KİSRA İMPARATORLUĞUNUN YIKIL­MASI

 

 

Mücahitler doğu cephesinde ilerlemeye devam ettiler. Önlerindeki pers ordularını da­ğıt­tılar. Birçok savaşta zafer kazandılar. Neha­vend zaferinden sonra Müslümanlar Pers topraklarında yayıldılar ve Kisra devletini ortadan kaldırdılar. İnsanlar akın akın İslam’a girmeye başladılar. Çünkü Müslümanlar­daki ahlakı, rahmet, merhamet, adalet ve eşitliği görmüşlerdi. Kisra imparatorluğunun saldırılarına bunlardan gördükleri zulme, ay­rıca mürtedlere destek vermelerine rağmen Müslümanların ahlak ve istikamet ilkeleri üzere davranmaları onları etkilemişti. Buna mukabil onlar fırsat buldukları zaman savaşlarda Müslümanlara her türlü kötülüğü yapıyorlardı.

Bununla beraber Perslerin eski dini olan Mecûsilik, onların İslam’a yönelip imana gel­meleriyle son bulmuştu. Çünkü ictimai ve ahlaki alanda İslam toplumu ile Mecusi top­lum arasındaki bariz farkları görmüşlerdi. Bu olaylar hicretin 21. senesinde olmuştu.

Kisra'nın bulunduğu iran toprakları ve bu devlete tabi olan devletlerin hepsi, İslam hilafetinin tabisi konu­muna geldiler. Farslar ihlas ve samimiyetle İs­lam’a yöneldiler. Görülen güzellikler, hayatın anlam kazanması, toplum  içindeki ilişkilerin kavranması imanın hararetle ve yakinen nefislerine yerleşmesine vesile oldu.

Ancak Kisra ailesi ve Mecusilerin ileri ge­lenleri işin başında İslam’dan uzak kalmayı yeğlediler. Çünkü yaşanan hezimetler onları oldukça etkilemişti. Makamları bırakmak onlara zor geliyordu. Artık mertebeleri düşmüş, dünkü halkları onlardan uzaklaşmış, iktidarla­rına tabi olanlar ayrılmışlardı. Fakat bununla beraber onlar bu durumun devam etmesin­den korkuyorlardı. Halktan kopuk yaşadıkları sürece başlarına bir bela gelmesinden onlara bir eziyetin bulaşmasından çekiniyorlardı. Bundan dolayı ne yapalım diye düşünmeye başladılar. Sonunda dilleriyle Müslüman olduklarını söyleyip, içten içe İs­lam’a düşmanlık yapma ve halkın içine fitneler sokma fikrine vardılar. Böylece geçmiş cahili itikatları üzerine devam edeceklerdi. Bunun faydalı bir netice getireceğini de beklediler. Çünkü geçmişte olduğu gibi konumlarını bir nebze de olsa koruyacaklar, toplumla da ilişkilerini güzelce devam ettireceklerdi. Tabi bu şekilde desiselerini daha iyi sokuştaracak, İslam itikadına yabancı olan fikirleri daha kolay yaya­caklardı. Yaptıkları da bu oldu. Henüz akide­ler akideleri yeni olan bu halkın itikadlarına batıl fikirler aslı astarı olmayan düşünceler soktular. Bu sayede belirli bir müddet sonra ayrılıklar baş gösterdi, İhtilaf meydana geldi. Bunun temel sebebi Kisra ailesinin geri kalanları ve Mecusilerin ileri gelenlerdir. (Mecusi din bilginleri). Bu şekilde fikirlerinde, benimsediğini iddia ettiği İslam akidesinden oldukça uzak bir nesil ye­tişti.

Farslardan samimi bir iman üzere İs­lam’a girenlerden bazı gruplar Mekke’ye git­meye başladılar. Namazlarında yöneldikleri kıbleleri Kabe’yi görmek istiyorlardı. Ayrıca Müslüman kardeşleriyle buluşmak halifeliğin merkezini görmek ve Rasulullah’ın hayatta kalan sahabileriyle tanışmak için Medine’ye gidiyorlardı. Böylece saadetleri katlanıyor, canlılık kazanıyor ve iman güçleri artıyordu.

Bu ziyaretçiler Beytul-haram’dan ve Hi­lafet merkezinden geri dönünce yüzlerinde bir mutluluk görülüyordu. Yaptıkları ziyaretler, ve gözleriyle gördükleri yüreklere su serpen iman samimiyeti, kardeşlik ruhu, ameldeki dürüstlük karşısında mutlulukları yüzlerinden okunuyordu.

O mukaddes beldelerden dönenleri ziya­ret edenler onların imanlarının arttığını, kar­deşlik şuuru kazandığını görüyor­lardı. Ayrıca onları da buraları ziyaret etmeye teşvik ediyorlardı. Bunun yanında Sahabeleri (r.a.) ve İslam’ın sancağını taşıyanları övüyorlardı. Sahabelerin diğer insanlardan tamamen farklı olduklarını söylüyorlardı. Sahabeyi gören bu insanlar, misafirlerini sahip oldukları akideden, yücelttikleri şiarlardan, eda ettikleri farzlardan ve niyet ettikleri davet ve cihat’tan dolayı onları tebrik ediyorlardı.

Misafirlerine şöyle diyorlardı: Oradaki top­lum, tek bir toplumdur. Aralarında sınıf  far­kı yok. İnsanların hepsi tarağın dişleri gibi eşitler. Hak ve görevler açısından ırklar ara­sında ayrımcılık bulunmamaktadır. Bu eşitlik, kalplere yerleşmiş olan akideden kaynakla­nan bir eşitliktir.

Bazı menfaatlar elde etmek maksadıyle başvurulan felsefi nazariyelerden doğmuşi bir eşitlik teorisi değildir. İslam toplumunda büyüğe saygı gösterilir, küçüğe merhamet edilir. İhtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını gidermeye azami gayret sarfedilir. Bütün in­sanlar birbiriyle yardımlaşan, birbirine destek olan büyük bir aile gibi yaşıyorlar. İktidarın başında bulunan halife en faziletli veya en üstün kabul edilmez. Onu başkasından ayıra­cak veya üstün tutacak ayrıcalıkları yoktur. Ne bindiği şeyde, ne yedikleri, ne giydikleri ne de meskeni açısından bir ayrıcalığı vardır. Ayrıca reayasına kapılarını kapatamaz. Onu veya ailesini özel kılacak, böylece başkasının elde edemeyeceği şeyleri ele geçirmesine yol açacak bir özellikleri de yoktur. Bilakis o da toplumun içinden bir ferttir. İmkanları, fıtri yetenekleri, amellerindeki ihlası ve itikadı uğruna yaptığı fedakarlıklar ümmeti idare ve onların işlerini üstlenme merkezine ulaştır­mıştır. O, toplumun içinde yaşar, yollarda onlarla beraber yürür, çarşıya gider, alış veriş yapardı. Bazan halifenin oturduğu ev diğerle­rinkinden mütevazi olurdu. Çarşılarda ve caddelerde dolaşırken zaruri gördüğü du­rumlarda talimatlarını verirdi. İnsanların mu­amelatlarında ne derece İslam şeriatına uyum sağladıklarını tetkik ederdi. İhtiyacı olanları araştırır, yolda giderken bazı konuları soruş­tururdu. Çeşitli toplantılarda bazı kimselerle buluşur onlarla fikir teatisinde bulunurdu. İnsanların meselelerini onlarla tartışırdı. Hila­fetin gerektirdiği şartları, cihat meydanların­dan gelen haberleri değerlendirirdi.

Rasulullah’ın halifesi Ebu Bekir, mahalle­sinde bulunan insanların koyunlarının sütünü sağar, geceleri de insanların durumlarını araştırırdı. Onların maslahatlarını gerçekleş­tirmek için gecelerini uyumadan geçirirdi. Onlar da rahat rahat uyurlardı. Üsame’nin ordusunun yola çıkmasıyla askeri yönden boşalan Medine’de geceleri şehir girişlerinde nöbet tutardı.

Müslümanlar Ebu Bekir döneminde, mür­te­d­lere karşı savaşmaya, fetihlere katıl­ma­ya yönelmişlerdi. Medine’de sahabelerden birkaç kişi kalmıştı. Bunlar, Ömer, Ali, Talha, Zübeyr, Abdurrahman b. Avf, Sa’d b. Ebi Vak­kas, Abdullah b. Mesud, Useyd b. Hudayr bunların Medine’de kalmaları cihattan geri kalmalarından dolayı değildi. Bilakis halife onlarla istişare etmek, görüşlerinden faydalanmak için onları tutmuştu. Buna ek olarak bunlar Medine’yi koruma görevini üst­lenmişlerdi. –Daha öncede söylediğimiz gibi- onlar Medine’nin girişlerini tutuyorlardı. Sü­rekli Mescitte halifenin beraberindeki insan­larla da bağlantı halindeydiler. Beklenmedik bir saldırıya karşı hazırlıklılardı. Halifeyle de direk bağlantıları vardı. Onların –saygınlıkla­rına rağmen- diğer Müslümanlardan farklı bir ayrıcalıkları yoktu. Evet onlar, İslam’a ilk ge­lenler olmaları, Rasulullah’a uzun süre saha­belik yapmaları, Allah yolunda yıllarca cihad etmeleri, dava uğruna birçok fedakarlığa katlanmışlardı. Saygı, ihtiram dolu bu bakışa, halifenin onlarla istişare etmesine rağmen onların herhangi bir ayrıcalıkları yoktu. Bilakis toplumdaki herhangi bir fert onları dava ede­bilir, hata işlemeleri halinde onlardan kısasını alabilirdi. Onlara itiraz edebilirdi. Onlarla in­sanlardan her hangi bir fert arasında fark yoktu.

Kendi iradeleriyle cihada çıkan Müslü­manlar ise, Allah’ın rızasını kazanmak ve bunu istenilen en güzel şekilde gerçekleştir­mek için cihada çıkıyorlardı. Çünkü o zaman zorunlu askeri hizmet yoktu. Kimse zorla as­kere alınmıyordu. Müslümanlar şehitlik mer­tebesine ulaşmak veya zaferler kazanmak ve Allah’a davet etmek için cihada çıkıyorlardı.

Bu mücahitler tek bir kitleydi. İman kar­deşliği açısından gerçekten kardeşlerdi. Bir çok olay olmuştur ki, bu olaylarda kişi karde­şine gelecek bir darbeyi göğüslüyor ve şehit oluyordu. Kardeşini savunmak, onun hayatta kalmasını sağlamak için bunu yapı­yorlardı. Yedikleri yemek aynıydı. Ordunun komutanı ile küçük bir askerin yediği yemek farklı değildi. Hatta komutana farklı bir ye­mek sunulacak olsa bütün ordunun aynı ye­mekten yiyip yemediğini sorardı. Bütün as­kerlerin aynı yemekten yediğinden emin ol­madan elini o yemeğe uzatmazdı. Bu gün ordu komutanı olan kişi yarın askerlerinden birinin komutasında bir asker olabilirdi. Ko­mutan veya asker olmanın onun nezdinde bir farkı yoktu. Ne savaştaki görevi ne de gör­düğü saygı açısından… Sadece fertlerin ona itaati, verdiği emirleri, taktik ve stratejilerini uygulamaları değişirdi.

Sınırlarda nöbet tutan asker, ailesini veya memleketini düşünecek değildi. Çünkü ailesi kendi kardeşlerinin arasında kendi toplumla­rında yaşıyorlardı.

Toplum onların kefiliydi. Buna ek olarak müslümanın köklü akidesi, “ Allah dünyada ve ahrette ailesinin velisidir” şeklinde inanma­sını gerektirmektedir. Bu açıdan da memle­ketlerini düşünmüyorlardı. Orayı koruyanlar vardı, sorumluları onlar ve orada yaşayan­lardı. Kaldı ki halife birinci dereceden so­rumluydu. Askerlerin tek görevi cihad etmek, davayı yaymaktı.

Aynı şekilde mücahit ganimet elde et­meyi de hedeflemezdi. Bilakis tek hedefi zafer elde edip İslam davasını yaymaktı. Nitekim hayatta kalma gibi bir amacı da yoktu, bilakis o, Allah yolunda şehit düşmeyi arzulardı. Böylece cennete varmak ve en büyük kazancı elde etmek isterdi. Bundan dolayı önüne çıkanın kim olduğuna aldırış etmeden –sayısı, gücü ne olursa olsun- ileriye doğru atılırdı. İşte bu şekilde bize ve başkalarına karşı za­ferler elde ettiler, ve Allah’a davet konusunda görevlerini yerine getirdiler.

Ganimetler yaya askerler arasında eşit bir şekilde paylaşılıyordu. Atlılar arasında da böyleydi. Bir askeri öldüren onun techizatını alırdı. Kişinin kendi kabilesinin sancağı al­tında savaşması, cesaretini ortaya koyması ve hezimetten dolayı leke almamaya gayret göstermesi içindi. Nitekim Yemame sava­şında Abbad b. Bişr (r.a) Ensarlı Müslüman­lara çağrıda bulunup onların düşmana saldı­rıda öne geçmelerini istiyordu.

Şehirlerde, köylerde ve çölde yaşayan ve cihada katılmayanlar zayıf oldukları için cihada katılmıyorlardı. Bunların hepsi kadın­lar, çocuklar ve acizlerden (ihtiyar, sakat) oluşuyordu. Kişi sadece silah taşıyacak gücü olmadığı zaman kendini aciz görürdü. Nice insanlar var ki seksen yaşını aşmışken, cihad çağrısını duyar duymaz ordu birliklerine ka­tılmış ve gençleri taklid etmiştir. Çünkü cihat her insanın ulaşmayı amaçladığı bir gaye idi. Acizliğinden dolayı cihattan geri kalanlar ise birbiriyle olabilecek en güzel şekilde yardım­laşıyorlardı. Onların arasında bulunan her Müslüman onları ailesi kabul ederdi. Her ko­nuda da onlardan sorumluydu. Alışverişlerini emanet ve dürüstlük ilkelerine göre yapar­lardı. Aldatma söz konusu değildi. Şeriatın yasakladığı hiçbir konuda hile yapmayı ve –onu tartışmayı bilmezlerdi. Bu toplumun fertleri birbirleriyle tam bir yardımlaşma ve dayanışma içindeydiler. Ahlaka aykırı davra­nışlar ve cinayetler bu toplumda olmuyordu.

Çünkü şer'i hadleri(cezaları) tatbik fesadın yayılmasına engel oluyordu.

Kadın ise bu toplumda görevini tam ma­nasıyla yerine getiriyordu. O toplumun ihtiya­cının ne olduğunu biliyor ve bu ihtiyacı karşı­lıyordu. Yani evlatlarına güzel bir terbiye veri­yor ve onların imanla dolu olarak büyümeleri için çaba harcıyordu. Kumalar arasındaki geçim ise gerçek bir kardeşliği andırıyordu. Komşularıyla da komşuluk haklarına riayet ederek, gerekli her fedakârlığı yaparak geçi­niyordu. Matemlerinde onlara ortak oluyor, onlarla ağlıyordu. Mutlu günlerinde de onla­rın sevinciyle seviniyordu. Bütün hareketle­riyle onların mutlu olmalarından saadet duy­duğunu göstermeye çalışıyordu.[1]

Halife sadece kendini düşünen biri de­ğildi. Hayır için çalışır, fakat bunu şahsi menfaati için yapmazdı. İdareciliğinin arkasın­dan dünyevi menfaatler beklemezdi. Bilakis zenginliğin onun için bir önemi yoktu. Övünmekten, zevk ve sefa üzere bir hayat sürmekten uzaktı. Yaptığı hizmetler karşılı­ğında sade bir insanın geçimine yetecek miktardan fazlasını kabul etmezdi. Ebu Bekir (r.a'ın) bir deve ve bir köleden başka bir şeyi yoktu. Kendisine gelen malları her Cuma günü muhtaçlara, yoksullara dağıtırdı.

İhtiyacı olanlara kendi malıyla yardım et­tiği de olurdu.[2] ondan sonra halife olan Ömer de böyleydi. Sonradan gelen Müslümanlar da bu yol üzerinde yürüyorlardı.

Tabi bunu duyan ziyaretçiler (hacıları zi­yarete gelenler) mutlulukla doluyorlardı. ken­dilerini İslam’a hidayet eden ve küfürden uzaklaştıran Allah’a hamdediyorlardı. İs­lam’dan önce geçirdikleri günlere hayıflanı­yorlardı. Müslüman olmalarına vesile olan Araplara dua ediyorlardı.

Yoldan gelenlere yapılan ziyaret bitince herkes evine dönüyor, dost ve akrabalarıyla buluşuyordu. Aynı şeyleri onlara da anlatı­yorlardı. Bunları duyan herkes, duyduklarını başkasına aktarıyordu. Dinleyenler mutlu oluyor ve Müslüman oldukları için Allah’a hamdediyorlardı. Böylece iman kalplerde kök salıyor, nefisler hakkın bu olduğuna iyice kanaat ediyorlardı.

Artık bu mesele, insanlar tarafından ko­nuşulan, toplantılarda dile getirilen konu ha­line geldi. Bütün bu konuşmalar şununla bitiyordu: Araplar, daha önce zayıf olmalarına ve aralarında çekişmeler bulunmasına rağ­men akide olarak İslam’ı, silah olarak cihadı esas alınca Allah bize karşı onlara yardım etti, zafer verdi. Hepimiz bunu biliyoruz, buna da şahit olduk. Hakkıyla iman ettikten, İslam sancağını taşıdıktan, cihad ve Allah’a davet için yola çıktıktan sonra bizim de geleceğimiz parlak, güzel olacaktır. Özellikle de Araplarla birlik olduktan sonra… Nitekim artık onlarla tek bir ümmetiz. Gücümüz ikiye katlandı. Al­lah bize zafer nasip ederse yüce bir makama nail olur ve istediklerimizi gerçekleştiririz. Allah’a davette başarılı olur, İslam’ı yaymak için samimiyetle çalışırsak ve bundan dolayı da İslam her tarafa yayılır ve egemen olursa biz en büyük kazancı elde ederiz. Genişliği yerler ve gökler kadar olan, altından ırmaklar akan cennetlere ebedi kalmak üzere gireriz. Orası ne güzel dönüş yeridir. Allah için sıdk ile, ihlas ile amel edenlerin mükafatı işte bu­dur.

Dilleriyle Müslüman olduklarını söyleyip, kalpleri iman etmeyenlere gelince, -nitekim bunlar Kisraların ve Mecusi bilginlerinin ha­lefleriydi- onlar, bu sözleri söyleyenlerin bunu propaganda için yaptıklarını, mertebelerini yüceltmeye,  liderliğe ulaşmaya vesile olarak kullandıklarını zannediyorlardı. Dilleriyle iman ettiklerini söyleyip kalpleri iman etmeyen bu insanlar, söylenen bu sözlere inanmıyorlardı. Hatta bu sözler onları çok rahatsız ediyordu.

Buna binaen Kisra’nın yakınlarından biri bizzat kendisi İslam’ın merkezi Medine’ye gitmeye Müslüman olanların bu söylediklerini araştırmaya karar verdi.

Kisra’nın elçisi Medine’ye gitti. Diliyle Müs­lüman olduğunu söylüyordu, ancak kalbin­de olanı ise Allah biliyordu. Müslümanların arasına karıştı, Çarşılarında bulundu, alış-ve­riş­lerini gördü, Birbirleriyle muamelatlarını, ilişkilerini müşahade etti.

Aralarındaki kardeşlik, doğruluk ve samimi­yete dikkat etti. Ayrıca halife Ömer b. Hattab’ı gördü. Halkın sıradan bir ferdi gibi çarşılarda, caddelerde dolaşıyordu. Onu önceden tanı­mayan, onun devlet başkanı halife olduğunu asla hatırına getirmezdi. Çünkü yanında ko­ruma bulunmadan tek başına dolaşıyordu. İnsanların arasına karışıyor, onlarla konuşu­yor, bazı şeyleri soruyordu. Alış-verişlerini kendi kendine yapıyordu. Ona duydukları saygı davranışlarından veya sözlerinden anla­şılmazdı. Bilakis bu ihtiram kalplerinde yer almış itaatlerinde net biçimde ortaya çıkı­yordu.

Kisra’nın elçisi memleketine dönünce içi şüphelerle dolmuştu. Gördüklerinin doğ­rulu­ğuna, konuşulanların gerçek olmasına rağmen o yakini inanca varamadı. Bilakis hala gördüklerine karşı şüphe içindeydi. Çünkü geçmişte yaşadığı Kisra devletinde, bu derece samimi kardeşlik, güzel komşuluk, ahlakta fazilet, yardımlaşma, yöneticiye itaat, yöneticinin halkına sevgi ve merhamet gös­terdiğini ne görmüştü ne de duymuştu.

Kisra’nın elçisi efendisinin yanına gidip gördüklerini ve duyduklarını ona anlattı. Gör­düğü bu yüce manzaralar, duyduğu güzel sözler karşısında şaşkın kaldığını haber verdi. Tamah duygusuna sahip olan, içinde şehevi arzular bulunan insanlarda bütün bu hasletle­rin bulunması zordur..

Halifeleri de adaleti ikame edip onlara merhametli davrandığı için şaşılacak dere­cede büyük bir emniyetin içinde.

Nitekim şair Hafız İbrahim,[3] kasidelerin­den birinde Kisra’nın elçisinin hilafetin baş­kentini ziyaretini anlatmış ve bu ziyaretin bazı sahnelerini şöyle tasvir etmiştir.

“Kisra’nın elçisi Ömer’i görünce şaşırdı.

İnsanların içinde, silahsız dolaşıyordu…

 

Onun Pers liderlerinden bildiği..

Askerlerden bir sur onları koruyordu.

 

Baktı ki uykuya dalmış..

Yüceliğin en üstün manalarını veriyordu.

 

Toprağın üstünde çadırın gölgesinde

Eskimiş elbiseler içinde yatıyordu.

 

Gözünde büyüttükleri bir anda basitleşti

Dünyanın sahibi Kisralarda gördüğü..

 

Darb-ı mesel olan hak bir söz söyledi

İnsanlar bunu nesilden nesile aktarı­yordu..

 

“Emniyette oldun adaleti ikame edince

Büyük bir huzur içinde yatıp duruyor­sun.”

 

Kisra’nın elçisi Medine’den dönüp İran’a gelince, gördüklerini, duyduklarını anlattığında efendisinin yüzünde öfke ve kızgınlık belirdi. Çünkü İslam ümmetinin birlik halinde hare­ket eden, bölünmesi zor olan bir ümmet ol­duğunu anladı. Bu ümmet cihad ehli bir üm­metti, bundan dolayı onlara galip gelmek mümkün değildi. Davetçi bir ümmetti ve sürekli artmaktaydı. Bu sebeple artık impa­ratorluğun geri gelmesi, Mecusiliğin tekrar dirilmesi, eski makamına kavuşması imkansızdı. Bundan dolayı öfkesini içine atıp bir dönem bekledi. Evine kapandı, kendiyle baş başa kaldı. Düşünmeye başladı. Nihaye­tinde şu neticeye vardı:

1-Dilleriyle Müslüman olduklarını söyle­yenler bu hallerini devam ettirmelilerdi. Gizle­dikleri açığa vurduklarından farklı olmalıydı. Bunlar, ona yardımcı olacaklar ve aralarında bir birlik oluşturacaklardı.

2-Kendi halkından olan ve geçmişte on­ların inandığı Mecusilik itikadına sahip insan­larla sürekli iyi ilişkiler içinde olmalılardı. On­ları sevdiklerini, takdir ettiklerini göstermeliler, onlarla ilişkilerinin sağlam ve her türlü bağın üzerinde olduğunu söylemelilerdi. Bunu da güzel, tatlı sözlerle dile getirmeleri gerekiyordu.

3-Bizi birbirimize bağlayıp, diğerlerinden ayıracak bazı fikirler ve şayialar üzerinde ittifak etmeli­yiz.

Bu planlar uygulanınca Mecusiliğe men­sup olanlardan bazıları bu yeni oluşuma ka­tıldı. Onları bir araya getiren yeni fikirler or­taya çıktı. Bu fikirlerle Müslümanlardan ayrılı­yorlardı. Müslüman olduklarını söyleyip, kalplerinde başka şeyler gizleyen bu topluluk güçlendi ve yayıldı.

Nitekim bu topluluk h.334 yı­lında Abbasi hilafetini kontrol altına almayı başarmıştı. O günkü liderleri Kisra’nın soyundan gelen Ebu Şûca’Büveyh’ti. Bu za­tın ne­sebi aşağıdaki silsilede olduğu gibi şöyledir.


Sabur Zü’l- Ektaf

ò

Sabur

ò

Yezdücerd

ò

Behram

ò

Sinbad

ò

Şîr Azil

ò

Peyruz

ò

Sîis

ò

Sesan şâh

ò

Şeyrâveyh

ò

Şirân şâh

ò

Büyük Şîr âzil

ò

Şîr Kidah

ò

Küçük Şîr Azil

ò

Kûhi

ò

Temâm

ò

Penahsiru

ò

Buveyh Ebu Şûca’

ò

İmaduddevle                                        

 

Metin Kutusu: İmaduddevle
(Ali Ebu Hasan)
Metin Kutusu: Rüknüddevle
(Ha­san Ebu Ali)
Metin Kutusu: Muizzuddevle
Ahmet (Ebu Hüseyn)
 

 


Ebu Şüca’ Büveyh’in çocukları üç ta­ney­di.

Ali Ebu Hasan: Lakabı imaduddevle.

Hasan Ebu Ali: Lakabı Ruknüddevle

Ahmet Ebu’l-Huseyn: Lakabı Muizzuddev­le.

Büveyhilerin hilafeti kontrol altına almala­rından sonra dinin ve ilmin asla kabul ede­me­yeceği işler ortaya çıkmaya başladı. Bu davranışları ne akl-ı selim kabul eder, ne de birlik olmaya azami gayret gösteren toplum bunlardan razı olurdu. Ortaya çıkan ameller­den bazısı şöyleydi:

Ağıtlar yakma, yanakları dövme, seleften bazı imamlara lanet okuma, mescitlerin ka­pılarına lanet yazma… Bundan tek amaçları ayrılık oluşturup İslam ümmetini zayıflat­maktı.

Büveyhiler iktidarı ele geçirdikten sonra Büveyh’in çocukları isimlerini değiştirdiler. Ali, Hasan ve Ahmed isimlerini Rüstem, Pe­nahsiru ve Kalicâr yaptılar. Yani cahili ve Mecusi isimlerini İslami isimlere tercih ettiler. (Tabi ki bunun manası bellidir!!!)

Büveyhiler Abbasi hilafetini ele geçirince, sapık fikirlere mensup bazı fırkaların İslam diyarının bazı bölgelerine hakim olmalarına müsaade ettiler. İsmailiye mezhebine men­sub olan Samâniler (Samanoğulları) İslam alemi­nin doğu bölgelerini ele geçirdiler. İmamiye mezhebine mensup olan Hamdâ­ni’ler de Şam bölgesine hâkim oldular.

Ubeydiler de Afrika’nın kuzeyini el geçir­diler. Bunların soyu Yahudi olan Meymun el-Kaddah b. Diysan’a dayanmaktadır. Ancak ken­­dileri Muhammed b. İsmail b. Cafer es-Sa­dık’ın soyundan geldiklerini iddia etmekte­dirler.

Karmatiler ise arap yarımadasının ço­ğun­luğuna hakim olmuşlardı. Bunların lider­leri­nin soyu Mecusilere dayanıyordu. Nitekim İz­züd­devle el-Büveyhi h.360 senesinde onlara si­lah ve techizat desteği vermiştir. Bu sayede Di­meşk’e oradan Remle’ye oradan da Mısır’a girmişlerdi.

Burada dikkatten kaçmaması gereken nokta, ortaya çıkıp iktidarı ele geçiren bu fır­kaların hepsi bir noktada birleşiyordu. Onları bir araya getiren bu nokta ya iddia ettikleri soy, veya mezhep yahut hedef birliğiydi.

Bundan dolayı aralarında yardımlaşıyor­lar, iktidarı ele geçirmek için birbirlerine im­kan sağlıyorlardı.

 

 

B

 


 

 

 



[1]     (“İslam Tarihi, c.3. Raşid halifeler. Kita­bın Müellif Mah­mud Şakir’e aittir”)

[2]     (bkz. Ebu Bekir es-Sıddık, yazarı: Muhammed Rıza)

[3]     (Hafız İbrahim: Muhammed Hafız b. İbrahim Fehmi Hafız İbrahim diye meşhur olmuştur. H.1287 (M.­1871)’­de Deyrut’ta Nil nehrinin kenarında bulunan bir sandalda doğdu. Doğumundan iki yıl sonra babası vefat etti. Kısa zaman sonra da annesi vefat etti. Annesi onu Kahire’ye getirmişti. Yetim olarak büyüdü. Öğrenim gördüğü sıralarda şiir yazmaya başladı. Ardından Tanta’da bazı avukatlarla çalıştı. Sonra Kahire’de avukatlık yaptı. Daha sonraları askeri okula girdi. M. 1891’de üsteğmen rütbesiyle mezun oldu. Sudan’a giden birliklere katılıp Sevakin ve Hartum’da bir müddet kaldı. Mısırlı bazı subaylarla gizli bir teşkilat kurdu. İngilizler bu teşkilatı keşfedince ordudan azl edildi. Muhammed Abduh ona sahip çıktı, sonrasında polis olarak görevine devam etti. Ve emekliye ayrıldı. Ehram gazetesinde köşe yazarlığı yaptı sonra tamamen şiire yöneldi. H. 1351 (M.1932)’de Kahire’de vefat etti.)