ABDULLAH b. ABBAS

Bu Ümmetin Âlimi

İbn Abbas, biraz Abdullah b. Zübeyr'e ben­zer. Zira o da henüz çocuk yaştayken Resû­lullah'a yetişmiş ve ona asırdaş olmuştur. Daha büluğa ermeden de Resûlullah vefat et­mişti.

O da İbn Zübeyr gibi daha çocukluğunda Re­sûlullah'tan kişiliğinin hammaddesiyle, ha­ya­tının prensiplerini elde etmişti. Çünkü ye­tiş­me­leriyle bizzat Resûlullah ilgilenmiş, onlara katıksız hikmeti öğretmişti.

Abdullah b. Abbas, kuvvetli inancı, güzel ahlâkı ve engin ilmi sayesinde Resûlullah'ın çevresini kuşatan seçkin insanlar arasında ol­dukça yüksek bir mevki edinmişti.

Adı, Abdullah b. Abbas b. Abdülmuttalib b. Hâşim… Resûlullah'ın amcası Abbas'ın oğlu...

Lakabı, "Âlim" "Bu ümme'tin âlimi, en bil­gini, en bilge kişisi"... Keskin zekası, berrak düşüncesi ve geniş bilgisi, ona bu lakabı, bu sevgiyi hazırlamıştı.

İbn Abbas hayatının yolunu, metodunu daha ilk günlerinde öğrenmişti. Ve bu bilgisini günbegün arttırmış, geliştirmişti. Çünkü o kü­çücük bir çocukken Resûlullah onu tutuyor, mübarek omuzlarına alıyor ve ona şöyle duada bulunuyordu.

"Allah'ım! Onu dinde derin anlayışlı kıl ve ona tevili öğret!"

Sonraları çeşitli vesilelerle Resûlullah, am­casının oğlu İbn Abbas için bu duayı defalarca tekrar etmiştir. İşte o zaman İbn Abbas, ken­disinin ilim için, marifet için yaratıldığını an­ladı.

Aklî yeteneği ister istemez onu bu yola sevk ediyordu. Resûlullah o henüz on üç yaşın­dayken dar-ı bekaya göçmüştü. Fakat kendini bildi bileli Resûlullah'ın bir gün bile sohbetini kaçırmamış, ondan hadis öğrenmediği hiçbir gün geçirmemişti.

Resûlullah ebedî âleme irtihal ettikten sonra ondan dinleyemediklerini, öğreneme­diklerini, bü­yük sahâbeden içinde olağanüstü bir hırs ve çaba göstermişti.

Doyumsuz bir öğrenme aşkı vardı. Zihni daima soru işaretleri ile doluydu. Biri bir şey mi biliyor veya bir kimse bir hadis mi öğren­miş, hemen koşar ve ondan onu öğrenirdi.

Aynı zamanda o, tenkitçi ve ayıklayıcı bir kafa yapısına sahipti. Duyduklarını, öğrendik­lerini mutlaka tenkit süzgecinden geçirir, kay­nağını iyice araştırırdı. Zihnini ve hafızasını, gelişi güzel bilgi yığınlarıyla dolduramazdı.

Bu özelliğini kendisi şöyle ifade eder:

"İmkânım olsa, tek bir meseleyi otuz sahâ­bîye sorar, araştırırdım."

Onun ilme ve irfana olan aşırı düşkünlü­ğüne bir örnek olarak kendisi şu olayı anlatır:

"Resûlullah ebedî âleme göçtüğü gün en­sâr­dan bir arkadaşıma dedim ki: "Haydi as­haba bazı sorular yönetelim. Zira bugün bir hayli kalabalıklar, bu fırsat bir daha ele geç­mez."

Arkadaşım bana şu cevabı verdi: "Sana hayret ediyorum doğrusu. Aralarında bu kadar sahâbî varken, insanların sana muhtaç ola­cak­larını mı sanıyorsun?"

Dolayısıyla bu teklifime katılmadı. Bunun üzerine ben, bazı meseleleri sormak için yalnız başıma gittim. Birisinde hadis olduğunu işitti­ğimde hemen koşar, kapısını çalardım. Gitti­ğim şahıs, çoğunlukla öğle uykusunda olurdu. Ben de üzerimden cübbemi çıkarır, başıma yastık yapar ve eşiğinin dibine uzanırdım. Sürekli esen rüzgar, üstümü başımı toza top­rağa katardı. Derken uykusundan uyanır, dı­şarı çıkar, beni görür ve derdi ki: Ey Resûlullah'ın amcasının oğlu! Buraya kadar niye zahmet et­tin, birisiyle haber salsaydın, ben gelirdim." Ben de derdim ki: "Hayır, bu doğru değil. Sen ayağına gidilmeye daha la­yıksın." Sonra ondan sorar ve öğrenirdim."

İşte bu azimli genç böylece soruyor, soru­yor, sormaya doymuyordu. Sonra aldığı ce­vap­ları dikkatlice gözden geçiriyor, cesurca tenkit ediyordu.

Bilgisi günden güne artıyor, anlama ve kavrama yeteneği hızla gelişiyordu. Bu yüzden daha bıyıkları terlememiş taze bir genç iken yaşlı ve olgun insanların ilmine, hilmine, anla­yış ve vakarına sahip olmuştu. Öyle ki Mü'minlerin emiri Hz. Ömer (r.a.) önemli dev­let işlerinin görüldüğü "Şûra" meclislerinde onun da hazır bulunmasına özellikle dikkat ederdi. Hatta kendisine "İhtiyarların Genci" lakabını takmıştı.

Bir gün İbn Abbas'a soruyorlar: "Bu kadar ilmi nasıl öğrendin?" Şöyle cevap veriyor:

"Bıkmadan soran bir dil, durmadan işleyen bir akıl sayesinde... Evet, aralıksız soran bir dil, sürekli araştıran bir akıl, hudutsuz bir te­vazu, uysal ve ağırbaşlı bir kişilik... Ve işte "Üm­metin Bilgesi" İbn Abbas...

Sa'd b. Ebû Vakkâs da onu şöyle tavsif edi­yor:

"İbn Abbas'tan daha anlayışlı, daha akıllı, daha bilgili, daha ahlâklı hiçbir kimse görme­dim.

Hz. Ömer, onu çağırır, zor konularda onunla istişare ederdi. Çevresinde ensâr ve muhacirden, Bedir savaşına katılmış onca seç­kin sahâbî olmasına rağmen daha çocuk sayı­lan İbn Abbas, mecliste uzun uzun konuşurdu da Ömer onun sözünü asla kesmezdi...

Ubeydullah b. Utbe ise İbn Abbas'ı şöyle anlatır:

"Resûlullah'ın hadislerini, Ebû Bekir, Ömer ve Osman'ın verdiği hükümleri İbn Abbas'tan daha iyi bilen kimseyi görmedim.

Ondan daha ince, daha isabetli görüş or­ta­ya koyanı bilmiyorum!

Arap dilini, Arap şiirini, Kur'ân ve tefsirini, matematik ve feraiz ilmini ondan daha iyi bi­lene rastlamadım.

Her gün ayrı bir ilim dalı öğreniyordu. Bir gün fıkıh, bir gün tevil, bir gün megazi, bir gün şiir, bir diğer gün Arapların önemli gün­leri, önemli olayları...

İlim için önüne kim oturursa hemen eğilir, kim bir soru sorsa mutlaka cevap alırdı. Böyle­sini hiç görmedim."

 

 


İbn Abbas, bir ara Basra valiliği yapmıştı. Halktan biri Hz. Ali'ye onu şöyle anlattı:

"Kanaatimce şu özellikler onun kişiliğini özet­ler: Üç şeyi alır, üç şeyi terk ederdi:

Konuştuğu zaman herkesin gönlünü alırdı... Konuşanı güzelce dinler, sevgisini ka­zanırdı… Çeşitli seçeneklerden en kolayını ter­cih ederdi.

Bunlara karşılık, anlamsız tartışmalardan, kınanılacak davranışlardan ve özür dilemeyi gerektirecek her türlü hareketten titizlikle ka­çınırdı."

 

 


Engin ve çok yönlü kültürü, hayranlık ve­ren geniş bilgisi ile o, bütün ilimlerde, Fıkıhta, Tefsirde, Tarihte, Arap Dili ve Edebiyatı'nda bir otorite, bir uzman ve bir üstad idi. Bu yüzden her araştırmacı için daima müracaat kaynağı olmuştur... İslâm ülkesinin dört bir yanından akın akın insanlar gelir, ondan hadis alırlar, ilminden, irfanından bir şeyler kapmak ister­lerdi.

Dostlarından birisi onu şöyle anlatıyor:

"İbn Abbas'ın öyle meclisleri olurdu ki, bütün Kureyş halkı "orada ben de bulundum" diye övünmek istese, mutlaka bir gerçeklik payı vardı.

Bütün halk onun kapısına yığılır, izdiham­dan hareket zorlaşırdı. Öyle ki, birisi gelmek veya gitmek istese, bunu başarmakta bir hayli güçlük çekerdi.

Bir gün huzuruna çıkmış ve kapısındaki iz­dihamı dile getirmiştim. "Bana müsade et, bir abdest alayım." dedi. Abdest alıp, yerine oturdu. Sonra bana "Dışarı çıkıp sesleniver de Kur'ân ve tevili hakkında sorusu olanlar gel­sin." dedi. Çıktım ve onları içeri aldım. Kalaba­lıktan evde iğne atsak yer kalmamıştı. Soruları sordular ve tatminkâr cevaplarını hatta fazla­sıyla aldılar...

Sonra onlardan rica etti: "Artık müsade edin de diğer kardeşleriniz gelsinler." Çıktılar ve diğerlerine yer açtılar...

İbn Abbas bana döndü: "Dışarıdakilere ha­ber ver de helal ve harama dair sorusu olan gelsin." dedi.

Çıktım ve seslendim. Evin içi yine tıklım tıklımdı. Sordular, sordular... O da cevapladı, cevapladı…

Sonra: "Siz çıkın da başkaları gelsinler." de­di.

Onlar çıkınca bana yine seslendi: "Seslen de feraiz hakkında sorusu olanlar gelsinler."

Seslendim, içerisi yine tıklım tıklım doldu. Herkes sorusunu sordu, öğrenmek istediğini fazlasıyla öğrendi. Bu grup da çıkınca bana tekrar döndü: "Arapça ve şiir hakkında soru sormak isteyenler gelsinler."dedi.          

Ben onları da içeri aldım. Evi yine doldur­muşlardı. Hepsi de sorusunu sordu ve cevabını fazlasıyla aldı."

İbn Abbas, kuvvetli zekâsı ve olağanüstü hafızası yanında son derece keskin ve işleyen bir zekâya sahipti.

Söz gelişi, birisiyle bir konuyu tartışırken, ileri sürdüğü mantıkî deliller, güneş ışığı kadar parlak ve açık olurdu. Meseleleri ele alışı ve delillendirişi karşısında hasımı hemen ikna olur, tartışmayı bırakırdı. Üstelik onun bu mantık gücüne, tartışma inceliğine de hayran­lık duyar, gıpta ederdi.

Bu geniş ilmine, kesin deliline rağmen o, konuşma ve tartışmayı bir zekâ gösterisi, kuru bir fikir mücadelesi olarak görmez, bunu bir övünç vesilesi yapmaz, hasmımı yendim diye gurura kapılmazdı. Aksine tartışmayı, sadece doğru ve isabetli görüşün ortaya çıkması için faydalı bir metod olarak görürdü.

Nitekim Hâricîler bile onun bu dengeli, isa­betli mantığından etkilenmişlerdir. Şöyle ki:

Bir gün Ali, İbn Abbas'ı bir grup Hâricî'nin yanına göndermişti. Aralarında son derece gü­zel bir tartışma meydana geldi. Bu tartışmada ortaya koyduğu hadisler ve delillerle herkesi büyüledi.

Oldukça uzun sayılabilecek bu konuşmadan bir kesit aktarmakla yetinelim:

İbn Abbas, Hâricîlere şunu sordu:

"Hz. Ali'nin neyini beğenmiyorsunuz?" Şöyle cevap verdiler:

"Ali'yi üç yönden tenkit ediyoruz:

Birincisi: O Allah'ın dininde hakem tayin etmiştir. Oysa hüküm tamamen Allah'a aittir.

İkincisi: Bilindiği gibi o, birileriyle savaşı­yor. Fakat savaştığı kimselerden ne esir, ne de ganimet almıyor. Şayet bunlar kâfir iseler, mallarının helal olması gerekir, yok eğer mü'min iseler, bu takdirde zaten kanları da haramdır.

Üçüncüsü: Hakem olayında düşman tarafın isteği üzerine, kendisinden "Mü'minlerin emiri" sıfatını kaldırmıştır. Mü'minlerin emiri değilse, kâfirlerin emiri demektir.

İbn Abbas, bu görüşleri teker teker çürüt­meye başladı:

"Birinci iddianızı ele alalım. Bence Allah'ın dininde insanları hakem kılmanın hiçbir sakın­cası yoktur. Çünkü Allah bir âyette şöyle bu­yurmaktadır: "Ey iman edenler! İhramda iken avı öldürmeyin. Sizden bile bile onu öldürene, sizden iki adil kimsenin kararıyla, öldürdüğü hayvanın misli olduğuna hükmedilen bir hay­vanı kurban kesmesi gerekir." (Mâide, 95)

Şimdi Allah aşkına söyleyin bana, hakemlik insanların kanının akıtılması hakkında mı daha önemli, yoksa üç kuruşluk bir tavşan hakkında mı?

Bu keskin ve büyüleyici mantık karşısında adamlar afalladılar.

Ümmetin bilgini sözüne devam etti.

"Diyorsunuz ki, Ali savaşıyor; ama ne esir ne de ganimet almıyor. Soruyorum size, Allah için cevap verin: Hangi biriniz Resûlullah'ın pak zevcesi, Mü'minlerin annesi Aişe'yi esir almak ister, hanginiz onun malını ganimet edinir?"

Bu sefer adamların yüzleri mahcubiyetten sapsarı oldu. Yüzlerindeki utanç ifadelerini gizlemek için ellerini siper yaptılar. Bu arada İbn Abbas üçüncü meseleye geçmişti.

"Üçüncü meseleye gelince; Ali'nin, hakem­lik sona erinceye kadar "Mü'minlerin emiri" sıfatını kendisinden atmaya razı olduğu ger­çekten doğru. Şu var ki, bence bu davranışı dahi dine muhalif değildir. İsterseniz Hudey­biye günü Resû­lul­lah'ın uygulamasına bir bakalım. O gün Resû­lullah müşriklerle an­laşma yapmıştı. Ve bu anlaşma yazıya geçirili­yordu. Resûlullah anlaşmayı yazacak katibe: "Bu Allah'ın Resûlü Muhammed tarafından ak­dedilen anlaşmadır" şeklinde yaz deyince, Kureyş heyeti hemen itiraz etmiş ve "Senin Allah'ın Resûlü olduğunu kabul etseydik, zaten Beytul­lah'a girmene engel olmaz ve sana sa­vaş açmazdık." demişlerdi. Öyle değil de "Bu Abdullah'ın oğlu Muhammed'in akdettiği an­laş­madır" şeklinde yazılmasını istemişlerdi. Bunun üzerine "Siz kabul etmeseniz de ben Allah'ın Resûlü'yüm" diye cevap veren Resû­lul­lah, katibe dönüp, "İstediklerini yap, bu "Abdullah'ın oğlu Muhammed'in akdettiği an­laş­madır" şeklinde yaz." dedi.

İbn Abbas ile Hâricîler arasındaki tartışma bu minvâl üzere sürüp gitmişti. Tartışma sona erdiğinde tam yirmi bin Hâricî kalkmış, ikna olduklarını ilan etmişti. Tabi ki Hz. Ali'ye düş­manlık beslemekten vazgeçtiklerini de…

 

 


İbn Abbas, yalnızca bu büyük ilim serve­tine sahip değildi. Aynı zamanda bir başka bü­yük serveti de vardı: İlim ahlâkı, âlim ahlâkı...

Cömertlikte en öndeydi, semboldü…

Akıtırdı insanlara nesi varsa. Tıpkı ilmini akıt­tığı gibi...

Akranları anlatıyor:

"Biz, İbn Abbas'ın evinden daha çok yiye­ceği, daha çok içeceği, daha çok meyvesi ve daha çok ilmi olan bir başka ev görmedik!"

Gönlü tertemizdi, nezihti; kimseye kin tut­maz, düşmanlık beslemezdi.

Tanısın tanımasın, her gördüğüne hayır di­lerdi. Bu onun için doyumsuz bir hazdı. Bu fa­zilet timsali insan, kendisini şöyle anlatıyor:

"Zaman zaman bazı Kur'ân âyetlerine rast­lıyorum ve kendi kendime, keşke bütün in­sanlar bu âyeti benim bildiğim gibi bilseler, keşke benim gibi anlayabilseler diyordum.

Aynı şekilde, bir müslümanın bahçesine bereketli bir yağmur yağdığını işitsem, içim sevinçle dolardı. Oysa o bahçede benim otla­yacak bir hayvanım bile yoktu.

Bir hâkim duysam ki, müslüman, adaletle ve doğrulukla hükmediyor; sevinçten uçardım ve ona dua ederdim. Benim davama bakmasa bile…"

Allah'a bolca ibadet ve çokça tövbe ederdi. Bir an bile Allah'a itaatten ayrılmazdı. Geceler boyu namaz kılar, gündüzleri hep oruçla geçi­rirdi. Namaz kılarken, Kur'ân okurken gözle­rinden yaşlar boşanır, yanakları ıslak ıslak olur­du.

Yasak ve tehdit ifade eden ve ölümü hatır­latan âyetleri okudukça boğuk boğuk ağlar, titremeye başlardı.

Bütün bu meziyetlerle beraber aynı za­manda o son derece cesurdu, güvenilirdi, sağlam görüşlüydü. Nitekim Hz. Ali ile Muaviye arasındaki sürtüşmede ileri sürdüğü görüşler, onun zekâsını ve anlayışını, pratik çözüm yeteneğini açıkça ortaya koymaktadır.

O daima barışı savaşa, yumuşaklığı şid­dete, mantıklı davranışı zor kullanmaya tercih etmiştir.

Nitekim Hz. Hüseyin, Yezid ve Ziyad ile sa­vaşmak üzere Irak'a gitmeye karar verdiğinde onu bu niyetinden vazgeçirmek için az uğraş­mamış, az dil dökmemişti. Daha sonra Hüse­yin'in şehâdet haberi ona ulaşınca öyle sarsıl­mıştı ki, üzüntüsünden evine kapanmış ve dı­şarı çıkmaz olmuştu.

Bunun gibi, iki müslüman arasında çıkan bütün anlaşmazlıklarda da onu daima barış, anlaşma ve yumuşaklık sancağını taşırken görürdünüz.

Şunu da belirtmeliyiz ki, İbn Abbas'ın Muavi­ye'ye karşı Hz. Ali'nin safında savaştığı doğrudur. Ne var ki, bunu biraz da mecbûren yapmıştı. Çünkü bu savaş başlangıçta, dinin ve müslü­manların birlik ve bütünlüğünü tehdit eden korkunç bir bölünme, parçalanma hare­ketini sonlandırmaya yönelikti.

 


İşte böyle…

İbn Abbas, bütün dünyası ilim ve hikmetle dopdolu olarak yaşamış, güzel kokusu, ince takvası, cümle âleme yayılmıştır.

Ve nihayet saat gelmiş, yetmiş birinci se­nesindeyken Yüce Rabbine kavuşma daveti­yesi çıkmıştır.

O gün Taif şehri büyük bir kalabalık gördü. Müthiş bir topluluk… Bu cemaat bir mü'min için toplanmıştı… Cennete uçan bir mü'min için...

Mübarek naaşı kabrine, ebedî karargâhına ko­nulurken, ufuklar sanki şu gerçek vaadin ilâhî sedası ile inliyordu:

"Ey huzur içinde olan nefis...

Sen Rabbinden razı, Rabbin de senden razı olarak O'na dön.

Salih kullarımın içine karış...

Cennetime gir…!" (Fecr, 2730)