Selman! Niçin dinlemeyeceksiniz?!" diye sordu.

Selman (r.a.):

"Sen dünyada kendini bizden ayırarak, kendine ayrıcalık tanıdın. Her­kese bir elbise verirken kendine iki elbise aldın." dedi.

Halife, gözleriyle tüm safı gözden geçirerek şöyle dedi:

"Abdullah bin Ömer nerede?"

Ömer'in oğlu Abdullah ayağa kalktı.

"Ey Mü'minlerin başkanı! Buradayım."

Ömer topluluğun gözü önünde Abdullah'a sordu:

"İkinci elbisenin sahibi kim?"

Abdullah:

"Ey mü'minlerin başkanı! Benim." dedi.

Ömer sonra tekrar Selman'a dönerek:

"Siz de görüyorsunuz ki ben uzun boylu biriyim. Benim elbisem bana kısa gelince, Abdullah kendi elbisesini bana verdi. İkisini birleştirerek kendime uzun bir elbise yaptım." dedi.

Selman gözyaşları içinde kalmıştı.

"Allah'a hamd olsun!.. Ey Mü'minlerin başkanı! Şimdi konuş, dinleyecek ve itaat edeceğiz!" dedi.

Muhalefet devlet başkanına elbisenin sayısını sorabilecek ve bu kadar sert bir dille konuşabilecek özgürlüğe kavuşabilecek mi?

Her kim insanlık tarihinde buna benzer ya da denk bir şey biliyorsa, durmasın, bize anlatsın…!!

* * *

Başka bir gün…

Ömer (r.a.), arkadaşlarıyla oturuyor… Eli tıraştan sonra dökülen saçla dolu olduğu hâlde öfkeli bir adam safları yararak gelmektedir… İyice yaklaşınca elindeki kılları, protesto edercesine Ömer'in göğsüne doğru fırlattı…

İnsanlar öfkeyle kımıldanmaya başladı. Bazıları adama doğru teşebbüste bulundular. Ömer (r.a.) onlara durmalarını işaret ederek, üzerindeki kılları topladı. Sonra adamı yanına çağırdı, onu oturttu ve öfkesinin geçmesini bekledi. Sakinleşen adama:

"Şimdi söyle bakalım, niçin böyle yaptın?" diye sordu.

Adamın öfkesi tekrar depreşti.

"Ömer! Allah'a yemin ederim ki, cehennem ateşi olmayaydı…!!"

Ömer (r.a.):

"Evet, vallahi doğru söyledin… Cehennem ateşi olmayaydı… Ey kar­deş, derdin nedir?" dedi.

Adam davranışının nedenini anlattı. Ebû Musa'dan şikâyetçiydi. Ebû Musa'nın,  haksız yere kendisini celde (değnek) ve başındaki tüm saçları tıraş etmekle cezalandırdığını söylüyordu. Adam da yere dökülen saçlarını toplamış ve onları Ömer'e getirmişti.

Ömer, arkadaşlarının yüzlerine baktı.

"Bütün insanların bu adam gibi cesur olmaları, benim gözümde, Allah'ın bize verdiği tüm ganimetlerden daha sevimlidir." dedi.

Sonra Ebû Musa'ya bir yazı yazarak, adamın gelip celdeye karşılık celde, tıraşa karşılık da tıraş biçiminde kendine kısas yapacağını, kesinlikle buna engel olmamasını emretti…

İşte bu, her güçlü protestodan ve her cesur muhalefetten dolayı sevinç duyan bir devlet başkanıydı… Sakınmaksızın hakkını arayan ve korkusuzca sözünü esirgemeyen bir insan ona; Allah'ın, fetihlerle kendisine ihsan edeceği tüm yeryüzü servetleriyle ve kisra ve kayserin hazinelerinden daha hoş geliyordu…!!

Ömer (r.a.) kendine ve izlediği yolun doğruluğuna çok güveniyordu. Bu yüzden eleştirilmekten ve muhalefetten korkmuyordu. Aksine bunların yapılmasını istiyor ve bundan dolayı mükâfatlandırıyordu. Eleştiri ve muhalefet anlayışını ümmetini akıl ve vicdanına yerleştirmeye çalışıyor, işinde başarıya ulaşabilmek için onları, yolunu aydınlatan bir meşale yapıyordu.

Bir gün halka şöyle seslendi:

"Kadınlara dört okıyyeden[15] fazla mehir vermeyin..!! Kim bu miktardan fazla verecek olursa, bu fazlalığı ondan alıp, devlet hazinesine koyacağım."

Bunun üzerine kadınların safından bir kadın ayağa kalktı.

"Bu seni ne ilgilendirir?!" dedi.

Ömer (r.a.):

"Niçin beni ilgilendirmesin?" dedi.

Kadın:

"Çünkü Allah, "Eğer bir eşi boşayıp başka bir kadınla evlenmek isterseniz, öncekine (mehir olarak) yüklerle mal vermiş olsanız dahi verdiğinizden hiçbir şeyi geri almayın. Acaba iftira ederek ve açık günah işleyerek verdiğinizi alacak mısınız?" [16] buyurmuştur." dedi.

Ömer'in yüzü aydınlandı, sevinçle doldu. Ardından kadına tarihe malolmuş olan şu meşhur sözünü söyledi:

"Kadın haklı, Ömer yanıldı."

Öfkeli ve sert bir muhalefetle karşılaştığında da bundan rahatsızlık duymuyor, alınmıyordu.

Halid bin Velid'i görevinden azledince, Medine'de halkı topladı ve onlara şöyle dedi:

"Halid'i azlettiğim için sizden özür dilerim. Ben ona bu malı zayıf yoksul muhacirler için saklayıp tutmasını emretmiştim. Ancak o, emrimi dinlemeyip, varlıklı, güçlü kuvvetli insanlara bunu dağıttı."

Halifenin bu açıklamasından sonra Ebû Amr bin Hafs bin Muğîre ayağa kalktı.

"Ey Ömer! Vallahi, özrün geçersizdir! Sen onu azletmekle, Resû­lul­lah'­ın iş başına getirdiği bir adamı görevden almış oldun. Yine onun kınından çektiği bir kılıcı tekrar kınına soktun. Resûlullah'ın yücelttiği bir şeyi alçalttın. Akrabalık bağını koparıp attın. Amca oğullarına haset ettin…!!" dedi.

Akrabalık bağını koparıp atmak… Haset etmek… İşte bunlar topluluğun gözü önünde ve sert bir dille, Mü'minlerin başkanının suçlandığı şeylerdi…

Ömer ise, gülümsemekten başka bir şey yapmadı. Sonra Ebû Amr'a hitaben şöyle dedi:

"Sen onun yakın akrabasısın, genç birisin. Amcaoğlun sebebiyle öfkeleniyorsun!" dedi.

* * *

O, sadece ülkesini adaletle yöneten bir devlet başkanı değildi… Bunun yanı sıra o büyük bir öğretmen, insanın cevherini ve gizli yeteneklerini keşfetmekte bir uzmandı…

Onun bu özelliği gibi, hangi şey insanların gönüllerini çelebilmiştir?

Yönetimi ve yaşantısı bu şekilde olan bir devlet başkanı kadar hangi şey kalpleri huzur ve güvenle doldurabilir?

Çünkü o Resûlullah'ın öğrencisi ve onun halifesi olan Ebû Bekir'in arkadaşıdır.

Ömer (r.a.), bir köylünün gelerek insanların gözü önünde Resû­lullah'a kaba ve kırıcı sözlerle konuştuğunu kendi gözleriyle görmüştü…

Adam Resûlullah'a şöyle diyordu:

"Maldan bana hakkımı ver! O mal ne senin ne de babanın malı değildir!"

 Resûlullah (s.a.v.) ise adamın bu kaba tavrı karşısında tebessüm ederek şöyle diyordu:

"Evet, doğru söyledin. O, Allah'ın malıdır."

Sonra devreye bir adam giriyor. Bu Ömer'dir. Ömer (r.a.), tam adamı kavrayacakken Resûlullah (s.a.v.) nezaket ve tebessüm göstererek kendisini engelliyor.

"Ömer! Bırak onu. Hak sahibinin söz hakkı vardır."

Evet, Ömer bu dosdoğru yolda yürüyor… Her yapıcı eleştiriye ve güvenilir muhalefete açık…

Bütün insanların, Mü'minlerin başkanına görüş bildirme ve ikna olmadıkları bazı davranışlarını eleştirip, muhalefet etme hakkı var…

O, insanlara şûranın bir lüks ve boşluk doldurmak amacıyla oluşturulmuş bir dolgu malzemesi olmadığını; aksine onun, halkın el ele verip devlet başkanına karşı sorumluluğunu yerine getirmesinin bir biçimi olduğunu öğretmeye çalışıyor…

İnsanlar, devlet başkanının, ortaya koyacakları her tür görüş ve düşünceyi öğrenme ve böylelikle kendi görüş ve düşüncelerini test etme konusunda ciddî olduğunu biliyorlar…

Yaşanan pek çok tecrübe, onun muhalefete ve şûraya verdiği değer ve onlara olan saygısını ispat etmiştir…

Bütün bunlar, onların, devlet başkanına cesurca ve alenen görüş bildirip, yönetim sorumluluğunun yüküne ortak olmalarının baş sebepleridir…

Ömer, rüzgârın hangi yöne eseceğinin hesabını yapanları, devlet başkanının heves ve arzusunun ne yönde olduğunu tespit edip o yönde görüş beyan edecek olan dalkavukları çok iyi bilmektedir… Bunların onun yanında hiçbir ağırlıkları ve değerleri yoktur…

Onlardan biri, misyonunu yürütmek üzere, bir görüş ve düşünce bildirecek olsa:

"Ey Allah'ın düşmanı! Vallahi, sen böyle söylemekle, Allah'ın hoşnutluğunu gözetmiş değilsin!" diyerek ona itiraz etmektedir.

Bunlar azınlık bir gruptan ibarettiler.

Çoğunluk ise, sorumluluklarına ve haklarına olan tam imanla ve yine halifenin şûrayı ve muhalefeti teşvik etmesine dayanarak, sözünü açıkça, dürüstçe ve yapıcı biçimde dile getiren üstün ve değerli bir topluluktu…

* * *

Ömer (r.a.) çok büyüktü… O, şûraya çağırdığı zaman, devlet başkanı sıfatıyla değil de halktan biri gibi görüş bildiriyordu...

Görüşlerini devlet başkanı sıfatıyla ortaya koymuyor; aksine kendisine büyük iyilikte bulunduklarını ve doğruya ulaşmada yardımcı olarak ahirette hesabın baskısına karşı yardımcı olduklarını onlara hissettirerek bunu yapıyordu…

Bu ruhla, gördüğümüz üzere, her tür muhalefete kapıları açıyordu…

Bir gün yanında Cârûd el-Abdî (r.a.) olduğu hâlde yolda yürüyordu. Derken bir kadının, kendisine seslendiğini fark etti.

"Ömer! Bekle. Sana diyeceklerim var…"

Ömer, kadının gelmesini bekledi... Ömer güleç bir yüzle kadını karşıladı. Kadın şöyle konuştu:

"Ömer!" dedi, "Ben senin çocukluğunu bilirim. Sen Ukâz panayırında delikanlılarla güreşirdin, de o zaman sana "Umeyr" (Ömercik) derlerdi.… Sonra günler geçti, büyüdün, "Ömer" olarak çağırılmaya başlandın… Derken yaşın ilerleyip, "Mü'minlerin başkanı" olarak çağırılır oldun… Halk hakkında Allah'tan kork! Bilmelisin ki, ölümden korkan insan, fırsatların elden gitmesinden çok korkar."

Cârûd el-Abdî (r.a.) kadına:

"Mü'minlerin başkanına karşı bu ne cesaret!" dedi.

Ömer (r.a.), adamın elinden tuttu:

"Ona ilişme! Sen onun kim olduğunu bilmiyorsun." dedi, "Bu, kocası hakkında Resûlullah'la tartışıp ve Allah'a şikâyette bulunup da Allah'ın yedi kat semadan sözünü işittiği Hakîm kızı Havle'dir… Allah onun sözünü yedi kat semadan dinlemişken, yanındaki Ömer'in onu dinlemesi daha uygundur!" [17]

* * *

İslâm, ilk Müslümanlara, devlet başkanına karşı böyle bir cesaret ve açık yüreklilik sergileme ruhu kazandırmıştı.

Fakat bu harika cesaret, devlet başkanının destekleyen, teşvik eden o yüce tutumu olmasaydı, asla bu boyutlara ulaşamazdı…

Böylelikle şûra mekanizması (danışma kurulu), bu büyük adamın döneminde her tür kriz ve bozulmadan uzak kalmayı başardı...

Çünkü şûra krizi, saltanatı özgürlükten daha çok seven ve isteyen devlet başkanlarının yönetimlerinde ortaya çıkar…

Ömer'in yönetimi ise bunun tersinedir, hatta çaresiz kalmış aç insan leşe hangi gözle bakarsa, o da devlet yönetimine öyle bakmaktadır…

O, devletin her tür otorite ve imkânlarının kendisini gururlandırmasını, yoldan çıkarmasını önlemekle beraber yine de yönetime dair yaklaşım ve tutumu böyle olmuştur… O, talip olmamış; buna mecbur bırakılmış kişi mantığıyla hareket ederek, devletle olan ilişkilerini düzenlemiştir…

Elinden geldiğince halkın, gerçek devlet yönetici ve bu dünyadan göçtüğü zaman kendisinin yerini alacak gerçek halife olması için onları yetiştirmeye, eğitmeye çalışmıştır…

Onun en büyük derdi; ardında çelik gibi sağlam ve güçlü bir halk bırakmak idi… Bunu da başardı…

Devletin tüm gelirlerini halkın hizmetine sundu. Halkın yaşaması ve güvenliği için şehirler, kaleler kurdu…

Sonra bunun yanı sıra hatta bunu yapmadan önce, halkın sağlam karakterli olması üzerinde odaklandı… İşte onu efendi yapacak olan bu sağlam karakterdi…

Bu yüzden şûranın tüm kararlarına ve programlarına boyun eğdi… Muhalefete tam bir saygı ve yücelik duydu… Şûrayı, yakın ahbab çevresi veya insanlardan bir grup olarak görmedi… Bilakis bu saygıyı, tüm ümmetin sahip olduğu bir hakkın gereği olarak gösterdi…

O hiçbir zaman yakın ahbab adamı olmadı… Ümmetin adamı, dünyanın adamı, tarihin adamı oldu…

* * *

Dini, çevresi ve yetişmesinde tam bir asaletin sahibi olan bir insanla karşı karşıyayız.

İnsanlara karşı konumunu, insanların ona karşı konumunu ve nihayet insanların ve kendisinin akıp giden insan hayatına karşı konumunu bilen bir adam…

Herhangi bir üniversite eğitimi almaksızın veya herhangi bir kitaptan bilgilenmeksizin, dünyanın gerçeklerini öğrendi…

Bu gerçeklerden ilk öğrendiği; kendisinin özlü ve etkili bir sözünde şu ifadelerde dile getirdiği hakikattir:

"Anneleri kendilerini özgür ve hür insanlar olarak doğurmuşlarken siz insanları ne zaman köleleriniz yaptınız?!"

Bu, Ömer'in kavradığı, insanlık âlemine ait gerçeklerin ilkidir:

"Özgürlük, doğumla birlikte kazanılmış bir haktır."

O, bir devlet başkanı olarak, özgürlükten korkmamaktadır… Aksine o, özgürlüğe âşık ve sevdalıdır…

Özgürlük, ona göre, hakkın özgürlüğüdür…

Hak bütün bağ ve şartların üstündedir.

Mademki hakkı keşfeden ve açığa çıkaranlar insanlardır, öyleyse, onu araştırırken özgür olmalıdırlar…

Mademki, tek başına hakkı tanımış veya ona tek başına sahip olmuş bir tek insan yoktur, öyleyse her bir ferdin kendi yöntemince hakkı araştırma hakkı vardır…

Yani insanlar, düşünce ve görüşlerini ifade etmekte özgürdürler… Ortaya konan görüş veya düşünce isabetliyse, bundan bütün toplum fayda görecektir. Yanlış ve isabetsizse, bu durumda onu dile getiren insan hatasını anlayacaktır…

Ömer'in bizim üzerimizdeki şu hakkını da dile getirmeliyiz: Farklı görüş ve bakış açılarına saygı duyan bu hak, ne Allah'ın ne de Resûlullah'ın, hakkında açık ve net bir beyanda bulunmadıkları bir haktır…

Allah'ın, bu şekilde keşfedilip açığa çıkarılmasını insanlara bıraktığı ne çok hak vardır… Aynı şekilde açığa çıkmak ve anlaşılmak için insanların görüş ve düşüncelerine ihtiyaç duyulan nice hakikat vardır…

Ömer'e göre, görüş bildirmek, düşünceyi ortaya koymak, kadın ve erkek… genç ve ihtiyar… her ferdin hakkıdır… Bu sadece seçkinlere ait bir hak değildir…

Çünkü o çevresindeki devlet ve yönetimlere bakınca, çöken imparatorluklar, yıkılan tahtlar ve gerçeğin fakına varan, özgürlük talebinde bulunan zavallı halklar görüyor…

Sonra bu yüce işin, kimlerin eliyle tamamlanacağına bakıyor…

Görüyor ki o, Muhammed (s.a.v.)'e ve onun tâbi olduğu nura iman etmiş olan sıradan, okuma yazması olmayan, fakir, basit insanların elinde tamamlanacaktır... Öyleyse onlar yeni hayatın temel ve dayanaklarıdırlar…

Onların yıkan ve yapan kollarına saygı duyuyorsak, söyledikleri sözlerine de aynı şekilde saygı duymalıyız… Onlardan destek ve yardımlarını istiyorsak, onların fikir alışverişini ve eleştirilerini de kabul etmeliyiz…

Mademki bu işin başında da sonunda da yükü taşıyanlar bunlardır, öyleyse devlet başkanı, onlar olmadan karar alamaz, plân ve programlar yapamaz… Onların, "Emret! Seni dinliyoruz!" sözüne muhtaç olup dururken, onların "Hayır!" diyen sözlerini görmezden ve bilmezden gelemez…!!

Ömer (r.a.) ile halktan biri arasında ateşli bir tartışma meydana gelir.

Adam kendi görüşünde diretmektedir. Mü'minlerin başkanına şöyle der:

"Allah'tan kork ey Ömer!"

Adam bu sözünü birçok kez tekrarlar.

Bu esnada bu tartışmayı izleyen ashabtan biri adamı ikaz eder:

"Sus! Mü'minlerin başkanına karşı çok konuştun."

Fakat Ömer (r.a.) adamın rahat bırakılmasını ister.

"Bırakın onu! Siz sözünüzü esirgeyecek olursanız sizde; biz dinlemeyecek olursak bizde hayır yok demektir…!!" der.

Evet, insanlar hak ve doğru olduğuna inandıkları şeyleri dile getirmeyecek olurlarsa onlarda, devlet başkanı da onların bu düşünce ve görüşlerine kulak verip dinlemeyecek olursa onda hayır yok demektir…

* * *

Fakat sorun, görüş bildirme ve itaat etme sorunu değildir…

Öncelikle sorun, görüşü dile getirebilecek cesareti ve yine onu kabul edecek adaleti yüksek seviyede sağlayacak olacak güven ve huzur ortamının oluşturulmasıdır…

Her konuda olduğu gibi, Ömer'in bu konudaki yüceliği de işte buradadır…

Onun yüceliği; cesaretin ve özgürlüğün ruhu ve mayası olduğunu; halkın bu cesareti yitirdiğinde, kendilerini istikamet, gelişme ve kalkınmaya lâyık duruma getirecek her şeylerini de yitirmiş olacaklarını kavramış olmasındadır…

Bu kayıp ve yitik gerçekleşecek olursa, vah o halka ve o devlet başkanına!

O ikisi -halk ve devlet başkanı- görüş ve düşünceyi dile getirme ve kabul etme cesaretini yitirecek olurlarsa, süratle hayattan çekilmeye mecbur kalırlar…

* * *

Güçlü güvenilir devlet başkanı Ömer'in yönettiği ülkeye ne mutlu!

Öyle bir devlet başkanı ki, her asırda yönetimleri ve yöneticileri kuşatan âfetten uzak kalabilmiştir. Dikkat edin! Bu, kendi sözünü/görüşünü en büyük ve tek söz/görüş kabul etme âfetidir.

Ömer bundan kendini korumayı başarmış ve bunu aşmıştır…

O bir işe karar verir ve uygulamaya geçmek ister; fakat bir arkadaşı bu karara itiraz eder. Bunun üzerine âdil ve güvenilir devlet başkanı Ömer'e:

"Aramızda başkaları hakem olsunlar." der.

Allah'a yemin olsun ki, Ömer (r.a.) bundan gocunacak, kaçacak değildir… Bilakis şayet kendisi haklıysa, bir destek; haksızsa da kendisine hakka ulaştıracak bir rehber bulduğu için mutludur…

Bir gün Abbas'la (r.a.) karşılaştı. Ona:

"Ben vefatından önce Resûlullah'ın, mescidi genişletmek istediğini duydum. Senin evin mescide çok yakın. Onu bize ver de mescide katalım; sana da karşılığında daha geniş bir ev verelim." dedi.

Abbas (r.a.):

"Olmaz." diye karşılık verdi.

"O zaman zorla alırım."

"Bunu yapamazsın. Fakat biri aramızda hakem olsun."

"Kimin hakem olmasını istersin?"

Huzeyfe bin Yemân'ın."

Mü'minlerin başkanı Huzeyfe'yi kendisine çağırmak yerine Abbas'la birlikte onun ayağına gider…

Şimdi Huzeyfe, halifenin de üstünde bir güç ve otoriteye sahiptir… O, halife ile bir Müslüman… yani devlet başkanı ile bir vatandaşı… arasında hükmedecek ve karar alacaktır…

Ömer ve Abbas, Huzeyfe'nin önüne otururlar… Aralarındaki tartışmayı anlatırlar…

Huzeyfe anlatılanları dinledikten sonra şöyle der:

"Benim duyduğuma göre, Davud (a.s.) da Beyt-i Makdis'i genişletmek istemiş. Yakınındaki bir evi Beyt-i Makdis'e katmak istemiş. Fakat bu ev bir yetime aitmiş. Yetim evi vermeyi reddetmiş. Bunun üzerine Davud (a.s.) evi ondan zorla almaya karar vermiş. Fakat Allah ona vahyini indirerek, "Zulümden en uzak ve en temiz ev, benim evimdir." buyurmuş. Bunun üzerine Davud (a.s.) da evi almaktan vazgeçmiş."

Abbas (r.a.), Ömer'e dönerek:

"Hâlâ zorla evimi almak istiyor musun?" der.

Ömer:

"Hayır." karşılığını verir.

Abbas (r.a.) da fikrinden vazgeçerek:

"Bununla beraber ben evimi sana veriyorum, onu Resûlullah'ın mescidine katabilirsin." der.

 * * *

Ömer yönetimindeki bütün bu güzellikleri ortaya koyarken, üstün ve olağanüstü işler yaptığını düşünmüyordu… Bu onun yüce mayasında vardı… Onun sahip olduğu yüce karakter, kendisine hatasını bildirene, kendisine "Hayır" diyene şefkat ve merhametle yaklaşmasını sağlıyordu…

 

 

N

 



NE BEN KENDİM HİLEKÂRIM,                                          NE DE BİR HİLEKÂR BENİ ALDATABİLİR

 

 

 

 

 

Onun zekâsı, anlayış ve kavrayış çabukluğu; yaratılış, iman ve sorumluluğuyla aynı seviyedeydi…

Hz. Aişe (r.anha) onun bu konudaki üstünlüğünü fark etmişti. Aişe onu şöyle anlatmaktadır:

"Vallahi, o, işinde gayretli ve ciddîydi. Emsali yoktu. Her şeyi tam yapardı."

Allah ona yüksek bir anlayış ve hikmet verdi…

"Allah hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilirse, ona pek çok hayır verilmiş demektir." [18]

Ömer (r.a.) Allah'ın fazlına, ihsan ve bağışına lâyıktır… Hayatındaki hiçbir şey kendisinin olmayıp, her şey Allah'a adanmıştır, O'nun taâti ve hizmeti için vakfedilmiştir...

Onun zekâsı, batılın değil hakkın yolundadır… Bu zekâ, onun sorumluluk bilincinden beslenmekte ve ona uygun şekilde çalışmaktadır… Bu bozulmamış yaratılışın ve şuurlu tecrübenin zekâsıdır. Sonra bu zekâ, asla işten kaçmaz ve aldatmaz… Ancak hakkı ve doğruyu araştırır…  Göz açıp kapayıncaya kadar hatta daha kısa zamanda gönüllerin gizli, tenha bölgelerine nüfuz eder…

Ömer'in İslâm dinine dair anlayış ve birikimi gerçekten çok büyük ve genişti.

Abdullah bin Mes'ûd onun bu özelliğini şu sözlerle anlatıyor:

"Ömer içimizde Allah'ın kitabını en iyi bilenimiz ve Allah'ın dinine dair anlayışı en derin olanımızdı."

Gerçekten onun zekâsının keskinliği tüm işlerinde ve sözlerinde kendisini gösteriyordu…

Aynı şekilde o yöneticiliğini kibir ve üstünlük için kullanmadığı gibi dehasını kibir ve büyüklük için kullanmadı... Hâlbuki o, gireceği bütün zekâ savaşlarından zaferle çıkacak bir zekâ ve dehaya sahipti… O kendisine verilen zekâ nimetini sadece onun aydınlığında hakka ulaşmak için kullandı. Onun sayesinde, hak düşmanlarının kurdukları tuzaklardan ve hilelerden kurtuldu…

Şu sözü dilinden düşürmüyordu:

"Ne ben hilekârım, ne de bir hilekâr beni aldatabilir."

Bu onun net karakterini ve zekâsını anlatan bir sözdür…

Bu, düşmanca bir zekâ olmadığı gibi işten kaçan ve gizlenen bir zekâ da değildir…

Bu saldırı zekâsı değil; direniş zekâsıdır…

Bu, üstün bir şahsiyette ortaya çıkan ve üstün ilkelerin hizmetinde çalışan başarı ve üstünlüğün zekâsıdır…

Öyleyse bu, savaşlar değil; kahramanlıklar zekâsıdır…

Bu okul mantığıyla hareket eden bir zekâ değil; üretici, icat edici bir zekâdır…

Aynı zamanda bu, nassa iman eden ve rivayete boyun eğen aklın varlığının kanıtlarından biridir.

Bunun yanı sıra yerinde duramayan, sürekli hareketli bir zekâdır.

Gözü gayblarda olan, bazen neredeyse inecek vahyi dahi sezen bir zekâdır. Resûlullah (s.a.v.) bu zekâyı överek şöyle buyurmuştur:

"Allah, hakkı Ömer'in diline ve kalbine koymuştur."

Bir gün Resûlullah'a (s.a.v.) şöyle dedi:

"Burası atamız İbrahim'in makamı değil mi?"

Resûlullah (s.a.v.):

"Evet." diye cevap verdi.

Bunun üzerine Ömer:

"Keşke buradan bir namazgâh edinseydik." dedi.

Aradan birkaç gün geçti ki, bu sözleri içeren âyet-i kerime nazil oldu:

"Siz de İbrahim'in makamından bir namazgâh edinin." [19]

Ömer'in hayatında bu tür olaylar pek çok defa meydana gelmiştir… Aydın aklı ve keskin zekâsı bir düşünceyi, bir hayali dile getirir, bir müddet sonra onun isteği doğrultusunda vahiy inerdi…

Bu yüzden Resûlullah (s.a.v.) onun hakkında:

"Benden sonra birine vahyedilecek olsaydı, bu kesinlikle Ömer olurdu." buyurmuştur.

Bundan dolayı Resûlullah (s.a.v.) onun hakkında şöyle buyurarak onu dinin yasama kaynaklarından biri yapmıştır:

"Aranızda daha ne kadar kalacağımı bilmiyorum. Benden sonra iki kişiye, Ebû Bekir ve Ömer'e uyunuz."

Ömer'in zekâsı, kuşatıcı ve genişti… Keskin bakışları gizli, örtülü, saklı her şeyi keşfediyordu…

Onun en basit bir meseleyi dahi ele alışı, en hassas ve ciddî meseleleri ele alışından farksızdı… Özlü sözler ve meseleyi bütün yönleriyle kapsayan hükümler…

İnsan karakterinden çok iyi anlıyordu… Bu, onun dünyada dönen olayları ve hayatın sırlarını kavraması gibiydi…

 Şöyle diyordu:

"Her devirde insanlar atalarına benziyorlar."

"Nimet sahibi her insanı, çekemeyen biri mutlaka vardır. İnsan oktan daha düzgün de olsa, ona kulp takan biri mutlaka olacaktır."

Ömer'in hikmet ve dehasını, insanları tanımadaki engin becerisini açığa çıkaran özlü ama derin sözler…

O, insanları sağlam, düzgün bir terazide tartıyor ve şöyle diyordu:

"Kendisiyle henüz görüşmediğimiz hâlde bana en sevimli olanınız, yaşantısı en güzel, konuşması en mantıklı olanınız ve yine kendisiyle bir iş yaptığımızda onu en güzel şekilde yapanınızdır."

Geçici görüntüler, ona göre, insanları tanıyabilmek ve haklarında bir kanıya varabilmek için yeterli değildir…

Bir gün birinin bir başkası hakkında ondan övgüyle bahsederek,"O dürüst bir adamdır." dediğini duydu. Ona:

"Onunla yolculuk yaptın mı?" diye sordu.

Adam:

"Hayır." dedi.

"Peki, aranızda hiç tartışma ve husumet meydana geldi mi?"

"Hayır."

"Ona şimdiye kadar herhangi bir şey emanet ettin mi?"

"Hayır."

"Öyleyse sen onu tanımıyorsun. Herhâlde sen onu sadece camide başını eğip kaldırırken gördün."

Ömer (r.a.) takva, verâ ve hidayet imamlarından bir imam, bir önder… Camide başı eğip kaldırmayı, kişiye güvenmek için yeterli görmüyor… Onun bu tutum ve yaklaşımının nedeni, kesinlikle ibadeti küçümsemesi değildir. Aksine insan nefsinin sırlarını, onun gizli eğilim ve yönelişlerini çok iyi biliyor olmasıdır…

O sahip olduğu zekâyla olaylara tek boyuttan bakmaz ve bu şekilde değerlendirmez… Onları bütün yönleriyle ele alır ve olabilecek en küçük ihtimaller üzerinde durur.

O, ibadete ve âbidlere büyük değer vermesine rağmen insanları tanımak için yalnızca ibadeti esas almaz. Muhatabının tüm şahsiyetini esas alır ve bu şekilde onu tanımaya çalışır. Bununla birlikte ibadet ona göre, insan şahsiyetinin düzgünlüğünün ve olgunluğunun da göstergesidir.

Bundan dolayı takvalı insanların basitliğinden, takvasızların da sahip oldukları imkân ve güçlerinden yakınıyordu…

Basitlik ve gafleti, ibadetin ve takvanın özellik ve gerekleri arasında kabul etmiyordu. Bilakis takva ona göre, pâk ve güçlü olmak, geniş imkânlara sahip bulunmak ve başarı demekti… 

Hayat onun gözünde iyi niyetlerle örülmüş bir gaflet/aymazlık hali değil… Aksine başarılı deneyim, güvenilir güç ve girişkenlik idi…

Bir gün insanlar onun yanında birinin iyiliğinden söz açarak:

"Kötülük nedir bilmiyor." dediler.

Ömer (r.a.) onların bu sözlerine:

"O zaman kötülüğe düşmeyi en fazla o hak ediyor." karşılığını verdi.

Tabiî bu söz, kötülüğü bilmek için onu işlemenin zorunlu olduğu anlamına gelmiyor. Bu sözün maksadı, iyilik kisvesine bürünmüş kötülüğün kucağına düşmemek için insanın, kötülüklere karşı uyanık ve dikkatli olmasının gerekliliğini bildirmektir.

O parlak zekâsıyla yine çok biliyor ki, fazilet, fitne korkusuyla hayattan el etek çekip bir köşeye kapanmak değil; aksine hayatla yüzleşmek ve fitnelere galip gelmektir...

Şimdi söz buraya gelmişken şu soru akla gelebilir:

Şu iki insandan hangisi pâk ve faziletlidir? Günaha karşı arzu duymadığı için günah işlemeyen insan mı yoksa içindeki günah dürtüsüne rağmen günahtan uzak duran insan mı?

Ömer (r.a.) bu soruyu şöyle cevaplandırıyor:

"İçlerindeki günah işleme dürtüsüne rağmen günahtan uzak duran insanlar, Allah'ın kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağ­firet ve büyük bir mükâfat vardır."

* * *

Hayatın ve insanların sorunları ile karşılaştığında bu zekâ ve derin kavrayışın boyutları genişliyor.

Bazen Ömer'e bir mesele iletilir ve o da o konuda bir hüküm verir. Daha sonra benzer bir mesele daha sorulur; buna öncekinden çok farklı bir hüküm verir… Niçin böyle yaptığı sorulunca şu cevabı verir:

"O daha önce verdiğimiz bir hükümdür; bu ise şu anda vermekte olduğumuz bir hükümdür."

Çünkü iki meselenin meydana geldiği ortam ve şartlar birbirinden farklı olup, sadece olaylar arasında bir benzerlik söz konusudur…

Dâhi ve fakih Ömer, aklının içinde, bütün olaylara uygulanabilecek kalıp fetvalar barındırmamaktadır. O, bütün yönlere dikkat eden ve şartlardaki değişikliğin, olayları ve bunlara terettüb eden hükümleri/sonuçları etkileyeceğini bilen bir anlayışa sahiptir.

Cesareti dışında, Ömer'in zekâsını geçebilen hiçbir şey yok…

Kur'an ve Sünnet'in metinlerine tam bağlı ve Resûlullah'ın ardınca gitmekte titiz olan Ömer'i, şer'i bir hükmü iptal ederken görüyoruz… Hâlbuki Resûlullah sağlığında bu hükümle amel etmiştir. Aynı şekilde Ebû Bekir de yaşadığı süre içinde bu hükmü uygulamıştır. Yine bu hüküm, Kur'an'da okunan bir âyettir…!!

 Bu, müellefe-i kulûba ödenmek üzere zekâttan belli bir miktarın ayrılması hükmüdür… 

Müellefe-i kulûb, zayıf bir benimseyişle veya benimsemeksizin Müslüman olanlardır…

Kur'an, onların gönüllerini İslâm'a ısındırmak için devlet hazinesinden belli bir miktarın ayrılarak, onlara ödenmesini emretmiştir…  Böylelikle henüz imanın tadını almadan İslâm'ı terk etmelerinin önüne geçilmek ve İslâm'ı can-ı gönülden benimsemeleri istenmiştir…

Ömer bu konudaki görüşleri dinledikten sonra şöyle dedi:

"İslâm o gün zayıf durumda olduğu için Resûlullah onlara bunu veriyordu… Ama bugün Allah dinini güçlü duruma getirmiş ve sözünü yüceltmiştir. Artık dileyen iman eder, dileyen küfür… Bu dinde, iman ve arzu ederek Müslüman olanlardan başkasına yer yoktur."

Sadece tek başına bu tutum, insan zekâsının en üst seviyesine tırmanmaktadır… Böyle bir olayda Ömer'in gördüğü hikmeti pek çok insan, görebilir. Fakat sadece Ömer'in parlak zekâsı bu yasayı dönüştürüp geliştirebilir… Özellikle de bu hüküm, Kur'an'dan mensuh olmayan bir âyetle ve Resûlullah'ın iptal edilmemiş sünnetiyle konmuş ise…

Güçlü sezgi ve şer'i hükümlerin hikmetine derin vukûfiyet, bu güvenilir, raşid adamın bilincinde yer etmişti…

Buhârî ve Müslim'in rivayet ettikleri bir hadiste Resûlullah (s.a.v.), Allah'ın Ömer'e verdiği bu nimeti överek şöyle buyurmuştur:

"Bir rüya gördüm. Rüyamda bana içinde süt bulunan bir kadeh verdiler. Sütün serinliğini tırnaklarımda hissedinceye kadar sütten kana kana içtim. Sonra artanı Ömer bin Hattab'a verdim."

Ashab:

"Ya Resûlullah, bu rüyanı nasıl tabir ettin?" diye sordular.

Resûlullah (s.a.v.):

"İlimle." buyurdu.

* * *

* Bir gün Ömer'e, had cezasını gerektiren bir suçu işlemiş bir Müslüman getirildi. Onun bu suçu işlediğine üç kişi tanıklık etti. Dördüncü şahit de geldi mi ceza kesinleşecekti…

Ömer (r.a.), dördüncü şahidin getirilmesini emretti… Adamı görünce içinde bir ürperti hissetti… Kendisine doğru yaklaşmakta olan adamı izledi. Adam iyice yaklaşınca şöyle dedi:

"Karşımda, Allah'ın, kendisiyle hiçbir Müslümanı rüsva etmeyeceğini sandığım bir adam görüyorum."

Adam:

"Ben cezayı gerektirecek hiçbir şey görmedim." dedi.

Adamın bu sözüyle Ömer (r.a.) derin bir nefes aldı…

*  Bir gün bir adamın kendisine doğru koşarak geldiğini gördü. Ada­mın bir müjdeyle geldiğini zannetti. Fakat yanılıyordu. Nefes nefese gelen adam şöyle dedi:

"Ey Mü'minlerin başkanı! Falan adamla falan kadını hurmaların ardında birbirlerine sarılmış bir hâlde gördüm."

Bu ihbarına karşılık Ömer, adamın yakasından kavradı, elindeki kamçıyla adama sert bir darbe indirdi. Ardından:

"Adamın günahını gizleyip, tevbe etmesini ümit edemez miydin?! Resûlullah (s.a.v.): "Kim kardeşinin (günah ve ayıbını) örterse, Allah da dünya ve âhirette onun (günah ve ayıbını) örter." buyurmuştur." dedi.

O, ahlâkî yanlışı çirkin ve ayıp bulan bir veraya sahipti. Ancak bununla beraber söz konusu yanlışın yapıldığı ortam ve koşulları da kavrayacak bir derin görüşe ve keskin bir zekâya da sahipti…

* İnsanlara da bu büyük kavrayışa sahip olmalarını öğütlüyor, şöyle diyordu:

"Siz de böyle yapın… Bir kardeşinizin yanlış yaptığını gördüğünüz zaman onu düzeltin ve doğrusunu öğretin. Onun tevbesini kabul etmesi için Allah'a dua edin. Ona karşı şeytana yardımcı olmayın..!!"

Mü'minlerin başkanı sert ve katı bir yaratılışa sahipti. Fakat her hareket ve davranışında doğru bir anlayışla hareket ediyordu… Olaylara duygularıyla değil zekâsıyla yaklaşıyordu… Doğru, o, günahtan nefret ediyordu. Ancak günahın meydana geldiği koşulları da bir uzman maharetiyle dikkate alıyor, değerlendiriyordu. Sonunda şu prensibi koymuştur:

"Şüphelere istinaden bir had cezasını kaldırmam, şüpheye dayanarak bir had cezasını uygulamamdan bana daha hoş gelir…!!"

Bir gün bir adam geldi. Ondan bir konuda fetva vermesini istiyordu:

"Kızım had gerektiren bir suç işledi. Bunun üzerine bir bıçak alarak kendini boğazlamaya kalkıştı. Biz son anda yetiştik; ama biz gelinceye kadar bazı boyun damarlarını kesmişti. Sonra onu tedavi ettirdik ve iyileşti. Ardından güzel bir tevbeyle tevbe etti. Bugün bazı kimseler evlenmek için kızıma talip oluyorlar. Geçmişte yaşadığı bu olayları taliplilerine anlatayım mı?"

Zeki bir verâya ve verâlı bir zekâya sahip olan Ömer (r.a.) şöyle dedi:

"Sen Allah'ın örtüp gizlediği bir şeyi açığa çıkarmak mı istiyorsun? Şayet bunu herhangi bir insana anlatacak olursan seni âlemlere ibret bir cezayla cezalandırırım. Git onu iffetli bir Müslüman kız olarak evlendir."

Mü'minlerin başkanı Ömer, cüzî, yüzeysel, geçici hükümler vermekten kaçınıyor; bilakis kalıcı, kuşatıcı ve derinlikli hükümler veriyordu. Realiteyi, yaşanan gerçeği göz ardı etmiyor, aksine realite üzerinde odaklanıyor ve onu sağlıklı düşünce kaynaklarından biri yapıyordu…

* Bir gece vakti, kontrol ve güvenliği sağlamak amacıyla Medine'yi dolaşmaya başladı. Gece, kederini kimselere açmayan gam ve dert sahiplerini ele veriyordu… Derken sıkıntı ve üzüntüyle yakınan bir kadının sesini işitti. Kadın kendi kendine şöyle dert yanıyordu:

"Bu gece uzadı. Kendisiyle oynaşmak için bir sevgili bulamayışım da beni uykusuz bıraktı. Eğer Allah'ın azabından korkmasaydım, bu gece bu yatağın kenarları sarsılırdı. Hayâm beni bundan alıkoyuyor. Hem kocam da böylece bineğinden muradını alsın istiyorum."

Kadın bu sözlerinin ardından şöyle dedi:

"Bizim, kocalarımızdan böyle uzak, yapayalnız kalışımız, Ömer'e basit mi gelmektedir."

Ömer (r.a.) kadının kocasının orduda asker olduğunu anladı.

Sabah olunca doğruca kızı Hafsa'nın yanına gitti. Ona:

"Hafsa! Kadın kocasının ayrılığına ne kadar dayanabilir?" diye sordu.

Hafsa:

"Bir, iki, üç ay… Dördüncü ay artık sabrı tükenir." dedi.

Bunun üzerine Ömer (r.a.), hemen bir kanun çıkararak, evli askerlerin aralıksız olarak dört aydan fazla cihadda bulunmalarını yasakladı… Ayrıca o kadının kocasının da derhâl gönderilmesini istedi…

*  Yine bir gün yaşlı bir adamın, duygularını özlü bir şiirle dile getirerek ağladığını duydu. Uzun zamandır görmediği oğlunun hasretiyle yanıyordu. Ömer adamdan, oğlunun İslâm ordularından birinde asker olduğunu öğreniyor. Derhâl haber göndererek oğlunu çağırtıyor. Ardından bir kanun çıkararak, yaşlı anne babası olanların, anne babalarının izni olmadıkça askere alınmasını yasaklıyor.

Hayatın doğal seyrine göre işleyen ve insanların ve hayatın gerçeğinden beslenen bir zekâ…

* Örf ve hukuk, itirafı en güçlü kanıt kabul eder.

Ancak bu doğrudur. Ancak Mü'minlerin başkanı, derin anlayış ve kavrayışıyla bunun her zaman böyle olmadığını görmektedir. İtiraf, fiili kuşatan şartlar da dikkate alınmak koşuluyla bir kanıt olarak kabul edilmelidir. Çünkü itirafa sevk eden şey, bazen korku ve zorlama olabilmektedir.

Ömer (r.a.) bu konuda şöyle demektedir:

 "Aleyhine şahitlik yapması için canını yaktığın veya korkuttuğun yahut hapsettiğin zaman söylediklerinde o insana itimat olunamaz."

* O ordu komutanlarına, bir asker herhangi bir suç işlediği zaman ordu, görevinden geri dönünceye kadar o askeri cezalandırmamalarını emrederdi.

Bir asker herhangi bir yanlış iş yaptığında, olay tahkik edilmeli, sorumluluk seviyesi belirlenmelidir. Fakat cezalandırma işlemi, o asker düşman topraklarını terk edinceye ve kendi vatanına dönünceye kadar ertelenir…

Ömer (r.a.), bu kararının gerekçesini, askerin cezalandırılacağı korkusuyla düşman saflarına geçişinin önlenmesi olarak açıklamaktadır…

Bu basit olayda bile kendini ortaya koyan zeka, bu raşid ve ilhamlı adamın ne büyük bir kapasiteye ve derin bir kavrayışa sahip olduğunu göstermektedir.

* Bir gün Müzeyne kabilesinden bir adamın devesini çaldığı iddiasıyla yaşları küçük birkaç köle çocuk Ömer'e getirildi.

Çocukların sararmış yüzlerini, çelimsiz bedenlerini görünce:

"Bu çocuğun sahibi kim?" diye sordu.

"Hâtıb bin Ebû Beltea." dediler.

Ömer (r.a.):

"Hâtıb'ı bana getirin!" dedi.

Hâtıb (r.a.) gelince Ömer (r.a.) ona:

"Bunların sahibi sen misin?" diye sordu.

Hâtıb (r.a.):

"Evet, ey Mü'minlerin başkanı, benim." dedi.

Bunun üzerine Ömer (r.a.):

"Sizin onları yorup aç bıraktığınızı öğrenmeseydim, az kalsın onları cezalandıracaktım. Bunlar aç kalıp, hırsızlık yaptılar. Cezalandırmam gereken biri varsa o da ancak sensin!" dedi.

Sonra devenin sahibini çağırdı. Ona:

"Müzeyneli! Devenin fiyatı nedir?" dedi.

Adam:

"Dört yüz." dedi.

Ömer (r.a.) ardından Hâtıb'a dönerek:

"Bu adama sekiz yüz öde!" dedi.

Daha sonra çocuklara döndü.

"Sizler de gidin ve bir daha böyle bir şeye teşebbüs etmeyin." buyurdu.

* * *

Ömer'in, son derece düzgün konuşmalarıyla ortaya koyduğu düşüncelerini değerlendirdiğimizde, bu düşüncelerin olabildiğince özlü, açık olduğunu, büyük anlamlar ve yüce hedefler taşıdığını görürüz.

Halife olduğunda ayağa kalkarak halka şu konuşmayı yaptı:

"Halife oluşum, benim huy ve mizacımı değiştirmeyecektir. Yücelik ve büyüklük sadece Allah'a mahsus olup, insanlara bu konuda verilmiş bir şey yoktur."

Onlara mal-para hakkında konuşuyor, şöyle diyordu:

"Dinleyin! Ben malın salâhını üç şeyde gördüm. Hak olarak alınması, hak olarak verilmesi ve batıldan korunması…  Dinleyin! Sizin malınıza karşı ben, yetimin vekili gibiyim. Ondan uzak durursam, ahlâk ve namus olarak temiz kalırım. Onu kullanacak olursam da örfe uygun hareket ederim."

Yine apaydın ve etkili konuşmalarının birinde şöyle diyor:

"Kur'an'a dair bir mesele soracak olan, Übey bin Ka'b'a gitsin… Miras hukukuna dair bir mesele soracak olan, Zeyd bin Sâbit'e gitsin… Fıkıha dair bir mesele soracak olan Muâz bin Cebel'e gitsin… Mal ve paraya dair bir mesele soracak olan da bana gelsin… Zira Allah beni malın bekçisi ve dağıtıcısı yapmıştır.

Ben malı dağıtmaya Resûlullah'ın hanımlarından başlıyor ve önce onlara veriyorum. Sonra sırasıyla, vatanlarından ve mallarından kovulmuş ilk muhacirlere… Sonra onlar hicret etmeden onlar için yurt ve imanı hazırlamış olan ensâra vereceğim. Hicret etmekte çabuk davrananlara ben de ihsanda bulunmakta çabuk davranacak, hicret etmekte gecikenlere ben de ihsanda gecikeceğim… Hiç kimse devesinden başkasını kınamasın…!!"

Servetin dağıtılması hakkında şunları söylüyor:

"Ben elimden geldiğince bütün ihtiyaçları karşılayıp, giderilmemiş hiçbir ihtiyacın kalmamasını çok istiyorum. Bunu yapamazsak, eşit asgarî düzeyde bir yaşantıya razı olup, birbirimize destek olmalıyız."

* * *

Komutan ve valilerine yazdığı mektuplarda onun zekâsının nasıl tam bir olgunlukla düşünüp hareket ettiğini görüyoruz.

Ebû Musa el-Eş'arî'ye yazdığı mektubunda onun hüküm verme, dava görme işinde nasıl bir yöntem izleyeceğini şöyle anlatıyor:

"Mü'minlerin başkanı Abdullah'tan Kays'ın oğlu Abdullah'a… Sana selâm olsun… Bundan sonra derim ki, hüküm vermek ve dava görmek kesin bir fariza ve uyulan bir sünnettir. Sana bir dava sunulduğunda iyice anla. Anlayınca da gereğini yerine getir. Yerine getirilmeyen bir hakkın kimseye faydası yoktur.

Meclisinde insanlara eşit davran ki, toplumun ileri gelenleri senden yana bir medet ummasınlar ve zayıflar da adaletinden ümit kesmesinler.

Bir iddiada bulunan kimse, delilini ortaya koymalı; bu iddiayı yalanlayan, inkâr eden kimse de buna dair yemin etmelidir.

Bir haramı helâl veya bir helâli haram yapmadıkça Müslümanlar kendi aralarında antlaşmalar yapabilirler…

Dün bir konuda verdiğin bir hüküm/karar, bugün senin o konuyu tekrar ele alıp değerlendirmene ve yanılmışsan o kararı düzeltip doğruyu ortaya koymana engel olmasın. Çünkü hak, kadîm olup, onu hiçbir şey iptal edemez ve geçersiz yapamaz. Batılda devam etmendense, hakka dönmen senin hakkında daha hayırlıdır…

Allah'ın Kitabında veya Resûlullah'ın sünnetinde bulamayıp da gönlünün daraldığı meseleleri iyi anlamaya çalış. Benzer meseleleri araştır, öğren. Sonra onları birbirleriyle karşılaştır ve değerlendirmeye tâbi tut. Allah'a en sevimli geleni, hakka/doğruya en çok benzeyeni al, kabul et…

Bir hak iddiasında bulunan kimseye, bunu ispat etmesi için belirli bir süre tanı. Delilini getirdiğinde ona hakkını teslim et. Aksi durumda davayı onun aleyhine sonuçlandır. Çünkü bu şüpheden kurtulmak, körlükten aydınlığa çıkmak ve mazeret sahibi olmak için en iyi yoldur.

Müslümanlar birbirlerine şahitliklerinde âdildirler. Bir suç sebebiyle değnek (celde) cezasıyla cezalandırılan, yalan şahitliği tecrübeyle sabit olan veya dostluk ve akrabalık nedeniyle töhmet altında tutulup kendilerine güvenilmeyen kimseler bundan müstesnadırlar…

Tedirgin, somurtkan ve sinirli olma, insanlara eziyet etme ve haklı olduğu durumlarda kesinlikle hasımlara hakkını teslim et. Böyle yaparsan Allah seni bundan dolayı en iyi şekilde mükâfatlandıracaktır…

Kim Allah ile arasını iyi yapar, dürüst olursa, Allah da onunla diğer insanların arasını iyi yapar. Allah gerçeği bilip dururken, insanlara güzel görünerek onları aldatmaya çalışan kimseyi Allah rezil eder ve sahtekârlığını ve gerçek yüzünü açığa çıkarır. Sen, Allah'ın, katındaki sevabı karşısında O'nun bu dünyada vereceği rızkı veya rahmetinin hazinelerini çok şey mi sanırsın?!"

* * *

Tikrit ve Câlûlâ'nın fetihlerinde bulunmuş olan mücahidlerden bir grup, Ömer'in huzuruna girdi. Ömer, onları çok zayıf ve sararmış görünce, niçin bu durumda olduklarını sordu. Askerler, bu durumlarının, bulundukların yerin yaşam şartlarının elverişsiz ve rutubetli olmasından ileri geldiğini söylediler. Bunun üzerine Ömer, hemen Sa'd'a bir mektup yazarak, askerleri daha uygun bir yerde mevzilendirmesini istedi. Uygun yeri nasıl seçeceğini de şöyle anlattı:

"Selman ve Huzeyfe'yi keşif için gönder. Sizinle aramızda ne bir köprünün ne de denizin olmadığı bir bölgeyi araştırsınlar. Sonra Ebü'l-Heyâc bin Mâlik'i çağırıp, ona her birinin genişliği kırk zirâ olan caddeler yapmasını emret. Sonra genişliği otuz zirâ olan caddeler … Sonra genişliği yirmi zirâ olan caddeler… Caddeleri bundan daha aşağı daraltma… Sonra ona bu caddelere bağlanan sokaklar yapmasını emret. Sokakların genişliği yedi zirâ olsun. Sokakların genişliğini de bundan daha az yapma..."

* * *

Yine Sa'd'a yazdığı bir başka mektubunda ona şu askerî tavsiyeleri yapıyor:

"Yürüyüşlerinde orduya merhametli ol, onları yorup yıpratacak kadar yürütme… Düşmanlarına ulaştıklarında yol yorgunu olmamaları için uygun yerlerde molalar ver… Her cuma günü, gündüz ve gecesinde mola ver ki, hem dinlensinler hem de silahlarının bakımını yapsınlar..

Düşmanı görebilecek, durumu araştırabilecek kadar yaklaştığında bir askerini düşmanın durumunu araştırmak üzere gönder. Bu kişiyi nasihat ve dürüstlüğüne güvendiğin kimseler arasından seç. Çünkü yalancı sana getireceği haberlerin bir kısmında doğru söylemiş olsa bile onun haberi sana fayda vermez… Hilekâr insan, seni, lehine değil aleyhine gözler…

Düşman topraklarına yaklaştığında gözcü ve öncü kuvvetlerinin sayısını arttır. Küçük akıncı birlikleri gönder. Bu akıncı birlikleri, düşmana ulaşacak yardım ve desteği kesecektir… Gözcü kuvvetlere gelince, onlar sana onların haberlerini getirirler.

Bu öncü keşif kuvvetini de görüş ve kuvvet sahibi insanlar arasından seç. Onlara iyi koşan hızlı atlar ver.  Bunlar daha önce karşılaşmadıklarını düşündüğün bir düşmanla karşılaşacak olurlarsa, akıncı birliklerinin durumunu cihadı bilen sabırlı insanlara bırak. Hiç kimseyi arzu ve keyfince kayırma, yoksa kayırdığından daha fazlasını kaybedersin… Zayiat vereceğin veya zarar göreceğin bir yere öncü ve akıncı birliklerini gönderme… Düşmanı gördüğünde bütün birlik ve kuvvetlerini topla…"

Bir başka mektubunda da ona şöyle demektedir:

"Bana ulaşan haberlere göre, hem sen hem de ailen, Müslümanlardan hiç kimsede görülmeyen bir tarzda giyiniyor, sofralar kuruyor ve bineklere biniyormuşsun. Ey Abdullah! Bir vadiden geçerken bütün çabası ve gayreti sadece otlayıp semirmek olan hayvanlar gibi davranma… Çünkü onların bu şekilde semirmeleri onlara ancak ölüm getirir… Bilmelisin ki, her yönetici Allah'a dönecektir. Yönetici yoldan çıkarsa, halk da yoldan çıkar. İnsanların en kötüsü ve bedbahtı, halkının kötü hallere düşmesine, bedbaht olmasına sebep olan yöneticidir."

Ömer (r.a.), bu mektuplarıyla dava görme, hüküm verme, ülkenin imarı, cihad ve yönetim sorumluluğu gibi çeşitli meselelerde görüşlerini dile getirmiştir.

Bunlarda ve satır aralarında onun parlak, üstün zekâsı kendini göstermektedir.

* * *

 Basit ve tatlı ifadelerle düşüncelerini ortaya koyarken zekalı hikmet onun bütün sözcük ve harflerini dolduruyordu…

* Bir gün Medine'nin kenar mahallesinde yeni bir eve rastladı.

"Bu kimin evi?" diye sordu.

"Falanın evi." dediler.

Bu falan, Ömer'in valilerinden biriydi.

Bunun üzerine şöyle dedi:

"Paralar mutlaka boyunlarını gösterecek!"

* Bir gün sahte gözyaşları dökerek insanlarla beraber ağlayan bir kadın gördü. Asasını kadına doğru kaldırıp, "Sen onların kederlerinden dolayı değil; paraları için ağlıyorsun!" diyerek onu oradan kovdu.

* Züheyr bin Ebû Sülmâ'nın şiiriyle övdüğü Hürm bin Sinan'ın oğullarından birini çağırıyor:

"Züheyr'in babanı övdüğü şiirlerden birini bana oku." diyor. Çocuk okumaya başlıyor.

Bunun üzerine Halife Ömer ona:

"Sizi iyi övmüş…" diyor.

Çocuk da:

"Allah'a yemin olsun ki, biz de bundan dolayı ona bağışı iyi yaptık." karşılığını veriyor.

Ömer'in cevabı ise:

"Sizin ona verdikleriniz yok olup gitti. Onun övgüleri ise hâlâ dil­lerde dolaşıyor..." oluyor.

Kendini keskin kelimelerle tanıtan keskin bir zekâdır bu…

* * *

Sonra zeki insan bazen aşırı açgözlü olabilmekte ve dünyanın yüksek imkân ve nimetlerinden, şan ve şöhretinden olabildiğince elde etmeye çalışmaktadır…

Burada Hattab oğlu Ömer'in parlak zekasının en belirgin özelliğini görüyoruz.

Bu, ibadet için soyutlanan, sahibinin hizmetinde değil Allah için, Allah'la birlikte ve hak, hayır ve şefkat uğrunda çalışan bir zekâdır…

Evet… Bu çok hisli, çok tevbekâr adamın zekası gücünü Allah'tan almakta ve yine O'na dönecektir…

N


KOCANI BEBEKLE MÜJDELE!

 

 

 

 

 

Keskin ve kuşatıcı bir zekanın yanı sıra bu sağlam ve düzgün yaratılış, bu Allah'a olan sarsılmaz iman ve varlığa ve hayata dair taşınan mükemmel sorumluluk duygusu bir araya gelince… Bu insanî kemalin bir beşer sûretinde varlık bulup, ayakları üzerinde doğrulması için dünyanın onur ve yüceliğinden başka neye ihtiyaç var?

Bu adalet… Bu takva… Bu, görev uğrunda kendini feda etme anlayışı… Sırat-ı müstakim üzere olan bu istikamet… Hiçbir hilekarın aldatamayacağı bu anlayış ve kavrayış çabukluğu…

Ömer (r.a.) bu üstün özelliklere sadece sahip olmakla kalmadı… Bilakis bunlara bütün standartları aşan bir düzeyde, en üst seviyede sahip oldu…

Evet… İnsanî kemâl bir insan sûretinde vücud bulmak isteyince kendine ender, üstün insanlar seçti. Bu üstün insanlardan biri de kuşkusuz Ömer bin Hattab'tır…

Gördüğümüz gibi, yüce bir adam… Yücelik onun özelliklerinden biridir…

Fakat bu sayfalarda onun çekmeye çalıştığımız fotoğrafının tüm kareleri henüz tamamlanmış değildir… Tamamlanmayı bekleyen oldukça dikkat çekici, parlak bir kare daha var…

Doğru, bu fotoğraf, tamamlanan kareleriyle bir görüntü ve fikir vermektedir. Ancak bu bize nispetle böyledir… Onu daha iyi ve doğru tanımak ve onun yüceliğini yavaş yavaş görebilmek için biz bu fotoğrafı bu şekilde kareler (bölümler) halinde sunduk… Önümüzde bizi kendine doğru çağıran ve çeken kareler hâlâ var…

Allah'ın, kendisini kayser ve kisranın saltanat ve mülküne varis yaptığı adam… Allah'a olan korkusundan ve taşıdığı ağır sorumluluktan dolayı son derece sert olması sebebiyle ashabın, gülücük ve tebessümünü hilali gözler gibi gözledikleri adam…

Dünyayı yönetmek için yaratılmış olan adam… Rahatlığın kendisini son derece rahatsız ettiği… bir işi bitirince diğerine başlayan adam…

Yerinde duramayan, sürekli koşuşturan bu adam, sorumluluğun baskısı altında ve bu hareketli yapısıyla hayatına nasıl yön verdi?

Bu özelikleri onu anlaşılmaz, kapalı biri mi yoksa son derece net ve açık biri mi yaptı?

Yine sahip olduğu özellikler, onu köşesine çekilen, bağnaz biri mi yoksa dışarıya ve gelişmeye açık biri mi yaptı?

Yöneticilerle insanların arasında bir miktar mesafe ve uzaklık bulunur. Bu mesafe, liderlik makamını ve heybetini korumak içindir… Peki, Ömer de böyle miydi? Yoksa onun, liderlik ve heybetini korumak için başka bir alternatifi mi vardı?

Evet, Ömer'in, Ömer'e yakışır bir alternatifi vardı… Bu, Ömer gibilerinden başkasının yürüyemeyeceği bir yol: Sadelik…

Fakat biz Ömer'in sadeliğini, başka bir şeyin alternatifi yaparsak, ona haksızlık yapmış oluruz.

Ömer'in ahlâkına ve özelliklerine hiçbir şey alternatif olamaz… Bunların tamamı, tam bir asalet olup, Ömer'in nefsinde kök salmışlardır…

Evet, cesaret, adalet, takva, istikamet… Bunların hepsi insanoğluna karşı sorumluluk hissiyle dolup taşan insanî erdemlerdir… Bu sebeple insanlarda farklı ölçü ve oranlarda bulunmaktadır… Fakat Ömer'in cesareti, adaleti, takvası ve istikameti kendisinden kaynaklanmaktadır ve ona özgüdür… Ömer olmasaydı bunlar da olmayacaktı…

O, kendisini Ömer yapan benzersiz tüm özellikleriyle misyonunu yerine getirdi…

İşte onun yüceliği… O, faziletten beslenerek karakter ve kişiliğini gerçekleştirmedi; bilakis o fazilete kendi karakter ve kişiliğini giydirdi…

Bu yüzden faziletler onda, şahsiyetinin tüm güzellikleriyle kök saldı…

Bütün faziletler onda bir araya gelip birleşti ve bu birleşimden Ömer meydana geldi…

Biz bunları parçalarına ayrıştırıp, Ömer'in adaleti… Ömer'in Allah korkusu…  Ömer'in sorumluluk duygusu… Ömer'in anlayış ve kavrayış çabukluğu… Ömer'in kuvveti… diyoruz. Onu kendimize tanıtmak için bu ayrıştırmayı yapıyoruz…

Evet, aşabilmek için yolumuzu merhalelere; her bir ayrıntısını görebilmek için de elimizdeki maddeyi parçalarına ayırıyoruz…

Fakat Mü'minlerin başkanının faziletleri, iş alanında parçalara bölümlenemez. Aynı şekilde değerler terazisinde de bölümlere ayrılamaz. Çünkü bunlar sahibinin kişiliğini yansıtan nitelikler değildir… Bilakis bunlar kişiliğin sahibidirler… Bunlar, kendisinden fışkırdıkları ve yine kendisine döndükleri adamın, yani Ömer'in ta kendisidirler…

* * *

Bu özelliklerde bir adamdan, ayrıcalıklı olması ve rahatlığı, sonsuz sadelikten başka bir yerde bulunması beklenemez… Yine o, hayatın içinde insanların üstünde değil arasında, içlerindedir…

Meclislerde en arkaya oturur, safın en önünde veya en başında ona mahsus bir yer yoktur… Uykusu gelince evindeki hasırın üzerinde veya bir hurma ağacının altında kumların üzerinde uyur…! Bulduğunu yer, yanında katık veya başka bir şey aramaz. Bir parça et veya zeytinyağıyla ıslatılmış, tuzlu bir parça ekmek…

"Ey Ömer!" diyen bir kadının veya kölenin kendisine seslendiğini duyunca mutlu olur…

Yeryüzü kralları onun mutluluğunun boyutlarını bilselerdi kesinlikle onu çekemezlerdi… Elindeki kovayı taşımakta zorlanan yaşlı bir kadın görünce derhâl yanına gider, onun yükünü taşırdı… Kadının teşekkür kabilinden söylediği:

"Allah seni mükâfatlandırsın ey oğulcuğum! Sen halife olmaya Ömer'den daha fazla lâyıksın." sözünü duyunca katıla katıla gülerdi…

* * *

İnsanların uykuda olduğu gece vaktinin bir yarısında, halkın güvenlik, huzur ve ihtiyaçlarını sağlamak için tek başına yaptığı şehir denetimlerinden birindeydi…

Medine'nin yüksek mahallelerinden birinde bir kulübe gördü. İçeriden bir kadının inleme sesi geliyordu. Kulübeye iyice yaklaştı. Bir adamın kulübenin kapısında oturduğunu gördü. Onun acıyla inleyen kadının kocası olduğunu anladı. Kadının doğum sancılarının başladığını ama yardımcı olacak kimsenin olmadığını gördü. Çünkü adam ve kadın uzaktan gelmişlerdi, bu yüzden şehirde kimseleri yoktu. İki garip ve yapayalnız insandılar…

Ömer (r.a.) süratle eve döndü. Hanımı Ümmü Gülsüm'e (r.anha):

"Şimdi bir sevap kazanmak ister misin?" dedi. Kadın:

"Hayırdır…" dedi.

"Yapayalnız bir kadın doğum sancılarına yakalanmış. Yanında yardım edecek kimse yok."

"İstersen seninle gelirim."

Ömer, anne adayı kadının doğumdan hemen sonra ihtiyaç duyacağı un, yağ, bebek için kundak olarak gereken her şeyi hazırladı… Bir omzuna tencereyi, diğer omzuna un torbasını yükledi. Ardından hanımına:

"Haydi, gidelim." dedi.

Kulübeye geldiler. Mü'minlerin başkanının hanımı Ümmü Gülsüm (r.anha) doğum sancılarında kadına yardımcı olmak için içeriye girdi.

Mü'minlerin başkanı da kulübenin dışında beklemeye başladı. Sacayağını yerleştirdi, üzerine tencereyi koydu. Altına ateş yaktı. Anne adayı kadın için yemek pişirdi. Kadının kocası, iyilik bilen, minnettar gözlerle onu seyrediyordu…  O da bu adamın hilafete Ömer'den daha lâyık olduğunu söylüyordu…!!

Derken kulübeden bir bebek ağlaması yükseldi… Annesi bebeğini sağlıklı bir şekilde dünyaya getirmişti… Ümmü Gülsüm içeriden yüksek sesle seslendi:

"Ey Mü'minlerin başkanı, babayı müjdeleyebilirsin!"

Adam bu sözle dehşet ve hayrete düşüyor… Utanarak geri çekiliyor… İki kelime -Mü'minlerin başkanı- demek istiyor, fakat yaşadığı mutluluk ve şaşkınlık karşısında sözler dilinde düğümleniyor…

Ömer (r.a.) her şeyin farkında… Adama korkmamasını, yerinde oturmasını işaret ediyor…

Ardından tek başına tencereyi alıp, kulübenin kapısına kadar götürüyor. Sonra hanımına:

"Ümmü Gülsüm! Tencereyi al, anneyi doyur." diye sesleniyor.

Ümmü Gülsüm, doyuncaya kadar anneye, hazırlanan yemekten yediriyor… Artan yemeği tencereyle Ömer'e geri gönderiyor… Ömer, yemeği kadının kocasının önüne koyuyor.

"Sen de ye. Bütün geceyi uyanık geçirdin."

Ardından ekliyor:

"Sabah olunca bana gel. Sana devlet hazinesinden uygun bir maaş ve çocuğuna da nafaka bağlayalım"

Sonra hanımıyla birlikte oradan ayrılıyor…

Allah Ömer'den razı olsun… Resûlullah'ın onun hakkındaki şu sözü ne kadar doğru ve gerçek:

"Hiçbir dahinin ona yetişebildiğini görmedim…!!"

O, basiret ve ileri görüşlülüğüyle bizim dünyamızda mutluluğun ve büyüklüğün hakikatini gördü ve onlardan bol miktarda aldı…

Ömer'in Rabbine yemin ederim ki, biraz önce gördüğümüz bu sahne, üzerine güneşin doğup battığı tüm saltanatlardan ve dünyanın bütün menfaat ve güzelliklerinden daha iyidir…

Allah'ın, kendisiyle hayatın değerini arttırdığı bu insandan boşalan bu tevazu, bu sadelik, bu sevgi ve şefkat ne muhteşemdir…!!

Saltanatın -hatta meşru ve zorunlu olan da dâhil- ihtişam ve görkemi nerede…?!

Fakat Ömer (r.a.) saltanat adamı değildi… Çünkü o saltanatın çok üzerinde idi… Çünkü o, büyüklüğünü, kendi dışında bir şeyden almıyor; aksine kendine yaklaşan, kendisiyle bağ ve irtibat kuran herkese büyüklük kazandırıyordu…

O sade olmak için kendini zorlamıyor, bilakis sadelik onun mayasında bulunuyordu… Minnet duyguları içinde, omuzlarında küçük ve büyüğe herkese yer vardı…

Bir gün Medine sokaklarında dolaşıyordu. Bazı çocukların bir hurma bahçesinden ham hurma çaldıklarını gördü… Çocuklar onu görür görmez dört bir tarafa kaçıştılar… Sadece bir çocuk, umursamaz bir tavırla yerinde kaldı...  Ömer (r.a.) iyice yaklaşınca çocuk hemen söze atılarak şöyle dedi:

"Ey Mü'minlerin başkanı! Bu rüzgârın düşürdüğü ham hurma!"

Ömer (r.a.):

"Göster, bakayım. Ben rüzgârın savurup düşürdüğü hurmayı bilirim." dedi.

Sonra çocuğun verdiği hurmayı inceledi…

"Doğru söylüyorsun." dedi.

Çocuğun yüzünde gülücükler açtı. Masum bir edayla:

"Oradaki çocukları görüyor musunuz? Onlar yanlarına gelmemi bekliyorlar. Ben oraya gidince de benim hurmalarımı zorla benden alacaklar." dedi.

Ömer (r.a.) bu söze gülerek, çocuğun omzunu sıvazladı.

"Benimle gel, seni güvenli bir yere götüreceğim." dedi.

Çocuğun elinden tutup, onu evine kadar götürdü.

* * *

Onun sadeliği sorumluluk duygusundan mı ileri geliyordu yoksa bütün üstün özellikleri büyük şahsiyetinden mi kaynaklanıyordu?

Dinleyin! Her kim gözünü aydın edecek ve gönlünü bayram sevinciyle dolduracak birini görmek isterse…

Dinleyin! Her kim doğruluk ve dürüstlüğünün zirvesinde büyük insanlığı görmek isterse…

* Bu uzun, güçlü, kel, iri ayaklı, yirmi bir yaması bulunan hırka giyen, sağ elinde hokka, sol elinde kâğıt ve kalem taşıyan adama baksın… Evlerin kapılarını çalıyor. Kocaları askerde olan kadınlardan kocalarına mektup yazmalarını isteyerek, bu esnada kendisi de kapının dışında bekliyor. Posta gitmek üzere…

* Geniş dünyaya -İran ve Bizans'a-  karşı zafer kazanmış aynı insana… Mü'minlerin başkanı Ömer'e baksın… Yine evlerin kapılarını çalıyor… Yine kocası askerde olan kadınlara sesleniyor:

"Bana ihtiyaçlarınızı bildirin. Her kimin pazar/çarşı (alışveriş) ihtiyacı varsa, bana söylesin ya da hizmetçisi varsa, hizmetçisini benimle birlikte pazara göndersin. Alışverişini kendisi yapacak olursa, onu aldatmalarından korkuyorum."

Sonra arkasında uzun bir hizmetçi kuyruğu olduğu hâlde pazara gidiyor. Pazarda onların alışverişlerini bizzat kendisi yapıyor ve aldıklarını sepetlere kendi elleriyle yerleştiriyor.

Bu adamın yeryüzünde yaşadığı, Mü'minlerin başkanı olduğu, bu derece sade ve gösterişsiz bir hayat yaşadığı ve bu denli büyük bir adalet sahibi olduğu doğru mu?

Ömer adında bir adamın, Müslümanlara halife olduğu, Allah'ın ona büyük fetihler nasip ettiği, yeryüzü hükümdarlarının saygı duyup çekindiği, azgın kralların, ayakları altında yuvarlandığı ve hazinelerin seller gibi kendisine aktığı doğru mu?

Bir gün içlerinde Ahnef bin Kays'ın da bulunduğu bir Irak heyeti onu ziyarete gelir. Havanın aşırı derecede sıcak olduğu kavurucu bir yaz gününde, sadaka devesini katranla tedavi edip, bir veteriner gibi kendini işine vermiş çalışırken görünce şaşırırlar. Ömer de misafirlerini görünce seslenir:

"Ahnef! Elbiselerini çıkar da buraya gel. Bu sadaka devesini katranlamama yardım et. Bu devede tüm ümmetin, yoksulların ve yetimlerin hakkı var."

Heyetin içinden bir adam, gördüklerine çok şaşırmış bir hâlde ona şöyle cevap verir:

"Allah sana merhamet etsin ey Mü'minlerin başkanı! Senin yerine sadaka kölelerinden bir köle bu işi pekâlâ yapabilirdi."

Ömer (r.a.) adama:

"Benden ve Ahnef'ten daha iyi köle mi var?!" cevabını verir ve tekrar işine döner.

Bu doğru mu…?!

İnsanlığın güzel bahtından ki, bu anlatılanlar doğrudur, gerçektir. İnsanlık tarihi Ömer'e tanık olmuştur…

Yine İnsanlığın güzel bahtından ki Ömer sadece onlardan biridir... İnsanlığa düşen; kendisinde saklı bulunan yetenek ve kabiliyetlerin üzerindeki örtüyü kaldırıp, canlandırmak ve parlatmaktır… Görecektir gizli cevher hemen kendini gösterecek, meyvesini verecek ve yücelik ve büyüklük kök salacaktır…

* * *

Ömer'in sade ve gösterişsiz hayatı,  sahip olduğu makamın, kazandığı zaferin ya da biriktirdiği servetin etkisiyle sarhoş olup büyüklük taslayanların içinde bulundukları büyük aptallığı açıkça olarak ortaya koymaktadır.

Ömer'in sade - gösterişten uzak yaşantısı, gerçekten tam bir mutluluktu… Öyle bir mutluluk ki, nefis, mayasına ve özüne dönüyor, her tür gurur ve kibrin üstüne çıkıyordu…

Ömer'in Rabbi, her çeşit hata ve insanî vasıfların üstünde olan Allah (c.c.)...

Ona, iyiyi kötüden ayırıp doğruyu bulma yeteneğini bahşetmiş ve nefsinin kötülüklerinden onu korumuştur… Onu sadece kendi vatanında ve kendi çağında değil; bütün yerlerde ve zamanlarda cinsinin tek örneği yapacak düzgün ve yüce bir şahsiyetin sahibi yapmıştır...

Nerede onu görsek, bizi hayrette bırakan kahramanlığını, sadeliğini, içtenliğini ve dürüstlüğünü de görüyoruz… Bu adam, nasıl oluyor da bu kadar sakin, böylesine sorumluluk duygusuyla dolu ve sade olabiliyor?!

O adam ki, askerlerinin sayısı yüz binleri aşmış durumdadır. Dünyanın hazineleri küme küme, öbek öbek Medine'nin meydanına yığılmaktadır. Uzak ve yakın bölgelerden heyetler ona gelerek, barış ve huzur için anlaşmak istemektedirler. Bizans'ın ve İran'ın kibir ve zulmünden kurtardığı halklar, ona derin sevgi beslemektedirler…

Bu durumların hepsi gerçekte kibir, gurur ve büyüklenmenin sebepleridir… Ancak biz bu adamda kibir ve gururun zerresini dahi göremiyoruz. Aksine ufku dolduran zirveler görüyoruz… Zühd zirvesi, adalet zirvesi, takva zirvesi, sadelik ve tevazu zirvesi… Sahip olduğu erdemler, kahramanlık ve istikameti sayesinde yapısını bu zirveler üzerine kuruyor…

Bakın…!!

İşte Şam'ın yüksek bir yerinden şehre giriyor… Şamlılar onu kar­şılamaya çıkmışlar… Sert bir kumaş örttüğü devesinin üzerinde oturuyor… Bacaklarını yüklerinin iki tarafından sarkıtmış… Palan yok, üzengi yok… Delik deşik olmuş, çok yamalı, yün bir gömlek giymiş…

İnsanlar onu görünce etrafını çevirip, soruyorlar:

"Mü'minlerin başkanı nerede?"

"Yolda onun kafilesine rastlamadın mı?"

Adam gülümseyerek cevap veriyor:

"Mü'minlerin başkanı önünüzde…"

İnsanlar bunun üzerine Mü'minlerin başkanına yetişmek için öne doğru yollarına devam ediyorlar… Ta ki arkadan, "mü'minlerin başkanı "Eyle"ye ulaştı ve konakladı." Haberi gelince süratle geri dönüyorlar…

İnsanlarla oturmakta olan Mü'minlerin başkanının yanına geliyorlar… Kendisini görür görmez şaşkınlıkları had safhaya ulaşıyor… Mü'­minlerin başkanı, yolda bir deve üzerinde rastlayıp da kendisine Mü'­minlerin başkanını sorunca, "Mü'minlerin başkanı önünüzde…" diye cevap aldıkları adamın ta kendisi…

Kendisine binmesi için güzel süsleri bulunan eyerli bir beygir getiriyorlar… "Benden bu şeytanı uzak tutun!" diyerek binmeyi reddediyor…

"Burası deveye binmek için elverişli bir vatan değildir." diyorlar.

Bunun üzerine üzerinden bütün süslerin alınmasından sonra beygire binmeyi kabul ediyor… Süslü eyerin ve diğer şeylerin alınmasından sonra atın sırtına eyer olarak yün bir örtü koyuyor. Bu örtüyü, bineğine bindiğinde eyer yapıyor, konduğunda da yere serip üzerinde uyuyor…

Şam'a ilk yolculuğunda Kudüs kapılarında onu ordu komutanları karşılıyor. Ordu komutanları, sırtları eyerli atlara binmiş, bir yüzü kabartma ipek kumaşlardan yapılmış süslü kemerler takmışlar…

Ömer (r.a.) bu manzarayı görür görmez bineğinden iner, yerden bir avuç toprak alarak onlara doğru atar.

 Onlara şöyle der:

"Dünyaya ne çabuk aldanıp kandınız?! Ömer'i bu kıyafetlerle mi karşılıyorsunuz?! Ne çabuk göbek bağladınız ve rahata erdiniz?! Siz iki sene öncesine kadar aç insanlardınız!"

Sadelik ve tevazu, onun zevk ve vakit geçirmek için yaptığı bir şey (hobi/merak) değildi… Bilakis bunlar onun dini, huyu ve sorumluluk duy­gu­suydu…

Bir gece, elindeki büyük bir kırbayla yürümekte olan bir kadın görür. Kadına yaklaşarak, halini sorar. Kadından, ailesinin olduğunu, ama işlerini görecek hizmetçisinin bulunmadığını; bu yüzden gece olup da herkes evine çekilince kırbasına su doldurup evine su taşıdığını öğrenir. Kadından kırbasını alarak taşımaya başlar. Fakat kadın, kendisini tanımaz… Nihayet kadının evine varınca kırbayı kadına verir ve şöyle der:

"Yarın sabah Ömer'e gel. Sana bir hizmetçi versin." der.

Adamın bu sözüne karşılık kadın:

"Ömer'in işi başından aşkın. Onu nerede bulacağım?" der.

Bunun üzerine Ömer (r.a.):

"Sen yarın ona gel, onu Allah'ın izniyle bulursun." diyerek oradan ayrılır…

Ertesi gün sabahleyin kadın sora sora Ömer'i bulur… Onu görür görmez hayretinden bağırır:

"Sen öyleyse, o'sun!"

Mü'minlerin başkanı kadının bu hâline güler. Sonra kadına bir hizmetçi verilmesini emreder.

Hiç kuşkusuz Mü'minlerin başkanı, bu samimi gösterişsiz yaşamla, dünyanın bütün imkân ve güzelliklerine sahip olmak arasında serbest bırakılsa, sadelik ve tevazuyu hiçbir şeyle değiştirmez… 

Ömer (r.a.), hayatını üstün ve başarılı biri olarak yaşadı. Yeryüzü üzerinde geçirdiği günler, kesintisiz bir zaferler ve mutluluk korteji gibiydi… Bu zaferler ve mutluluk, gençliğinde Ukâz panayırındaki güreşlerde aldığı galibiyetlerle başlayıp Müslüman oluncaya kadar devam etmişti… Müslüman olması ise başlı başına bir fetihti… Sonra hicret etti, hicreti zafer oldu… Derken Mü'minlerin başkanı oldu, bütün eski dünyayı ayakta tutan sütunlar onun darbeleriyle sarsıldı, yıkıldı…

Hayatı böylesine daima dopdolu ve ebediyen muzaffer olan bu adamın en büyük, en parlak ve en kalıcı zaferi, onun üstün verâ ve takvasıydı… Öyle bir verâ ve takva ki, genelde bütün insanlığa, özelde de yöneticilere eskimez, yıpranmaz bir örnek/model sunmuştur…

Öyle bir örnek ki, dünyanın ganimetler ve mallar olarak kapısında yığıldığı hâlde onları kendisine istemeyip, insanlara dağıtan bir hükümdar sûretinde ortaya çıkmıştır… Elindekilerin tümünü dağıtınca hafifleyen yüküyle yoluna devam etmiş, menziline doğru yürüyüşünü sürdürmüştür…

 Bazen öğlenin kavurucu sıcağına aldırmadan, kaybolmasın diye, devlet hazinesine ait bir devenin peşinden koşarak…

Bazen doğum sancısına yakalanmış kimsesiz, garip bir kadına leziz bir yemek pişirerek…

Bazen "Ömer'in" şekillendirdiği yeni dünyada kendilerine bir yer bulabilmek için kendisine gelen çeşitli heyetleri, kumların üstünde ve hurma ağaçlarının altında karşılayıp ağırlayarak…

Ve bazen de yirmi bir veya daha fazla yaması olan bir hırkayla minbere çıkıp, Müslümanlara öğüt ve nasihatlerde bulunarak…

Bu yürüyüşünü ara vermeden devam ettirmiştir…

Sonra…

Onun hakkında söylemediğimiz ne kaldı?!

Allah'tan beni bağışlamasını niyaz ediyorum…

Bilakis onun hakkında söylenebilecek çok, pek çok şeyin birazını olsun söyleyebildik mi?!

Onunla birlikte geçirdiğimiz o dopdolu, güzel dakikalar bize yeter…

Aldığımız nefesler tükenmeden, zamanla yarışan bir adamın -kısa bir süre- izlerini sürdüğümüz bu adımlarla yetinelim…

Gözlerimizi kamaştıran, bizi nefessiz bırakan bu parlaklığı aşmak istersek, kesinlikle istenmez ve dayanılmaz olan zorluk ve sıkıntılara hazır olalım… Bu noktada Abdullah bin Mes'ûd'un şu sözüyle yetinelim:

"Maşallah Hattab'ın oğluna!... Ne müthiş adamdı o…!!"

 

≈≈

"Allah ondan razı olsun"

≈≈

N


 

 

 

 

 


 



[1]    Tâhâ, 1-8.

[2]    Tâhâ, 14-16.

[3]    Ahkaf, 20.

[4]    Ahkaf, 20.

[5]    İsra, 14.

[6]    Mü'minûn, 115.

[7]    Mü'minûn, 115.

[8]    Tevbe, 80.

[9]    Tevbe, 84.

[10]   Tevbe,128.

[11]   Yusuf, 55.

[12]   Burada geçen tartı ve para birimleri, yazarı tarafından belirtilmemiş olup; bu birim, o dönemde kullanılan dirhem olmalıdır. Dirhem o dönemde hem ağırlık hem de gümüş para birimi olarak kullanılmıştır.-Mütercim.

[13]   Hervele yapmak: Kâbe yakınlarında bulunan Safa ve Merve arasında sa'y ederken, iki tepe arasındaki vadiye gelindiğinde burayı süratlice geçmek.-Mütercim.

[14]   En'âm, 38.

[15]   Bu mehir, altın olursa, yaklaşık 120 gr.; gümüş olursa, 3570 gr. ağırlığa karşılık gelmektedir. Okıyye hakkındaki açıklama için bkz. s.106, 18 numaralı dipnot.-Mütercim.

[16]   Nisa, 20.

[17]   Söz konusu olayın geçtiği âyet için bkz. Mücâdele, 1.-Mütercim.

[18]   Bakara, 269.

[19]   Bakara, 125.