BİRİNCİ BÖLÜM

 

YAHUDİLER

        

         Yahudilerin önemli karekteristik özelliklerinden birisi kıskanç olmalarıdır. Bu kıskançlıkları, başkalarına karşı düşmanlık beslemelerine ve amaçlarına ulaşmak için her türlü gayrı-ı meşru yola başvurmalarına neden olmaktadır. Onlar, amaçlarına ulaşmak için sahip oldukları her türlü şeyi harcamaktan geri durmazlar.

         Medine’deki bazı Yahudiler, Müslümanlar arasında fitnenin yayılması, ihtilafın ortaya çıkması ve taassuba dayanan savaş ateşinin yeniden alevlenmesi için çaba gösterdiler. Medine’de bu görevi üstlenenlerden birisi de Şâs b. Kays’tır; ancak onun bu tuzağı geri tepmiş ve Şâs, başarılı olamamıştı.

        

         A. BEDİR SAVAŞI’INDAN SONRA YAHUDİLER

        

         Yahudiler, Bedir Savaşı’ndan sonra Medine’de fitne çıkarmaya çalıştılar. Nitekim Bedir Savaşı daha bitmeden Müslümanların akibetleriyle ilgili dedikodular çıkarmaya başladılar; ancak savaşın sonucu belli olup Müslümanlar, müşriklerin ileri gelenlerini, prangalara vurulmuş bir halde Medine’ye getirdiklerinde, Yahudiler, yaptıklarının başlarına kötü işler açacağının farkına vardılar.

      Müslümanlarla yaptıkları antlaşmayı bozan ilk Yahudi kabilesi Kaynukâ'oğullarıdır. Onlar, Hazreclilerin müttefiki idiler. Bedir Savaşı'ndan sonra taşkınlık yapmaya ve bu savaşta zafer elde eden Müslümanları kıskanmaya baş­ladılar. Müslümanların galip gelmesini Kureyş'in savaş tekniğini bilmeyişine bağladılar. Kur'an-ı Kerîm'de onların davranışları şöyle ifade edilmektedir:

     "Eğer bir topluluğun ant­laşmaya hıyanet etmesinden korkarsan, sen de onlara karşı aynı şekilde davran.”[1]

     Resûlullah,Kaynukâ'oğullarını kendi pazaryerlerinde toplayarak Ku­reyş'in Bedir'de uğradığı yenilgiyi hatırlatıp onları ikaz etti ve İslâm'a davet etti. Kendisinin, peygamber olduğunu hatırlattı. Fakat Yahudiler, Kureyş'in savaş tekniğini bilmediğini, kendilerinin ise usta savaşçı olduklarını yineleyerek Hz. Peygamber'i tehdit ettiler ve antlaşmayı bozdular.

     Müslüman bir kadının Kaynukâ' pazarında hakarete uğraması bu kabile ile Müslümanlar arasındaki ilişkilerde bardağı taşıran son damla olmuştu. Ticaret ve kuyumcu­lukla uğraşan Kaynukâ'oğullarının kendi adlarıyla anılan pazar yerinde Ensar’dan bir kadın bir iş için bir kuyumcu dükkanına uğradı. Dükkanda bulunan bir Yahu­di kadının eteğini habersizce bir yere iliştirdi. Kadın ayağa kalkınca vücudu açıldı. Kadın hem utançtan hem de öfkeden feryat etmeye başladı. Oradan geçmekte olan bir Müslüman, ola­yı öğrenince kadına bu hareketi yapan Yahudiyi öldürdü. Yahudiler de Müslümanı şehid ettiler. Şehidin yakınları da Yahudilere karşı Müslümanlardan yardım istediler. Neticede ortam iyice gerginleşti.

     Kaynukâ'oğullarının tutumundan endişelenmeye başlayan Peygamberimiz, 624 yılında onların üzerine yürüdü. Yahudiler kalelerine çekildiler. Müslümanlar onları on beş gün sü­reyle kuşattılar. Yedi yüz savaşçıya sahip olan Kaynuka' Yahudileri korkuya kapıldılar. Hz. Peygamber'in vereceği karara razı olmak üzere kalelerinden çıka­rak teslim oldular.

      Kaynukâ'oğullarının eski müttefiki ve münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy, Hz. Peygamber'den ısrarla onların bağışlanmalarını istedi. Peygamberimiz, onların Medine'yi terketmelerini emretti. Bu defa Abdullah b. Übeyy Kaynukâ'oğullarının yerlerinde bırakılmaları için çaba sarfettiyse de bunu başaramadı.

     Kaynukâ'oğulları ailelerini yanlarına alarak Medine'yi terkettiler. Önce Vâdi’l-Kurâ'ya orada uğrayıp bir ay kaldıktan sonra burada ihtiyaçlarını karşıladılar ve Suriye tarafına giderek ve Ezriat şehrine yerleştiler.

     Kaynukâ'oğulları’nın Medine’den çıkarılmasından sonra geriye Yahudilerin diğer bir kolu olan Nâdiroğulları kalmıştı. Ka’b. b. Eşref de bu kabilenin önde gelenlerindendi. Ka'b b. Eşref şairdi. Hz. Peygamber'i ve Müslümanları daima kötülerdi. Bedir Savaşı’nın, Müslümanların galibiyeti ile sonuçlanmasını bir türlü hazmedememişti. Hatta Müslümanların zaferine o kadar içerlemiş olacak ki, "Yerin altı üstünden daha iyidir." diyerek ölmeye bile diledi. Mekke'ye giderek, Kureyş müşriklerini Hz. Peygamber'e karşı şiirleriyle tahrik etmişti. Medine'ye döndüğünde Müslüman­ların hanımları için aşk şiirleri terennüm etmeye başladı. Peygamberimiz bir gün sahâbilere "Ka'b b. Eşref için aranızda gönüllü kim var? Çünkü o, Allah ve Resulü'ne eziyet etmiştir." dedi. Bunun üzerine Evs kabilesinden Muhammed b. Mesleme, Ka'b’ı kendi kalesinin dışında öldürdü. Bunun üzerine Nâdiroğulları boyun eğmek zorunda kaldılar. Bundan sonra da olay çıkarmayacaklarına ve Resûlullah’la yaptıkları antlaşmaya sadık kalacaklarına söz vermelerine rağmen antlaşmalarına sâdık kalmadılar.

 

     B. UHUD SAVAŞI’INDAN SONRA YAHUDİLER

    

     Beni Nâdir kabilesinden bir grup Hz. Peygamber’e bir süikast düzenlemeye karar vermişti. Bi'r-i Maûne faciasından sağ kurtulan Amr b. Ümeyye ed-Damrî, Hz. Peygamber'in eman verdiği iki kişiyi yanlışlıkla öldürmüştü. Öldürülen şa­hısların diyetine Medine sözleşmesi gereği Nadîroğullarının da ortak olması ge­rekiyordu. Bu maksatla Hz. Peygamber, aralarında Hz. Ebû Bekir, Ömer ve Ali'nin de bulunduğu bir grup sahâbî ile birlikte Benî Nadîr kabilesine gitti. Yahudiler başlangıçta Hz. Peygamber'e iyi davrandılar. Diyete ortak olacakları­nı bildirdiler ve bir müddet istirahat etmesini istediler. Fakat Peygamberimiz, sahâbîlerle bir duvarın dibinde gölgelenirken üzerine bir taş yuvarlayarak onu öldürmeyi planlıyorlardı. Bu planı Yahudi reislerinden Huyey b. Ahtab tasarlamıştı. Amr b. Cihâş adlı Yahudinin taşı yuvarlamaya hazırlandığı sırada durumu sezen Hz. Peygamber bir ihtiyacı için ayrılıyormuş gibi oturduğu yerden kalkarak doğruca Medine'ye gitti.

     Peygamberimiz Müslümanlara, Nadîroğullarının kendisini öldürmek istediklerini bildirerek, onların üzerine yü­rümek üzere hazırlanmalarını söyledi. Muhammed b. Mesleme'yi onlara elçi olarak gönderdi; hainlik ve vefasızlıklarını hatırlattı ve on gün içinde Medi­ne'yi terk etmelerini emretti. Bunun üzerine Nadîroğulları göç hazırlığına başla­dılar. Münafıkların başkanı Abdullah b. Übeyy, Arapların ve diğer Yahudilerin yardım edeceğini vadederek Nadîroğullarının direnmelerini istedi.

         18 Rebîülevvel 625 yılında Nadîroğulları üzerine yürüyen Peygamberimiz onları kuşatarak önce antlaşmaya davet etti. Fakat Yahudiler buna yanaşmadıkları gibi, Müslümanlara ok ve taş atmaya başladılar.

         Kuşatma altı gün -bazı rivayetlere göre on beş- sürdü. Abdullah b. Übeyy tarafından va’dedilen yardımın gelmemesi ve Kurayza'nın da kendilerine silah ve asker yardımında bulunmama­sı üzerine Nadîroğulları, Medine'den çıkmaya razı oldular. Yapılan antlaşma ge­reğince savaş malzemeleri hariç develere yükleyebildikleri menkul mallarla, hanım ve çocuklarını da yanlarına alarak altı yüz deveden oluşan bir kafile ha­linde Medine'den ayrıldılar. Aralarında ileri gelenlerinin de yer aldığı büyük bir çoğunluk Hayber'de kalırken, geri kalanlar Suriye taraflarına gittiler. Böylece Medine’de Kurayzaoğulları dışında Yahudilerden kimse kalmadı.

        

         C. HENDEK SAVAŞI’NDAN SONRA YAHUDİLER

        

         Yahudiler, insanlara karşı kin besliyor ve onlara haset ediyorlardı. Kendilerini diğer milletlere karşı bir sorumluluk içerisinde hissetmiyorlardı; çünkü onlara göre kendileri dışındaki herkes, kendilerine hizmet etmek için yaratılmışlardı. Onların en büyük kinleri de Müslümanlara karşı idi. İslâmdavetini kendi yurdunda yok etmeyi çok istemişlerdi; ancak bunu başaramadılar. Müslümanlara karşı olan bu kinleri Medine dışına, kabileler halinde sürülmelerine sebep olmuştu.

         Nâdiroğullarının Medine dışına sürülmelerinden sonra onların önde gelenlerinin -ve özellikle Hayber’e yerleşenlerin-  Müslümanlara karşı olan kinleri arttı; çünkü İslâmgün geçtikçe güç kazanmaya devam ediyor ve onların saldırıları da İslam’ı daha da güçlendiriyordu. Bundan dolayı İslam’a kin besleyenler, kabileleri bir araya toplayarak güç oluşturmaya ve tek bir koldan Medine’ye saldırarak İslam’ı yok etmeyi düşünüyorlardı. Bu şekilde Müslümanlardan intikam alacaklarına inanıyorlardı. Bu amaçla Hayber Yahudilerinin önde gelenlerinden bir grup, Mekke müşriklerine giderek, onları,   Müslümanlara karşı savaşmaya çağırdılar ve onlara şunu dediler:“Eğer Müslümanlara karşı savaşmayı kabul ederseniz biz de sizi destekleriz. Böylece Müslümanları yok ederiz.” Bu teklifi kabul eden Kureyş müşrikleri, savaş için hazırlık yapmaya başladılar. Müslümanlara karşı savaşmak konusunda müşrikleri ikna eden Hayber Yahudileri ardından Gatafan Kabilesi’ne yönelerek onları da bu savaşa çağırdılar. Bu savaşa Kureyş müşrikleriyle birlikte katılacaklarını onlara haber verdiler. Gatafan Kabilesi bu teklifi kabul etti. Ayrıca Yahudilerin, savaşla ilgili müşriklerle antlaştıkları diğer hususlara da uyacaklarını söylediler.

         Belirlenen tarih geldiğinde Kureyş, Ebû Süfyân b. Harb komutasında; Gatafan’dan ise Fezâra Mürre ve Eşca’ kabileleri, Uyeyne b. Hesân el-Füzerî, Haris b. Avf el-Mürrî ve Mis’ar b. Rahîbe el-Eşcaî’ komutasında yola çıktılar. Düşman ordularının yolu çıktıklarını  haber alan Resûlullah da hemen ashabını toplayarak onlarla istişare etti. Bu istişare neticesinde Medine etrafında hendek kazmak suretiyle şehri savunmaya karar veren Müslümanlar, hiç vakit kaybetmeden hendek kazmaya başladılar. Hendeğin kazılmasında bizzat çalışan Resûlullah Müslümanları teşvik ederek onları cesaretlendirdi. Hendeğin kazılmasına iştirak etmek istemeyen Yahudiler ise işten kaçıyorlardı.

         Hendek daha yeni bitmişti ki Kureyş geldi ve sellerin birleştiği yerde[2] mevzilendi. Kureyş ordusu, Müttefikleriyle birlikte on bin kişiden oluşuyordu. Ardından Gatafan Kabilesi de geldi. Onlar da Uhud Dağı civarında,[3] Kureyş’in sağ tarafına mevzilendiler. Resûlullah da Müslümanlarla birlikte Sel’ Dağı’nı arkalarına alarak mevzilendiler. İki ordunun arasında da hendek vardı.

         Müşrikleri organize ederek on bin kişilik orduyla Medine'nin kuşatılmasına sebep olan Huyey b. Ahtab, ordunun hendeği aşamayacağını görünce, vahanın güneydoğusunda bulunan Kurayzaoğulları Kabilesi’nin reisi Ka'b b. Esed'e giderek onu müşriklerle birleşmeye ve Müslümanları arkadan vurmaya razı etmeye çalıştı. Ka'b b. Esed başlangıçta isteksiz davrandı. Hz. Muhammed'le daha önce antlaşma yaptığını, ondan sadece doğruluk ve vefa gördüğünü, bu sebeple antlaşmayı bozmayacağını açıkladı. Fakat Huyey b. Ahtab'ın ısrarlı teklifine dayanamadı ve Müslümanlarla yaptığı antlaşmayı bozduğunu ilan etti. Benî Kurayza'nın bu hareketi Müslümanları zor durumda bıraktı; çünkü bu durumda iki ateş arasında kalmış oluyorlardı.

     Müslümanlar çok zor durumda kalmışlardı, çünkü Medine’nin yukarı kesimlerinden Kurayzaoğulları onlarla olan antlaşmalarını bozmuşlardı. Ayrıca aralarındaki münafıklar da “Evlerimiz güvensizdir onları boş bırakamayız.” bahanesiyle onları terk etmişlerdi. Halbuki onların evleri güven içerisindeydi ama onlar savaştan kaçmak istediklerinden dolayı bunu bahane ediyorlardı.

     İki taraf arasında çatışmalar meydana geldi. Müslümanlar savaşın sonunda galip geldiler ancak yine de zor durumda kalmışlardı. Bu arada Müslümanlar lehine bir başka önemli gelişme oldu. Düşman saflarında bulunan Eşca' kabilesinin reisi Nuaym b. Mes'ud İslam’ı kabul ederek gizlice Hz. Peygamber'in yanına geldi. Kendisinin İslâm'ı kabul ettiğinden müşriklerin haberinin olmadığını ve Müslümanlara yardım edebileceğini bildirdi. Hz. Peygamber ona, "harp hiledir" prensibinden hareketle faaliyette bulunabileceğini söyledi. Nuaym b. Mes'ud giriştiği faaliyet sonucunda Yahudi-Müşrik ittifakını bozmayı başardı. Şöyle ki; Nu’aym, önce Kurayza'ya giderek, onların konumunun kuşatmacılardan farklı olduğunu, burasının kendilerinin yurdu olduğunu, Kureyş ve Gatafan kabilelerinin er geç kendi yurtlarına döneceklerini, o zaman kendileri­nin Müslümanlarla başbaşa kalacaklarını, böyle bir durum karşısında ise Müslü­manlara karşı koyabilecek güçleri bulunmadığını hatırlattı. Onun için yanların­da tutmak üzere müşriklerden rehin istemelerini tavsiye etti. Yahudiler bu görüşü isabetli buldular.

     Kurayzaoğulları, Müslümanlara arkadan saldıracaklarına dair Kureyş ve Gatafan’a söz verdiler, fakat söz verdikleri gibi bu savaş gerçekleşmedi. Bunun yerine müşriklere; kuru üzüm, hurma ve incir taşıyan ve yirmi deveden oluşan erzak yüklü bir kervan gönderdiler; ancak bu kervan müşriklere ulaşmadan Müslümanların eline geçti. Şehitlerden birini gömerken boş bir arazide buldukları bu kervan, onların işine çok yaradı. Zira o yıl kıtlık ve kuraklıkla geçmişti.

     Müşrikler ve Gatafanlılar, Kurayzaoğullarından, Müslümanları oyalamalarını ve onlara sataşmalarını istemişlerdi; zira ancak bu şekilde hendeği geçebileceklerdi. Kurayzaoğullarından bazıları bunu denediler ancak korkuları, kaygı ve endişelerinin daha da artmasına sebep oldu ve sonunda hiçbir şey yapamadılar.

     Nuaym bu defa Kureyş müşriklerinin yanına giderek Ebû Süfyan ve etrafındakilere, Kurayzaoğullarının Hz. Muhammed’le antlaşmayı bozduklarına pişman olduklarını, Kureyş ve Gatafan'dan rehine isteyeceklerini ve boyunlarını vurmak üzere Müslümanlara teslim edeceklerini söyledi. Şayet kendilerinden rehine isterlerse vermemelerini tavsiye etti. Bir müddet sonra Kurayza'nın kendi­lerinden rehine istemesi üzerine müşrikler, Nuaym’ın söylediklerinin doğru olduğu kanaatine vardılar. Yahudilere haber göndererek asla rehine ver­meyeceklerini bildirdiler.

     Kureyş, sonunda savaştan ümidini kesti. Uzun bir zaman geçmiş olmasına rağmen savaş gerçekleşmedi; çünkü onlara göre savaş, saldırmak veya kaçmak demekti. Hiçbir şey yapamadan yaklaşık yirmi gün beklemeleri onların canına tak etmişti. Bu uzun müddet boyunca hendekten karşıya geçmeye çalıştılar. Yirmi güm boyunca Müslümanları büyük bir korku ortamında bırakmak ve onları meşgul etmek için hendeğin en dar noktasını araştırdılar durdular ama hendeği aşıp karşıya geçemediler.

     Ne var ki onların bu arayış çabaları Müslümanları oldukça tedirgin etti. Neticede iman galip geldi. Müslümanlar bu zor durum karşısında eşi benzeri görülmeyen bir sebat gösterdiler. Sonunda Kureyş, sayısal üstünlüğünün iman gücü karşısında hiçbir işe yaramadığını görmüş oldu. Bu gerçek, düşman saflarında ümitsizliğin yayılmasına neden oldu.

     Hendek Savaşı’nda Kureyş ordusu on bin kişiden fazla iken Müslümanlar bazı rivayetlere göre üç bin civarındaydı.[4]

     Müslümanların, düşman orduları arasındaki gizli müttefiki Nuaym b. Mes’ud, Gatafanlılara gelerek onlara şöyle dedi: “Ey Gatafanlılar! Siz benim ailem ve aşiretimsiniz. Benim için sizler insanların en sevimlisisiniz. Gördüğüm kadarıyla bana güveniyorsunuz” onlar da: “Doğru söylüyorsun biz sana şüpheyle bakmıyoruz.” dediler. Nuaym: “Bunu benden duymuş olmayın” diyerek daha önce Kureyş’e söylediklerini aynen onlara da söyledi.

     Kureyş müşriklerinin lideri Ebû Süfyân, İkrime b. Ebi Cehil’i beraberinde Kureyş ve Gatafanlılardan oluşan askeri bir birlikle Kurayzaoğullarına gönderdi. Hendeği geçme fırsatını elde etmek için onları Müslümanlarla savaşmaya ve onları oyalamaya teşvik ettiler. İkrime, Kurayzaoğullarına Şöyle dedi:“Biz buranın yerlileri değiliz. Her şeyimiz tükendi ve dayanacak gücümüz kalmadı birlik olup Muhammed’le savaşalım ki onu yenelim.” Kurayzaoğulları da: “Bugün cumartesi biz bugün hiçbir şey yapmayız. Görüyorüyosunuz işte sizin yüzünüzden başımıza neler geldi. İçinizden birini bize rehin olarak vermedikçe savaşmayız. Bizim tek korkumuz, sizlerin, bizi Muhammed’le baş başa bırakmanızdır. Oysa savaştığımız kişi bizim memleketimizdedir. Bu durumda biz ona güç yetiremeyiz.” İkrime beraberindekilerle geri döndü ve Kurayzaoğullarının söylediklerini Kureyş’e iletti. Bunun üzerine Kureyş ve Gatafan şöyle dediler:

                  “Allah’a yemin olsun ki Nuaym doğru söyledi. İçimizden hiç kimseyi onlara esir vermeyeceğimizi onlara iletin. Eğer bu şartlar altında savaşırlarsa çıksınlar ve savaşsınlar.” Buna karşılık Kurayzaoğulları da şöyle dediler: “Allah’a yemin olsun ki Nuaym doğru söyledi. Kureyş ve Gatafan savaşmak istemiyor. Eğer en ufak bir fırsat bulacak olsalar kaçarlar. Her fırsatı değerlendirirler. Çıkarları olmasa buruda asla durmazlar ve bizi Muhammed’le baş başa bırakırlar.”

                  Nuaym b. Mes'ud'un bu girişimi Yahudilerle kuşatmacıların birbirlerine olan güveni sarstı. Onlardan her biri diğerini hainlikle suçladı. Sonunda Allah’ın yardımı geldi ve soğuk bir kış gecesinde şiddetli bir fırtına koptu. Müşriklerin ve Gatafanlıların çadırları söküldü ve bütün mühimmatı darmadağın oldu. Ortamın kıyamet sahnesini andırdığı bir anda Ebû Süfyân şöyle bir müşriklere hitâben konuşma yaptı: “Ey Kureyşliler! Allah’a yemin olsun ki siz buranın yerlisi değilsiniz. Her şeyimiz de bitip tükerndi ve Kurayzaoğulları da bize sırtını döndü. Onlar yüzünden başımıza gelmeyen kalmadı. Gördüğünüz gibi şiddetli fırtına eşyalarınızı darmadağın etti, ateşimizi söndürdü ve sağlam hiçbir şeyimizi bırakmadı. Kaçın ve gidin. Ben de gidiyorum.” Ardından o da devesine bindi ve oradan uzaklaştı.

                   Kureyş ve Gatafan -yani Ahzâb-  mevzilerini terk ederek geri döndü. Böylece Hendek Savaşı, Müslümanların zaferiyle sonuçlandı. Böylece Yahudilerin entrikaları sona erdi ve düşman bozguna uğradı. Buna karşılık Müslümanlar daha da güçlenmiş oldu.

                  Kurayzaoğullarının, Kureyş ve Gatafan’la olan ilişkileri sona erince, can güvenliklerini emniyet altına almak için Müslümanlara hoşgörüyle yaklaşmaya başladılar. Nâdiroğullarının, Medine’ye dönmesi şartıyla Müslümanlarla önceden yapmış oldukları antlaşmanın devam etmesinin istediler. Ne var ki Resûlullah ihanetlerinden dolayı onların yapmış oldukları bu teklifi kabul etmedi.      

     Düşman ordularının, Medine'den ayrılmalarından bir gün sonra Peygamberimiz Kurayzaoğulları üzerine yürümeye karar verdi ve namaz kıldırması için İbn Ümmü Mektûm'u yerine vekil bıraktı. Müslümanların acele hareket etmelerini temin maksadıyla ikindi namazını Kurayza’da kılmalarını emretti.         Kuşatma altında bulunan Kurayzaoğulları kalele­rine çekilerek taşkınlık yapmaya, Hz. Peygamber'e ve hanımlarına sövmeye başladılar. Fakat kuşatma uzadıkça zor durumda kaldılar. Kuşatma yirmibeş gün sürdü. Kurayzaoğulları, Nâdiroğullarınkine benzer şartlarla anlaşmayı teklif ettiler ancak Resûlullah şartları kendisinin belirleyeceğini söyleyerek tekliflerini reddetti.

     Resûlullah kendisinin vereceği hükmü kabul etmelerini söyledi, fakat Yahudiler biraz daha zaman kazanmak için işi ağırdan almaya başladılar. Resûlullah da hemen teslim olmazlarsa kalelerine saldıracaklarını söyleyerek onları tehdit etti. Yahudilerin hiçbir alternatifi kalmamıştı. Özellikle içerisinde bulundukları zor durumdan dolayı onları korku sarmıştı. Müslümanların da onlarla savaşmak hususundaki kararlı tutumları onları iyice ümitsizliğe düşürmüştü. Kurayzaoğulları bunun üzerine teslim oldular. Kalenin kapılarını açarak silahlarını bıraktılar ve dışarı çıktılar. Resûlullah esir erkeklerin ellerinin bağlanmasını ve Muhahammed b. Mesleme gözetiminde bir bir yerde toplanmalarını emretti. Savaştan sonra Medine’ye götürülen ve sayıları dokuz yüz kişiyi bulan erkekler esirler, Üsame b. Zeyd’in evinde hapsedildiler. Sayıları yaklaşık bin kişiyi bulan kadın ve çocuklar ise Medine’ye götürülerek Neccaroğullarından bir kadının evinde gözetim altında tutuldular. Esirlerden kadın ve çocukların gözetim altında tutuldukları bu ev genellikle dışarıdan gelen heyetlerin konakladıkları bir yerdi.

     Hz. Peygamber Evs kabilesinin lideri Sa’d b. Muaz’ı Kurayzaoğulları hakkında hüküm vermesi için hakem tayin etti. Zira cahiliyede Evs, Kurayzaoğullarının; Hazreç de Kaynuka ve Nâdiroğullarının müttefikiydi. Sa’d, erkeklerin öldürülmelerine; mallarının muhasaraya katılan Müslümanlar arasında bölüştürülmesine ve evlerinin muhacirlere verilmesine hükmetti. Resûlullah verdiği hüküm ile ilgili Sa’d b. Muaz’a şöyle dedi: “Allah’a yemin olsun ki verdiğin hüküm yedi kat göğün üzerindeki Allah’ın hükmüdür.” Bunun üzerine Resûlullah, Medine çarşısında bir hendek açılmasını emretti. Gruplar halinde öldürülen esirlerin cesetleri hendeklere atılarak gömüldü. Öldürülenler arasında Müzene isminde bir kadın vardı. Bu kadın kalenin üzerinden değirmen taşını Müslümanların üzerine atarak Hallad b. Süveyd’i öldürmüştü. Bundan dolayı savaşçı sayılarak erkeklerle birlikte öldürüldü.

     Ganimetlerin 1/5’i Beytü’l-Mâl’a ayrıldıktan sonra 4/5’i muhasaraya katılanlar arasında bölüştürüldü. Kadın kölelerin taksimi sırasında, çocukların annelerinden ayrılmamasını emreden Resûlullah erkek çocuklarının büluğa erinceye, kız çocuklarının da hayız görünceye kadar annelerinin yanında kalmalarına izin verilmesi gerektiğini söyledi.

     Hendek Savaşı’na katılan düşman birliklerinin -Ahzâb- organize edilmesinde etkili isimlerden biri de Selem b. Ebi’l-Hakik idi. Medine’den sürüldükten sonra Hayber’e yerleşen Nâdiroğullarının ileri gelenlerindeydi. Onun öldürülmesi için Ensârdan beş kişilik bir grup Hayber’e gelerek onu evinde öldürdüler.

     Böylece Medine, Yahudilerden temizlenmiş oldu. Bundan sonra da Resûlullah bazı yerlere seriyyeler göndermek suretiyle Medine’ye karşı düşmanlık besleyenleri etkisiz hale getirmeye başladı. Bi’r-i Maune olayında İslâmdavetçilerini öldürenler ve Hendek savaşında düşman kuvvetlerine destek verenlerin üzerine gönderilen seriyyeler bunlardan bazılarıydı.

    

    

 

 

     D. HAYBER YAHUDİLERİ   

    

     Medine’den çıkarılan Nâdiroğullarının bir kısmı Hayber’e yerleşmişlerdi. Hayber Yahudileri Hendek Savaşı’na katılan düşman ordularının Müslümanlara savaş açmalarında teşvik edici bir rol üstlenmişlerdi. Onlar, Müslümanlara karşı yapabilecekleri düşmanlıkların her türlüsünü yapmışlardı. Resûlullah Hudeybiye’den döndükten sonra, Müslümanların, onlar savaş açacaklarına dair bir beklenti içerisine girdiler. Nitekim Resûlullah Hudeybiye’den bir buçuk ay sonra Hayber’e sefer düzenlemek üzere ashabının hazırlık yapmalarını emretti. Medine’de münafıkların başı olan Abdullah b. Ubeyy b. Selûl Müslümankarın hazırlıklarını Hayber Yahudilerine iletti.

     İslâmordusu hicretin yedinci yılının muharrem ayı sonlarına doğru -Mayıs 628- Medine’den Hayber’e hareket etti. Müslümanların yola çıktığını haber alan Hayber Yahudileri savaş hazırlığı yaparak kalelerine sığındılar. Yahudi ordusu çevreden gelen destekle birlikte on bir bin kişi idi. Buna karşılık İslâmordusu da sadece bin beş yüz kişiden oluşuyordu.

     Resûlullah ilk önce amcasının oğlu Ali b. Ebi Talib’i onları İslam’a davet etmek için elçi olarak gönderdi. Fakat onlar, İslâmdavetini kabul etmediler. Bunu üzerine İslâmordusu saldırıya geçti. Şiddetli süren bir savaşın ardından Hayber 628’de fethedildi. Fethin ardından Resûlullah Hayber halkının cizye karşılığı orada kalmalarına izin verdi. Yahudilerin elde edecekleri ürünün yarısını Müslümanlara vermesi ve Müslümanların, onları oradan diledikleri zaman çıkarabilmeleri şartıyla antlaşma yapıldı; ancak hile ve fesada alışkın olan bir millet alışkanlıklarını kolayca terk edemezdi. İşte Yahudiler bu türden bir millettiler. Onların tek derdi; fitne ve fesat çıkarmak, kötülükler yapmak ve kirli işler aracılığıyla kazanç elde etmeye çalışmaktır. Bunlara ilaveten despotizm ve sömürgecilik onların vazgeçemedikleri yöntemler arasındadır.

     Hayber'in Fethi'nden sonra orada bir kaç gün kalan Hz. Peygamber'i, Yahu­di liderlerinden Sellâm b. Mişkem'in karısı Zeyneb binti Haris zehirlemeye teşeb­büs etti. Bir koyun keserek kızartıp güya ikram etmek maksadıyla                                 Hz. Peygam ber'i davet etti. Yanına Bişr b. Berâ'yı da alarak bu davete giden Hz. Peygamber daha ilk lokmada yemeğin zehirli olduğunu farketti ve lokmayı yutmadan geri çıkardı. Fakat aynı sofrada bulunan Bişr b. Berâ zehirlenerek vefat etti.

         Hz. Peygamber Hayber'in fethinden sonra Muhayyisa b. Mes'ud'u İslâm'a davet etmek ve Hayber Yahudilerinin akıbetini hatırlatmak maksadıyla Fedek bölgesi­ne gönderdi. Fedek halkı, topraklarının yarısı karşılığında Hz. Peygamberle an­laşmak istediler; bir barış antlaşması gerçekleştirmek üzere Hz. Peygamber'in huzuruna heyet gönderdiler. Peygamberimiz bu şartlan kabul etti. Fedek barış yoluyla elde edildiği için arazisinin yarısı Hz. Peygamber'e tahsis edildi.

Hz. Peygamber, Hayber'in fethinden sonra Vâdilkurâ üzerine yürüdü. Bura­daki Yahudiler müstahkem kalelere sığınarak bir gün kadar direndiler. Fakat so­nunda Hayber Yahudilerinin şartlarına göre teslim oldular. Buna göre yıllık ara­zi mahsullerinin yarısını İslâm devletine vergi olarak ödeyeceklerdi. Teymâ Ya­hudileri, Hayber, Fedek ve Vâdilkurâ'da meydana gelen gelişmeleri duyunca Hz. Peygamberle cizye üzerine antlaşma yaptılar.

Medine’de kurulan İslâmdevleti fetihlerle yeni zenginlikler kazanmaya ve sınırlarını genişletmeye devem etti. Öyle ki bu fetihler sonucunda İslâmdevleti Bizans sınırına dayandı. Dünyanın iki büyük imparatorluklarından biri olan Bizans’la Mute ve Tebük- Zâtü’s-Selâsil- savaşları yapıldı. Mekke fethedilerek Kureyş Müslüman oldu.

Resûlullah, gerek Arap Yarımadası’nda ve gerekse Arabistan dışındaki hükümdarları İslam’a davet etti. İslâmdevletinin merkezi olan Medine’ye Müslüman olduklarını bildiren heyetler her taraftan geldi. Böylece Medine, dünyaya yön veren bir komuta merkezi haline geldi.

İslâmdevletinin elde ettiği bu konuma karşılık Yahudiler itibar kaybetti. Sonunda hiç kimsenin itibar etmediği kâle almadığı bir millet haline geldi. Onların bu hale gelmelerinde; kötü davranmaları, çirkin işleri hedeflerine ulaşmada araç edinmeleri ve diğer milletlere karşı kin beslemeleri etkili olmuştur.

Müslümanların elde ettikleri başarılar ve eriştikleri yüksek mertebe Yahudilerin kinlerini daha da arttırdı; çünkü dünyada kendilerinden başka hiçbir milletin iyiliğini istemedikleri malumdur. İmkan sahibi herkesi kıskanırlar ve kendileri dışında iyilik elde edene kin beslerler, ama her şeye rağmen ellerinden bir şey gelmez. Onlar hiç bir desteği olmayan, hiç kimsenin sevmediği, bölük pörçük olmuş azınlıklardır. Allah yolunda mücadele eden ve şehitliği isteyen güçlü bir millet karşısında yapacakları pek bir şey yoktur, çünkü bu nesil cenneti arzuladığı için ölümden bile korkmaz. Bu durumda Yahudilere düşen tek şey hayallerle avunup beklemek ve Müslümanların durumunu mürâkaba etmektir.

 

E. HZ. EBÛ BEKİR DÖNEMİNDE YAHUDİLER

        

         Resûlullah’ın sağlık durumu kötüleşmiş ağrıları iyice artmıştı. Öyle ki bir gün minberdeyken şöyle demişti: “Allah kendi kullarından birini dünyadaki nimetlerle kendi katındaki nimetler arasında tercih yapmasını istemiş; kul Allah katımdaki nimetleri tercih etmiştir.” Resûlullah sağlık durumunun kötüleşmesiyle mescitte cemaate namaz kıldıracak olan kişiye işareten, Hz. Ebû Bekir’in kapısı haricindeki tüm kapıları kapattırmıştı; çünkü Ebû Bekir, O’nun en yakın ve en samimi dostuydu. Resûlullah Hz. Ebû Bekir’in faziletiyle ilgili şunları söylüyor: “Eğer insanlar arasından bir dost edinecek olsaydım Ebû Bekir’i kendime dost edinirdim.” “Ey muhacirler, Ensar’a iyi davranın; çünkü onlar benim sığındığım yerdi. Aralarından iyilik yapana iyilik yapın;  kötülük yapana da engel olun.”

         Resûlullah, sağlık durumu iyice ağırlaşınca Müslümanlara namaz kıldırması için Hz. Ebû Bekir’i görevlendirdi. Daha sonra Resûlullah’ın ardından Hz. Ebû Bekir halife seçildi. Müslümanlar Ona biat etti. Böylece Hz. Ebû Bekir, Müslümanların ilk halifesi oldu.

         Yahudiler, Resûlullah’ın ölümüyle birlikte Müslümanlar arasında önemli ayrılıkların olacağını umdular; ancak bu hevesleri kursaklarında kaldı; çünkü Müslümanlar, yeni halife olan Hz. Ebû Bekir’e itaat ederek Resûlullah’ın yolunda yürümeye devem ettiler. Yaşamlarında hiçbir sapma olmadan Resûlullah döneminde olduğu gibi sevinç içerisinde faziletli bir hayat yaşamaya devam ettiler. Tüm Müslümanlar, yeni halifenin sancağı altında birlik ve bütünlük içerisindeydi. Toplumdaki bütün fertler tarağın dişleri gibi eşitti öyle ki halife ve tebâsı arasında eşitlik bakımından hiçbir fark yoktu. Halk, halifeye itaatkar bir şekilde Allah yolunda çalışıyordu.  

         Resûlullah’ın vefatından sonra ilk halife Hz. Ebû Bekir döneminde Ridde olayları yaşandı ve bir çok bölgede nifak olayları ortaya çıktı. Ayrıca bazıları da zekat vermeyi reddedenler olmuştu. Bunun üzerine İslâmorduları; dinden dönenler ve nifak çıkaranlarla savaştı. Münafıkların, başta diğer bedeviler olmak üzere toplulukların zihninde oluşturduğu olumsuz fikirleri de izale etti.

         İslâmorduları mürted ve münafıkları yok ettikten sonra cihad ruhunu bayraklaştırarak İslâmdavetini Sâsâni ve Bizans sınırlarına karda ulaştırdı. Bu iki devlet o dönemin en büyük ve en geniş topraklarına sahip devletleriydi. İslâmordularının Sâsâni ve Bizans sınırlarına kadar dayanması onların halifeye karşı olan kinlerini arttırdı. İslâmordularından rahatsız olan bu iki devlet Hz. Ebû Bekir’den öç almaya çalıştılar.

        

         F. HZ. ÖMER DÖNEMİNDE YAHUDİLER

        

         Hz. Ebû Bekir’in şehid edilmesinden sonra halife seçilen Hz. Ömer döneminde de fetih hareketleri devam etti. İslâmorduları Sâsâni İmparatorluğu’nu yıktı ve Bizans İmparatorluğu’nun temellerini sarstı. Bizans İmparatorluğuna ait olan Mısır, Şam ve Tükiye’nin bir bölümü ele geçirildi. Bizans üzerinde büyük bir korku hâkim oldu. İçerisinde bulunduğu korku ortamından kurtulmaya çalışan Bizans, bu uğurda çok çaba harcadı ama bu çabaların hiç biri fayda vermedi; çünkü cenneti arzulayarak mücadele eden mücahitlerin karşısında Materyalist kaygılara sahip hiçbir güç duramazdı.

         Sâsâniler kendi devletlerini yerle bir eden ve atalarından miras aldıkları inançlarını yok eden halifeye karşı büyük bir kin beslediler. Zira mahrem kadınlarla evlenmek, yemekten önce değişik sesler çıkarmak suretiyle ibadet etmek ve sihir işleriyle uğraşmak gibi inançları Müslümanlar tarafından  yok edilmişti.

         Becâle b. Abede şöyle dedi: “Ahnef b. Kays’ın amcası Cüz’ b. Muaviye’nin[5] katibiydim. Hz. Ömer, vefatından bir sene önce Mecusi toplumunda yaşayan sihirbazların öldürülmelerini mahrem oldukları halde birbirleriyle evlene eşlerin ayrılmasını ve yemekten önce zemzeme[6] yapılamamasını emretti. Bunun üzerine üç sihirbaz öldürdük. Onlardan, kendi mahremleriyle evlenenleri de ayırdık. Yemekten önce zemzeme yapmalarını önlemek için de Cüz’ b. Muaviye  Mecusileri yemeğe davet etti. Bağdaş kurarak sofraya oturdu ve kılıcını kucağına koydu. Onu gören Mecusiler zemzeme yapmadan yemeye başladılar.”

         Müslümanlar, fethettikleri yerlerle ilgili değişik siyasetler izlediler. Örneğin Resûlullah Yahudileri Medine’den çıkardı. Onlar Hayber ve Şam’a yerleştiler. Daha sonra Hayber, Fedek, Vadi’l-Kurâ Yahudileri ve Necran Hıristiyanlarıyla antlaşma yaptı; ancak bulundukları yerlerde onları gözetim altında tutmayı da ihmal etmedi. Arap Yarımadası’nı İslâmdavetinin merkezi haline getirmek istiyordu. -Allah daha iyi bilir- Bundan dolayı İslâmdüşmanlarının, şaibelere dayanarak Arap Yarımadası’na zarar vermelerine engel olmak için burayı her türlü şüpheden uzak tutmaya çalıştı. Böylece İslâmtoplumunda, Müslümanların açıklarını dışarıya iletecek kimselerin bulunmasını önledi; çünkü Arap Yarımadası, İslâmdavetinin kalbidir. Burada herhangi bir şüphenin bulunmaması gerektiği gibi şüpheli unsurların da bulunmaması gerekir. Cabir b. Abdullah’ın Ömer b. Hattab’tan naklettiğine göre Resûlullah hayatının son günlerinde şöyle dedi: “Yemin olsun ki sadece Müslümanlar kalıncaya kadar Arabistan Yarımadası’nda hiçbir Yahudi ve Hıristiyan barındırmayacağım.”[7]

           Hz. Ebû Bekir kendi döneminde daha çok dinden dönenler ve zekat vermeyenlerle mücadele ettiği için Resûlullah’ın koymuş olduğu bu hedef tam olarak gerçekleşememiştir. Aynı şekilde Hz. Ömer döneminde İslâmorduları Arap Yarımadası’nın dışına çıkmış ve fetih hareketlerinde bulunmuşlardı; ancak Hz. Ömer Ehl-i Kitabın Arabistan Yarımadası’ndan çıkarılmasını böylece Arabistan’ın her türlü pislik ve düşmanlardan arındırılması gerektiğine inanıyordu. Arap Yarımadası’ndaki İslâmkarşıtları her ne kadar güçsüz olduklarından dolayı uzlaşmacı bir tavır takınsalar da fırsatını buldukları anda arslan kesilecek kadar sinsiydiler. Hz. Ömer bu durumla ilgili şu ayeti hatırlatır:

         Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hıristiyanlar da asla senden razı olmayacaklardır. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyacak olursan, and olsun ki, Allah'tan sana ne bir dost ne de bir yardımcı vardır.”[8]

         Arabistan Yarımadası’ndaki Ehl-i kitabın Müslümanlarla yapmış oldukları antlaşmalara zamanla muhalefet etmeye başlamaları, Hz. Ömer’in dikkatini çekti. İslâmorduları Arabistan Yarımadası’nın dışına çıktıklarında Hayber Yahudileri Müslümanlara eziyet etmeye başladılar. Aynı şekilde Necran Hıristiyanları da Müslümanlara verdikleri sözleri çiğneyerek faizle uğraşmaya başladılar. Sonunda Hz. Ömer, hıyanetlerinden çekindiği için onların üzerine yürüdü. Böylece Resûlullah’ın Ehl-i kitabın Arabistan Yarımadası dışına çıkaracağına dair sözü gerçekleşmiş oldu. Arabistan’da sadece Teyma ve Yemen Yahudileri kaldı. Teyma Yahudileri bir süre sonra Arabistan’ı terk edince orada sadece Yemen Yahudileri kaldı.

         Mecusilerin devleti olan Sâsâni İmparatorluğu Hz. Ömer döneminde yıkıldı. Onların büyük bir kısmı İslam’ı kabul edince geriye kalan Mecusiler zimmi olarak küçük bir grup halinde varlıklarını devam ettirdiler. Azınlık oldukları için de toplumdan ayrı, yabancı bir unsur olarak kaldılar. Daha sonra bu grup, içlerindeki kini gizleyerek Müslüman olduklarını ilan etti ve İslâmtoplumunda bir Müslüman(mış) gibi yaşamaya başladılar. Asıl hedeflerini hep gizli tutarak amaçlarını gerçekleştirecekleri günü beklediler.

         Mecusilerden bir grup, halifeye suikast düzenlemek için Medine’ye gitti. Dikkat çekmemek için de şehre teker teker girdiler. Hiç kimse onları fark etmeden Medine halkı gibi yaşamaya başladılar. Onlardan birisi de -muhtemel ki sonuncuları- Ebû Lü’lüe lakaplı Feyrûz isminde biriydi. Bu şahıs diğerleri arasında en kindar ve en habis olanlarıydı. Halifeyi öldürmenin en uygun zamanın namaz vakti olduğunu düşündü. Hicretin 23. yılı Zilhicce ayının 23.günü sabah vaktiydi. Halife sabah namazı için tekbir getirir getirmez, Ebû Lü’lüe iki tarafı keskin bir bıçakla onu altı yerinden bıçakladı ve kaçmaya başladı. Safların arasından hızlıca kaçtığı sırada yanlarından geçtiği tam on üç kişiyi de bıçakladı. Onların yarısından fazlası öldü. Durumu gören Abdurrahman b.Avf katilin üzerine kendi ridasını atarak onu yakaladı. Kaçamayacağını anlayan katil -Ebû Lü’lüe- aynı bıçakla kendini de öldürdü.

         Abdurrahman b. Avf, halifenin durumunu öğrenmek üzere geldiğinde onu yaralı bir halde buldu. Böğründen yaralanmıştı. Yarasını sarı bir bezle sarmış ve şu ayeti okuyordu:

         “Peygambere Allah'ın takdir ettiği, mübah kıldığı şeyde bir darlık yoktur. Bundan önce geçen bütün peygamberler hakkında Allah'ın sünneti böyledir. Allah'ın emri ise biçilmiş bir kaderdir.”[9]

      Hz. Ömer, Abdurrahman b.Avf’ın elini tuttu ve namaz kıldırması için onu mihraba geçirdi. Halife, bir süre sonra bilincini kaybetti. Abdurrahman b.Avf namazı kısa tuttu. Namazı bitirince tekrar kendine gelen Hz. Ömer: “İnsanlar namazlarını kıldılar mı?”diye sordu. Halife başına gelen bu kadar şeye rağmen hala namazı düşünüyordu. Abdullah b. Abbas “Evet” diye cevap verdi. Hz. Ömer: “Namazı terk eden kimse gerçek mü’min olamaz.” dedi ve kendisine bir lamba getirilmesini istedi. Yarası hâlâ kanıyor olduğu halde abdest aldı ve sabah namazını kıldı.

         Hz. Ömer altı kişilik bir şûra oluşturulmasını ve yeni halifenin bu şûra tarafından seçilmesini emretti. Hz. Ömer’in emrettiği gibi altı kişiden oluşan bir şûra oluşturuldu. Şûra şu sahabelerden oluşuyordu: Osman b. Affan, Ali b. Ebi Talib, Talha b. Ubeydullah, Zübeyr b. Avam, Abdurrahman b. Avf, Said b. Ebi Vakkas. Hz. Ömer olaydan sonra sadece üç gün yaşadı. Daha sonra 645 yılında Zilhicce ayının bitimine dört gün kala çarşamba günü vefat etti.

        

         G. HZ. OSMAN DÖNEMİNDE YAHUDİLER

        

         Hz. Ömer’in şehadetinden sonra toplanan şûra üyeleri, Osman b. Affan’ı halife seçerek ona biat ettiler. Müslümanlar da ona biat ettiler. Hz. Osman, İslam’a davet ve Allah yolunda cihad konusunda Hz. Ömer’in misyonunu sürdürdü. Ordu fetihlere devam etti. Buna karşılık İslâmdüşmanları da harekete geçtiler. Mecusilerin kışkırtmasıyla Doğu’daki bazı bölgeler ile Bizanslıların kışkırtmasıyla İskenderiye’de yaşayan Hıristiyan ve Ermeniler ayaklanarak Müslümanlarla yapmış oldukları antlaşmalarını bozdular. Nihayet çok geçmeden üzerlerine gönderilen orduların zaferi neticesinde barış istemek zorunda kaldılar. Bu durum, onların hiç hoşlarına gitmedi, aksine Müslümanlara karşı besledikleri kini daha da arttırdı.

         Hz. Osman döneminde Yemen’de Yahudi bir azınlık bulunuyordu. Onlar, azınlık oldukları için de savaşamıyorlar, dolayısıyla Müslümanlarla yapmış oldukları antlaşmaları bozmaya cesaret edemiyorlardı. Hz. Ömer’in şehadet haberi onlara da ulaştı. Bu haber halifeyi şehid eden Mecusilerden daha çok, onların kin ve nefretlerini arttırmıştı, çünkü onlar yaradılış gereği kötülüğün zirvesinde idiler. “İnsan görünümlü şeytanlar” tabiri belki de onlar için en uygun nitelemedir. Yahudiler, Mecusilerin izledikleri yöntemi dikkatlice anlamaya ve bu yöntemden dersler çıkarmaya çalıştılar. Uzunca bir düşünme ve araştırma safhasından sonra aynı yöntemi kullanmaya karar vermiş olmalılardı ki onlardan biri olan Abdullah b. Sebe’ Mecusilerin yaptığı gibi Müslüman olduğunu ilan etti. Bu şahıs bir müddet Yemen’de kalarak bazı planlar yapmaya ve gerekli bilgileri öğrenmeye başladı. Daha sonra Hicaz’a gitti, ama orada istediği uygun ortamı bulamayınca Basra’ya; oradan Kûfe’ye; daha sonra da Şam’a gitti. Buna rağmen umduğunu bulamadı. Şam halkı üzerinde bir etkide bulunamayan bu şahıs oradan da kovulunca Mısır’a gitti. Orada inanç bakımından zayıf ve toplumsal anlamda ikinci sınıf insanlarla irtibat kurdu. Onun en önemli hedefi insanların akidesini bozmaktı. Amacını gerçekleştirmek için Müslümanlar arasındaki ihtilafları körüklemeye ve fitne çıkarmaya çalışıyordu.

         Abdullah b. Sebe’ fikirlerini bedevilere ve basit halk kitlelerine sunmaya başladı. Genellikle yeni Müslüman olanlarla ilgileniyordu. Bu şekilde onları daha çabuk kazanabileceğini düşünüyordu.

         Kişilerle tek tek irtibat kuruyor, onlarla konuşuyordu. Onlara, İslam’ı çok iyi bildiğini ve çok iyi anladığını hissettiriyordu. Tıpkı bir alimmiş gibi davranıyordu. Müslümanların inançlarını ifsad etmek için kullandığı argümanların başında Hz. İsa’nın döneceği, ancak Hz. Muhammed’in dönmeyeceği meselesidir. O şöyle diyordu: “Hz. İsa’nın döneceğini, ancak Hz. Muhammed’in dönmeyeceğini kim iddia edebilir. Halbuki Allah Teâlâ Şöyle buyuruyor:‘(Resûlüm!) Kur'an'ı (okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı) sana farz kılan Allah, elbette seni (yine) dönülecek yere döndürecektir. De ki: Rabbim, kimin hidayeti getirdiğini ve kimin apaçık bir sapıklık içinde olduğunu en iyi bilendir.’[10] O halde ayetin ifadesine göre Hz. Muhammed dünyaya dönmek konusunda Hz. İsa‘dan evlâdır.” O, bu şekildeki sözlerle Müslümanların inançlarına şüphe düşürmeye çalışıyordu.

         Abdullah b. Sebe’ konuşmalarında, İslam’ı kabul etmedikleri halde inanmış gibi görünen Mecusilerden de istifade etmeyi ihmal etmedi. Onlarla ilgili şöyle diyordu: “Mecusiler kalpleriyle değil dilleriyle Müslüman oldular. Onlar, Ebû Bekir, Ömer ve Osman’a karşı kin beslediler; çünkü bu halifeler onlara galip gelmişler, Sâsâni imparatorluğunu yıkmışlar ve onların akidelerini yok etmişlerdi.” Abdullah b.Sebe’ Hulafâ-i Râşidin’e karşı çok çirkin bir kampanya başlattı; ancak küfürle itham edilmemek için büyük sahabelerden biri olan Hz. Ali’yi de övüyordu. Oysa ki Hz. Ali, Abdullah b. Sebe’i tanımıyor; fiil ve sözlerinden dolayı da onu te’yid etmiyordu. Abdullah b. Sebe’ bütün bunları Hz. Ali’yi sevdiği için değil; tam aksine Hz. Ali’yi yıpratmak ve Müslümanların inançlarını sarsmak için yapıyordu. Hz. Ali’yi övmekle Müslümanlar arasında fitne çıkarmak istiyordu. Abdullah b. Sebe’ Hz. Ali’yi öyle çok övdü ki Onu, sahabenin, hatta beşerin en üstün varlığı konumuna getirdi.

         Hz. Ali’nin yerine hilafet görevinde bulunanların -Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman- ona zulmettiklerini, hakkına tecavüz ettiklerini ve Resûlullah’a verdikleri söze ihanet ettiklerini söyledi. Ona göre Allah’ın kitabını tam anlamıyla bilen Hz. Ali’dir. Müslümanların halen ellerinde bulunan Kur’an’ın, indirilen vahyin sadece 1/3’üne tekâbul ettiğini, Hz. Ali ile ilgili ayetlerin Kur’an’dan çıkarıldığını iddia etti. Onun bu propagandası neticesinde de irtidat olayları yaşanmaya başladı.

         Küfür ve sapıklık konusunda oldukça aşırıya giden Abdullah b. Sebe’ son peygamberin aslında Hz. Ali olduğunu Cibril’in Hz Ali yerine Peygamber’e vahyi ilettiğini iddia etti. Hıristiyanların, Hz. İsa ile ilgili sözlerinden ilham alan Abdullah b. Sebe’ Hz. Ali’nin, beşeriyetin en yüce varlığı olduğunu iddia etti.

         İbn Sebe’ bu sapık fikirleri kabul eden herkesin akidesini ifsad etti. Bu düşüncelerin etkisiyle değişik dini inançlar ortaya çıktığı gibi, Müslümanlar arasında ayrılık tohumları da ekilmiş oldu. Onun bu düşüncelerini kabul edenler olduğu gibi reddedenler de olmuştur; ancak bu düşüncelerin etkisiyle Müslüman fertler arasında derin ayrılıklar oluştuğu yadsınamayacak bir gerçektir. İbn Sebe’nin sapık fikirlerinin etkisiyle Müslümanlar arasında çıkan bu ihtilaflar, gün geçtikçe kutuplaşmalara sebep oldu. Buna rağmen düşüncelerini başkalarına empoze etmeye ve lehine olabilecek argümanlar üretmeye devam ediyordu. Bu konuda o kadar aşırıya gitti ki Hz. Ali’nin bulutlar üzerinde olduğunu ve gazaplandığı zaman da şimşeğin çaktığını bile söyledi.

         Mısır’da, Abdullah b. Sebe’nin fikirlerini yaymaya gönüllü bir kitle bulunmaktaydı. Bu, Yahudilerin dışında bir kitleydi; çünkü orada yaşayan Yahudiler; azınlıkta oldukları, uzlet hayatı yaşadıkları ve diğer milletler nezdinde bir itibara sahip olmadıkları için bu tür fikirlere sıcak bakmadılar. Fakat Mecusiler, bu fikirler sayesinde İslâmtoplumuna zarar verebileceklerine inandıkları için bu fikirlere sahip çıktılar ve bu fikirleri gizli bir şekilde sonraki nesillere aktarmaya başladılar. Mecusilerin büyük bir çoğunluğu Müslüman olmuşlardı, ancak görüldüğü gibi İbn Sebe’nin düşüncelerini benimseyenler de yok değildi. Zamanla fanatizme dönüşen bu fikirler, toplum içerisinde fevri duyguları ağır basan bir grup tarafından benimsendi. Bunlar her ne kadar marjinal bir grup olarak kabul edilseler de bazen toplum üzerinde etkili olabiliyorlardı.

         Yahudilerin genel karakteristik özellikleri arasında onların, savaşçı bir millet olmamalarıdır. Onlar, fikirleriyle mücadele etme gücüne sahip değiller. Azınlık olduklarından dolayı fikre ve güce dayalı mücadele yöntemini benimsemezler. Onların korkak bir millet olmaları, bu tür güç enstrümanlarına ilgili duymamalarının başlıca nedenidir. Diğer milletler tarafından küçümsenmeleri de fikirlerinin kabul görmemesinde oldukça etkili olmuştur. Bunun içindir ki meşru mücadele yöntemleri yerine daha çok; fitne çıkarmak, ihtilaf yaratmak, vb. gibi yöntemleri tercih ederler. Nerede bir fitne çıkarsa mutlaka bu fitnenin çıkışında Yahudilerin bir rolü vardır, çünkü onlar bu hususta oldukça meşhurdurlar.

        

         H. ENDÜLÜS’TEKİ YAHUDİLER

        

         Müslümanlar, Hicri 92 senesinde İberya Yarımadası’nın dört bir tarafına yayıldılar. Ardından Fransa’ya girerek Paris’e kadar ulaştılar. Fakat orada yenilerek geri dönmek zorunda kaldılar. İslâmdaha çok Endülüs’te yayıldı. İslam’ın etkisiyle insanlar Arapçayı öğrendiler. O dönemlerde Arapça, konuşma ve yazı dili haline geldi.

         Endülüs’te bir avuç Yahudi bulunaktaydı. Azınlık olduklarından dolayı bir etkinlikleri yoktu ama buna rağmen onlar için hayati önem taşıyan yegane görevlerini    -fitne ve fesat- yerine getiriyorlardı. Bu görev onların yetkinlik alanıydı ve onsuz yaşayamazlardı.

         Yahudiler bu görevlerini hakkıyla icra etmek için Endülüs’te Arapçayı öğrendiler. Toplumun geneli Arapça konuşuyordu ve toplum üzerinde etkili olabilmek için de Arapça bilmek gerekiyordu. Azınlık olmalarından ve toplumda süren karışıklıktan dolayı gün yüzüne çıkamıyorlardı. Endülüs’te yaşanan iç karışıklıklar ve buna bağlı olarak ortaya çıkan çatışmalar, hedeflerini gerçekleştirmeye engel teşkil ediyordu. Sonunda Yahudiler, Hıristiyanlarla yardımlaşmaya ve onlarla birlikte hareket etmeye karar verdiler.

         Endülüs’te yaşanan iç karışıklıklar Müslümanları güçsüz duruma düşürdü. Bunun neticesinde Müslümanların Endülüs’teki son kalesi olan Gırnata şehri 892 yılında (15 Aralık 1492) kaybedildi. Müslümanlar büyük bir yenilgiye uğradılar. Bu ağır yenilgiden sonra onların iki seçeneği vardı: Ya Hıristiyanlığı kabul edecekler ya da oradan kaçıp kurtulacaklardı.

         Müslümanlardan bir grup yarımadanın batı bölgesine doğru gitmeyi başardı; ancak geride kalan büyük bir kitle, Hıristiyanlığın idaresi altında yaşamayı kabul etmek zorunda kaldı. Hayatta kalmak uğruna Hıristiyanlığı kabul etmek zorunda kalan Müslümanlar, günün birinde tekrar İslam’a dönebilmek için şartların oluşmasını hep beklediler. Bu topluluk, daha sonra Endülüs’ten Afrika’ya göç ederek orada Müslüman oldu.

         Endülüs’teki Müslümanlar bir takım sebeplerden dolayı zaafa düşmüş ve sonunda Hıristiyanlar oraya hâkim olmuşlardı. Endülüs’ün yeni hükümdarı, Yahudilere, Endülüs’ün eski sahipleri olan Müslümanlar aleyhine kendilerine istihbarat sağlamayı ve kendileriyle birlikte hareket etmeyi teklif etti. Yahudiler bu teklifi memnuniyetle kabul ettiler, çünkü bu görev kendi hedeflerini gerçekleştirmeleri için yegâne bir fırsattı.

         Yahudiler, Müslümanların Endülüs’ten ayrılmalarının ardından baskı ve zulüm altında yaşayamayacakları bahanesiyle onlarla beraber ayrıldılar. Onlar, bu gizli niyetlerini, Müslümanlarla birlikte olduklarında daha özgür ve güvende olacakları yalanıyla örtmeye çalıştılar. Onların bu bahanesi bir tuzak ve aldatmadan başka bir şey değildi. Müslümanlar ise maalesef Yahudilerin bu tuzaklarının farkına varamadılar. Aksine Yahudiler, gerek kendileriyle ilgili ve gerekse yönetimleriyle ilgili övgülerini kitaplarında geniş bir şekilde işlemekten başka bir şey yapmadılar. Bu anlayışın izlerini oldukça sıradanlaşan bu çağda ne yazık ki hâlâ görmekteyiz.

         Yahudiler, Müslümanlarla birlikte batı sahiline yerleştiler. Müslüman olduklarını söyleyerek amaçlarını yıllar boyunca gizlediler. Arapçayı o kadar iyi biliyorlardı ki onları yerli halktan ayırd etmek mümkün değildi. Öyle ki aralarında, kendisinin, Resûlullah’ın soyundan geldiğini iddia edenler bile oldu.

         Onlardan bazıları, İslami anlam önemli mevkilere geldiler. Diğerleri ise, içlerinde gizledikleri kinlerini gizleme ihtiyacı bile hissetmeden Müslümanları yıpratmaya devam ettiler. İslâmtoplumunu yıkmaya ve fitne çıkarmaya çalıştılar. Yahudiler, o kadar yayıldılar ki onlardan bazıları Osmanlı’ya kadar ulaştı. Onların hedefi hilafetin merkeziydi. Kendi dinlerini terk ederek başka dinlere mensup olduğunu söyleyen bu Yahudilere “Dû nemâ Yahudileri”[11] ismi verilmişti. Osmanlı’nın yıkılması ve halifeliğin sona ermesinde Dûnema Yahudilerinin -Sabetayistlerin- büyük bir rolü vardır.

         Endülüs Yahudilerinin bir kısmı, Osmanlı’nın idaresinde bulunan Balkanlara kadar ulaştı. Balkan halkına karşı güven telkin etmek ve onlarla olan bağlarını koparmamak için bu kez Hıristiyan olduklarını ilan ettiler. Böylece hedeflerine daha çabuk gerçekleştirebileceklerdi. Onların hedefi, Balkanlar’da milliyetçilik düşüncesini yaymak, Osmanlı devletini yıkmak ve hilafeti ortadan kaldırmaktı. Bunun için Balkanlarda Türkler dışındaki diğer milletleri Osmanlı’ya karşı ayaklanmaya çağırdılar. 

         Yahudilerin faaliyetleri neticesinde Balkanlarda milliyetçilik hareketleri başladı. Osmanlı’ya karşı başlatılan bu hareketlerin en şiddetli ve en tehlikelisi Şam’da başlatılan ve Arap milliyetçiliğine dayanan akımdır. Bu akımın, ilk olarak Hıristiyanlar tarafından başlatıldığı bilinmektedir; çünkü Arap milliyetçiliğinin hakikati ve nihai anlamdaki hedefi göz önünde bulundurulduğunda bu gerçeğin ne kadar doğru olduğunu ortaya çıkmaktadır. Bu akım bazı Araplar tarafından da destelendi. Onların ileri gelenleri, hilafetin Arapların hakkı olduğu düşüncesini dillendirmeye başladılar. Onların bu düşünceleri, Arapların çoğunun aldanmasına ve Osmanlı’ya karşı bir tutum içerisinde olmalarına sebep oldu. Ayrıca Yunanistan’da Hıristiyanlığı kabul ederek, milliyetçilik akımlarını başlatanlar, Yahudilerin torunlarıdır.

         Osmanlı’da milliyetçilik düşüncesine karşı Turancılık düşüncesi ortaya çıktı. Farklı milletlerden insanlar arasında uzun süren çatışmaların ardından Osmanlı Devleti zayıfladı ve yıkıldı. Ardından hilafet de ortadan kalkmış oldu.

         Portekiz Arapçayı iyi bilen Yahudileri Mısır’a gönderdi. Orada İslamiyeti kabul eden Yahudiler, maddi imkânları sayesinde Mısır’ın yöneticilerine yakın olmayı başardılar. Bu sayede Müslümanlarla Hıristiyan ve Habeşiler arasında süren savaşta Müslümanlara destek veren Memlük Devleti’nin askeri gücüyle ilgili bilgi topladılar. Ayrıca iç bölgelerdeki şehirlerin durumunu da öğrenme imkânları oldu. Bununla da kalmayarak denizcilerin haritalarını, denizlerin tuzluluk oranlarına dair bilgileri ve tropikal bölgelerden kurtulmanın yollarını gösteren dökumanları da çaldılar. O günün şatlarında Avrupa’nın bile ulaşamadığı bu bilgiler bir sır gibi saklanıyordu. Avrupa’nın bu bilgilere çok ihtiyacı vardı, çünkü Tropikal bölgelerde rüzgarın durmasıyla gemiler hareket edemiyordu. Sadece ilkbahara Kuzey’e; sonbaharda da Güney’e doğru gidebiliyorlardı. İstedikleri bilgileri elde eden Yahudiler, Müslümanlardan aldıkları bu bilgileri Portekiz hükümetine verdiler. Böylece Portekiz istedikleri bilgileri elde etmiş oldu ve daha sonra Vesco de Gama komutasında üç gemiden oluşan bir orduyu Endülüs’e gönderdi.        

          

         İ. OSMANLI DÖNEMİNDEKİ YAHUDİLER

        

         Osmanlı Devleti, 1299’da kurulduktan sonra kısa bir süre içerisinde topraklarını genişletti.. Batı Roma imparatorluğunun başkenti olan Kostantiniye’yi fethederek onu başkent yaptı ve “İslâmŞehri” anlamına gelen “İslambul” adını verdi. Avrupa’ya yönelen Osmanlı, fetih hareketleriyle orada birçok yeri fethetti. Fethettiği yerlere İslâmı yamaya başladı. Ayrıca sömürgeci bir devlet olan Portekiz ile işbirliği yapan Safevi Devletini mağlup ederek, Mısır’a yöneldi. Orada bulunan Memlükler devletini yıktı ve halifeliği ilan etti.

         Yahudiler, yaşadıkları bölgelerde tüm bu olaylar cereyan ederken Müslümanlara karşı büyük bir kin ile yaşana bu olayları gözlemlemekle kaldılar. Osmanlıların elde ettikleri her zafer onların bu kinlerini arttırıyordu. Fakat ellerinden bir şey gelmiyordu. Müslümanlarla birlikte Endülüs’ten ayrılan Yahudilerin bir kısmının İslamiyeti -sözde- kabul ettiklerini söyleyip Osmanlı’ya yerleştiklerini daha önce zikretmiştik. İşte o dönemde Osmanlıya yerleşen Yahudiler, Osmanlıyı bölmek amacıyla planlar yapmaya başladılar. Özellikle Kanuni’nin eşi Hürrem Sultan’dan destek görmüşlerdir. Kanuni’ye esir olarak sunulan Hürrem Sultan Rus -Ukrayna- asıllı bir Yahudidir. Dûnemâ Yahudileri için Hürrem Sultan büyük bir destekçi idi. Bundan dolayı onunla irtibata geçtiler. Onlara büyük kolaylıklar sağlayan Hürrem Sultan, onların organize olmalarına yardımcı olarak onları İzmir’e yerleştirdi. Osmanlıyı oradan yıkmaya başlayan Yahudiler, fitne-fesat çıkarmaya ve itikadı bozan fikirler yaymaya başladılar.

         Hürrem Sultan’ın, Osmanlı yönetiminde önemli bir rolü vardı. Değişik entrikalarla Kanuni’nin diğer oğullarını öldürdükten sonra kendi çocuğunun -II. Selim- veliaht olmasını sağladı. Damadı Rüstem Paşa’yı divan başkanlığına seçtiren Hürrem Sultan, onu yönlendirmek suretiyle kendi adına çok önemli işler yapmıştı. Kanuni uzun bir süre -48 yıl- yönetimde kaldı. Bunu fırsat bilen Hürrem Sultan devlet yönetiminde büyük bir rol üstlendi.

         Osmanlı devletinin zayıflamasının birçok sebebi vardır. Bunlar arasında; devlet adamlarının otorite kaybı, devleti içeriden yıkmayı hedefleyen yıkıcı unsurların varlığı, Yahudi oldukları halde Müslüman gibi görünen kimselerin iftira ve kışkırtmaları, düşmanların birtakım vaatlerle kandırdığı kimselerin yıkıcı planları, her türlü çirkefliği işlemeye hazır olan hayat kadınlarının entrikaları, değişik cephelerde süren savaşlar ve birçok bölgede ortaya milliyetçilik akımları vb. gibi taassupların verdiği zararlar sayılabilir.

         Osmanlıların gerilemesiyle, hilafet yavaş yavaş etkinliğini kaybetmeye başladı. Avrupa karşısında oldukça geride kalan Osmanlı devleti de Avrupalıların tabiriyle “hasta adam” haline geldi. Osmanlı’nın bu durumu karşısında sevinçten havalara uçan Yahudiler, Avrupalı dostlarına hizmet etmeye başladılar. Osmanlıların, özellikle hilafeti üstlenmiş olmaları sebebiyle onlara karşı olan kinleri oldukça şiddetliydi; çünkü hilafet, Müslümanları aynı çatı altında toplayan bir misyona sahipti. Bu yüzden Yahudiler, Osmanlı’nın düşmanlarına daha çok hizmet sunmak için bir araya gelmeyi istiyorlardı. Daha çok plan yapmaları, başarıya daha çok yaklaşmaları için sık sık görüşmeleri ve birbirlerine bilgi sunmaları gerekiyordu. Onlar, hilafeti yok etmek amacıyla faaliyetlerini gizleme ihtiyacı bile hissetmediler. Zira hilafetin yok olacağına dair ümitleri iyice artmıştı.

         Yahudiler, Avrupalı müttefikleriyle görüşmelerde bulunmak için Şam Bölgesi’ndeki Kudüs’ü üs olarak seçtiler. Burayı seçmelerinin sebebi ise diğer Yahudileri, dini bir amaç için buraya gelmeleri konusunda cesaretlendirmekti. Bunu da kendi aralarında yaydılar. Avrupalı dostlarından kendilerine destek olmalarını ve buraya gelişlerin kolay hale getirilmesini istediler. Dikkat çekmeyecek bir şekilde gruplar halinde oraya gitmeye başladılar. Gerekli olmadıkça bir arada bulunmamaya özen gösteriyorlardı. Hilafete karşı başlatılan direniş hareketiyle Osmanlı aleyhinde gelişen düşmanlıkların ardından büyük hayallere daldılar; çünkü artık Yahudilerin, hilafetin sınırları dışında kayda değer önemli rolleri vardı. 

         Yahudiler, 1314 yılında (1896 M.) Filistin sorununu tartışmak üzere İsviçre’nin Bazel kentinde bir toplantı yaptılar. Bu toplantı sonucunda kendi devletlerini kurarak, dünyanın çeşitli yerlerinde inanç, düşünce ve fiillerinden dolayı baskı altında bulunan diğer Yahudileri aynı çatı altında toplamaya karar verdiler; çünkü Yahudiler; kendilerini diğer milletlerden üstün görüyor; diğer insanların kendi hizmetçileri olduklarına inanıyorlardı.

         Theodor Herzl, Filistin’in günün birinde onların vatanı haline getirileceğine and içmişti. Bu amaçla halka özgürlüklerini verdi ve bunun neticesinde ise Siyonist düşünce ortaya çıkmış oldu. Theodor Herzl Osmanlı halifesi II. Abdülhamit’le ilişkilerini pekiştirmek için onunla görüşmeye ve onu övmeye başladı. Ama                II. Abdülhamid, Filistin topraklarının Yahudilere satılması teklifini kabul etmedi. O da amacına ulaşmak için Avrupa ülkesi olan İngiltere’yi aracı kıldı; çünkü İngiltere Hint Ticaret Yolu’nu koruma altına almak için Mısır’a göz dikilmişti. Filistin’in Mısır’a yakın olması onun işini daha kolaylaştıracaktı.

         Theodor Herzl, Mısır’dan geçen ticaret yolunun önemini yitirmesinin ardından İngiltere’nin Hindistan’a ulaşmasını sağlayacak, Filistin’de bağımsız bir Yahudi devleti kurmayı İngiltere’ye teklif etti. Bu devletin kurulması durumunda Filistin’den Arap Körfezi’ne kadar demiryolu hattının inşa edilebileceğini söyledi. Böylece İngiltere rakibi olan Almanya’ya karşı büyük bir avantaj elde edecekti.

         II. Abdulhamid yönetiminin son dönemlerinde İngiltere, Osmanlı Devleti nezdinde önemli imtiyazlara sahipti. Bundan dolayı Bağdat üzerinden İstanbul ve Kahire’yi birbirine bağlayan demiryolu hattını inşa etme ayrıcalığını elde etti. Halifeyle irtibata geçen İngiltere, Filistin’in Osmanlı Devleti’nin idaresi altında kalması koşuluyla Osmanlı’nın orada yaşayan Yahudilerle ticari ilişkiler kurmasını taleb etti. Öte yandan Herzl, Rusya’ya bir teklif sunarak, orada bulunan Yahudilerin Filistin’e gitmeleri için kendilerine izin verilmesi istedi. Rusya, dönemin İçişleri Bakanı aracılığıyla verdiği cevapta, topraklarında yaşayan Yahudilerin tümüne olmasa bile büyük bir kısmına izin verileceğini belirtti; ancak onlardan entelektüel birikime sahip olanlara izin vermeyi kabul etmedi.[12]

         Theodor Herzl’in, halifeyle olan pazarlığı bir işe yaramadı. Tüm çabalarına rağmen amacına ulaşamayan Herzl, kendine yakın hissettiği nüfuz sahibi bazı Türklerden yardım istedi. Ayrıca, aralarında Almanya ve Avustralya elçilerinin de bulunduğu nüfus sahibi bazı kimseler ile bizzat II. Abdülhamid’e yakın olan yabancı dostlarından da yardım istedi. Ama II. Abdülhamid teklifin kimden geldiğine bakmaksızın her defasında teklifini reddetti. Harezl, bu kez, Ermeni ve Yunan isyanlarına karşı halifeye yardım teklifinde bulundu ancak bu da fayda etmedi.

         Almanya İmparatoru 1315 tarihinde İstanbul’u ziyaret etti ve ardından Şam Bölgesi’ne gitti. Bunu fırsat bilen Theodor Herzl, İmparatorun peşinden giderek, Almanya Başbakanı vasıtasıyla İmparatorla görüştü. Almanya’nın büyük elçiliği vasıtasıyla da, bir hahamla -Moşe Levi- birlikte halifeyle görüşme imkânı bulan Harezl, isteklerini bir kez daha halifeye iletti. Taleplerini reddederek onları huzurundan kovan halife, Yahudilerin Filistin’e göç etmesinin engellenmesini emretti.

         Yahudilerin bir diğer destekçisi ise; uluslararası alanda örgütlenen ve değişik din, dil ve ırka sahip insanları bünyesinde barındıran masonluk hareketidir. Bu hareket her ne kadar bünyesinde bulunan değişik sınıflara mensup insanların dayanışmasını desteklese de, Yahudi ilham ve sırlarla yönlendirilmektedir. Çıkar odaklarının barındıran bu teşkilat, ülkenin ileri gelenlerinden desteğe ihtiyacı olan ve liderlik beklentisi içerisinde bulunan insanlarla doludur. Masonluk hareketi, II. Abdülhamid aleyhinde çalışan gizli teşkilatları desteklediği gibi, Yahudilere de destek verdi. Asıl itibariyle gizli bir örgüt olan Masonluk hareketi, toplumun ileri gelenlerinden birçok kimseyi bünyesinde barındırmaktaydı. Zaten bu hareket, kendisine fayda sağlayacak olan toplumun ileri gelenleriyle ilgilenirdi. Bunun sebebiyse, başkalarının işini onlara gördürmek; bu şekilde taleplerini karşıladığı insanları da kendine çekmektir. Örgütsel amaçlarını nüfuzlu kişilerin aracılığıyla gerçekleştirmeye çalışmak bu örgütün en önemli gayeleri arasındadır.

         Masonluk teşkilatı Osmanlı Devleti’ni birçok krize sürükledi. Bunların neticesinde devlet hep zararlı çıktı. Bunlardan birisi de Tablusgarp Savaşı’dır. İtalya bu savaş sırasında, Masonlara yüklü meblağlar vermek suretiyle Osmanlı’nın Trablusgarp’tan çekilmesi yönünde ikna edilmesini talep etmişti. Bu teşkilat, Birinci Dünya Savaşı’nda askeri birliklerin Yemen’e gönderilmesinde de etkili olmuştu.

         Teşkilatın kendine has çalışma sistemi vardır. Ön plana çıkan ve ifşa olan üyeler, gizlilik esası uyarınca öldürülürdü. Masonluk teşkilatının, devletin ileri gelen yöneticileri üzerindeki etkinliği, devlet idaresinin kısa sürede teşkilatın etki ve baskısı altında kalmasına sebep olmuştu.

         II. Abduhamid, Yahudilerin, Filistin’e hicret etmelerinin engellenmesi yönünde karar alınca onu yönetimden düşürmeye karar verdiler ve aleyhinde çalışmaya başladılar. Bu amaçla Ermeni çetelerinden istifade ettiler. Buna karşılık II. Abdulhamid, “İttihâd-ı İslam” düşüncesini hayata geçirdi. Bu düşünce onları ürkütmüş, kaygılandırmış ve kinlerini arttırmıştı; çünkü düşmanın etkinliğini kırmak için yapılması gereken en önemli şey, toplumun birliğini sağlamaya dönük önlemler almaktır.

         Birbirine yakın tarihlerde birçok Yahudi Endülüs ve Rusya’dan çıkarak amaçsız ve avare bir şekilde dolaştılar. Öyle ki insanlar, davranışlarından ötürü onlardan tiksindiler. En sonunda Yahudiler, Kanuni’nin eşi Hürrem Sultan’ın desteğini aldılar Hürrem Sultan, onlara devlet nezdinde aracılık ederek Osmanlı’ya yerleşmelerine yardımcı odu. Onların bir kısmı Türkiye’nin batı sahilinde yer alan İzmir’e yerleştiler. Sevi ailesi de İzmir’e yerleşen Yahudi ailelerinden biriydi.

         Hicri 1035’te bir çocuk sahibi olan bu aile, çocuklarına Sabetay isini verdi. Dûnemâ Yahudilerine mensup olan Sabetay Sevi, 1057 (1647 M.) yılında nübüvvet iddiasında bulundu. İzmir’de Sârâ isminde Yahudi bir kızla evlenen Sabetay; İzmir, İstanbul ve Atina’da bulundu. Daha sonra tutuklanarak Edirne’ye götürüldü. Öldürülmek korkusuyla orada Müslümanlığını ilan eden Sabetay Sevi bundan sonra kendi müritleri arasında İslam’ı yaymaya çalışacağını söylese de -Müslümanmış gibi görünerek- İslam’ın aleyhinde çalıştı.

         İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girdikten sonra da çoğalarak etkinlikleri artan Sabetaycılar, özellikle ordudaki etkinlikleri sebebiyle çok tehlikeli hale geldiler. Osmanlı’nın son dönemi çok çalkantılı bir dönemdi. Meclis oluşturularak yeni anayasa ilan edildi. Anarşi oldukça artmıştı. Muhalifler, II. Abdülhamid’i düşürmekte kararlıydılar. Bu amaçla parlamento Meclis-i Milliye’yi oluşturdu. Bu meclis, Hareket Ordusu’yla bir toplantı yaparak Şeyhü’l-İslâmtarafından verilecek bir fetvayla, Abdülhamid’in tahttan indirilmesine karar verdi. Bu fetva, İttihat ve Terakki taraftarlarının baskısıyla çıkarıldı. Meclis, Sadrazam Tevfik Paşa’yı çağırarak alınan kararı halifeye iletmesini istediyse de Tevfik Paşa bunu reddetti. Bunun üzerine bu konuda bir heyeti görevlendirildi. Bu heyet dört kişiden oluşuyordu:

1.     Amiral Arif Hikmet (Laz)

2.     Ârâm Ermeni (Yahudi)

3.     Amanuel Karasu (Yahudi)

4.     Esad Toptânî (Arnavut)

         Bu heyet halifeye giderek yayımlanan fetvayı kendisine iletti. Fetvayı okuduktan sonra durumu kabullenen halife, 1328 tarihinde (1910 M.) kendisine gelen heyete hitaben sitemkâr bir üslupla şöyle dedi: “Madem geldiniz o halde -Karasuya işaret ederek- bu Yahudiyi halifenin makamına neden getirdiniz.”

         II. Abdulhamid azledilmesinden sonra Meclis-i Milliye’ye, Çırağan Sarayı’nda oturmak istediğini ilettiği halde Hareket Ordusu’nun komutanı Mahmut Paşa el çabukluğuyla, onu Selanik’e gönderdi. Eşyasını dahi alamadan birkaç bavulla gece yarısı Yıldız Sarayı’ndan çıkarılan II. Abdulhamid, ailesi ve yanındakilerle birlikte       -toplam 38 kişiydiler- trenle Selanik’e gönderildi. Balkan Savaşı’na kadar İttihat ve Terakki’nin gözetimi altında orada yaşadı. Daha sonra İstanbul’a getirilerek Beylerbeyi Sarayı’na yerleştirildi. Hicri 1336 yılında (1918 M.) burada vefat etti.

         Osmanlı Devleti’nde yaşayan Yahudiler, Osmanlı’nın düşmanları için gözcülük yapmaktaydılar. Örneğin Haçlı Seferleri, Yahudiler sayesinde kazanılabilmişti.

         II. Abdulhamid’ten sonra kardeşi V. Mehmed Reşad (1328-1337)halife oldu.     (1910-1919 M.) Daha sonra da kardeşi VI. Mehmed(1337-1340)-Vahdettin- halife oldu (1919-1922 M.)Vahdettin’den sonra da II. Abdulhamid’in amcası oğlu II. Abdulmecid(1340-1342)halife oldu.(1922-1924 M.) II. Abdulhamid’ten sonra halifelik makamı varlığını sürdürdüyse de asıl yetki İttihad ve Terakki’nin elindeydi.

         II. Abdulhamid’ten sonra Mehmed Reşad döneminde Hicri 1332 (1914 M.) yılında I. Dünya Savaşı başladı. Başta halife olmak üzere bütün vezirler, Osmanlı’nın bu savaşa katılmasını istemiyorlardı. Ne var ki Enver Paşa’nın icraatları neticesinde savaşa giren Osmanlı, bu savaşta ağır bir yenilgiye uğradı. O dönemlerde Vahdettin halifeydi. Tahta geçmesinin ardından birkaç ay sonra Omsalı teslim oldu. Bu savaş neticesinde ihtilaf devletleri Osmanlı’nın büyük bir bölümünü ele geçirdiler. Boğazlar başta olmak üzere Batı Anadolu, Yunanlıların; Güney Anadolu da İtalyanların eline geçti. Birçok Arap şehri de bu savaş neticesinde düşman tarafından işgal edildi.

         Vahdettin, ülkeyi içerisinde bulunduğu durumdan kurtarma çabası içerisindeydi. Bu konuda Musatafa Kemal’e güveniyordu; ama kısa sürede önemli başarılar elde eden M. Kemal, hilafetten bağımsız hareket etmeye başladı. Vahdettin, 1340 (1922 M.) yılında hilafetten ayrıldı. Yerine II. Abülmecid geçti; ancak o da tümüyle siyasi iktidarın dışına yitildi.

         Mustafa Kemal, yeni kurulan hükümetin başarısız olması üzerine hükümet kurma görevini üstlendi ve hükümetle ilgili tasarrufları konusunda kendisine müdahale edilmemesini şart koştu. Neticede hükümeti kuran M. Kemal, 1923 yılında Cumhuriyeti ilan ederek ilk cumhurbaşkanı seçildi. İç karışıklığın artması üzerine Millet Meclisi’ni toplayan M. Kemal, bir kanun teklifi vererek hilafeti kaldırdı ve halifeyi yurt dışına gönderdi. Din ve devlet işleri birbirinden ayrıldı. Daha sonra dini görev ve kisvelerin yasaklanmasıyla ilgili kanun çıkaran M. Kemal, vakıfları devlete bağladı; tekke ve zaviyeleri kaldırdı.

         Hilafetin 1924 yılında ortadan kaldırılmasıyla Yahudiler büyük bir sevinç yaşadılar. Çünkü hilafet, Müslümanları tek bir çatı altında toplamaktaydı. Müslüman her nerede olursa olsun hilafetin kendisini koruyup gözettiğini ve hilafete sıkı bir bağ ile bağlı olduğunu bilir.

        

         J. FİLİSTİN’DEKİ YAHUDİLER

        

         I. Dünya Savaşı’ndan sonra ihtilaf devletleri 16 Mayıs 1916’da aralarında gizli bir antlaşma yaparak Osmanlı devletini bölüştüler. Filistin, İngiltere’nin payına düşen topraklar arasında bulunuyordu. Bu durum, Yahudilerin, İngiltere’ye daha çok hizmet etmelerine sebep oldu. Sonunda Yahudiler, İngiltere Dışişleri Bakanı’ndan, Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması konusunda kendilerine yardım edeceği sözünü aldılar. O tarihlerde İngiliz kuvvetleri Mısır’dan yola çıkarak kuzeye doğru hareket etmekteydi.

         Mekke Emiri Kral Faysal b. Hüseyin b. Ali, Yahudi asıllı Waisman ile 16 Aralık 1919’da bir antlaşma imzaladı. Antlaşmaya göre İngiltere Araplara söz verdiği hususları yerine getirmesi koşuluyla, Filistin’e özel bir statü verilecek ve yönetimi Yahudilere bırakılacaktı. Bu antlaşmadaki maddeler Kral Faysal’ın Müslümanlar nezdinde kendini temize çıkarma gayretinden başka bir anlam ifade etmemekteydi; çünkü o, hiçbir zaman antlaşmalarına sadık kalmayan bir milletle antlaşma yaptığının farkında değildi.

         İhtilaf devletleri 25 Nisan 1925 tarihinde İtalya’nın Saint Ramon kentinde bir toplantı yaptılar. Toplantıda şu kararlar alındı:  

1-     Suriye ve Lübnan; -Şam Bölgesi’nin kuzeyi- Fransa’ya verilecek

2-     Filistin ve Ürdün;  -Şam Bölgesi’nin güneyi- İngiltere’ye verilecek

3-     Irak, İngiltere’ye verilecek

Bu bölüşümden sonra Emperyalist Avrupa devletleri, kendi paylarına düşen toprakları sömürmeye başladılar.

         Şam Bölgesi’nden ayrılarak İngiltere’ye verilen Filistin’in yüzölçümü 17.090 km2; nüfusu da 750 bin idi. Orada yaşayan nüfusun dinlere göre yüzdelik oranları da şu şekildeydi:

         Müslümanlar (% 80)

         Hıristiyanlar  (% 08)

         Yahudiler      (% 11)

         Dürziler         (% 01)

         1879 yıllarında Yahudilerin, Filistin’deki nüfus oranları çok azdı. Genel nüfus içerisinde %2’lik bir nüfus oranına sahip olan Yahudilerin toplam nüfusu 5000 idi. Daha sonra dışarıdan gelenlerle birlikte bu sayı oldukça arttı. 1882-1915 tarihleri arasında 70 bin Yahudi dünyanın değişik bölgelerinden Filistin’e göç etti. Osmanlı o dönemlerde Filistin’e yerleşen Yahudilere daimi ikamet izni vermedi, fakat Filistin topraklarının I. Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizlerin hâkimiyeti altına girmesinin ardından Yahudiler oraya akın etmeye başladılar. Kısa zamanda Filistin’de, önemli bir güç haline gelen Yahudiler, Filistin’i hâkimiyeti altında bulunduran himayeci/mandacı devlet olan İngiltere’ye galip gelerek -Amerika Birleşik Devletleri’nin desteğiyle[13]- İhtilaf devletlerine mevcut durumu kabul ettirdiler.

          Filistin’deki İngiliz kuvvetlerini yenilgiye uğratan Yahudiler, ardından Belfour Deklarasyonu’nu Birleşmiş Milletler’e kabul ettirdiler. Daha sonra ihtilaf devletlerinden Fransa, 3 Cemâzeyi’l-Evvel 1336’tarihinde, (14 Şubat 1918 M.)  İtalya da 28 Receb 1336’ tarihinde (9 Mayıs 1918 M.) durumu kabullenmek zorunda kaldılar.    

         İngiltere, İsrail üzerindeki askeri gücünü kaybetmesinin ardından 15 Şevval 1839’da (1Temmuz 1920 M.) sivil bir yönetim oluşturdu ve bu yönetimin başına Houbert Samuel’i temsilci olarak atadı. Kendisi Yahudilerin önde gelenlerindendi. Balfour Deklarasyonu’nun yayımlanmasında önemli bir rolü vardı.

         Filistin’deki Yahudi lobisinin girişimleri sonucunda İngiltere, 29 Şevval 1340 (24 Haziran 1922) tarihinde Milletler Cemiyeti’ne bir antlaşma metni sundu. Bu metin, sunulduktan bir ay sonra kabul edildi. Bu antlaşma metni 28 maddeden oluşmaktaydı. Bu antlaşmanın giriş kısmını ise Balfour Deklarasyonu oluşturuyordu. Bu deklarasyon, şu maddeleri içeriyordu:

1.      İhtilaf devletleri söz konusu antlaşmayı kabul edecek

2.      Himayeci/mandacı devlet İngiltere bu deklarasyona garantör olacak

3.      Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulması için siyasi, idari ve iktisadi yapılanmalar İngiltere tarafından oluşturulacak.

4.      Yahudileri temsil eden bir otorite kurulacak

5.     İngiltere, kurulacak olan Yahudi devletiyle dayanışma içerisinde olacak

6.      Filistin dışındaki Yahudilerin Filistin’e gelmeleri için onlara kolaylık sağlanacak

7.     İngiltere, Yahudiler için Filistin’de yerleşim yerleri açacak

8.     Filistin’e dışarıdan gelen Yahudilere vatandaşlık hakkı tanınacak

         9.   İngilizce ve Arapça’nın yanında İbranice de resmi dil olarak kabul edilecek. İngiltere’nin, Filistin’de himayeci devlet olması, orada bir Yahudi devleti kurma görevi kendisine yüklemiş oldu. Bu antlaşma metni Filistin’de bir Yahudi devleti kurmayı; bu konuda her türlü tasarrufta bulunmayı ve bu konudaki meşruiyet yetkisini kendisine veriyordu.  

         İngiltere, yapılan bu antlaşma kapsamında kendisine verilen görevleri yerine getirmeye başladı. İlk olarak her sene 16.500 Yahudinin Filistin’e gelmesine izin verdi. İhrâcâtı yasaklayarak halka ağır vergiler yükledi. Yahudilere karşılıksız toprak tahsis etti. Ülkedeki önemli projeleri de onlara verdi. Örneğin; 75 yıllığına Filistin’deki elektrik dağıtımı Yahudilere verildi. Onların; dini, ictimai ve siyasi kurumlarını tanıdı. İşte bu siyasetin bir sonucu olarak Yahudi nüfusu genel nüfusa oranla büyük bir artış gösterdi. Aynı şekilde Yahudilerin malları da aynı oranda arttı. Onların dışındaki halk kitleleri ise resmi kurumlardan yoksun bir şekilde gerilemeye mahkum bırakıldı.

         Gün geçtikçe içtimai durumları kötüleşen, Yahudilerin dışındaki diğer kesimler, himayeci/mandacı devlet tarafından baskı görmeye başladılar. Büyük devletler ile Birleşmiş Milletler’in desteği sayesinde büyük imtiyazlar elde eden Yahudiler, daha fazlasını istemeye ve konuda hiçbir sınır tanımamaya başladılar. Öte yandan diğer kesimler, baskı zillet ve ihmalle karşı karşıya kaldılar. İngiltere’nin uygulamaları onları daha da fakirleştirdiği gibi Filistin’de bulunan kesimleri de birbirine düşürdü.

         Filistin’de bulunan Müslümanların bu durum karşısında bir şey yapmaları mümkün değildi; çünkü zayıf düşürülmüş, parçalanmış ve sömürülmüşlerdi. Yahudiler dışındaki kesimler, kendi derdine düşmüş ve her birinin durumu gün geçtikçe daha da kötüleşiyordu. Müslümanlar, kendilerini bekleyen kötü sonucun farkında bile değillerdi. Bu durumda birbirlerine destek olmaları beklenemezdi. Lisan, bazen hissedilen baskının şiddetinden dolayı, kişinin içerisinde bulunduğu durumu ifade eder; ancak bu acıyı, en çok hissedenler dışında kimse dile getirmedi.

         Filistin halkının başına gelenler işte bunlardan ibaretti. Her ne zaman ki Yahudilerden bir grup Filistin’e yerleşmek üzere orada toprak satın almaya ve yerleşim birimleri inşa etmeye başlasa, kinleri daha da artıyordu. Müslümanlar, İngiltere’ye ve Yahudilere destek veren tüm Yahudi dostlarına karşı büyük bir öfke duyuyorlardı. Bundan dolayı, yerleşim yerlerine ve arazilere el koyarak Yahudilere satamaya çalışan işbirlikçilere saldırılar düzenlemeye başladılar. Yahudilerle mücadele etmek için teşkilatlar kurmaya başladılar. Hicri 1332’de (1915 M.) Kudüs’te kurulan İslamî Yardımlaşma Cemiyeti bunlardan biridir. Filistin sorununu görüşmek üzere 1339’da (Ocak 1921 M.) Yafa’da bir kongre yapılması uluslar arası bir çağrı bulunuldu; fakat İngiltere buna engel oldu.

         16 Receb, 1338’de (4 Nisan 1920 M.) Kudüs’te Müslümanlarla Yahudiler arasında çatışmalar meydana geldi. Daha sonra Filistin’in kuzeyine doğru yayılan bu çatışmalar, İngilizler tarafından kontrol altına alındı; ancak İngilizler, Yahudi dostlarının tarafını tutmak suretiyle Müslümanların aleyhine bir tavır takındılar.

         İngiliz sömürgelerinden sorumlu bakan Churchill 19 Receb 1339’da (29 Temmuz 1921) Kudüs’ü ziyaret etti. Bu ziyareti sırasında kendisiyle görüşen Müslümanlar, birtakım isteklerde bulundular; ama o, bu isteklerini geri çevirdi ve İngiltere’nin, Filistin’de uyguladığı siyasetin doğru olduğunu savundu.

         Filistin’de sular bir türlü durulmuyordu. 23 Şaban 1339’da (22 Ağustos 1921M.) Yafa’da çatışmalar meydana geldi. Yahudilerin saldırgan tavırları; buna karşılık Müslümanların kendilerini ve vatanlarını savunma arzuları bu çatışmaların şiddetlenmesine sebep oldu. İngiliz kuvvetleri ise her zaman Yahudiler lehine bir tutum izlediler; çünkü Yahudiler ve Hıristiyanlar birbirilerinin dostu oldukları için İslam’a karşı olan aşikar tavırlarında hiçbir zaman değişme olmamıştır. İşte İntifada böyle bir ortamda başladı.

       II. Dünya Savaşı'nın ardından İngilizler, 1920'de kurdukları manda yönetimiyle Filistin'de başarılı olamadıklarını, bu toprakların geleceği yönünde önerdikleri planların sonuç vermediğini ve yahudi te­rörünün artık kendilerini de hedef alma­ya başladığını görmeleri üzerine konuyu Birleşmiş Milletler'e götürdüler. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda 2 Nisan 1947'de Filistin için, hükümet­siz olmalarına rağmen Yahudilere de söz hakkı tanınan özel bir oturum yapıldı. Ar­dından 15 Mayıs 1947 tarihinde 106 sayılı kararla Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi kuruldu.

         Azınlık raporu azınlık haklarının gözetildiği birleşik ve bağım­sız bir Filistin'i, çoğunluk raporu ise iki ay­rı devleti ve Kudüs için milletlerarası bir rejimi öngörüyordu. Raporların farklı yön­leri bir alt komitede giderilerek Filistin'in Araplar ve Yahudiler arasında taksim edil­mesi görüşü benimsendi. Hazırlanan ra­por 29 Kasım 1947'de genel kurulda on üçe karşı otuz üç oyla kabul edildi ve böylece meşhur "taksim kararı" alınmış oldu.

         Bu bölüşüm şu şekilde olacaktı:

         1.Yahudi devleti Filistin topraklarının %56’sını

         2. Müslüman Araplar Filistin topraklarının %43’ünü

         3. Kudüs devleti %1’ini alacaktı.       

         İngilizler, kendi himayeleri döneminde Filistin’deki Yahudilere geniş imkanlar tanıdılar. Onların Filistin’deki nüfus oranları %2 iken, onlara Filistin’e göç etme imkanı tanıyarak nüfus oranlarının %30.8’e kadar yükselmesini sağladılar. Böylece Yahudilerin nüfusu Filistin’in toplam nüfusu içerisinde 1/3 oranına yükselmiş oldu. İngilizlerin, Yahudilere tanıdıkları imkanlar bunlarla da kalmadı. Onlara toprak tahsis ettiler ve onlar için yerleşim birimleri inşa ettiler; ayrıca Müslümanlarla giriştikleri çatışmalarda onları Müslümanlara karşı korudular. Buna karşılık Müslümanların mücadele ruhunu yok etmek için de ellerinden geleni yaptılar.

         İngiltere,-taksim planından sonra- Yahudilere verilen toprakları boşaltarak, orada bulunan silah ve askeri kamplarını bırakmasına rağmen; Müslümanlar için ayrılan toprakları boşaltmak konusunda aynı kararlılığı göstermediler; çünkü İngilizler, Müslümanlara verilen toprakları kendilerine teslim edilmesine engel olmayı ve Yahudilere karşı herhangi bir saldırı durumunda Müslümanların direncini kırmayı hedefliyorlardı.

         Yahudiler, Filistin’de yaşayan Müslümanların, kendi topraklarını ve evlerini terk ederek oradan ayrılmalarını sağlamak için onları topluca öldürmelere varacak kadar çok çirkin suçlar işlediler. Bunlardan “Deyr yasîn” ve “Kabiyye” de yapılan katliamlar unutulması mümkün olmayan toplu katliamlardandır. Müslümanlar, topraklarını bırakıp, Yahudilerin, orada devlet kurmalarına imkan vermektense mücadeleye devam edip kendi topraklarında ölmeye karar verdiler. Bu amaçla çevredeki şehirlerde yaşayan Müslüman mücahitler, her ne kadar düzensiz ve taktiksiz bir şekilde hareket etseler de Yahudileri oradan çıkarmak üzere Filistin topraklarına girdiler. Bu durum Yahudileri ve onların dostlarını ürkütmüştü.

         İngiltere’nin, Filistin topraklarında çekileceği tarih olan 3 Receb 1367            (12 Mayıs 1948 M.) geldiğinde Yahudiler henüz Filistin topraklarına hâkim olamamışlardı. Bunun için Filistin halkının kendi topraklarından çıkarılması ve yerlerine Yahudilerin yerleştirilmesi için yeni bir plan -oyun- gerekiyordu.

         Filistin’e komşu olan Arap ülkeleri, Filistin halkını Yahudilerin zulmünden kurtarmak ve Yahudileri denize dökmek üzere ordular hazırlamışlardı. Bu orduların komutanları, Filistin halkına haber göndererek, ordunun bilmeden vereceği zarardan korunmak için geçici bir süreliğine yurtlarını terk etmeleri konusunda onları uyardılar. Müslüman Arap orduları, İngiltere’nin Filistin’den çekileceği tarih olan 7 Recep 1367’de (12 Mayıs 1948 M.) Filistin’e girecekti. Filistin’liler, iki haftalığına yurtlarını terk ederek sınır boyalarında bekleyeceklerdi. Zira bu süre, Yahudileri, Filistin’den çıkarmak için yeterliydi. Filistin’liler evlerini terk ederek şehirleri boşaltmaya ve sınıra doğru ilerlemeye başladılar. Diğer taraftan Yahudiler de boşaltılan şehirleri istila etmeye ve oralara yerleşmeye başladılar. İngiltere, belirlenen tarihte Filistin topraklarını boşaltmaya başladı. Boşalttıkları yerleri Yahudilere teslim ettiler; fakat Filistin’e girmesi beklenen ordu, komuta eksikliği, deneyimsizlik ve mühimmat yetersizliğinden dolayı fazla ilerleyemedi. İş işten geçmiş ve Yahudiler, Filistinlilerin boşalttıkları bazı şehirleri ele geçirmişlerdi. İşte tam bu sırada Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ateşkes ilan etti; ama ateşkes ilanı savaşın bittiği anlamına gelmiyordu. Yahudiler sık sık ateşkesi ihlal ederek Müslümanlara saldırıyor; amaçlarını gerçekleştirme yolunda sinsice adımlarla ilerliyorlardı. Onların, Araplarla giriştikleri bu savaşta en büyük destekçileri -doğusuyla batısıyla- Hıristiyan/Haçlı devletleriydi. İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri, Cemazeyi’l-Evvel 1369’da (Mayıs 1950 M.) bir açıklama yaparak Yahudileri himaye ettiklerini bildirdiler. Ardından da Yahudiler, kalabalık gruplar halinde Filistin’e göç etmeye başladılar.

         Hıristiyan devletlerinin, Yahudilere sağladıkları destek hep devam etti. Buna rağmen Yahudiler, tatmin olmadılar. Onların, genel anlamda dünyaya karşı; özel anlamda ise Müslümanlara karşı olan kin ve nefretleri gün geçtikçe arttı. Sonunda 24 Rebiu’l- Evvel 1376’da (29 Ekim 1956 M.) Mısır’a savaş ilan etti. Yahudilerin ikinci saldırısı diye bilinen bu savaşın ardından bu kez İngiltere ve Fransa’nın da desteğini alan Yahudiler, 27 Safer 1387’de (5 Haziran 1967 M.) Mısır’a bir kez daha saldırdılar. İsrail-Arap savaşı diye bilinen bu savaş, daha önceden planlanmış bir savaştı ve her yönüyle Yahudilerin çıkarlarını korumak için başlatılmıştı. Özelde Mısır’a karşı başlatılan bu savaş, tüm Müslüman halklara karşı ilan edilen bir savaştı. Amacı ise; Müslümanların manevi özünü yok etmek, mücadele ruhunu bu bölgeden uzak tutmak ve Yahudilerin, kendi emelleri doğrultusunda kendilerinden faydalanabilecekleri işbirlikçiler yaratmaktır.

         Filistin sorunu bugün hâlâ devam etmektedir. Bunun yanı sıra Yahudiler, İslâmdüşmanlarından destek görmekte; Müslümanlar ise terörist diye itham edilmektedirler; çünkü onlar hem kendi düşmanları ve hem de Allah’ın düşmanlarıyla savaşmaktadırlar. Hiç kimse Yahudileri ve onların işbirlikçilerini sorgulayamıyor. Onların, haksız bir davada ma’sum halklara karşı savaş başlatmaları hiç kimsenin umurunda olmuyor. Aksine canını ve yurdunu müdafaa eden, ailesini koruyan ve dini değerleri uğrunda mücadele veren kimseler terörist olarak görülüyor. En gelişmiş imkanlarla başkalarının canına kasteden, her şeyi yok eden ve her türlü çirkefliği işleyenler de gücü ve iletişim araçlarını ellerinde bulundurdukları için kültür ve medeniyet ehli olarak addediliyorlar; çünkü ne yazık çağımızda güç; suç işlemek ve suç işleyenleri de desteklemek şeklinde algılanıyor. Allah Teâlâ’nın şu ayet-i kerimedeki ifadesi ne kadar anlamlı;

         “Ey iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost edinenler, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.”[14]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Enfâl suresi, 8/58.

[2] Kanat vadisi ile Akik vadisinin birleştiği noktada

[3] Kanat vadisiyle Buthan vadisinin kesiştiği yerde

[4] Başka rivayetlere göre İslâmordusu sadece dokuz yüz kişiydi.(çev.)

 

[5] Fethedilen Mecusi topraklarını yöneten vali.(çev.)

[6] Mecusilerde yemekten önce yapılan bir tür ibadet.(çev.)

[7] Müslim, Cihad ve Siyer, 1767.

[8] Bakara suresi 2/120.

[9] Ahzâb suresi 33/38.

[10] Kasas suresi 28/85.

[11] Dûnema: Çift ismli demektir. Belli amaçlar için kendi dinini bırakarak başka dinlere mensup imiş gibi görünen Yahudilere verilen isimdir. Bu, daha çok, çift kimliğe sahip olan anlamında, Sabetayistler için kullanılır.(çev.)

[12]Son cümle siyasi bir ifade niteliği taşımaktadır. Böyle bir ifadeyle şu kastedilmiş olabilir: Yahudilere Rusya’dan göç etmek üzere izin vermemizin sebebi onlardan hoşlanmadığımız için değildir.(çev.)

 

[13] Yahudi Milli Konseyi’nin yayımladığı bir deklerasyonla İsrail Devleti’nin kurulduğunu ilan ettikten sonra ABD, bağımsızlığın ilanından on bir dakika, eski Sovyetler Birliği de bir gün sonra İsrail’i tanıdıklarını açıkladılar.(çev.)

[14] Maide suresi 5/51.